بَابُ مَا جَاءَ فِي الِانْتِفَاعِ بِالْعَاجِ

: : هذه القراءةُ حاسوبية، وما زالت قيدُ الضبطِ والتطوير،   

بَابُ مَا جَاءَ فِي الِانْتِفَاعِ بِالْعَاجِ

: هذه القراءةُ حاسوبية، وما زالت قيدُ الضبطِ والتطوير،  

: : هذه القراءةُ حاسوبية، وما زالت قيدُ الضبطِ والتطوير،   

3737 حَدَّثَنَا مُسَدَّدٌ ، حَدَّثَنَا عَبْدُ الْوَارِثِ بْنُ سَعِيدٍ ، عَنْ مُحَمَّدِ بْنِ جُحَادَةَ ، عَنْ حُمَيْدٍ الشَّامِيِّ ، عَنْ سُلَيْمَانَ الْمُنَبِّهِيِّ ، عَنْ ثَوْبَانَ ، مَوْلَى رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ، قَالَ : كَانَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِذَا سَافَرَ كَانَ آخِرُ عَهْدِهِ بِإِنْسَانٍ مِنْ أَهْلِهِ فَاطِمَةَ ، وَأَوَّلُ مَنْ يَدْخُلُ عَلَيْهَا إِذَا قَدِمَ فَاطِمَةَ ، فَقَدِمَ مِنْ غَزَاةٍ لَهُ وَقَدْ عَلَّقَتْ مِسْحًا - أَوْ سِتْرًا - عَلَى بَابِهَا ، وَحَلَّتِ الْحَسَنَ وَالْحُسَيْنَ قُلْبَيْنِ مِنْ فِضَّةٍ ، فَقَدِمَ فَلَمْ يَدْخُلْ ، فَظَنَّتْ أَنَّ مَا مَنَعَهُ أَنْ يَدْخُلَ مَا رَأَى ، فَهَتَكَتْ السِّتْرَ ، وَفَكَّكَتِ الْقُلْبَيْنِ عَنِ الصَّبِيَّيْنِ ، وَقَطَّعَتْهُ بَيْنَهُمَا ، فَانْطَلَقَا إِلَى رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَهُمَا يَبْكِيَانِ ، فَأَخَذَهُ مِنْهُمَا ، وَقَالَ : يَا ثَوْبَانُ ، اذْهَبْ بِهَذَا إِلَى آلِ فُلَانٍ - أَهْلِ بَيْتٍ بِالْمَدِينَةِ - إِنَّ هَؤُلَاءِ أَهْلُ بَيْتِي أَكْرَهُ أَنْ يَأْكُلُوا طَيِّبَاتِهِمْ فِي حَيَاتِهِمُ الدُّنْيَا ، يَا ثَوْبَانُ ، اشْتَرِ لِفَاطِمَةَ قِلَادَةً مِنْ عَصَبٍ ، وَسِوَارَيْنِ مِنْ عَاجٍ

: هذه القراءةُ حاسوبية، وما زالت قيدُ الضبطِ والتطوير،  

If he is not fasting, he should eat, and if he is fasting, he should leave it.

(4213) Rasûlullah (s.a)'in azatlısı Sevban (r.a)'dan şöyle rivayet edilmiştir:
Rasûlullah (s. a) bir yolculuğa çıktığında ailesinden son veda ettiği ve döndüğünde de
yanma ilk girdiği insan Fâtıma (r.a) idi.

Rasûlullah (s. a) bir gazvesinden döndü. Hz. Fâtıma (r.a) kapısının üzerine çul -veya
perde- asmış, Hüseyin ve Hasen'e gümüşten iki bilezik takmıştı. Rasûlullah (bu sefer)
Hz. Fâtımanm yanma girmedi. Hz. Fâtıma, Rasûlullah'in gördüklerinden dolayı
girmediğini zannetti ve çulu (yada perdeyi) yırttı, çocuklardan bilezikleri çıkarıp her
birini ikisi arasında paylaştırdı. Bunun üzerine Hasen ve Hüseyin ağlayarak Rasûlullah
(s.a)'a geldiler. Rasûlullah bileziği onların elinden aldı (ve Sevban'a verib) "Ya
Sevbân, şunu Medine'deki falan aileye götür, Şüphesiz bunlar (Hasen, Hüseyin ve
Ebeveyinleri, benim ailemdir. Onların güzel nimetlerini, dünya hayatlarında
yemelerini uygun bulmuyorum. Yâ Sevban, Fâtıma için aşık kemiği (veya deniz aygırı
dişinden) bir gerdanlık ve fil dişinden (yada deniz kaplumbağası) iki bilezik satın al"
£139]

buyurdu.
Açıklama

Bu hadis "Ac" denilen maddenin kullanılmasının câjz olduğuna delâlet etmektedir.
"Ac" kelimesinin ifade ettiği mânâ alimler arasında hayli tartışmalıdır. Bu
tartışmaların özeti şudur:

Hattabî, Esmaî'den naklen "Ac"m, deniz kaplumbağasının sırtındaki kemik olduğunu
söyler ve halk arasında bu kelimenin fil dişi mânâsında kullanıldığını ilâve eder.
Hattabî, ölü hayvan kemiğini kullanmanın caiz olmayışına dikkat çekerek, burada,
kaplumbağa kemiği mânâsının maksut olduğuna işaret eder.

Türbeştî, Hattabî'nin bu sözlerini naklettikten sonra, ona itiraz eder ve şöyle der: "Bu,
meşhur olan lûgattan meşhur olmayan lûgata bir meyildir. Meşhur olan, âc
kelimesinin fildişi mânâsına gelişidir. Geçmiş ve gelecek herkes bu kelimeden bu
mânâyı anlar. Aliyyü'l Kârî de "Her halde Hatta'bînin meşhur lugâü bırakıp da meşhur
olmayanı tercih edişine sebep, ona göre ölü kemiğinin pis oluşudur." der.
Hattabî'nin, âc kelimesini, meşhur mânâsı ile değil de öbür mânâ ile izahına sebep
Aliyyii' Kârî'nin dediğidir. Zaten bu bizzat Hattabi'den yukarıya naklettiğimiz ibarede
de görülmektedir.

"âc" ulemanın ekseriyeti tarafından fil dişi diye tefsir edilmiştir. Meselâ Askalanî: fil
dişidir" îbnü's Seyyid "fil dişinden başkasına âc denilmez" demektedirler Kazzâz:
Halil'in fil dişinden başka bir şeye âc denildiğini kabul etmediğini söyler. İbnü'l Farîs
ve Cevheri ise bu kelimenin, fil kemiği manasına geldiğini söylerler. Yani bunlar
kelimeyi, filin dişine tahsis etmeyip genel manasıyla filin kemiğine itlak etmişlerdir.
Hâdis-i şerifte üzerinde durulması gereken iki kelime daha var. Önce onları açıklayıp
sonra izahı gereken diğer meselelere geçmek istiyoruz.

MİSH: Yünden dokunmuş bir parçadır. Çul, keçe gibi kelimelerle izahı mümkündür.
Arapça lûgatlarda bu kelimenin Farsça karşılığının pelâs olduğu söylenmektedir.
Şemsettin Sami, Kamus-i Türkî'de Pelasıfı aba ve çul gibi eski ve kaba şeylere
denildiğini ifâde etmektedir.

ASB -veya ASAB- : Hattabi veya İbnü'l Esîr bu kelimeyi ASB şeklinde başka bazı
âlimler ise ASAB diye okumuşlardır. Asab, sözlükte sinir veya aşık kemiği
mânâlarmadır. Ancak hiç bir âlim burada kelimeye sinir karşılığı vermemiştir. Alimler



bu kelimeden maksadın ne olduğunda değişik görüşler ileri sürmüşlerdir.
Hattabî: "Eğer bu hadiste Asb yemen elbiseleri değilse nedir; ben bilmiyorum, ben
ondan gerdanlık yapıldığını bilmiyorum" der İbnü'l Esîr, Nihaye'de Ebu Musa'dan
şunları nakletmektedir: "Bana göre rivayetin asab şeklinde olması muhtemeldir. Asab
da hayvanların aşık kemiğine denir. Muhtemeldir ki onlar, bazı temiz hayvanların aşık
kemiklerini alıyorlar onları boncuk gibi kesiyorlar kuruyunca gerdanlık yapıyorlardı.
Deniz kaplumbağasının kabuğundan bilezik yapmak caiz olunca, benzeri bazı
hayvanların aşık kemiklerinden de gerdanlık yapılması mümkündür.
Bazı Yemenliler, asabın Firavun atı denilen bir deniz hayvanının dişleri olduğunu
söylediler. O dişler bembeyazmış ve onlardan boncuk, bıçak sapı gibi eşyalar
£1401

yapılırmış"

Hadisin tercemesi yapılırken Ac ve Asab (yada asb) kelimelerinin ifâde ettiği bu,
manalar göz önüne alınmış ve kuvvetli gördüklerimize doğrudan, öbürlerine de
parantez içerisinde işaret edilmiştir.

Hadîsten anladığımıza göre, Rasûlullah Efendimiz, bir yolculuğa çıkacaksa tüm
ailesiyle vedalaştıktan sonra sevgili kızı Hz. Fatıma'ya uğrar en son onunla vedalaşır,
bir seferden döndüğünde de önce ona uğrarmış. Ancak bir sefer dönüşü Hz. Fatıma'ya
uğramamış, Hz. Falıma da bunu yaptığı iki şeye yani kapısına astığı çula ve oğulları
Hz. Hasan ve Hüseyin'in kollarına taktığı gümüşten yapılmış bileziklere bağlamış;
sebebin hangisi olduğunu bilemediği için, hem kapısındaki çulu indirip yırtmış, hem
de çocukların kollarındaki bilezikleri çıkarıp kırmış ve ellerine vermiştir. Çocuklar,
buna üzülmüşler ve ağlayarak Hz. Peygamber (s.a)'in yanma gelmişler. Hz.
Peygamber de yanındaki azatlısı Sevban'a o bilezikleri Medinede'ki bir aileye
vermesini, çünkü kendi ailesinin asıl öbür dünyanın nimetlerinden istifade
edeceklerini bu dünyanın nimetlerinden istifâde ederek ahiretteki nasiplerinin
azalmasını istemediğini söylemiş. Daha sonra Hz. Fâtıma için gümüşten daha değersiz
olan bir gerdanlıkla iki bilezik almasmı emretmiştir.

Hz. Peygamber'in bu davranışmdan anlıyoruz ki, kadınların süslenmeleri,
müslümanlarm dünya nimetlerinden istifâdeleri caizdir. Çünkü İslamiyette ruhbaniyet
yoktur. Allah nimetini kullan üzerinde görmeyi sever. Fakat dünya nimetinden istifâde
aşın olmamalı, israfa yol açmamalıdır. Yani doyumluk değil tadımlık olmalıdır. Daha
basiti ile yetinilmeli, mümkün ise külfetlisine itibar edilmemelidir. Yine Hz.
Peygamber (s.a.)'in sözlerinden anlıyoruz ki, bu Dünya'nm nimetlerinden çokça isti-
fâde öbür dünyada bazı mahrumiyetlere sebeptir.

Yukarıda AC kelimesinin hangi mânâda kullanıldığı konusunu tartışırken, Hattabî'nin
ölü hayvanın kemiği pis olduğu için burada fit dişi mânâsma alınamayacağı görüşünde
olduğunu belirtmiştik. Şimdi yeri gelmişken kısaca Ölü hayvan kemiğinin hükmü
konusundaki meşhur görüşlere bir göz atmak istiyoruz.

İmam Azam Ebû Hanife'ye göre ölü hayvanın kemiği temizdir. Çünkü kemikte hayat
yoktur. İbn Teymiye'nin şöyle dediği nakledilmiştir. "Ölü hayvanın kemiği pis
değildir. Onun içine hayat girmez. Sahâbilerin fil dişinden taraklan vardı. Şayet ölü
kemiği pis olsaydı sahâbiler fil dişinden olan taraklan kullanmazlardı."
Ahmet b. Hanbel ve İmam Malik'de İmam Şafii ile aynı görüştedirler. Dayanakları
Meyte'nin haram kılındığını bildiren âyeti kerimedir. Ayrıca fil pistir eti yenmez.
Ancak İmam-i Malik'e göre filin eti yenilir. Dolayısıyla boğazlanmışsa fildişi
kullanılabilir. Atâ ve Hasanü'l Basrî'ye göre de fil dişini kullanmak mekruhtur.



Sahih-i Buharî'deki bir rivayetinde Zührî, fil dişi gibi ölü kemikleri konusunda şöyle
der: "Selef âlimlerinden fil dişinden taraklarla taranan ve ondan yapılan kaplardaki
yağlarla saçlarım, sakallarını yağlayanlan gördüm. Onlar, bunda bir mahzur
görmezlerdi."

[141]

İbn Sirîn ve İbrahim en Nehâî, ac (fil dişi), ticaretini caiz görürlerdi.
Bazı Hükümler

1. Bir kimsenin yolculuğa çıkarken aile efradı ve vedâlaşması müstehaptır.Her gidi-
şinde daima en son ailesinden birisi ile vedâlaşıp dönünce, önce ona uğraması, bunu
adet haline getirmesi caizdir.

2. Kişi dinen mahzurlu oluşunda şüphe ettiği bir şeyden hemen uzaklaşmalıdır.

3. Dünya nimetlerinden aşırı derecede istifâde, öbür dünyanın nimetlerini azaltmaya
sebeptir.

4. Fil dişinden gerdanlık bilezik veya başka bir eşya yapılması, bunun alınıp satılması

Lİ421

caizdir.



m

Tirmizî, Libâs 220 Nesaî, Zînet. 7: Ahmed b. Hanbel. IV-84.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/230.

m

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/231.

LU

Ahmed b. Hanbel VI, 22.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/232.

LU

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/232-233.

LU

tbn. Mâce, Zühd 4.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/233.
LU

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/233-234.

m

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/234.

im

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/234.

121

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/234-235.

rıoı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/235.

LLU

Nesâi, Zinet 14. 19.

LLU

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/235.

LLU

Sadece Ebu Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/235-236.

LLU

Nesaî Zînet 18: Ahmed b Hanbel, VI, 262.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/236.

LLU

Buhari, libas 6 1 .

LLU

Nur, 31.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/236-237.

LLU

Buharî. Libâs 83; Müslîm Libas, i 22: Nesaî, Zine, 67: Tirmizî Edeb, 32: Ahmed b. Hanbel. IV-98.

LLU

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/237-238.



[19]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/238-239.

[20]

Buharî Libas 82. 87, 96; Müslim. Libas, 119: Tirmizi. Libas 15: Nesaî. Zinet 23: İbn Mace, Nikâh, 52: Da-rimî, İsti'zan 19.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/239.
HH

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/239.

[221

Haşr, 17.

[231

Buharı, Libas 82: Müslim, Libas 120: Nesaî, Zinet 23, 24: Tirmizi Edep 33: İbn Mace Nikah 52.

[241

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/239-241.

[251

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/241.

[26J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/241-242.

[271

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/242.

[281

imam Muhammed, böyle yerlerde "mekruh" 1 sözü ile haram kasdeder.

[291

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/242-244.

[301

Müslim. El edep, 20: Nesai zinet 73; Ahmed b. Hanbel. II. 320.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/244-245.
[311

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/245.

[321

Tirmizi edeb, 35:; Nesai Zinet 35; Darimi İstizan 18; Ahmed b. Hanbel IV. -400. 414. 418.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/245.
[331

İbn Mâce, Fiten. 19.

[341

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/246.

[351

Müslîm. Salat 143: Nesaî. Zinet. 37. 38, 74; Ahmed b. Hanbel, II, 304.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/246.
[361

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/247-248.

[371

Bazı nüshalarda, "Erkesin haluk kullanması" şeklindedir.

[381

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/248.

[391

Diğer bazı nüshalarda "Ravî dedi" ibaresi yoklu. Bu hadisi sadece Ebû Davud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/248-249.
[401

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/249-250.

[411

Münzirinin nüshasında "gusl" kelimesi zikredilmiştir.

[421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/250-251.

[431

Ahmed b. Hanbel IV 403.

[441

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/251.

[451

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/251.

[461

Buhari, Libas, 33; Müslim, Libas. 77 Tirmizi. Edeb 51: Nesaî. Zinet 73.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/252.
[471

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/252.

[48J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/252.

[491

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/253.

[501

Ahmed b. Hanbel IV, 173.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/253.
[511

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/253-254.



[521

Ahmed b. Hanbel III, 154.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/254.
[53]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/254-256.

[541

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/256.

[551

Müslim, Fedaîl, 92; Tirmizi. Libas, 4, Nesaî; Zinet 59: İbn Mâce. Libas, 20.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/256.
[561

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/257.

[571

Buhari. Libas 68, Menâkıb 23: Müslim, fezail 91, Nesaî. Zinet , 59: Ahmed b. Hanbel, 1 1 1.249.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/257.
[581

Nesai, Zinet 59.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/257.
[591

Müslim, fezail, 96; Nesaî, Zinet 9; Ahmed III, 133, 165.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/257-258.
[601

Bu kelimelerin izahı açıklama bölümünde gelecektir.

[611

Tirmizî Libas, 21; İbn Mâce Libas 36; Ahmed b Hanbel. VI, 108, 118.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/258.
[621

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/258.

[631

Buharî, Menâkıb 23; Menâkıhu'l-Ensâr 52.Libâs. 70: Müslim fedâil. 90; İbn Mâce Libas, 36; Mâliki şar 3; Tirmizî, Şemail Hadis 29.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/259.
[641

Aynî, Umdetü'l - Kârî;16. 1 1 I. Nevevî. Sahihi Müslim Şerhi. 15: 90.

[65J

Nevevi 15-90, 911. Abdulvehhab Hallef, İlmü Usulü - 1- Fıkıh 93,94.

[661

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/259-261.

[671

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/261-262.

[681

Ahmet b. Hanbel. VI. 90, 275.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/262.
[691

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/262.

[701

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/262.



Nesâi Zînet, 6: îbn Mace Libas, 37.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/263.
[721

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/263.

[731

Tirmizî libas. 39. İbn Mâce. libas. 36. Ahmed b. Hanbel, VI. 341.425.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/263.
HU

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/263-264.

[751

Nesaî, zinet 57. Ahmed b. Hanbel I, 204.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/264.
[76J

Bk. BezlüT - Mechud 17- 78.

[771

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/264-265.

[781

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/265.

[791

Bazı nüshalarda, "zülüfü olan çocuk" şeklindedir.

[M

Bu tefsir, Müslim'in rivayetinden anlaşıldığına göre İbn Ömer'in talebesi Nafıa aittir. Buhari. Libas 72. Müslim. Libas. 11, 1 13. Nesai, Zinet, 5, 58,
ibn Mace. Libas, 38i Ahmet b. Hanbel II - IV. 39. 55, 67.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/265-266.
[811

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/266.

[821

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/266.





Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/266-268.

[841

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/268.

[851

Sadece Ebu Davud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/269.
[86J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/269-270.

[871

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/270.

1881

Buradaki şek râvilerden birisindendir.

İM

Sadece Ebu Davud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/270.

r9oı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/270-271.

[911

Buradaki şek ravidendir

[921

Buharı, libas 63; Müslim. Tahare. 49, 50; 56: Tirmizi. Edeb 14: Nesaî. Taharet S, 10: İbn Mace. Taharat 8, Zinet I,
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/271.
[93J

Fıtrat konusunda geniş bilgi için bk.C. I .Sh.-101.

[941

bk. C. I-sh. 109.

[95J

Geniş bilgi İçinbkc. I sh.-105.

[961

bkc I- sh. 104. 105.

[921

bkc. 1-102. 103.



Örnek olarak bkc. Buharı Libâs. 64.

[991

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/271-273.
[100]

Müslim, Taharat. 51; Tirmizi. Edeb. İS: Nesai Zinet, 1-56.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/273.

rıon

Muhammed Ebu Zehra UsulüT - Fıkh 39.

[102]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/273-274.

[1031

Tirmizi, Edep, 15; Müslim, Tahare 51. 56.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/274-275.
[104]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/275.

£1051

Hadisi sâdece Ebû Davud rivayet etmiştir.

rıo6i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/275.

£1021

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/276.

ÜPJl

Nesaî. Zinet. M: Tirmizi. Edeb 56: İbn Mace. Edeb 2S: Âhmed b. Hanbel, II, 179, 210.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/276-277.
£1091

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/277-278.

rı ıoı

Buhari, Libas 67, Enbiya, 50: Müslim. Libas 80, Nesaî. Zinet 14: İbn Mâce. Libas 32: Tirmizi libas 20: Ahmed b. Hanbel 11 - 240. 260. 309.

401.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/278.

rını

Şevkânî. Neylü'l Eylâr 1-144.

£1121

Neylü'l - EvkarI- 141.

£113]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/278-280.

£114]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/280.

£1151

Ebu Kuhâfe: Hz.Ebu Bekir'in babasıdır. Adı Osman, babası Amir'dir. Mekke feth edildiği gün müslüman olmuş Hz.Ömer'in halifeliği



esnasında H. 14 yılında 99 yaşında vefat etmiştir.Kendisinden Hz. Ebu Bekir ve Hz. Esma hadis rivayet etmiştir.(aliyyü'l Kari, Mirkatü'l - Mefatih IV
-457.)

n i6i

Müslim, Libas 79; Nesai Zinet 64; İbnMace, Libas 33; Ahmedb. Hanbel III, 160, 316, 332;VI-349.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/280.

rını

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/280-281.

rı 181

Tirmizi. Libas 20; Nesai, Zinet 16: İbn Mace. Libas M: Ahmet b. Hanbel V - 147, 150.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/281.
[119]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/281-282.

ri2oı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/282.

ri2iı

Ahmed; 11.226.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/282.
ri221

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/283.

ri231

Ahmed b. Hanbel III - 226. 227. IV - 163.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/283.
[124]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/283-284.

[125]

Bir Nüshada da ' Onun suçu senden sorulmaz" şeklindedir.

[126]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/284.

[1271

Enam (6): 164.

[128]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/284-285.

[L291

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/285.

[130]

Buharî Menakîp 23, Libas 66; Müslim, Fedâil 101. 102: Nesaî Zinet 17; İbn Mâce. Libas 35.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/285.
[131]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/285-286.

[132]

Nesaî, Zinet 66 Ahmed b Hanbel 1 1-160. 1 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/287.
[133]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/287.

[134]

İbn Mace, Libas 34.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/288.
[135]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/288.

[1361

Nesai, Zinet \5: Ahmed b. Hanbel 1-273.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/288-289.
[1371

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/289-290.

[138]

Fil dişi İle terceme ettiğimiz kelimesinin mânâsı konusunda alimler hayli görüş belirtmişlerdir. Bu kelimeye verilen diğer bir meşhur mânâ da
"Deniz kaplumbağasının kabuğudur". Komi üzerindeki tartışmalara hadisin izahı esnasında temas edilecektir.
[1391

Ahmed b. Hanbel V- 275.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/290-291.
[140]

İbnü'l Esir, en -Nihâye fı garibi " 1 -hadis ve 1 eser 1 1 1 -245 .

[141]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/291-294.

[1421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/294.



39. SÜNNET BÖLÜMÜ

1. Sünnet (in Mahiyeti) Hakkında Açıklama

2. Sapık Kimselerden Uzak Kalmak [(Sapık Kimselerle) Tartışmak Ve Kur'an'da
Bulunan Müteşabih Ayetlere Sarılmak Yasaklanmıştır.]

Muhkem Ve Müteşabih Konusunda Alimlerin Görüşleri

Nefsani Arzularının Peşinde Koşan Kimselerden Uzak Kalmak Ve Onlara Buğz
Etmek

Kendi Nefsani Arzularına Göre Hareket Eden Sapık Kimselere Selam Vermemek
Caizdir

4. Kur'ân-ı Kerim Hakkında Münakaşa Etmenin Yasaklanışı

5. Sünnete Sarılmanın Lüzumu

6 - (İyi Yada Kötü) Bir Yola Çağırman (ın Ve O Yollardan Birini Tutmanın)
Hükmü

a) Kader Ne Demektir?

b) Kazâ'nın Mânası:

7. (Sahabeler Arasında) Faziletler (İn) E (Dair Yapılan) Derecelendirme
Açıklama

8. Halifeler (Hakkında Gelen Hadisler)

9. Allah Rasûlünün Sahabilerinin Fazileti

10. Rasûlullah (S.A.)'In Sahabilerine Sövmenin Yasak Olduğu

11. Ebu Bekir (R.A.)'İn Halife Seçilmesi

12. Fitne Zamanında (Fitneyi Körükleyecek) Söz Söylemekten Kaçınmak Gerekir

13. Peygamberin Biri Diğerine Tercih Edilemez

14. Mürcie'yi Redd (Eden Hadisler)

15. İmânın Artıp Eksildiğinin Delili
İmanda Artma Ve Eksilmeyi Reddedenler

16. Kader

17. Müşrik Çocukları (Nın Ahiretteki Durumu)

18. Cehmiyye

19. (Ahirette Allah'ı) Görmeye Dair

Cehmiyye Fırkasının Görüşlerini Red (Eden Hadisler)
19-20 Kurân-I Kerim'in Allah Sözü Olduğu Hakkında (Gelen Hadisler)
20,21. Şefaat

Öldükten Sonra Dirilme Ve Sur(Un Üfürülmesi)
21, 22. Cennet Ve Cehennemin Yaratılması
22,23. Havz Mevzuunda (Gelen Hadisler)

23, 24. Kabir Ve Kabir Azabı

24, 25. Mizan (Amellerin Tartılması)

25, 26 Deccal (Konusunda Gelen Hadisler)

26, 27. İslam Toplumundan Ayrılanlarla Savaşmanın Hükmü
27,28. (Sahabilerin) Haricilere Karşı (Yaptıkları) Savaş

28, 29. Hırsızlara Karşı Mücadele (Nin Hükmü)



39. SÜNNET BÖLÜMÜ



SÜNNET: Sünnet, lugatta, iyi olsun kötü olsun (yani ister övülmeye, ister
kötülenmeye layık olsun) tarîk (yol) ve sîre müstemirre (devamlı gidiş) manasına
gelir. Bu mananın kolaylıkla dökülen suyun gidişinden alındığı söylenir ki, "senne
aleyhi' 1-mâe: (suyu yavaşça döktü)" manası anlaşılır. Araplar, takip edilen yolu ve
devamlı gidişi, dökülmüş bir suyun bütün katrelerinin, sanki tek ve aynı şeymiş gibi,
belirli bir yol üzerinde gidişine benzetmişlerdir. Kur'an-ı Kerim'de sünnetin,
zikrettiğimiz bu lügat manasında kullanıldığını gösteren ayetler vardır: "Kendilerine
hidayet geldiği zaman insanları inanmaktan ve Rablarmdan mağfiret dilemekten
alıkoyan, sadece evvelkilerin sünnetinin (gidişatının ve başlarına gelenlerin)
kendilerine gelmelerini beklemeleridir." (Kehf (18), 55)

Aynı lügat manası, Hazret-i Peygamberin bir hadisinde de görülür: "Men senne
sünneten haseneten kâne lehû ecruhâ ve ecru men amile bi-hâ; ve men senne sünneten
seyyieten...: Her kim iyi bir sünnet (yol-adet) ortaya koyarsa, onun ve onunla amel
edecek olanların sevabı o kimseye ait olur. Her kim kötü bir yol ortaya koyarsa,

m

ederse, onun ve onunla amel edecek olanların günahı o kimseye ait olur."
Lugatta yukarıda zikredilen manalarda kullanılmış olan sünnet kelimesi, İslâmm
başlangıcından itibaren hususi bir mana kazanmış, yine tarik (yol) ve sîret (gidiş)
manalarını muhafaza etmiş olmakla beraber, bu manalar sadece Hazret-i Peygamberin
tarîk ve sîretine tahsis olunmuştur. Ancak Hazret-i Peygamberin tarîk ve sîretinin,
Allah'ın tebliğine memur ettiği "din" ile ilgili olması dolayısıyla, kelimenin lugatta
görülen "kötü" veya "mezmum yol" manası, ıstılahta kaldırılmıştır; çünkü Hazret-i
Peygamberin sünneti sözkonusu olduğu zaman, bu sünnetin zemme layık yol ve gidiş
olması mümkün değildir; aksine bu yol ve gidiş övülmeye ve örnek alınmaya layıktır.
Nitekim Kur'an-ı Kerim'de yer alan bazı ayetlerde sünnetin bu manasını görmek
mümkündür: "Allah'ın Rasulünde sizin için bir numune-i imtisal vardır." (el-Ahzâb
(33) 21); "Sen (insanları) dosdoğru yola, Allah'ın yoluna hidayet edersin." (Şura, (42),
52)

Aynı mana, Hazret-i Peygamberin şu hadisinde de görülebilir: "Size iki şey bıraktım;
bunlara sarıldığınız müddetçe asla dalâlete düşmeyeceksiniz: Biri Allah'ın, Kitabı,
diğeri Rasulünün sünneti."

İslam'ın başlangıcında sünnet, yukarıda açıkladığımız şekilde, Hazret-i Peygamberin
tarîk ve siretine tahsis olunmakla beraber, tedvin devrinin başlamasından ve çeşitli
ilimlerin ortaya çıkıp tedvin edilmesinden sonra her ilmin konusu ile ilgili olması
yönünden değişik tarifleri yapılmış ve böylece farklı ıstılah manaları kazanmıştır.
Fıkıh usulü alimleri, sünneti şer'î deliller içinde incelerken, fakihler onu farz, vacib,
mendub, haram, mekruh gibi şer'î ahkâmın bir çeşidi olarak mütâlâa etmişlerdir.
Kelam ehli arasında ise, sünnet, bid'atm karşıtı olarak görülür ve bazı kimseler bid'at
ehlinden sayılırken, hakkında bir nass bulunsun veya bulunmasın umumiyetle Hz.
Peygamberin düşünce ve davranışlarına uygun bir hayat yolu takip edenlerin sünnet
ehlinden oldukları söylenir.

Hadisçilere göre ise sünnet, Hz. Peygamberin söz, fiil ve takrirlerinden ibarettir. Keza
onun ahlaki sıfatları, sîreti, meğazisi ve kendisine vahiy gelmeden önce ibadet için
çekildiği Hıra mağarasmdaki yaşayışı da sünnetten ayrılır. Bu manası ile sünnet
hadisin müradifı (eş anlamlısı) dir.



Söz, fiil ve takrirden ibaret olan sünnet, aynı zamanda, ilahî vahyin iki kısmından
birini teşkil eder; diğer kısmı Kur'an-ı Kerim'dir. Çünkü Allah Teâlâ Hz.
Peygamberin: "Kendi hevâ ve hevesinden konuşmadığını, her ne konuşmuş ise onun,
kendisine vahyedilen bir vahiy olduğunu" beyan buyurmuştur. Bu manayı teyid eden
Hazret-i Peygamberin bir hadisinde de: "Bana Kur'ân verildi; bir de onunla birlikte

121

onun gibisi" denilmiştir . Kur'ân'la birlikte Hz. Peygambere verilen Kurl an gibi
vahye müstenid olan şeyin, sünnetten başka birşey olabileceğini düşünmek mümkün
değildir.

Kur'ân ve sünnetin vahye müstenid olmalarına rağmen her ikisi arasında fark
olduğunda şüphe yoktur. Kur'ân, mana ve lafız olarak vahyedil-miştir. Bu sebeple
onun manen rivayeti veya nakli caiz değildir. Hazret-i Peygambere gönderilişinden
bugüne kadar, nasıl tebdil, tağyir ve tahriften korunmuş ise, kıyamete kadar da
korunacaktır. Çünkü onun korunmasını Allah Teâlâ tekeffül etmiş ve: "O zikri

01

(Kur'an'ı) biz indirdik, biz; onun koruyucusu da elbette biziz" buyurmuştur. Lafzı
ve manası ile mu'ciz olan Kur'ân beşer kelamı ile kıyaslanamayacak kadar üstün vasfa
sahiptir. Hiç kimse onun bir benzerini getirmeye muktedir olamaz. Allah Teâlâ bu
gerçeği açık ve kesin bir ifade ile şöyle açıklamıştır: "De ki: Andolsun, insanlar ve
cinler şu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler; birbirlerine arka

141 '

olup yardım etseler bile bunu yapamazlar." İşte bu vasıfları ile Kur'ân'-. ı Kerim'in
namazda ve namaz dışında okunması ibadet hükmündedir.

Vahye müstenid olduğuna işaret ettiğimiz söz, fiil ve takrirlerinden ibaret olan sünnete
gelince, onu Kur'an-ı Kerim'den ayıran en büyük özellik, lafzen vahyedilmiş
olmamasıdır. Bu sebepledir ki sünnetin lafızları Kur'an'ın lafızları gibi muciz değildir,
bu lafızlara ve manalarına hakkı ile vakıf olanlarca manen rivayet edilmesi caizdir,
okunması ibadet hükmünde sayılmaz.

Şu var ki, İslam uleması, Hazret-i Peygamberin, ilahi vahyin gelmediği bazı
meselelerde ietihadda bulunduğunu ve kendi görüşü ile hüküm verdiğini ittifakla
kabul etmişlerdir. Bu husus, ilk anda sünnetin vahye müstenid olduğu görüşüne aykırı
görünür. Fakat bazı meselelerde, Hz. Peygamberin ictihadlannda yanılması halinde bu
yanılgının ilahi vahiyle tashih edildiği gözönünde bulundurulursa, Hz. Peygamberin
ictihadlannda da tamamıyla yalnız bırakılmadığı, Rabbi tarafından daima kontrol
edildiği, yanıldığı ietih adi arının düzeltildiği, yapılmadıklarının ise tasvib gördüğü
anlaşılır ki, bu da sünnetin vahye müstenid olduğunu leyid eder. Keza Kur'an-ı
Kerim'de yer alan Hz. Peygambere itaati emreden ayetler de bu teyidin diğer
örnekleridir:

LU

"Allah'a ve peygamberine itaat ediniz; ola ki rahmet olunursunuz."

M

"Kim Peygambere itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur." "Ey Peygamber de ki:
Allah'ı seviyorsanız bana ittiba ediniz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı

121

affetsin."

"Ey Peygamber de ki: Allaha ve Peygambere itaat ediniz, eğer yüz çevirirseniz biliniz



181

ki Allah kâfirleri sevmez."

"Peygamber size neyi getirmiş ise onu alınız; neden sizi nehyetmiş ise ondan da
M

sakınınız."

Zikrettiğimiz bu ayet meallerinde Hz. Peygambere itaat, Allah Teâlâ'ya itaatla birlikte
zikredilmiş, bu itaatlar arasında hiçbir ayırım yapılmamış, hatta Peygambere itaatin
Allah'a itaat etmek olduğu, bir ayette apaçık belirtilmiştir. Peygambere itaatla ilgili
olan bu emrin, onun sünnetine raci olduğu, ona itaatin onun sünnetine itaat manasına
geldiği hiç bir şekilde inkâr edilemez. Bu mütalaa bizi şu neticeye ulaştırır: Allah'a ita-
atla peygambere itaat arasında hiçbir fark mevcut değildir. Şu var ki insan yegane
halik ve hakim-i mutlak olan Rabbma bir kul olarak ibadet eder; fakat onun yine
kendisi gibi kulu olan Peygamberine ibadet etmekle mükellef değildir. Yahut bir başka
ifade ile Peygamber ibadet olunan bir varlık değil, fakat insan olarak o da Allah'ın bir
kuludur. Öyle bir kul ki, Allah diğer insanlar arasından seçip çıkarmış, elçisi,
peygamberi yapmış ve böylece şereflendirip yüceltmiş, sonra da diğer insanlara ona
itaat etmelerini emretmiş ve bu itaatin kendisine itaattan farkı olmadığını bildirmiştir.
Tıpkı bunun gibi, Kur'an-ı Kerim Hz. Peygambere vahyedilmiş bir "Allah Kelamı"dır.
Sünnet ise yine Hz. Peygambere vahyedümiştir; fakat Kur'an gibi "Allah Kelamı"
değil, "Peygamber kelami"dır. Bu bakımdan sünnete itaat, Kur'an'a itaat gibidir; şu
farkla ki yukarıda da işaret ettiğimiz gibi "Peygamber Kelamı" olması dolayısıyla,
kıraati, Kur'an kıraati gibi ibadet sayılmaz.

İşte sünnet, açıkladığımız bu manası ile Kur'an'la birlikte dinin temeli ve teşriin
kaynağı olmuştur. İster Hz. Peygamberin söz (kavl)ü, ister fiili, ister takriri olsun, her
üç şekilde Hz. Peygamber'den nakledildiği zaman nakledilen bu sünnet İstılahta hadis
adını almış, Kur'an-ı Kerimle birlikte dinin bir aslı kabul edilerek, Hz. Peygamberin
haJyatta bulunduğu devirden itibaren müslümanlar tarafından toplanmaya ve
öğrenilmeye başlanmıştır. Çeşitli dallan ile sünnet veya hadis, bir ilim hüviyeti kaza-
nıp hakkında kütüphaneler dolduran eserler meydana getirilmiş ise, bu sünnetin İslam

£101

dininde sahip olduğu büyük öneminden başka bir şeyle ifade edilemez.
1. Sünnet (in Mahiyeti) Hakkında Açıklama

4596... Ebu Hureyre (r.a.)'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s. a.) (şöyle)
buyurmuştur: "Yahudiler ve hiristiyanlar yetmiş bir, yahut yetmiş iki fırkaya ayni
(rmşlar)dı. Hıristiyanlar da yetmiş bir, yahut yetmiş iki fırkaya ayrılmışlardı. Benim



ümmetim ise yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır."

4597... Ebû Amir el-Hevzenî'den (rivayet edilmiştir), dedi ki: (Bugün) Muaviye İbn
Ebi Süfyan, aramızda (ayağa) kalkarak dedi ki: Şunu iyi bilin ki Rasûlullah (s. a.)
(birgün) bize bir hutbe okumak üzere aramızda (ayağa) kalkıp (şöyle) buyurdu:
"Dikkat ediniz! Sizden önceki kitap ehli yetmiş iki dini fırkaya ayrılmışlardı. Bu
(İslam) ümmet (i) de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır (Bunlardan) yetmişiki fırka
cehennemlik bir tanesi de cennetliktir. Bu (cennetlik olan fırka) ehl-i sünnet ve'I-
cemaattir."



(Bu hadisin ravilerinden) İbn Yahya ile Amr b. Osman rivayetlerine (şu sözleri de)
eklemişlerdir. "Benim ümmetimden bir takım cemaatlar zuhur edecektir ki onlara bu
bidatlar, kuduz hastalığının sahibin (in için)e, işlediği gibi işleyecek, işlemediği bir

£121 '

damar ve eklem kalmayacak."
Açıklama

Hadis-i şerifte kasdedilen ve yerilen ayrılıklar inançta meydana gelen ayrılıklar ve
bölünmelerdir. Amelde ve teferruatta meydana gelen ayrılıklar ve bölünmeler değildir.
Çünkü amelde meydana gelen farklılıklar İslamiyyette yerilmemiş, bilakis övülmüştür.
Esasen İslamî manada yapılan ictihadlar neticesinde meydana gelen amelî ayrılıklar
asılda değil, sadece ayrıntılarda meydan gelmiş olmaları cihetiyle bunlar kökte yine
bir olduklarından amelî ayrılıkları gerçek manada bir ayrılık veya bölünme olarak
kabul etmek doğru değildir. Zira zahirde ayrı gibi görünen bu ayrılıklar asılda
birleşmektedirler.

Bir başka ifadeyle îslamiyeün yapısında bulunan fikrî hareketliliğin doğurduğu ve
sadece ayrıntılarda kendini gösteren bölünmeleri bir asılda birleştirmek mümkündür.
Dolayısıyla bu nevi fırkalar arasında herhangi bir münaferet ve tekfir sözkonusu
değildir.

Ama inanç sahasında ortaya çıkan fırkalar genellikle münaferet, asıldan kopma va
karşılıklı tekfir ile neticelendiğinden mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte Hz.
Peygamberin diliyle verilmiştir.

Bu nedenle dini ihtilafları değerlendirirken bu ihtilafların dinin usulü veya furûunu
alakadar edişinin gözönünde bulundurulması ayrı bir ehemmiyet arzeder. Ümmet-i
Muhammed'in furii-ı dinde, yani fıkhı meselelerde ihtilaf etmesi en muhafazakâr
zümreler tarafından bile müsamaha ile karşılanmış, hatta rahmet telakki edilerek
tevsik edilmiştir. Çünkü fıkhı meselelerin hükmünü tayin etmekteki fikri hareket
daima İslam hukukunu işlemekle ve onu her zaman ve her yerde kabil-i tatbik bir
hukuk istemi haline getirmektedir. Bunun aksi, birçok dini hükmün meçhul kalmasını
ve dolayısıyla tatbikat ve hayat sahnesinden çekilmesini doğurur ki Kur'an-ı KerimMe

[13]

bunun için "küfür, zulüm ve fisk" tabiri kullanılmıştır. Nitekim Rasul-i zişan
efendimiz: "Hakim, hükmünü vereceği sırada ictihad eder de doğru olanı bulabilirce
£141

iki sevap alır." buyurarak müctehidlerin hayatın her dalında, şu'belerinde bütün
ayrıntılara inerek ictihadda bulunmalarını teşvik etmiştir.

Akaid dalında ise fırka ve mezheblere ayrılmak asla caiz değildir. Zira "cemaat" hak
ve isabetli olan yegane yoldur. Bu babdaki tefrika ise dalâlet ve azab vesilesidir.
Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte, akaid sahasında cemaat ehli dışında meydana
gelecek fırka ve mezheblerin tümünün cehennemlik oldukları bildirilirken, cemaat
ehlinden kopmamanın, cemaat ehli dışında oluşan fırkalardan da kaçınmanın lüzum ve
önemi çok veciz bir şekilde vurgulanmıştır.

Cemaat ehlinden maksat "ehl-i sünnet ve'I-cemaat" dediğimiz, gerçek müslümanlardır.
Bu mevzuda İslam ulemasının açıklaması şöyledir: "Ehl-i sünnet ve'I-cemaat kelimesi

1151

Rasûlullah (s. a.) ile ashabının akaid sahasında takib ettikleri yolu izleyenler



manasına gelen; "ehlü sünneti rasûlillah ve ve cemaati' 1-ashâb fî bâbi'l-itikad"
teriminin kısaltılmış şeklidir. Bazan bu mefhumu ifade etmek üzere" ehl-i hakk" terimi
de kullanılır.

İslam tarihi boyunca olduğu gibi bugün de akaid sahasında isabetli yolu takibettiği
kabul edilen ve müslümanlarm büyük çoğunluğunu sinesinde toplayan ehl-i sünnet,
Abdülkadir el-Bağdadî'ye (vef. 429/1037) göre şu sekiz zümreden teşekkül eder:

1- Ehl-i bid'atm hatalarına düşmeyen kelam alimleri

2- Sevrî, Evzaî, Davud-i Zahirî dahil büyük fakihler ve mensubları.

3- Muhaddisler.

4- Ehl-i bid'ate meyletmeyen sarf-nahiv, lügat ve edebiyat alimleri.

5- Ehl-i sünnet görüşlerine sadık kalan kıraat imamları ile müfessirler.

6- Müteşerri Sûfıyye

7- Ehl-i sünnet yolundan ayrılmayan müslüman mücahitler.

8- Ehl-i sünnet akidesinin yayıldığı memleket ahalisi.

Ümmet-i Muhammed'in fırkalara ayrılacağı hususunda nakledilen hadisin bazı
rivayetlerine göre Rasûlullah (s. a.) Efendimize kurtuluşa erecek fırkanın (fırka-i
nâciye'nin) hangisi olduğu sorulmuş, o da: "Benim ve ashabımın yolunu takibedenler"
buyurmuştur. Hakikaten kelam mezheplerinin prensip ve görüşleri incelendiği
takdirde görülecektir ki itikad sahasında kitab ve sünnete bağlı kalan, bu iki kaynakta
mevcud, akaide ait delilleri îslamm ana prensiplerine ve ruhuna uygun bir şekilde
yorumlayan bilhassa sem'iyyat bahislerinde nassa teslimiyet gösteren zümreler ehl-i
sünnet cemaatleridir. Ehl-i sünnet ayrıca Mu'tezile, Havaric, Şia ve diğer bid'aî
fırkaları hilafına ashab-i kiramın (Allah cümlesinden razı olsun) hepsine hürmet ve
muhabbetle bağlı kalmış, onları hayırda önder bilmiş, rivayetlerini kabul etmiş, dinin
diğer sahalarında olduğu gibi akaid mevzuunda da Rasulullah'tan sonra onların yolunu
takibetmiştir. Binaenaleyh hadis-i şerifte: "Benim ve ashabımın yolunu takibedenler"

£161

ifadesine en çok yaklaşan, bu payeye en çok yakışan ehl-i sünnet olmuştur.
Metinde geçen; "Benim ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır"
mealindeki cümlenin anlamı üzerinde ulema ihtilaf etmişlerdir.

1- Ulemâdan bir kısmına göre burada "yetmişüç" kelimesiyle kasdedi-len yetmişüç
kelimesinin ifade ettiği gerçek mana değildir. Bu sayıyla "çokluk" kasdedilmiştir. Bir
başka ifadeyle "ümmetim birçok fırkalara ayrılacak" denmek istenmiştir. Yetmişüç
kelimesinin ifade ettiği sayı kastedilmmiştir.

2- Bu kelime ile kasdedilen "yetmişüç" sayısıdır.

Meseleye hem fıkhî, hem de itikadi mezhepler açısından baktığımız zaman birinci
görüş doğrudur. Çünkü fıkhî ve itikadi mezheblerin toplam sayısı yüzü aşkın
olduğundan, onları yetmişüç fırka içerisine sığdırmak mümkün değildir. Esasen hadis-
i şerifte kasdedilen ve kotüîenen bölünmenin itikadi bölünme olup, ameli bölünme
olmadığı da düşünülürse meseleyi hem nkhi hem de ameli mezhepler açısından ele
almanın doğru olmadığı yine kolayca anlaşılır.

Meseleyi ikinci görüş açısından ele aldığımız zaman yetmiş üç sayısıyla kasdedilen
yetmişüç itikadi fırkadır. Binaenaleyh, mevzumuzu teşkil eden bu babdaki hadis-i
şeriflere göre Muhammed (s.a.)'in ümmeti yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Yani bu
ümmet arasında meydana gelen itikadi fırkaların sayısı- mutlak yetmişüçe ulaşacaktır.
Yetmişüçten aşağıda kalmayacaktır. Bu fırkaların zamanla yetmişüçü geçmesi bu
gerçeğe aykırı değildir. Çünkü hadis-i şerifte bildirilen bu fırkaların sayısının yetmi-



şüçü geçmemesi değil, yetmişüçe ulaşmasıdır.

Bilindiği gibi ümmet-i Muhammed, ümmet-i davet, ümmet-i icabet olmak üzere iki
kısımdır. Ümmct-i davet, Hz. Muhammed'in kendilerine İslamı tebliğ ile gönderildiği
insanların tümüdür. Ümmet-i icabet ise bu daveti kabul edenlerdir. Hanefi
ulemasından Aliyyü'l-Kari hadis-i şerifte kasdedilen ümmetin "Ümmet-i icabet"
olduğunu söylemiştir. Ulemadan bazılarına göre ümmet-i Muhammed arasında
görülen itikadi bölünmeler sonucu ortaya çıkan itikadi fırkaların sayısı ehl-i sünnetle
birlikte yetmişüçe ulaşmıştır. Ehl-i sünnetin dışındaki sapık fırkaları anahatlarıyla ve
kısaca vermeye çalışacağız:
Sözü geçen sapık fırkaların aslı yedi fırkadır:

I. Mu'tezile, II. Şia, III. Hariciler, IV. Mürcie, V. Neccariyye, VI. Cebriyye, VII.
Müşebbihe

I) Mutezile kendi arasında ve aşağıda görüldüğü şekilde yirmi fırkaya ayrılmıştır:

1. Vâsiliyye, 2. Hüzeyliyye, 3. Nazzâmiyye, 4. Hâıtiyye, 5. Büşriyye, 6. Ma'meriyye,

7. Müzdariyye,

8. Semamiyye, 9. Hişamiyye 10. Câhzıyye, 11. Hayatıyye, 12. Ka'biyye, 13.
Cübâiyye, 14. Behşemiyye,

15. Amriyye, 16. Esvariyye, 17. Eskafiyye, 18. Caferiyye, 19. Salihiyye, 20. Hudbiyye

II- Şîa: Şianm aslı üç fırkadır:

a) Gulat-ı şia, b) Zeydiyye, c) İmamiyye

Bunlardan Gulat-ı Şia kendi arasında şu şekilde onsekiz fırkaya ayrılmıştır:

1. Sebeiyye, 2. Kâmiliyye, 3. Ulyâiyye, 4. Muğayriyye, 5. Mansuriyye, 6. Hattabiyye,

7. Hişamiyye,

8. Nu'maniyye, 9. Yunusiyye, 10. Nusayriyye, 11. Cenahiyye, 12. Gurabiyye, 13.
Rezzamiyye 14. Zerariyye

15. Müfavvize, 16. Bedaiyye, 17. Benaniyye, 18. İsmailiyye

Ayrıca Zeydiyye de kendi arasında üç fırkaya ayrılmıştır: 1- Carûdiyye, 2-
Süleymaniyye, 3- Salihiyye

Gulat-ı Şia'ya ait bütün bu fırkaların toplam sayısı İmamiyye ile birlikte yirmi ikiye

im

ulaşmaktadır.
III - Hariciler
Bu fırkanın;

1. Muhakkime-i ûlâ, 2. Ezarıka, 3. Acaride 4. Yezidiyye, 5. Sufriyye gibi kollan
£181

vardır.

Hariciler de kendi aralarında çok fırkalara ayrılmışlardır. Hatta bazı tarihçiler onlardan

£191

yirmi kadar fırka saymışlardır.

IV- Murcie: Bu mezhebin salikleri de Hariciyyenin tam zıddı bir iti-kad taşırlar,
"insan hakkıyla inandıktan sonra ona ma'siyet (büyük ve küçük günah) zarar vermez"

[201

der ve amellere, hareketlere hiç önem vermezler.

V- Cebriyye: Bu mezhebin taraftarları kullardan fiilleri selbedip bütün fiilleri Allah'a



isnad ederler.

VI- Neccariyye: Bunlar Hasan İbn Muhammed İbn en-Neccar'm tabileridirler.



VII- Müşebbihe; Bunlar cenab-ı hakkı mahrukata benzetirler.

Buraya kadar zikrettiğimiz batıl mezheplerin toplam sayısı tam yetmiş iki eder.
Bunların düşünceleri hakkında geniş malumat Şehristani'nin "el-Milel ve'n-Nihal"

[221

isimli eserinde mevcuttur.

İşte mevzumuzu teşkil eden hadis-i şeriflerde çıkacaklarından bahsedilen batıl
mezheplerin günümüze kadar zuhur etmiş olanlarının isimleri bunlardır. Bunlara
ilaveten ve bunlardan tamamen farklı olan bir de ehl-i sünnet ve' 1 -cemaat ismiyle
bilinen bir fırka daha vardır ki, hadis-i şerifte efendimizin "fırka-i naciye" ismini

[23]

verdiği ve kendilerini "Benim ve ashabımın yolunu takib edenler" diye
nitelendirdiği bu fırka ile üm-met-i Muhammed'in ayrıldığı fırka sayısı yetmişüçe
ulaşmıştır.

Binaenaleyh, mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifler, Hz. Peygamberin istikbale ait

hadiselerden haber vererek ortaya koyduğu mucizelerden birini teşkil etmektedir.

Şimdi de yine kısaca İslamin gerçek mümessillerinin ve çoğunluğunun mensub olduğu

ehl-i sünnet hakkında kısaca bilgi vermekte fayda ümid ediyoruz:

"Ehl-i sünnet (Mütekaddimîn-öncekiier) ve (Müteahhirîn-sonrakiler) diye iki kısma

ayrılır.

I- Mütekaddimûn -ki bunlara selef de denir- takriben hicri 300 yılma kadar yaşayan,
sırayla,: Ashab, tabiin, etbaııttabiin ile onların izinden giden bilginler, fakih ve
miictehidler, muhaddisler çoğunluğudur.

Bunlar, Allah'ı kemal sıfatlarıyla muttasif, noksan sıfatlardan münezzeh bilmişler,
kitap ve sünnette varid olan müteşabih nakilleri tevil etmeden gerçek manalarını
Allah'a ısmarlayarak kabul etmişlerdir.

[241

II- Müteahhirûne gelince;, bunlar da iki kısma ayrılmıştır: Matüridi-ler, Eş'ariler.
Matüridiler:

Fıkıh ve fiiruat bakımından Tmam-ı A'zam'a tabi, i'tikadi konularda ise, onun görüş ve
delillerini, kendi zamanındaki icaba göre düzenleyip genişleterek, i'tikadi mezheb
meydana getirmiş bulunan Türkistanlı Ebu Mansur-i Matüridî'ye tabi olanlardır ki,
başlıca salikleri Hanefî mezhebinin salikîeridir. Bu zat (H.333)te vefat etmiştir.

[251

Matüridi onun doğduğu köyün adı olup Semerkand'a bağlıdır.
Eş'ariler:

İmam Şafii mezhebinde yetişerek, onun fıkıh esaslarından mülhem bir itikadı mezhep
meydana getiren ve (H. 330 veya 320)de vefat eden EbVl-Hasen'il-Eş'arî'ye mensup
olanlardır. Bu zat da, ashabdan meşhur Ebu Mus'se'I-Eşari'nin soyundandır.
Matüridî mezhebi, daha ziyade Türkistan taraflarında ve hanefiler arasında yayılmış
olduğu halde, Eş'ari mezhebi, Mısır, Afrika ve Endülüs taraflarında yayılmıştır.
Salikleri arasında Şafiilerden başka bir kısım Maliki ve Hanbeliler de vardır. Sayıca
Eş'ariler, Matüridilerden çoktur. Tağ-lib yoluyla her ikisine "Eşâire" dendiği de olur.
İki mezheb arasında tabii olarak bazı görüş ve anlayış farkları vardır. Fakat ana
meselelerde ittifak halinde olduklarından birbirlerini ehl-i sünnet haricinde telakki
etmezler. Öncekilerle sonrakiler de böyledir.



Biz bu mezhepler arasındaki talî farkları kelam tarihi derslerine bırakarak, bilhassa
fıkıh usulü bakımından, bid'at mezheplere karşı bulunan esaslarını (ki bu meselelerde
üçü de ittifak halindedir) görelim:
Ehl-i Sünnet Prensipleri:

1- Bütün kainat ve olaylar hadis (sonradan olma) dir.

2- Onların yaratıcısı tek yaratıcı olan Allah'tır.

3- Allah birdir, kadimdir, vacibü'l-vücııttur (varlığı gerekli ve zaruridir), kendinden
başka yaratıcı yoktur, ortağı benzeri ve hiç bir vecihle eşi yoktur. Doğmamış
doğurmanuştır. Zaman, mekan, cisim ve her nevi cis-maniyetten münezzehtir. Kemal
sıfatlarıyla muttasıf, eksik sıfatlardan münezzeh ve beridir. Ondan başka tanrı, ibadete
layık ma'bud ve yaratmada müessir yoktur...

4- Sebepleri ve sebeplerin meydana getirdiği olayları (müsebbebat) tabiata ait
müessirlerle (tesir ve etki yapan) bu tesirlerin meydana getirdiği eserleri yaratan,
bütün kainat ve olaylar arasındaki münasebet ve irtibatı, takdir, tayin ve tesbit eden
ancak Allah'tır.

5- Hiç bir şeye ve -isterse peygamber ve veli olsun- hiç bir kimseye hulul (içine
girme) etmemiştir. Bütün peygamber ve veliler bizim gibi birer beşer ve insandırlar.
Hiç birinde zerrece ulûhiyyet (tanrılık) eseri yoktur.

6- Her kim ve her ne olursa olsun birine ulûhiyyet hükmü yüklemek şirk ve küfürdür.
Kimin kabri olursa olsun ondan, hastalar için şifa, fakirler için servet, kısırlar için
çocuk gibi şeyler istemek haram, hatta tehlikelidir. (Çünkü bunları vermek yaratığın
değil, yaratanın işidir).

7- İnsanları yaratan Allah olduğu gibi, onların işlerini de (irade-i cü-ziyyelerine ve
kesblerine uygun olarak) yaratan Allah'tır. Onun kudret ve iradesi herşeyi kaplar.

8- Amel imandan cüz (rükün veya kısım) değildir. Buna göre müslü-man helal ve caiz
i'tikad etmemek ve böyle dememek üzre büyük bir günah işlemekle İslamdan çıkıp
küfre girmez. O yine mü'mindir, fakat artık salih mü'min değil, fasik mü'mindir.

9- Bir başkan tayin ve tesbiti (ki bu başkana imam denir) müslüman-lar üzerine
farzdır. Tayin ve tesbitin yolu istişare (şûra), seçme ve bey'at-tır, Nass (daha önceki
imamın açık veya kapalı sözü) değildir. İmamın ma' sum (günah işlemekten beri
olması) şart değildir. Rasûlullah (s.a.)den sonra, layık imam (devlet başkanı) ve en
üstün insan Hz. Ebu Bekir, sonra Ömer, sonra Osman sonra Ali (r.anhuma) dir.

10- İslam'ı kabul etmiş, ibadetinde kıbleye yönelen (ehl-i kıble) kimseler, ancak
şunlardan birini yapmakla tekfir olunur (dinden çıktıklarına hükmolunur)lar:

a) Allahu zülcelâli inkâr

b) O'na ortak ve eş tanımak

c) Peygamberliği ve peygamberi inkâr

d) Tevatür yoluyla sabit olmuş,. herkes tarafından bilinen (veya bilinmesi gereken) -
zarurat-ı diniyye-den birini inkâr.

e) Haramlığı veya helalliği kat'i nasla sabit ve üzerinde icma vaki olmuş helala haram
veya harama helal demek ve böyle inanmak.

İşte bir müslüman bunlardan birini yapmakla tekfir olunursa da bunlar haricinde bir
hareket onu dinden çıkarmaz. Fakat yerine göre bid'at ve dalâlet ehlinden kılar.

11- İyiler, Allah'ın va'dettiği mükâfatlara nail olacakları gibi, kötülük edenler de, ilahî
cezaya çarpılacaklardır. Ancak, Allah dilediği mü'min kulunun günahlarını affedebilir.
İşte nurlu çehresini bu çizgilerin meydana getirdiği ehl-i sünnet, Allah'ın
kendilerinden razı olduğunu bildirdiği bahtiyar zümredir, her Fatiha okunduğunda



Cenab-i Bariden, iletmesi niyaz edilen yol (sırat-i müstakim) bunların yoludur. İslam
kardeşliği ve îslamda birlik ancak bu esas ve prensiplerde birlik ve ittifakla meydana
1261

gelebilir.

Her fırkanın kendisinin ehl-i sünnet ve' 1 -cemaat kendi dışındakilerin de ehi-i dalâlet
olduğunu idda etmesi önemli değildir. Önemli olan bu iddianın gerçeğe uyup
uymamasıdır.

Bu iddialar ayrı ayrı değerlendirildiği zaman gerçekten "ehl-i sünnet vel-cemaat"
ismini almaya layık olan fırkanın, selefle birlikte asılda birleşen Maturidiyye ile

[271

Eş*ariyye fırkası olduğu görülür. Hz. Ali (r.a.)'nin şöyle dediği rivayet
olunmuştur:

"Bir kimse (Hz. Peygamberin) sünneti ile onun sahabileri ve tabiinden meydana gelen
cemaati severse, Allah da onu sever, duasını kabul eder, ihtiyaçlarım karşılar,
günahlarını bağışlar, kendisine cehennemden ve münafıklıktan (kurtulduğuna dair)
[281

beraet yazılır."

Abdullah İbn Ömer'den rivayet edilen bir haberde açıklandığı üzere Peygamber (s.a.):
'Kim ehl-i sünnet ve' 1 -cemaat (yolu) üzerinde olursa, Allah onun her adımına on sevap
verir, derecesini de on kat arttırır."

1291

buyurmuştur. Bu konuyu (4607) numaralı hadisin sonunda tekrar ele alacağız
[301

inşaallah.

2. Sapık Kimselerden Uzak Kalmak [(Sapık Kimselerle) Tartışmak Ve Kur' an' da
Bulunan Müteşabih Ayetlere Sarılmak Yasaklanmıştır.]

4598... Aişe (r.a.)'den (rivayet olunmuştur:) Dedi ki: Rasûlullah (s.a.) "Kitabı sana o



indirdi. Onun bazı âyetleri açık anlamlıdır" (mealindeki) ayeti, "Akl-i selim

[321

sahihleri (nden başkası düşünüp anlamaz)" sözüne kadar okudu ve: Kur'an-ı
Kerinı'den, müteşabih olan ayetlere sarılanları gördüğünüz zaman (şunu unutmayınız
ki); onlar Allah'ın, (Al-i İmran suresinin yedinci ayetinde kendilerini "kalplerinde
eğrilik olanlar" diye) isimlendirdiği kimselerdir. Binaenaleyh, onlar (la oturup

1331

konuşmak)dan kaçınınız." buyurdu.
Açıklama

Muhkem kelimesinin aslı olan "ihkâm" sözlükte bir şeyi kuvvetli dayanıklı ve
metanetli yapmak anlamındadır. "Muhkem" de "ihkâm" masdanndan türetilmiş bir
ism-i meful olup, güzelleştirilmiş, sağlamlaştırılmış, metin kılınmış, yerli yerince
yapılmış anlamına gelir. "Teşabûh" ve "İştibâh" ise, iki şeyin birbirinden
ayrılamayacak şekilde birbirine benzemesidir. Terim olarak bu iki kelimenin anlamı,



kısa ve özlü olarak şöyle ifade edilebilir: Muhkem, manası kolaylıkla anlaşılan, harici
bir tesire ihtiyaç göstermeyen ve tek manası olan ayetlerdir. Müteşabih ise, bir çok
manaya ihtimali olup bu manalardan birini tayin veya tercih edebilmek için harici bir

[341

delile ihtiyacı olan âyetlerdir.

Muhkem Ve Müteşabih Konusunda Alimlerin Görüşleri

Görüldüğü gibi bu iki kelimenin sözlük manalarında bir zıtlık bahis konusu değilken,
Al-i İmran süresindeki ayette bu iki kelime terim manasında birbirinin karşıtı olarak
kullanılmaktadır. Bu iki kelimenin tarifinde çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Genel
olarak, manası açık olan ayetlere muhkem, manasını Allah'tan başka kimsenin
bilemeyeceği ayetlere de müteşabih demişlerdir. Biz burada her iki kelimenin sözlük
manalarından ziyade, terim manası üzerinde duracağız. Muhkem terimi de açık ve
vazıh manasını ifade ettiğinden daha fazla miiteşabihat üzerinde durulacaktır.
Müteşabih olan ayetler hakkında alimler iki kısma ayrılmışlardır:

a) Selef mezhebi: Genellikle müteşabih ayetler, Allah'ın sıfatları üzerinde cereyan
eder. Bu mezhebe göre Allah'ın müteşabih sıfatları bilinir (ma'lum) gibi görünürse de,
bu sıfatların Allah'a verilmesini (isnadını) mümkün görmediklerinden, bunların tayini
hususunu Allah'a havale (tefviz) etmişlerdir. Onlara sadece inanmak gerekir. Bu
konuda imam Malik b. Enes (öl. 179/795)'in şu sözü, selef mezhebi görüşünün bir

1351

formülü olmuştur. İmam Malik "Allah Arşa istiva etti" ayetindeki "istiva" keli-
mesi hakkında soru soran kimseye:

"İstiva malumdur, onun nasıl olduğu (keyfiyeti) bilinemez, buna dair som sormak
bid'attir. Senin kötü bir insan olduğunu zannederim. Onu benim yanımdan çıkarın"
demiştir. İlk devirde bu müteşabih ayetler olduğu gibi kabul edilir, onlara inanılır,
fakat onların bilinmesi Allah'a bırakılır, onlar üzerinde durulmazdı. Çünkü Kur'an bu

[361

gibi ayetleri kurcalayanların kalblerinin hasta olduğunu beyan etmektedir.
Bu işi Hz. Ömer de sıkı tutmuştur. Sabiğ adında biri, bir gün Medine'ye gelmiş ve
Kur'an'm müteşabihatı hakkında sorular soruyormus. Bunu haber alan Hz. Ömer, onu
çağırtıp yaş hurma dallarıyla başını ka-natmcaya kadar dövmüş ve onu Medine'den
memleketine göndermiş, bu şahısla kimsenin görüşmemesini Ebu Musa El-Eş'ari (Öl.

£371

44/664)'ye emretmiş.

b) Halef mezhebine göre ise müteşabih ayetleri, Allah'ın zatına sıfatlarına ve Kur'an-ı
Kerim'iri genel mevzuatına yakışır bir şekilde te'vil etmek caizdir. Halef ulemasından
bazılarının bu mevzudaki görüşleri şöyledir:

İmam-! Maturidî (v.333/944): Şeriata muhalif olmayan noktalarda akim hükmünü esas
kabul eder. Fakat Şeriata muhalif düşerse elbette Şeriatın hükmüne boyun eğmek
gerekeceğini söyler. İşte bu yol yani nass-lardan yardım istemekle beraber aklî
düşüncenin şart oluşu hususu, onun Kur'an'ı tefsir konusundaki, ilkesidir. Bunun
içindir ki, Kur'an'ı tefsir ederken müteşabih ayetleri muhkem ayetlere hamletmekte ve
böylece müteşabihleri muhkemlerin delaletiyle te'vil etmektedir.
Nazari mevzularda te'vile en çok yönelen mezhep Mıf tezile olmuştur. Eş'ariler de bazı
konularda te'vil yolunu tutmuşlardır. Mesela "Amellerin terazi ile tartılması"



hakkındaki nasları te'vil eden İmam el-Eş'arî (v. 324/936) "Ameller değil amellerin
yazıldığı kağıtlar tartılacak ve Allah bu kağıtlar üzerinde amellerin derecesine ve
miktarına göre ağırlık yaratacaktır" demiştir. Mu'tezile ise terazinin kendisini te'vil
ederek "Terazi, herkese amelinin miktarının bildirilmesinden ibarettir." demiştir.
İmam el-Gazzali (v. 505/1 1 ll)'de akim imkansız olarak gödüğü meselelerde varid olan
nassları te'vil etmenin gereğine inanır. Çünkü "nas-sm akla uygun olmayan hükümler
ihtiva etmesi düşünülemez." der.

Müteahhir, selef ulemasından İbn Teynıiyye (v. 738/1328) ise reddo-lunan ve
kötülenen te'vilin, sözün zahiri manasından, zahirine muhalif bir başka manaya
aktarılması şeklindeki te'vil olduğunu söyler.

Rumeli kazaskerlerinden Kemaleddîn el- Beyâdî (v. 1098/1687) ise ehl-i sünnetin hem
akla, hem de diğer nakli delillere kat'iyyetle zıt gibi görünen nassları zaruri olarak
te'vil yoluna gittiğini kaydederek, Allah'ın hüccetleri arasında zıtlık ve çelişkinin
bulunmadığını zikreder.

Te'vile aklen zaruret vardır. Kur'an ve hadislerde zahirleri itibariyla birbirleriyle
çelişkili görünen nasslar vardır. Allah'ı yarattıklarına benzetmeye götüren lafızlar
bulunmaktadır. Bu lafızlarda zahiren görülen çelişkinin te'vil yoluyla uzlaş tm İmasm
a duyulan ihtiyaç ortadadır. Te'vilin gereğine inanan Ebu Zehra şöyle der: "Kur'an'da
geçen "eli", kudret ve nimet; yüzü, zat; hadiste geçen dünya semasına inmeyi, hesabın
yaklaşması veya Allah'ın kullarına yakın olması manasında tefsir ve te'vil etmek doğru
olur. Nitekim Kelam alimlerinden, fukaha ve muhaddislerden pek çoğu böyle
yapmıştır. Bu tip bir davranış onların keyfiyetini bilememekten, harfi harfine zahiri
mana vermekten daha uygundur. Mesela "Allah'ın eli vardır. Fakat biz onu bilemeyiz.
O el mahlukatmki gibi değildir" demek ve bu tip bir anlayışta olmak, işi nereden
nereye gidecğim kestiremediğimiz meçhuller alemine aktarmaktır.
Selef görüşünün kuvvetli ve çilekeş müdafılerinden ve te'vil yapmaktan en uzak
kalmış bir zat olan Ahmed b. Hanbel (v. 241/855) bile Allah'ın insanlara yakın ve
onlarla beraber olduğunu ifade eden ayetleri "ilm" ile te'vil etmeye mecbur kalmıştır.
Aynı şekilde İmam Es-Sevri (v. 161/778) de "nerede olursanız o sizinle beraberdir."

138]

ayetindeki 'maiy-yeti' "onun ilmi" diye te'vil etmiştir.

Metinde geçen ayet-i kerimenin tamamı meâlen şöyledir: "Sana kitabı indiren O'dur.
Ondan bir kısım ayetler muhkemdir ki bunlar kitabın anası (temeli) dir. Diğer bir
kısmı da müteşabihdirler. İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar sırf fitne aramak ve onun
te'viline yeltenmek için onun müteşabih olanına tabi olurlar. Halbuki onun te'vilini
Allah'dan başkası bilmez. İlimde yüksek payeye erenler ise - Biz ona inandık. Hepsi

[391

rabbimiz katmdandır- derler. (Bunları) salim akıllılardan başkası iyice düşünmez."
Müteşabih ayetlerin tevilini caiz gören ulema "er-Rasihun" kelimesini "İlla]lah"daki
lafza-i celale. atf ederek bu ayete, "onun te'vilini Allah'dan ve bir de ilimde râsıh
olanlardan başkası bilmez." diye mana vermişlerdir. Müteşabih ayetlerin tevilini caiz
görmeyen ulema ise sözko-nusu ayette bulunan lafza-i celal üzerinde durmuşlar ve
lafza-i celali taki-beden vav'i istinafıyye kabul ederek âyete; "...müteşabihin manasını
Allah'dan başkası bilmez. İlimde rusuh sahibi olanlar da -biz ona inandık hepsi

1401

Rabbimiz katmdadır derler" diye mana vermişlerdir.

Mevzuumuzu teşkil eden Hadis-i şerif, kalblerinde bozukluk olan sapık insanların,



sahih akide sahiplerinin inançlarını bozmak için her zaman Kur'an-i Kerim'in
müteşabih ayetlerinden yararlanmak isteyeceklerini haber vermekte ve bu gibi

[41]

kimselerden uzak durmayı emretmektedir.

Nefsani Arzularının Peşinde Koşan Kimselerden Uzak Kalmak Ve Onlara Buğz

1421
Etmek

4599... Ebu Zeri (r.a.)'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s. a) "Amellerin
(Allah'a) en sevimli olariı Allah için sevmek ve Allah için öfkelenmektir."

[43]

buyurmuştur.

4600... Abdurrahman İbn Abdullah İbn Ka'b İbn Malik dedi ki: -(Aynı zamanda) Ka'b
kör olduğu zaman Ka'b'm bakıcısı oğullarından Abdullah idi- (Abdullah şöyle) dedi.
(Musannif Ebu Davııd burada şu açık lamayı yaptı): Hz. Ka'b'm (Tebuk savaşında
Peygamber (s. a.) den geri kah (p) savaşa katılmayışı hadisesini bana İbn Şerh (uzun
uzadıya) anlattı) (Hz. Ka'b sözlerine devam ederek) dedi ki: Rasûlullah (s.a.) müslü-
manlara bizimle -ki iki üç kişiydik- konuşmayı yasaklamıştı. Nihayet (bu durum) bana
çok uzun gelmeye başlamıştı. (Bunun üzerine) amcamın oğlu olan Ebu Katade'nin
avlusunun duvarına tırmanıp kendisine selam verdim. Vallahi selamı (mı) almadı.
(Hadisin bundan sonraki kısmında İbn Şerh, (Hz. Ka'b'm) tevbesinin kabulü hakkında

[44]

ayet indirilmesiyle ilgili haberi rivayet etti.
Açıklama

İbn Raslan "Şerhu's- Sünen" isimli eserinde mevzumuzu teşkil eden (4599) numaralı
hadis-i şerifi açıklarken şöyle diyor: "Bu Hadis-i Şerif bir kimsenin Allah için sevdiği
dostları olduğu gibi, Allah için kin beslediği düşmanları olması gerektiğimde ortaya
koymaktadır. Şöyle ki: Birisini Allah'a itaat ettiği ya da Allah'ın dostu olduğu için
seven bir kimsenin, Allah'a isyan eden Allah düşmanlarına da kin beslemesi
kaçınılmazdır. Çünkü bir sebepten dolayı seven kimsenin o sebebin zıddmdaıı dolayı
da düşmanlık beslemesi tabii ve zaruridir. Bu şaşmaz bir kaidedir."
Bu sebeple İbn Abbas'dan merfuan rivayet edilen bir hadis-i şerifte: "İmanın en

145]

sağlam kulpu Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır" Duyurulmuştur.
Rivayet edilir ki: Cenab-ı Hak Musa (a.s.)'ya vahyedip "Ey kulum Musa, benim için
acaba hangi ameli yaptın?" diye sordu. Musa (a.s.)da "Ya rab, senin için namaz
kıldım, oruç tuttum, zekat verdim" der. Bunun üzerine Yüce Allah:
"Namaz senin için delildir, oruç senin için bir kalkan, sadaka ise senin için (kıyamet
gününde) bir gölge, zekat ise senin için bir nurdur. O halde bütün bunlar senindir,
benim için hangi ameli yaptın?" buyurur. Musa (a.s.): "Ya Rab, sırf senin için olan bir
ameli bana öğret" der. Yüce Allah da: "Ey Musa! Acaba benim bir dostuma hiç dost
oldun mu? Acaba benim için bir düşmana hiç düşman oldun mu?" buyurur. Bunun
üzerine Hz. Musa, amellerin en faziletlisinin Allah için sevmek ve Allah için buğzet-



[461

mek olduğunu anlar.

Bu mevzuda Hasan- 1 Basri (r.a.)'de şöyle buyurmuştur:

1421

"Ey Ademoğlu kişi sevdiğiyle beraberdir, sözü sakın seni aldatmasın. Çünkü sen
iyiler zümresine ancak onlar gibi amel edersen katılırsın. Zira yahudi ve hırisiiyanlar

da Allah'ın peygamberlerini severlerdi. Halbuki onlarla beraber değillerdir,"

Allah için buğz konusunda yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bir de zulmedenlere

meyletmeyin. Sonra size ateş çarpar. Zaten sizin Al-lah'dan başka yardımcınız yoktur.

1421

Sonra (ondan da) yardım göremezsiniz."

Allahü Teâlâ Hazretlerinin, Yuşa Aleyhisselamm kavminden kırkbin salih kişiyi

[501

zalimlere buğz beslemedikleri için kahr-ü helak ettiği rivayet edilir.
Fasıklar üç kısımdır:

1- Büyük günah işlemenin çirkinliğine inanarak onu ara sıra işleyenler

2- Kötülüğü, üzerinde hiçbir fikir sahibi olmaksızın onu devamlı işleyenler

3- Kötülüğünü inkâr edip, büyük günahları savunarak işleyenler. Bu üçüncü maddede
yer alanlar zaten kafir olduklarından onların dostluğu hiçbir zaman sözkonusu



değildir. Binaenaleyh bir müslüman bu üç grubun hiç birisini sevemez.
Allah için buğz beslemek, konuşmayı kesmek ve buğz beslenecek kişinin yaptıklarına

1521

karşı koymakla olur.

İşte mevzuumuzu teşkil eden 4599 numaralı Hadis-i Şerif Allah'a en sevimli amelin
Allah için muhabbet ve Allah için buğz beslemek olduğunu ifade etmektedir. Her ne
kadar el-Mtinziri'nin dediği gibi hadisin senedinde hadisleri delil olarak alınamayan
Yezid b. Ebi Ziyad varsa da yukarıda bu mevzuda zikrettiğimiz haberler ve benzerleri
bu hadisin sıhhatini te'yid etmektedir.

Mevzuumuzu teşkil eden ve Hz. Ka'b b. Ma'lik ile diğer iki arkadaşının ihmalkârlık
sebebiyle Tebuk Savaşından geri kalmaîarıyla ilgili tev-belerinin kabul edildiğini
müjdeleyen Tevbe Suresinin 117-118. ayetleri ininceye kadar müslümanlann onlarla
selamı ve konuşmayı kestiklerini bildiren 4600 numaralı Hadis-i Şerif ise Allah'a ve
rasulüne açıktan isyan eden kimselerle tevbeleri görülene kadar ilgiyi kesmenin
caizliğine delalet etmektedir. Fasik kimseler hakkında durum böyle olunca kafirlerle
ilgiyi tamamen kesmenin lüzumu kolayca anlaşılır.

Hafız îbn Kesir'in açıklamasına göre Tebuk savaşma katılmadıkları için
müslümanlann selamı kestikleri üç kişinin isimleri şöyledir: "Ka'b b. Malik, Mürare b.

£531

Rebi, Hilal b. Ümeyye"
Bazı Hükümler

1. 4600, Hadis-i Şerif, yöneticinin raiyyesine küsmesinin aralarındaki biati bozmadı-
ğına delâlet eder. Nitekim Vahşi (r.a.)'in herkesçe malum olan durumu da jpunu ifade
eder.



2. Bid'at ve fısk sahiplerinin tevbe etmedikleri sürece selamlarını almamak caizdir.

3. Bir kimse, bir başkası ile konuşmamaya yemin ettikten sonra o kimse ile konuşacak
olursa yeminini bozmuş olur. 4600 numaralı hadis daha Önce 2202 numarada

[54]

geçmişti.

Kendi Nefsani Arzularına Göre Hareket Eden Sapık Kimselere Selam
Vermemek Caizdir

4601... Ammâr b. Yâsir'den dedi ki: "Ellerim yarılmış olarak ailemin yanma
gelmiştim. Ellerime zaferan sürdüler. (Ertesi gün) sabahleyin, Peygamber (s.a.)'e
vardım ve kendisine selam verdim, selamımı almadı ve: "Git, bunları yıka" buyurdu.
[551

4602... Âişe (r.anhâ)'den rivayet edildiğine gör;) (hac yolculuğu esnasında, Hz.
Peygamberin hanımı) Safiyye bintü Huyey'in devesi hastalanmış ve (Hz. Peygamberin
diğer hanımı) Zeyneb'in yanında da fazladan (yedek) bir deve A varmış. Rasûlullah
(s.a.) de Hz. Zeyneb'e: (Bu) deveyi Safiyye'ye ver; diye emretmiş (Hz. Zeyneb ise)
"Ben (Bu deveyi) şu Yahudiye mi vereceğim?" karşılığını vermiş. Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.) öfkelenmiş ve Zilhicce ile Muharrem aylarında ve biraz da saf er

1561

ayında Hz. Zeyneb'e küs durmuş.
Açıklama

Bu hadis-i Şerifler, Allah'ın Rasulünün emirlerine uymayan kimselerden selamı ve
ilişkiyi kesmenin caizliğine açıkça delâlet ettiklerinden. Sünnet çizgisinden sapan
bid'at ehliyle ilişkiyi kesip onların selâmını bile almamanın caizliğine evleviyyet-le
delâlet eder.

Rasul-i Zişan efendimiz, diğer bir hadis-i şeriflerinde de: "Yahudi ve hıristiyanlara

£521

selam vermeyiniz" buyurmuştur. İmam-ı Nevevi'nin açıklamasına göre: "Şafii
alimlerinden bazıları gayr-i müslimlere selam vermenin haram değil mekruh olduğunu
savunmuşlardır." Kadı îyaz da zaruret karşısında onlara selam vermenin caiz olduğu
1581

görüşündedir.

4. Kur'ân-ı Kerim Hakkında Münakaşa Etmenin Yasaklanışı

4603... Ebu Hureyre (r.a.)'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.):
"Kur'ân-ı Kerim hakkında (şahsi kanaate dayanarak) münakaşa etmek küfürdür."
1591

buyurmuştur.



Açıklama



Bu hadis-i şerif hakkında Hattabi (r.a.) şu açıklamayı yapıyor: İslam alimleri bu
hadisin açıklanmasında farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.

Bazılarına göre metinde geçen "el-Mirâü" kelimesi "... Bu (Kur'ân)dan hiç kuşkun
[60]

olmasın..." âyet-i kerimesinde olduğu gibi, şüphe, kuşku manasında kullanılmıştır.
Bu ihtimale göre hadisin manası şöyle otur: "Kur'ân-ı Kerim'den şüphe etmek
küfürdür."

Bu kelime münakaşa, tartışma anlamına da gelir. Bu ihtimale göre hadisin manası
şöyle olur: "Kur'ân-ı Kerim hakkında münakaşaya girmek küfürdür." Söz konusu
kelimenin münakaşa anlamıyla kullanıldığı kabul edilirse, burada yasaklanan
münakaşanın nasıl olduğu hususu da ihtilaf konusu olmuştur. Bazılarına göre hadis-i
şerifte yasaklanan münakaşadan maksat Kur'an-ı Kerimin kıraat şekilleri üzerinde
keyfi olarak bilgisizce girişilip de Hz. Peygamberden gelen rivayet şekillerini inkâra
varan münakaşalardır. Oysa, Hz. Peygamberin haber verdiğine göre Kur'arı-ı Kerim
yedi kıraat şekli üzerine inmiştir. Hepsi de haktır. Safı ve kâfidir. Bunlardan birini
inkar etmek küfürdür.

Bazılarına göre de hadis-i şerifte yasaklanan münakaşadan maksat, kelam ulemasının
üzerinde durduğu kaza ve kader gibi mahiyeti bir sır olmaktan çıkmayan mevzuları
ihtiva eden ayetler üzerinde yapılan münakaşalardır. Helal, haram, emir, nehy gibi
hususları ihtiva eden ayetler üzerinde yapılan münakaşalar değildir. Çünkü sahabe-i
kiram bu gibi mevzulara dalmışlar ve bu araştırmaları neticesinde aralarında çıkan
'fikir ayrılıklarım da Kur'an-ı Kerim ve sünnetin ışığında çözmeye çalışmışlardır.
Nitekim Allahü Teâlâ Hazretleri de: "... Eğer herhangi bîr şeyde anlaşmazlığa

m

düşerseniz onu AİJah'a ve rasülüne görürünüz..." buyurarak, bu mevzuda çıkan

[62]

ihtilafları Kur'an-ı Kerim ve sünnetin rehberliğinde çözmeyi emir buyurmuştur."
Fakat Kur'an-ı Kerim'in ve sünnetin rehberliğine ihtiyaç duyulmaksı-zm yapılan
Kur'an-ı Kerim hakkındaki münakaşalar sahibi her zaman İs-lamm bir rüknünü küfre
götürebileceği için yasaklanmıştır.

Nitekim diğer bir hadis-i şerifte de "Kur'ân-ı Kerim hakkında kendi şahsi görüşü ile

[63]

konuşan kimse bu cehennemden yerini hazırlasın." buyurulmuştur.

Bir gün Hz. Ebu Bekir'e Abese suresinin 31. ayetinin manası sorulduğunda "Allah'ın

Kitabına dair birşeyi kendi fikrime göre tefsir edersem veya bilmediğim halde

konuşursam hangi yer beni üzerinde taşır ve hangi sema beni gölgelendirir" demiştir.

[64]

Bu mevzuda Hafız İbn Kayyım de şöyle diyor: Rasûlullah (s. a.) bu mevzuda
"Kalpleriniz, Kur'an-ı Kerimle kaynaştığı sürece onu okuyunuz. Fakat onun hakkında

£651

ihtilâfa düştüğünüz zaman kalk (ip dağıl)mız." buyurmuştur. Bir başka hadis-i

£661

şerifinde ise "İnsanların Allah'a en sevimsiz olanı hasımlıkta en ileri gidendir."
buyurmuştur. Diğer bir rivayette açıklandığına göre Peygamber (s. a.) "Hiçbir kavim,
hidayete erdikten sonra (batılı hak ve hakkı batıl göstermek üzere) münakaşaya
girerek sapıklığa düşmemiştir." buyurmuş ve sonra (Zuh-ruf suresinin) "Bunu sadece



tartışma için ortaya attılar. Doğrusu onlar kavgacı bir toplumdur" (mealindeki 58.),

£621

ayeti (ni) okumuştur.



5. Sünnete Sarılmanın Lüzumu

4604... El-Mikdam İbn Ma'dikerib'den (rivayet edildiğine göre) Rasû-lullah (s. a.)
(şöyle) buyurmuştur: "Şunu iyi biliniz ki bana Kur'an-ı Kerim ile birlikte (onun bir)
benzeri de verilmiştir. Dikkatli olun koltuğuna kurulan tok bir adamın size: (Sadece)
şu Kur'an lazımdır onda bulduğunuz helali helal, haramı da haram kabul ediniz
(yeter), diyeceği (günler) yakındır. Şunu iyi biliniz ki ehli eşek eti, yırtıcı (hayvanlar)
dan köpek dişli olanlar, (bir süre kalmak üzere İslam topraklarına pasaportlu olarak
giren) anlaşmalı (kafir)Ierin kaybettiği mallar size hela? değildir. Ancak sahibinin
kendisine ihtiyaç duymadığı (için almadığı) yitik mallar bu hükmün dışındadır. Kim
bir kavme misafir olursa o kavmin onu ağırlaması gerekir. Eğer ağırlamazlarsa, o mi-

[681

safir ağırlama hakkını alarak onları cezalandırabilir."
Açıklama

Bu Hadis-i Şerif, Hz. Peygambere melek aracılığı ile ve meleğin okumasıyla gelen
vahy-i metluv(okunmuş vahy yani Kur'ân âyetleri) kadar Önemi haiz olan bir de
melek aracılığı veya okunması olmaksızın gelen vahy-i gayr-i metluv bulunduğunu A
İslam'ın teşriinde her ikisinin de aynı önemi haiz olduklarını, binaenaleyh, sünnetin
ortaya koyduğu yasakların da Kur'an-ı Kerim'in ortaya koyduğu yasaklar derecesinde
önemli olduğunu ifade etmektedir. Çünkü Hz. Peygamber dini mevzularda
konuşurken, kafasından konuşmaz. Rab-bisinden aldığı ilhamla konuşur.
Nitekim Cenab-ı Hak da Kur'an-ı Kerim'inde "O (Peygamber) kafasından konuşmaz.
0'(na inen Kur'an veya onun söylediği sözler) kendisine vahyedilen vahiyden başka
1691

bir şey değildir." buyurarak bu gerçeği bizlere açıklamıştır.

Hadis alimlerinin açıklamasına göre bir vahy eseri olan sünnetin üç görevi tesbit
edilmiştir:

1. Kur'ân-i Kerim âyetlerini açıklamak.
Bu da iki şekilde olur:

a) Kur'ân-ı Kerim âyetlerine uygun olarak gelip onları te'yid eder. Örnek:

Ayet: "Ey iman edenler, aranızda birbirinizin mallarını meşru olmayan yoldan elde

izm

edip yemeyiniz."

Hadis "Kendisi razı olmadıkça bir nıüslümanm malı başkasına helal olmaz."

b) Ayetten ne kasdedildiğini açıklar, örnekler:

I. Namaz, oruç, hacc ve zekat gibi dini vazifelerle ilgili ayetleri açıklayan (bunların
mücmel durumlarını gideren), nasıl yapılacaklarını gösteren hadisler.

II. Kayıtsız (mutlak) olan ayetleri, şart ve kayda bağlayan hadisler. Hırsızlığın

1211

cezasıyla ilgili ayeti "Sağ el ve bilekten" kayıtlarına bağlayan sünnet buna
örnektir.



III. Genel (âmm) bir ayeti tahsis eden (özelleştiren) hadisler:
Örnek:

Ayet: "Onlar ki iman edip, imanlarını zulm ile karıştırmazlar, emniyete layık olan

1721

onlardır ve onlar doğru yol üzerindedirler."

Ashab buradaki zulmü genel manasıyla (haksızlık) diye anlayarak Ra-sul-i ekreme:
"Hangimiz zulmetmez ki?" dediler.



Efendimiz cevap verdi: "Maksat o (zulüm) değildir. Burada kasdedilen şirktir."

IV. Müşkil (maksud olan mana kapalı) olan âyetleri açıklayan hadisler.

Örnek: Ayet: "Fecrden (ibaret olan) beyaz iplik (gecenin) siyah ipinden ayırd

[741

olununcaya kadar yiyin ve için,."

Buradaki "beyaz ve siyah iplik" tabirlerini bazıları gerçek iplik sanmışlardı. Rasul-i
Ekrem: "Onlar gecenin karanlığı ile gündüzün aydınlığıdır" diyerek durumu
aydınlattılar.

[751

2. Kur'an-ı Kerim' de bulunan bazı ayetlerin hükümlerini nesheder. Örnek:

Nisa suresinin 2. ayeti mirasla ilgilidir. Buna göre din farkı sözkonusu olmadan belli
akraba birbirinin varisi olur.

[761

"Müslüman kafire, kafir de müslümana varis olamaz." hadisiyle ayrı dinde

1771

olanların birbirine varis olmaları neshediimiştir.

3. Kur'an-ı Kerim' in ihtiva etmediği bir bilgi ve hükmü getirir. Sünnetin getirdiği ve
Kur'an-ı Kerim'de bulunmayan hükümlerden bazıları:

1. Kadını halası veya teyzesi üstüne nikahlamanın haram olması.

2. Soy akrabalığından haram olanlar derecesinde, süt akrabalığından da nikahın haram
olması.

3. Alış- verişte şart koşma muhayyerliği

4. Şuf â kaideleri ve müessesesi.

5. Seferde olmadan rehin.

6. Büyük annenin varis olması.

7. Hayız görenin oruç tutmaması ve namaz kılmaması.

8. Ramazanda oruçlu iken münasebette bulunana keffaret gerekmesi.

9. Vitir namazının vacib olması.

10. Oğuldan olan kız turunun - ölenin kızıyla- altıda bir hisse alması.

11. En aşağı nıehrin on dirhem olması.

12. Oğul katili babanın kısas edilmemesi.

[781

13. Mecusilerden de cizye vergisinin alınması.

Kısaca özetlersek şunları söyleyebiliriz: "Kur'an bir iskelet yapı verir.
Yerine göre et, kemik, kas, sinir vb. hep hadisten teşekkül eder. Tenasüb hadisin

[791

görevleri arasındadır.

Mekhûl bu hususu şu sözleriyle dile getirmiştir: "Kur'ân'm sünnete olan ihtiyacı



İM

sünnetin Kur'ân'a olan ihtiyacından fazladır."

Hattâbi (r.a.)'nin de ifade ettiği gibi bazıları: "Si/e bir hadis geldiği zaman onu Kur'an-
ı Kerimle karşılaştırınız. Eğer Kur'an-ı Kcrim'e uyarsa onu alınız. Eğer uyma/sa
bırakınız" mealinde bir hadis rivayet etmişlerse de bu hadisin aslı yoktur. Hatta
Zekeriyya İbn Yahya es Sâcî, Yahya İbn Mam'in sözü geçen hadis hakkında "Onu
zındıklar uydurdular" dediğini rivayet etmiştir.

Hattabi (r.a.)'nin beyanına göre o hadisi, Şamlılar, Yezid b. Rabia'dan rivayet
etmişlerdir. Yezid b. Rabia'nm kimliği meçhuldür. Ayrıca Ye-zid'in bu hadisi Ebul-
Eş'as'dan, Ebu'l-Eş'as'm da Sevban'dan aldığı söylenir. Halbuki Yezid'in Ebul-
Eş'as'dan hadis rivayet ettiği sabit olmadığı gibi Ebu'l - Eş'as'm da Sevban'dan hadis

mu

rivayet ettiği sabit değildir.

Ancak şurasını da ifade edelim ki Kur'an sünnet ilişkisi işlenirken şu
noktalardan kesinlikle kaçınmak gerekir:

a) Peygamberimizi güçsüz bir tebliğci olarak görüp dinimizdeki otoritesini sınırlı
saymak; hatta bazan, bir cami görevlisine tanıdığımız dini otoriteyi ondan esirgemek,
Kıır'anı üstün göstereceğiz zannıyla yanlış yollara sapmak.

b) Kur'anı ve hadisleri karşılıklı kuvvet denemesine tabi tutmak.

c) Bu iki kudsî kaynağı, yerine göre karşılıklı muarız ve yerine göre kademeli
salahiyet sahibi görmek, bu onun altında o onun üstünde gibi sıralamak.

Yukarıda saydığımız noktalarda yapılan yanlışlar, bazı bilginlerin "sünneti üstün
gösterir beyanları"nm yanlış anlaşılmasına bile vesile olmuştur. "Sünnetin Kitaba olan
ihtiyacı, Kur'an'm sünnete olan ihtiyacından daha azdır" sözü, bu yönden yanlış
anlaşılmış, bu bir nevi cür'et olarak bile tavsif edilmiştir. Bu sözün sahibi Kur'an'Ia
hadisi elbette güç yarışması içine koyan bir kişi değildir. Onun kasdı şudur: Kur'an'm

[82]

ana esasları verdiği için özdür, kısadır. Sünnetin varlığı lüzumludur.

Sadece Kur'an-ı Kerimle yetinmek İslamdan sapmadır. Çünkü bu tutum: "...

[83]

Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladrysa ondan sakının..." "O

[841

havadan konuşmaz, o kendisine vahyedilen vahiyden başka birşey değil."

[85]

mealindeki ayet-i kerimelere aykırıdır. Hz. Peygamberin bu mevzudaki ihbarı
zamanla aynen haber verildiği şekilde ortaya çıktığından mevzumuzu teşkil eden
hadis, Hz. Peygamberin mucizelerindendir. ..
Bu mevzuya şu hadis-i şerifle son vermek istiyoruz:

"Rasûlullah (s.a.) Veda haccmda, orada toplananlara bir hitabede bulunarak ezcümle
buyurdular ki: "Şeytan artık sizin toprağınızda tapmıl-maktan ümidini kesmiştir.
Bundan başka, amellerinizden küçüm-sedikleriniz şeylerde kendisine itaat olunmasına
ise çoktan razı olmuştur. O halde şeytana uymaktan sakınınız. Zira ben size öyle bir
şey bıraktım ki ona sımsıkı yapışırsanız ebediyyen sapmazsınız. O şey, Allah'ın kitabı

[86]

ve peygamberin sünnetidir." Sünnete sarılmanın lüzumunu 4607 numaralı hadisin
şerhinde tekrar ele alacağız, inşaallah.

Mevzumuzu teşkil eden Hadis-i Şerifte geçen "Ağırlanmayan bir misafirin, ev sahibini



dava etme hakkına sahip olması" meselesi 3751-3752 numaralı hadislerin şerhinde

£871

geçtiğinden burada tekrara lüzum görmüyoruz.

4605... (Ebu Rafı'in) babasından (rivayet olunduğuna göre Peygamber (s. a.) (şöyle)
buyurmuştur:

"Sakın sizden birini, emrettiğim ya da nehyettiğim bir husus kendisine ulaşınca
koltuğuna yaslanmış bir halde "Benim aklım ermez. Biz Allah'ın Kitabında ne

£881

bulursak ona uyarız" derken bulmayayım."
Açıklama

£891

Bir önceki hadisle ilgili açıklama bv. hadis için de geçerlidir.

4606... Aişe (r.a.)'den (rivayet olunduğuna göre) Rasûlullah (s. a.) "Kim bizim
dinimizde, onda olmayan bir şey ortaya atarsa, (onun ortaya attığı) o şey batıldır." İbn
İsa (bu hadisi) Peygamber (s. a.); "Kim bizim dinimizin dışında bir iş yaparsa (o iş)

[901

batıldır" buyurdu, (şeklinde) rivayet etti.
Açıklama

Bu hadis-i şerifin zahiri Hz. Peygamberin vefatından sonr3) fcilap ve sünnetin ruhuna
aykırı olarak din adına ortaya atılan bütün yeniliklerin batıl ve İslam dışı olduğunu ifa-
de etmektedir.

Bilindiği gibi Hz. Peygamberin irtihalinden sonra din adına ortaya atılan şeylere bid'at
duıir.

Bid'at kelimesi "bir şeyi örneği ve benzeri olmaksızın meydana getirmek, yeniden icad
etmek, anlamına gelen bed' kökünden gelir. Buna göre bid'at eskiden olmadığı halde
sonradan icad edilen şey demektir.

Kur'an-ı Kerim'de de beyan edildiği üzere İslam dini Hz. Peygamber (s.a.) hayatta

1911

iken kemale ermiştir. Binaenaleyh, Rasülullah'dan sonra dinde ihdas edilen herşey
bid'at mefhumuna girer. Böyle bir şeyi meydana çıkarmaya ve ona uymaya "ihtida"'
denildiği gibi o şeyin vasıf ve şekline ve bir de o tarzda işlenen amele de "bid'at"
I92J

denilir. İslam uleması bid'atın tarifinde birleşmemiş, çeşitli tarifler ileri
sürmüşlerdir. Bir grup bid'atı dar manada ele almış ve "Hz. Peygamber (s.a.)'den sonra
ortaya çıkan, din ile alakalı olup bir ilave veya eksiltme mahiyetinde olan şey" diye
tarif etmişlerdir. Bu tarife göre her bid'at kötüdür, sapıklıktır, dini bozacağı,
değiştireceği için onunla mücadele etmek gerekir.

Diğer gruba göre bid'at, Hz. Peygamberden sonra icad edilen, ortaya çıkan, moda
haline gelen herşeydir. Bu tarif çok geniş olduğu için tek yönlü bir değerlendirmeye
tabi tutulamamış "mezmume" ve "hasene" yani kötü ve iyi olarak iki kısma ayrılmıştır.
Bu arada Şer'î delillere aykırı her şey ve her davranışa bid'at diyenler de olmuştur.



Birinci tarife göre, herhangi bir adet, alet ve davranışın bid'at olabilmesi için, dine
katılması, dinî telakki edilmesi, iman ve ibadet manzumesine dahil bulunması gerekir.
Mesela, bir kimsenin bedenini geliştirmek için her sabah bir müddet koşması, sonra
bir yerde durup belli hareketler yapması, caizdir, bunlar, Hz. Peygamber zamanında
yapılmamış olsa dahi bid'at değildir. Aynı hareketler, ibadet olsun diye yapılır veya
ibadet sayılırsa bid'at olur ve caiz olmaktan çıkar. Çünkü İslam'da ibadetin yeri,
zamanı ve şekli, Allah ve Rasulü tarafından kesin çizgilerle açıklanmıştır. Hiçbir
kimsenin bunları, değiştirme, arttırma ve eksiltme selahiye-ti yoktur.
İkinci gruba göre, Rasûlullah'm ahirete intikalinden sonra ortaya çıkan herşey,
bid'attir; ancak her bid'at sapıklık olmadığı gibi günah ve kötü de değildir. Kabîh
(kötü) bid'at vardır, hasen (iyi) bid'at vardır. Birincisi: Caiz olmadığı ve delile
dayanmadığı halde dinde ilave veya eksiltme ifade eden bid'atlerdir. İkincisi:
Sonradan ortaya çıkmakla beraber, ya din ile alakası olan veya caiz olduğuna delil
bulunan, bid'atlerdir. Dikkat edilirse bu tarifin "kötü bid'at" diye tavsif edilen
kısmının, birinci grubun bid'at anlayışı içine girdiği görülecektir, "iyi ve güzel bid'at"
denilen kısmına ise onlar bid'at dememiş, bunları bid'at mefhumu içine almamışlardır.
Bid'atı iyi ve kötü diye ikiye ayıranlara göre horozu kurban olarak kesmek kötü
bid'attir; caiz değildir; çünkü bu adet sonradan çıkmıştır, islam'ın kurban nizamına
aykırıdır. Aynı adet birinci grubun tarifine göre bid'attir. Kur'an-ı Kerim'i, bir mushaf
içinde toplamak, hadis kitapları yazmak, teravih namazını cemaatle kılmak da
sonradan olmuş şeylerdir; fakat bunlar iyi bid'attir, caizdir, caiz olduğuna deliller
vardır. Unu elekten geçirmek, yemekte; çatal, kaşık, masa kullanmak; otomobile
binmek de sonradan çıkmış şeylerdir; fakat bunlar dünya hayatı ile alakalı mubah

[93]

bid'atlerdir, din ile (iman ve ibadet, günah ve sevap mefhumu ile) alakası yoktur.
Hulasa, İslam dininin, itikad ve ibadet sahasında Rasülulullah (s. a.) ile ashab-ı
kiramdan nakledilenlerin dışında kalan ve ehl-i sünnetin mütehassıs alimlerince zaruri
görülmeyen her yenilik, maksatlı bir şekilde "olanı terk etmek" veya "olmayanı icad
etmek" gayr-i meşrudur, dalalettir ve bidattir. İbadetle ilgili olmadığı halde, kendisine
ibadet rengi verilen her adet te böyledir. Bunların dışında kalan yenilik ve icadlarsa
[94]

meşrudur.

4607... İbn Amr es-Sülemî ile Hucr (un şöyle) dedi (k)ler (i rivayet edilmiştir):
Hakkında: "Sen, sizi bindirecek birşey bulamıyorum deyince, harcayacak birşey
bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözlerinden yaş akarak dönen kimselerin

[95]

aleyhine de bir yol yoktur."

(âyeti) inen el-Irbaz b. Sâriye'nin yanma varmıştık. Selam verdik ve "Seni ziyarete,
hastalığın için geçmiş olsun demeye ve (senden) ilim almaya geldik" dedik. Bunun
üzerine Irbaz (şöyle) dedi:

"Birgün Rasûlullah (s. a.) bize namaz kıldırdı. Sonra bize dönüp çok tesirli bir va'z etti.
Bu va'zdan dolayı gözler yaşarıp kalpler ürperdi. Derken bir konuşmacı: "Ey Allah'ın
rasulü (senin) bu (va'zm yolculuğa çıkacağı için kalanlara) veda eâ&n bir kimsenin
va'zana benziyor. Binaenaleyh bize neyi tavsiye edersiniz?" (söyleyin de bilelim),
dedi. (Fahr-i kainat efendimiz de):

"Size Allah' dan korkmanızı (başmızdaki idareciler) Habeşli bir köle olsa bile (onlan)



dinleyip, itaat etmenizi tavsiye ederim. Çünkü benden sonra sizden kim yaşarsa o, pek
çok (dini) ihtilaflara şahid olacaktır. Binaenaleyh size gereken, sünnetime ve doğru
yolum üzerinde bulunan halifelerimin sünnetine sarılınız. Bu sünnetlere (adeta)
dişlerinizi (bir daha çıkmamak üzere iyice) hatırınız. Sizi (din adına) sonradan ortaya
atılan işlerden sakındırırım. Çünkü sonradan ortaya atılan her iş bid'attır ve her bid'at

£961

sapıklıktır" buyurdu.
Açıklama

Metinde geçen "Bu sünnetlere dişlerinizi batırmiz>, sözü oıan]ara bütün varlığınızla,
olanca gücünüzle ciddi bir şekilde sarılınız" anlamında kullanılmıştır.
Bu hadis-i şerif, ümmet-i Muhammed'in mü'min ve müslüman olarak kalmalarının
ancak sünnet çizgisinden ayrılmamaları ile mümkün olacağını, Hz. Peygamber'in
vefatından sonra (4596 numaralı hadis-i şerifte de ifade edildiği gibi) müslümanlar
arasında pek çok dini ihtilaflar doğacağını ve bu fitnelerden korunmanın ancak Hz.
Peygamberin ve dört halifenin sünnetine sarılmakla mümkün olacağını haber
vermektedir. Sözü geçen hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi, bir kimsenin
veya toplumun sünnet üzerinde yürüdüğünü iddia edip kendisinin dışındaki kimselerin
sünnetin dışında olduklarını söylemesi Önemli değildir. Önemli olan, Allah'ın ve
rasulünün bu hususta koymuş oldukları ölçülere uymaktır, bu ölçüleri bir düstur olarak
almak ve onları eksiksiz uygulamaktır.

"Çünkü sürinet-i seniyye gemilerde hatt-i hareketi gösteren kıble nümali bir pusula,

[971

hadsiz, zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmündedir." Hz.
Peygamberin sünnetine sarılmanın nasıl olacağını yüce Allah şöyle açıklıyor:
"Hayır, rabbma andolsun ki aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip
sonra haklarında verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymadan, kendilerini

198]

tamamen teslim etmedikçe iman etmiş olmazlar."

Bu âyet-i kerime'ye göre bir kimsenin mü'min sayılabilmesi için onun bütün
ihtilaflarının çözümünde Hz. Peygamberi hakem tayin etmesi yani Hz. Peygamberin
sağlığında ortaya çıkan tüm anlaşmazlıkların hall-ü faslında bizzat onun hakemliğine
başvurması, vefatından sonra da bu ihtilafın çözümünü onun sünnetinde ve dolayısıyla
Allah'ın Kitabında araması ve Hz. Peygamberin verdiği hükümden ya da sünnetinin
getirdiği çözüm şeklinden dolayı kalbinde en ufak bir sıkıntı veya bir itiraz hissinin
1991

doğmaması şarttır.

Cenab-ı vacibu'l-vücud hazretleri diğer bir ayet-i kerimesinde de şöyle buyurmuştur.
"Kim Allah'a ve Rasul(ün)e itaat ederse işte onlar Allah'ın kendilerine nimet bahşettiği
peygamberlerle, siddıklarla, şe-hidlerle ve iyi kimselerle beraberdirler. Arkadaş olarak

liom

bunlar ne güzeldir!"

Bu mevzuda şu iki ayet-i kerimeyi de hatırlamak gerekir: "Kim peygambere itaat

Iİ0U

ederse o, gerçekten Allah'a itaat etmiş olur..."

"Rahmetim her şeyi kuşatmıştır. Onu (bilhassa) sakınanlara, zekât verenlere ve



âyetlerimize inananlara yazacağım. Onlar öyle kimselerdir ki, yanlarındaki Tevrat'ta
ve İncil'de yazılı buldukları ümmi Nebi olan Peygambere uyarlar ki o Peygamber,
onlara iyilikle emreder, onları kötülükten meneder, iyi ve temiz olan şeyleri helal, kötü
ve zararlı şeyleri haram kılar, onların ağır yüklerini, sırtlarında olan zincirleri indirir.
İşte ona iman edenler, ona saygı gösterip onu İ'zaz edenler, ona yardım edenler ve

[102]

onunla indirilen nura uyanlar yok mu, onlar felâ-ha kavuşanların ta kendileridir."
Metinde geçen "Raşid halifeler" den maksad, Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a.) ile Hz. Ömer
İbn Hattab, Hz. Osman ve Hz. Ali (r.anhüm) dür. Hadis-i şerifte bu raşid halifelerin
yoluna uymak emredilmiştir. Çünkü bunların hepsi de Hz. Peygamberin yolundadırlar.
Fıkıh ve usul alimleri 4657 numaralı hadis-i şerif ve benzerlerine bakarak Hz.
Peygamberin sahabilerinin tümünün sünnetinin de raşid halifelerin sünnetleri gibi bir

£1031

delil olduğunu söylemişlerdir.
Bazı Hükümler

1. İnsanın saadeti takva üzere hareketmesiyle kaimdir. Çünkü «Allah yalnız takva

LİMl

sahiplerinin amelini kabul eder."

2. İdareciler, dinin emirlerine uygun hareket ettikleri sürece kendilerine itaat etmek
vacibdir. Fakat, dine aykırı hareket edip emirler vermeye başlanınca bakılır, eğer
onları İşbaşından uzaklaştırmak mümkün ise isyan edilip iş başından indirilirler. Fakat
onlara isyan, daha büyük bir fesada ve yıkıma sebep olacaksa, buna tevessül edilmez.
Çünkü "İki kötülükten birini tercih etmekle karşı karşıya gelindiği zaman, büyüğünden

[105] ' " [j06]

kurtulmak için hafif olana katlanılır" sözü umumi bi; fıkıh kaidesidir.

3. Devlet başkam, Kureyş'in dışında herhangi bir kabileden de olabilir. İsterse

[İM

Habeşli bir köle olsun. Ancak bazıları "İmamlar Kn-reyş'dendir..." hadis-i
şerifine dayanarak devlet başkanının mutlaka Kureyş'den olacağını savunmuşlar ve
hadisi şerifte geçen: "Habeşli bir köle de olsa" sözünün "olmaz ya farz-i muhal
Habeşli bir köle bile olsa" manasında kullanıldığını söylemişler ve bu cümlenin kendi
anladıkları manada kullanıldığını isbat için şu hadisleri delil getirmişlerdir.

1. "Her kim Allah için bağırtlak kuşu yuvası gibi bir mescid yaparsa, Allah da onun

[1081

için cennette bir ev yapar."

[1091

2. "Eğer kızım Fatıma hırsızlık yapsaydı, onun da elini keserdim."

3. "Allah hırsıza lanet etsin. Bir yumurtayı çalar da eli kesilir, ipi çalar yine eli

[1101

kesilir." Çünkü bu hadislerde Hz. Fatima'nm hırsızlık yapmasından, bağırtlak
kuşu yuvası kadar büyüklükteki mescidderi söz ediliyor ki aslında bunlar olağan
değildir. Farazi olarak söylenmiştir.

Keza bir yumurtadan dolayı da el kesilmez, ancak yumurta çalan kimse hırsızlığa
alışır. Zamanla el kesilmesini gerektirecek çapta büyük hırsızlık yapar. (Biz bu emirlik
konusunu (2928) riö'İu hadis-i şerifin şerhinde açıklamıştık.)



4. Her bidat sapıklıktır. (Nitekim 4609 numaralı hadisin şerhinde açıklamıştık.)

5. Hz. Peygamberin vefatından sonra çok büyük dini ihtilâflar olacaktır. Bunların
tahribatından kurtulmanın tek çaresi Kitaba ve sünnete sarılmaktır.

imi

6. Raşid halifelerin sözü diğer sahabilerin sözlerine tercih edilir.

4608... Abdullah İbn Mes'ud'dan (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s. a.) üç defa:

[mi

"Taşkınlar helak oldular" buyurmuştur.
Açıklama

Bu hadisten murad, kavillerinde, fiillerinde haddi aşan, taşkınlık yapan kimselerdir.
Ne söylediğini bilmeyen, ölçüsüz konuşan ve aşırı fillerde bulunan bu gibi kimseler
insanlar tarafından sevilmedikleri ve çok defa yaptıklarının cezası olarak hapislerde
çürüdükleri gibi, âhiretlerinin de harab olacağına bu hadis~i şerif delâlet etmektedir.

LÜU

6 - (İyi Yada Kötü) Bir Yola Çağırman (ın Ve O Yollardan Birini Tutmanın)
Hükmü

4609... Ebu Hureyre (r.a.)'den (rivayet olunduğuna göre) Rasûlullah (s. a.): "Kim
(insanları) doğru yola çağırırsa, kendisine uyanların sevabı

kadar ona da sevap yazılır. Bu (kendisine) uyanların sevabından bir-şey eksiltmez.
Kim de bir sapıklığa çağırırsa kendisine uyanların günahı kadar ona da günah yazılır.

Bu (kendisine) uyanların günahından bir şey eksiltmez" buyurmuştur.

Açıklama

Bu hadis-i şerif, hayırlı işler yapmanın teşvik edildiğini, kötü çığır açmanın da haram
olduğunu ifade eden açık bir delildir. Hayırlı bir çığır açıp diğer insanların o çığırdan
gitmesine sebep olan kimse, kıyamet gününe kadar o yoldan gidenlerin sevabına nail
olacağı gibi, kötü çığır açan da kıyamet gününe kadar o yoldan gidenlerin kazandığı

£1151

günahlar kadar günah kazanmakta devam edecektir."

Davet edildikleri hayrı işleyenlerin sevabının, onu işleyenler kadar, aynen davet eden
kişiye de yazılması, onu işleyelerin bu hayırdan kazandıkları sevabı eksiltmediği gibi;
şerri işleyenlerin günahının, aynen ona davet eden kişiye de yazılması, o şerri
işleyenlerin bu serden kazandıkları günahı eksiltmez. Ancak bu konuyu: "Herkesin
kazandığı yalnız kendisine aittir. Kendi (günah) yükünü taşıyan hiçbir kimse bir

[UM

başkasının (günah) yükünü taşımaz..." ayet-i kerimesi ile karıştırmamak lazım.
Çünkü, burada, bir kimsenin, diğer bir kimsenin günahını çekeceği ifade edilmiyor.
Sadece bir kimsenin, işleyeceği günahtan kazandığı vebal kadar, vebal yükleneceği
ifade edilmektedir ki ayet-i kerimede kasdedilen mesele ile bu mesele birbirlerinden



um

tamamen farklıdırlar.



4610... Amir İbn Sa'd'm babasından rivayet edildiğine göre Rasûlul-lah (s. a.):
"Şüphesiz ki müslümanlar arasında en büyük günahkâr müslüman, haram kılınmamış
bir hususa dair soru sorup da, (sırf) kendisi soru sorduğu için o hususun insanlara

[1181

haram kılınmasına sebep olan kişidir" buyurdu.
Açıklama

Bu hadis-i şeriften maksat çok sual sormayı, bilhassa vuku bulmamış şeylerin
sorulmasını, yasaklamaktır.

Çok sual sormak, şu sebeplerden dolayı kerih görülmüştür:

1. Müslümanlara o şeyin haram kılınmasına sebep olabilir. Bu surette onlara meşakkat
celbetmiş olur.

2. Verilen cevapta, soran için, hoşlanmayacağı bir şey olabilir.

3. Ashab-ı Kiram tekrar tekrar sual sormakta ısrar ederlerdi. Bu ise Peygamber (s.a.)'e
eziyet verirdi. Helâklarma sebep olabilirdi. Bundan dolayıdır ki, Zât-i Bari Hazretleri:
"Ey iman edenler, çok soru sormayın. Çünkü size açıklanırsa hoşunuza
gitmeyebilir" (Maide, (5), 10i) buyurarak lüzumlu lüzumsuz olmuş veya olmamış her
şeyi sormayı yasak ettiği gibi,

"Şüphesiz ki Allah ve Rasulüne eziyet verenlere, Allah, hem dünyada, hem âhirette
lanet eder, onlar için dehşetli azab hazırlanmıştır." (Ahzab (33), 85) buyurarak
Rasulüne eziyeti de haram kılmıştır.

Kaadi Iyaz hadisteki "cürmü" müslümanlara meşakkat vermek diye tefsir etmişse de
Nevevi bunu beğenmemiş, hatta batıl olduğunu söylemiş, sonra sözüne şöyle devam
etmiştir: "Doğrusu bu hadisin şerhinde Hattâbî ile Tahrir sahibinin ve cumhur
ulemanın söyledikleridir ki şudur: Burada cürümden murad suç ve günahtır. Bu hadis
lüzumsuz yere tekel-lüf ve ısrar göstererek sual soranlar hakkındadır. Bir zaruretten
dolayı mesela bir şey vuku bulduğu için sual sormak günah değildir. Bu hususta
muaheze yoktur. Hadis-i şerifte başkasına zarar verecek bir şey yapmanın günah

0191

olduğuna delil vardır."

4611... (Muaz b. Cebel'in arkadaşlarından olan Yezid îbn Amira) dedi ki: (Muaz b.
Cebel) vaaz etmek için her oturuşunda "Allah adaletli bir hakimdir. (Bundan) şüphe
edenler helak olurlar" derdi. Bir gün de (şöyle) dedi: "Muhakkak ki sizin önünüzde
(birtakım) fitneler vardır. O zamanda mal çoğalır (her yerde insanlar tarafından)
Kur'an (ı-Kerim) açıl (ip okun)ur. Hatta Kur'an'ı mü'min, münafık, erkek, kadın,
küçük, büyük, hür, köle (herkes) al(ıp ok)ur. Bir sözcünün (herkesin böyle Kur'an
okuyup ta onu anlamadıklarını ve şeytana uyup çeşitli bidatlere saptıklarını görerek
kendi kendine): Bu insanlara ne oluyor da ben Kur'an okuduğum halde bana
uymuyorlar? Ben (din adına) kur'an'a aykırı olan şeyler ortaya atmadıkça onlar bana
uyacak değildir, diyeceği günler yakındır. Sizi (dine aykırı olarak, din adına) ortaya
atılan yeniliklere karşı uyarıyorum. Çünkü din adına ortaya atılan (bu tür) yenilikler,
batıldır. Sizi alim bir kimsenin sapıklığından da sakındırırım. Çünkü şeytan bazan



batıl sözü alim kişinin diline söyletir. Bazan da doğru sözü münafık söyler."
(Yezid b. Amira) dedi ki: Ben (burada) Muaz İbn Cebel'e: "Allah sana rahmet etsin
(iyi ama), ben alim kimsenin bazan batıl söylediğini, münafığın da bazan doğruyu
söylediğini nasıl anlayabileceğim?" dedim. (Hz. Muaz şöyle) cevap verdi:
"Evet, sen (bu hususta şöyle hareket et): Alimin herkesin gözüne batan ve hakkında
(insanlar tarafından): Bu da nedir böyle? de (yip tepki göster) dikleri sözünden sakın.
(İşte bu söz alimin ağzından kaçırdığı sapık sözlerdendir.) Fakat alimin bazan böyle
yanılması seni on(un sözlerini dinlemek)den vazgeçirmesin. Çünkü onun (o sözünden
hakka) dönmesi (her zaman için) mümkündür. Ve sen hakkı işittiğin zaman (onu
kimin ağzından çıktığına bakmadan mutlaka) al. Çünkü hakkın üzerinde nur vardır.
Ebu Davud der ki: Bu hadisi Zührî'den Ma'mer'de rivayet etmiştir. (Ancak Ma'mer:)
"Seni vazgeçirmesin anlamına gelen: "La yüsniyenne-ke" kelimesi yerine ("seni ondan
uzaklaştırmasın" anlamına gelen) "yurt iyenneke" sözünü rivayet etmiştir. Salih îbn
Keysan da Zühri'den (rivayet ettiği) bu hadiste "herkesin gözüne batan" anlamına
gelen "el-müş-tehirât sözü yerine ("şüpheli" anlamına gelen)=el-müştehihat" sözünü
rivayet etmiş ve "la yüsniyenneke" sözünü de îbn Akil gibi "la yüsniyen-neke" diye
rivayet etmiştir.

İbn İshak da Zühri'nin (bu hadisi) şöyle rivayet ettiğini söyledi: Evet (alim insanın
hatıl olan sözü) sana şüpheli gelen ve hatta senin (bu adamcağız) bu sözle neyi
kasdediyor, diye (kendi kendine) sorduğun (sözü)dür.

îbn İshak da Zühri'nin (bu hadisi) şöyle rivayet ettiğini söyledi: Evet (alim insanın
hatıl olan sözü) sana şüpheli gelen ve hatta senin (bu adamcağız) hu sözle neyi

£1201

kasdediyor, diye (kendi kendine) sorduğun (sözü)dür.
Açıklama

Hadis-i şerif asr-ı saadetten sonra müslümanlar arasında malın ve Kur'an-ı Kerim
nüshalarının çoğalacağını fakat Kur'an-ı Kerim'i hakkıyla anlayanlar azalacağı için fit-
nelerin ve bid'atlerin de artacağını, bu bid'atlere öncülük etmek hevesinin
yaygınlaşacağını haber vermektedir. İstikbale dair verdiği haberlerin aynıyla
gerçekleştiği için bu hadisin Hz. Peygamberin mucizelerinden biri olduğunda şüphe
yoktur.

Hadis-i şerifin ihtiva ettiği uyanlardan biri de alimlerin bazan şeytanın ağına düşerek
batıl sözleri, münafıkların da bazan hak sözleri söyleyebileceklerine dair olan uyarıdır.
Gerçekten bu iki husus, mtislümanlarm son derece uyanık ve hassas olmaları gereken
hususlardır.

Bir alimin herhangi bir meselede yanılması, artık bir daha ondan yüz çevirip sözlerine
kulak vermemeyi gerektirmez.

İlim adamlarının yandan bir alimden yüz çevirmeyip ona yakın durarak onu
uyarmaları, onun hakka dönmesine yardımcı olmaları gerekir. Esasen yaralan bir
alimin hatasını anlayıp hakka dönmesi her zaman için mümkündür. Bu bakımdan
insanların alimin bir hatasına bakarak ondan yüz çevirmeleri asla doğru değildir.
Hele ilimden behresi olmayan kimselerin ondan yüz çevirip sözlerini dinlememeleri
büsbütün tehlikelidir. Esasen ilimden nasibi olmayan kimselerin ilim adamlarının
sözlerini kendi kafalarına ve bilgilerine göre eleştiriye tabi tutmaları son derece büyük
bir cinayettir. Bu çok tehlikeli bir tutumdur. Böylesi bir kimse alimin bir sözünün



yanlışlığını kendi şahsi bilgisine ve Ölçülerine göre tayin ve tesbit edemez. Olsa olsa
gerçekten ilmi irfanı herkes tarafından tasdik ve teslim edilen kişilerin verdikleri hü-
kümle ya da o sözün gerçekten İslami kültürün canlı ve yaygın olduğu bir toplumun
fertleri tarafından yadırganıp kabul edilmediğini görmekle anlayabilir.
Fakat İslami kültürün ortadan kalkıp yerini cehalete ve bidatlara terket-tiği
toplumlarda fertlerin bir alimin fetvası hakkındaki eleştiri ve yargılarının hiçbir değer
ve önemi yoktur.

Müslümanların uyanık olmaları gereken ikinci husus da, münafıkların, sözleri arasında
bulunan bazı doğrulara bakıp da onların, her sözünün doğru olduğu kanaatine
varmanın, doğuracağı vahim neticelerdir.

Esasen en tehlikeli yalan doğruyla karışık olan yalandır. Müslüman bunun şuurunda
olup, hakkı ve hakikati İslamî ölçüler çerçevesinde tereyağından kıl çekercesine
dikkatle tesbit ettikten sonra, hak ve hakikati (şöyle) dediği kimin ağzından çıktığına
bakmadan almalıdır.

Bu hadis-i şerif mevkuftur. Yani sahabi sözüdür. Ancak, bilindiği gibi, sahabilerin
sözlerinin, Hz. Peygamberden işittikleri bir sözden veya gördükleri bir fiilden

Lİ2JJ

kaynaklanmış olması kuvvetle muhtemeldir.

4612... Süfyan (es-Sevri) (r.a.)'den (rivayet edilmiştir:) Demiştir: Bir adam kaderi
(mânâsını) sormak üzere Ömer İbn Abdiî-Aziz'e bir mektup /azdı. (Hz. Ömer İbn
Abdil-Aziz de bu adama bir mektup yaz (arak şu cevâbı ver)di... "Gelelim mevzûmuza
(ey mektub sahibi!) Sana AUah'dan torkmayı, Allah'ın emrin(i yerine getirme)de orta
yolu (tutmanı) Peygamberinin (s. a.) sünnetine uymayı ve (Hz. Peygamberin) sünneti
yürür-üğe girdikten sonra bidatçilerin (bid'atlerine Allah tarafından) bırakılmadığı
halde (din adına) ortaya attıkları bidatleri terketmeni tavsi-tt ediyorum. Sana gereken
sünnete sarılmaktır. Çünkü sünnet, Allah'ın zniyle senin için bir güvencedir.
Şunu bil ki; İnsanların ortaya attığı ne kadar b.vl'at varsa mutlaka bu »id'at (ortaya
atılmaz)dan önce onun kötülüğüne dair (Kur'an ya da sün-tette) bir delil, yahutta onun
hakkında bir söz geçmiştir. Çünkü (bir yol olarak) sünneti, -hatâ, sürçme, budalalık,
zorluk çıkarma gibi- sünnetin ksini de bilen bir zât, ortaya koymuştur. -Ancak İbn
Kesîr: "bilen" anlamındaki) lafzı kullanmamıştır.- (İbn Kesir' in rivayetine göre
Hz.Ömer İbn.Abdu! Aziz'in mektubu şöyle devam ediyor: Ey mektup sahibi) sahâbe-t
kiramın (kendileri için) seçtikleri yolu sen de kendin seç. Çünkü onlar (oldukları) bir
bilgiye sahiplerdi. (Meselelerin aslına) nüfuz eden bir görüşle (dine aykırı olan
davranışlardan) uzak kalırlar ve muhakkak ki onlar, (dini) işleri (n hakikatini)
kavramakta (başkalarından) daha kuvvetlidirler. (Binaenaleyh Sahâbe-i Kiram) sahip
oldukları (bu) faziletler) sebebiyle dini meselelerde (örnek alınmaya) daha layıktırlar.
(Ey, bidatçiler)! Eğer (sizce) hidâyet, üzerinde bulunduğunuz bid'atler ise o zaman siz,
onlardan önce ona (hidayete) erişmişsiniz demek olur. (Halbuki bu düşüncenizin
tamamen yanlış ve asılsız olduğu açıkça bellidir).

Şayet: Onlardan sonra yeni bir takım şeyler ortaya çıktı (bunun için biz de bid'atleri
çıkardık), diyorsanız; şunu bilin ki, onlardan sonra ortaya çıkan (bu bid'at) lan, onların
yolundan başka bir yolu takip eden ve onlardan yüzçeviren bir kimse ortaya
koymuştur. Çünkü sahabe-i kiram din konusunda (gelecek nesillerin ihtiyacına) yeterli
olan hususları söylemişler ve (onlara) şifa verecek açıklamayı yapmışlardır. Onlar(m
daraltmalarının altında bir daraltma, onlar(m getirdiği genişliğin üstünde bir genişlik



(yapmak, doğru) olamaz. Bir topluluk, onların (kısıntılarının) aşağısında bir kısıntı
yaptılar da bir daha i'tidal sınırına erişemediler. Bir takım topluluklar da onlar(m
ölçülerinin üstüne çıktılar (bunlar da) sınırı aşmış oldular. Oysa ashab-ı kiram, bu iki
ölçüsüzlüğün arasında doğru bir yol üzerindedirler. (Ey mektup sahibi) mektubunda
kadere imânı soruyorsun. Allah'ın izniyle (bu hususu) tam bilene sordum. İnsanların
(din adına) ortaya attığı hiçbir yeniliğin ve bidatçilerin geliştirdiği hiçbir bidatin (dini
bir) eser ve mesele olarak kadere imandan daha açık olduğuna inanmıyorum. '
Câhiliyye döneminde câhiller nesirlerinde ve şiirlerinde kadere imanı dile getirirler,
ellerinden kaçan nimetlere karşı kendilerini onunla teselli ederlerdi.
Sonra İslâm geldi ve kaza ve kader(e iman) ancak (ona inanmayı farz kılarak)
pekiştirdi. Gerçekten Rasûlullah (s.a.v), bir iki hadisinde değil pek çok hadisinde
kaderden bahsetti. Müslümanlar kadere dair açıklamaları kendisinden işittiler ve (Hz.
Peygamberin) sağlığında ve vefatından sonra da kuvvetle inanarak ve Allah'a teslim
olarak kaderden bahsettiler. Bir şeyin Allah'ın ilminin dışında olmasını, (Allah'ın
ezeldeki) yazgısının onu tesbit etmemiş olmasını ve o şey hakkında Allah'ın (ezeli) bir
takdirinin bulunmamış olmasını (düşünmekte) kendilerini yetkisiz ve hatali görerek,
kaderden bahsettiler.

Bununla beraber, kader Allah'ın, manası apaçık olan Kur'an'mda da mevcuttur.
fSahabe-i kiram) kader inancını Kur'an'dan almışlar ve ona imanı Kur'an'dan
öğrenmişlerdir. (Ey bidatçiler)! Eğer siz: (Madem öyle de) Allah niçin (kader inancına
aykırı görünen) falan ayeti indirdi ve niçin (bu inanca aykırı düşen) şöyle sözler
söyledi? derseniz (ben de size şöyle derim):

Sizin Kur'an'dan okuduğunuzu (sahâbe-i kiram da) okudular ve onlar (ondan) sizin
bilmediğiniz (bazı) manalar sezinlediler. Sonra da: "Şu (kainatta vukua gelen
hadiselerin) hepsi de (ezeli olan) bir yazgi ve takdir ile (meydana gelmekte) dir, takdir
edilen olur. Allah'ın dilediği olmuştur, dilemediği de olmamıştır. Biz kendimize fayda
ve zarar verme gücüne sahip değiliz" dediler. Bu (hükme vardikta)n sonra (Allah'a
ibadet etmeye) rağbet ettiler ve (kötü amellerden de) olanca güçleriyle
11221

kaçındılar."
Açıklama

Mevzûmuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte sırasıyla şu meseleler işlenmekte ve hükme
bağlanmaktadır:

1. Allah korkusu (=takvâ)

2. Orta yolu tutma, ifrat ve tefridden sakınma

3. Sünnete sarılmak.

4. Bidatlerden kaçınmak.

5. Sahabilerin yolundan ayrılmamak

6. Kaza ve kadere iman etmek.

Bunlardan sünnete sarılmanın önemini, bu bölümün giriş kısmında, (4604-4605)
numaralı hadislerin şerhinde, bidatlerden sakınmanın lüzum ve ehemmiyetini ise
(4596-4597) numaralı hadis-i şeriflerin şerhinde açıklamıştık. Bu bakımdan yukarıda
işlediğimiz sözü geçen maddelerden sarf-ı nazar ederek şimdi diğer maddelerin
izahına geçelim.

a) Takva: Korkmak ve sakınmak demektir. Istılahta, Allah korkusundan dolayı,



günahlardan uzak kalmaya, takva denir. Takva, imsak ve per-hizkârlık, yani mutlak
olarak zevk ve haz veren şeylerden nefsi mahrum bırakarak onu terbiye etmek,
demektir. Takva sahibi kimseye muttaki denir.

İslâm, insanlar arasında eşitlik kurma gayesini gütmüş bunun için tek üstünlük vesilesi
olarak takvayı görmüştür: "Ey insanlar! Biz, sizi gerçekten bir erkek ile bir dişiden
yarattık ve tanışasıniz diye sizi kabile ve kavimlere ayırdık. Allah katında en
değerliniz en çok takva sahibi olamnızdir" (Hucurat (49), 13).

Takva, bütün iyilikleri ve faziletleri kendisinde toplayan bir haslettir. Takvanın aslı,
önce şirkten, sonra kötü ve günah olan fiillerden, daha sonra da günah olması
muhtemel olan şüpheli amellerden sakınmaktır. En son olarak takva, mubah olmakla
birlikte lüzumsuz olan şeyleri de terketmektir. Bir başka ifadeyle takva, insanın
kendisini Allah'tan uzaklaştıran şeylerden uzak kalmasıdır.

Avamın takvası şirkten korunmakla, havassın takvası günahtan sakınmakla, evliyanın
takvası fiil ve iyi amelleri vesile bilmekle olur. Enbiyanın takvası ise fiilleri
kendilerine nisbet etmemekle ilgilidir. Çünkü nebilerin takvaları Allah'tan gelir ve

I123J'

Allah rızası içindir.

b) Orta yolu tutma: İnsan iyiliğe kabiliyetli olduğu kadar, kötülüğe de kabil iyy etli
dir. Bu iki kabiliyet onun tabiatına yabancı veya ona hâricden yüklenmiş değildir.
İnsanın tabiatında mevcut olan bu iki cevheri, nazarı itibara almayan düşünce ve inanç
sistemleri insanın fıtratına uygun olmadıkları için asla gerçekçi ve tatminkâr
olamazlar.

Yüce bir hayatın tahakkuku ise ancak bu iki zıt kutup arasında bir muvâzene kurmakla
mümkündür. Dengenin bu iki kutuptan biri lehine bozulması fertlerin ve toplumların
hayatında bir takım buhranlara sebep olur. İnsanoğlunun ferdî ve içtimaî hayatında, bu
dengeyi kuran, yegâne din ve inanç sistemi, İslâmiyettir. İslama aykırı düşen, düşünce

£1241

ve inanç sistemlerinin hepsi bu dengeden mahrumdur.

Bu itibarla yahudilik enâniyet, hırs ve şehevî hislere ağır gemler vur-masıyla
beşeriyetin çocukluk devrini, Hıristiyanlık, hayal ve rüya aleminde dolaşmasıyla
beşeriyetin gençlik çağını temsil eder. Müslümanlık ise bu devreden sonra gelen
kemal devrini, temsil eder ki, o herşeyi kendi aslî yerine koyar. Ne tamamiyle dünyaya
bağlanır ne de dünyadan tamamen kopup âhirete yönelir.

Bilakis bir ölçü ve ahenk içerisinde dünyadan da ahiretten de nasibini alır. Bu
bakımdan beşeriyetin çocukluk ve gençlik çağını temsil eden Yahudilikle hiristiyanlık
olgunluk çağını yaşayan insanlığı temsil edemezler.

Beşeriyetin çocukluk çağını temsil eden yahudilikte, kendi döneminin çocukça istek
ve arzularım gemlemek üzere indirilen ağır hükümlerden bazıları şöyledir: "...
İşledikleri büyük günahlardan tevbe etmiş sayılmaları için intihar etmeleri gerekirdi.
Üzerlerine bulaşan bir pislikten temiz-lenebilmeleri için o pisliğin bulaştığı yeri kesip
atmaları icab ederdi. Günde elli vakit namaz kılmakla mükelleflerdi. Büyük günah
işledikleri zaman, kendilerine helâl kılman bazı nimetler, haram kılınırdı. Yine büyük
günahları işledikleri zaman kılıklarının maymun ya da domuz kılığına çevrilmesi, gibi

Iİ251

cezalarla cezalandırılırlardı."

İslâmm tuttuğu bu orta yol, cimrilikle israfın yasaklanıp tutumlu olmanın teşvik



£1261

edilmesi gibi kaidelerle İslamm muamelât bölümünde kendini gösterdiği gibi
menkûl şeriatla ma'kul gerçek arasında bir zıddiyet olmadığını kabul etmek ve cebriye

£1271

ile mutezile arasındaki orta yolu tutmakla da itikad sahasında insandaki gazab,
şehvet, muhayyile gibi kuvvetlerin değerlendirilmesinde ise o şecaat, iffet ve hikmet
gibi mu'tedil kuvvetleri tasvib etmekle de ahlâk sahasında kendini göterir.
Yüce Allah şu ayet-i kelimesiyle bu gerçeği bizlere bildirmiştir. "... Böylece sizi orta

£1281

bir ümmet yaptık ki insanlara şâhid olasınız..."

Binâenaleyh İslâm, fıtrata ve akl-ı selime istinâd eden bir din olduğu içindir ki, dinde
tefrite düşmeyi ne derece takbih etmişse ifratı da o nis-bette nehyetmiştir. İslâmm
kendi sâliklerinden istediği şey, din nâmına bir sürü ahkâm ile birçok ibadetlerle
nefislerini ta'zib etmek, yıpratmak yahut güzel ve nefis şeylerden kendilerini mahrum
etmek değildir. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrüluyor:

"Bu din metindir, ona yumuşaklıkla, tekellüfsüz gir (takat getiremeyeceğin şeylerle
kendini yorup da) Allah'a ibâdetten büsbütün ürkütme. Muhakkak ki: Varacağı yere
çabuk gitmek için arkadaşlarından ayrılıp hayvanım takatinden fazla koşturan ne

£129]

istediği yolu alabilir, ne de hayvanın sırtını sağlam bırakır."

Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyrüluyor: "Sakın dinde gulüv ve ifrat yapmayın.

mm

Çünkü sizden evvelkilerin helakine sebep, ancak dinde aşırı gitmiş olmalarıdır."

imi

Bütün bu yoldaki naslar bize şunu gösteriyor ki dinde ifrat ve tefrit yoktur.
Şüphe yok ki itidalin ölçüsü yine Hz. Peygamberin sünnetidir. Onun sünnetine uyan
itidal çizgisi üzerinde yürümüş olur. Nitekim Hz. Peygamber bir hadis-i şeriflerinde
bu gerçeği şöyle ifâde buyurmuşlardır. "... Andolsun ki ben AHah'dan sizden fazla
korkarım. Takva yönünden O'na daha bağlıyım, fakat bununla beraber ben Oruç da
tutarım, iftar da ederim, gece namaz da kılarım, uyku da uyurum. Kadınlarla da

£1321

evlenirim. Bilmiş olun ki benim sünnetimi terkeden benden değildir."
c) Sahâbilcrin yolundan ayrılmamak: Sahabîler, Hz. Peygamberi gözleriyle görmüşler
ve O'nun tebliğlerini bizzat kendisinden almışlar ve İslâm'ı açıklayışını kulaklarıyla
işitnıişlerdir. Bu itibarla fakihlerin cumhuruna göre sahabîlerin görüş ve fetvaları
nasslardan sonra yer alan şer'î bir hüccettir. Cumhur, bu hususta aklî ve naklî olmak
üzere iki türlü delil serd eder. Naklî delilleri şunlardır:

1. "Birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ansar ile onlara güzelce uyanlardan Allah

£1331 ^

razı olmuştur; onlar da O'ndan razı olmuşlardır." Burada Allah, sahabîlere
uyanları Övmüştür. Demek ki onların yolundan gitmek, övülmeyi icab ediyor.
Görüşlerini hüccet olarak kabul etmek de bir nevi onlara uymaktır.

2. Peygamber (s. a.) şöyle buyurmuştur. "Ben ashabım için emânım. Ashabım da

£1341

ümmetim için emândır." Sahabîlerin ümmet için eman oluşu, ancak ümmetin
onların görüşlerine uymasıyla olur. Nasıl ki. Hz. Peygamber'in onlar için eman oluşu,
onların Peygamber (s.a.)'in hidayetine uymalarıyla olmuştur.



Aklî delilleri de şöyle sıralanabilir:

1. Sahabîler, Hz. Peygamber'e diğer insanlardan daha yakındırlar. Onlar, hakkında
vahiy nazil olan konulara şâhid olmuşlardır. Hz. Pey-gamber'in hidayetine uymak
hususunda ihlas dereceleri ve idrak seviyeleri üstün idi. Böylece şeriatin maksatlarını
iyi kavrıyorlardı. Çünkü nasslann inmiş olduğu şart ve durumları bizzat görmüşlerdi.
Dolayısıyla onların nasslan anlayışları, başkalarmmkinden daha kuvvetli ve nasslar
üzerindeki sözleri uyulmaya daha elverişlidir.

2. Sahabilere ait görüşlerin sünnet olma ihtimali vardır; çünkü onlar, çoğu zaman Hz.
Peygamber'in açıkladığı hükümleri anlatırken, O'na nisbet etmiyorlardı. Esasen
onlardan bunu isteyen de yoktu. Böyle bir ihtimalle birlikte, şarabîlerin görüşleri kıyas
ve içtihada dayansa bile, onlara uymak daha iyidir. Çünkü bu, hem nakle yakın, hem
de akla muvafık olur.

3. Eğer sahabîlerden kıyas mahsulü bir görüş- bize intikal etmişse, bizim de, onlara
muhalif bir kıyasta bulunmamız mümkündür; ancak onların görüşlerine uymamız
ihtiyat bakımından daha iyidir; çünkü Peygamber (sav); "Ümmetimin en hayırlısı,

£135]

benim gönderilmiş bulunduğum çağdakilerdir" buyurmuştur. Sahabîlerden birine
ait bir görüş üzerinde icma da edilmiş olabilir; çünkü onun görüşü ötekilerine aykırı
olursa, sahabîlerden intikal eden şeyleri araştıran bilginler buna da vâkıf olurlar. Eğer
bazı sahabîden rivayet edilen görüşe aykırı başka bir görüş, diğer sahabîlerden intikal
etmişse, bu görüşlerin ikisinin de dışına çıkmak, saha-bîlerin hepsinden ayrılmak

[1361

demektir. Bu ise, kabul edilemeyecek ve sahibine ait bir saçmalıktır.
£1371

d) Kaza ve kader.

a) Kader Ne Demektir?

İmânın esaslarından biri de "Kadere imâıV'dır. Allahu Teâlâ Hazretlerinin, ezelden
ebede kadar olacak şeylerin zaman ve mekânını, evsâfını, havâssmı, elhâsıl ne şekil ve
ne zamanda olacaklarsa onların hepsini ezelde daha onlar meydanda yok iken- bilip o

[138]

suretle tahdîd ve takdir buyurmuş olmasına Kader denir ki, ilim sıfatına râci'dir.

b) Kazâ'nın Mânası:

Cenâb-ı Allah'ın, ezelde irâde ve takdir buyurmuş olduğu şeyleri za-mânı gelince
herbirisini ezeldeki ilim, irâde ve takdirine uygun bir suretle icâd ve halk buyurması
da Kazadır ki, Tekvin sıfatına râci'dir. İşte Mâ-turîdî'den menkul olan asıl ta'rif
bunlardır.

Şöyle de ta'rif edilir: Kaza ezelen bütün eşyanın vücûduna taallûk eden ilm-i ilâhi
(Mâturîdî'ye göre), yâhud ilmine mutabık bur surette kâinatta ezelen taallûk eden
irade-i îlâhiyye (Eş'ârî'ye göre)dir. Yâni Allahu Te-âla'nm sonradan olacak şeylerin
hepsini, nasıl olacaklarsa öylece, ezelde bilmiş verimine mutabık bir surette dilemiş
olması Kazâ'dır. Vakti gelince herşeyi ilim ve irade-i ezelliyyesine mutabık bir surette

Lİ391

îcâd buyurması da Kader' dir.



4613... Nâfi (r.a.)'den demiştir ki: (Hz. Abdullah) İbn Ömer'in kendisiyle
mektuplaştığı Şamlı bir arkadaşı vardı (onun kader inancını kabul etmediğini öğrenen)
Abdullah İbn Ömer, O'na (şu mealde bir) mektup yazdı. "Senin kader hakkında
birtakım (inkarcı) sözler söylediğin (haberi) bana ulaştı. (Binaenaleyh) sakın bir daha
bana mektup yazma. Çünkü ben Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi: 'Benim
ümmetim içerisinde kaderi inkar eden bir takım kavimler ortaya çıkacaktır' derken
£1401

işittim."
Açıklama

Bu hadisi şerif, Hz, Peygamber'in gaybe dair verdiği haberlerdendir. Hadis-i şerifte
çıkacağı haber verilen, kaderi inkâr edecek kavim, haber verildiği şekilde çıkmıştır.
İslâm tarihinde kaderi ilk inkâr eden Vâsıl b. Atâ olmuştur. Vâsıl b. A'tâ ile başlayan
ve Me'mun devrinden itibaren Abbâsilerin resmi mezhebi haline gelen bu inkarcı
mezheb, İslâm mezhebler tarihinde "mutezile" ve "kaderiyye" ismi ile şöhret
bulmuştur.

Kelâm ulemasının tesbitine göre bunlar kendi aralarında yirmi fırkaya ayrılırlar.
İsimleri şöyledir:

1. Vâsılıyye, 2. Amriyye, 3. Hüzeyliyye, 4. Nazzâmiyye, 5. İsvâriyye, 6. îskâfıyye, 7.
Ca'feriyye, 8. Bişriyye,

9. Müzdâriyye, 10. Haşimiyye, 11. Sâlihiyye, 12. Habitiyye, 13. Hudbiyye, 14.
Ma'meriyye, 15. Sümâmiyye,

Ilül

16. Hayyâtiyye, 17. Cahiziyye, 18. Ka'biyye, 19. Cubâiyye, 20. Behşemiyye.
Bazı Hükümler

1. Mektuplaşmak müstehabdir.

2. Kaderi inRar etmeR sapıklıktır. Çünkü kader inancı İslâm inancının esaslarmdandır.
3. Sapık insanlarla dostluk kurmak caiz değildir.

Burada şunu ifâde etmek isteriz ki sapık bir insanı islâh etmek için kurulan ilişki ile
onu dost edinmeyi karıştırmamak lâzımdır. "Ey İnananlar, yahudileri ve lııristiyanları
dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost tutarsa O,
£142]

onlardandır..." âyet-i kerimesinde kafirleri dost edinmek kesinlikle

yasaklanmıştır. Fakat onlara gönül vermeksizin, onların gönlünü kazanmakta bir
£1431

sakınca yoktur.

4614... Hâlid İbn el-Hazzâ'dan demiştir ki: Hasen (-i.Basrî'y)e "Adem (a. s.) gök(te
yaşamak) için mi yoksa (daha sonra gökten yere inip te)yer(de yaşamak) için mi
yaratıldı, bana haber ver" dedim.

"Hayır, o yer(de yaşamak ve üremek) için (yaratılmıştır)" dedi. (Peki): "Eğer (bu
ağaçtan yemekten) kendini korusaydı (yine de onu yemeye mecbur edilir miydi?) Bu
husustaki görüşün nedir?" dedim.



(Tabii) "O ağaçtan yemeye mecbur değildi" karşılığını verdi. Ben de: (Öyleyse) bana
(insanların fıilerinde mecbur olduğu izlenimini uyandıran): "Ona karşı hiç kimseyi
fitneye sürükleyebilecek değilsiniz. Tabii ki cehenneme girecek olan(lar)
£1441

müstesna" âyetlerini açıkla, dedim. O da (bu ayetleri): "Şeytanlar Allah'ın
cehenneme girmesini takdir ettiği kimselerden başkasını saptırarak fitneye

[145] "

düşüremezler" diye tefsir etti.
Açıklama

Hz. Halid İbn el-Hezzâ, kaderle ilgili bazı sözlerin tarafından yarmş anlaşıldığı için
Hasen-ı Basri'den kader hakkında ayrıntılı malumat almak istemiş. Bu maksatla ona:
"Hz. Adem Cennetteki işlediği hatayı işlemeye mecbur mu idi? Yoksa fiillerinde hür
bir irâde sahibi miydi?" diye sormuş. Ve Hasan-ı Basrî hazretlerinden "Hz. Adem, o
suçu işlemeye mecbur değildi. İradesini kullan-saydı o suçu istemeyebilirdi" cevabını
almış. Bunun üzerine Halid, Hz. Hasan-ı Basri'ye "İnsanların fiillerinde hür olmayıp,
mecbur oldukları ve ezelde cehennemlik olmayı gerektiren amelleri işleyerek oraya
geçekleri" intibaını uyandıran Saffat suresinin (62-63) ayetlerini hatırlatmış. Hasan-ı
Basri hazretleri de: "Allah ezelde herkesin hangi ameli işleyeceğini bilip, ona göre
herkesin cennetlik mi yoksa cehennemlik mi olduğunu takdir eder. İşte buna kader
denir. Herkes hür iradesiyle hareket ederek cennetlik ya da cehennemlik olur"
anlamına gelen şu cevabı vermiştir:

"Şeytanlar, Allah'ın cehenneme girmesini takdir ettiği kimselerden başkasını
saptırarak fitneye düşüremez."

Görülüyor ki, Hasan-ı Basri (r.a.) insanların fiillerinde hür olduğu görüşündedir.
Hasan-ı Basri'ye göre Allah insanları irâde ve fiillerinde hür bırakmıştır. Fakat ezeli
ilmiyle daha onlar dünyaya gelmeden Önce onların dünya hayatında yapacakları bütün
işleri en küçük ayrıntılarına kadar bilip ona göre takdir ve tesbit etmiştir. Ancak
insanların hareketleri bu tes-bite bağlı değil, bilâkis bu tesbit insanların hareketlerine
bağlıdır. Ehl-i sünnet'in bu mevzudaki görüşü de aynen Hasan-ı Basrî hazretlerinin gö-
rüşü gibidir.

İnsanın fiillerinde mecbur olduğunu iddia eden bâtıl bir mezheb vardır ki; bu mezhebe
"cebriyye" mezhebi denir. Bu görüşü ilk defa ortaya atan kimsenin genellikle 745
yılında idam edilen Cehm İbn Safvân olduğu kabul edilir.

Bu görüşe göre; insanın hiçbir iş yapma kudreti, irâdesi yoktur. Rüzgâr önünde uçan
tüy gibi her işinde Allah'ın mutlak irâdesine bağlıdır. Aslında yapmış, işlemiş gibi
göründüğü işler gerçekte insana isnat edilemez. Filân insan şunu yaptı dediğimiz
zaman gerçekten değil mecazen, o işi o insana atfetmiş oluruz.

Bu görüşün kısa ifadesi "alın yazisfdır. Allah, daha insanları yaratmadan, hayatı
boyunca o insanın yapacaklarını en küçük teferruatına kadar tespit etmiştir. İnsan

£1461

istesin istemesin bu tespit edilenler teker teker başına gelecektir.

4615... Halici el-Hazzâ, Hasan(ı Basrî'nin) "zaten (Allah) onları bunun
£1471

yaratmıştır." ayet-i kerimesini "şunlar (yani müminler) şunun için (cennet için),



şunlar da (yani kâfirler de) şunun için (cehennem için yaratıldı (1ar)" şeklinde

11481

açıkladığını söylemiştir.



Açıklama

Bu hadis-i şerif, daha insanlar yaratılmadan önce insanların dünyada işleyecekleri
bütün işlerin Allah tarafından bilinip, tesbit ve tayin edildiği ve dolayısıyle daha
insanlar yaratılmadan önce kimlerin Allah'ın rızasına uygun işler yaparak cennetlik
olacakları, kimlerin de Allah'ın rızasına aykırı ve gazabını gerektiren işler yapıp
cehennemlik olacakları takdir edildiği ifâde edilmektedir.

Ancak bir önceki hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi insanların hareketleri
bu ezeli takdir ve tesbite bağlı değildir. Bilakis tesbit, insanların yapacakları
hareketlere bağlıdır. Bir başka ifâdeyle ilim ma'lu-mata tabidir. Bir astronomi alimi bir
sene önceden ayın ya da güneşin tutulacağını bildiği için bu tesbiti yapmıştır. Bu tesbit
hiçbir zaman ayın veya güneşin hareketini etkilemez. İşte bu tesbite kader diyoruz.

£1491

Nitekim (4612) numaralı hadis-i şerifin şerhinde açıklamıştık.

4616... Halid el-Hazzâ dedi ki: Hasan-ı Basrî (r.a.)'e "Ona karşı cehenneme girecek

£1501

olanlardan başka hiç kimseyi fitneye sürükleyebilecek değilsiniz." ayetlerini
sordum da (şeytanlar) "Ancak Allah'ın cehenneme girmesini takdir ettiği kimseyi

Lİ5U

(saptırabilirler)" cevabını verdi.
Açıklama

(4616) numaralı hadis-i şerif üzerinde yaptığımız açıklama bu hadis-i şerif için de
£152]

geçerlidir.

4617... Hammâd (İbn Zeyd), Humeyd (İbn Ebi Humeyd) in (şöyle) dedi (ğini) söyledi:
Hasan-ı Basrî (r.a.): "Gökten yere düşmek bana -iş, kendi elimdedir- demekten daha
£1531

iyidir" derdi.
Açıklama

Metinde geçen "el-emru biyedî= iş(im) kendi elimdedir" sözü "ben kendi işimi kendim
yaratırım. Çünkü insanlar, kendi işlerini kendileri yaratırlar, İnsanların işlerinde,
Allah'ın hiçbir müdâhalesi yoktur. Dolayısıyla ben kader diye birşey tanımıyorum"
anlamına gelir.

Bu ise İslâm inancının bir rüknü olan kaderi inkâr demek olduğundan tâbiûnun
büyüklerinden olan Hasan-ı Basrî gökten yere düşüp hayatını kaybetmeyi bu sözü
söylemeye tercih etmiştir.

(4613) numaralı hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi kaderi inkâr etmek,



büyük bir sapıklıktır. Bu sapık görüşün temsilcisi mutezile
mezhebi mensuplarıdır.

Bu mezhebe göre kul fiilinin halikıdır. Kulun fiillerinde Allah'ın hiç bir müdahalesi
yoktur. Nakli delilleri ise şu âyet-i kerimelerdir:

Lİ541

1. "Kim kötülük yaparsa onunla cezalanır"

£1551

2. "Her şahıs kazandığına (mukabil) bir nevi rehinedir."

£1561

3. "Ey Rabbimiz! Biz nefislerimize zulm ettik."

£157]

4- "Dileyen imân etsin. Dileyen inkâr etsin,"

Mutezileye göre, bu âyet-i kelimelerdeki fiiller kullara isnâd edilmektedirler. Bu
durum fiillerin tamamen insan tarafından yaratıldığına delâlet eder.
Hakkın Ve hakikatin temsilcisi olan ehl-i sünnete göre ise bu âyet-i kerimelerde geçen
fiillerin kula isnâd edilmesi bu fiillerin yaratıcısının kullar olduğuna delâlet etmez.
Çünkü herhangi bir fiil sâdır olduğu mahalle isnad edilir. O fiili yaratana değil, mesela
beyazlık herhangi bir cisme is-nad edilir. Fakat beyazlığı yaratan o cisim değil Hak
Teâlâdır. İnsanlara isnâd olunan her fiil de böyledir.

Mutezile'nin nakli delillerinden biri de "... yaratanların (suret yapanların) en güzeli

£1581

olan Allah'ın sânı ne yücedir." ayet-i kerimesidiı. Mutezileye göre; bu âyet-i
kerimede: Hak Teâlâ'nm en güzel halik olduğu beyan olunduğuna göre; Allah'dan
başka halik bulunduğu, fakat onların mahlûkâtmm noksan ve kusurlu olduğu mânası
anlaşılmaktadır.

Ehl-i sünnet uleması, bu âyet-i kerimede zikredilen "halk" kelimesinin, yaratmak
mânasında olmayıp, "takdir", yani mümkini tahdid ve tasvir mânasına olduğunu

£1591

söylemişlerdir. Zira: "Allah herşeyin yaratıcısıdır." "Allah'dan başka yaratıcı var
£1601

mıdır?" gibi âyet-i kerimeler, Hak Teâla'mn her şeyin yaratıcısı olduğunu ve
O'ndan başka yaratıcı bulunmadığını çok açık olarak ifade etmektedir.
Kulun, mükellef ve yaptığı işten sorumlu olması için; mutlaka onu yaratması
gerekmez. Kulun sorumlu olabilmesi için, o işi yapmayı irade etmesi, ona yönelmesi
ve onu kesbetmesi kâfidir. Kul kâsib değil, hâlikdir demekle, kulu hâlikıyyet
mertebesine ulaştırmış, bazı mümkinâtm Allah'dan başka hâliki olduğunu iddia etmiş

ÜMİ

ve Allah'a hâlikıyyet sıfatında şerik koşmuş oluruz. Bu ise asla caiz değildir.

4618... Humeyd dedi ki: Hasan-ı (Basrî , birgün) Mekke'de bizim yanımıza geldi.
Mekke halkının fıkıh alimleri bana, birgün Mekke'li fıkıh alimleriyle oturup onlara
nasihat etmesi hususunda kendisiyle konuş(up ricada bulun)mamı söylediler. (Bunun
üzerine ben kendisiyle bu hususu konuştum. O da ricamı kabul ederek): Evet (olur)
cevâbını verdi. Bunun üzerine (Mekke'li âlimler bir yerde) toplandılar (Hasan-ı Basrî
Hazretleri de onlara bir konuşma yaptı. Doğrusu) ondan daha hatip bir insan gör-
medim. (Orada bulunanlardan) birisi (Hz. Hasan-ı Basrî'ye hitaben): "Ey Ebû Saîd
şeytanı kim yarattı?" diye sordu. (Hasan-ı Basrî de): "Sübhanallah! Allah'dan başka



yaratıcı mı var? Şeytanı da Allah yarattı. Hayrı da (Allah) yarattı, şerri de!" cevabını
verdi. (Soruyu soran) adam (bu cevâbı alınca), "Allah onları kahretsin; bu şeyh

£1621

hakkında nasıl da yalan uyduruyorlar" dedi.
Açıklama

Bu hadis-i şerif "kul fiilinin halikıdır" diyen mutezile'nin aleyhine, "kul kâsibdir
(kazanıcıdır) Allah da yaratıcıdır" diyen ehl-i sünnetin lehine bir delildir.
(4621- 4622) numaralı hadis-i şeriflerde de geleceği üzere Mutezile taraftarları kendi
fikirlerini Hz. Hasan-ı Basrî'ye isnad ederek, halkı bu fikirlere davet ederlerdi. Oysa
Hasan-ı Basrî hazretlerinin bu mevzûdaki görüşü Mutezileye taban tabana zıt idi.
Hz. Hasan-ı Basrî, Mekke'de yaptığı söz konusu konuşmasında bu mevzûdaki
görüşlerini açıklayınca Mutezile taraftarlarının Hz. Hasan-ı Basri'nin de kendilerinden
olduğuna dâir yaptıkları propagandaların tesiri altında kalarak Hasan-ı Basrî
hazretlerine "şeytanı kim yarattı?" diye soru soran kimse de bu propagandaların
tamamen asılsız, kuru bir idda ve iftira olduğunu anlayarak; "Allah onları kahretsin bu
şeyhin hakkında nasıl da yalan harcıyorlar" demekten kendini alamamıştır. Mutezile
ile ehl-i sünnet arasında ihtilaflı olan "kulların fiilleri" mevzuunu bir önceki hadisin

[163]

şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.

4619... Humeyd'den (rivayet olunduğuna göre) Hasan-ı basrı; "işıe biz onu suçluların

LL64J

kalbine böyle sokarız." (ayet-i kerîmesinde geçen) , "onu" kelimesini "şirki" diye

£1651
tefsir etmiştir

Açıklama

Hz. Hasan-ı Basri ayet-i kerimede geçen "onu" kelimesini "şirki" diye tefsir etmiştir.
[166]

Ancak bu tefsiri Cebriyecilerin anladığı manada kuldan iradeyi kaldıran onu
iradesiz ve ihtiyatsız, rüzgâr önünde sürüklenen bir yaprak durumuna düşüren mümin
ya da müşrik olma tercihini ortadan kaldıran bir tefsir değildir.

Hasan-ı Basrî'nin bu tefsirine göre Allah ezelde, ilm-i ezelisi ile irâdesini iman
yolunda mı yoksa şirk yolunda mı kullanacağını bilir ve bunu takdir eder. Günü
gelince iradesini şirk yolunda sarfedeceği takdir edilen insan gerçekten Allah'ın bildiği
ve takdir ettiği şekilde irâdesini o yolda kullanır. İradesini bu yolda kullanmak
suretiyle şirki kazanmış olur. Allah da bu yüzden onun kalbinde şirki yaratır.
Görülüyor ki, Hasan-ı Basrî'nin bu sözü Cebriye'yi değil "kul kâsib, Allah haliktır"
diyen ehl-i sünneti desteklemektedir. Cebriyye mezhebinin bu konudaki görüşlerini
(4614) numaralı hadis-i şerifin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum
görmüyoruz.

Kalplerin ve kulakların mühürlenmesi mevzuuna da temas ederek bu konuya son
vermek istiyoruz.

Bilindiği gibi Yüce Allah: "Allah da onların kalplerini ve kulaklarını mühüıiemiş,



gözlerine de perde çekmiştir. Onlar için büyük azap vardır." (Bakara (2) 7) mealindeki
âyet-i kerimede kalp ve kulakların mühürlenmesinden bahsetmektedir. Bu durum,
Cebriyyenin anladığı gibi değildir. Yani sırf Allah ezelde bazı kimselerin kalplerinin
ve kulaklarının mühürlenmesini istediği için, onların kalbi ve kulakları mühürlenmiş
değildir. Bilâkis, Allah onların hakka ve hakikata kalp ve kulaklarını tıkayacaklarını
bildiği için ezelde böyle takdir etmiş, onlar da gerçekten bu dünyaya gelince Allah'ın
ilmine uygun olarak, kalplerini ve kulaklarını hakka tıkayıp onları rnühürlemişlerdir.
Nitekim yüce Allah Saff suresinin beşinci âyetinde bu hususu şöyle açıklamıştır:
"Onlar (haktan) ayrılıp, uzaklaştıkları zaman, Allah da onların kalplerini (hidâyetten)
Lİ671

uzaklaştırdı."

4620... Ubeyd es-Sayd'dan; demiştir ki: Hasan (el Basrî hazretleri) Yüce Allah'ın: "Ve

£1681

kendileriyle arzu ettikleri şey arasına perde çekilmiştir" ayeti hakkında şu

£1691

açıklamayı yapmıştır: "(Yâni) onlarla iman arasına perde çekilmiştir."
Açıklama

Bu hâdis-i şerif, kaderi inkâr eden Mutezilenin aleyhine ve kadere imanı İslâm inanç
sisteminin bir rüknü sayan ehl-i sünnetin lehine bir delildir.

Bir önceki hadis-i şerifin şerhinde açıkladığımız gibi Hasan-ı Basrî hazretlerinin bu
sözünden Cebriye'nin anladığı manada bir kader inancı çıkarmak da asla doğru olmaz.
Çünkü bu cümlede o manaya gelen bir ifade yoktur.

Metinde geçen âyet-i kerimede anlatılmak istenen, öldükten sonra dirilme ile başlayan
âhiret alemindeki kâfirlerin durumudur. Söz konusu ayet-i kerime kendinden önceki
ayetlerle birlikte okununca bu durum kolayca anlaşılır: Mevzumuzu teşkil eden bu
âyet-i kerime ile kendisinden önceki âyetlerin meali şöyledir: "-Ey Muhammed -telaşa
düştükleri zaman (onları) bir görsen: Hiç kaçamak yoktur. Ona yakın yerden ya-
kalanmışlardır. Ona inandık demektedirler, ama uzak yerden (tâ dünyadan imanı
almak) nasıl mümkün olur? Halbuki daha önce onu inkâr etmişlerdi. Uzak yerden
görünmeyene taş atıyorlardı. Artık kendileriyle arzu ettikleri şey arasına perde
çekilmiştir. Tıpkı bundan önce benzerlerine yapıldığı gibi. Çünkü onları endişeye

im

düşüren bir kuşku idi."

4621... İbn Avn'dan demiştir ki: "Ben Şam (sokaklann)da yürüyordum. Birisi
arkamdan bana seslendi. Dönüp baktım. Meğer Recâ İbn Hayve imiş. (Bana hitaben):
"Ey Ebû Avn (bu halkın) Hasan-ı Basrî hakkında söyleyip durdukları şeyler(in aslı)
nedir?" dedi. (Ben de): "Gerçekten onlar Hasan adına çok yalan üretiyorlar" cevabını
[illi

verdim.

4622... Hammâd dedi ki: Ben Eyyûb es-Sahtiyânî'yi (şöyle) derken işittim: "Hasen (el-
Basri) adına yalan üreten insanlar iki kısımdır. (Birinci kısmı teşkil eden) insanlar
kader(in olmadığı) görüşünde olanlardır. Bunlar (Hz. Hasan adına ürettikleri) bu



yalanlarla kendi görüşlerini yaygınlaştırmak istiyorlar. (İkinci kısmı teşkil eden) diğer
insanlar ise kalplerinde Hasan-ı Basrî için kin ve Öfke bulunan insanlardır. (Bunlar da
onun hakkında); -O böyle demedi mi, o şöyle demedi mi?-di(yerek onun adına yalan
£1721

üretiyorlar.

4623... Yahya İbn Kesir' den demiştir ki: Kurre b. Hâlid bize şöyle derdi: "Ey gençler,
Hasan-ı Basri aleyhine (çıkartılan onun kaderiyye mezhebinden olduğuna dair
iddialara) kendinizi kaptırmayınız. (Şunu iyi bilin ki iddiaların tam tersine) onun

Lİ73J

görüşü sünnetin ve doğrunun ta kendisi idi."

4624... İbn Avn'dan demiştir ki: Eğer biz Hasn-ı Basrî'nin (kaderle ilgili) sözlerinin
(halk arasında böyle yanlış bir şekilde) yayılacağını bilseydik, onun bu sözlerden
döndüğüne dair bir kitap yazar ve buna şâhidler tutardık. Fakat biz (bu sözlerin böyle
ters anlaşılacağını bilemediğimiz için; bunlar Hz. Hasan'm ağzından) çıkmış birtakım
kelimelerdir bunlar, kendileriyle hiç te ilgisi olmayan manalara) çekilemezler;

£1741

demiştik.

4625... Eyyûb (es-Sahtiyânî)'den demiştir ki: Hasan(-ı Basrî) bana: "Bir daha ben o
hususta(kaderle ilgili olarak yanlış anlaşılmaya müsait söylediğim sözlerin) bir

£1751

benzerini bir daha asla ağzına almayacağım" dedi.

4626... Osman - el-Bettî'den demiştir ki: "Hasan (-1 Basrî tefsir ettiği) her âyeti

kaderin varlığına dair tefsir etti."

Açıklama

Mevzûmuzu teşkil eden, hadis-i şerifler; Hasan-ı Basrî hazretleri, aslında sünnetten
kupayı sapmayan ve dolayısıyla kaza ve kadere inanan dini bütün bir müslüman oldu-
ğu halde, onu kendilerinden göstermeye çalışan istismarcı kaderiyeciler ile kendisine
özel kinleri olan bazı sapık kimselerin kaza ve kaderi inkâr eden bir kimse olarak
gösterme gayretine düştüklerini ve bu uğurda onun te'vile müsait bazı sözlerini
malzeme yapmaya yeltendiklerini ifade etmektedirler.

İslâmin bu güzide âliminin vefatından sonra bu gibi sözlerinin, sözü geçen kötü niyetli
kimseler tarafından malzeme yapılmak istendiğini farkeden bazı müslümanlar bu
durumdan çok rahatsız olmuşlar. "Keşke onun sözlerinin bu şekilde sû-i te'vile
uğrayacağını tahmin edebilseydik de bu sözlerle böyle bir mana kasdetmediğine dair
bir belge hazırlasay-dik" demekten kendilerini alamamışlardır.

(6425) numaralı hadis-i şeriften anlaşıldığı üzere, Hasan-ı Basrî kendisinin, kaderi
kabul etmediği izlenimini uyandıran sözlerini söyledikten sonra, bu sözleri bilerek ve
şuurla söylediğini, binâenaleyh doğruluğuna inandığı bu sözlerden dönmesinin asla
sözkonusu olamayacağını yeri geldikçe ifade etmekten geri durmamıştır.
Bezl-ül-Mechûd yazarının "Tehzibu't-Tehzib"den naklettiğine göre Hasan-ı Basri



(r.a.)'in bu sözlerinden birisi "Hayır kader iledir ama, şerr kader ile değildir" sözüymüş
ve Eyyüb-es-Sahtiyânî bu hususta onunla

münazara yapmış ta kendisine "Ben bu sözümden asla dönmem" cevabını

um

vermiş."

Ancak Hasan-ı Basrî Hazretlerinin bu sözünden kaderi kabul etmediğini anlamı
çıkarılamaz. Hatta "Hayır kader iledir" sözü onun kadere inandığını açıkça ortaya
koymaktadır.

Fakat onun kader konusunda şerri hayırdan ayrı mütalaa etmesi, sadece Allah'ın şerre
rızası olmadığı noktasından ileri gelebilir.

Çünkü her ne kadar şerri de Allah yaratırsa da ona rızâsı yoktur. Bununla beraber
Allah kulun kesbi ve iradesi sebebiyle yine kulun elinde şerri yaratır.
Hayra gelince; Allah'ın ona rızâsı olduğu için onu kulun kesbi ve iradesine bağlı
olarak yarattığı gibi, bazan kulun kesbi olmadığı halde sırf kendi lütuf ve ihsanı ile de

078]

yaratır. Binaenaleyh Yüce Allah'ın "...De ki: Hepsi de Allah tarafmdandır...."
ayetinde açıklandığı üzere herşeyi bir kader planında yaratan AH ah tır. Fakat hayra
rızası var şerre ise yoktur. Hayır ile şerr arasında yaratılış bakımından böyle bir fark
vardır. Bu bakımdan Hasan-ı Basrî Hazretlerinin: "Şer kader ile değildir" sözünü
"Allah'ın şerre rızası yoktur" şeklinde anlamak gerekir. Çünkü bunca âyât-ı beyyinât
ve onun kaderi kabul ettiğine dair (4621, 4622, 4623, 4624, 4626) numaralı hadis-i
şerifler varken bu ümmetin hüccet meselesindeki tüm alimlerinin lehine şâhidlik ettiği
Hasan-ı Basrî (r.a.) gibi bir zâtın kaderi inkâr ettiğini söylemek büyük bir haksızlık ve
zulüm olur.

İslâm tarihinde kaderi inkâr edenler bellidirler. (4613) numaralı hadisin şerhinde de
açıkladığımız gibi bunlara "kaderiyeciler" denir.

Mezheb imanımız Ebu Mansûr Mâtûrîdi'nin buyurduğu gibi kaderiyeciler kader
konusundaki inkarcı görüşlerinden dolayı Allah'ın açık beyanlarını, Nuh
Aleyhisselami, Cennet ve Cehennem ehlinin sözlerini ve hatta şeytanların bile itiraf
ettiği bir gerçeği yalanlamışlardır. Şöyle ki kade-riyyeciler bu sözleriyle:

1. Allah'ın: "...Allah dilediğini sapıklık içinde bırakır, dilediğini de doğru yola

[İ791

iletir. . . " mealindeki beyanına,

2. Nuh aleyhisselâm'm: "Eğer Allah sizi azdırmak dilemişse ben, size nasihat etmek

OM

istesem de nasihatim size fayda vermez" mealindeki sözüne,

3. Cennet ehlinin: "Lütfedip bizi buraya getiren Allah'a hamdol-sun. Allah, bizi

" OM]

getirmeseydi, biz bunu (bu nimeti) bulamazdık" mealindeki sözlerine,

082J

4. Cehennem ehlinin: "Allah bize yol gösterseydi, biz de size yol gösterirdik"
mealindeki sözlerine,

0831

5. Şeytanın dile getirdiği: "Beni azdırdın..." mealindeki gerçeğe ters

IlMl

düşmüşlerdir.

Hasan-ı Basrî gibi bir alim-i yektanın böyle bir hataya düştüğünü söylemek gerçekten



11851

hakka ve hakikate aykırılığın ötesinde büyük bir gaflet ve hamakat olur.



7. (Sahabeler Arasında) Faziletler (İn) E (Dair Yapılan) Derecelendirme

4627... İbn Ömer'den demiştir ki: Biz peygamber (s.a.) zamanında: "Sahâbilerden
hiçbir kimseyi Ebû Bekir'e denk tutmayız, (bilâkis onu hepsinden üstün görürüz.
Ondan) sonra aynı şekilde Ömer'e (kimseyi denk tutmayız) sonra da aynı şekilde
Osman'a (kimseyi denk tutmayız). Peygamber (s.a.) in (diğer) sahâbilerini ise (kendi
hallerine) bırakırız; aralarında bir derecelendirme yapmayız (bir diğer rivayete göre:

£1861

diğerlerinin arasında fazilet farkı gözetilmez)" derdik.

4628... Salim İbn Abdullah , (Abdullah) İbn Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmiştir.
"Biz Rasûlullah (s.a.) hayatta iken: Peygamber (s.a.) in ümmetinin en faziletlisi Hz.
Peygamberden sonra Ebû Bekir'dir. Sonra Ömer, sonra da Osman'dır. Allah hepsinden
[İ871

razı olsun, derdik"

4629... (Hz. Ali'nin oğullarından olan) Muhammed İbn el Hanefıy-ye'den (şöyle) dedi
(ği rivayet edilmiştir):

"Babama, Rasûlullah (s.a.)den sonra insanların en hayırlısı kimdir? diye sordum. Ebû

Bekir'dir, dedi.

Sonra kimdir? dedim.

Sonra Ömer'dir, cevabını verdi.

Sonra kimdir, derim de , Osmandır, cevabını verir diye korktum. (Bu soruyu
soramadım). Bunun üzerine: Sonra sensin ey babacığım! dedim.

£1881

Ben sadece müslüfhafılardan birisiyim, karşılığını verdi.

4630... Muhammed el-Firyâbî, Süfyân-es-Sevrî'nin şöyle dediğini rivayet etti:
"Kim Ali Aleyhisselâm'm halifeliğe Ebû Bekir ile Ömer (r.a.)'dan daha lâyık olduğunu
iddia ederse, o kimse, hem Ebû Bekir'e, hem Ömer'e, hem de muhacirlerle ensara hatâ
isnâd etmiş olur. Böyle bir kimsenin böyle bir tutum ile amelinin semâya yüksel(ip

£1891

kabul gör)eceğine ihtimal vermiyorum."

4631... Abbâd es-Semmâk (şöyle) dedi: Ben Süfyân es-Sevrî'yi: "Halifeler beştir: Ebû
Bekir, Ömer, Osman, Ali ve Ömer İbn Abdi'l-Azîz. Allah onlardan razı olsun" derken
£1901

işittim.
Açıklama

Hattâbi (r.a.)'in açıklamasına göre (4627) numaralı hadis-i şerifte, geçen: "Biz
peygamber zamanında Hz. Ebu Bekir'e kimseyi denk tutmazdık" mealindeki cümlede
Hz. Ebû Bekr'e denk olamayacakları söylenen kimselerden maksat haklarında: "onlara



£1911

danış..." âyet-i kerimesi nazil olan kimselerdir. Bir başka ifadeyle bu

kimselerden maksat şûra üyeleridir. Bunların, tavsiye ve görüşlerine müracâat
edilebilen kimseler oldukları âyet-i kerime ile sabit olduğundan, faziletleri herkes
tarafından kabul edilen kimselerdir. Bu sebeple sahabe-i kiram arasında faziletlerine
göre bir sıralama söz konusu olunca, şûra üyelerinin akla gelmemesi mümkün
değildir. Hz. Abdullah İbn Ömer, Hz. Ebu Bekr'in sâhabiler arasındaki yerini
belirtmek isteyince, tabiatiyle. aklına ilk gelen husus, faziletlerinde şüphe olmayan
şûra üyeleriyle mukayese etmek olmuştur. Çünkü ümmetin en faziletlileri, Hz.
Peygamber dönemindeki şûra ehli olduğuna göre, Hz. Ebû Bekr'in onlardan üstün
olduğunu söylemek, onun Hz. Peygamberin ümmetinin tüm fertlerinden üstün
olduğunu söylemek anlamına gelir.

İslâm tarihinden anlaşıldığı gibi, Hz. Peygamber zaman zaman değişik cemaatlerle bir
şûra oluşturup onlarla istişare etmiştir. Bunlardan birisi Uhut savaşma katılan

1192i ''
mücahidlerdir. Nitekim "bir peygamber, zırhını giydikten sonra (harpten

£1931

vazgeçerek) onu çıkarması kendisine yakışmaz" mealindeki hadis-i şerifte bunu
ifade etmektedir.

Sözü geçen şurayı oluşturan diğer bir cemaat büyük Bedir savaşma katılan

£1941

mücahidlerdir. Hz. Peygamber, Bedir savaşma çıkarken onlarla istişare etmiştir.
Üçüncüsü ise Habbâb İbn Münzir, Ebu Bekir ve Ömer gibi akıl ve görüşlerine
güvenilen sahabilerdir.

Nitekim Hz. Peygamber, Bedir Savaşma giderken ordunun karargahmı nerede
kuracağı konusunda, Habbâb İbn Münzir'le Bedir'de ele geçen esirlerin, fidye
karşılığında salınıp salmmayacağı konusunu da Abdullah İbn Mes'ud, Ebıı Bekir,
Ömer fr.a.) gibi sahâbileıie görüşmüş ve bir karara bağlamıştır.

Hendek savaşında, Gatâfanlılarla yapılan sulh müzakeresi esnasında da Sa'd ibn Mûaz

£1951

ve Sa'd İbn Ubade ile istişare etmiştir.

Yine Hattâbî (r.a.)'in açıklamasına göre, Hz. Abdullah, Hz. Ali'nin faziletini bildiği
halde bu hadiste O'ndan hiç bahsetmemiştir. Çünkü, Hz. Ali, Hz. Peygamber devrinde
daha çocuktu. O devirde çocukluk devrinden çıkmış yaşlı başlı kimseleri söz konusu
ettiği için Hz. Ali'den bahsetmesi uygun düşmemiştir.

Hz. Ali'nin, faziletçe, Hz. Ebu Bekir ve Ömer'den sonra gelen sahabi-lerden biri
olduğu bilinmekle beraber ulema Hz. Ömer'den sonra Hz. Osman'ın mı yoksa Ali'nin
mi daha faziletli olduğu konusunda ihtilâf etmişlerdir. Selef ulemâsının Cumhuruna
göre Hz. 'Osman, Hz. Ali'den daha faziletlidir. Küfe ulemasının Cumhuruna göre ise
Hz. Ali, Hz. Osman'dan daha faziletlidir.

Nitekim Süfyân-ı Sevri (r.a.); "Kûfe'nin ehl-i sünnet ulemasına göre, Hz. Ali Hz.
Osman'dan daha faziletlidir. Basralı ehl-i sünnet ulemasına göre ise Hz. Osman daha
faziletlidir 1' demiştir.

Müteahhirin ulemâsı ise bu hususta çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazıları sahabe
olarak Hz. Ebu Bekir'in bütün sahabilerden üstün olduğunu söylerken bazıları da Hz.
Peygambere yakınlık cihetinden Hz. Ali'nin bütün sahabelerden üstün olduğunu
söylemişlerdir.



"Hiçbir sahabenin diğerinden daha üstün veya aşağı olduğu söylenemez" diyenler
olduğu gibi, Ebu Bekir (r.a.)'in Hz. Ali'den daha hayırlı, Hz. Ali'nin ise Hz. Ebû
Bekir'den daha faziletli olduğunu söyleyenler de vardır. Bu görüşte olanlara göre
hayırlı olmak başka faziletli olmaksa başkadır. Çünkü hayır geçişlidir (yani kişinin
kendisini aşarak başkasına da ulaşır), fazilet ise geçişsizdir.

BezIu'I-Mechûd yazarının dediği gibi sahabeler arasında faziletçe en üstün olanlar
dört halifedir. Bunların kendi aralarındaki derecelendirme ise hilafet sırasına göre en
başta Hz. Ebû Bekir, sonra Hz. Ömer, sonra Hz. Osman, sonra Hz. Ali gelir.
(4629) numaralı hadis-i şerifteki: "Ben sadece müslürnânlardan biriyim" mealindeki
Hz. Ali'ye ait söz, Hz. Ali'nin faziletsiz olduğuna değil, onun tevâzuuna delalet eder.
Binâenaleyh bu hususta en isabetli görüş ehl-i sünnetin görüşü olduğundan Hz.
Süfyan-ı Sevrî aksini iddia eden bir kimsenin bir anlamda muhacirleri de ensan da
suçlamış olacağından onun amellerinin Allah katında makbul olmayacağını

£1961

söylemiştir. Çünkü yüce Allah: "Güzel soz ona çıkar, iyi amel onu yükseltir"
buyurmuştur.

(4631) numaralı hadis ise ayrıca Ömer İbni Abdil-Aziz'm sünnet çizgisinde icrây-ı

[1971

hükümet eden İslam halifelerinden biri olduğunu açıkça ifade etmektedir.
8. Halifeler (Hakkında Gelen Hadisler)

4632... İbn Abbâs (r.a.)'dan (rivayet edildiğine göre) Ebu Hureyre (radiyallahü anh)
şöyle demiştir: Adamın biri Rasûlullah (s.a.)'e gelip: "(Ey Allah'ın Rasulü!) Ben bu
gece (rüyamda) kendisinden yağ ve bal yağan bir bulut gördüm. Halkı da (yağan yağ
ve baldan) elleriyle avuçlarken gördüm. Kimisi çok avuçluyordu, kimisi de az. Bir de
gökten yere ulaşan bir ip gördüm. Ey Allah'ın Rasülü, senin de o ipi tutup yükseldiğini
gördüm. Sonra onu başka bir adam tutup o iple o da yükseldi. Sonra başkası onu tutup
onunla o da yükseldi. Sonra onu başka bir adam tuttu. Fakat (ip) koptu. Sonra (ip
koptuğu yerden) ulandı. Onunla (o adam da) yükseldi."

(Bu rüyayı Hz. Peygamberle birlikte dinleyen) Hz. Ebu Bekir (söz alarak: "Ey Allah'ın
rasulü!) İzin ver de ben onu yorumlay ayım "dedi. (Hz. Peygamber de: "Haydi) onu
yorumla!" buyurdu. Bunun üzerine (Hz. Ebû Bekir şöyle) dedi: "Buluta gelince. (O)
İslâmm bulutudur. (Ondan) yağan yağ ve bala gelince o da Kur'andır. (Yani Kurân'm)
yumuşaklığı ve tadıdır. (Yağ ve baldan) çok ve az avuçlaym(lar)a gelince o Kur'an'dan
az ve çok alan (1ar) dır.

Gökten yere ulaşan ip, senin üzerinde bulunduğun hakk (yol) dur. Sen onu tutuyorsun
(o da) seni Allah'a yükseltiyor. Senden sonra onu bir adam daha tutuyor. O iple (o
adam da) yükseliyor. Sonra onu başka bir adam tutuyor, (fakat ip) kopuyor. Sonra O
adam için (ip) ulanıyor ve onunla o adam da yükseliyor. Ey Allah'ın Rasulü! Bana
kesinlikle söyle! (yorumumda) isabet mi ettim hata mı ettim?
(Hz. Peygamber de): "Bazısında isabet ettin, bazısında hatâ ettin"
buyurdu. Bunun üzerine (Hz. Ebû Bekir) "Ey Allah'ın rasulü yemin verdim hatamın ne

£1981

olduğunu bana söyle!" dedi. Peygamber (s. a.) de, "Yemin verme!" buyurdu.



4633... Ubeydullah b. Abdullah'dan (rivayet edildiğine göre) İbn Abbâs (r.a.) da şu



(bir önceki hadis-i şerifte anlatılan) olayı Peygamber (s.a.)'den (şu farkla) rivayet
etmiştir: "Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem, Hz. Ebû Bekir'e (bu tabirinde yanılıp

£1991

yanılmadığı yerleri) açıklamayı kabul etmedi."
Açıklama

Tamamı Eymân bölümünde (3298) numaralı hadiste geçen bu nadis_j şerifler, başta
Hz. Ebû Bekir olmak üzere dört halifenin dördünün de Hz. Peygamberin gerçek
halifeleri olduklarını, dördünün de Hz. Peygamberin tuttuğu İslamm nurlu ve feyizli
yolunda yürüyerek Allah'ın rızâsına erdiklerini söyleyen ehl-i sünnetin lehine, Hz. Ebu
Bekir ile Hz. Ömer, Osman ve Ali (r.a.)'e dil uzatmak isteyen sapık mezheb
mensuplarının da aleyhine delildir.

Bazı müfessirlere göre; takva sahiplerine söz verilen cennetin durumu şudur: 1.
İçinde bozulmayan sudan ırmaklar, 2. Tadı değişmeyen sütten ırmaklar, 3. İçenlere

r2001

lezzet veren şaraptan ırmaklar, 4. Ve süzme baldan ırmaklar..." ayet-i
kerimesinde zikredilen dört ırmaktan maksat, dört halifedir. Ayet-i kerimedeki sıraya
göre ikinci halife olarak sütten ırmağı Hz. Ömer teşkil etmektedir. Nitekim bu hikmete
mebnî olarak Hz. Ömer rüyada kendisini kana kana süt içerken görmüş ve Hz.

Peygamber de bunu Hz. Ömer'in ilmine yormuştur.

AvnuT-Ma'bud yazarının açıklamasına göre, hadis-i şeriflerde elinde ipin önce kopup
ta sonradan ipin ulanmasiyla ona yapışıp Allah'ın rızasına kavuşmaya muvaffak
olduğundan bahsedilen zâttan maksat, Hz. Osman'dır. Onun elinde ipin kopması,
kendi hilâfet döneminde meydana gelen bazı nahoş hadiseler sebebiyle, hizmetinin ve
dolayısıyla Allah'ın rızasına erme imkânın, tehlikeye girmesini, sonra ipin ulanmasiyla
ona yapışıp yükselmesi de şehidlik mertebesine ermek suretiyle, Allah katında büyük
bir mertebeye ermesini simgeler.

Merhum Ahmed Davudoğlu bu hadis-i şerifleri açıklarken şu görüşlere yer verir:
"Metinde geçen 'bazısında isabet ettin, bazısında yanıldm' sözünden muradın ne
olduğu ulema arasında ihtilaflıdır. İbni Kuteybe ile başkalarına göre, bunun mânâsı:
"Tefsirinde isabet ettin, hakiki te'vîlini buldun, ama ben emretmeden tefsirine şitab
etmekte yanıldm" demektir. Bâzıları bu te'vîli fasit bulmuşlardır. Çünkü Peygamber
(s.a.v.) rü'yayı te'vîî hususunda Ebû Bekr'e izin vermişti. Onlara göre, Ebû Bekr, ancak
rÜ'yanm bazı yerlerini ta'bir etmeden bıraktığı için hatâ etmiştir. Çünkü rü'yayı gören:
"Ben yağ ve bal yağdıran bulut gördüm" demişti. Ebu Bekr bunu Kur'an'la onun
lezzeti ve yumuşaklığı ile tefsir etmiştir. Halbuki bu yalnız balın tefsiridir. Yağın
tefsirini bırakmıştır. O sünnet diye tefsir edilir. Ebû Bekr'e yaraşan: "Kur'an ve
Sünnet" demekti. Tahâvî de bu kavle işaret etmiştir.

Diğerlerine göre hata, Hz. Osman'ın hal'inde olmuştur. Çünkü rü'ya-da zikredildiğine
göre, Hz. Osman, ipten tutunmuş, ip kopmuştur. Bu da Osman (r.a.)'m kendiliğinden
hilâfetten hal' edildiğini gösterir. Ebû Bekr ise bunu: "Osman zorla hal edilmiş ve
öldürülmüş ve hilâfete başkası geçmiştir." şeklinde tefsir etmiştir. Cümlenin doğru
tefsin ipin eklenmesini, Osman'ın kavminden başka birinin iş başına geçmesine
hamletmektir. Bir takımları da, hatânın, ta'bir için Peygamber (s.a.v.)'den izin iste-
mesinde olduğunu söylemişlerdir.



Peygamber (s.a.v.)'m Hz. Ebû Bekr'e:

"Yemin verme!" demesi yeminini tekrarlama, çünkü söylemiyeceğim, manasınadır.

\202~]

Bazıları bunu düşünürsen hatânı anlarsın, mânâsına almışlardır.
Bazı Hükümler

1. Rü'ya tâbiri, caizdir. Rü'yayı tabir eden kimse, bazan isabet, bazan- hatâ
edebilir. Rü'ya aleP ıtlak ilk ta'bir edenin dediği gibi çıkmaz. İsabet ettiği zaman, onun
dediği gibi çıkar.

2. Yemin eden kimsenin, yemininde durması, bir mefsedeti veya meşakkati icâb
ederse, o yemini bozmamak, müstehab değildir.

3. Kaadî İyâz'in beyânına göre, kasem kelimesiyle yapılan yeminde, keffâret yoktur.
Çünkü Hz. Ebû Bekr sadece kasem ederim demiş; fazla bir şey söylememiştir. Nevevî,
Kaadî'nin sözüne şaşmakta ve Hz. Ebû Bekr'in vallahi diyerek yemin ettiğini bütün
Müslim nüshalarının sarahaten naklettiğini hatırlatmaktadır. Yine Kaadî'nin beyânına
göre, İmam Mâlik'e: Bir adam rü'yayı içinden şerre yorduğu halde, ağzından hayra
yorabilir mi? diye sorulmuş, İmam Malik: Maazallah peygamberlikle oynanıyor mu?
Rü'ya peygamberliğin cüzlerindendir, de mistir.

4. Hadis-i Şerif, rü'ya ilmini öğrenmeye ve rü'yayı sorup te'vil etmeye teşvik

r2031

mahiyetindedir.

4634... Ebû Bekre'den {rivayet edildiğine göre) peygamber (s. a.) bir-gün (halka)
"İçinizden (bu gece) kim rüya gördü?" diye sormuş. (Orada bulunanlardan) birisi de:
"Ben gördüm" cevabını vermiş (ve sözlerine şöyle devam etmiş:
Gökten sanki terazi gibi birşey indi. Sen, Ebû Bekir'le birlikte tartıldın ve Ebu
Bekir'den ağır geldin. Ömer de, Ebû Bekir'le tartıldı. (Bu sefer) Ebû Bekir, ağır geldi.
Ömer, bir de Osman'la tartıldı (bu sefer de) Ömer ağır geldi. Sonra terazi (göğe)
kaldırıldı (Ravî Ebû Bekre bu rivayetini şöyle bitirdi:)

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.)'in yüzünde memnuniyetsizlik (alâmetleri) sorduk.
[204]

4635... (Ebû Bekre'nin) babasından (rivayet edildiğine göre) Peygamber sallailâhü
aleyhi ve sellem bir gün (sahâbilerine: "Bu gece) hanginiz rü'yâ gördü?" diye sormuş
(ravi, hadisin bundan sonraki kısmında bir önceki hadisin) manasını rivayet etmiş,
(fakat bir önceki hadiste, Hz. Peygamberin yüzünde görüldüğünden bahsedilen)
memnuniyetsizliği zikret-memiştir. (Ancak sözü geçen memnuniyetsizlik yerine şu
sözleri) söylemiştir:

Rasûlullah (s. a.) buna üzüldü. Yani bu (rüya) onu üzdü. Bunun üzerine (şöyle)
buyurdu: (Anlatılan rüyanın delâlet ettiği mana) Peygamber halifeliğidir. (Bu halifelik
bir gün sona erecek) sonra (yerine sultanlık gelecektir. İşte o zaman) Allah (bu) mülkü

[205]

(n idaresini) istediği kimseye verir."



Açıklama



Bu hadis-i şerifler, Hazret-i Peygamberden sonra ümmeti Muhammed içerisinde en
faziletli kimsenin, Hz. Ebu Bekir olduğuna, Hz. Ömer'in de Hz. Osman (r.a.)'dan daha
faziletli olduğuna delâlet etmektedir.

Hz. Peygamberin, söz konusu rü'ya üzerinde yaptığı yoruma göre, rüyada gökten
indiği görülen terazi, Hz. Peygamberin sünneti üzerinde devam eden halifelik
idaresidir. Bu idare Hz. Osman devrine kadar başarıyla hedefine doğru ilerleyecek,
fakat Allah'ın takdir ettiği bir süre sonra kaldırılacak ve yerine saltanat gelecektir.
Bezlu'l-Mechûd yazarının da açıkladığı gibi (4635) numaralı hadisin son cümlesinde
geçen "sonra" kelimesi, terâhî ifâde ettiğinden bu cümleyi hemen Hz. Ömer'den sonra
hilâfet kalkacakmış şeklinde anlamak doğru değildir. Zira bilindiği üzere "sümrne:
sonra" kelimesi, "fâ-i ta'kı-biyye" gibi değildir. Yani hemen Hz. Ömer'in hilafetinden
sonra halifelik kalkacak manasına, gelmemektedir. Bilakis "Sümme" kelimesinin ifade
ettiği süre sınırsızdır.

Bu sebeple, cümleyi, tercümede de parantez içerisinde belirttiğimiz gibi, "Halifelik
dönemi birgün sona erecek ve halifelik saltanata dönüşecek" şeklinde anlamak hadisin
zahirine daha uygun düşer.

Hz. Peygamberin, bu rüyayı dinledikten sonra, yüzünde beliren memnuniyetsizlik
hususunda, bazı görüşler ileri sürülmüştür. Bazılarına göre Hz. Peygamberin bu
üzüntüsü, bu rüyadan, Hz. Ömer'den sonra birtakım fitnelerin ortaya çıkacağını ve
daha sonra bunu büyük fitnelerin ta'kib edeceğini, anlamasından ileri gelmiştir.
Bazılarına göre ise bu üzüntü birçok hakikatlere ışık tutacak mâhiyetteki bu rüyanın,
böyle kısaca sona erip, sayesinde birçok hakikatleri öğrenme fırsatının kaçmış
olmasından ileri gelmiştir.

Daha önce de açıkladığımız gibi hakkı temsil eden ehl-i sünnet ulemasına göre, dört
halifenin fazilet itibariyle sıralandırılması, halifelik makamına gelişlerindeki sıraya
göredir ve halifelik Hz. Osman'la değil, Hz. Ali ile sona ermektedir. Buna göre, Hz.
Ebû Bekir'in hilâfeti iki buçuk yıl, Hz. Ömer'inki dokuz yıla yakın, Hz. Osman'mki

r2061

oniki yıl ve Hz. Ali'ninki altı yıldır.

"Benden sonra halifelik otuz senedir" mealindeki (4646) numaralı hadis-i şerif de
buna delalet etmektedir.

Çünkü, Hz. Ali, Hz. Peygamber'in dâr-ı bakaya irtihallerinin, tam otuzuncu senesi dâr-

r2071

ı bakaya irtihâl etmiştir.

Ancak, halifeliği sadece bu dört zata hasredip ondan sonra gelenlerin hiçbirini
halifeliğe lâyık görmemek doğru değildir. Çünkü ulema, Hz. Hasan, Ömer îbn
Abdülaziz gibi pek çok kimselerin de Hz. Peygamberin halifeliğine hakkıyle layık
olduklarında ittifak etmişlerdir. Nitekim 4631 numaralı hadis, Hz. Ömer İbn
Abdulaziz'in de, bu halifelerden biri olduğunu açıkça ifade etmektedir. Ancak,
bunların, dört halifeden farkları, halifeliği, onlar kadar mükemmel temsil edememiş

r2081

olmaları, onlar kadar kabul görmemiş olmalarıdır.

Hafız Sûyütî'nin talebesi Alkamî'ye göre, hadis-i şerifte belirtilen otuz sene, Hz.

f2091

Hasan'm yaklaşık yedi ay süren halifeliği ile tamamlanmaktadır.

(4646) numaralı hadiste tekrar karşımıza çıkacak olan bu mevzuya şimdilik şu hadisle



son veriyoruz:

"Dinimizin evveli nübüvvet ve rahmettir. Bu, yüce Allah'ın dilediği zamana kadar
devam ettikten sonra kalkacaktır. Daha sonra nübüvvet yolu üzerinde gidecek olan
halifelik olacaktır. Bu da yüce Allah'ın dilediği zamana kadar devam edecek ve sonra
kalkacaktır. Daha sonra uzunca bir krallık olacaktır. Bu da Vüce Allah'ın dilediği
zamana kadar devam ettikten sonra kalkacaktır. Bundan sonra tekrar nübüvvet yolu
üzerine gidecek olan halifelik olacaktır. Peygamberin sünneti üzerine kurulan bu
halifelik, yer ve gök halkına rahmet vesilesi olacaktır. Bu devrin yüzü suyu rahmetine
gök yağmurunu, yer yüzü de bitkisini esirgemeyecektir. Her taraf, bolluk ve bereket

mm

içinde kalacaktır." Hattâbi (r.a.)'in açıkladığı gibi mevzumuzu teşkil eden bu
(4635) numaralı hadisin senedinde, rivayetleri delil sayılmayan Ali b. Zeyd b. Ced'ân

um

el-Kureşi vardır.

4636... Câbir b. Abdillâh'dan, dedi ki: Rasûlullah sallallahü aleyhi ve sellem (birgün
bize): "Bu gece salih bir zâta (rüyasında) Ebû Bekir'in, RasûiuUah (s.a.)'e, Ömer'in
Ebu Bekir'e, Osman'ın da Ömer'e tutunduğu gösterildi" dedi. Câbir sözlerine devamla
şöyle) dedi:

Biz Rasûlullah (s.a.)Mn yanından kalkınca (kendi kendimize şöyle) dedik:

(Hz. Peygamberdin rüya gördüğünden bahsettiği) sâlih zata gelince, (o) Rasûlullah

(s.a.)'clir. Birbirlerine tutunan kimseler ise Allah(ü teâlâ hazretlerin) in peygamberini

(yürütmekle görevli olarak) gönderdiği şu iş (in, yani yönetimin) başına geçecek

kimselerdir.

Ebû Davud der ki: Bu hadisi Yunusla Şuâyb da rivayet etti(ler.Fakat) Amfi
12121

zikretmediler.

4637... Semûre b. Cündüb'den (rivayet edildiğine göre) Bir adam: "Ey Allah'ın rasûlü.
Ben (bu gece rüyamda) gökten sarkıtılmış kova gibi bir-şey gördüm. Ebu Bekir geldi.
(Onun) sapından tutup biraz içti. Sonra Ömer geldi (kovanın) sapından tuttu, karnı
şişinceye kadar içti. Sonra Osman geldi, o da sapından tuttu karnı şişinceye kadar içti.
Sonra Ali geldi (kovanın) sapından tuttu. (Fakat kova sallandı) ondan üzerine birazcık
[213]

(su) sıçradı" dedi.
Açıklama

Tercümemizden de anlaşılacağı üzere, (4636) numaralı hadiste, Hz. Peygamberin
rüyasında gördüğünden bahsettiği sâlih zattan maksat kendisidir. Bir başka ifadeyle,
Hz. Peygamber kendisinden bahsederken "ben" sözü yerine o "sâlih bir zât" sözünü
kullanmıştır.

Mevzuumuzu teşkil eden bu (4636) ve (4637) numaralı hadis-i şerifler, İslam tarihinde
"hulefâ-i râşdin" diye anılan dört halifenin dördünün de hadis-i şeriflerde anlatılan
sıraya uygun olarak, Hz. Peygamberin sünneti doğrultusunda, halifelik yapacaklarına,
fakat Hz. Ali devrinde bu hizmetin çeşitli fitneler sebebiyle sarsılıp hizmetin biraz
zayıflayarak inkıtaa uğrayacağına ve Hz. Ebu Bekir'in halifeliğinin de az süreceğine



delâlet etmektedirler. Gerçekten de (4635) numaralı hadis-i şerifin şerhinde de
açıkladığımız gibi, Hz. Ebu Bekir'in halifelik devri, iki buçuk yıl sürmüştür.
Musannif Ebu Davud, (4636) numaralı hadisi, Yunus ile Şuayb'm da rivayet ettiklerini
fakat rivayetlerinde senedde bulunması gereken Amr b. Ebân'ı, atladıklarından

I214J

bunların rivayetlerinin munkatı' olduğunu söylenmiştir.

4638... Mekhûl'den (rivayet edildiğine göre) demiştir ki: Rum (askerleri) kırk gün
(önünü) yara yara Şam bölgesinde ilerleyeceklerdir. Bu bölgede Dımeşk ile

[2151

Amman'dan başka (hiçbir şehir, onlara) karşı duramayacaktır.

4639... Ebu'l-A'yes Abdurrahmân ibn Selmân (şöyle) demiştir: "Acem krallarından bir
kral gelip, Dımeşk'm dışında, (Şam bölgesindeki) bütün şehirleri ele
£2161

geçirecektir."
Açıklama

Bilindiği gibi" Şam" Eski Suriye ülkesinin bulunduğu topraklara verilen isimdir. Bu
topraklar "Filistin, Ürdün, Humus, Dımeşk, Kmnesrîn, Avâsım, Şuğûr" olmak üzere
yedi kısımdan oluşur.

Bugün Şam deyince bugünkü Suriye'nin başşehri anlaşılmaktadır. Oysa aslında
Suriye'nin başşehrinin esas ismi Dımeşk'tır. Şâm ise sözü geçen yedi kısımdan oluşan
bölgedir.

(4639) numaralı hadis-i şerifte sözü geçen Amman'dan maksat, bugünkü Ürdün

şehrinin başkentidir. Bir de Hint denizi kıyılarında halkının ekserisi Abaza

Haricilerinden olan Umman vardır ki burada kasdedilen o değildir.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifler, dört halifeden sonra fitnelerin başlayıp,

kafirlerin İslâm ülkelerinin Şam bölgesi gibi önemli yerlerini ele geçireceklerini ve

Dımeşk'in dışındaki müslümanlarm düşman karşısında dize düşeceklerini haber

vermektedir.

Her ne kadar, bugüne kadar sözü geçen yerlerde çeşitli fitne ve istilâlar görülmüşse de
mevzuumuzu teşkil eden bu hadis-i şeriflerde söz konusu edilen olayların, hangi
tarihte ve hangi krallar zamanında vukua geleceği açıklanmadığından kesin bir şey
söylemek doğru değildir. Ahir zamanda çıkacak savaşlarda, Şam halkının işgal

[2171

edeceği yeri (2483) numaralı hadisin şerhinde açıklamıştık.

4640... Mekhûl'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"(Son zamanlarda Deccal'in ordusu ile müslümanlar arasında çıkacak) savaşlarda

12181

müslümanlarm çadır yerleri "el-Ğûta" denilen yerdir."
Açıklama



Bezlu'l-Mechûd yazarının ifade etiği gibi, bu hadis-i şerifte söz konusu edilen savaştan



maksat, Hz. Mehdî zamanında müslümanlarla Deccâl arasında çıkacak savaşlar
olabilir.

Hadis-i şeriften anlaşıldığına göre, o zaman müslümanlar ellerinde bulunan toprakları
savaşlarda kaybedecekleri için "el-Ğûta" denilen yerde sıkışıp kalacaklar.
Karargâhlarını orada kurup orada mevzileneceklerdir.

"EL-ĞÛTA" Dünyanın dört cenneti diye bilinen dört harika yerden biri ve en
güzelidir.

Dımeşk 'ı da içerisine alan bu beldenin etrafı fevkalade güzel manzaralarla süslü
yüksek dağlarla çevrilidir. Bu dağlardan fışkıran serin ve tatlı sular ise, beldeye ayrı
bir özellik ve güzellik kazandırmaktadır.

(4298) numaralı muttasıl ve merfû' hadis de bu beldenin Şam bölgesinin en güzel

12191

beldesi olduğu ifâde ediliyor.

4641... Avf (b. Ebî Cemile el-A'râbî'den rivayet edildiğine göre) demiştir ki:
Ben el-Haccâc'ı: "Gerçekten Osman (b. Affaıı)m durumu, îsâ İbn Meryem'in durumu
gibidir" derken işittim. (Haccâc bu sözü söyledikten) sonra şu: "... Ey İsâ ben seni

[220]

öldüreceğim, bana yükselteceğim, seni inkâr edenlerden temizleyeceğim..."
âyetini okudu. Onu okuyup tefsir ederken eliyle de bize ve Şamlılara işaret ediyordu.

mıı



Açıklama

Bu haber, son zamanlarda Deccâla ve ordusuna karşı savaşacakları birçok hadislerden
öğrenilen Şam halkının tarihte uzun süre İslama hizmetin bayraktarlığını yapacaklarını
ifade etmektedir. Bilindiği gibi bu haberin râvisi, Hicretin 661 yılında Tâifte doğup
714 yılında ölen Haccâc İbn Yusuf tur.

f2221 f2231
Sakîftan çıkacağı haber verilen hunhar in da bu adam olduğu rivayet edilir.
Her ne kadar Haccâc'm kan dökücülüğü malum ise de onun hadis uydurduğu
görülmemiştir. Bu bakımdan Musannif Ebû Dâvud, onun Şamlıların istikbâli ile ilgili
olan bu sözünü "sünen" ine almakta bir sakınca görmemiştir. Esasen Haccâc'm bu
sözü bu mevzuda gelen haberlere de muvafık düşmektedir.

Haccâc'm kendi kafasından istikbâle dair vereceği bir haberin hiç bir kıymeti yoktur.
Böyle bir haberin kıymeti sadece onun kendi tecrübesine dayanarak yaptığı bir
tahminin kıymeti kadardır. Ancak Haccâc, bu sözü sohbetinde bulunduğu tabiilerden
duyduğu hadislere dayanarak söylemiş de olabilir.

Haccâc'm bu sözüne göre "Allah-ü Teâlâ hazretleri mealini sunduğumuz, âyet-i
kerimesinde haber verdiği şekilde nasıl Hz. İsa'yı yanma yükselterek, onu
düşmanlarının üzerine yüceltmiş ve böylece onu ve tabileri-ni düşmanlarına galip
getirmişse, Hz. Osman'ı da, şehid olarak yanma kaldırmak suretiyle düşmanlarının
üzerine çıkarmıştır. Ve onun taraftarları da Şanı ve Irak'da halifeliği ellerine geçirerek
rakiplerine galib geleceklerdir. Bu bakımdan Hz. Osman'ın durumu Hz. İsa'ya
benzemektedir."

Gerçekten de Hz. Osman adına ortaya çıkan Ümeyye oğulları Hz. Osman'ın



şehâdetinden sonra halifeliği ellerine geçirerek uzun süre icrây-ı hükümet etmişlerdir.

f2241

Bu haberin bab başlığı ile ilgisi de burasıdır.

4642... Er-Rabî' b. Hâlid ed-Dabî'den (rivayet edilmiştir); demiştir ki: Ben Haccâc'ı bir
hutbesinde: "Birinizin, kendi ihtiyacı için görevlendirdiği elçisi mi kendisine daha
iyidir, yoksa ailesi içerisinde (onların) ihtiyaçlarını karşılamak üzere görevlendirdiği
halifesi mi?" derken işittim.

Bunun üzerine kendi kendime: "Allah için (bir daha) senin arkanda hiçbir zaman
namaz kılmamak ve seninle savaşan bir cemaat bulursam onlarla beraber sana karşı
savaşmak üzerime borç olsun" dedim. (Ravi) İshâk (ibn İsmail) rivayetinde (bu habere
şu sözleri de) ekledi: (Cerîr) dedi ki: (Gerçekten Er-Rabî) Cemâcim (savaşın) da şehid

1225]

edilinceye kadar(Haccâc'a karşı) savaştı.
Açıklama

Er-Rabî' b. Hâlid, Haccâc'm sözlerinden kendisini V£ Meıvânileri Hz. Peygamberden
üstün tuttuğu ve dolayısıyle Hz. Peygambere dil uzattığı manasını çıkarmış ve onun
arkasında namaz kılmamaya ve fırsatını bulunca ona karşı savaşacağına yemin etmişse
de, aslında Haccâc bu sözleriyle asla böyle bir mana kasdet-memiştir. Çünkü ondan ve
onun tâbi olduğu Ümeyye oğullarından, Hz. Peygambere, Hz. Ebu Bekir'le Hz.
Ömer'e karşı herhangi bir saygısızlık ifade eden bir söz ve tavır görülmemiştir. Ancak
onlar olanca güçleriyle Hz. Osman'ın Hz. Ali'ye üstünlüğünü savunmuşlar ve her
fırsatta bunu isbatlamaya çalışmışlardır.

İşte Haccâc-ı Zalim , bu sözüyle yine Hz. Osman'ın Hz. Ali'ye üstünlüğünü ifade ve
isbât etmek istemiştir. Onun iddiasına göre, Bedir savaşında, Hz. Rukiyye'nin hastalığı
sebebiyle, Hz. Peygamberin, onun harbe çıkmsma izin vermeyip, Hz. Rukiyye'nin
tedavisi ile meşgul olmak üzere evde kalmasını emrettiği halde, Hz. Ali'yi Tebük
savaşında, sonra inen Beraet (Tevbe) suresinin ayetlerini hacılara tebliğ etmek üzere

f2261

elçi olarak göndermesi, bu iki sahabi arasındaki farkı göstermek için kâfidir.
Çünkü bu iki hadisede, Hz. Osman, Hz. Peygmberin halifeliğini, Hz. Ali ise elçiliğini
üstlenmiştir ve halifelik makamı ise elçilik makamından üstündür. İşte Haccâc'in
iddiası ve söylemek istediği budur.

Oysa, bu iddia tamamen yersiz ve yanlıştır. Çünkü Hz. Peygamber, Hudeybiye

[2271

savaşında Hz. Osman'ı Kureyş'e elçi olarak gönderdiği halde Hz. Ali'yi bazı
gazalarda yerine halife olarak bırakmıştı. Bu durum Haccâc'in yanlışlığını ortaya
koymak için yeterli olduğu gibi aynı zamanda kendi mantığına göre Hz. Osman'ın Hz.
Ali'den daha faziletli olmasını gerektirir. Nefsâni duygularla hareket eden kimselerin
bu gibi tezatlara düşmesi kaçınılmaz bir sonuçtur.

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi en isabetli hareket, Hz. Peygamberin halifelerinin
dördünün de faziletine inanıp, hangisinin daha faziletli olduğunu münakaşa mevzuu
etmekten kaçınmaktır.

Râvi Er-Rabi'in Haccâc-ı Zâlime karşı şehid oluncaya kadar savaştığı Cemâcim Savaşı
Irak'ta Abdurrahman İbn-el-Eş'as ile Haccâc arasında olmuştur. Bu savaşta o kadar



çok kurrâ şehid olmuştur ki Talha b. Musarrif gülen bir adamı görünce; "Belli ki bu
adam Cemâcim savaşım görmemiş. Eğer bu savaşı ve bu savaşta şehid olan Kurcanın

r2281

çokluğunu görmüş olsaydı, asla gülemezdi" demiştir.

4643... Âsım'dan demiştir ki: - Ben Haccâc'ı minber üzerinde (şöyle) derken işittim:
"Hepiniz gücünüz yettiğince Allah'dan korkunuz. Bu hususta (hiçbir kimse için)
ayrıcalık (istisna) yoktur. (Hepiniz) müs-lümanlarm başkanı (olan) Abd-ül-Melik (ibn
Mervân)i dinleyiniz ve itaat ediniz. Bu hususta da (hiçbir kimse için) ayrıcalık yoktur.
Allah'a yemin olsun ki ben, halka mescidin bir kapısından çıkmalarını emr etsem de
onlar başka bir kapıdan çıksalar onların kanları ve malları bana helâl olur. Vallahi ben
Mudar (kabilesin)in (malları) karşılığında Rabia kabilesinin maİIarı)nı alsam
Allah'dan bu bana helâl olur.

Ya (şu) Hüzeyl'in kölesinden dolayı beni kim mazur görür? (Bilemiyorum). O kendi
kıraatinin Allah'dan olduğunu iddia ediyor. Vallahi O'nun kıraati bedevi arapların
recez kalıbından başka birşey değildir. Allah (c.c.) Peygamberine (s. a.) bu kalıbı
indirmemiştir.

(Ya) şu acemlerden dolayı beni kim affeder? (Onlar, içlerinden) birinin (havaya) attığı
taş düşünceye kadar (kısa bir zamanda muhakkak) bir fitne meydana gelmekte
olduğunu iddia ediyorlar.

Allah'a yemin olsun ki: Onları geçen gün gibi (yok olmuş bir halde) bırakacağım.
(Ravi Asım sözlerine devamla şöyle) dedi: Ben bu sözü A'meş'e sordum da

f2291

(bana)"Vallahi bu sözü Haccâc'dan kendim de duydum" cevabını verdi.
Açıklama

Metinde geçen, Haccâc-ı Zâlim'e ait sözlerin bir kısmı İslâm ile tabana zıttır.
Bu sözlerden biri. Devlet başkanına mutlak surette itaatin farz olduğunu ifade eden
"Abdülmelik'i dinleyiniz ve ona mutlak surette itaat ediniz" mealindeki sözdür. Oysa,
Devlet Başkanına itaat onun emirlerinin, Allah ve rasûlünün emrine uygun olması ile
kayıtlıdır. Devlet başkanının Allah ve rasûlünün emrine aykırı olan emirlerine itaat

r2301

edilemez. Nitekim: "Allah'a isyan olan bir hususta itaat olamaz" mealindeki
hadîs-i şerif de bunu açıkça ifade etmektedir.

Haccâc'm sözündeki yanlışlardan biri de, Devlet başkanlarının istedikleri gibi hüküm
koyma ve bu hükümleri uygulama hakkına sahip olduklarını ifade eden sözleridir.
Oysa haram ve helâl hakkında hüküm koyma yetkisi ancak Allah'ındır. Nitekim
Allâhü Teâlâ hazretleri bu mevzuda şöyle buyurmaktadır. "... Diliniz yalana alışmış
olarak herşeye şu haram, bu helaldir demeyiniz. Zira Allah'a karşı yalan uydurmuş
'12311

olursunuz..." Allah'ı bırakıp ta hahamlarını, rahiplerini, Meryem oğlu Mesih'i

r2321

Rabbler edindiler..." âyet-i kerimeleri de bunu ifade etmektedir.
Diğer bir yanlışı da Hz. İbn Mes'ud'un Mushafma ve kıraatma dil uzatmasıdır.
"Hüzeyl'in kölesi" sözüyle kasdettiği Hz. Abdullah İbn Mes'ud'dur. Oysa Hz.
Abdullah bu kıraati bizzat Hz. Peygamberden almış ve Hz. Peygamberin takdirine



T2331

mazhar olmuştur.

Haccâc'm kendi devrinde, kendi ülkesinde son derece çoğalan ve kesintisiz devam
eden fitnenin arap olmayan milletler tarafından yerilmesini tehditlerle karşılaması ise
onun zulümler zincirinin sadece küçük bir halkasıdır.

12341

Recez: Müstef İlün, müstef ilün, müstef ilün vezninden oluşan bir aruz kalıbıdır.

4644... A'meş'den demiştir ki: Ben Haccâc'ı minber üzerinde: "Şu Arapların dışındaki
müslüman halk vurulup parça parça edilmeye rnüste-haktırlar. Sopayı sopaya
vurduğum zaman onları giden dün gibi (yok olmuş bir vaziyette) bırakacağım" derken

[2351

işittim (Haccâc bu sözüyle) arap-larm dışındaki müslüman halkı kasdediyordu.
Açıklama

Bu haber de Haccâc'm zulm ve kindarlığının ulaştığı ölçülerin boyutlarını gösteren ve
hakkındaki "Cellâda 130.000 mağdur teslim ettiğine, öldüğü zaman zindanlarda

12361

50.000 erkek, 30.000 kadın bulunduğuna dair" rivayetleri te'yid eden bir

haberdir.

Her ne kadar onun hakkında verilen bu rakamların yalan olduğunu savunanlar varsa da
r2371

mevzuumuzu teşkil eden bu haber ve Özellikle Sa-kıftan bir hunharın çıkacağını
f2381

haber veren hadis onun hunharlığında en küçük bir şüpheye dahi yer

bırakmamaktadır.

Aslmda bu haberin sünnetle ilgisi olmadığından "sünnet bölümü"ne yerleştirilmemesi
gerekirdi. Fakat Musannif Ebu Davud (r.a.) Ümmeyye oğullarının halifelik makamını
zorla gasbettiklerini ve hakkıyla temsil etmedikleri için sünnetten ayrıldıklarını ifade

r2391

ettiğinden bu haberi olumsuz yönden sünnetle ilgili görerek burada zikretmiştir.

4645... Süleyman el-A'meş'den (rivayet edilmiştir:) Dedi ki: Haccâc-la birlikte bir
Cuma namazı kılmıştım. Bir hutbe okudu.
Musannif Ebu Davud haberin burasında şöyle dedi:

Bu haberi hana nakleden Şeyhim, Kain h. Nüseyr haberin bundan sonraki kısmında
(4643 numaralı) Ebu Bekir h. Ayyaş hadisini (aynen) zikretti ve bu hutbede Haccâc
(tn) "Allah'ın halifesi ve seçkin kulu Abdülme-lik h. Mervanı dinleyiniz ve itaat
ediniz" dedi(ğini söyledi ve 4643 numaralı hadisin son tarafını ise) "Eğer ben Rabia
kabilesinin bütün toprakların)! Mudarr kabilesi(nin topraklan) karşılığında
alsam" (bana helâl olur seklinde) rivayet etti. (Orada geçen) Acemlerle ilgili sözü
r2401

rivayet etmedi."



Açıklama



[2411

Bu hadisle ilgili açıklama (4643) numaralı hadisin şerhinde geçmiştir.

4646... Sefme'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"Peygamber halifeliği otuz sene (sürecek) dir. Sonra Allah mülkü veya (kendi)
mülkünü(n idaresini) dilediği kimseye verir."

(Râvi) Sâid ibn Cümhan dedi ki: (Bu hadisi rivayet eden) Sefine bana: (şunu) kafanda
(iyi) tut. Ebu Bekir(in halifeliği) iki senedir. Ömer(inki) on, Osman'(inki) onikidir. Ali
de aynı şekilde (Hz. Peygamberin halifele-rinden)dir, dedi. Ben de kendisine (Mervan
oğullarına işaret ederek:) "Ama şunlar Hz. Ali'nin halife olmadığını iddia ediyorlar?"
dedim."

T2421

Mervân oğullarını kasdederek "Zerkâ oğullarının kıçları yalan söylemiştir" dedi.
Açıklama

Hz. Peygamberin sünneti üzerinde yürüyecek olan halifelik süresinin otuz sene
süreceğini ve Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman gibi Hz. Ali'nin de Hz. Peygamberin
halifelerinden biri olduğunu açıkça ifade eden bu hadis-i şerifte, Hz. Ebû Bekir, Ömer
ve Osman'ın halifelik süreleri küsuratı teşkil eden ay ve günlerden söz edilmeden
yuvarlak hesap olarak verilmiştir. Ancak hadis-i şerifte Hz. Ali'nin halifelik
süresinden söz edilmemiştir.

Metinde geçen "Zerka oğulları"ndan maksat, Mervan oğullarıdır. Çünkü Zerkâ,
Emevîlerin büyük annelerinden biridir. "Zerka oğullarının kıçları yalan söylemiştir"
sözü ile "Hz. Ali'nin halife olmadığına dair sözlerin Mervan oğullarının uydurdukları
yalanlardan ibaret olduğu" anlatılmak istenmiştir.

(4635) numaralı hadis-i şerifte yapmış olduğumuz açıklama bu hadis-i şerif için de
geçerli olduğundan biz burada otuz yıllık halifelik süresi ile ilgili görüşleri
özetlemekle yetineceğiz.

Bezlu'l-Mechûd üzerine bir ta'lik yazan Muhammed Zekeriyya-el Kândehlevî bu
mevzuda şöyle diyor:

"Hz. Peygamberin vefatından sonra hicretin onbirinci yılında Hz. Ebû Bekir'e biat
edilmiştir. Hz. Ebu Bekir hicretin onüçüncü senesinde vefat edinceye kadar toplam 2
sene halifelik yapmıştır. Nitekim "Takrib" isimli eserde de böyle denilmektedir.
Süyûti'nin "Târihu'I-Hulefâ" isimli eserinde de ifâde edildiği üzere, Hz. Ebû Bekir'in,
hicretin on üçüncü yılının Cemâde'l-ûlâsmda vefat etmesiyle yerine Hz. Ömer geçti ve
hicretin 23. yılının Zilhiccesinde şehi-den vefat edene kadar tam on buçuk yıl halifelik
yaptı.

Yerine geçen Hz. Osman ise Hicrî 35. yılının Zilhiccesinde şehid oluncaya kadar tam
12 (oniki) sene halifelik makamında kaldı. Onun yerine geçen Hz. Ali ise hicretin 40.
(kırkıncı) yılının Ramazan ayma kadar beş sene halifelik yaptı. Oğlu Hz. Hasan'a,
Kufe'de biat edilmek suretiyle halifelik makamına Hz. Hasan geldi ve bu makamda
halife olarak yedi ay kaldı. Hz. Hasan'm yedi aylık bu halifelik görevi ile otuz yıllık

I243I ^

halifelik süresi tamamlanmış oldu."

Avnu'l-Ma'bud yazarının tesbitine göre "Hz. Ebû Bekir iki sene üç ay on gün halifelik
yapmıştır. Hz. Ömer'in halifelik süresi on sene altı ay ve sekiz gündür. Hz. Osman'ın



onbir sene, onbir ay ve dokuz gündür. Hz. AH'ninki ise dört sene dokuz ay ve yedi

f2441

gündür. Bu hususta en doğru tesbit budur." İmâm-ı Nevevi'ye göre Hz. Ebu
Bekir 2 yıl, Hz. Ömer on sene beş ay onbir gün, Hz. Osman 12 yıldan altı gün eksik,

12451

Hz. Ali beş sene, Hz. Hasan da 7 ay halifelik yapmıştır.

Bu mevzuyu merhum Ahmed Cevdet Paşa'nm şu sözleriyle kapatıyoruz: "Hal ve
zamanın gidişi dahi bu hadis-i şerifin ifâdesine muvafık görünmüştür ki, dört halifenin
müddet-i hilâfetleri yirmidokuz buçuk sene olup Hz. Hasan'm altı ay kadar müddet-i

12461

hilâfetiyle otuz seneye baliğ olmuştur."

4647... Sefme'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s. a.): "Peygamber halifeliği
otuz senedir. (Otuz seneden) sonra Allah mülkü - veya mülkünü- dilediği kimseye

f2471

verif buyurmuştur.
Açıklama

[2481

Bu hadisle ilgili açıklama bir önceki hadisin şerhid geçmiştir

4648... Said b. Zeyd İbn Amr İbn Nüfeyl (in şöyle) dedi (ği rivayet edilmiştir): Falan
kimse (yani Hz. Muâviye) Kûfe'ye gelince, falan şahıs (yani Muğîre b. Şu'be) kalkıp
bir hutbe okudu. (Bu hutbesinde Hz. Mâviye'yi övüp, Hz. Ali'yi yerdi). Bunun üzerine
(cennetle müjdelenmiş on kişiden biri olan) Saîd İbn Zeyd elimden tuttu (ve hatibe
işaret ederek):

"Şu zâlimi görüyor musun? Ben (sana) dokuz kişinin cennetlik olduğuna şahitlik
ederim. Eğer onuncu kişinin cennetlik olduğuna da şahitlik etsem günaha girmiş
olmam. (Kavilerden) İbn İdris dedi ki: (Bu hadisteki " günâha girmiş olmam' anlamına
gelen "iem eysim" kelimesini Araplar "(lem) âsem" şeklinde okurlar.
(Bu hadisi Said b. Zeyd'den rivayet eden Abdullah b. Zâlim, hadisin burasında dedi
ki): Ben (Said b. Zeyd'den bu sözleri işitince kendisine, o cennetlik olan) "dokuz (kişi)
kimdir?" dedim., (Bana şöyle) cevap verdi: Rasûlullah (s. a.) Hıra (dağı) üzerinde iken
(dağ bir ara zelzele ile sarsılmaya başlayınca dağa hitaben: "Ey hıra dağı, sakin ol.
Çünkü (şu anda) senin üzerinde bir peygamber, bir sıddık, bir de şehid vardır" dedi.
Bunun üzerine dağın sarsılması sona erdi. (Ben tekrar bu cennetlik olan): "Dokuz
(kişi) kimdir?" dedim.

Rasûlullah (s. a.): "(Bu cennetlikler) Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Talha, Ezzûbeyr,
Said İbn Ebî Vakkâs, Abdurrahmân b. Avf dir" buyurdu cevâbını verdi.
"Onuncu kimdir?" dedim. Biraz durakladı, sonra "Benim" dedi.

Ebu Davııd der ki: Bu hadisi aynı şekilde, Said h. Zeyd, Abdullah ibn Zalim, ibn

f2491

Hayyan, Hilal b. Yesa'f, Mansûr, Süfyân yoluyla el-Escaî' den rivayet etmiştir.



Açıklama



Bu hadis-i şerif, İbn Mâce'nin Sünen'inde şu mânâya gelen lâfızlarla rivayet edilmiştir:
"Rasûlullah (s. a.) arkadaşları ile birlikte (Hıra dağında) bulunduğu bir sırada dağ
deprenmeye başladı. Bunun üzerine Rasûlullah (s. a.) dağa hitaben: "Ey Hıra dağı
yerinde dur! Senin üzerinde ya bir peygamber ya bir sıddîk ya da bir şehid bulunur"
buyurdu ve sonra dağın üstünde bulunanları şöyle saydı: "Ebû Bekir, Ömer, Osman,
Ali, Talha, Ziibeyr, Sa'd, İbn Avf, Said İbn Zeyd."
Buharî'nin Sahih'inde rivayet edilen bir hadis-i şerif ise şu mealdedir:
"Peygamber (s.a.) bir ara Ebû Bekir, Ömer ve Osman ile birlikte Uhud dağına
çıkmıştı. Orada iken Uhud'da bir zelzele oldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
"Ey Uhud, dur! Çünkü (şu anda) senin üstünde bir peygamber ile bir sıddîk ve bir de

12501

şehid bulunmaktadır" buyurdu. Emri üzerine dağın sallanması sona ermişti.
Bu iki hadis-i şeriften anlaşılıyor ki zelzele hadisesi, biri Hıra dağında diğeri Uhud
dağında olmak üzere iki defa vuku bulmuştur. Ve bu iki hadise münasebetiyle Hz.
Peygamber Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Sa'd b. Ebî
Vakkâs, Abdurrahmân b. Avf ve Said b. Zeyd*in faziletine ve Allah katındaki
değerine işaret etmiştir.

Sindî'nin açıklamasına göre, metinde sözü geçen sahahilerden Ebû Bekir Sıddîk ile
Sa'd b. Ebî Vakkas'm dışındakiler tamamen Hıra dağında şehid olarak vefat
etmişlerdir. Sa'd b. Vakkas ise Medine yakınlarındaki Akik köyünde vefat etmiş ve
Medine mezarlığına defnedilmiştir. Bu suretle diğerleri metinde geçen şehid kavramı
şümulüne girerken, Hz. Sa'd b. Ebi Vakkâs da Hz. Ebu Bekir'le birlikte "Sıddîk"
kavramı şümulüne girmiştir.

Her ne kadar bu hadis- 1 şeriflerde cennetliklerden olan Hz. Ebu Ubey-de b. el-
Cerrah'm ismi zikredilmiyorsa da Tirmizî'nin şu rivayetinde onun ismi de aşere-i
mübeşşere'nin ismiyle bir arada zikredilmektedir.

"Ebû Bekir cennettedir, Ömer Cennettedir, Osman Cennettedir, Ali Cennettedir, Talha
cennettedir, Ez-Zübeyr cennettedir, Abdur-rahman bin Avf cennettedir, Sa'd bin Ebî
Vakkas Cennettedir, Said b. Zeyd Cennettedir ve Ebu Ubeyde b. el-Cerrrah
1251]

Cennettedir."

Bunlardan Hz. Talha, Siffm savaşında Hz. Muaviye saflarında bulunuyordu. Suyutî
(r.a.)'nin açıklamasına göre "onlardan kimi de adağını yerine getirdi" (yani şehid
oluncaya kadar çarpışacağını adadı ve bu adağını yerine getirdi), mealindeki Ahzab 23
ayet-i kerimesi onun hakkında inmiştir.

Metinde kendisinden falanca diye bahsedilen ve Küfe*ye geldiğinden söz edilen zat
Hz. Muaviye'dir, yine kendisinden falanca diye bahsedilerek hutbe okuduğu bildirilen
zat da Muğire İbn Şu'bedir. Bezlü'l-Mec-hud yazarının da açıkladığı gibi, Muğire İbn
Şu'be bu hutbesinde Hz. Ali'den saygısızca bahsettiği için Musannif Ebu Davud
onların isimlerini açıklamamıştır. Gerçekten müslümana yakışan da sahabe arasında
geçen bu gibi nahoş hadiseleri sözkonusu etmekten kaçınmaktır. Çünkü onlar
kılıçlarını kana bulamaktan kendilerini koruyanlamışlardır. Ama bizler dillerimizi
günaha batmaktan kolayca koruyabiliriz.

Bu hadis-i şerifin bab başlığı ilgisi Hz. Ali'nin de Hz. Peygamberin yolunu izleyen

[252J

dört halifeden biri olduğuna delâlet etmesidir.



4649... Abduırahman b. Ahnes'den (rivayet edildiğine): Kendisi (bir gün) mescidde
iken adamın biri kalkıp Hz. Ali'ye dil uzatmış. Bunun üzerine Said b. Zeyd ayağa
kalkıp:

Ben Rasûlullah (s.a.)'i: "On kişi cennettedir: Peygamber (s. a.) cennettedir, Ebu Bekir
Cennettedir, Ömer Cennettedir, Osman Cennettedir, Ali Cennettedir, Talha
Cennettedir, Zübeyr b. Avvam Cennettedir, Sa'd b. Malik cennettedir, Abdurrahman b.
Avf cennettedir." derken işittiğime şahitlik ederim. Eğer dikseydim (cennetliklerden)
onuncunun ismini de verirdim." demiş. (Abdurrahman rivayetine devam ederek şöyle)
dedi; (Orada bulunanlar bu hadisi nakleden zata): "O kimdir?" dediler. Cevap

[253]

vermedi. (Sonra tekrar): "Kimdir o?" dediler "Said b. Zeyd'l cevabını verdi.

4650... Riyah b. Haris (in şöyle) dediği (rivayet edilmiştir): "Küfe mescidinde falan
kimsenin (Muğire'nin) yanma oturuyordum. Yanında Kûfe-li (bazı kimse)ler de vardı.
Derken Said İbn Amr İbn Nüfeyl geldi. (Mu-ğire) ona: "Merhaba" dedi ve kendisini
selamladı, ayağının yanma koltuk üzerine oturttu. O sırada Küfe halkından, Kays İbn
Alkame denilen bir adam daha geldi ve yönünü Muğire'ye dönüp söğmeye başladı.
Said, (Muğire'ye dönerek): "Bu adam kime soğuyor?" dedi. (O da): "Ali'ye sö-ğiiyor"
cevabını verdi. (Bunun üzerine Said): Görüyorum ki Rasûlullah (s.a.)'m sahabüerine
senin yanında soğuluyor da sen bunu kötü görmüyor ve engel de olmuyorsun. Ben
Rasûlullah (s.a.)'ı (şöyle) derken işittim - ve ben onun söylemediği bir şeyi onun adına
söylemeye de ihtiyaç duymam. Çünkü yarın (kıyamet gününde) kendisiyi
karşılaştığım zaman bun(un hesabın)! benden sorar: "Ebu Bekir cennettedir. Ömer
cennettedir..." (Said) hadisi rivayete devam edip, bir önceki (hadisin) manasını (eksik-
siz) rivayet etti. Sonra "Muhakkak ki: Onlardan birinin Rasûlullah (s.a.)'la
birlikte savaşta bulunup orada yüzünün tozlanması birinizin ömür boyu (yaptığı)
amelinden daha hayırlıdır. İstersen kendisine Nuh'un ömrü kadar ömür verilmiş olsun"
1254]

dedi.

Açıklama

1255}

Bu iki hadisle ilgili açıklama 4648 numaralı hadisin şerhinde geçmiştir.

4651... Enes b. Malik'den (rivayet edildiğine göre) Allah'ın rasulii (s. a.) Uhud (dağm)a
çıkmış arkasından Hz. Ebu Bekir'le Ömer ve Osman da çıkmış. Derken (dağ deprenip)
onları sallamaya başlamış. Bunun üzerine Allah'ın rasulii dağa ayağıyla vurup:
Ey Uhud sakin ol! (Senin üzerinde) bir peygamber ile bir Siddik ve iki şehid

1256]

(bulunmaktadır)" buyurmuş.
Açıklama

Bu hadis-i şerif Peygamber efendimizin iki mucizesini haber vermektedir. Birincisi
Hz. Peygamberin sallanmakla olan Uhud'a: "Sakin ol" diye emretmesiyle dağın sakin
olması, ikincisi de yanında bulunan zatların şehiden vefat etmeleridir. Nitekim (4648)



numaralı hadisin şerhinde açıklamıştık. Bu hadisin bab başlığıyla ilgili kısmı Hz. Ebu
Bekir'le Ömer ve Osman (r.a.)'in de Peygamber halifeliği çizgisinden ayrılmayan

[257]

halifelerden olduklarına delâlet etmesidir.

4652... Ebu Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s. a.): "Bana Cebrail
(a.s.) geldi. Elimden tutup ümmetimin kendisinden (cennete) gireceği cennet kapısını
gösterdi." buyurmuş. Bunun üzerine Ebu Bekir: "Ey Allah'ın Rasulii, ben de (o sırada)
seninle beraber olup o kapıyı görmeyi çok isterdim" demiş.

Rasûlullah (s. a.) de: "Ey Ebu Bekir şunu iyi bil ki ümmetimden Cennete ilk girecek

1258]

olan sensin" cevabını vermiş.
Açıklama

Bu hadis-i şerif te Hz. Ebu Bekir'in Hz.Peygambe-rin sünnetinden ayrılmayan
halifelerden olduğuna delalet etmektedir. Hadisin bab başlığıyla ilgisi budur.
Bezlü'l-Mcchûd yazan bu hadisi açıklarken şu bilgileri vermektedir: "Cennet
kapılarının sayısı hakkında çeşitli rivayetler vardır. Meşhur olan rivayete göre
cennetin sekiz kapısı olduğu söyleniyorsa da bu mevzuda gelen rivayetler cennetin
kapılarının daha çok olduğunu ifade etmektedir. İnfak kapısı, namaz kapısı, oruç
titanlara mahsus olan reyyan kapısı, hacc kapısı, Öfkesini yutanlar kapısı, mütevekiller
kapısı, ilim ya da zikir kapısı, Duhâ kapısı, tevbe kapısı, razı olanlar kapısı...
Dckaiku'l-Ahbar isimli eserde açıklandığı üzere İbn Abbas'a göre cennetin 8 kapısı

1259]

vardır. Suyûtî de bu görüştedir.

4653... Cabîr'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) "Ağacın altında bana biat

r2601

edenlerden hiçbir kimse cehenneme girmeyecektir." buyurmuştur.
Açıklama

Bu hadis-i şerifte "Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah'a biat etmektedirler.

[261]

Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir..." ayet-i kerimesinde medh edilen,
Hudeybiye sulhunda, ağaç altında Hz. Peygambere biat eden ashab-ı kiram
kasdedilmekte ve onlardan hiçbirinin cehenneme girmeyecekleri müjdelenmektedir.
İslam tarihinde Rıdvan Biati diye anılan bu biat hicretin altıncı senesinde
müslümanlarla Mekkeli müşrikler arasında Mekke'nin varoşlarmdaki "Hudcybiye"de
f2621

yapılmıştır.

Müslümanlar orada savaştan asla kaçmamaya veya Ölüme söz vererek Hz.

[263]

Peygambere biat etmişlerdir.

Bu biatta bulunan sahabi sayısının 1400 ve 1500 olduğuna dair rivayetler varsa da



12641

Hafız İbn Kesir'in tahkikine göre 1400 dür.

Bilindiği gibi biat "mübadele akdi" anlamına gelir. Fakat sonraları devlet başkanına
itaat ve sadakat bildiren ve el sıkma suretiyle yapılan ahitleşme anlamında kullanılır
olmuştur.

İslam tarihinde ilk biat hadisesi, Akabe denilen yerde yapılmıştı. Yüce Allah Rıdvan
biatmda bulunanları Kur'an-ı Kerim'inde şöyle övmüştür: "Allah inananlardan, ağaç
altında sana baş eğerek biat edenlerden andolsun ki razı olmuştur. Gönüllerinde olanı
da bilmiş, onlara güvenlik vermiş, onlara yakın bir zafer ve ele geçirecekleri bol

12651

ganimetlerden bahsetmiştir."

Dört halife devrinde ve sonraki İslam devletlerinde halkın ileri gelenlerinin halifeye
itaatlerini bildirmesine de biat denmiştir.

Biat halifenin tesbit edilmesinde kullanılan usullerden biridir. Bunda esas, seçme
ehliyetine sahip alim, hakim, idareci ve halk biraraya gelmeleri mümkün olanların
seçilme ehliyetini taşıyan bir kimseyi seçip ona biat etmeleridir. Hz. Ebu Bekir'in
seçimi bu yolla olmuştur. Biata bütün halkın iştiraki şart olmadığı gibi birkaç kişinin

[2661

biati da yeterli değildir.

4654... Ebu Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s. a.): "Umulur ki Allah
Bedir (savaşı) mücahidlerine rahmetle bakıp (ta onlara): İstediğinizi yapın muhakkak
ki ben sizi affettim, buyurmuştur" dedi.

Metinde geçen ve "umulur ki" anlamına gelen "lealle" sözünü Musa rivayet etti. İbn

12671

Sinan ise (bu hadisi, "lealle" kelimesini zikretmeden) rivayet etti.
Açıklama

Bu hadis-i şerifte. Bedir savaşma katılanların her türlü gUnanı işleyebileceklerine dair
bir izin olduğunu zannetmek yanlıştır.

Burada Allahu Teâla'mn onlardan kamil manada razı olduğu ve onlardan devamlı
hayır sudur edeceği, şerrin ise yok denecek kadar nadir görüleceği ifade edilmek
istenmektedir.

Nevevi, Bedir mücahidlerinin işleyecekleri bir suçtan dolayı, kendilerine hadd
uygulanacağı huşunda, ulemanın ittifakı olduğu noktasından hareket ederek, Allah'ın
Bedir mücahidlerine olan bu af ve merhamet vadinin kıyamet gününe ait olduğunu
söylemiştir.

Bu hadisin daha uzun bir metni ve izahı cihad bölümündeki 2650 numaralı hadiste
geçtiğinden muhterem okuyucularımızın oraya da müracaat etmelerini tavsiye ederiz.
r2681

4655... el-Misver b. Mahrcme'den (rivayete göre) dedi ki: "Peygamber (s.a)
Hudeybiye (sulhu) yılında (Ka'be'yi tavaf etmek üzere yoia) çıkmıştı.," (el-Misver
sözlerine devam ederek Hudeybiye sulhu ile ilgili) hadisi rivayet etti (ve şöyle) dedi:
(Müslüman askerler Hudeybiye'de Hz. Peygamberle birlikte bulundukları sırada) Urve



İbn Mes'ud Hz. Peygambere gelip onunla konuşmaya başladı. Konuşurken Hz.
Peygamberin sakalını tutuyordu. el-Muğire b. Şu'be'de (o sırada muhafız olarak Hz.
Peygamberin) başında kılıcı ve miğferiyle birlikte dikiliyordu. (Urve'nin Hz. Pey-
gamberin sakalını tuttuğunu görünce) kılıcının (kınının) alt tarafını (alt ucunu) onun
eline vurup: "Elini onun sakalından çek!" dedi. Bunun üzerine Urve başını kaldırıp

[2691

"Bu da kim?" dedi. "Mıığire îbn Şif be'dir." dediler.
Açıklama

Bu hadisin tamamı (2765) numaralı hadiste geçtiği halde burada tekrar zikredilmesinin
sebebi 46484650 numaralı hadislerde Hz. Muğire'nin, Hz. Ali'ye söğmek gibi bir ha-
tasından bahsedilmesidir.

Sözü geçen hadis-i şeriflerde, Hz. Muğire'nin, bu hatası zikredilince, merhum
Musannif Ebu Davud, bu hadisleri okuyan kimselerin Hz. Muğire'ye buğzederek
günaha girmelerini önlemek üzere bu hadisi rivayet edip, aslında onun bu hatasını
kapatacak çok şerefli hizmetleri ve büyük faziletleri olduğunu hatırlatmak istemiştir.
Nitekim 4653 numaralı hadisin şerhinde, meallerini sunduğumuz fetih sûresinin 18. ve
19. âyetleri de Hudeybiye sulhunda Rıdvan biatmda bulunan sahabüerin Allah
katındaki derecelerinin büyüklüğüne delalet etmektedir. Binaenaleyh bizler bu büyük
sahabiler arasında geçen üzücü olayları dilimizi dolayarak dillerimizle günaha
girmekten kaçınmalıyız.

Urve İbn Mes'ud'un yaptığı gibi bir kimsenin konuşurken muhatabının sakalından
tutması, cahiüyye arapları arasında bir saygı ve samimiyet ifadesi sayılırdı. Fakat Hz.
Muğire bir müşrikin Hz. Peygamber'in sakalından alalede bir insanın sakalını tutar
gibi tutmasından rahatsız olmuş ve. kılıcıyla dürterek buna engel olmuştu.
Bir kumandanın başında silahlı olarak nöbet tutmanın caiz olduğuna da delalet eden
bu hadisin tamamını görmek için 2765 numaralı hadise ve şerhine müracaat edilmesini
r2701

tavsiye ederiz.

4656... Ömer İbn Hattab (r.a.)'m müezzini el-Akra (r.a.)'dan; demiştir ki: "Ömer (r.a.),
beni (huzuruna çağırmam için) yahudilerin din alimine gönderdi. (Ben de varıp) onu
çağırdım. (Sözü geçen yahudi alimi gelince) Hz. Ömer, ona:

Kitabınız da (hiç) beni (mle ilgili olan sözler) buluyor musunuz? diye sordu. O da:
Evet, cevabını verdi. (Hz. Ömer):
Nasıl buldun? dedi (Yahudi alimi de):

Seni (orada) bir kale olarak buluyorum, cevabını verdi. (Hz. Ömer gayr-i ihtiyari
olarak elindeki) kamçıyı onun üzerine kaldırıp:
O kale de ne demek? diye sordu. (Yahudi alimi de):
Muhkem ve güvenilir, demirden bir kale: dedi. (Hz. Ömer),

Benden sonra (halifeliğe) gelecek olan kimseyi nasıl buluyorsunuz? dedi (Yahudi
alimi de):

Onu salih, fakat yakınlarını (diğer müslümanlara) tercih eden bir halife olarak

buluyorum, cevabını verdi. (Bunun üzerine) Hz. Ömer; üç defa:

Allah Osman'a merhamet etsin, dedi, sonra:

(Peki) ondan sonrakini nasıl buluyorsun? dedi. (Yahudi alimi de):



Onu da demir pası olarak buluyorum, dedi.

Bunun üzerine Ömer eliyle hemen onun ağzını kapadı ve: Ey kerceğizim, ey
pasçağızım, diye feryad etti. (Yahudi alimi de):

Ey mü'minlerin emîri (aslında) o iyi bir halifedir, fakat o kılıcın kınının sıyrıldığı ve

um

kanın da akıtıl (maya başla)dığı bir zamanda halifeliğe seçilecek, dedi."

r2721

Ebu Davııd der ki: (Hadiste geçen:) "eddefnt" lafzı, "kir" demektir.
Açıklama

Bu hadis-i şerif, Hz. Ömer'in kendinden sonra kimlerin halife olacağını bildirdiğine
delâlet etmektedir.

Bunu kendiliğinden bilmesine imkan olmadığından, Hz. Peygamberden öğrenmiş
olması gerekir. Kendisinden sonra halifeliğe kimerin seçilebileceğini kesinlikle bildiği
halde, bu hususu yahudi alimlerinden Ka'b-u'l-Ahbar'a sorarak bir de onun bu
mevzudaki düşüncesini öğrenmek istemiştir.

Ka'bu'l-Ahbar, Ebu İshak Ka'b b. Mati b. Haysu, araplarda îsrailî ve İslamî rivayetlerin
en eski ravisidir. Yemen yahudilerinden olup, Ebu Bekir veya Ömer'in halifeliği
zamanında müslümanlığı kabul etmiştir.

İlahiyat sahasında ve bilhassa Kitab-ı Mukaddes üzerindeki malumatı dolayısıyla

T2731

kendisine Ka'bu'l-Ahbar veya Ka'bu'l-Habr, ismi verilmiştir.
9. Allah Rasûlünün Sahabilerinin Fazileti

4657... İmran b. Husayn'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s. a.) (şöyle)
buyurmuştur: "Ümmetimin en hayırlısı kendilerine gönderildiğim asır (da olanlar) dır.
Sonra onlardan sonrakiler, sonra da onlardan sonrakilerdir."

(İmran dedi ki): Hz. Peygamber; "sonra onlardan sonrakiler" sözünü "üçüncü bir defa
daha tekrarladı mı yoksa tekrarlamadı mı (iyice hatırlamıyorum), Allah daha iyi bilir.
(Hz. Peygamber sözlerine şöyle devam etti): "Sonra kendilerinden şahitlik istenmediği
halde şahitlik yapan bir kavim zuhur edecek. Söz verecekler, sözlerini yerine
getirmeyecekler. Hıyanet edecekler, kendilerine güvenilmeyecek. (Allah korkusundan

f2741

yoksunlukları ve oburlukları sebebiyle) aralarında şişmanlık yaygınlaşacaktır."
Açıklama

Bilindiği gibi, Hz. Peygamberin, peygamber olarak gönderildiği asırda yaşayanlar
sahabilerdi. Mevzunıuzu teşkil eâcn bu hadis-i şerifte, ümmet-i Muhammedin en
hayırlısının sözü geçen devirde yaşayan sahabiler olduğu ifade edilmektedir.
Ümmeti Muhammed, içerisinde hayırlıhkta ikinci dereceyi sahabeden sonra gelen
müslümanlarm üçüncü dereceyi de onları takibeden müslümanlann aldığı ifade
edilmektedir. Hatırlanacağı üzere sahabeden sonra gelen kimselere tabiim; taibûndan
sonra gelen kimselere ctbau't-tabiîn denilir. Terim olarak bir sahabi ile mti'min olarak
görüşen konuşan ve ondan ilim alan kimselere "tabiûn", tabiim ile görüşüp onlardan



hadis rivayet edenlere de "ctbau't-tabiîn" denir.

Metinde geçen birinci: "sonra onları (yani sahabileri) takibedenler" cümlesiyle tabiiler,
ikinci "Sonra onları (yani tabileri) takibedenler" cümlesiyle de ctbau't-tabiîn
kaydedilmektedir.

Ravi. Hz. Peygamberin, bu cümleyi iki defa tekrarlayarak sahabiden sonra gelen
tabiim ve etbau 1-tabiîn nesillerini Övdüğünden emin olmakla beraber bu kelimeyi
üçüncü defa tekrarlayarak eibâu tebe i't-tabiîn denilen ve etbâu'(-tabiinden sonra gelen
nesli de övdüğünden emin değildir. Ancak İbn Kayyim'in Sünen-i Ebi Davud üzerine
yazdığı "Tchzîb" isimli eserinde açıkladığına göre şu hadis-i şerifte bu dördüncü nesil
de Hz. Peygamberin diliyle övülmektedir. "İnsanlar üzerine zaman gelecek,
kendilerine bir ordu gönderilecek de; "Bakın aranızda Peygamber (s.a.)'in ashabından
bir kimse bulabilecek misiniz?" denilecek. Böyle bir zat bulunacak ve kendilerine
onların sayesinde fetih müyesser olacak. Sonra ikinci bir ordu gönderilecek yine:
Acaba bunların arasında Peygamber (s.a.)'in sahabilerini görenler var mı? diyecekler
ve onun sebebiyle kendilerine fetih müyesser olacak. Sonra üçüncü bir ordu
gönderilecek ve: "Bakın aralarında peygamberin ashabını görenleri gören var mı?"
denilecek. Sonra dördüncü ordu gönderilecek ve yine; "Bakın içlerinde Peygamber
(s.a.)Jm ashabını göreni gören birini gören var mı?" denilecek. Böyle birisi de

12251

bulunacak ve onun sayesinde kendilerine fetih müyesser olacak."

12761

Yine Müslim'in Ebu Said el-Hudri'den rivayet etliği başka bir hadisi şerif te de
bu dördüncü nesil övülmüştür.

Muhammed Zekeriyya İbn Yahya el-Kândehlevî'nin İzâletü'l-hafâ'dan naklettiğine
göre;

Birinci neslin (yani sahabenin) devri, hicretle başlar. Peygamber (s.a.)'m vefatı ile
sona erer.

İkinci neslin devri, Hz. Ebu Bekir'in hilafeti ile başlar, Hz. Ömer'in şe-hid edilmesiyle
sona erer.

Üçüncü neslin devri ise. Hz. Osman'ın hilafeti zamanıdır. Fcthu'l-Vedûd isimli eserde
verilen bilgiye göre ise sahabe dönemi Hz. Peygamberin bi'setiyle başlar. Dünyada
sahabilerden hiç bir kimse kalmaymcaya kadar yani hicretin yüzonuncu senesine
kadar devam eder. Tabiûn dönemi ise sahabe döneminin sona ermesiyle başlar yetmiş
sene devam eder.

Tebeuttabiîn devri ise hicretin 220. senesine kadar sürer. Bu dönemden sonra bidatlar
çoğalır. Ulemanın bidatçılarla başları derde girer. Mevzuumuzu teşkil eden hadis-i
şerifte zuhur edeceği haber verilen menli zümreler bu dönemden sonra yavaş yavaş
artma gösterir. İmanı Nevevi'niıı açıklamasına göre metinde geçen "sirhen" kelimesi
"şişmanlık" anlamına gelmektedir. Cumhuru ulema bu görüştedir. Binaenaleyh tebe-ü
tabiin ya da etbeü tebei tabiin döneminden sonra halk arasında şişman insanlar ço-
ğalmaya başlayacaktır. Bazılarına göre burada bu kelimeyle şeref ve fazilet taslayan,
şeref ve fazilet yoksunu kimseler, kasdedilmektedir. İnsanların aşın mal toplama
gayretleri anlamına geldiğini söyleyenler de vardır.

Her ne kadar metinde geçen: Kendilerinden sahicilik istenmediği halde şahitlik
yapacaklar..." mealindeki cümle ile: "şahidlcrin en hayırlısı kendisinden şahitlik

r2771

istenmeden gelip şahitlik edendir." mealindeki hadis arasında zahiren bir çelişki



varmış gibi görünmüyorsa da aslında böyle bir çelişki yoklur.

Çünkü mevzuumuzu teşkil eden hadis-i şerifte yerilen şahid dava sahibi onun
şahitliğini bildiği ve bilerek şahitliğe çağırmadığı halde davetsiz olarak şahitlik
yapmak üzere mahkemeye gelen kimsedir. Diğer hadis-i şerifte övülen şahit ise, dava
sahibi bir şahide muhtaç iken ve bu hususta şahitlik yapacak bir kişinin bulunduğunu
bilmezken kendiliğinden gelip hakkın ortaya çıkması için şahitlik yapan kimsedir.
Yine mevzumuzu teşkil eden ve etbâu't-tabiin ya da etbeu tebeittabiin devrinden
sonraki nesiller arasında bidatlerin ve bidatçilerin artacağını ifade eden hadisle

r2781

"ümmetim bir yağmura benzer, başı mı sonu mu hayırlı bilinmez." hadisi
arasında da bir çelişki sözkonusu değildir. Çünkü sahabenin ve onu takibeden üç
neslin daha faziletli olmasından maksat, bu nesiller içerisinde hayırlı insanların sayıca
daha fazla olmasıdır. Yani ümmetin sonunu teşkil eden nesillerde de sayıca çok iyi
insan vardır. Ancak; ilk nesiller kadar değildir. Yahut da son nesiller içerisinde fert
fert öyle insanlar vardır ki neredeyse onlar çok az da olsalar iyilikte ilk nesillere
yaklaşırlar. Cumhur-u ulemanın görüşü de bu ikinci tevil doğrultusundadır.
Bu mevzuda İbn Kuteybe de, şöyle diyor: "Ümmetim yağmura benzer, başı mı
hayırlıdır, yoksa sonu mu bilinmez" hadisini, onların derecesinin ashabına yakın
olduğunu ifade etmek için söylemiştir. Nitekim "Bu elbisenin önü mü daha güzel,
arkası mı?" denilir. Önü daha güzeldir, ancak sen bununla (güzellik bakımından)
elbisenin önü ile arkasını birbirine yaklaştırmayı kasdetmiş olursun. Keza "Bu kadının
yüzü mü güzel yoksa boynu mu?" demen de buna benzer. Yüzü daha güzeldir, fakat
sen güzellikte yüz ile boynu birbirine yaklaştırmak istiyorsun.

Rasûlullah'm, Tihame hakkında: "O (Tihame) bal tulumuna benzer, başı mı daha
iyidir, yoksa sonu mu bilinmez" buyurması da bunun gibidir.

Bal, tulumda; sütün kapta kesilip bozulduğu gibi bozulmaz ki, başı sonundan iyi
olsun. Başı da sonu da hemen hemen birdir. Başının sonundan bir üstünlüğü
f2791

yoktur."

10. Rasûlullah (S.A.)'In Sahabilerine Sövmenin Yasak Olduğu

4658... Ebu Said (r.a.)'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s. a.): "Sahabilerime
sövmeyiniz! Varlığı elinde olan zata yemin ederim ki eğer biriniz, sadaka olarak Uhud
Dağı kadar altın dağıtsa bu onlardan birinin bir müdd (lüka sadakasının sevab)ma

r2801

erişmez ve (hatta bunun) yarısına da ulaşamaz" buyurmuştur.
Açıklama

Bu hadis-i şerif ashab-ı kiramın ümmeti Muhammed içerisinde işgal ettiği üstün
mevkiyi ve amellerinin Allah katındaki değerinin ümmetin diğer fertlerinin
amelleıiyle kıyas kabul etmeyecek kadar yüksek olduğunu ifade etmektedir.
Nitekim, bu hususu yüce Allah: "... Elbette içinizden (Mekke'nin) Feth(in)den önce
(hak yolunda) harcayan ve savaşanflar ötekilerle) bir olmaz. Onların derecesi sonradan

1281]

infak eden ve savaşanlardan daha büyüktür..." mealindeki âyet-i kerimesinde de



açıklanmıştır.

Hz. Peygamberin sahabelere sövmeyi yasaklayan bu sözlerindeki muhatabları, o anda
orada hazır bulunan sahabileıie, onların şahsında orada hazır bulunmayan tüm
sahabiler ve sahabilerin dışında kalan tüm miislü-manlardır.

Hadis-i şerif sahabe-i kiramdan birine sövmenin haram olduğuna delâlet etmektedir.
Sahabe arasındaki ihtilaflar bir ietihad neticesidir. İsabet eden on, hata eden ise bir
sevap almıştır. Meseleye bu açıdan bakmak gerekir. Sahabeye söven bir kimsenin
kafir olacağını söyleyenler de vardır.

Nitekim Hanefi ulemasından İbn Abidin (r.a.) "Kitabü Tcnbihi'I-Vülat vc'1-Hukkâm"
isimli özel bir risale hazırlayarak bu mevzudaki görüşlerin tümünü nakletmiş ve aynı

r2821

zamanda kendi görüşünü de belirtmiştir.

Netice olarak onlara sövmenin fasıklık ve büyük günahlardan olduğunda ittifak olduğu
gibi, onlara sövmeyi helal sayarak sövmenin küfür olduğunda da ittifak vardır. Bu

r2831

suçu işleyen kimseler siyaseten öldürülürler.

İmam Nevevi'nin açıklamasına göre "Şafii uleması ve Cumhuru ulemâ bu suçu işleyen
kimsenin tazir cezasıyla cezalandırılması gerektiği görüşündedirler. Malikilerdcn
bazılarına göre ise bu suçu irtikab eden kimseler öldürülür."

Sahabilerin verdikleri sadakanın değerinin Allah katında başkalarının verdiği
sadakaların değerlerinden daha üstün olmasının sebebi ise şüphesiz ki onların bu
sadakayı fakr-ü zaruretin getirdiği çok ağır şanlar altında vermiş, olmalarının yanında
büyük bir ihlas duygusu içerisinde vermiş olmalarıdır.
Hanefi mezhebine göre bir müdd 1/4 sa'dır.

r2841

Bir sa 3.334 kg. ettiğine göre bir müdd bu rakamın 1/4'dir.

4659... Amr b. Ebî Kurre'den (rivayet olunmuştur); dedi ki: Huzeyfe Medayin'de idi
ve Rasûlullah (s.a.)'m öfke halinde sahabilerinden bazı kimseler için sarfetmiş olduğu
sözleri (halka) aktardı. Bunları Hıızeyfe'den dinleyenlerden bazıları da gider Selman'a
haber verir ve Huzeyfe'den duyduklarını ona anlatırlardı. Selman da "Huzeyfe
söylediği (sözün doğruluk derecesi) ni (benden) daha iyi bilir" derdi. Sonra da
Huzeyfe'ye gelip:

"Senin sözlerini Selman'a anlattık. Seni ne tasdik etti ne de tekzib etti." derlerdi.
Huzeyfe (bir gün) sebze tarlasında bulunan Selman'a varıp; "Ey Selman benim
Rasûlullah (s.a.)'dan duyduklarımı tasdik etmekten seni engelleyen (sebep) nedir?
dedi. Hz. Selman da (ona şöyle) cevap verdi:

"Gerçekten Rasûlullah (s. a.) (bazan) öfkelenirdi ve öfkeli iken sahabilerinden bazıları
hakkında (bazı ağır) sözler söylerdi. Bazan da hoşnut olur ve hoşnutluk halinde
sahabilerinden bazıları hakkında (sitayiş-kâr)sözler söylerdi. Artık sen (Hz.
Peygamberden her duyduğun sözü nakletmeye) bir son vermiyor musun? (Eğer sen bu
rivayetlerine devam edersen) Bazı kimseler (in kalbin)e bazı kimselerin sevgisini, bazı
kimseler (in kalbin) de bazılarının nefretini aşılarsın ve neticede bazı anlaşmazlıkların
ve bölünmelerin meydana gelmesine sebep olursun. Oysa sen Rasûlullah (s.a.)'m bir
hutbesinde:

"Ben, öfkeli iken Ümmetimden herhangi bir kimseye sitem ya da beddua edersem (bu
bir insanlık halidir); çünkü ben de Adem oğullarından biriyim. (Binaenaleyh) onların



öfkelendiği gibi (bazan) ben de öfkelenirim (fakat, Allah) beni alemlere sadece rahmet
için göndermiştir. (Bu sebeple ben rabbime: Ey Allah'ım, ben ancak bir beşerim,
Müslümanlardan herhangi birisine, hakketmediği halde beddua ya da sitem edersem)
kıyamet gününde bunu onun için bir rahmet kıl (diye dua ettim. Rabbim de bu duamı
kabul etti)" dediğini bilmektesin. Allah'a yemin olsun ki ya bu sözlerine son verirsin

I285I

ya da (bunu) Ömer'e mektupla bildireceğim."
Açıklama

Bu hadis-i şerif Peygamber (s.a.)'in ümmetine gösterdiği dikkat ve şefkati beyan
etmektedir. Bu mevzuda gelen rivayetlerin umumundan anlaşılıyor ki, Peygamber
(s.a.)'in bedduası ve sitemi bunları haketmeyen birine yapılmışsa o kimse için rahmet
ve keffaret olur. Yoksa hak edenler için böyle bir şey mevzu bahis olamaz. Peygamber
(s.a.), kafirlerle münafıklara beddua etmiş, fakat bu onlara rahmet olmamıştır. Burada
şu sual hatıra gelebilir: Bedduayı hak etmeyen kimseye Peygamber (s.a.) nasıl beddua
eder? Bu suale ulema iki

207. vecihle cevap vermişlerdir. Birinci veçhe göre bedduayı haketmemekten murad,
kulun batında yani Allah indinde onu haketmemiş olmasıdır. Zahire göre o kul
bedduayı hak etmiştir. Peygamber (s.a.) şer'i bir emareye göre onun bedduayı hak
ettiğine hüküm vermişir. Çünkü o zahirle hüküm vermeye memurdur. Sırlan bilen
yalnız AIlarTdır. İkinci veçhe göre Ra-sûlullah (s.a.)'m beddua etmesi, sitemde
bulunması ve emsali şeyler kasten söylenmiş olmayıp, Arablarm adetine göre
niyyetsiz olarak dile gelen sözleridir. Muaviye hakkında:

r2861

"Allah onun karnını doyurmasın!"

r2871

"Allah senin yaşını büyütmesin." demesi hep bu kabildendir. Bunlardan duanın
hakikati kastedilmemişim Maamafîh Peygamber (s.a.) bu sözlerden birinin icabet
saatine rastlayarak kabul edileceğinden endişe duymuş ve Hak Teâlâ hazretlerine
niyaz ederek bu sözlerin nuıhatabları hakkında rahmet, keffaret ve sevab olmasını
dilemiştir. Şu da muhakkaktır ki Rasûlullah (s.a.) bu gibi sözleri pek nadir söylemiştir.
Kendisi kötü söz söylemez, kimseye lanet etmez, şahsı için kimseden intikam almazdı.
Nitekim ashab Devs kabilesine beddua etmesini istedikleri halde, O:
"Ya Rab, Devs'e hidayet ver" diye dua etmiş. Kavmi kendisine nice eza ve cefalarda
bulundukları halde:

"Allahim, kavmimi af buyur. Çünkü onlar bilmiyorlar." diye niyazda bulunmuştu.
r2881

11. Ebu Bekir (R.A.)'İn Halife Seçilmesi

4660... Abdullah b. Zem' a' dan rivayet edilmiştir, dedi ki: Rasûlullah (s.a.; (vefatına
sebep olan) hastalığın iyice şiddetlendiği sırada ben müslii-manlardan bir cemaatle
birlikte (kendisinin) yanında bulunuyordum. Bilal (r.a.j kendisini namaza çağırdı (Hz.
Peygamber de): "Namazı cemaate kim kıldıracaksa (ona) emredin (de namazı
kıldırsın)" buyurdu.



Bunun üzerine Abdullah İbn Zem'a (dışarıya) çıktı. Bir de baktım ki Hz. Ömer
cemaatin içerisinde bulunuyor. Fakat Ebu Bekir ortalıkta yok. Hencn (Hz. Ömer'e):
"Ey Ömer, kalk halka namazı kıldır' dedim (Hz. Örrur de) öne geçip (namaza
başlamak üzere) tekbir gelirdi. RasCıkıllah (s. a.; de onun sesini duydu. Hz. Ömer
yüksek sesli bir adamdı. (Bu sebeple H:i. Peygamber onun sesini uzaktan
duyabilmişti. Hz,Peygamber onun sesir.i duyunca)" Ebu Bekir nerede? (Ebu Bekir
hayatta iken) Ebu Bekir'den başka birisinin öne geçmesini Allah da kabul etmez
müslümanlar da kabul etmedi. Bunu Allah'da kabul etmez, müslümanlar da kabul
etmez" dedi ve (mescide gelip halka namaz kıldırması için) Ebu Bekir'e (haber)
gönderdi. Ömer bu namazı kıldırdıktan sonra Ebu Bekir geldi ve halka namazı
f2891

kıldırdı.

4661... Ubeydullah b. Abdullah b. Atabe den (rivayet edildiğine göre) Abdullah b.
ZcnVa şu (bir önceki) hadisi rivayet etmiş ve (şöyle) demiştir:

Peygamber (s. a.) Ömer'in sesini duyunca (yatağından) çıkıp b=aşmı odasından dışarı
çıkardı. Sonra: "Hayır, hayır, hayır, halka namazı Ebu Kuhafe'nin oğlu (Ebu Bekir)

[2901

kıldırsın" dedi. (Hz. Peygamber) bu sözü öfkeli olarak söyledi.
Açıklama

Bu hadis-i şerif "İlk halifelik Hz. Ebu Bekir'in hakkı idj ve Hz.Ebu Bekir haklı
olarak ilk halifeliğe seçildi" diyen ehl-i sünnetin lehine ve aksini iddia eden şiilerin
de aleyhine bir delildir.

Çünkü "Bunu Allah da, müslümanlar da kabul etmez" sözüyle reddedilmek istenen,
Hz. Ömer'in arkasında namaz kılmak değil, Hz. Ebu Bekir varken, Hz. Ömer'in öne
geçmesidir.

1290

"Her salih ve facir kişinin arkasında namaz kılınız." hadisi şerifi buna açıkça
delâlet etmektedir. Zira herkesin arkasında namaz kıhna-bildiğine göre mevzuumuzu
teşkil eden hadis-i şerifte Allah ve müslümanlar tarafından kabul edilmeyen şeyin Hz.
Ömer'in arkasında namaz kılmak değil, Hz. Ebu Bekir varken Hz. Ömer'in öne geçmiş
olması olsa gerektir. Öyleyse Hz. Ebu Bekir hayatta iken, başka birisinin müslüman-
lann önüne geçmesi bir başka ifadeyle halife olması caiz değildir.
Bu bakımdan, Hz. Ali, Hz. Ebu Bekir'e: "Rasûlullah (s. a.) seni din işlerimizde bizim
Önümüze geçirdiğine göre senin dünya işlerimizde önümüze geçmene kim engel
olabilir?" demiştir.

Her ne kadar (4660) numaralı hadisin sonunda bulunan "Ömer bu namazı kıldırdıktan
sonra Ebu Bekir gelip halka namazı kıldırdı" mealindeki cümleden hadiste reddedilen
hususun Hz. Ömer'in arkasında namaz kılmak olduğu ve bu sebeple onun arkasında
kılman namazın iade edildiği gibi bir mana sezilebilirse de cümleyi bu şekilde
anlamak yanlış olur. Çünkü Hz. Ömer namazın tamamını kıldırdıktan sonra değil de
bir kısmını kıldırdıktan sonra Hz. Peygamberin, kendi imamlığına razı olmadığını
anlayıp namazı bozmuş olması ve biraz sonra da Hz. Ebu Bekir'in gelip yarım kalan
namazı tamamlamış olması mümkündür. Kaldı ki bu cümle hadisin diğer yollardan
gelen rivayetlerinde bulunmamaktadır. Esasen bu cümleyi rivayet eden ravilerden



f2921

Muhammed İbn İshak, her bakımdan güvenilir bir ravi değildir.

12. Fitne Zamanında (Fitneyi Körükleyecek) Söz Söylemekten Kaçınmak
Gerekir

4662... Muhammed ibn Abdullah el-Ensari ile Ebu Bekre'den (rivayet edildiğine
göre):

Rasûlullah (s. a.) Hasen İbn Ali için: "Benim şu oğlum Seyyiddir. Onun vasıtasıyla
Allah'ın ümmetimden iki cemaatin arasını düzelteceğini ümid ediyorum" demiştir.
Hamm'ad hadisinde (bulunan ifadeye göre Hz. Peygamber Hz. Hasan için şöyle)
demiştir: "Umarım Allah onun vasıtasıyla, müslümanlar-dan iki büyük topluluğun
f2931

arasını düzeltir."
Açıklama

Hattabî'ye göre "seyyid" kelimesi "Halkın çoğunluğu" anlamına gelen "sevad"
kökünden gelir. Halkın büyük çoğunluğunun idaresini elinde tutan ve onları idare eden
başkan anlamına gelir. Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif, özellikle fitne
dönemlerinde her sözün kötüye yorumlanması ve dolayısıyla fitnenin körüklenmesine
sebep olması tehlikesi kuvvetle muhtemel olduğundan, bu dönemlerde münakaşalara
girmekten ve münakaşayı devam ettirmekten kaçınmanın lüzum ve ehemmiyetini
ifade ettiği gibi, Hz. Hasan İbn Ali'nin ileride iki müslüman cemaatin arasında çıkacak
olan ihtilafları önleyeceğini haber vermesi bakımından da Hz. Peygamberin istikbale
ait verdiği haberlerle ilgili bir mucizesini teşkil etmektedir.

Gerçekten de, Hz. Hasan (r.a.), Hz. Peygamberin vefatından sonra, Iraklılarla
Şam'lilar arasında anlaşmazlıkta, bir fitnenin çıkmasını önlemek amacıyla hakkı olan
halifelik davasından vazgeçmiş bu suretle iki büyük müslüman topluluğun arasını
düzeltmiştir. Bu iki topluluğun aralarında anlaştıkları sene, Larihe "ittifak senesi"
olarak geçmiştir.

Hadis-i şerifte Hz. Peygamberin her iki topluluktan "İslam topluluğu" diye bahsetmesi
ise, Muaviye taraftarı olan Şam halkının da, Hz. Ali taraftarı olan Irak halkının da,
gerek Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasında cereym eden savaşlara, gerekse onların
uzantısı olan daha sonraki savaşlara, katıldıkları için, dinden çıkmamış olduklarına
r2941

delâlet etmektedir.
Bazı Hükümler

1. Fitne dönemlerinde sükût etmek teşvik edilmiştir.

2. Hz. Ali taraftarı ile Muaviye taraftarları aralarında çıkan nahoş hadiselerden dolayı
islam dairesinden çıkmış değillerdir.

1295]

3. Bu iki topluluktan herhangi birine dil uzatmak caiz değildir.

4663... Muhammed b. Şirin'den (rivayet edildiğine göre) Huzeyfc (şöyle) demiştir:



Halktan, kendisine erişen fitneden korkmadığını hiçbir kimse yoktur. Muhammed b.
Mesleme müstesna.

Çünkü ben Rasûlullah (s.a.)'ı (Muhammed b. Mesicme'yc): "Sana fitne zarar vermez"
1296]

derken işittim.
Açıklama

Hz. Peygamber'in Hz. İbn Mesleme için söylemiş olduğu bu sözü, yahudilerin ileri
gelenlerinden Ka'b b. Eşref i öldürdüğü zaman söylemiştir.

Muhammed b. Mesleme sahabenin ileri gelenle/indendir. Hz.Peygamberin, peygamber
olarak gönderilmesinden 22 sene önce dünyaya gelmiştir. Cahiliyye döneminde de
ismi Muhammed olanlardandır. Künyesi ise Ebu Abdullah Mır. Tebuk gazvesinin
dışında bütün savaşlara katılmıştır. Hz. Peygamberin izniyle Tebük gazvesine
çıkmamış ve Hz. Peygamberin tavsiyesine uyarak fitne zamanlarında köşesinden
çıkmamış ve Hz. Peygamberin tavsiyesine uyarak fitne zamanlarında köşesine çekil-
miş. Cemel ve Sıffîn vakaları gibi ilelebed müslümanlarm içini sızlatacak

[2971

olan'kanli olaylardan uzak kalmıştır. Hz. ibn Mesleme ile mevzumuzu teşkil

[2981

eden bu hadisin bab başlığıyla ilgili olan tarafı rası olması gerekir.

4664... Salebe b. Dubay'a'dan (rivayet olunmuştur) dem Ki: kız ıiı gün) Huzeyfe'nin
yanma girmiştik. Bize: Ben kendisine fitnenin zarar vermediği bir kimse tanıyorum,
dedi. Bunun üzerine (oradan) çıktık. Bir de baktık ki kurulmuş bir çadır var. Hemen
(içerisine) girdik. Bir de ne görc-'üm! Muhammed İbn Mesleme orada. Kendisine
hayatını böyle halktan lyrı olarak geçirmesinin sebebini sorduk. (Şöyle) cevap verdi.
"Sizin şehirlerinizden bana bir fitne gelmesini istemiyorum (da onun için böyle
halktan ayrı yaşıyorum). Ortaya çıkan (bunca fitne) ortadan kalkıncaya kadar (da

[2991

böyle yaşamaya devam edeceğim.)"

4665... Müsedded, Ebu Avane, Eş'as b. Suleym, Ebu Bürde, Dubey'i b. Husayn es-

[3001

Salebi yoluyla (da bir Önceki hadisin) manası (rivayet edilmiştir.)

4666... Kays İbn Ubad'dan (rivayet edildiğine göre) dedi ki: Ali (r.a.)'ye "Bu seferini
bize açıkla! (Bu seferin) Rasûlullah (s.a.)'m senden aldığı bir söz(ün neticesi) midir,
yoksa kendi görüşün(ün neticesi) midir?" diye sordum da:

"Rasûlullah (s. a.) bu hususta benden hiç bir söz almadı. Fakat bu sadece benim şahsi

[30ü

görüşümdür" cevabını verdi.

4667... Ebu Said'den (rivayet edildiğine göre), Rasûlullah (s. a.) (şöyle) buyurmuştur:
"Müslümanların (kendi aralarında meydana gelen ihtilaflar sebebiyle ikiye)
bölünmeleri sırasında (içlerinden) bir (başka) fırka da ortaya çıkacak ve
(müslümanlarm kendi aralarında bölünmesiyle meydana gelen) iki cemaatten hakka en



T3021

yakın olanı onu öldürecektir."



Açıklama

4664 ve 4665 numaralı hadis-i şerifler 4663 numaralı hadis-i şerifin şerhinde
açıkladığımız gibi, Hz. Muhammed İbn Mesleme'nin miislümanlar arasında ihtilaflar
ve savaşlar ortaya çıkmaya başladığı sıralarda bu fitnelere bulaşmamak için Hz.
Peygamberin tavsiyesine uyarak eline ve diline sahip olup, kendini kurtarmaya
muvaffak olduğunu ifade etmektedirler.

4666 numaralı hadis-i şerif ise Hz. Ali'nin Sıffîn ve Cemel vakalarına Hz.
Peygamber'in emri ya da isteği üzerine çıkmayıp kendi içtihadına dayanarak çıktığını
ifade etmektedir.

Hz. Ali bu savaşlara bir ietihad neticesinde çıktığına göre, bu içtihadında yanılmışsa
bir, isabet etmişse on sevap almış olduğundan Allah katında makbul bir iş yapmıştır.
Kaldı ki Haricileri katleden Hz. Ali olduğuna göre 4667 numaralı hadis-i şerif Sıffîn
ve Cemel savaşlarında Hz. Ali'nin içtihadında hakka isabet ettiğini açıkça ifade
etmektedir.

Hz. Muaviye ise bu savaşlara katılırken yaptığı içtihadında yanılmış olmakla beraber,
ietihad ehliyetini haiz olduğundan dolayı yine ecir almıştır. Öyleyse fikri atalete razı
olmayarak karşılaştıkları müşkülen halletmek için Islamm emrettiği ietihad yoluna
gidip İslam fikir hayatının inkişafına hizmet eden müctehidlere bu hareketlerinden
dolayı dil uzatmak doğru değildir ve bu gibi hareketlerin ortaya çıktığı dönemlerde
müslü-mana yakışan, müslümanlar aleyhine olacak davranışlardan sakınmak,
eline ve diline sahip olmaktır.

Bu hadislerin bab başlığı ile ilgili tarafı da burasıdır. 4667 numaralı hadis-i şerifte Hz.
Ali taraftarlarının mağlub edeceği Haricilerin katli meselesi 4758 numaralı hadisle onu

r3031

takibeden hadislerde etraflıca açıklanacaktır, inşaallah.
13. Peygamberin Biri Diğerine Tercih Edilemez

4668... Ebu Said el-Hudri'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s. a.)

I304J

"Peygamberlerin birini diğerinden üstün görmeyiniz" buyurmuştur.
Açıklama

İlk Peygamber Adem (a.s.) ile son peygamber Muhammed (s. a.) arasında binlerce
asırlık bir zaman geçtiği gibi, geçen bu süre içerisinde sayısını ancak Allah'ın bildiği
birçok da peygamber gönderilmiştir. Bu peygamberler arasında gerek Allah'a itaat
yönünden ve gerekse tebliğ ettikleri dinlerin, insanları dünya ve ahiret saadetine
yöneltmesi yönünden hiçbir fark yoktur. Bu sebeple yaptıkları peygamberlik görevi
yönünden bu peygamberlerden herhangi birini veya birkaçını üstün görüp diğerini
küçük görmek doğru değildir. "Allah'ın peygamberlerinden hiçbirini (diğerinden)
r3051

ayrı tutmayız..." ayet-i kerimesi de bu gerçeği ifade etmektedir. Mevzumuzu teş-



kil eden hadis-i şerifte kastedilen de bu husustur.

Bununla beraber yüce Allah bu peygamberlerden dilediklerini, dilediği bazı
meziyetlerle bezemiştir. Bu meziyetler yönünden onlardan kimini kiminden üstün
yapmıştır. Mesela, Adem (a. s.) e melekler secde etmiştir.

İbrahim (a.s.) ı ateş yakmamıştir. Musa (a.s.) Allah ile konuşmak şerefine erişmiştir.
Hz. Süleyman'a insanlar, cinler, kuşlar, vahşi hayvanlar ve rüzgarlar boyun
cğdirilmiştir. Peygamber olmaları bakımından hepsi de çok yüce bir şerefe haizdir.
Ancak her biri, bir meziyette ve sıfatta diğerinden üstün kılınmıştır.
Nitekim Allahu Teâlâ hazretleri "İşte bu peygamberler... Onlardan bazılarını üstün
kılmışızdır..." (Bakara (2), 253) ayet-i kerimesiyle de bu hususu bizlere açıkça
bildirmiştir. Bu mevzu için 4670 ve 4673 numaralı hadislerin şerhine de bakılabilir.
r3061

4669... İbn Abbas (r.a.)'den (şöyle) dedi (ği) (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s. a):
"Hiçbir kula benim Yunus İbn Metta'dan dahıı hayırlı olduğumu söylemek yaraşmaz."
r3071

buyurmuştur.

4670... Abdullah b. Muhammed'den (rivayet edilmiştir): Rasûlullah (s.a): "Hiçbir
peygambere benim, Yunus İbn Metta'dan daha hayırlı olduğumu söylemek gerekmez"
r3081

buyurdu.
Açıklama

Metta, Yunus (a.s.) in babasının ya da annesi ismidir. Bir önceki hadıs-i serttin
şerhinde de açık ildiğimiz gibi peygamberlikleri ve tebliğ ettikleri dinlerin hak olması
yönünde peygamberler arasında bir ayırım yapmak ya da birini diğerine tercih etmek
doğru değildir.

E ı.ı husus, bütün hak peygamberler için böyle olmakla beraber Hz. Peygamberin bu
hususta sadece kendisinin Hz. Yunus*tan üstün görülmesinden endişe ederek
ümmetini Özellikle Hz. Yunus üzerinde uyarmak istemesi, ümmetinin: "Sen Rabbinin
hükmüne sabret, balık sahibi (Yunus gibi olma! Hani o sıkıntıdan yutkunarak (Allah'a)
r3091

seslenmiştir... ' ayet-i kerimesine bakarak kendisini Hz. Yunus'tan daha

üstün .görü:) Hz. Yunus'a da bir hata isnad etmelerinden korkmasından
kaynaklannaktadır.

Âshnca yüce Allah, son peygamber Hz. Muhammed'i, diğer peygamberlerde olmayan,
pek çok meziyetlerle bezeyerek, onu, diğer peygamberlerden üstün kılmıştır. Çünkü o
son peygamberdir. Yüce Allah Ahzab suresinin 40. ayetinde onun peygamberlerin
sonuncusu olduğunu, Sebe suresinin yirmisekizinci ayetinde de onun bütün insanlara
müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderildiğini haber vermiştir.

Böyle iken, Hz. Peygamber, tabiatında bulunan eşsiz tevazu icabı kendisinden
bahsederken devamlı olarak tevazu göstermiş, yüksek meziyetlerin ifade etmekten
kaçınmıştır.

İşte mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerif te bu tevazünün eseri olarak söylenmiştir.



Bij nevi hadis-i şeriflerden biri de şu mealdedir: 'İîenimle, benden önce gelen
peygamberlerin durumu, tıpkı şu bina ynpan adamın durumu gibidir ki bu adam
güzelce bir bina yaptı onu süsledi, tamamladı. Yalnız köşelerinden birinde bir
kerpiçlik ver eksik kaldı. İnsanlar binanın çevresini dolaşmaya başladılar. Onu çok
beğendiler ama: Keşke şu kerpiç tc yerinde olsaydı, dediler. İşte o kerpiç benim, ben

£3101

peygamberlerin sonLncusuyum."

Fakat gerçeği de saklamaktan korktuğu için kendisinin diğer peygamberler arasındaki
yerini açıklamaktan geri durmamıştır. Bu maksatla söylemi. 1, olduğu hadislerden
bazıları şu mealdedir:

"Ken kıyamet günü Adenıoğlunun efendisiyim. Kabri ilk yarılan ben olacağım. İlk

I3U1

şefaat eden ve şefaati kabul edilen de benim."

"Ben kıyamet günü, Ademoğlunun, en hayırlısıyım, ama övünmen, Hamd bayrağı
benim elimdedir, yine övünmem. O gün gerek Adem gerek ondan başka bütün
peygamberler, hep benim bayrağım altındadırlar. İlk şefaat eden ve şefaati kabul

£3121

edilecek olan benim, fakat yine övünmem.

Binaenaleyh, nasıl ki, bir insanın bazan kendisi hakkında bilgi verirken gerçeği
söylemesi ve yanlış bilgi vermekten korktuğu için bazı meziyetlerini söylemek
zorunda kalarak, sözkonusu meziyetlerini ifade ettikten sonra özel hayatında devamlı
surette kendisinden tevazu ile bahsetmesi bir çelişki sayılmazsa, Hz. Peygamberin de,
peygamberlik görevini yaparken, kıyamet ahvalini açıklamak ve kendisinin orada
diğer peygamberler arasındaki yerini belirtmek mecburiyetinde kalınca gerçeği
söylemiş olmak için, bazı üstünlüklerini dile getirdikten sonra, özel hayatı da kendi
üstünlüklerini belirtmekten kaçınması da bir çelişki sayılamaz. Bu mev-zuyu 4673
numaralı hadisin şerhinde açıklayacağız inşallah.
Bu mevzuda İbn Kuteybe (r.a.) şöyle diyor:

"Demek ki Rasülullah (s. a.) beni ondan üstün tutmayınız, sözüyle tevazu yolunu
kasdetmiştir.

Beni amel bakımından ondan üstün tutmayın. Onun amelinin benden çok olması
mümkündür. Beni bela ve imtihan bakımından da üstün tutmayın. Şüphesiz o benden
daha çok bela ve musibetlere maruz kalmıştır demek istemiş olması da
[313]

mümkündür." Bu mevzuyu 4673 numaralı hadisin şerhinde tekrar ele alacağız
1314]

inşallah.

4671... Ebu Hureyre'den (şöyle) dedi(ği rivayet edilmiştir): Yahudilerden bir adam
"Musa'yı (bütün insanlardan) üstün kılan (Allah)'a yemin olsun" dedi. (Orada bulunan
bir) müslüman da elini kaldırıp yahudinin yüzüne vurdu. Bunun üzerine yahudi varıp
(durumu) Rasülullah (s.a.)'a haber verdi. Hz. Peygamber de:

"Beni Musa'dan üstün tutmayınız. Çünkü bütün insanlar ölü iken ilk dinlen ben
olurum. Bir de bakarım ki Musa, Arş (in kenarından) tutmuş... Artık Ölenler
arasındaydı da benden önce mi dirildi, yoksa Aziz ve Celil olan Allah'ın istisna

13151

ettiklerinden miydi? Bilmiyorum" buyurdu.



Açıklama



"(Birinci defa) Sura üflendi, göklerde ve yerde olanıar (korkudan) düşüp bayıldı (1ar,
yahut öldüler). Ancak Allah'ın dilediği kaldı. Sonra ona bir daha üflendi, birden onlar

[3161

ayağa kalktılar,bakıyorlar (ne olacağını bekliyorlar)" âyet-i kerimesinde de
açıklandığı üzere, İsrafil aleyhisselamm Sura birinci üflemesiyle yerde ve gökte
Allah'ın yaşamasını dilediği kimselerin dışında herkes can vermiş olacak. Sura ikinci
defa üfürülmesiyle ilk dirileri Hz. Musa olacak. Arkasından Hz. Muhammed (a. s.)
dirilecek ve Hz. Musa'yı arşın bir kenarından tutmuş olarak ayakta bekler vaziyette
görecektir.

Şüphesiz kıyamet gününde herkesten önce dirilme büyük bir fazilettir ve üstünlük
sebebidir. Ancak bu kısmi bir üstünlüktür. Umumi üstünlük ise Hz. Fahr-i Kainat
efendimize aittir.

Nasıl ki bir insanın herhangi bir vasıfta, mesela cömertlikte diğer insanlardan üstün
olması, onun insanlara her hususta üstün olmasını gerektirmezse, Hz. Musa'nın da
kıyamet gününde herkesten önce dirilmiş olması onun her hususta diğer
peygamberlerden üstün olmasını gerektirmez. Bu hususta itibar, genel vasıflaradır.
Genel vasıflar itibariyle, üstünlük ondadır. Bir önceki hadis-i şerifin şerhinde de
açıkladığımız gibi meseleye bu açıdan bakınca, gerçek üstünlük fahr-i kainat
efendimizdedir. Fakat tevazu icabı kendi üstünlüğünü dile getirmekten kaçınmıştır.

um



4672... Enes'den (şöyle) dediği rivayet edilmiştir: Bir adam Rasûluilah (s.a.)'a: "Ey
yarattıkların en hayırlısı" diye hilabettidi

1318]

Rasûluilah (s.a.) "O, İbrahim'dir" buyurdu.
Açıklama

Gerçeklen Hz. İbrahim, kendi zamanının ve Hz.Peygamberden Önceki tüm devirlerin
en hayırlısı olmada beraber, Hz. Peygamberin dünyaya gelmesiyle bu üstünlük ona
geçmiştir.

Her ne kadar Hz. İbrahim'in bazı noktalarda bütün peygamberlerden üstü ı olduğu
söylenebilirse de genel manada, yani tüm vasıflar ortaya konduğu zaman üstünlüğün
Hz. Muhammed'de olduğu görülür ki, hakiki üstünlük de budur. Fakat 4670 numaralı
hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığınız Hz. Peygamber, tevazuundan dolayı kendi

1319]

üstünlüğünden bahsetmemiştir.

4673... Ebu Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûluilah (s.a.): "İten (kıyamet
günü) Ademoğlunun en hayırlısıyım. Kabri ilk açılacak, ilk şefaat edecek ve şefaati ilk
kabul edilecek olan da benim."
T3201

buyurmuştur.



Açıklama



İmam Nevevi bu hadis-i şerifi açıklarken şu görüşlere yer vermektedir; "el-Herevî'ye
göre Scyyid, kavminin en üstünü demektir. Başkalarına göre ise halkın bütün sıkıntısı
ve çaresizliklerinde kendisine başvurdukları ve onları bu sıkıntılardan kurtaran kimse
demektir."

Bı hadis-i şerif, Hz. Muhammed'in insanların tümünden daha üstün ve faziletli
olduğuna delâlet etmektedir.

Ehl-i sünnet inancına göre, insanlar, meleklerden üstündür. Hz. Mu-hamnıed de tüm
insanların ve diğer yaratıkların en faziletlisidir. "Beni diğer peygamberlerden üstün
tutmayınız." anlamına gelen 4668 numaralı hadis-i şerif ve benzerleri ile mevzumuzu
teşkil eden bu hadis-i şerif arasında bir çelişki olduğu söylenemez. Çünkü:

1. Hz. Peygamber, kendisinin diğer peygamberlerden üstün olmadığını Mİylediği
sıralarda, aslında kendisinin diğer peygamberlerden daha faziletli olduğunu
bilmiyordu. Onun için böyle konuşmuştu. Fakat sonra kendisinin daha faziletli
olduğunu öğrenince görevi icabı bunu açıkladı.

2. Bu sözü, terbiye, nezaket ve tevazu yoluyla söylemiştir.

3. Yasak olan üstün çıkarma, birinin diğerinden noksan olduğunu ileri sürecek noktaya
vardırandır.

4. Yasak edilen fark, gözetme, fitne ve düşmanlığa vardırandır.

5. Yasak edilen fark gözetme, peygamberlik hususudur. Peygamber olma msusunda,
aralarında fark yoktur. Fark yalnız özellik ve diğer faziletler huşu şundadır. Ve fark
itikadı lazımdır. Çünkü Allahü Teâlâ Hazretleri:

mu

"Hu peygamberler yok mu? Biz onların bazısını bazısı üzerine faziletli kıldık"
f3221

buyurmuştur.

4674... Ebu Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûluilah (s.a.) "Tübba (Allah'ın
rahmetinden mahrum kalmış) bir mel'un mudur, değil midir bilmiyorum ve Uzeyr

[3231

peygamber midir, değil midir (bunu da) bilmiyorum" demiştir.
Açıklama

Bilindiği gibi, Yemen krallarına "Tübba" denir. İklil,.risimli tefsjrde açıklandığına
göre "Tübba" kelimesi metbu "kendisine tabi olunan kimse" anlamına gelir. Cahiliy-ye
döneminde tübbalar, İslamiyet dönemindeki halifeler gibiydiler. Halk onlara uyardı.
Diğer bir görüşe göre de tübba kelimesi tabi (uyan, tabi olan) anlamına gelir. Yemen
kralları mutlak surette babalarının yoluna uydukları için kendilerine bu isim
verilmiştir.

Fadis sarihlerinin açıklamalarına göre mevzuumuzu teşkil eden bu ha-dis-i şerifte
sözkonusu edilen Tübba' dan maksat tübbaiann en büyüğü ve en ünlüsü olan Esad Ebu
Kureyb'dir. Ka'be'ye ilk Örtü geçiren kimse budur. Hz. Peygamber, gönderilmeden bin
sene önce onun varlığından ve peygamber olarak gönderileceğinden haberdar olup,
kendisine iman etmiştir. Fakat, Hz. Peygambere, onun kendisine iman edip dünyadan



mümin olarak gittiği önceleri bildirilmemişti. İşte bu sıralarda sözü geçen Tübba'dan
bahsedildiği bir sırada onun gerçekten iman şerefiyle şereflenmiş bir kimse mi yoksa
iman şerefinden ve dolayısıyla Allah'ın rahmetinden mahrum melun bir insan mı
olduğunu bilmediğini ifade etmişti. Aynı şekilde Hz. Uzeyr'in bir peygamber olup
olmadığını henüz bilmediği için onun hakkında da kesin bir bilgiye sahip olmadığını
açıklamıştı. İşte konumuzu teşkil eden bu hadis, Hz. Peygamberin Tübba ve Hz. Uzeyr
hakkında Hz. Peygamberin kesin bir bilgiye sahip olmadığı bir sırada onları iyice
tanımadığını ifade ettiğini açıklamaktadır. Ama daha sonra, Allahu Teâlâ hazretleri
Tübba'nm müslüman olduğunu ve dünyadan mümin olarak gittiğini, Hz. Uzeyr'in de
Allah'ın peygamberlerinden bir peygamber olduğunu ümmetine açıklamıştır. Nitekim
bir hadis-i şerifte, Hz. Peygamberin: "Tübba'ya sövmeyiniz. Çünkü, o müslüman

1324]

olmuştur" dediği rivayet edilmektedir.

4675... Ebu Hureyre (r.a.)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ben Ra-sûlullah (s.a.)'ı:
"Meryem'in oğluna insanların en yakın olanı benim (Çünkü) Peygamberler baba bir
kardeşler gibidirler ve benimle onun arasında (başka) bir peygamber de yoktur"
1325]

derken işittim.
Açıklama

Hz. İsa'ya en yakın insanın Peygamber (s. a.) olmasından maksat İncil'de İsa'dan sonra
Ahmed isminde bir âhir zaman peygamberi geleceğinin müjdelenmesidir. Bazıları
aralarında başka peygamber olmadığı için, ikisinin bir zamanda gönderilmişler gibi
biribirine yakın olduklarını söylemişlerse de bu söze itiraz edenler olmuştur. Burada
şöyle bir sual hatıra gelebilir: Bu hadiste Rasûlullah (s. a.) kendisinin Hz. İsa'nın en
yakım olduğunu bildiriyor. Halbuki Kur'an-ı Kerim'de Allahû Teâlâ hazretleri onun
Hz. İbrahim'in en yakını olduğunu haber vermiştir.

Cevap: Bu iki yakınlık arasında bir olumsuzluk ve çelişki yoktur. Peygamber (s.a.),
Hz. İbrahim'in yolundan gitmesi itibariyle Hz. İbrahim'in en yakını olduğu gibi,
yukarıda belirttiğimiz şekilde Hz. İsa'nın da en yakınıdır. Bu iki yakınlığın biri
diğerine mani değildir.

Evladu'l-allat yahut benu'I-allat: Baba bir anne ayrı kardeşler demektir. Anne bir
kardeşlere evlad-ı ahyaf, anne - baba bir kardeşlere de evlad-ı a'yan denir.
Cumhuru ulemaya göre, hadisten murad: Bütün peygamberlerin iman esasları bir,
şeriatları muhteliftir. Bir Allah'a inanmakta hepsi müttefiktirler. Yanhz şeriatlerinin
fürûunda ihtilaf vaki olmuştur. Yani bütün peygamberlerin getirdikleri dinlerin aslı
birdir. O da tevhiddir. Ulemadan bazıları:

"Benimle İsa arasında Peygamber yoktur." sözüyle istidlal ederek Hz. İsa ile
Peygamberimiz (s.a.) arasında başka bir peygamber gelmediğine kail olmuşlarsa da
istidlal kuvvetli görülmemiş, aralarında Cer-cis ile Halid b. Sinan'ın bulunduğunu,
bunların da birer peygamber olduğunu söylemişlerdir.

Bu takdirde hadisin manası: Benim ile İsa'nın arasında müstakil bir şeriat sahibi
peygamber yoktur, demek olur. Mamafih Cercis'le Halid hakkındaki hadisin sabit

[326]

olmadığım sahih hadisin bunu reddettiğini söyleyenler de olmuştur.



14. Mürcie'yi Redd (Eden Hadisler)



4676... Ebu Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (şöyle)
buyurmuştur: "İman yetmiş küsur şu'bedir. Bunların en faziletlisi Allah'dan başka ilah
yoktur, demektir. En aşağısı da (atılmış bir) kemiği (yada bir engeli) yoldan

r3271

kaldırmaktır. Haya da imanın bir şu'besidir,"
Açıklama

İrca, lugatta te'hir etmek anlamına gelir. Tevhid ilminde, irca, imanı esas alıp ameli
geri plana bırakmak demektir.

Hu düşünce ve inanç üzerine kurulmuş olan itikadi mezhebe "Mürcic" denir.
Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif, şer'î imanın amellerden teşekkül eden bir
takım şu'beleri ve dalları olduğunu, bu dallardan ve şubelerden lecrid edilmiş bir
imanın kamil bir iman olmayacağını ifade ettiği için Mü-'oie mezhebi mensuplarının
aleyhine bir delildir.

Mezhepler tarihinde açıklandığı üzere "mürcie" Ebu's Salti's-Sâm isimli şahsa tabi
olan kimselerdir. Bu mezhebi Ebu's-Salt te'sis etmiş. Hasan b. Bilal isimli şahıs da
Basra havalisinde neşre çalışmıştır.

Mürcie Fırkası: Müricc-i havaric, müriee-i şia, mürcie-i cebriyyc, mürcie-i halisa
namıyla dört şu'beye ayrılır.

Mürcie-î halisa: Yunus, isimli şahsa ittiba eden kimselerdir ki bunlara Yunusiyye
denir. Bunların itikadmca iman ancak marifetullah ile zat-ı bâriye hudu ve kalben
muhabbetten ve cenab-ı hakka karşı istikban ter-ketmekten ibarettir. Kendisinde bu
hasletleri toplayan kimse mü'min-i kâimidir. Velevki ma'siyetleri irtikabde bulunsun.
f3281

Bütün bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, irca' "hakkıyle inandıktan sonra
ma'siyetin (büyük ve küçük günahların) insana hiçbir zaman zarar -/ermeyeceğine
inanmak, amellere hiç önem vermemek" anlamına gelmekledir.

Hadis-i şerifte, imanın yetmiş küsur şubeden meydana geldiği ve imanın haya gibi
dışa vuran alametleri olduğu ifade edilerek, imanın dışa vuran alameti demek olan
amellerin önemi vurgulanmak suretiyle mürcie temel görüşü reddedilerek, aynı
zamanda imanı teşkil eden şubelerin sayısı jzerînde de durulmakta ve bu sayı yetmiş
küsur olarak belirlenmektedir.

Ancak, bazı rivayetlerde bu sayı altmış küsur olarak verilirken, bazılarında da
tereddütlü olarak "altmış küsur ya da yetmiş küsur" ifadeleriyle açıklanmaktadır.
İbn Salah; bu sayının kendi memleketinde bulunan Buhari nüshalarında altmış olarak
belirlendiğini söylüyor. Tirmizi'nin bir rivayetinde ise "altmış dört" kaydı
bulunmaktadır.

Bu rivayetlerin hangisinin tercih edilebileceği meselesi ihtilaflıdır. Kadı Iyaz (r.a.)'a
göre yetmiş küsur rivayeti tercihe layıktır. İmam-i Neve-vi ile ulemadan bir cemaatte
bu görüştedir. Çünkü, sika raviden gelen ziyade rivayet, makbuldür.
İbn Salah'a göre az adedi bildiren rivayeti tercih etmek daha muvafıktır. Çünkü
rivayetlerin üzerinde ittifak ettiği adet olması itibariyle ihtiyata daha uygundur. Hz.



Peygamberin daha önceleri imanın altmış küsur olduğunu zannettiği ve sonradan
yetmiş küsur olduğunu öğrendiği ve ihtilafın buradan doğduğunu söyleyenler de
vardır. Meseleye bu açıdan bakınca rivayetler arasındaki ihtilaf kalkmış olur. Bu

f3291

sayıların çokluk ifade ettiği de söylenebilir. Metinde geçen bid'un kelimesi küsur
manasına gelmektedir. Merhum A. Davudoğlu bu hadisi açıklarken şöyle diyor:
"Bid'un kelimesi Kadı Iyaz'm beyanına göre, sayılarda bad'un bid'atun ve bad'atün
şekillerinde okunabilir. Et parçası manasında kullanılırsa yalnız bad'atün okunur.
Sayıda bid'atun kelimesi üç ile on adet arasındaki adetlerde kullanılır. Üçten dokuza
kadar diyenler de vardır. İmam Halil b. Ahmed'e göre bu kelimenin manası yedidir.
Bazıları:

"İki ile on arası ve oniki ile yirmi arasıdır" demişlerdir. Onbir ve oniki adetlerinde
kullanılamaz. En meşhur kavil budur. Üçten yediye ve beşten yediye kadar manalarına
geldiğini iddia edenler de vardır. Zeccâc, bu kelimenin adet parçası manasına geldiğini
söylemiştir. Daha başka kaviller de vardır:
Neyyif: Birden üçe kadar olan adeddir.

Şu'be: Bir şeyin parçası, fırka ve dal manalarına gelir. Şu halde hadisin ma'naşi:

"İman yetmiş küsur haslettir" yahut "İman yetmiş küsur daldır" demek olur. Dal

manası verildiği takdirde iman dallı budaklı bir ağaca benzetilmiş olur.

Kaadi Iyaz , şöyle diyor: Yukarıda gördük ki lügatta imanın aslı tasdik, şeriatte ise

kalple dilin tasdikidir. Şeriatın zahiri olan amellere de iman adı verilir. Nitekim burada

da;

"Mezkûr şu'belerin en makbulü Allah'tan başka ilah yoktur, demektir. Sonuncusu ise
yoldan eziyet veren şeyleri gidermektir" buyurulmaktadır.

Yine yukarıda arzettik ki; imanın kemali ameller ve tamamı ise taatler-ledir. Taatleri
benimseyerek bu şu'belere katmak, tasdik cümlesinden olup tasdike delil sayılır.
Bunlar ehl-i tasdikin ahlakıdır. Binaenaleyh ne şer'î ne de lügavi iman isminden hariç
değillerdir. İşte Peygamber (s. a.) bu şu'belerin, herkese aletta'yin lazım olan en
makbulünün tevhid olduğuna, o sahih olmadıkça hiç bir şu'benin sahih olmayacağına,
en aşağısının da müslümanlara zararı dokunması melhuz olan şeyleri, onların yol-
larından gidermek olduğuna, tenbih buyurmuşlardır. Bu iki tarafın arasında bir takım
adedler kalıyor ki bir müctehid bunları galebe-i zan ve sıkı bir tetebbu ile tahsile
çalışsa imkan bulur. Geçmiş ulemadan bazıları bunu yapmıştır. Yalnız Peygamber
(s.a.)'in muradı bu olduğuna hüküm vermek ve bu hükmü kabul etmek güçtür. Sonra
mezkûr şubeleri, adıyla şanıyla bilmek; lazım değildir. Bunian bilmemek imana zarar
vermez. Çünkü imanın usul ve füru'u malum ve muhakkaktır. İmanın bu kadar şubesi
olduğuna inanmak bilcümle vaciptir.

Hattabi de buna benzer şeyler söylemiştir. İmanın şu'belerini tayin hususunda bir çok
ulema, kitap te'hf etmişlerdir. Şafıilerden EbuBekrel-Beyhakî ile AbdülcehTin
"Şuabü'l-îmait" isimdeki eserleri, İshak İb-ni'l-Kurtubî'nin "Kitabu'n-Nasâih"i Ebu
Hatim'in "Vasfu'l-İmanı ve Şuabuh" adlı kitabı bunlardandır. Buhari sarihi Bedrüddin
Aynî bunların içinde, sadra şifa veren göremediğini söyledikten sonra, iman
şu'belerini yeniden şöyle hülasa etmiştir.

İmanın aslı kalple tasdik, dille ikrardır. Lakin iman-ı kamil kalple tasdik, dille ikrar ve

aza ile amelin mecmuudur, Yani iman üç kısımdır:

Birinci kısım: İt'ikadiyata aiddir ve otuz şu'bedir:

1. Allah'a iman; zatına, sıfatlarına ve birliğine inanmak buna dahildir.



2. Allah' dan başka herşeyin hadis olduğuna inanmak

3. Allah'ın meleklerine iman

4. Kitaplarına iman.

5. Peygamberine iman.

6. Kadere; hayrına, şerrine iman.

7. Ahiret gününe iman; Kabirde sual, kabir azabı, dirilmek, mahşer yerine gitmek,
hesap vermek, amellerin tartılması ve sırat gibi şeylere inanmak, bu şu'beye dahildir.

8. Allah'ın cennet va'dine ve cennetteki ebedi hayata iman

9. Cehennem ateşiyle tehdide, cehennem azabına ve o azabın kafirler hakkında sonu
olmadığına iman.

10. Allah'ı sevmek

11. Allah için bir birini sevmek ve Allah için bir birine buğzetmek. Allah için bir
sevmeye, gerek muhacirin gerekse ensar, bütün ashab-ı kira-miyle peygamber (s.a.)'in
akraba ve sülale-i tahiresini sevmek de dahildir.

12. Peygamber (s.a.)'i sevmek, ona salavat getirmek ve sünnetine tabi olmak buna
dahildir.

13. İhlas ve samimiyet. Riya ve nifakı terke tmek buna dahildir.

14. Günahlarına pişman olup tevbe etmek.

15. Allah'tan korkmak.

16. Rahmetini ümit etmek.

17. Rahmetinden ümidi kesmemek.

18. Aîlah'a şükretmek.

19. Vefakâr olmak.

20. Belâya sabretmek.

21. Mütevazi olmak; büyüklere hürmet göstermek buna dahildir.

22. Şefkatli ve merhametli olmak; küçüklere şefkat buna dahildir.

23. Allah'ın kazasına razı olmak.

24. Allah'a tevekkül etmek.

25. Kendini beğenmemek. Kendini medhetmemek de bunda dahildir.

26. Kin ve garezi terketmek.

27. Hasedi terketmek.

28. Gadablanmamak.

29. Hıyanet etmemek. Hile ve su-i zannı terketmek buna dahildir.

30. Dünyaya dalmamak. Mal ve makam sevgisini terketmek, buna dahildir. Hasılı
fazilet veya rezalet namına burada zikredilmeyen bir kalp ameli bulunursa bilmeli ki
bu ziyade zahire göredir. Hakikatte ziyade sanılan şey, zikredilen fasıllardan birine
racidir. İyi düşünülünce anlaşılır.

İkinci kısım: Dilin amellerine raci olup yedi nevidir:

1- Kelime-i tevhidi diliyle söylemek,

2- Kur'an okumak

3- İlim öğrenmek

4- İlmi öğretmek

5- Dua etmek

6- Zikirde bulunmak. İstiğfar buna dahildir.

7- Lağv yani batıl sözlerden sakınmak.

Üçüncü kısım: Bedenin amellerine aiddir ve kırk şubeye ayrılır. Bu şubeler üç
nevidir:



Birinci nevi: Muayyen şeylere mahsus olup onaltı şubedir.

1- Temizlenmek, abdest almak, cünüplükten, hayız ve nifastan temizlenmek gibi.
Bedene aid temizliklerle elbise ve yer temizliği buna dahildir.

2- Namazı dosdoğru kılmak; farz ve nafile namazlarla, kaza namazları buna dahildir.

3- Sadaka vermek. Farz olan zekatla, sadaka-i fıtır ve misafirperverlik, cömertlik gibi
şeyler buna dahildir.

4- Farz ve nafile oruç tutmak.

5- Haccetmek. Umre denilen küçük hacc buna dahildir.

6- İ'tikafa girmek. Kadir gecesini aramak buna dahildir.

7- Din aşkına başka yere kaçmak. Müşrikler diyarından İslam beldesine hicret etmek
buna dahildir.

8- Nezri, yani adadığı şeyi ifa etmek.

9- Yeminlerde teharri (doğruyu araştırıp ancak doğru olana yemin etmek)

10- Namazda ve namaz dışında avret yerini örtmek.

11- Kurban kesmeyi adamışsa, onu kesmek.

12- Cenaze işlerine bakmak.

13- Borcunu ödemek.

14- Muamelatta doğru hareket ederek ribadan kaçınmak

15- Doğruya şehadeti gizlemeyerek eda etmek.

İkinci nevi: Kendisine tabi olanlara mahsus olup altı şu'bedir.

1- Nikahlanmak suretiyle iffet ve namusu korumak.

2- Çoluk çocuğun haklarını ifa etmek. Hizmetçiye hoş muamele buna dahildir.

3- Anne babaya iyi muamele etmek. Onlara asi olmaktan kaçınmak buna dahildir.

4- Çocuklarına dinî terbiye vermek.

5- Sıla-i rahim

6- Büyüklere itaat

Üçüncü nevi: Ammeye taallûk eden şeylerdir ki onsekiz şu'bedir:

1- Hükümdarlığı, adaletle icra etmek.

2- Cemaate devam etmek.

3- Ulü'l-emre itaat

4- İnsanların aralarını ıslah etmek. Asi ve bağilerle harb etmek buna dahildir.

5- İyilik hususunda başkasına yardım etmek

6- Münkeri yasaklayıp maruf olanı emretmek.

7- Şer'î hadleri uygulamak.

8- Cihad etmek. Kışlalarda asker bulundurmak.

9- Emaneti eda etmek. Ganimetlerin beşte birini gizlemeyip vermek buna dahildir.

10- Ödünç vermek.

11- Komşuya ikram ve iyi muamelede bulunmak.

12- Herkese iyi muamele etmek. Helâl mdan mal toplamak buna dahildir.

13- Malı yerinde harcamak. İsraf ve tebzirde bulunmaktan kaçınmak buna dahildir.

14- Selam almak.

15- Aksırana teşmit eylemek. (Yani yerhanıükallah demek)

16- Başkalarına zarar vermemek

17- Boş şeylerden kaçınmak

18- Yoldan, eziyet veren şeyleri atmak.

Yukarıdaki şu'belerin mecmuu yetmişyedi eder ki (yetmiş küsur) ifadesinden murad
da budur.



İmam Ebu Hatim b. Hibban diyor ki:

"Ben bir müddet bu hadisin manasını tedkik ettim ve bütün taatı saydım. Baktım ki
taat bu adedden bir hayli ziyade çıkıyor. Bu sefer sünnetlere döndüm, ve Rasûlallah
(s.a.)'in iman namına serdetliği, bütün taatlan saydım. Baktım ki bunlar da yetmiş
küsurdan azdır. Bir de kitabullaha müracaat ederek onu dikkatle okudum ve Allah
Teâlâ'nm iman namına saydığı bütün taatlan sıraladım. Onları da yetmiş küsurdan
noksan çıktı. Bunun üzerine kitabı sünnete kattım. Ahireti bundan çıkardım. Bir de
baktım: Allah ile Rasulünün imandan olmak üzere saydıkları şeyler yetmişdokuz şu'be
olup bundan ziyade ve noksanı yoktur ve anladım ki Peygamber (s.a.)'in muradı kitab
ve sünnetteki bu adetmiş."

Ebu Hatim (r.a.) bu malumatı "VasfuT-İman ve Şuabihi" adlı eserinde vermektedir. O:
"İman altmış küsur şubedir" rivayetini de sahih bulmakta ve araplarm birşey için bir
adet göstermekle o adedden maadasını nefy etmek istemediklerini kaydetmektedir.
T3301

Bazı Hükümler

1- Hadisin (Altmış küsur) şeklindeki rivayetjnin hikmet şudur: Bir sayı ya zâidı ya
nakıs yahut tam olur.

Zâid:Kesirsiz olan cüzleri, toplandığı zaman kendinden fazla olan addedir. Mesela 12
adeti böyledir. Çünkü 12'nin yarısı, üçte biri, dörtte biri, altıda biri ve altıda birinin
yarısı vardır. Bunlar toplanırsa yarısı 6, üçte biri 4, dörtte biri 3, altıda biri 2, onun
yarısı da 1 eder ki, toplam, 1 6 olur.

Nakıs: Cüzleri kendinden az olan sayıdır. Mesela 4'ün yalnız yarısı ile dörtte biri
vardır. Yarısı 2, dörtte biri de 1 eder ki toplamı 3 olur.

Tam: Cüzleri kendine müsavi olan sayıdır. 6 gibi; 6'nm yarısı, üçte biri ve altıda biri
vardır. Yansı 3, üçte biri 2, altıda biri de 1 olup bunların toplamı yine 6 eder.
Bu üç nevi sayının en mu'teberi tam olanıdır. Tam olan 6 adedi üzerinde mübalağa
göstermek istenilince birlikleri onar defa büyütülmüş ve 6 adedi 60 olmuştur.
Yetmiş küsur rivayetine gelince: Bunun ta'yinindeki hikmet de şudur: Yedi sayısı,
adedin birçok kısımlarına şamildir. Çünkü aded çift, tek, basit, mürekkeb gibi
kısımlara ayrılır. Binaenaleyh 7 üzerinde mübalağa göstermek istenince onun birlikleri
de onar defa büyütülerek 70 olmuştur.

Küsur manasını Verdiğimiz "Bid"' kelimesinin 6 ve 7 ma'nalarma gelebileceğini zira
bunun bir ile on arasındaki sayılara ıtlak edildiğini az yukarıda mezkur kelimeyi izah
ederken gördük. Hasılı, altmış küsur rivayetinde, altmışın aslı, altı, yetmiş küsur
rivayetin de yetmişin aslı, yedidir. Aded ta'yininin vechi budur.

2- Rivayetierdeki altmış ve yetmiş adedlerinin hakikat mı yoksa mübalağa yolu ile mi
zikredildikleri ulema arasında ihtilafladır. Bazılarına göre, bunlardan murad. çokluk
ifade etmektedir, adedlerin hakikatları mak-sud değildir.

3- Utanmak niçin imandan sayılmıştır? denilirse şöyle cevap verilir: Haya namı
verilen utanma, iyi şeyleri yapmaya, kötü olanları yapmamaya, sevkeden bir saiktır ki,
kimi zaman sair iyi ameller gibi kesbi bir ahlak, kimi zaman da bir tabiat ve haslet
olur. Ancak onu şeriat kanununa göre kullanmanın iktisab ve niyyete muhtaç olduğuna

[331]

bakarak haya da imandan sayılmıştır.



Bu hadiste geçen iman kelimesiyle, kalb ile tasdik, dil ile ikrar ve amelden oluşan
"inıan-ı kâmil" kasdedilmektedir. Hadis-i şerifte iman, istiare yoluyla bir çok dal ve
budakları olan bir ağaca benzetilmiştir. Kendisine benzetilen ağacın bir cüzü
zikredilmiştir. Bu ise mecazen imanın teferruatına delalet eder. Yani kalb ile tasdikin
asıl dil, ile ikrar ve amelin de teferruat olduğuna, dolayısıyla dil ile ikrar ve amel
bulunması bile, imanın bulunabileceğine, fakat bu imanın kamil bir iman
olmayacağına delalet edeı\ Yahut da burada, iman kelimesi hakiki manasında kullanıl-
mıştır. Fakat kendisinden önce mahzııf bir müzaf vardır. Yani aslı "mü-kemmilâtu'l-
iman-imani kemale erdiren şeyleredir. Bu takdirde cümle "imanı kemale erdiren
yetmiş küsur şube vardır" anlamına gelmektedir.

İman kelimesiyle, mecazen imandan doğan taatîer de kasdedilmiş olabilir. Yani,

D321

imanın semeresi, yetmiş küsurdur, demek istenmiş olabilir. Binaenaleyh bu hadis
mürcienin aleyhine bir delil olmakla beraber, amelin imandan bir cüz olduğunu
söyleyen mutezilenin lehine bir delil olmaktan da uzaktır. Esasen böyle ahad yoluyla

T3331

gelen rivayetler, itikadı konularda delil olamazlar.

4677... İbn Abbas (r.a.) (şöyle) demiştir: Abdülkays heyeti Rasûlullah (s.a.)'e geldiği
zaman (Hz. Peygamber) onlara (önce) Allah'a imanı emretti ve: "Allah'a iman nedir
biliyor musunuz?"dedi.

"Allah ve Rasülli daha iyi bilir" dediler. (Hz. Peygamber de):

"AHah'dan başka (hakiki) bir ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın elçisi
olduğuna şahidlik etmek, namazı kılmak, zekatı vermek, Ramazan orucunu tutmak,

13341

ganimet mallarının beşte birini vermeniz" buyurdu.
Açıklama

Vefd: Mühim şeyler görüşmek üzere, büyüklerin huzuruna gönderilen seçkin -
cemaattir. Müfredi Vâfıd'dir. Bazılarına göre, böyle bir cemaate, vefd denilebilmesi
için uzaklardan gelmiş olması şarttır. Yakından gelenlere vefd denmez.
Abdülkays kabileleri arasında Hz. Peygambere ilk gelen heyet budur ve Mekke'nin
fethedildiği sene gelmiştir. Heyetin başında "el - Eşeccü'l-Aşari" lakabını taşıyan el-
Münzir b. Aiz bulunuyordu. Bunların kaç kişi oldukları ihtilaflıdır. Bir rivayette
ondört, diğer bir rivayete göre de onüç süvari imişler, kırk kişi oldukları dahi rivayet
olunmaktadır. Hatta, hadisin muhtelif rivayetleri, bir araya getirilince, aynı heyete
dahil olanların sayısı, kırkbeşe yükselmektedir. Binaenaleyh muayyen bir adet üze-
rinde durmak sahih görülmemektedir...

Bu heyetin, (s.a.)'e gelmesinin sebebi şudur: "Münkiz b. Hayvan namında bir zat,
cahiliyyet devrinde, Medine'ye ticaret malları getirirdi. Bu işe hicret-i nebiy (s.a.)'den
sonra da devam etti. Bir gün Münkız, bir yerde otururken yanında Rasûlullah (s. a.)
geçti. Münkız onu görünce hemen ayağa kalktı. Peygamber (s. a.) kendisine iltifatta
bulundu ve kavminin hal-Ü şanını sordu. Sonra eşraf takımının birer birer isimlerini
söyleyerek ne vaziyette olduklarını sordu. Bunun üzerine Münkız (r.a.) müslüman ol-
du ve Fatiha ile Alak surelerini öğrendi. Bilahare Hecer tarafına gitti. Rasûlullah (s.a.),
onunla Abdülkays kabilelerine bir mektup gönderdi. Münkız (r.a.), mektubu götürdü



ve birkaç zaman yanında gizledi ise de sonra karısı onu buldu. Münkız'in karısı, el-
Münzir b. Aiz'in, yani Peygamber (s.a.)'e gelen heyetin reisi el-Eşecc'in kızı idi. Hz.
Münkız (r.a.) namaz kılar, Kur'an okurdu. Karısı bundan kuşkulanmıştı. Keyfiyeti
babasına açıklayarak "Kocam, Medine'den geleli esrarengiz bir hal aldı. Ellerini,
ayaklarını yıkıyor, -kıbleyi göstererek-şu tarafa dönüyor ve kah belini eğiyor, kah yere
kapanıyor. Oradan geleli adeti budur" dedi. Bunun üzerine babası Hz. Münkız (r.a.) ile
buluştu ve bu meseleyi görüştüler. Neticede Eşecc'in kalbine İslamiyet yerleşti. Sonra
Rasûlullah (s.a.)'m mektubunu kavmine götürdü. Mektubu kendilerine okuyunca hepsi

f3351

müslüman oldular ve Rasûlullah (s.a.)'m yanma gitmeye ittifak ettiler."
Bu hadis-i şerifte, Allah'a iman açıklanırken imanla birlikte namaz, zekat, oruç ve
humus vergisinden bahsedilmesi amelin imanın kemalinden olduğuna delalet etmekte,
sadece imana önem verip, amele hiç diğer vermeyen Mürcie mezhebinin aleyhine bir

r3361

delil teşkil etmektedir. Hadisin bab başlığıyla ilgili yönü de burasıdır.

4678... Cabir'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) "Kul ile küfür arasında

[3371

(bulunan yol) namazı terktir" buyurmuştur.
Açıklama

Hadisin zahirinden insanla küfür arasındaki ulaşım vasıtasının namazı terk etmek
olduğu ifade edilmektedir. Bu ifadeye göre namazı terkeden bir insan, küfür dairesine
ulaşmış olur. Hadisin bu zahiri ifadesi "masiyetin imana işlenen sevaplarında küfrüne

r3381

bir zarar vermeyeceğini savunan Mürcie mezhebi nin aleyhine bir delildir. Fakat
amellerin, imanın bir cüzü olmayıp, sadece kemalinin şartı olduğunu söyleyen ehl-i
sünnet uleması, bu hadisi te'viî ederek, onu namazı inkar ederek terkeden kişinin kafir
olacağını, fakat kalbinde imanı olan bir kimsenin, namazın farz olduğunu kabul eden
bir kimsenin kafir olmadığını söylemişlerdir. Ehl-i sünnet alimlerinin, namazı kasden
terkeden kimse hakkındaki görüşlerini, şu şekilde özetleyebiliriz.
"Ahmed b. Hanbel (v.241/855) ile tabileri, tembellik sebebiyle bile olsa, özürsüz
namazı terk edenin kafir olduğunu söylemişlerdir." Ahmed b. Hanbel ve ona tabi olan
Hanbeliler, nakle mutlak bağlılıkları sebebiyle namaz kılmayanı tekfir ederken
Peygamber efendimizin şu hadisine dayanırlar: "Kim kasden namazı terkederse kafir
olur." Dinde naklin ve akim yeri konusundaki görüşleri sebebiyle, Hanbeliler
hakkında nakli delil bulunan bir meselede akla değer vermezler, nakli delil ile amel
ederler. Bu alimler, namaz dışındaki ibadetleri terkedenin kafir olduğuna dair bir nassa
rastlamadıkları için, oruç, zekat, hac gibi farzları mazeretsiz terkedenin kafir
olmadığım söylemişler, fakat namazı terkedenin kafir olduğuna dair hadis
bulunduğundan, hadis ile amel etmişler, namaz kılmayanı kafir saymışlardır.
Namaz kılmayan kimseye uygulanacak hükümlere geince; Ahmed b. Hanbel ve
tabilerine göre, üç gün namaz kılmaya davet edilir. Kılarsa af-fediler, kılmazsa
öldürülür. Hanbelilere göre namazı terkedenin öldürülmesi kafir olduğu içindir.
İmam Malik (v. 179/795) ve eş-Şâfıî (v.204-819) ye göre namaz kılmayan kişiye
namaz kılması emrolunur. Kılmazsa kafir olduğu için hadden (şer'î ceza olarak)



öldürülür. Böyle bir kimse kafir olmadığı için cenaze namazı kılınır.
İmam Ebu Hanife'ye (v. 150/767) göre, namazı terkeden kafir olmaz. Namaz
kılmadığı için de öldürümez. Fakat namaz kılmcaya kadar hapsedilerek uyeun telkinat

f3391

ve cezalarla tedib edilir ve namaz kılması sağlanır.
15. İmânın Artıp Eksildiğinin Delili

4679... Abdullah b. Ömer'den (rivayet edildiğine göre) Rasûullah (s. a.) kadınlara
hitaben): "Dini ve aklı noksan olup akıllı bir erkeğe sizden daha çok galebe çalan
görmedim" buyurmuş, (orada bulunan kadınlardan biri): "Ey Alah'm rasulü, akıl ve
din noksanlığı (mız) ne demektir?" demiş, (Hz. Peygamber de): "Akıl noksanlığı iki
kadının şahidliği (nin) bir erkeğin şalıidliği (ne denk sayılması) dır. Din noksanlığı ise
birinizin (hayızh ve nifaslı iken) ramazanda oruç yemesi ve (o) günleri namazsız

13401

geçirmesidir" demiş.
Açıklama

Akıl: Lugatta ahmaklığın zıddıdır. Asmaî'ye göre masdar bir kelimedir. İbn Düreyd,
"IkaF'den türemiş olduğunu söylüyor. Ikal devenin bacağını bağladıkları iptir. Bu ip
deveyi nasıl zapt ederse akıl da insanı cehaletten öylece koruduğu için ona bu isim
verilmiştir.... Akim "hilm, hıcr, lübb, maht ve zihn gibi bir çok müteradifleri vardır.
Akim yeri bazılarına göre dimağdır. İmam-ı Ebu Hanife (r.a.)'nin görüşü de budur.
İmam-ı Şafii ile diğer bazı alimlere göre ise akim yeri kalptir. Bazıları da "Akim yeri
dimağdır. Ancak onu kalp tedbir eder" demişlerdir. Bundan dolayıdır ki "Akıl bir cev-
herdir. Allah onu dimağda yaratmış, nurunu kalbe vermiştir. Onun sayesinde
muğayyebât vasıta ile, mahsusât ise müşahede suretiyle anlaşılır" denilmiştir.
Kadınların akıllarının noksanlığmı açıklarken İmam-ı Nevevi şöyle diyor: "Rasûlullah
(s.a.)'in namaz ve orucu terkettikleri için kadınları din noksanlığı ile vasıflandırması,
müşkil görünüyorsa da aslında bu müşkil bir mesele değildir. Çünkü din iman ve
İslam kelimeleri aynı manada müşterektir. Kimin ibadeti çok olursa din ve imanı da
artar, ibadeti noksan olanın dini de noksanlaşir."

Fakat Buharı sarihi Bedrüddin Aynî, İmam-ı NevevPnin bu sözüne itiraz etmiş ve;
"Bu üç şeyin, manada müşterek olduğu iddasi müsellem değildir. Çünkü aralarında
lügaten ve şer'an fark vardır. îman arttı veya azaldı, demek imanın zatına değil sıfatına
racidir" demiştir.

Akıl ve din noksanlığı bu hadiste bütün kadınlara şamil görünüyor, Halbuki Hz.
Peygamber diğer bir hadisinde "Cihan kadınlarının dört tanesi sana kafidir. (Bunlarm
kadın oluşu, bütün hanımlara şeref olarak yeter). Meryem bint İmran, Firavun'un

£3411

karısı Asiye, Hatice bint Huveylid, Fatıma bint Muhammed" buyurarak sözü
geçen hanımların akıl ve dinlerinin kemaline işaret etmiştir.

Bazıları bu iki hadisin arasını bulmak için: "Umum ifade eden 'kadınlar' sözünden bazı
ferdier hariç kalmıştır. Çünkü bunlar azdır" demişlerdir. Badrüddin Aynî (r.a.) bu
cevabı beğenmemiş ve cüz'üne "Bu hususta doğru cevap şudur: Bireyin bütününe
hükmetmek, onun her ferdine hükmetmek anlamına gelmez." demiştir.



İmanı-i Nevevi dinde noksanlığın yalnız günah icabeden şekle münhasır kalmadığını
beyanla şunları söylemiştir:

"Din noksanlığı bazen günah icab edecek şekilde olur. Özürsüz namazı terk etmek
gibi. Bazan günah icabetmeyecek şekilde olur. Bir özürden dolayı cuma namazını
terketmek gibi. Bazan da mükellef iken olur. Ha-yizlı kadının, namaz ve orucu
terketmesi gibi. Fakat bu kadın mazur olduğuna göre acaba hayız namazında kazasız
olarak terkettiği namazlardan kendisine sevab verilir mi? Nitekim hastaya sevab verilir
ve sağlamken kıldığı nafile namazlar, hastalığında da kılmış gibi yazılır, denilirse
cevab şudur: Hadisin zahirine göre bu kadına sevap yoktur. Aralarındaki farka gelince,
hasla o namazları devam niyeti ile kılardı ve kılmaya da ehil idi. Hayızlmm hali öyle
değildir. Onun niyeti hayız zamanında namazını terketmektir. Hem nasıl terkelmesin

13421

ki? O halde namaz kılmak kendisine zaten haramdır."

Mevzuumuzu teşkil eden hadisi şerif, imanın ziyade ve noksan kabul ettiğine, yani
mü'minden mümine farklı olduğuna delâlet etmektedir. Ancak yukarıda açıkladığımız
bu farklılık, kemmiyet (nicelik) bakımından değil, keyfiyet (nitelik) bakımındandır.
İslam alimleri "İman ziyadelik ve noksanlık kabul eder mi?" sorusuna cevap aramışlar
ve bu hususta çeşitli görüşler ortaya koymuşlardır.

İman mefhumu üzerinde, farklı kanaatlere sahip olan İslam alimleri, aynı zamanda da,
iman artar mı eksilir mi? sorusuna cevap aramışlardır. Hakikatte bu soru imanın tasdik
mi veya tasdikle beraber ikrar mı yahut da tasdik ve ikrarla beraber amel mi olduğu
şeklindeki ihtilafın neticesidir.

Çünkü imanı, tek bir haslet olarak nitelendiren, onu sadece kalbin tasdiki, sadece dilin
ikrarı veya hem kalbin dasdiki hem de dilin ikrarı diye tarif edenler, imanın artmasının
ve eksilmesinin sözkonusu edilemeyeceğini söylemişler, ameli imanın bîr parçası
olarak kabul edenler ise imanda artma ve eksilmenin olabileceğini iddia etmişlerdir.
İmanın artmasının ve eksilmesinin mümkün olmadığı görünüşünü Ebu Hanife (v.
150/767) ile ona tabi olan Hanefiler, Matüridi kalemcıları, Eş'arilerden el-Cüveynî
(v.478/1085) ile bazı Eş'ari kelâmcılan ileri sürmüşlerdir.

İmanın hem artıp hem de eksilebileceğini söyleyenler arasında Eş'ari-lerin çoğunluğu
ile başla Mu'tezile kelâmcılan olmak üzere diğer kelamcılar, selef, müteahhir selef
alimlerinden İbn Teymiyye (v. 728/1328) ile Zahirilerden İbn Hazm (v. 456/1064)

[343]

vardır. İmam el-Buhari de (v. 256/870) aym görüştedir,
tmanda Artma Ve Eksilmeyi Reddedenler

İmanın artma ve eksilmesini kabul etmeyen hanefi alimlerinden "Ali el-Kari (v.
1014/1606), İmam Ebu Hanife'nin "el-Fıkhu'I-Ekber" adlı akaid risalesine yazdığı
şerhte, bu mevzuya geniş yer ayırır. Ona göre iman, mü'minen bih (iman edilen şeyler)
açısından artmaz, eksilmez. Çünkü tasdik gerçekleşmemiş olursa zan ve tereddüt ifade
eder. Zan da itikadi konularda delil olmaz. İmam, Ebu Hanife'ye göre ise imanın art-
ması, inanılacak hususların artması ile mümkün olur. Bu durum ise Hz. Peygamberin
zamanından başka zamanlarda düşünülmez. Zira o devirde miislümanlar önce Allah'ın
varlığına inandılar, sonraları ayetler indikçe diğer hususlara da iman ettiler. İşte
imanın artması diye yapılan tevil bu olsa gerekir.

İmanın artmadığına ve eksilmediğine dair imanı Ebu Hanife "el-Vasiyye" adlı



risalesinde şu mantıklı izahı yapar: "İman artmaz, eksilmez. Çünkü imanın artması
ancak küfrün noksanlaşması ile, imanın eksilmesi de ancak küfrün artması ile
düşünülebilir. Bir şahsın aynı anda hem mü'min hem de kâfir olması batıl bir düşünce
şeklidir."

Bu açıklamalardan anlaşılacağı gibi imanın kemiyyet olarak, yani tasdik edilen
şeylerin ve tasdikin hakikati itibariyle artması ve eksilmesinin imkansız olduğu
anlaşılmaktadır. Zira iman esaslarından birini kabul etmeme durumunda, iman
gerçekleşmemektedir. Fakat imanın keyfıyyet olarak yani kuvvetli, zayıf ve kamil
olması, ifade ettiği yakîn derecelerinin "ilme'l-yakîn, hakka'l-yakîn" gibi değişik
olması neticesi farklılık arzettiği bir gerçektir. Ali el-Kari'nin (v. 1014/1606) dediği
gibi inananların imanlarının farklı oluşu, aynı varlığa bakan değişik gözlerin o varlık
hakkındaki görüşlerinin farklı oluşu gibidir.

İman, yakîn ifade etme yönüyle de farklılık gösterir. Çünkü yakın ehlinin derecelen
muhteliftir. "Ayne'l-yakîn" mertebesi "ilme'l-yakîn" mertebesinden üstün olduğundan,
görerek inanan kişinin imanı, düşünerek ve haber alarak bilgi edinen ve bu bilgi ile
iman eden kişinin imanından daha kuvvetlidir. Bunun içindir ki, Hz. İbrahim (a.s.)
Ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini Allah'tan istemiştir. Ayet-i kerimede
buyurulduğu gibi Allah Teâla'mn: "İnanmadın mı?" sorusuna Hz. İbrahim: "(Gözümle

I344J

de görerek) kalbim mutmain olsun diye" cevabını vermiştir. Aynca "Haber gözle

13451

görmeye benzemez." Yine güneşin doğuşunu tasdik etmekle, ahirete ait bir esası
tasdik etmek arasında da fark olduğu aşikardır. Görüldüğü gibi, iman kuvvet ve zayıf
olma yönünden artmakta ve eksilmektedir.

Ameller, insandan bir parça kabul edilecek olursa, imanın artması ve eksilmesi
düşünülebilir. Eğer tasdik manasında ele alınırsa iman bu durumda artmaz, eksilmez.
Bu şuna benzer: İnsan başıyla artar denilemez. Çünkü baş, insanın parçasıdır. Onsuz
insan düşünülemez. Fakat sakalın uzamasıyla artar denilebilir. Çünkü sakal, insan için
bir rükün değildir. Yine namaz rükû ve secde ile artar denilemez. Çünkü bunlar
namazın as-lmdandır. Ama namazın sevabı, sünnetle artar, denilebilir.
İmanın ziyadeleşmesi, sözüyle kalpte meydana gelen aydınlığın ve nurun, yani imanın
semerelerinin artması da kasdedilmiş olabilir. Nitekim iki ayrı kişinin imanının
kalpteki pırıltısının farklı oluşu, aynı cins iki ağacın meyvelerinin farklı oluşu
gibidir....

İmanın artmasının ve eksilmesinin imkânsızlığını söyleyenlerce Kur'ân-ı Kerim'deki
"Bir sûre indirildiği zaman, içlerinden kimisi ,Bu (sûre) hangimizin imanını arttırdı?
derler. İman etmiş olanlara gelince, (her inen sûre) daima onların imanını
[3461

artırmıştır." "O müminlerin yüreklerine imanlarını katmerli bir iman ile

[3471

artırmaları için kuvvet indirendir" mealindeki ayetler imanın kuvveti ile te'vil
[3481

edilmiştir.

4680... İbn Abbas'dan (rivayet edilmiştir) dedi ki: Peygamber (s. a.) (namazda)
Ka'be'ye yönelmeye başlayınca (sahabeden bazıları):

"Ey Allah'ın Rasulü (şimdi içimizden daha önce hep) Beytü'l-Makdis'e doğru namaz



kılarken vefat etmiş olan kimselerin hali ne olacaktır?" dediler. Bunun üzerine yüce
Allah: "Allah, sizin imanınızı (daha önce kılmış olduğunuz namazlarınızı) boşa

D491 r3501
çıkarıcı değildir" âyet-i kerimesini indirdi.

Açıklama

Metinde geçen "iman'l kelimesi namaz anlamında kullanılmıştır. Namazdan "iman"
diye bahsedilme-sinin sebebi namazın imanın kemalinden olmasıdır. İmanın kemali
söz konusu olunca, akla kemale ermeyen iman gelir. Öyleyse kişilerde iman farklıdır.
Bir önceki hadis-i şerifte de açıkladığımız gibi, iman keyfiyet yönünden artar da
eksilir de. İşte bu hadisin bab başlığıyla ilgisi burasıdır.

4676 ve 4677 numaralı hadis-i şeriflerin şerhinde açıkladığımız gibi ehl-i sünnet
uleması namazı ve diğer amelleri imanın semeresi ve kemali ile ilgili görmektedirler.
Biz de hadisin izahını bu görüşe göre yaptık.

Namazı ve diğer amelleri imanın bir cüzü, gören Haricilerle Mutezililere göre ise
burada namazdan, iman diye bahsedilmesi namazın imanın bir cüzü olmasındandır ve
bu durum imanın kemmiyet yönünden artıp ek-silebileceğine delalet eder.
Bir önceki hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi bu görüşün isabetsizliği son derece
13511'

açıktır.

4681... Ebu Ümame'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s. a.) (şöyle)
buyurmuştur:

"Kim (sevdiğini) Allah (rızası) için sever, (verdiğini) Allah (rızası İçin ) verir,

1352]

(vermediğini de) Allah (rızası için) vermezse, imanı (m) kemale erdirmiş olur."
Açıklama

Bu hadis-i şerif "ameller imanın bir cüzü değil îmanı kemale erdiren sebeplerdir. Ve
iman bu gibi sebepler sayesinde artar, bu gibi sebepler bulunmayınca da zayıflar" di-

f3531

yen ehl-i sünnet alimlerinin delilidir.

4682... Ebu Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (şöyle)
buyurmuştur:

"Müminlerin iman bakımından en olgun olanları ahlâk bakımından en güzel
1354]

olanlarıdır."
Açıklama

Ahlâk, huy demektir. Ahlâk-ı hamide (iyi huy) ve "ahlâk-ı zemime" (kötü huy) olmak
üzere iki kısma ayrılır. Ahlak-ı hamide sıkıntı ve musibetlere sabretmek, eza ve cefa-
lara tahammül etmek, insanlara iyilik etmek, sevgi beslemek şefkat ve merhametli
olmak gibi enbiyâ, evliya ve sahillerin huylarıdır.



Ahlâk-ı zemîme, ise bu huyların tersi olan huylardır. Hasan-ı Basri (r.a.)'nin
açıklamasına göre; güzel ahlakın aslı insanlara iyi muamele etmek, insanların
sıkıntılarım gidermeye çalışmak ve güler yüzlü olmaktır. Mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerif güzel ahlakın kuvvetli bir imanın mahsulü olduğunu ve ahlak güzelliğinin
imanın derece ve kuvveti nisbetinde arttığını ifade etmektedir ki, bu imanın
derecesinin de insandan insana değiştiği, hatta her şahısta zaman zaman artıp

r3551

eksilmeler olabileceği anlamına gelir. Hadisin bab başlığıyla ilgisi de burasıdır.

4683... (Amir) babası Sa'd Ibn b. Vakkas'dan (rivayetle) dedi ki: Peygamber (s. a.)
(müellefe-i külûbden) bazı kimselere (ganimet mallarından bir şeyler) verdi (müellefe-
i kulübden olmayan) bazı kimselere ise, (bu mallardan hiç) birşey vermedi. Bunun
üzerine Sa'd: "Ey Allah'ın rasulü (ganimet mallarından) falana, falna (bir şeyler)
verdin. Falana ise (hiç) bir şey vermedin. Oysa, o (vermediğin kimse diğerlerine
nisbetle daha olgun) bir mü'mindir" dedi. (Hz. Peygamber de) "Yahut da müslümandır
(diyebilirsin)" dedi. (Sa'd) bu soruyu üç defa tekrarladı. Peygamber (s.a.) de (her
defasında): "Yahut da müslümandır (diyebilirsin)" dedi. Sonra da" "Ben (verilmediği
takdirde) yüzleri üstüne ateşe düşecekleri korkusuyla (bu mallardan) bazı kimselere
veriyorum. Bana onlardan daha sevimli olan kimseleri de (haklarında böyle bir tehlike

D561

sezmediğim için) bırakıyorum, onlara hiç bir şey vermiyorum" buyurdu.
Açıklama

Bu hadis-i şerif "amel imandan cüz değildir, ancak imanı kuvvetlendiren
sebeplerdendir. Binaenaleyh iman amellerle artmaya devam eder" diyen ehl-i sünnet
mezhebinin delilidir.

Hadisin bab başlığıyla ilgili olan tarafı burasıdır. Hadis-i şerifte geçen (ev=veya)
kelimesi kendinden önce geçen "mümindir" cümlesinin yanlış olduğunu ifade için
değil, kendinden önceki cümleden ve mevzudan yeni bir cümleye ve konuya
geçildiğini ifade için (yani idrab için) gelmiştir. Bu bakımdan bu cümleden, mü'min
olan bir kimseye "müslüman", müslüman olan bir kimseye de "mümin",
demlemeyeceği anlamı çıkarılmaz. Çünkü hadis-i şerif, zahiren müslüman olduğu
bilinen bir kimseye mümin denmesinin yanlış olduğunu değil, onlara muslini de
denilebileceğini ifade etmekte ve muslini demenin daha uygun olacağına işaret
etmektedir. Çünkü kalpteki iman gizli, ameller de aşikârdır.

İşle bu hadis-i şerife dayanarak, Hanefi-Maturidi ekolü mensupları, iman ile Islamin
biribirini tamamladıklarını savunuyorlar. Bu gruba göre. iman içten bağlanış, İslam ise
teslimiyet, itaat ve boyun eğiştir. Bu da emir ve yasaklara dikkat etmekle gerçekleşir,
bu durumda iman ile İslam birbiriyle yakın alakası olan iki kavram olup biri diğerinin
tamamlayıcısı durumundadır. Bu anlayış tarzı ile "iman Islamin aynıdır" diyen
Mutezilenin anlayış tarzı arasında fark vardır. Zira Mu'tezileye göre iman ile İslam bir
tek kavramdır. Maturidilere göre ise iman ve İslamm biri birlerini bütünledikleri ve
hüküm yönünden ayrılmaz oldukları kabul edilir.

İman ile İslam kavramlarının biribirinden farklı kavramlar olduğunu kabul eden ehl-i
sünnet kelamcılan ise Eşarilerdir. Maturidilerden en-Ne-sefi (v, 508/1115) ile Ali el-
Kari (v. 1014/1606) de iman ile İslardın farklı iki mefhum olduğunu, çünkü imanın



içten boyun eğme, İslamm da dışta boyun eğme manasına geldiğini, imanın kalbin,

£3571

İslamm da organların işi olduğunu söylemişlerdir.

Hadis-i şerifin bab başlığıyla ilgisi, Hz. Peygamberin müellefe-i kulübün kalplerini
kazanmak ve imanlarını arttırmak için onlara diğer müslümanlardan daha fazla
ganimet vermesidir. Çünkü bu hareket, imanın artma ve eksilme kabul ettiğine bir
r3581

delildir.

13591

4684... ez-Zührî "De ki: Siz inanmadınız. Fakat İslam olduk deyin." ayet-i
kerimesi hakkında şöyle dedi: "Biz (bu ayetin) İslamm kelime-i şehadet (getirmek)

r3601

olduğu, imanın da bununla amel etmek olduğu anlamına geldiğine inanırdık."
Açıklama

Bu hadis-i şerif, şehadet kelimelerini okumanın, yani dil ile ikrarın "İslam" demek,
kalblc diğer organların da bu ikrara muvafık bir hal ve davranış içerisinde saJih
ameller işlemelerinin de iman demek olduğunu ifade etmektedir. Bu bakımdan da bu
hadis, iman ile amel ayrı ayrı şeylerdir, diyenlerin delilidir. Zührî de bu görüştedir.
Ancak; "Musa dedi ki: "Ey kavmim eğer siz Allah'a iman ettiyseniz (O'na ihlas) ile
teslim olmuş müslümanlar iseniz, artık ancak Allah'a güvenip dayanın" (Yunus (10),
84);

"Siz ayetlerimize iman edecek kimselerden başkasına (söz) dinletemezsiniz. İşte

[3611

müslüman olanlar, onlardır." ve;

"Derken orada nıü'minlerden kim varsa çıkardık. Fakat orada müslümanlardan bir ev

13621 '

halkından başkasını bulamadık." ayet-i kerimelerinde aynı grup insanlardan
bazan mü'min, bazan da müslim diye bahsedilmesi iman ile İslamm farklı şeyler
olmadıklarını ortaya koymaktadır. Bir önceki hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi
Maturidi alimlerinin büyük bir kısmı da bu görüştedir.

Fakat her iki halde de İslamm, yani amellerin kuvvet bakımından imanın artmasına
yardımcı olması söz konusudur. Ki bu hadisin bab başlığıyla ilgili tarafı burasıdır.
Çünkü amellerin imanı takviye etmesi, imanın kuvvet bakımından artma ve eksilme

[3631 "

kabul etmesi demektir.

4685... (Amir b. Sa'd'm) babasından (yani Sa'd b. Ebî Vakkas'dan rivayet edilmiştir):
Peygamber (s. a.) ganimet mallarını halka bölüştürmüş-tü. (Bazı kimselere çok mal
verdiği halde bir müslümana hiç vermemişti) Bunun üzerine ben, (Ey Allah'ın rasulü)!
Falan kimseye de versen. Çünkü o mü'rnindir, dedim. "Yahut ta muslinidir, Ben bir
adama başkası bana ondan daha sevimli olduğu halde, (cehenneme) yüz üstü düşeceği
korkusuyla bağışta bulunurum (Bu sayede onun kalpteki imanının artmasına yardımcı
olurum. Diğerinin imanına güvendiğim için ona bağışta bulunma ihtiyacı duymam)!'



13641

buyurdu.



Açıklama

[3651

Bu hadisle ilgili açıklama 4683 numaralı hadisin şerhinde geçti.

4686... (İbn Ömer'den rivayet edildiğine göre) Peygamber (s. a.) (şöyle) buyurmuştur:

D661

"Benden sonra dönüp birbirinizin boyunlarını vuran kâfirler olmayınız."
Açıklama

Hattabi (r.a.)'nin açıklamasına göre metinde geçen "küffâr" kelimesi iki manaya
gelebilir:

a) "Setr= örtmek" anlamında kullanılmış olabilir. Bu manaya göre hadisin meali
şöyledir:

Baştan ayağa silahla örtülmüş, yani donatılmış, kişiler haline gelip birbirinizin
boynunu vurmayınız.

b) Çeşitli fırkalara ayrılıp da birbirlerinin boyunlarım vuran kâfirler haline gelmeyiniz.
Kâfirler, dünya için biri birleri ne saldırıp, birbirlerinin boyunlarını vururlar.
Mü'minlerse, kardeş olduklarından birbirlerinin kanlarını korumakla mükelleftirler.
Fakat çeşitli fırkalara bölünüp birikirinize düşerseniz kafirlere benzemiş olursunuz.
Hadisin bab başlığıyla ilgisini sağlayan bu ikinci manadır. Çünkü bu ikinci manaya
göre, müslümanlarm imanları artıp ekşitebilir. İmanları zayıfladıkça aralarında buğz,

[3671

kin. haset ve kavga artar, halleri kafirlerin haletine benzer.

4687... İbn Ömer (r.a.)'den (rivayet edildiğine göre) Rasülullah (s. a.) şöyle
buyurmuştur:

"Bir müslüman diğer bir müslünıanin kâfir olduğunu söylerse (bakılır); eğer (kafir
dediği kimse gerçekten) kâfırse (bu sözün vebalinden kurtulur. Fakat kâfir) değilse

D681

kendisi kâfir olmuştur."
Açıklama

Bir takım müslüman kişi ve grupların mezhep, görüş ve meşrebleri farklı olduğu veya
belli konularda kendi görüşlerini benimsedikleri için diğer müslüman kişi ve grupları
tekfir ettikleri bir gerçektir.

Böyle bir hüküm verildiğinde durum ne olacaktır. Alimlerin çoğunluğu, mevzuumuzu
teşkil eden bu hadis-i şerife dayarak "müslüman olduğu bilinen bir kimseye te'vilsiz ve
mutlak olarak kafir diyen bir kimse küfre düşer" demişlerdir. Çünkü bir müslümana
kafir diyen kimse, İslamı küfürle isimlendirmiş, hak dini küfür ve batıl görülmüştür.
[3691

Ayrıca bir müslümana "kafir" diyen kimse mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i



şerifte de açıklandığı gibi ya doğru söylemiştir veya yalan söylemiştir. Doğru
söylemişse tekfir ettiği şahıs kafir olur. Eğer yalan söylemişse müslüman olan

r3701

kardeşini tekfir ettiğinden küfür kendisine döner ve kendisi kafir olur.

Buharı ile Müslim'in rivayet ettikleri diğer bir hadis-i şerifte de: "Kim bir insanı

"kafir" diye çağırır veya öyle olmadığı halde; Ey Allah düşmanı!'* derse bu sözü

imi

kendi aleyhine döner" yani kendisi kafir olur, Duyurulmaktadır.

Her ne kadar, bu- ve bunun gibi hadisler, müslümanı tekfir edenin kafir olacağını

belirtiyorlarsa da kelam alimleri zikrettiğimiz hadislerin ahad oldukları için mütevalir

haberler gibi kesinlik ifade etmediklerini ileri sürmüşler, bu sebeple bu hadislerin

kişileri tekfir edenin tekfir edilmesinde delil olarak kullanılamayacağı görüşünü

benimsemişlerdir.

Yukarıdaki hükümler, taklid ve taassubla herhangi bir ietihad ve te'vi-le
dayanmaksızın müslümanı tekfir eden içindir. Herhangi bir kasıt olmaksızın ietihad
ederek müslüman kardeşinin Hz. Peygamberi yalanladığını söyleyip onu tekfir etmesi

D721

ise küfür değil hatadır.

Aralarındaki bir geçimsizlik sebebiyle kan kocadan biri, diğerine "kâfir" dese

f3731 "

çoğunluğa göre kafir olmaz, kadın da kocasından ayrılmaz.

Bu tip meselelerde tercih edilen görüş "Kızgınlık, hırçınlık, sövme gibi sebeplerle,
eşlerden biri diğerine kâfir demişse, kâfir olmaz." şeklindedir. Çünkü gadap halindeki
şahsın psikolojik durumu, bu sözü mantığı ile düşünerek söylemediğinin bir delilidir.
Yani deli ve sarhoş gibidir. Ayrıca kalben de eşinin kafir olduğuna inanmamaktadır.
Eğer aklı başında iken, eşinin kafir olduğuna inanır ve bu inancını dile getirirse hanefi

1374]

fetva kitaplarından ez-Zâhiriyye'de belirtildiği gibi kafir olur.

Yukarıdaki misalde olduğu gibi bir kimse çocuğuna: "Ey kafiroğlu, ey mecıısi oğlu"
vb. gibi sözler söylese bir kısım alimlere göre bu kimse kafir olursa da çoğunluk kafir

13751

olmadığı görüşündedir. Tercih edilen görüş de budur. Çünkü bunu söyleyen

1376]

düşünmeden ağzına geleni söylemiş, bu sözün sonucunu düşünmemiştir. Bu
sebeple hadis sarihleri, mevzumuzu teşkil eden bu hadisi "bir müslümanı tekfir eden
kimse hakkında, bu tekfirinin kendisine dönmesinden korkulur" diye te'vil etmişlerdir.
Bu hadis-i şerif, imanın artıp eksiîebileceğini söyleyen Maturidi ulemasının lehine bir

r3771

delildir. Bu hadisin bab başlığıyla ilgili yönü de burasıdır.

4688... Abdullah b. Amr'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s. a.) (şöyle)
buyurmuştur;

"(Şu) dört şey kimde bulunursa o (kimse) an duru münafıktır.

Kimde de bunlardan bir nesne varsa onu bırakincaya kadar kendisinde münafıklıktın
huy var demektir:

1- Konuşunca yalan söylemek

2- Verilen sözü tutmamak



3- W dinden dönmek

T3781

4- Ara açılınca (eski dostunun hakkında) fena sözler sarf etmektir.



Açıklama

Hadis-i şerif, sözü geçen dört huydan biri, kimde bulunursa, o kimsenin, bir tane nifak
alameti taşıdığına dördünü birden haiz olanın ise münafık sayılabileceğine delalet
ediyor. Zahirine bakılırsa bu hasletlerin dördü de kendisinde bulunan bir kimse
müslüman bile olsa münafık sayılmak icabeder. Halbuki bunların bir tanesi olsun
kendisinde bulunmayan müslüman azdır.

Bu sebeple, ulema hadisin manasında ihtilaf etmişlerdir. İmam-ı NevevFnin
açıklamasına göre ulemanın ekserisi ve müdekkık ilim adamları şöyle açıklamışlardır:
Bu hasletler, münafıkların hasletleridir. Binaenaleyh, bunlardan biri ile vasıflanan bir
müslüman onlara benzediği için kendisine mecazen münafık denmiştir. Çünkü nifak,
içindekinin aksini meydana çıkarmaktır. Bu hal sözü geçen huyların sahibinde de var-
dır. Yalnız onun nifakı kendisi ile konuşan ondan va'd alan, ona emniyet eden ve
kavgaya girişen kimse hakkındadır. Yoksa İslamda münafık sayılan, içi kafir dışı

r3791

müslüman olan kimselerden değildir.

Münafık lafzı, nifaktan alınmıştır. İbn Side'nin beyanına göre, nifak, bir vecihten
İslama girip, bir vecihten çıkmaktır. Bu kelime "Nafıkatü'l-yerbu= Ova sıçanının
deliği" tabirinden alınmıştır. Ova sıçanının yer altında iki deliği olurmuş, Bunların biri
yeryüzüne tamamıyla açık, diğeri kapalı fakat kafasıyla vurunca açılıverecek kadar
bulımurmuş. Bu deliğe "nafıkaa" denilirmiş. Hayvan onu daima gizler; ötekinden girip
çıkarmış. Avcı "kaasia" denilen açık deliğe gelirse, o nafikayı açarak kaçarmış. İşte
ova sıçanı nasıl naafıkayı gizleyip, kaasıayı meydanda tutarsa münafığa da küfurünü
gizleyip imanını gösterdiğinden, yahut şeriatın bir kapısından girip öteki kapısından
çıktığından kendisine bu isim verilmiştir.

Bazıları münafık kelimesinin "Nefak"dan alındığını söylerler. Nefak yer altındaki
kanal (tünel) demektir. Böyle bir kanalın sahibi onda nasıl gizlenirse münafık ta İslam
perdesi arkasında gizlendiği için ona bu isim
verilmiştir.

Hasılı münafık başkalarına içindekinin aksini gösteren kimsedir. Istılahta münafık
içinden kâfir olup dışından müslüman görünen kimsedir. Eğer bu renkli görünüş iman
hususunda ise nifakı küfürdür. İman hususunda değilse amel nifakıdır. Bunda fiil ve
terk dahildir. Bugün zmdikı da aynı şekilde izah ediyorlar. İmam-ı Malik'ten rivayet
olunduğuna göre Peygamber (s.a.) devrindeki nifak bugünkü zındıklıktır.
Nifakın hakikatini anlayabilmek için onun taksimatını bilmek şöyle ki: Kalbin dört
hali vardır:

1- Delile dayanan mutlak itikad. Bu ilimdir.

2- Delile dayanmayan mutlak i'tikad, Mukallidin itikadı gibi.

3- Gayr-i mutabık itikad (Gerçekle ilgisi olmayan inanç).

4- Kalbin itikaddan hâli oluşu Dilin ise üç hali vardır:

1- İkrar

2- İnkâr

3- Sükût



Bunların toplamından aşağıda sıralayacağımız oniki kısım meydana gelir:

1- Kalble bilerek dille ikrar. Eğer bu ikrarı, sahibi kendi ihtiyarıyla yaparsa o kimse
hakiki mirinindir. Cebren yaparsa zahire göre kafirdir.

2- Kalble bilerek, dille inkar. Bu inkar cebri ise sahbi müslüman, İhtiyarî olursa kafır-i
muaniddir.

3- Kalble bilgi hasıl, fakat dille ikrar veya inkârdan hali olmak. Eğer bu sükût
istikrahı ise o kimse hakiki mü'mindir, ihtiyari olarak susarsa ihtilaflıdır. Mesela bir
kimse Allah'ı delili ile bildikten sonra diliyle ikrara vakit bulumadan ansızın ölse. o
kimse kesin olarak mü'mindir. Fakat Allah'ı delil ile bildikten sonra kendi ihtiyarı ile
ikrar etmezse İmam Gazali onun da mü'min olduğunu söylemiştir.

4- Mukallidin i'tıkadı ya ikrar ya inkar yahud da sükut ile olur. Şayet kendi ihtiyarıyla
ikrarda bulunursa bu ikrar mukallidin imamdır ve bazı muhaliflere rağmen sahihtir.

5- Eğer mukallidin ikrarı, izdirarî olursa, mesele birinci surete teferru eder. Orada
böylesi için zahire göre kafirdir dediğimize göre; buradakine de münafık hükmünü
vermek icabeder.

6- Mukallidin sükut etmesi, ihtiyari ve izlırari hailenle aynen üçüncü kısım
hükmündedir.

7- Mukallid kalbden inkar eder de diliyle ikrarda bulunur, fakat bu ikrarı cebri olursa
kendisine münafık hükmü verilir.

8- Kalbden inkar ettiği halde, kendi ihtiyariyle ikrarda bulunursa buna küfr-i inadî
derler ki, nifakın bir kısmıdır.

9- Hem kalbden hem de diliyle Allah'ın inkar eden kafir olur.

10- Kalbi hali olan bir kimse kendi ihtiyariyle ikrarda bulunursa küfürden kurtulur.
Mecburen ikrar ederse küfretmiş sayılmaz.

11- Kalbi hali olup diliyle inkar eden kimsenin hükmü onuncu kısmın aksinedir.

12- Hem kalbi hem dili hali bir kimse tetkik, te'emmül müddetini geçirmişse tekfiri
vacib olur. Münafıklığına hükmedilmez.

r3801

Bu taksimden anlaşılır ki münafık dışı içine uymayan kimsedir.

4689... Ebu Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s. a.): "Zina eden kimse
zina ederken mü'min olarak zina edemez. (Hırsızlık yapan kimse) hırsızlık yaparken
mü'min olarak hırsızlık yap (a)maz (Şarap içen de) şarabı içerken mü'min olarak

I38İI

içmez ve Tevbe (kapısı) ona açıktır" buyurmuştur."
Açıklama

Bu hadis-i şerif, zina hırsızlık ve şarap içmek gibi büyük günahlardan birini işleyen
kimsenin dinden çıktığını söyleyen Haricilerin delilidir.

Hattabi (r.a.)'nin açıklamasına göre. Hariciler bu hadisi, kendi inançları doğrultusunda
te'vil ederek, bu hadisin kendilerini te'yid ettiğini iddia etmişlerdir. Helal olduğuna
itikat etmedikçe, büyük günahlardan birini işleyen kimsenin, dinden çıkmadığını
söyleyen ehl-i sünnet ulemasından bazılarına göre bu hadiste geçen: "Mü'min olarak
zina etmez, hırsızlık etmez, şarap içme/" cümleleri haber cümlesi şeklinde gelmiş "in-
şa" cümleleridir. Yani "mü'min olarak zina etmesin, hırsızlık etmesin, şarap içmesin.
Çünkü bu fiilleri işlemek müslümanlnra yaraşmaz."



anlamında kullanılmıştır.

Yine ehl-i sünnet ulemasından bazılarına göre de bu hadis-i şerifte geçen: "Mü'min
olarak bu suçu işlemez" anlamındaki cümleler "Müslim, müslümanlarin elinden ve
dilinden salim kaldığı kimsedir" mealindeki 2481 numaralı hadis-i şerifle, "emanete

D 821

riayet etmeyenin imanı yoktur" hadisinde ve; "komşusu, serinden emin olmayan

D831

kimse, mü'inin değildir" hadisinde olduğu gibi.

Yahut da bu hadis-i şerifte büyük günah işlenirken kalmadığından bahsedilen, imanın
kendisi değil kemali ve faziletidir. Yani kişi bu günahları işlerken imanın kemali
kalmadığı ifade edilmek istenmektedir.

Bir başka ifadeyle "Bu suçlan işleyen kişinin imanı onları işlerken kamil değildir.
Böyle bir mü'minin durumu eli, ayağı, burnu ve kulağı olmayan aciz insan gibidir.

[3841

Eş'ariler ise hadisi; "Bu günahları işleyen kimse bu işi helal görerek yaparsa imandan
çıkmış olur" diye te'vil etmişler ve bu te'vilin gerekli olduğunu, aksi takdirde Hz.
Peygamberin: "Allah'dan başka hiçbir ilah olmadığını söyleyip te bu sözü üzere ölen

D851

herkes cennete girer. Zina ve hırsızlık yapmış bile Olsa" hadisi ile telifinin

D861

imkansızlığını söylemişlerdir. EI-Amidi, Mutezile ve Haricilerin mevzumuzu
teşkil eden hadis hakkın da yapmış oldukları te'vil için şu cevabı vermiştir:
"Bu hadisteki mü'min kelimesi, "iman"dan değil "eran" kelimesinden alınmıştır. Bu
durumda hadisteki mana "zina eden kişi Allah'ın azabından emin değildir" şeklindedir.
Aynı hadisi zina yapan kişi bu işi yaparken mü'min olma vasfını kaybeder, fiilden

r3871

sonra mümin vasfı geri döner, şeklinde de te'vili yapılmıştır. Nitekim bir numara

r3881

sonra gelecek olan hadis-i şerif bu görüşü desteklemektedir.
Bazı Hükümler

1- Büyük günahları işleyen kimse, bu günahlardan dolayı imandan çıkmaz.

2- Büyük günahlar için tevbe kapısı, ölünceye kadar açıktır. Nevevî'nin açıklamasına

D891

göre bu mevzuda icma vardır.

4690... Ebu Hureyre (r.a.) Rasûlullah (s.a.)'m şöyle buyurdu(ğunu) söylemiştir:
"İnsan zina edince iman kendisinden çıkarak (başının) üstünde bir bulut gibi olur

r3901

(orada bekler durur). Zinadan çekilince iman da ona döner."
Açıklama

Bir önceki hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi zina eden kimseden, zina yapmakta
olduğu sırada imanın çıkıp uzaklaşmasından maksat, ehl-i sünnete göre imanın kendisi



değil, kemali ve nurudur. Haricilere göre ise imanın kendisidir. Nitekim bir önceki
hadisin şerhinde ayrıntılı olarak açıklamıştık. Bu durum imanın keyfiyet bakımından

[3911

eksilip artabildiğini göstermektedir ki, hadisin bab başlığıyla ilgisi de buradadır.
16. Kader

4691... İbn Ömer (r.a.)'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.): "Kaderiyye
(fırkası mensupları) bu ümmetin nıecusileridir. Eğer (onlar) hastalanırlarsa ziyaret

\392~]

etmeyiniz, ölürlerse cenazelerinde bulunmayınız" buyurmuştur.
Açıklama

Kader: Allah Teâla hazretlerinin ezelden ebede kadar olacak şeylerin, zaman ve
mekânını vasıflarını, özelliklerini, kısaca ne şekil ve ne zaman olacaklarsa, onların
hepsini ezele, daha onlar meydanda yokken bilip, o şekilde takdir etmesine denir. Bu
takdir, Allah'ın İlim sıfatıyla ilgilidir.

Kaderle ilgili diğer bir terim de kazadır. Kaza, Cenab-ı Allah'ın ezelde irade ve takdir
buyurmuş olduğu şeylerin, zamanı gelince, her birini ezeldeki ilim, irade ve takdirine
uygun olarak yaratmasıdır. Bu da Allah'ın Tekvin (yaratma) sıfatı ile ilgilidir.
Kısaca, herhangi bir şeyin belirli bir şekilde meydana gelmesini Allah'ın dilemiş
olmasına kader, bu dilemiş olduğu şeyi zamanı gelince meydana getirmesine de kaza
denir.

Bu tarifler Maturidilere göredir. Eşariler, Maturidilere nisbetle, kadere kaza, kazaya da
kader manası verirler.

Kaderiyye (kaderi inkâr edenler) olmuş-olacak bütün hadise ve eşyanın ezelî olan ilm-
i ilahide mevcud olup, yazılı bulunduğunu kabul etmeyenler, kullara ait fillerin
Allah'ın yaratmasıyla değil, kulun icadıyla meydana geldiğini kabul edenlerdir. Çoğu

D931

zaman Mu'tezile ile birleşirler. Fakat Kaderiyye Mutezileden önce zuhur etmiştir.
Kaderiyye mensupları Mu'bed el-Ciihcni'nin ve Gaylan ed-Dimeşkî'nin tabileridir. Ez-
Zehebı'nin de dediği gibi Ma'bed el-Cüheni doğru ve güvenilir bir tabii idi. Lakin kötü

£3941

bir yol açmıştır. O kader inancı hakkında ilk konuşandır. Basra'da Hasan-ı
Basri'nin meclisine devam ederdi.

İbn Ebî Hatim onun hakkında şöyle demektedir: "Ma'bed, Medine'ye gelmiş ve orada
halkı ifsad etmiştir" İbn IVlace, Sünen'inde onun hakkında şöyle rivayet etmiştir:
"Ma'bed el -Cüheni ve Ata İbn Yesar, Hasan el-Basri'ye gelmişler ve şöyle
demişlerdir: "Ey Ebu Said, o melikler müslümanlarm kanını akıtıyorlar. Mallarını
alıyorlar ve bizim fiillerimiz Allah'ın kaderi üzerine cereyan ediyor diyorlar ne
dersin?" Hasan el-Basri de cevabında: "Allah'ın düşmanları yalan söylemiştir"
demiştir. Basra'da fitne büyüyünce Haccac Ma'bed el-Cühenî'ye işkence yapmış ve
Abdulmelik b. Mervan'm emri ile 80 senesinde asılarak idam edilmiştir. Zehebi'nin
rivayetine göre onun öldürülmesi Abdurrahman b. cI-Eş'as ihtilaline katıldığı için

13951

siyasi sebeplerle olmuştur.



Netice itibariyle irade ve ihtiyar hürriyetine kail olanlar zıddindan türetilmiş isim
kabilinden "Kaderiyye" adıyla tanınırlar. Bunların "Kaderiyye" diye
isimlendirilmesinin sebebi, ilahi kaderi inkar etmeleridir. Bu şu manaya gelir: Onlar,
kulun Allah Teâlâ'nm dahil olmaksızın başlı basma ve müstakilleri fiil yaratacak bir
kudrete sahip olduğunu kabul ederler.

Mutezile de Kaderiyye diye isimlendir ilmeye başlanmıştır. Çünkü onlar da kulların
fiillerini kulların kendi kudretlerine bağlamışlar ve o fıillerdeki ilahî kudreti inkâr
etmişlerdir.

Mutezile bu ismi kabul etmemektedir. Onlara göre bu ismin kadere, hayır ve şerrin
Allah'dan olduğuna inananlara verilmesi daha uygundur.

Bunun içindir ki Mutezile ve Eşariyye birbirlerini Kaderiyye diye isimlendirmişlerdir.
Çünkü biri kaderi kula nisbet ettiği için, diğeri ise kaderi nefyettiği için bu isme hak
kazanmışlardır. Bazıları da bu mevzuda şöyle demişlerdir: "Kaderiyye'nin bu isimle
anılmasının sebebi şudur: Çünkü onlar ilk olarak araştırmalarına ve tetkiklerine mevzu

[3961

olarak bu konuyu almışlardır."

Ümmet: Din, millet, yol gibi manalara gelir. Bütün müslümanlan içine aian bir
kavramdır. Ümmet müslüman kavimlerden meydana gelir.

İslam, insanı kendi kavmine daha çok bağlanmasından dolayı kmamamıştır. Bununla
birlikte bütün müslümanlar arasındaki derecelendirmeyi kavim, ırk, kan bağı vs. değil,
r3971

takva belirler.

Akraba, aile ve menfaat bağlan, Allah ve peygamberden ve Allah yolunda cihaddan
r3981

üstün değildir.

D991

"Ancak mü'minlcr kardeştirler,"

Bu esaslardan hareketle, İslam, bütün müslümanlan tek bir ümmet saymıştır. Vatan,
renk, dil, ırk farklılıkları ümmetin teşekkülüne engel değildir. Nitekim. "Şüphesiz bu
sizin ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin rabbinizim. O halde bana ibadet
T4001

edin" Duyurulmuştur.

Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerif, Kaderiyye mezhebinin aleyhine ve onların sapık
bir yolda olduklarına dair en büyük delillerden biridir.

Her ne kadar "Kaderiyye" bu ismin kendilerine ait olamayacağını iddia etmişlerse de,
ümmet arasında bu isim onlara layık görülmüş ve onlara verilmiştir. Ayrıca Hz.
Peygamberin Kaderiyye*yi Mecusilere benzetmesi de bu ismin gerçek sahibinin onlar
olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Şöyle ki mecusiler (ateşperestler) birisi nur, diğeri zulmet olmak üzere iki yaratıcı
bulunduğuna hayırları nurun, serleri de zulmetin yarattığına inanırlar. Hayrı Allah'ın
şeni de kulların yarattığına inanmaları sebebiyle bu ümmet içerisinde Hz.
Peygamberin teşbihine uygun düşenler, "Kaderiyye"diye anılan mezheb
mensuplarıdır. Kendilerinin bunun aksini iddia etmeleri gerçeği değiştirmez,
Binaenaleyh bu fırkaya mensup olan kimselerin hastalarını ziyaret etmek ve cenaze
merasimlerine katılmak caiz değildir. Sirac'üd-din el-Kaz-vînî bu hadisin mevzuu
olduğunu söylemişse de bu doğru değildir. Çünkü Tirmizi onun hasen olduğunu,
Hakim de sahih olduğunu söylemişlerdir.





Bu konuda ileri sürülen diğer iddialar da çürütülmüştür.



4692... Huzeyfe (r.a.)'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s. a.) (şöyle)
buyurmuştur: "Her ümmetin bir mecusisi vardır. Bu ümmetin mecusisi de "kader
yoktur" diyenlerdir. (Binaenaleyh) onlardan kim ölürse cenazelerinde bulunmayın,
onlardan kim hastalanırsa onu ziyaret etmeyin. (Çünkü) o (nlar) Deccalin ordularıdır.

T4021

Allah kesinlikle onları Deccale kavuşturacaktır."
Açıklama

Bilindiği gibi Deccal yalancı demektir. Kıyamet alametlerinden olarak ortaya çıkacak
yalancının adıdır. Hadis-i şeriflerde Deccalden sık sık bahsedilir.
Deccal kıyamet günü yaklaştığında Mehdi'den önce zuhur edecek ve yeryüzünde fesat
çıkaracaktır. Hıristiyanlar ona "Yalancı Mesih" derler. İslam'da Müseylime gibi
peygamberlik iddia eden otuz kadar deccalden bahsedilmiş, en büyük fitneye sebep
olarak deccalin ise ahir zamanda çıkacağı haber verilmiştir. Hadis-i şeriflere göre

L403J

Deccal doğudan çıkacaktır. Mesih'ten önce otuz tane yalancı peygamber

r4041 ' f4051
çıkacaktır. "Deccal çıktığı zaman yanında su ve ateş bulunacaktır. İnsanlar

r4061

deccalden korkarak dağlara kaçacaklardır. Sonunda Hz. İsa, Deccali öldürecektir.
r4071

Görüldüğü gibi bu hadis, "kaderiyye" isminin kaderi inkâr eden fırka mensuplarına ait
olduğunu ve bu fırkanın da sapık olduğunu, binaenaleyh hastalarını ziyaret etmenin,
cenaze merasimlerine katılmanın caiz olmadığını ve âhir zamanda Deccalin ordusunu
bunların teşkil edeceğini açıkça ifade etmektedir.

Ancak Hafız el-Münziri bu hadisin senedinde bulunan Ömer'in, güvenilen bir ravi
olmadığı ve ensardan bir adam olduğu söylenen diğer ra-vinin de kimliğinin meçhul
olduğu ve her ne kadar bu hadisin başka bir kanaldan da rivayet edildiği söylenmişse
de bu rivayetin sabit görülmediği gerekçesiyle, bu hadisi tenkid ederek "munkatı"'

r4081

denilen hadis çeşitlerinden olduğunu söylemiştir.

4693... Ebu Musa el-Eş'arî(nin) haber verdi (ğine göre) Rasûlullah (s. a.) (şöyle)
buyurmuştur:

"Allah, Adem'i yeryüzünün her tarafından avuçladığı bir avuç topraktan yarattı. Bu
sebeple Ademoğulları (dünyaya, renk ve tabiat cihetiyle) yeryüzü (nün renkleri ve
karakterleri) kadar (değişik şekillerde vücuda) geldiler. Onlardan kimisi kızıl, kimisi
beyaz, kimisi siyah, kimisi de bunların karışımı, kimisi yumuşak, kimisi sert, kimisi

r4091

kötü kimisi de iyi (huylu olarak dünyaya) geldi."

(Ebu Davud der ki): Yahya (b. Said)in rivayetinde "(Kimisi de) yumuşak ile sert ve
kötü ile iyi arası" ilavesi (vardır). Yezidin rivayetinde de bu hadis "ihbar" lafzıyla



14101

nakledilmiştir.



Açıklama

Yüce Allah, Adem (a.s.)'ı yeryüzünün her tarafından alınmış olan ve dolayısıyla

yeryüzünün bütün karakterlerini taşıyan bir avuçluk topraktan yaratmıştır.

Bu toprağı yeryüzünün her tarafından seçip alan. bu hususta emir almış olan bir

melektir. Fakat, melek bu işi Allah'ın emri ile aldığı için alma işi Allah'a nisbet

edilmiştir.

Hadis-i şerifte özellikle kırmızı, siyah ve beyaz renklerden açıkça bahsedilirken diğer
renklerden kapalı olarak bahsedilmesi, insanlarda ve toprakta bulunan renkler
içerisinde bu üç rengin asıl renk, diğer renklerin de bu renklerin karışımından ibaret
olmasındandır.

İşte metinde geçen "bunların karışımı" sözüyle kasdedilen de bu karışımdır.
Tîbî'nin açıklamasına göre, bu renkler insanların ve toprağın dış görünüşleriyle ilgili
olduğu gibi metinde geçen diğer dört özellikle de yine insanların iç karakterleriyle
ilgilidir. Şöyle ki "sehl" kelimesi insanın yumuşak huylu, toprağın da engebesiz düz
arazi halinde olması anlamına gelmektedir.

"Hazen" kelimesi insan için sert mizaçlı, toprak için de engebeli ve sarp anlamında
kullanılmıştır. Tayyib kelimesi de imanlı insan ve faydalı, verimli toprak manasına
gelirken, Habis kelimesi, kâfir insan ve verimsiz, zararlı toprak manasına gelmektedir.

[4JLU

Bütün bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, Allah daha kâinat yaratılmadan önce,
herşeyin bütün inceliklerini bütün ayrıntılarıyla bilmiş ve kendi katında olacak olan
şeyleri olacağı şekilde tesbit etmiştir. Bilindiği gibi Allah'ın herşeyi daha dünyaya
gelmeden önce bilip bu şekilde tesbit etmesine kader diyoruz. Binaenaleyh bu hadis-i
şerif herşeyin bir kader planına uygun olarak yaratıldığını söyleyen ehl-i sünnet
ulemasının lehine, aksini iddia eden Mutezililerin de aleyhine bir delildir.
Ancak şurasını unutmamalıdır ki insanlar, Allah'ın bu tespitinden dolayı mecburen iyi
ya da kötü olmuş değillerdir. Bilakis Allah insanların hür iradelerini kullanarak, iyi
veya kötü olacaklarını bildiği için onların durumunu, onlar yaratılmadan önce, kendi
katında iyi veya kötü olarak tesbil ve tayin etmiştir ve Allah'ın iyiliğe rızası vardır,
kötülüğe rızası yoktur. İyiliğin kadir kıymeti, ancak kötülüğün bulunmasıyla

14121

anlaşabileceği için iyiliğin yanında kötülüğü de yaratmıştır.
4694... Ali (u.s.)'m (şöyle) dedi(ği rivayet edilmiştir):

"Biz "Bakiu'i-Garkad" (denilen mezarhk)da Rasûlullah (s.a.)'in de bulunduğu bir
cenazede idik. Rasûlullah (s. a.) (yanımıza) gelip olurdu.

Yanında bi; de baston vardı. Bastonla yeri çizmeye başladı. Sonra başını kaldırıp:
"Sizden hiçbir kimse ve dünyaya gelen hiçbir nefis yoktur ki: Allah onun
cehennemden, ya da cennetten yerini yazmamış olsun; şaki ya da said olarak
yazılmamış olsun" buyurdu.
Bunun üzerine (orada bulunan) cemaatten bir adam:

"Ey Allah'ın peygamberi, yazgımız üzerinde durup ameli (mizi) bırakıvermeyelim mi?



(Çünkü nasıl olsa yazgısında) saadet ehlinden olan cennete gidecek, şekavet ehlinden
olan da cehenneme gidecek" dedi. Rasûlullah (s.a.)'de: "Çalışınız, herkes (ne için
yaratıldı ise ona) kolayca eriştirilecektir. Saadet ehline saadet ehlinin ameli, şekavet
ehline de şekavet (ehlinin ameli) kolaylaştıracaktır" buyurdu. Sonra (şu ayet-i ke-
rimeyi) okudu:

"Bundan dolayı kim (fakirlere) verir (günahlarından) korunursa ve en güzel (söz) ü
doğrularsa, ona en kolay (en rahat şeylerin yolun) u kolaylaştmnz.
Fakat kim cimrilik eder, kendini zengin görüp (Allah'a kulluğa) tenezzül etmezse ve

£4131

en güzel sözü de yalanlarsa, ona en güç şeylerin yolunu kolaylaştırırız."
Açıklama

Gerkad üç metre kadar boyu olan kökü ve dallan beyaz böğürtlen ağacına benzer,
kaim yapraklı, dalları dikenli, çiçeklerinin boynu uzun bir ağaçtır. Koni şeklinde olan
meyvesi vardır. Medine'de içerisinde bu ağacın bol miktarda yetiştiği bir mezarlık
vardır ki bu mezarlığa "Bakîû'l-Garkad" denir. Bugün bu mezarlık "Cennetu'l-Baki"
ismiyle anılmaktadır.

Said: İman saadetine eren cennetlik kimsedir. Şaki ise, onun zıddı, yani kendisine
iman nasib olmayan bedbaht cehennemlik kişidir.

Hadis-i şerif, herkesin cennetlik ya da cehennemlik olacağı, Allah tarafından ezelde
bilinip tesbit edildiğine ve dünyaya gelen her insanın hür iradesini kullanarak bu iki
yoldan birini tutup Allah'ın kader dediğimiz ezelî bilgi ve tesbitini doğruladığına ve
herkesin kaderine uygun şekilde amel etmeye muvafak olacağına delâlet etmektedir.
Bu da gösteriyor ki, Allah'ın ilm-i ezelisi, ezelden ebede kadar olacak şeylerin hepsini
kuşatmıştır. Her hadiseyi daha olmadan Önce nasıl olacaksa öylece tesbit etmiştir.
Ancak hadiselerin vukua gelmesi, bu ilim ve tesbite tabi değil, bilakis bu ilim ve
tesbit, hadiselere bağlıdır. Bir başka ifadeyle ilim maluma tabidir. Kişi iradesini hangi
fiile sarfederse, Allah onun elinde o fiili yaratır.

Binaenaleyh, Allah'ın bir şeyi ezelde bilmesi, bizi onu yapmaya mecbur etmez. Fakat
biz yapacağımız için onu bilir. Allah'ın hayra rızası vardır. Şerre ise rızası yoktur. Kim
iradesini hayra yöneltirse hayrı ona kolaylaştırıp onun elinde hayrı yaratır. Kim de
iradesini şerre sarf ederse onun elinde şerri yaratır. Kul, kâsib, Allah ise haliktır ve
kaderle ihticâc edilemez.

Bu bakımdan kişiye düşen, iradesini cennetliklerin amelini işleme yoluna sarfedip,
cehennemliklerin amelini işlemekten kaçınmaktır. Çünkü önemli olan son amelimizin

£4141

iman ve İslam üzere olmasıdır.

4695... Yalıya İbn Ya'mer'den (rivayet edildiğine göre) demiştir ki: Kader hakkında ilk
konuşan Basra'da Ma'bed el-Cühenî (isimli bir kimse) dili. (Bir gün) Humeyd b.
Abdurrahman el-Hımyerî ile birlikte hacc ya da umre için yola koyulduk. (Kendi
kendimize): "Allah rasulunün sahabilerinden biriyle karşılaşsak da bu (türedi)
kimselerin kader hakkında söylediklerini ona sorsak" dedik. Yüce Allah bizi mescide
girmekte olan Abdullah b. Ömer'i denk düşürdü. Arkadaşımla ben hemen onun etrafını
çevirdik. Arkadaşımın sözcülüğü bana vereceğini anladım ve: "Ey Abdurrahman'm
babası bizim (o) tarafta birtakım insanlar türedi. Kur'ân okuyorlar, ilim okumaya



çalışıyorlar ve: Kader (diye birşey) yoktur, her iş (hiç bir şeye bağımlı olmadan) başlı
başına müstakil olarak meydana gelir, diyorlar" dedim.

"Sen onlarla karşılaştığın zaman onlara benim kendilerinden uzak olduğumu onların
da benden uzak olduklarını söyle. Allah'a yemin olsun ki eğer onlardan birinin Uhud
dağı kadar altını olsa da (Allah yolunda) har-casa, kadere iman etmedikçe Allah bunu
ondan kabul etmez." dedi.

Sonra babası Ömer b. Hattab (r.a.)'in şöyle dediğini rivayet etti: "Biz (bir gün)
Rasûlullah (s.a.)'m yanında otururken birdenbire yanımıza bir adam geliverdi. Elbisesi
bembeyaz, saçları simsiyahtı. Üzerinde yorgunluk ve perişanlık gibi bir yolculuk
alameti göze çarpmıyordu ve kendisini (asla) tanımıyorduk. Nihayet Peygamber
(s.a.)'in yanma varıp oturdu ve dizlerini dizlerine dayadı, ellerini (kendi) uylukları
üzerine koydu ve: "Ey Muhammed bana islamı anlat" dedi.

Rasûlullah (s. a.): "İslam, Allah'dan başka (hakiki) bir ilah olmadığına ve
Muhammed'in Allah'ın Rasulü olduğuna şahitlik etmen, namazı kılman, zekatı
vermen, Ramazan'ı tutman ve eğer gitmeye gücün yeterse haccetmendir" buyurdu.
Adam: "Doğru söyledin" dedi. Biz kendisine hayret ettik. (Çünkü bilmiyormuş gibi)
soruyor, (biliyormuş gibi de) tasdik ediyor (du. Sonra) "Bana imam anlat" dedi.
(Fâhr-i kainat efendimiz de): "Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ahiret
gününe inanmandır. Ve bir de haynyla, şerriyle kadere inanmandır" cevabını verdi.
Adam: "Doğru söyledin" dedi ve: Bana (şimdi de) ihsandan haber ver" dedi. (Hz.
Peygamber de):

"Allah'a görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Çünkü sen onu göremezsen de o seni
görür" buyurdu. (Adam bu sefer de):

"Bana kıyametin zamanından bahset" dedi. (Hz. Peygamber de:)

"Bu konuda sorulan sorandan daha bilgili değildir" cevabını verdi. (Adam: "Öyleyse)

Kıyametin alâmetlerinden bahset" dedi.

(Hz. Peygamber de): "Cariyenin hanımefendisini doğurması ve yalınayak, çıplak deve
çobanlarının, bina yükselmekte yarışa girmeleridir" buyurdu.

(Hz. Ömer rivayetine devamla şöyle) dedi: Sonra (bu adam aramızdan çıkıp) gitti. Üç
(gün) sonra (Hz. Peygamber bana):

"Ey Ömer (soru) soranı biliyor musun?" diye sordu. Ben de "Allah ve Rasulü daha iyi
bilir" dedim.

[415]

"O Cebrail idi. Size dininizi öğretmeye gelmişti" buyurdu.
Açıklama

Bu hadis, hadis alimleri tarafından (Hadis-i Cibril) diye adlandırılmıştır. Bir kısım
ayet ve hadislere İslam ulemasının hususi isimler verme adeti vardır. Miras ayeti,
teyemmüm ayeti, şefaat hadisi, Ümfnü Zer' hadisi gibi.

Bu hadisenin Efendimizin vefatına yakın zamanlarda olduğu anlaşılıyor. Hiç değilse
son iki sene içinde vaki olduğu rahatlıkla söylenebilir. Çünkü İslamm şartlarından
hacc ibadetinin farz oluşu, hicretin sekizinci senesinde ve Mekke'nin fethinden
sonradır. Hadiste haçcm İslamm şartlarından biri olarak anlatılması bu hususu
göstermektedir.

Hadisenin cereyan şekli. Efendimize vaki olan vahiy şekillerinden biridir: Cibril
(a.s.)'in bir insan şeklinde gelmesi... Buhari'nin naklettiği bir hadiste, efendimiz



kendisine vahyin nasıl geldiğini soran sahabeye vahiy hakkında bilgi verirken: "Bazen
bana çan sesine benzer bir uğultu biçiminde gelir. Bana en ağır geleni budur. Vahiy
hali benden sıyrılmakla birlikte, ben de vahyedileni ezberlemiş olurum. Bazan ise
melek, insan şeklinde gelir, benimle konuşur, söylediğini hemen ezberlerim"
buyurmuştur. Hadisi nakleden Hz. Aişe diyor ki: Rasûlullah (s. a.) a çok soğuk günde,
kendisine vahyin nazil olduğunu gördüğüm olmuştur. Vahiy hali ondan sıyrıldığında

' IÜ61

Rasûlullah (s.a.)'m mübarek alnı tere batmış olurdu."

Cibril-i Emin çoğu zaman, Kelb kabilesinden Dihye b. Halife isimli yakışıklı, güzel,
bir sahabinin kıyafetinde gelmiştir. Ümm Seleme validemizin başından geçen bir
hadise şöyledir: Diyor ki: "Bir kerre Dihye'yi Rasulu Ekremin karşısına oturmuş,
onunla konuşurken gördüm. Biraz sonra Rasulu Ekrem'i mescidde mev'iza irad
ederken: "Şimdi Cibril ile konuştum" dediğini duydum. Bunu müteakip, Cibril'in
Dihye suretinde göründüğünü, Hz. Peygamberle konuşan zatın Dihye olmayıp Cibril
olduğunu anladım."

Cibril (a.s.)'in, kimsenin bilmediği bir insan suretinde gelmesi, bilmezmiş gibi sorup,
biliyormuş gibi tasdik etmesi, sualler bitince, mescid-den çıkar çıkmaz kaybolması
gibi haller, mevzuyu orada bulunanların zihnine daha iyi yerleştirmek içindir. Buhari
ve Müslim'in daha başka yollardan yaptıkları nakillerde efendimiz:
-Onu geri çağırın, buyurmuş, fakat, ardından çıkanlar onu görmemişlerdir.
Peygamberimizin maksadı, ashabın bu hadiseye daha fazla alaka duymasını
sağlamaktı, yoksa hemen ardından çıkanların onu göremeyeceklerini ve
bulamayacaklarını biliyordu. -

Hadis-i şerifte, sorular oldukça düzenli bir şekilde sorulmuştur. Önce zahir yönleri de
bulunan amellerin ifadesi olan İslam, sonra tamamen kalb işi olan iman, daha sonra da
imanın en son kemali olan ihsan sorulmuş, efendimiz bu sorulara dinleyenleri tatmin
edecek kısa, özlü cevaplar vermiştir.

Bu arada kıyametin zamanı hakkında sorulan sual oldukça dikkate değer. Soru soran
Cibril (a. s.), ilk soruların cevabını biliyor, fakat bu sefer sorduğunun cevabını kendi de

bilmiyor.

Efendimiz bu hadis-i şerifte, kıyametin küçük alametlerinden ikisini zikretmiş
bulunmaktadır.

1. Cariye'nin hanımefendisini doğurması

a. Hattabî'ye göre bundan murad; İslamiyetin yayılması ve müslü-manların küfür
diyarını istila ederek ahalisini esir almalarıdır. Bir adam bir cariyeye malik olur da
ondan bir çocuğu doğarsa, çocuk hür doğacağı için annesinin sahibi mesabesinde olur.
Çünkü çocuk cariyenin sahibinin oğludur. Nevevi ile diğer bazı ulema bunun, ekseri
ulemanın kavli olduğunu söylemişlerdir.

b. ibrahim Harbi'ye göre murad: Cariyelerin hükümdarları doğurmasıdır. Bu suretle
hükümdarın annesi olan cariye de sair ahali gibi o hükümdarın tebasmdan biri olur.

c. Bazılarına göre mana ahir zamanda mal çoğalarak ümmü veled (yani efendisinden
çocuk doğurmuş) cariyelerin -satılmaları yasak olmakla birlikte- çok satılmasıdır.
Böylelikle cariye satıla satıla günün birinde bilmeden oğlunun eline geçer ve oğlu
annesinin sahibi olur. Fakat bu kavil yalnız ümmü velede mahsus değil her nevi
cariyelere şamildir. Zira, caizdir ki bir cariye nikâh şüphesiyle, meselâ, sahibinin
izniyle bir başkasıyla nikahlanarak ondan hür bir çocuk dünyaya getirir. Sonra cariye



elden ele satıla satıla doğurduğu çocuğun eline düşebilir. Bu takdirde meselenin
kıyamet alameti sayılan tarafı, ümmü veled cariyelerin satıla-madığmı bilen kimsenin
kalmamış olmasıdır.

d. Bir kavle göre bu cümleden maksat: Ümmü veled cariyenin çocuğu doğurmakla
azad olmasıdır. Doğurmak sebebiyle azad olduğu için onu adeta doğuracağı çocuk
azat etmiş gibi olur. Ancak bu tevil mecaz yolu iledir; mecazın alakası da sebebiyet
müsebbebiyet (sebep-sonuç ilişkisi) dir.

e. Diğer bir kavle göre murad: Anneye babaya itaatsizliğin çoğalma-sıdir. Bu sebeple
evlad annesine bir kimsenin cariyesine reva gördüğü muameleyi yapacaktır. Bu
te'vilde dahi cariyenin oğluna mecazen "sa-hib" denilmiştir. Bazıları hadisteki (Rabb)
kelimesini mürebbi manasına alarak, hakikî manada kullanmak istemişlerse de bu

[418]

vecih pek zayıf görülmüştür.

2. Fakir, yalınayak, baldırı çıplak deve çobanlarının yüksek bina yapımında
yarışmaları... Buhari ve Müslim'in diğer rivayetlerinde bu çobanların sıfatlan
sayılırken (itibarsız, ne idüğü belirsiz) tabiri de geçmektedir. Bu söz ise; servetin git
gide, ahlaksız, bütün itibarı servetine ait olan hiçbir faziletin sahibi olmayan kişilerde
toplanacağını, bunların söz ve itibar sahibi olacağını anlatıyor.

Yüzyıllarca önce yapılan ve bugün hala ayakta duran binaların ekseriyyeti umumun
menfaatine ait olanlarıdır. Şahsı için nihayet bir insanın rahatça oturabileceği bir ev
yaptıranlar, İslam cemaati için çok daha fazla harcamalarla sayıya hesaba gelmez,
Ölmez unutulmaz eserler bırakmasını bilmişlerdir. Dün cami, medrese, han, hamam,
kervansaray... yaptırıp gidenlerin ihtimal ki yüzde onunun bile kendi evi ayakta
değildir. Halbuki bugün servetler tamamen şahısların arzularına hizmet yoluna
girmiştir. Bir hayır müessesesine yardım için başvurulan nice zenginler, şahıslarına
harcadıklarının milyonda birini verirken, titreyen elleriyle de olsa sadakayı gönül
rızasıyla vermediklerini anlatmak istiyorlar. Gitgide ahlaksız kimselerin oyuncağı
haline gelen servet, insanlığın saadeti uğrunda kaç adımlık mesafeye şeref bayrağını
dikebilecektir?

Ne idüğit belirsiz deve çobanları tarafından, yüksek bina yarışma girilmesinin kıyamet
alameti olarak gösterilmesini, beldelerin imarı ile aynı manada anlamamak gerekir.
Ancak bir kısım şehirlerin anormal derecede gelişmesi, pek çok çeşitten insanı bir
araya getirmektedir. Birbirini tanımayan bu geniş kitlenin maddi menfaatten başka
hiçbir bağla birbirine bağlanmamış olması, menfaatin de insanı nerelere kadar
sürüklediğini pek acı misalleriyle her gün görmemiz acı düşüncelerin gönüllere yerleş-

1419i"

meşine sebep olmaktadır.
Bazı Hükümler

1. İslam: Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed (s.a.)'in onun Rasulü olduğuna
şehadet getirmek, beş vakit namazı kılmak, farz olan zekâtı vermek, ramazan orucunu
tutmak, mali kudreti olursa haccetmektir.

2. İman: Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe ve kadere
inanmaktır.

3. İmanla İslamm başka başka şeyler olduğunu söyleyenler bu hadisle istidlal
etmişlerdir.



4. İhsan: Allah'a, onu görür gibi ibadet etmektir.

5. Yukarıda zikredilen şeylere iman etmek farzdır.

6. îslâmm tarifinde zikri geçen erkânın mertebeleri pek büyüktür.

7. İhlas ve murakabenin mevkileri pek büyüktür.

8. İnsanın bilmediği bir şey için "bilmiyorum" demesi ilimdir. Bu onun kıymetini
düşürmez; bilakis ilim ve takvasına delildir.

9. Melekler diledikleri şekle girebilirler. Cibril (a.s.) ekseriye Dihye-tü'l-Kelbi (r.a.)
suretinde görünürdü. Kendi suretinde Peygamber (s.a.)'e yalnız iki defa görünmüştür.

10. Allahü Teâlâ'yı dünya gözü ile gören olmamıştır. Sahih rivayete göre Hz. İmran b.
Husayn (r.a.) meleklerin seslerini işitirmiş. Rasulü Ekrem (s.a.)'in görmesi dünyada
değil, melekût âleminde vaki olmuştur.

11. Hz. Cibril'in kıyameti sorması, dinleyenleri sormaktan men etmek içindir.

12. Güzel bir şeyi sormaya ilim ve ta'lim denilebilir.

13. Bir alimin yanında bulunanlar, kendilerine lazım olan bir meseleyi ona
sormazlarsa başka birisinin sorması gerekir. Böylelikle sevapla müşterek olurlar.

r4201

14. Sual soranın nezaketi, alimin de sorana karşı lütufkâ davranması gerekir.

15. Kader inancı İslam inancının rükünlerinden biridir, bunu inkar eden imandan
çıkmış olur.

16- Bir anlamda içe doğru derinleşmek ve nefs tezkiyesi demek olan "ihsan" dinin

" [4211
rükünlerinden biridir.

4696... Yahya b. Ya'mer ile Humeyd b. Abdurrahman'dan, şöyle dedikleri rivayet
edilmiştir:

"Biz Abdullah b. Ömer'le karşılaş (mış) tık, kendisine kaderden söz açtı (ve kaderi
inkar eden türedilerin) bu mevzuda söyledikleri sözleri anlattık..." (Bu hadisi Ya'mer
ile Humeyd'den nakleden Abdullah b. Büreyde bu rivayetine devam ederek, hadisin
bundan sonraki kısmında bir önceki hadisin) benzerini nakletti.
(Hadisin ravilerinden Osman b. Gıyas ise bu rivayete bazı cümleler daha) ilave ederek
(şöyle) dedi:

Müzeyne yahut Cüheyne kabilesinden biri (Hz. Peygambere): "Ey Allah'ın rasulü o
halde ne diye amel ediyoruz? (Kendisini bir yazgı) geçmiş olan bir iş için mi yoksa
(hakkında hiç bir yazgı bulunmayan ve) şimdi yeni başlayacak bir iş için mi?" diye
sordu. (Hz. Peygamber de: "Kendisini bir yazgı) geçen bir iş için (çalışacaksınız)"
buyurdu. (Orada bulunan) bir adam yahut da bazı kimseler: "Öyleyse amel niçin?"
diye sordu. (Hz. Peygamber de):

"Cennetlik olanlar (dünyada) Cennet halkının amelin (i işlemey)e, cehennemlikler de
(dünyada) cehennem halkının amelin (i işlemey)e muvaffak edilecektir." buyurdu.
f4221



Açıklama

Bu hadisle ilgili açıklama bir önceki hadisin şerhinde geçtiğinden tekrara lüzum
1423]'

görmüyoruz.



4697... Şu (bir önceki) hadisi (bazı yerlerine) ilave ederek (bazı yerlerini de) kısaltarak
Alkame de Süleyman İbn Büreyde aracılığıyla Ya'mer'den rivayet etmiştir. (Bu rivayet
şöyledir: Yabancı bir yolcu sıfatıyla gelen bir adam Hz. Peygambere): "İslam nedir"
diye sordu. (Hz. Peygamber de): "Namaz kılmak, zekat vermek haccetmek, ramazan
orucunu tutmak ve cünüblükten dolayı gusetmek" cevabını verdi.

T4241

Ebu Davud der ki: Ravi Alkame Mürciecidir.
Açıklama

4695 Numaralı hadisle ilgili açıklama bu hadis için de geçerlidir.. Bu hadis-i şerifte
sözü geçen hadisten fazla olarak, "cünüblükten dolayı yıkanma" nm da îslamm
esaslarından olduğu ifade edilmektedir. Nitekim: "Eğer cünüb iseniz boy abdesti
[425]

alınız" ayet-i kerimesi de bunu ifade eder. Her ne kadar musannif Ebu Davud,
Alkame'nin Mürcie olduğunu söylemişse de Buhari ile Müslim onun rivayet edilen

1426]

hadislere güvenilebileceğini söylemişlerdir.

4698... Ebu Zer (r.a.) ve Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet edilmiştir, dediler ki: (Bir gün)
Rasûlullah (s. a.), sahabileri arasında otururken, ansızın yabancı bir adam çıkageldi.
(Hz. Peygamberin kim olduğunu orada bulunanlara) soruncaya kadar Hz.
Peygamberin (orada bulunanların) hangisi olduğunu bilmiyordu.
Bu olaydan sonra biz Rasûlullah (s.a.)'den kendisine bir yabancının geldiği zaman,
kolayca tanıyabileceği (özel) bir oturma yeri tahsis etmesini istedik. (Bu isteğimizi
kabul etti). Bunun üzerine kendisine çamurdan bir oturacak yer yaptık ta
(toplantılarda) oraya oturur, biz de onun etrafına otururduk. (Hadisin ravisi), hadisin
bundan sonraki kısmında: "Bir adam çıka geldi" (diyerek sözlerine devam edip) şu (bir
önceki hadisin) bir benzerini rivayet etti ve (gelen adamın) halini anlattı. (Daha sonra
rivayetine şöyle devam etti. Adam:) ... Cemaatin (en alt) tarafından: "Esselamü
aleyküm ya Muhammed, diyerek selam verdi. Peygamber (s. a.) onun selamını
r4271

adı..."
Açıklama

T4281

Bu hadisle ilgili açıklama 4695 numaralı hadisin şerhinde geçmiştir.

4699... İbn Deylemî'den (rivayet edilmiştir): Ubeyy b. Ka'b'in yanma varmıştım.
Kendisine: "İçimde kaderle igili bazı şüpheler belirdi. Bana (bu mevzuda) birşey (1er)
anlat. Umulur ki Allah (bu sayede) kalbimden bu şüpheyi giderir" dedim.
"Eğer Allah göklerinde ve yerlerinde bulunan halka azab etseydi onlara zulmetmiş
sayılmazdı. Eğer onlara rahmetle muamele etseydi bu (onlar için) amellerin (in
karşılığın) dan daha hayırlı olurdu. Eğer sen Allah yolunda Uhud (dağı) kadar altın
harcasan, kadere iman etmedikçe (kaderde) sana isabet eden şeyin sana (mutlaka)



erişeceğini, (kaderde) sana isabet etmeyen şeyin de sana erişemeyeceğini bilmedikçe,
Allah bunu senden kabul etmez.

Eğer bundan başka bir inanç üzerinde ölürsen cehenneme girersin" dedi.

Sonra Abdullah b. Mes'ûd'un yanına vardım. O da (bana) buna benzer sözler söyledi.

Sonra Huzeyfe b. el-Yâman'm yanma vardım. O da aynı şeyleri söyledi. Sonra Zeyd b.

[4291

Sabit'e vardım. O da bana Peygamber (s. a.) den buna benzer sözler nakletti.
Açıklama

İnsanların, kendi tecrübe ve gayretleriyle bilmeleri mümkün olmayan, ancak Allah'ın
ve rasûlünün bildirmesiyle bilinebilen ibadetler, âhiret ahvali, kaza ve kader gibi mev-
zularda sahâbilerin verdikleri bilgiler asla kendi şahsi bilgileri değildir. Mutlaka bu
bilgileri Hz. Peygamberden almışlardır. Binâenaleyh, metinde geçen Übeyy b. Ka'b'la,
Abdullah b. Mesûd ve Huzeyfe b. el-ye-mârTin kader mevzuundaki sözleri asla kendi
şahsî görüşlerini yansıtan sözler değildir. Nitekim Zeyd b. Sabit'in aynı sözleri, Hz.
Peygamberden nakletmesi de bu sözlerin hepsinin kaynağının Hz. Peygamber
olduğunu gösterir.

Bilindiği gibi zulüm, bir insanın başka birinin hakkına tecavüz etmesidir.
Yerlerde ve göklerde ne varsa hepsi de Allah'ın olduğundan, hiçbir kimsenin ne kendi
varlığı üzerinde ne de bu varlıklar üzerinde hak iddia etmesi söz konusu
olamayacağından, Yüce Allah'ın varlıklar üzerinde yaptığı tasarruflardan hiçbirisi
zulüm olarak nitelendirilemez. İsterse Öldürür, isterse güldürür, nârı da nuru da haktır,
bize düşen O'nun hükmüne teslim olmaktır. Rahmetle muamele etmeye hakkı olduğu
gibi, ta'zib etmeye de hakkı vardır, Binaenaleyh haksızlık ve zulüm, başkalarının mül-
kü ve hakkı üzerinde yapılan tasarruflar için söz konusudur.

Nasıl ki başkasının yaptığı bir resmi yırtan veya tahrib eden bir ressam, haksız
sayıldığı halde, kendi yaptığı resmi tahrib eden bir ressam haksız sayılmazsa Allah da
kendi eserleri üzerindeki tasarruflarından dolayı haksız ya da zalim sayılamaz.
İşte metinde geçen: "Eğer Allah göklerinde ve yerlerinde bulunan halka azâb etseydi
onlara zulmetmiş sayılmazdı" cümlesinin anlamı budur.

Allah mahlukat üzerinde istediği tasarrufta bulunmak hakkına sahip ve yaptıklarından
hiç kimseye hesap vermek zorunda değilken, kulların menfaatma olanı yapmaya
mecbur olmadığı halde, kimseye zulmetmez ve "kullarına olan rahmeti öfkesinden
14301

fazladır."

Herşeyi daha olmadan önce bilmiş, nasıl olacaksa öylece tesbit ve takdir etmiştir. Bu
ilmi şaşmaz. Aynı şekilde insanların da dünyaya gelince hür iradeleriyle nasıl hareket
edeceklerini bilip tesbit ve takdir etmiştir. Ancak bu ilim ve tesbit işi insanların
iradesine tâbidir. Yoksa insanlar, bu tesbite tâbi değillerdir. Bir başka ifadeyle Allah'ın
ezelde bilmiş olması insanların onları yapmasını icab ettirmez. Kul hür iradesiyle
yaptığı fiillerden mesul, izdırâri olarak (mecburen ve iradesi dışında) yaptığı işlerden

1431]

mes'ül değildir.

4700... Ebû Hafsa'dan (rivayet edildiğine göre); Ubâde İbn Sâmit (kendi) oğluna: "Ey
oğulcuğum. (Kaderinde) sana isabet eden şeyin (sana ulaşmakta) şaşmayacağını,



(kaderinde) sana isabet etmeyen şeyin de sana erişemeyeceğini (iyice) bilmedikçe
hakiki imânın tadını bulamazsın. (Nitekim, ben) Rasûlullah (s.a.)'m (şöyle) derken
işittim:

"Allah'ın ilk yarattığı şey kalemdir. (Yüce Allah kalemi yaratınca) ona: Yaz! emrini
verdi. (Kalem):

Ey Rabbim neyi yazayım, dedi (Yüce Allah'da:)
Kıyamet kopuncaya kadar (olacak) herşeyin kaderini yaz! buyurdu."
Ey Oğulcuğum! Ben Rasûlullah (s.a.)'i; "Bundan başka (bir inanç) üzerinde ölen

[4321

kimse benden değildir" derken (de) işittim.
Açıklama

1433]

Metinde geçen "Kalem" den maksat, "Onun aslı Leyh . Mahfuzdadır" âyet-i
kerimesinde bahsedilen ve bütün mahrukatın kaderlerini ihtiva eden levhayı yazan
[4341

kalemdir.

[435]

".„. Kalemler kaldırılmış, salıifelerin mürekkebi kurumuştur..." hadis-i şerifinden
anlaşıldığı üzere insanların kaderini yazan kalem, bir ya da iki kalemden ibaret
değildir.

Sünnetin delâletinden anlaşıldığı üzere dört türlü kalem vardır:

1. Bütün mahlukatm yaratılmasıyla ilgili olan, yani onların kaderini yazan kalem.
Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte kasdedilen kalem, bu olduğu gibi müfessirlerin
büyük çoğunluğuna göre kalem sûresinde geçen "kalem" kelimesiyle kasdedilen
kalem de budur.

2. Adem (a.s.)'m ve Âdemoğullarmin kaderini yazan kalem.

3. Anne karnında bulunan çocuğa ruh üfürüldükten sonra bir meleğin gelip kendisiyle
rızkını, ecelini, amelini, şaki (bedbaht) yahut (bahtiyar) saîd yahut saîd olacağını

14361

yazdığı kalem.

4. Kişi bulûğ çağma erdiği andan itibaren, onun amellerini yazmak üzere "Kirâmen

[4371

Kâtibin" meleklerinin eline verilen kalem.

Her ne kadar bu hadis-i şerifte, ilk yaratılan şeyin bütün yaratıkların kaderlerinin
kendisiyle Levh-i Mahfuza yazıldığı kalem, olduğu ifade ediliyorsa da bu Öncelik
nisbîdir. Yani Arş ve suyun dışındaki yaratıklara nisbetledir.

14381

Arş ve su bu kalemden daha önce yaratılmıştır. Hatta rüzgarlar da bu kalemden

14391

önce yaratılmıştır. Gerçekte ilk yaratılan nûr-i Muhammedîdir.

4701... Ebu Hureyre (r.a.). Peygamber (s.a.)'in (şöyle) dediğini haber vermiştir:
"Adem (a.s.) ile Mûsâ (a.s.) münakaşa etti(ler). Hz. Mûsâ (a.s., H.z Adem'e):
"Ey Adem sen babamız Ademsin. Bizi zarara uğrattın ve cennetten çıkardın" dedi. Hz.
Adem de:



"Sen de Musa'sın. Allah (seninle özel olarak) konuşmasıyla seni seçkin kıldı ve
(içerisinde kadere iman etmenin lüzumunu öğreten) Tevrâtı senin için (kendi) eliyle
yazdı. (Böylelikle Allah'ın) beni yaratmadan kırk yıl önce benim hakkımda takdir
ettiği bir işten dolayı beni kınıyor (mu)sun?" dedi. Bunun üzerine Adem (a. s.) Hz.
Musa'ya galib geldi."

Ahmed b. Salih (bu hadisi) Amr yoluyla Tâvus'dan (naklen rivayet etmiştir). Tavus da

r4401

Ebu Hureyre'den işitmiştir.

4702... Ömer İbn Hattâb (r.a.)'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (şöyle)
buyurmuştur:

"Musa (a. s. Yüce Allah'a): "Ey rabbim! Bize bizi ve kendisini cennetten çıkaran
Adem'i göster" diye niyaz etti de yüce Allah Adem'i O'na gösterdi. (Hz. Musa, Adem
a.s.):

"Sen bizim babamız (olan) Adem misin?" dedi. Adem de:
"-Evet!" cevabını verdi (bunun üzerine Hz. Musa):

"Sen, Allah'ın kendi ruhundan üfürdüğü ve isimlerin hepsini öğrettiği, meleklere
(secde etmelerini) emredip de onların secde ettiği Adem (değil mi)sin?" dedi. (Hz.
Adem de):

"Evet" cevabını verdi. (Bu sefer Hz. Mûsâ):

"Bizi ve kendini Cennetten çıkarmana seni zorlayan (sebep) ne idi?" diye sordu. Hz.
Adem de:

"Sen kimsin?" dedi. (Hz. Mûsâ): "-Ben Musa'yım" dedi. (Bunun üzerine Hz. Adem):
"Sen İsrailoğuIIarımn peygamberlerinden, Allah'ın araya kendi yaratıklarından, bir
elçi koymaksızm kendisiyle perde arkasından konuştuğu peygamber (değil mi)sin?"
dedi. (Mûsâ aleyhisselâm da):
"Evet!" cevabını verdi.

(Adem): Sen bunun ben yaratılmadan önce Allah'ın Kitabında daha önceden takdir
edilmiş olduğuna dair (bir bilgiyi sana gelen vahiyler arasında) bulmadın mı? dedi.
(Musa:) Evet, dedi. (Bunun üzerine Hz. Adem: Öyleyse) hakkımda daha önceden
Yüce Allah'ın takdir edilmiş hükmü bulunan birşey hususunda beni nasıl kınarsın?"
dedi.

(Rasûllullah (s.a.) sözlerine devam ederek):

"Adem, Musa'ya galib geldi. Adem Musa'ya galib geldi. Allah'ın selâmı ikisinin de

[4411

üzerine olsun" buyurdu.
Açıklama

Hz. Mûsâ ile Hz. Adem'in bu münakaşası, semâda olmuştur. Ruhları semada
karşılaşmış ve aralarında bu münakaşa cereyan etmiştir.

Münakaşa konusu ise, Hz. Adem'in Cennette iken yenmesi kendisine yasaklanmış
olan buğdaydan yiyerek. Cennetten kovulmaya ve dolayısıyla bütün insanların

f4421

cennetten uzak kalmasına sebep olmasıdır.

Hz. Mûsâ, Hz. Adem'e bunun hesabını sormuştur. Hz. Adem de bunun, kendi
yaratılmasından kırk sene Önce Levh-ı Mahfuza yazıldığını, binâenaleyh işlenmesi,



kendi yaratılışından kırk sene evvel yazılmış olan bir hadiseyi, işlemiş olmaktan
dolayı kullar tarafından hesaba çekilmesinin doğru olamayacağını söyleyerek
kendisini savunmaktadır.

Bu münakaşanın Hz. Musa'nın sağlığında yapılmış olması da mümkündür. Nitekim
Kâdi Iyâz'in açıklamasına göre Hz. Muhammed'in sağlığında İsrâ gecesinde Beyt-i
Makdis'de bir araya gelip onlara namaz kıldırdığı gibi Hz. Musa'nın da Hz. Adem'le
bu münakaşayı sağlığında yapmış olması mümkündür.

Görüldüğü gibi Hz. Adem bu münakaşada Cennetten çıkmasına sebep olan hatanın
kendi yaratılışından kırk sene önce takdir edildiğini söylemiştir. Hz. Adem'in
söylediği bu takdirden maksad, kader değildir. Söz konusu hadisenin Levh-ı Mahfuza
yazılması olayıdır. Çünkü Allah'm'7 takdiri, ezelî olduğundan kader için "kırk sene
önce" gibi bir başlangıç göstermek mümkün değildir. Bütün ravilerin ittifakiyle bu
münakaşada davayı kazanan Adem aleyhisselâm olmuştur.

Hattâbî'ye göre "Hz. Adem'in, Hz. Musa'ya galebesi Hz. Musa'nın onu kınamaya
hakkı olmaması noktasındadır. Çünkü hiç kimsenin bir rabb tavrıyla diğer bir kulu
günahından dolayı kınamaya hakkı yoktur. Bu hakk Allah'a aiddir".
Aliyyu'l-Kâri'ye göre "Hz. Adem'in galip geldiği nokta Allah'ın ezeli ilminin

1443]

şaşmayacağı noktasıdır"

Binâenaleyh her ne kadar insanlar, kaderlerini göstererek Allah'a karşı kendilerini
savunamazlarsa da insanların biribiıierini Allah'a karşı olan günahından dolayı
muahezeye de haklan yoktur.

Bu bakımdan; "kulların günahına bir rabb bakışıyla bakmayınız, ancak onlara bir kul

f4441

tavrıyla bakınız" buyurulmuştur.

Ayrıca Adem (a.s.)'m bu münakaşada haklı olmasının bir yönü de Musa (a.s.)'ırı O'nu
Allah tarafından affedilmiş olan bir günahından dolayı hesaba çekmiş olmasıdır.
Elbette Allah'ın affettiği bir günahtan dolayı, bir kulu hesaba çekmeye ya da kınamaya
kimsenin hakkı ve saîahiyyeti yoktur.

Bu konuda İbn Teymiyye de şunu söylemiştir: Kader, ayıplarda değil, musibetlerde
delil getirilir. (İbn Kayyım, Şifâu'l-Alîl, s. 185) Yani kul, kendisine isabet eden bir
musibet neticesinde (meselâ) organlarından birini kaybetmek gibi bir arıza ile
karşılaştığı zaman, kaderi delil getirerek, "benim yazgım bu" diyebilirse de, kendi
iradesiyle şirk koşması, Allah'a isyan etmesi gibi hallerde kadere sığmamaz.
Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki; insanlar kaderlerini ileri sürerek kendilerinin
Allah katında günahlarından sorumlu olmamaları gerektiğini iddia edemezler.
Ehl-i sünnet ulemasının görüşü budur.

Metinde geçen "Allah'ın eli" kelimesi izaha muhtaçtır. Bütün sıfat hadislerinde olduğu
gibi, burada da iki vecih vardır. Birinci veçhe göre, bu kelime müteşabihtir. Allah
Teâlâ'nm bizim gibi eli yoktur. Yed'i vardır. Biz ancak bu kadarına iman eder,
keyfiyetini Allah'a havale eyleriz. İkinci veçhe göre buradaki "yed" kelimesi kudret
14451

diye te'vil olunur.

Metinde geçen "Allah konuşmasıyla seni seçkin kıldı" sözüyle "Ve Allah Mûsâ ile
f4461

konuşmuştu" ayeti kerimesine, "kendi ruhunu üfürdüğü" cümlesiyle de "... Ona



T4471

ruhumdan üflediğim zaman" ayetine; "Bizi Cennetten çıkardın..." cümlesiyle,
"Biribirinize düşman olarak inin, sizin yeryüzünde kalıp bir süre orada yaşamanız
r4481

lazımdır..." âyeti kerimesine, "İsimlerin hepsini öğrettiği ve meleklerin secde

[4491

ettiği..." cümlesiyle de "Ademe isimlerin tümünü öğretti" ayetiyle "Meleklere:

1450]

Adem'e secde edin" ayetine işaret vardır. Bu ayetlerin geniş açıklaması için tefsir

[45U

kitaplarına müracaat edilebilir.

4703... Müslim b. Yesâr el-Cüiıenî'den (rivayet edildiğine göre) Ömer b. Hattab'a şu:

14521

"Hani rabbin Âdemoğullarmm sulbünden (soylarını) çıkarmıştı.,." (mealindeki)
ayeti sorulmuş ta Ömer (r.a.) şöyle demiş:

"Ben bu ayetin Rasûlullah (s.a.)'e de sorulduğunu işittim. Rasûlullah (s.a.).(bu soruya
şöyle) cevap verdi:

"Muhakkak ki Azız ve Celîl olan Allah, Adem'i yarattı. Sonra sağ (el)iyle sırtını
sıvazlayıp ondan zürriyeti(ni) çıkardı ve Şunları Cennet için yarattım; cennet ehlinin
amelini işleyecekler, buyurdu. Sonra (tekrar) Adem'in sırtını sıvazlayıp ondan
zürriyeti(ni) çıkardı ve: Bunları cehennem için yarattım, cehennem halkının işlerini
yapacaklar, buyurdu" (Orada bulunan) bir adam:

"Ey Allah'ın elçisi! (O halde) amel niçin?" diye sordu. Allah rasûlü (s. a.) (şöyle)
buyurdu:

"Aziz ve Celil olan Allah, kulu cennet için yaratınca ona cennet halkının amelini
işletir ve nihayet (o kul) cennet halkının amellerinden bir amel üzerinde ölür de onu
bununla cennete sokar.

Kulu cehennem için yaratınca ona da cehennem halkının amelini işletir. Nihayet kul,
cehennem halkının amellerinden bir amel üzerinde ölür. Bununla onu cehenneme
[4531

koyar."

4704... Nuaym b. Rabia'dan demiştir ki: "Ömer b. el-Hattâb (r.a.)'nm yanında
idim.." (Nuaym sözlerine devam ederek) Şu (bir önceki) hadisi rivayet etmiştir. Ancak

[4541

(bir önceki) Malik hadisi bundan daha ayrıntılıdır.
Açıklama

Hadis-i şerifte, cehennemliklerden önce cennetliklerden bahsedilmesi Allah'ın

[4551

rahmetinin gazabına gâlib olduğunu ifade eden hadis-i şerife işaret vardır.
Allah'ın Adem aleyhisselâmm sulbünden cennetlikleri sağ eliyle çıkardığı ifade
edildiği halde cehennemlikleri hangi elle çıkardığı belirtilmemiştir. Çünkü sağ el,
hayırlı işler için kullanılır. Sol el ise, hayırdan uzak işler için kullanılır. Bu sebeple Hz.
Peygamber, cennetliklerin Hz. Adem'in sulbünden sağ elle çıkarıldığından bahsetmiş,



14561

fakat kâfirlerin sol elle çıkarıldığını teeddüben zikretmemiştir.

Hadis-i şeriften anlaşıldığı üzere Allah, kimlerin cennetlik, kimlerin cehennemlik
olacağını ilm-i ezelîsiyle bilmiş ve takdir etmiştir. Bu ilim ve tesbit, şaşmaz, aynısı
çıkar. Ancak kulların, cennetlik ya da cehennemlik olmaya sebep olacak amelleri
işlemeleri kendi iradeleri dışında değildir. Allahü Teâlâ kimin cennet ehlinin amelini
işlemek niyyetinde olduğunu, kimin de cehennem ehlinin amelini işlemek niyyetinde
olduğunu, bildiği için onların yapmak niyyetinde oldukları ameleri kendilerine ko-
laylaştırır ve ellerinde halkeder. Neticede cennet ehlinin ameli üzerinde ölen cennetlik
ve cehennem halkının ameli üzerinde Ölen de cehennemlik olur. Şurasını da
unutmamak lazımdır ki cennete girenleri, cennete sokan, sadece amelleri değildir. Bir
başka ifadeyle, bu amelleri cennete girmeleri için yeteri değidir. Allah'ın lütfü
olmadıkça amelleriyle cennete giremezler. Öyleyse cennete girmeleri Allah'ın lütfü
sayesinde olur. Amelleri sayesinde cennetteki dereceleri artar, devamlı olarak Allah'a
kul olma niyetini taşıdıkları için de cennette ebedi olarak kalma hakkını kazanırlar.
Cehennemliklere gelince, bunlar oraya Allah'ın zorlaması, mecbur etmesi ile
girmezler. Ancak iradelerini kötü yolda kullandıkları ve kötü ameller işledikleri için
Allah'ın onların elinde kötü ameller yaratması ile girerler. Öyleyse kafirler cehenneme
girerken lütfuyla değil de adaletle muamele görerek girerler. Cehennemin en alt ve en
üst derecelerine atılmaları ise, yine dünyadaki amellerine bağlıdır. Cehennemde ebedi
olarak kalmalarının sebebi de ebedi olarak isyan etme niyyetini taşımalarıdır. Öyleyse
kafirler cehenneme girerken lütfuyla değil de adaletle muamele görerek girerler.
Cehennemin en alt ve en üst derecelerine atılmaları ise, yine dünyadaki amellerine
bağlıdır. Cehennemde ebedi olarak kalmalarının sebebi de ebedi olarak isyan etme
niyyetini taşımalarıdır. Öyleyse önemli olan kişinin cennet ehlinin ameli üzere
[4571

ölmesidir.

Hadis-i şerifte sözkonusu edilen Allah'ın Adem (a.s.)'m zürriyetini sulbünden çıkarıp
onlarla konuşması konusunda iki görüş vardır:

1- Aslında Allah, züniyetleri, Adem Aleyhisselamm sulbünden çıkarıp onlarla
konuşmuş ve ahid almış değildir. Fakat Allah'ın dünyada hidayete vesile olacak
dalâletten koruyacak bütün delilleri yaratıp onların gözünün önüne sermesi, delalet
bakımından onlarla konuşması gibi kuvvetli olduğundan böyle tasavvur ve ifade
edilmiştir. Ancak bu görüş zayıftır. Zemahşeri ile Ebu Hayyan ve Ebu's-Suud efendi
bu görüştedirler.

2- Gerçekten Allah bu nesilleri metinde anlatıldığı şekilde çıkarıp kendilerinden: "Ben
sizin rabbiniz değil miyim?" demiş. Onlar da: "Evet Rab-bimizsin" demişler, Allah'a
kul olarak yaşayacaklarına söz vermişler. Hepsi de verdikleri bu söze şahid

1458]

olmuşlardır. Kuvvetli olan görüş de budur.

4705... Übeyy b. Ka'b'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s. a.) (şöyle)
buyurmuştur:

"Hızır'ın öldürdüğü çocuk (yaşarsa) kafir olarak (yaşamayı tercih edecek diye) yaratıl
(mış)tı. Eğer yaşasaydı, azarak ve küfr ederek anne ve babasının kanını
[4591

dökecekti."



4706... Übeyy b. Ka'b (şöyle) dedi: Ben Rasûlulullah (s.a.)'ı: "Oğlana gelince, onun

r4601

anne ve babası mü'min idi..." ayeti hakkında: ("Bu çocuk) yaratıldığı A gün (eğer

[46i]

yaşarsa) kafir olarak (yaşamayı tercih edecektir, diye)yaratılmışti" derken işittim.

4707... Übeyy b. Ka'b, Rasûlullah (s.a.)'m (şöyle) buyurduğunu söylemiştir; "Hızır;
çocuklarla oynayan bir oğlan

gördü ve (tutup) başını kopardı. Bunun üzerine Musa; "Temiz bir canı öldürdün

f4621 f4631
ha?" dedi."

Açıklama

Bu hadis-i şerifler, Hızır aleyhisselamm, öldürdüğü çocuğun kaderinin ilm-i ezelide
belirlenip Levh-i Rfrahfuza kaydedildiğini bu kadere göre çocuğun yaşadığı takdirde,
kafir olup anne ve babasını da küfre zorlayıp onların da kanma gireceğini, Allah'ın bu
durumu bir sır olarak Hızır aleyhisselama bildirdiği için Hızır aleyhisselamm bu
çocuğu öldürdüğünü ifade etmektedirler.

Binaenaleyh, her insanın, hayatı boyunca yapacağı bütün işler, Allah tarafından ezelde
bilinip tesbit edilmiştir. Bu tesbite "kader" denir. Hadis-i şerif, kaderin İslam inancının
rükünlerinden olduğuna açıkça delâlet etmektedir. Hadisin bab başlığı ile ilgili olan
kısımları da burasıdır.

Ancak burada, akla şöyle bir itiraz gelebilir. Henüz günahı sabit olmamış bir çocuk
Ledün ilmine mazhar bir kimse tarafından katledilmesini mubah kılan bir günahı
işleyeceği bilindiği için öldürülebilir mi?

Büyük müfessir Fahrüddîn-i Razi'nin beyanına göre; Eğer böyle bir bilgi veya zann-ı
galib Allah'ın vahyi ile te'yid edilmişse öldürülebilir." Nitekim: "isjg$k ki rableri onun

[464]

yerine kendilerine daha temiz, daha merhamet) [fcirini versin." âyet-i kerimesi
Allah'ın, o çocuğun kötü alabetini Hızır (a.s.)'a bildirdiğine ve bu çocuğu öldürdüğü

£4651

takdirde yerine hayıjroir evlat vereceğini vahy ettiğine delalet etmektedir.

BuAırum Hızır Aleyhisselamm da Hz. Musa gibi vahye ve Ledün il-mip#'mazhar bir

peygamber olduğunu gösterir.

Mxx hadis-i şerif ile "Her çocuk fıtrat üzere doğar..." mealindeki '14 numaralı hadis
arasında bir çelişki yoktur. Çünkü bu ikinci hadis, ıer çocukta İslamı kabul etme
kabiliyyetinin bulunduğunu ifade etmektedir. Fakat, harici sebepler bu kabiliyyeti
zamanla köreltebilir. Hızır (a.s.)'m öldürdüğü çocuğun bu duruma düşeceği onun
tarafından kesin olarak biliniyordu.

Hızır Aleyhisselama lütfedilmiş olan Ledünn ilminden maksat "ilmül-guyub ve esrar-i
ulum-i hafıyyedir."

Bir başka ifadeyle: "Hz. Musa'nın ilmi marifet-i ahkam ve zahir ile if-ta. Hızır'ın ilmi
ise bevâtm-ı umura marifet idi.



Hasılı ilm-i ledünni, cehd-i fikrî ile istihsal olunamayıp taraf-i haktan mevhibe-i
mahza olan bir kuvve-i kudsiyyenin tecellisidir. Eserden müessire, vicdandan vücuda
doğru giden bir ilim değil, müessirden esere, vü-cuddan vicdana gelen evveli bir
f4661

ilimdir..."

14671

Birçok ulema bazı hadislerle ve; "senden önce hiç bir insana ebedîlik vermedik."
ayet-i kerimesiyle ve diğer aklî ve naklî delillerle istidlal ederek Hızırm vefat ettiğini
söylemişlerdir. Ebu Hayyan ise, bunun cumhurun görüşü olduğunu kaydetmiştir. İbn
Salah ve Nevevî gibi, zevat-i kiram ise Hızır'ın hayatı hakkında meşayihin icmamı

f4681

nakletmişler, fakat ta'kib (görüşleri tenkid ve red) olunmuşlardır.
Tacüddin İbn Ataullah el-İskenderi ise bu konuda şöyle diyor: Hızır'ın hayatta
olduğuna dair tasavvuf ulemasının icmai vardır ve evliyanın Hizırla kavuşup

f4691

görüştüklerine dair olan rivayetler tevatür derecesine ulaşmıştır.
Bediuzzeman hazretleri bu hususta şunları söylemiştir:

"Hz. Hızır ve İlyas aleyhimesselam hayattadırlar. Yani bir vakitte pek çok yerlerde
bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyet levazimatıyla daimi mukayyet değillerdir. Bazan
istedikleri vakit bizim gibi yerler içerler, fakat bizim gibi mecbur değillerdir.
Tevatür derecesinde ehl-i şühud ve keşif olan evliya'nm Hz. Hızır ile maceraları bu
tabakatı hayatı tenvir ve isbat eder. Hatta makamat-ı velayette bir makam vardır ki
"Makam-Hızır" ta'bir edilir. O makama gelen veli, Hızır'dan ders alır ve Hızır ile

r4701

görüşür, fakat bazan o makam sahibi yanlış olarak ayn-ı hizır telakki olunur."

Ancak hem delillerinin kuvveti, hem bu kanaatte olan ilim adamlarının tahkik ehli



oluşu dolayısıyla Cumhurun kanaati daha kuvvetlidir.

4708... Abdullah İbn Mes'ud'dan rivayet edildiğine göre; doğru olan ve doğruluğu
(Allah tarafından) tasdik edilmiş olan Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurmuştur: "Birinizin
yaratılış (maddesi) annesinin karnında kırk günde tamamlanır. Sonra (yaratılış
maddesi olan bu nutfe yine) bu şekilde (bu kırk günlük süre içerisinde) kan pıhtısı
halini alır. Sonra (yine) bu şekilde bir çiğnem (et) haline gelir (Bu kırkar günlük üç
merhaleden) sonra ona bir melek gönderilir. (Bu meleğe) dört cümle (yi yazması)
emredilir. Bunun üzerine (melek bu çocuğun) rızkını, ecelini, amelini, bedbaht mı,
bahtiyar mı olacağını yazar. Sonra ona ruh üfürür... Muhakkak ki biriniz cennet ehline
ait emelleri işler, o kadar ki cennetle kendi arasında nihayet bir arşın yahut da bir arşın
kadar (bir mesafe) kalır. Fakat (hakkındaki) yazgı önüne geçer de cehennem ehlinin
amelini işler ve cehenneme girer.

Yine biriniz cehennem ehline ait amelleri işler, o kadar ki cehennemle kendi arasında
bir arşın ya da bir arşın kadar (bir mesafe) kalır. Fakat (hakkındaki) yazgı önüne geçer.

r4721

Bunun üzerine cennet ehlinin amelini işler ve cennete girer."



Açıklama



Nutfe: Meni demektir.

Saîd . jman saadetine eren bahtiyar kişidir.

Şaki: Aksine İman saadetini tatmayan bedbaht kimsedir.

Hadisin zahiri gösteriyor ki insan, anne karnında kırkar günlük üç devre kaldıktan
sonra Allah, ona ruh üfürmek için bir melek gönderir. Bu devrelerin toplamı dört ay
eder. Dört aydan sonra anne karnındaki cenine melek tarafından ruh üfürülür.
Doğduğu zaman yiyip içeceği rızkı, eceli, ameli, şaki mi yoksa said mi olacağı yazılır.
İşte mukadderat denilen şeyler bunlardır. Hadis-i şerif sarahaten kaderi isbat
etmektedir.

Yalnız Rasûlullah (s.a.) bu hadiste nadiren meydana gelen halleri beyan etmektedir.
Bu haller ömür boyunca cennete girmeye sebep olan amelleri işleyip, sonunda
cehennemlik olmak ve ömrü boyunca cehenneme girmeyi mucib ameller işleyip
sonunda cennete girmektir. Teâlâ Hazretlerinin lutf-u keremine nihayet olmadığı için
birçok insanlar ölümlerine yakın serden hayra dönerler. Hayırdan şerre dönenler ise,
pek nadir görülür. Rasûlullah (s.a.) bu halleri arşınla temsil buyurmuştur. Yani ölü-
müyle ahiret arasında o kadar az zaman kalmıştır ki, bu kimse ile varacağı yer
arasında sadece bir arşın mesafe kalmasına benzer. Ekseri hallerde ise insanlar,

[4731

amellerine göre dünyadan giderler.

İnsanoğlunun yaradılış safhaları Kur'an-i Kerim' de meâlen şöyle beyan buyuruluyor:
"Andolsun ki biz insanı (Adem'i) çamurun özünden yarattık. Sonra Adem'in neslini
muhkem ve sağlam bir yerde (rahimde) az bir su yaptık. Daha sonra o suyu kan pıhtısı
haline getirdik. Bundan sonra da kan pıhtısını bir parça et durumuna koyduk. Bunun
sonunda et parçasını insan iskeleti haline soktuk. Bunun ardından da kemiklere et
giydirdik. Daha sonra ona başka bir yaratılış (ruh) verdik. Bu sebeple bak! Şekil

f4741

verenlerin en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir!"

4700 numaralı hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi insanın dört türlü yazgısı vardır,

£4751

Bu hadis-i şerifte sözkonusu edilen bunlardan sadece birisidir.

4709... İmran b. Husayn'dan rivayet olunmuştur, dedi ki: Rasûlullah (s.a.)'a: "Ey
Allah'ın Rasulü, cennetliklerin cehennemliklerden ayrılacağı belirlenmiş midir?"
denildi. (Rasulü Ekrem):

"Evet" cevabını Verdi. (Soruyu soran kimse bu defa şöyle) dedi: "Öyleyse amel
edenler neye amel ediyorlar?"

(Fahr-i kâinat Efendimiz bu soruya da şöyle) cevap verdi: "Herkes yaratıldığı şeye

14761

erişmeye muvaffak edilir,"
Açıklama

T4771

Bu hadisi şerifle ilgili açıklama 4694 numaralı hadisin şerhinde geçmiştir.



4710... Ömer ibn el-Hattab (r.a.)'dan (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur:



"Kaderiyyecilerle birlikte oturmayınız ve (adaletin tecellisi için davanızı) onlara

r4781

götürmeyiniz. (Yahut da onlarla münakaşaya önce siz başlamayınız)."
Açıklama

Alkame'nin açıklamasına göre metinde geçen "La tüfatihûhum" kelimesi iki manaya
gelmektedir:

1- Davanızı onların mahkemelerine götürmeyiniz. Nitekim "Feteha" kelimesi şu ayet-i
kerimede de bu manada kullanılmıştır: "... Ey Rabbimiz, bizimle kavmimizin arasın

T4791

(daki iş) i gerçekle açığa çıkar..."

2- Onlarla münakaşaya siz başlamayınız.

Bu cümlenin "onlarla selamlaşmaya siz başlamayınız." anlamına geldiğini söyleyenler
de vardır. Bu hadis-i şerife bakarak ehî~i sünnet uleması kadere imanın İslam
inancının bir rüknü olduğunda ve kader konusunda münakaşaya girişmenin haram

r4801

olduğunda icma etmişlerdir.

Kaderriyyeciler hakkında 4691 numaralı hadisin şerhinde gereken açıklama
yapıldığından burada tekrara lüzum görmüyoruz.



Bu hadisin bir benzeri 4720 numarada tekrar gelecektir, inşaallah.
17. Müşrik Çocukları (Nın Ahiretteki Durumu)

4711... İbn Abbas'dan (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.)'e hü'şrik çocukları
(nın âhiretteki durumu) sorulmuş ta: "Allah onların dünyada yaşadıkları takdirde) ne

r4821

yapacak olduklarını en iyi bilendir" buyurmuş.

4712... Aişe (r.a.)'den (rivayet edilmiştir): Dedi ki: Ben (Hz. Peygambere) i "Ey
Allah'ın rasulü mü'minlerin çocukları (nın âhiretteki durumu nedir; onlar cennetlik
midirler yoksa cehennemlik midirler)? diye sordum da: "Onlar babalanndandır"
buyurdu.

"Ey Allah'ın rasulü amelsiz olarak mı (babalarıyla birlikte cennete ya da cehenneme
gidecekler)?" dedim.

"Allah onların (dünyada yaşadıkları takdirde) nasıl amel edeceklerini en iyi bilendir"
buyurdu. Bunun üzerine: "Ey Allah'ın rasulü, müşrik çocuklarının âhiretteki durumu
nedir)?" dedim.

"Onlar babalanndandır" cevabını verdi.
"Amelsiz oldukları halde mi?" dedim.

"Allah onların (dünyada yaşadıkları takdirde) nasıl amel edeceklerini en iyi bilendir"
[483]

buyurdu.



Açıklama



Hattabi (r.a.)'in açıklamasına göre (4711) numara hadis-i şerifte Hz. Peygamber,
müşrik çocuklarının âhiretteki durumunu Allah'dan başka kimsenin bilemediğini
söylemek istememiş ve bu hususta kendisine yöneltilen soruya da cevap vermekten de
kaçınmamıştır.

Bilakis Hz. Peygamber bu sözleriyle; "Allah küçükken ölen kafir çocukları, babalan
gibi cehennemliktirler. Çünkü Allah, yaşadıkları takdirde babaları gibi amel
edeceklerini bildiğinden onları cehennemine koyacaktır" demek istemiştir. Hattabi
(r.a.) bu sözleriyle müşrik çocuklarının babalan gibi cehennemlik olduklarını ve bu
hadis-i şerifin bunu ifade ettiğini, söylemek istemiş, sonra sözlerine devam ederek
4712 numaralı hadis-i şerifin de bu manayı te'yid ettiğini ifade etmiştir.
İmam-ı Nevevi'nin açıklamasına göre: İslam ulemasının çoğunluğu müslüman
çocuklarının cennetlik olduklarına ve orada ebediyyen çocuk olarak kalacaklarına
hükmetmişlerse de, bazıları Hz. Aişe'nin rivayet ettiği: "Bir çocuk öldü de ben Ne
mutlu ona, cennet serçelerinden bir serçe, dedim. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.):
Bilmez misin ki Allah cennetle cehennemi yaratmış, ona da buna da girecek kimseler
yaratmıştır, buyurdu" mealindeki 4713 numaralı hadise bakarak bu konuda hiçbir
hüküm vermeden susmayı tercih etmişlerdir. Kurtubi ile îbn EbiZeyd de bu gö-
rüştedirler. Ancak Peygamber çocuklarının cennetlik olduklarında ittifak yardır.
Müşrik çocuklarının babaları gibi cehenneme gideceklerini kabul edenlere göre. Hz.
Peygamberin, Hz. Aişe'yi ölen çocukların cennetlik olduğunu söylemesini
nehyetmekten maksadı, Hz. Aişe'nin sözünün yanlış olduğunu ifade etmek değil, ona
bu hususta sağlam bir delile dayanmadan konuşmakta acele etmesinin doğru
olmadığını ihtar etmektir.

Bu görüşte olanların diğer bir delilleri de Abdullah İbn Ahmed'in, Müsned üzerine
yazdığı "Ziyâdât" isimli eserinde Hz. Ali'den merfu olarak rivayet ettiği Peygamberin:
"Müslüman çocukları cennette, müşrik çocukları da cehennemdedir" buyurup sonra:
"Onlar ki inandılar, zürriyetleri de imanda kendilerine uydu...." (Tûr (2), 21)

r4841

mealindeki âyeti okuduğunu ifade eden hadis-i şeriftir.

İbn Hacer el-Askalânî'nin açıklamasına göre İslam uleması müşrik çocuklarının
âhiretteki durumları hakkında ihtilâf etmişlerdir. Bu mevzuda-ki görüşleri şu şekilde
özetlemek mümkündür:

1- Bu çocukların durumu Allah'ın iradesine bağlıdır. İsterse onları cehenneme atar,
isterse cennetine koyar. İki Hammad ile İbnü'l-Mubarek ve îshak bu görüştedirler.
Beyhaki, İmam-ı Şafii'nin de bu görüşte olduğunu söylemiştir. Delilleri ise
mevzuumuzu teşkil eden hadiste geçen: "Allah onlrm nasıl amel edeceğini en iyi
bilendir" mealindeki hadistir. (Cebriyeciler de bu görüştedir).

2- Babalarının durumuna tabidirler. Binaenaleyh müslümanlarm çocukları, cennetlik,
kafirlerin çocukları da cehennemliktir. Haricilerden "Erakiyye" kolu bu görüştedir.

[4851

Delilleri ise; "Rabbim yeryüzünde kâfirlerden tek bir kişi bırakma" ayet-i
kelimesidir.

Fakat bu ayetin sadece Nuh aleyhisselamm kavmine ait olduğu, Hz. Nuh, kavminin
kalanlarından hiçbirinin kendisine iman etmeyeceğine dair vahy aldığı için çoluk
çocuk ayrımı yapmadan, böyle kavminden kendine tabi olmayanların tümüne beddua

r4861

ettiği gerekçesiyle bu görüş tenkid edilmiştir. "Onlar babalarmdandır." hadisi ise



harbilerin çocukları hakkında olduğundan bu hadis-i şerifle de Ezrakiyye'nin görüşünü
destekleyen bir mana yoktur.

3- Onlar cennet ile cehennem arasında bir yerde kalırlar.

4- Cennet ehline hizmet ederler. Gerçekten Ebu Davud et-Tayalisî bu mealde bir hadis
rivayet etmişse de bu hadis zayıftır.

5- Toprak olup giderler. Sumame İbn Eşres bu görüştedir.

6- Cehennemdedirler. Kadı Iyaz bu görüşün İmam-ı Ahmed'e ait olduğunu söylemişse
de, îbn-i Teymiye, Kadı Iyaz'i tenkid ederek bu görüşün İmam-t Ahmed'e ait olmayıp,
onun bazı arkadaşlarına ait olduğunu söylemiştir. (Bu görüşte olanların delili ise 4717
numaralı hadis-i şeriftir)

7- Onlar önlerinde yakılan bir ateşe atlamakla imtihan edilirler. Ateşe atlayanları ateş
yakmaz. Cennete giderler. Atlamayanlar da cehennemlik olurlar.

Bezzar'm Enes ve Ebu Said'den Taberânî'nin de Muaz İbn Cebel'den rivayet ettiği bir
hadis-i şerif bu görüşü teyid etmektedir.

"Her ne kadar ahirette imtihan yoktur" diyerek bu görüşü tenkid edenler olmuşsa da
kendilerine: "Sizin dediğiniz husus cennete ya da cehenneme girmiş olanlar için
geçerlidir, girmemiş olanlar için değil" diye cevap verilmiştir.

Nitekim; "Baldırların açıldığı ve secdeye davet edildikleri gün (secde)

r4871

edemezler." (Kalem (68), 42) ayeti de buna delalet eder.

8- Cennetliktirler. (Delilleri ise İsra suresinin onbeşinci âyetidir) İmam-ı Ebu Hanife

r4881

de müşriklerin çocukları hakkında bir şey diyemeyip tevakkuf etmiştir. Delili ise
4713 numaralı hadis-i şeriftir. İbn Ha-cer'in açıklamasına göre , en sıhhatli görüş

' f4891

onların da cennetlik olduğunu kabul eden görüştür.

4713... Müminlerin annesi Hz. Aişe'den rivayet edilmiştir: Dedi ki: Peygamber (s.a.)e
(cenaze) namazını kılması için ensardan bir çocuk getirildi. Ben de (çocuğun
cenazesini görünce) "Ey Allah'ın Rasulü! Ne mutlu! Bu çocuğa bir kötülük işlemedi.
Kötülükten haberi de olmadı" dedim. Bunun üzerine (RasûluUah (s.a.):
"Ey Aişe (belki gerçek) böyle değildir. Muhakkak ki Allah cenneti yarattığı gibi
cennetlikleri de yarattı. Cenneti onlar babalarının bellerinde iken onlar için yarattı.
Cehennemi yarattı, cehennemlikleri de yarattı, cehennemi onlar (daha) babalarının

r4901

bellerinde iken onlar için yarattı" buyurdu.
Açıklama

Bu Hadis Müslim'in Sahih'inde: "Ya RasûluUah, ne mutlu bu çocuğa! Sanki cennet

serçelerinden bir serçe" anlamına gelen lafızlarla rivayet edilmiştir.

Hz. Aişe, bu çocuğu, günahsız olduğu için ve bir de cennete girerek kuş gibi cennetten

istediği yere uçup konabileceğine inandığı için serçeye benzeterek onun hakkında

"cennet serçelerinden bir serçe" tabirini kullanmıştır.

Aliyyu'l-Kari (r.a.)'ye göre bu teşbih bir "teşbih-i beliğdir"

Her ne kadar bazıları "cennette kuş yoktur" diyerek Aliyyü'l-Kari (r.a)'nin bu





görüşünü reddetmişlerse de bu itiraz, "Cennette deve kuşları gibi kuşlar vardır."

r4921

hadis-i şerifleri ve "canlarının çektiği kuş etleri..." ayet-i kerimesiyle

[493]

reddedilmiştir. Binaenaleyh çocuklar dünyada istedikleri yere girmekte serbest
oldukları gibi, ahirette de istedikleri yere girip çıkarlar. Yeşil cennet bahçelerinde
eğleşirler. Kadı Iyaz'm açıklamasına göre, mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif,
insanın cennete girmesinin kendi amelleriyle mümkün olmadığına, cennete girebilmek
için Allah'ın lütfunun bulunmasının şart olduğuna delâlet etmektedir.
Bu bakımdan kafir çocuklarının cennetlik mi cehennemlik mi oldukları konusunda
kesin bir şey söylemek doğru değildir. Evla olan bu konuda sükût etmektir. Nitekim
İmam Ebu Hanife (r.a.) de bu hadis-i şerife bakarak bu konuda susmayı tercih etmiştir.
Nevevi'nin açıklamasına göre, Hz. Peygamberin bu konuda mütereddid davranması,
müslüman çocuklarının âhiretteki durumları hakkında kendisine bir vahy gelmediği
dönemlere rastlamaktadır.

İbn Hacer'e göre buluğ çağma ermeden ölen müslüman çocukları da kâfir çocukları da
[494]

cennettedir.

4714... Ebu Hureyre'den (rivayet edildiğine göre); Rasûlullah (s. a.) "Her çocuk (İslam)
fıtrat(ı) üzere doğar. Sonra anne ve babası onu yahudileştirir ve (ya) hristiyanlaştırır.
Tıpkı devenin, bütün organları tam bir yavru dünyaya getirdiği gibi (devenin dünyaya
getirdiği bu yavrunun) vücudunda kesik bir organ görebiliyor musunuz?" buyurmuş,
(orada bulunanlar):

"Ey Allah'ın rasulü küçükken ölenler hakkında ne buyurursunuz?" demişler (Hz.
Peygamber de:)

"Allah (yaşadıkları takdirde onların) ne işleyeceklerini en iyi bilendir" cevabını
1495]

vermiş.

4715... Ebu Davud der ki (bir önceki hadis) Haris b. Miskin'e okundu. Ben de
dinliyordum. Kendisine "Yusuf b. Vehb rivayet etti." (ve şöyle) dedi: "Ben, Malik' e
nevalarına tabi olan kimseler (yahudîleştirmeyi ve hıristiyanlaştırmayı anne-babaya
nisbet eden) şu (bir önceki) hadisi bizim aleyhimize delil getiriyorlar, dendiğini ve
Malik'in de (sözkonusu hadiste geçen): "Küçükken ölenler hakkında ne buyurursunuz?
dediler. Allah onların ne isleyeceklerini en iyi bilendir" (cümlelerini kasdederek

T4961

hadisin) son tarafı da onların aleyhine delil getir, dediğini işittim."
Açıklama

r4971

Fıtrat: İlk yaratılış tarzı ve heyeti anlamına gelir. Mevzumuzu teşkil eden bu
hadisler üzerinde Hattabi (r.a.) şöyle diyor:

"Hammad İbn Seleme ye göre metinde geçen "fıtrat" tan maksat: "Rabbin,
AdemoğuIIanndan, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit



T4981

tutarak: Ben sizin Rabbiniz değil mi-yim?(demişti). Evet (buna) şahidiz, dediler"
âyet-i kerimesinde ifade edilen Allah'ın, insanlar daha babalarının sulblerinde iken
kendilerinden aldığı ezelî ahddir.

Bu ahde göre, insanlar Allah'ı ezelde "rabb" kendilerini kul olarak tanımışlar ve bunu
ikrar etmişlerdir. Binaenaleyh insanların hepsinde müşterek olan Fitrat-ı külliye,
kendisini kul, Allah'ın da Rabb olduğunu kabul etme meleke ve istidadıdır."
Hattabi'ye göre Hammad b. Seleme'nin fıtrat hakkındaki bu anlayış ve izahı çok doğru
ve isabetlidir. Çünkü Hammad bu açıklamasıyla "Birisi, fıtrî iman diğeri de kesbî
iman olmak üzere insanda iki türlü iman olduğunu, dünyevi hükümlerde fıtrî imana
itibar edilmeyip, ancak kesbi imana itibar edildiğini" söylemek istemiştir. Nitekim
metinde bulunan: "Sonra anne ve babası onu yahudileştirir ya da hristiyanlaştmr"
cümlesi de dünyaya gelen bir çocukta fıtri iman bulunmakla beraber anne ve babasının
tesiriyle başka bir inanç sistemini benimseyebileceğim, böyle bir durumda, çocuğun
inancına göre değerlendirileceğini ifade etmektedir.

Abdullah b. Mübarek de metinde geçen "Allah onların ne işleyecek olduklarını en iyi
bilendir" cümlesine bakarak; "Her çocuk fıtrat üzere doğar" cümlesini "Çocuk
dünyada kazanacağı saadet veya şekavet fıtratı üzere doğar, bir başka ifadeyle,
Allah'ın müslüman olacağını bildiği çocuk, müslüman fıtratı üzere; kafir olacağını
bildiği çocuk da kafir fıtratı üzere dünyaya gelir" şeklinde tefsir etmiştir. Ki netice
itibarıyla iki tefsir arasında bir fark yoktur.

Binaenaleyh bir çocuğun şakilik (İslam inancını tadamama talihsizliği) alameti, onun
müşrik bir aile içerisinde doğup müşriklik telkinleriyle yetişmesi ve İslama girmeden
ölüp gitmesidir. İşte bu çocuk, bu haliyle dünyada anne ve babasının hükmüne tabidir.
4703 numaralı hadis-i şerifle 4706 numaralı hadis-i şerif te buna delâlet eder. Çünkü
Hz. Musa, çocuğun anne ve babasının müslüman olduğunu nazar-ı itibara alarak onun
mü'minli-ğine hükmedip, Hızır'ın o çocuğu Öldürmesine karşı çıktı. Şurasına dikkat
etmek gerekir ki; bütün bu söylediklerimiz çocuklar hakkında verilecek ve uyulacak
dünyevi hükümlerle ilgilidir. Ahirette cennetlik mi yoksa cehennemlik mi oldukları
konusu ayrı bir konudur. Biz konuyu 4712 numaralı hadisin şerhinde açıkladık. Diğer
bir görüşe göre bu hadisin manası şudur: "Her çocuk ilk yaratılışında İslam akidesini
kabul edecek kabiliyette yaratılır. Eğer bu çocuk harici tesirlerden muhafaza edilirse
İslam inancı üzerinde gelişir ve yetişir. Çünkü İslam inancı, akla ve mantığa uygun ol-
duğundan akıl'İslamm güzelliklerini kendiliğinden ve kolayca kavrar. Fakat harici
tesirler onun dikkatini başka taraflara çekerek gerçeği onun gözünden gizleyip, diğer

r4991

inanç sistemleri içerisine itilir."

İbn Kayyim el-Cevziyye'nin açıklamasına göre, ulemânın bu "fıtrat" kelimesi üzerinde
ihtilaf etmelerinin sebebi, Kaderiyye mezhebi mensuplarının küfrü ve isyanı Allah'ın
yaratmayıp kulların yarattığı inancından kaynaklanmaktadır. Kaderiyyecilere göre,
Allah, insanları İslam yaratılışı üzere yaratmış, onlar için küfrü ve ma'siyeti asla
yaratmamıştır. Küfrü ve ma'siyeti insanlar kendileri yaratarak kâfir ve asi olmuşlardır.
Ehl-i sünnet ulemasından bazıları Kaderiyyecilerin bu itirazından kurtulmak için bu
"fıtrat'm İslam fıtratı olmadığını söylemişlerse de Kaderiyyecilerin fikri
tutarsızlıklarını isbat için böyle bir tevile hiç te ihtiyaç yoktur. Çünkü seleften gelen
rivayetlerin hepsi de buradaki fıtrattan maksadın İslam fıtratı olduğuna delâlet
etmektedir. Bu fıtratın İslam fıtratı olduğunu kabul etmek Kaderiyyecileri tasdik



etmek anlamına gelmez. Çünkü metinde geçen; "annesi ve babası onu yahudi ve
hristiyan yapar" cümlesi "Allah'ın takdiri ve yaratmasıyla onu yahudi yada hiristiyan
yapar" demektir. Buna itiraz ettikleri takdirde hadisin sonunda geçen "Allah
yaşadıkları takdirde onların ne işleyeceklerini en iyi bilendir" cümlesiyle kendilerine
cevap verilir. Çünkü Allah'ın ezelde onların ne yapacaklarını bilmesi onların hayır mı
yoksa şer mi işleyeceklerini bilmesi demektir, ki bu hayır ve şerrin Allah'ın dilemesi
ve yaratmasıyla olduğunu açıkça ifade eder.

4715 numaralı hadis-i şerifte ifade edilmek istenen de budur. Bilindiği gibi bu mevzu
delilleriyle ayrıntılı biçimde ilm-i kelâm ve ilm-i tevhid kitaplarında işlenmiştir. Bu
bakımdan teferruatlı bilgi için bu kitaplarda bulunan "ef âl-i ibâd" bölümlerine
r5001

bakılabilir.

4716... Haccac b. el-Minhâl (şöyle) demiştir: Ben Hammad b. Sele-me'yi: "Her çocuk

[5011

fıtrat üzere doğar" hadisini açıklarken işittim. (Hammad bu hadisi açıklarken
şöyle) dedi: Bize göre (bu fıtrat) Allah'ın (Âdemoğullarmdan) daha onlar babalarının
bellerinde iken (İslam üzere yaşayacaklarına dair) aldığı sözdür. (İşte o) zaman (Yüce
Allah onlara:) "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" dedi (onlar da) "Evet Rabbimizsin"
[502]

dediler.
Açıklama

Bilindiği gibi, fıtrat ilk yaratılış tarzı ve heyeti manasına gelir. Bir önceki hadis-i
şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi, İslam ulemasının birçoğuna göre buradaki
fıtrattan maksat, İslam fıtratıdır. Bir başka ifadeyle, Yüce Allah daha insanlar ba-
balarının bellerinde iken onlardan Allah'ı rabb, kendilerini kul bilip ona göre
yaşayacaklarına dair söz almış ve hepsini bu ahde şahid tutmuştur. Binaenaleyh, sözü
geçen ah d sebebiyle her çocuk dünyaya müslüman olarak ve İslamiyeti kabule
kabiliyetli olarak gelir.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif Hammad İbn Seleme'nin de bu görüşte
olduğunu ifade etmektedir.

Yüce Allah'ın Âdemoğullarmdan bu sözü aldığı meclise "Bezm-i elest" (=Elest
toplantısı), "Belâ (evet) ahdi"; "kalu bela"; "bezm-i ezel" gibi isimler verilir.
Biz, İslam ulemasının "Fıtrat" kelimesi hakkındaki görüşlerini bir önceki hadisin
şerhinde; Yüce Allah'ın, Âdemoğullarmdan babalarının bellerinde iken söz alması
hakkındaki görüşlerini de 4704 numaralı hadisin şerhinde açıkladığımızdan bu konuyu

r5031

daha fazla uzatmaya lüzum görmeden burada noktalıyoruz.

4717... Amir (eş-Şa'bî)'den (rivayet edildiğine göre); Rasûlullah (s. a.): "Çocuğu diri
diri mezara gömen kadın da, diri diri mezara gömülen çocuk (kendisine ait olan ana)
da cehennemdendir" buyurmuştur.

(Bu hadisin ravilerinden) Yahya İbn Zekeriyya (İbn Ebi Zaide) dedi ki:

Babamın ifadesine göre Ebu İshak (es-Sebî'î bu hadisi) kendisine Amir (eş-Şabî),



[5041

Alkame ve İbn Mes'ud zinciriyle Peygamber (s.a.)'den rivayet etmiştir.
Açıklama

Ve'd: Çocuğu diri diri mezara gömmek demektir. Bilindiği gibi cahiliyye çağı
araplarmdan bazıları ar meselesi yaparak ya da rızık endişesiyle kız ve erkek
çocuklarını diri diri mezara gömerlerdi.

Hadisin zahirine göre çocuklarını bu şekilde mezara gömenler de, bu şekilde mezara
gömülen çocuklar da cehennemliklerdir. 4712 numaralı hadisin şerhinde de
açıkladığımız gibi hadisin bu zahirî manasına sarılan, bazı Hanbelî alimleri
çocuklarını bu şekilde mezara gömen kimselerin de, bu şekilde mezara gömülen
çocukların da cehennemlik olduklarını söylemişlerdir.

Bu görüşte olan kimselere göre çocuğu bu şekilde gömen kimsenin cehennemlik
olmasının sebebi, çocuğa bu zulmü reva görüp katil olmasıdır. . Çocuğun cehennemlik
olmasının sebebi de çocukların âhirette cennetlik ya da cehennemlik olma hususunda
anne ve babalarına tabi olmalarıdır.

Bu görüşte olmayan birçok ilim adamına göre ise metinde geçen "diri diri gömülen
kız" anlamındaki "mev'ûde" kelimesinin aslı "mevuda-tün lehâ"dır. Yani bu kelimenin
aslı böyledir ve "diri diri gömülen çocuk kendisine ait olan anne" anlamına da
gelmektedir. "Vâide" kelimesi de çocuğun diri diri mezara gömülmesine razı olan ebe,
ya da kürtajcı doktordur. Bu açıklamaya göre annenin de. ebenin de cehennemlik
olmasının

Sebebi cinayet suçunu işlemeleridir. Nitekim, Aynü'l-Ma'hud yazarının "es-Siracü'l-
Münir" isimli eserden naklen yaptığı açıklamaya göre bu hadisin sebeb-i vürudu fahr-i
kainat efendimize çocuğunu gömen bir kadının durumunun sorulmasıdir. Böyle bir
soru üzerine bu hadis söylenmiştir.

Öyleyse burada "mev'ûde" kelimesinin aslının "mevudetün lehâ" olduğunda ve "diri
diri gömülen çocuğun annesi anlamında" kullanıldığında en küçük bir şüphe yoktur.
Biz de bu görüşü tercih ettiğimiz için tercümemizde de bu kelimeyi böyle tercüme
ettik. Binaenaleyh bu hadisten sabiy iken ölen müşrik çocuklarının cehennemlik

[5051

oldukları hükmünü çıkarmak doğru değildir.

4718... Enes (r.a.)'den (rivayet edildiğine göre) bir adam (Hz. peygambere): "Ey
Allah'ın rasulü (şu anda) babam nerededir? (Cennette midir, yoksa cehennemde
midir?)" diye sormuş da (Hz. Peygamber): "Senin baban cehennemdedir." buyurmuş.
(Adam) sırtım dönüp gidince (kendisini çağırarak): "Benim babam da senin baban da

r5061

cehennemdedir" buyurmuş.
Açıklama

Her ne kadar bazıları Hz. Peygamberin sözü seçen adama: "Benim babam da senin
baban da cehennemdir" demesi, soran zatın musibetine iştirak ederek teselli vermek
içindir, diyorsa da Süheylî: Biz buna kail olamayız, çünkü Rasûlullah (s. a.): "Ölülere
söğerek dirilere eziyet vermeyin" buyurmuştur, diyerek bu görüşe itiraz etmiştir.



Gerçekte Hz. Peygamberin ebeveyninin cennette mi yoksa cehennemde mi olduğu
meselesi kelâm ulemâsı arasında ihtilaflıdır. Sahih olan kavle göre fahr-i kainat

15071

efendimizin ebeveyni mü'mindirîer.

Nitekim biz Hz. Peygamberin ebeveyninin cennette olduklarını 3234 numaralı hadis-i
şerifin şerhinde delilleriyle açıkladık. Ancak aksi görüşte oîan Avnü'I-Ma'bud yazan
eserinde kendi görüşünde olan kişilerin görüşlerine ağırlık vermiştir. Bu konuda
söylenilen sözleri bir arada görme fırsatı verme bakımından bu görüşleri de
naklediyoruz: "Bu mevzuda İmam Nevevi şöyle diyor: Peygamber gönderilmeyen
dönemlerde yaşayıp da cahiliyye araplan gibi putlara tapan kimseler bu inanç ve
yaşayışları üzere öldükleri takdirde cehennemliktirler.

Cahiliyye araplanndan bu şekilde ölenlerin cehennemlik olmaları kendilerine hiçbir
peygamber gelmeden hesaba çekilmeleri anlamına gelmez. Çünkü onlara, Hz.
İbrahim'in ve daha başka peygamberlerin tebligatı ulaşmıştı. Bu bakımdan Hz.
Peygamberin ebeveyni bu hükme tabidir. Onların, Hz. Peygamber, gönderildikten
sonra tekrar diriltip iman ettikten sonra ölerek cehennem azabından kurtarıldıklarına
dair rivayetlerin bir kısmı tamamen yalan ve uydurmadır. Diğer bir kısmı da son
derece zayıf olduklarından, delil olmaktan niteliğinden uzaktır. Darekutni, el-Cevze-
kâni, İbn Şahin, el-Hatib, İbn Asâkir, İbn Nasır, İbn el-Cevzî, Süheylî, Kurtubî,
Muhıbbü't-Taberi, Fethu?d-din İbn Seyyid'in-Nas, İbrahim Ha-lebi gibi insanlar ve
daha birçok ilim adamından oluşan bir cemaat bu görüştedir.

Nitekim İbrahim Halebî, bu mevzuda müstakil bir risale yazarak Hz. Peygamberin
ebeveyninin cehennemlik olduğunu isbat etmiştir. Allame Aliyyü'l-Kari de; "el-
Fıkhü'I-Ekber ŞerhF'nde ve bu mevzuda hazırladığı özel risalesinde bu görüşü
savunmuştur. Gerçekten mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerif te bu görüşü teyid
etmektedir.

Ancak Celalüddin es-Suyutt, bu mevzuda hazırlamış olduğu "Risale-tü't-Tâzim ve'I-
Minne fi enne Ebevey RasulHIah fı'l-Cenne" isimli özel risalesinde aksi görüşü
savunarak bu mevzuda müdakkik ve muhakkik ulemaya ters düşmüştür.
Gerçekten Suyutî bu mevzuda çok dikkatsiz davranmış ve çok tutarsız görüşler ortaya
sürmüştür. Bu bakımdan onun bu görüşlerine itibar etmek doğru olamaz.
Sindî'nin açıklamasına göre Hz. Peygamberin ebeveyninin cennetlik olduğu görüşünde
olanlara göre bu hadis-i şerifte geçen "ebî" kelimesi "babam" anlamında değil
"amcam" anlamında kullanılmıştır. Çünkü "eb" kelimesi arapçada "baba" anlamına
geldiği gibi, "amca" anlamına da gelmektedir. Fakat bu görüş de çok zayıfıtır. Ruhul-
Beyan tefsirinde bulunan bu mevzuyu isbat için yazılmış sözler ise tamamen asılsızdır.
Ulemadan bazıları da bu mevzuda susmayı tercih etmişlerdir. En güzeli de budur.
r5081

Bu mevzuyu, müteahhirin ulemasının en güzidelerinden biri olan İbn Abidin'in şu
sözleriyle noktalıyoruz: "Rasûlullah (s. a.) ebeveyni dirilmiş-lerdir, demek İmam-ı
A'zam'm Fıkh-i Ekber'inde onların kafir olarak Öldüklerini söylemesine münafi
olmadığı gibi, Sahih-i Müslim'deki:

"Rabbimden anneme afv talebi için izin istedim, vermedi" ve "benim babam da senin
baban da cehennemdedir" hadislerine aykırı değildir. Zira dirilme hadisesi bundan

15091

sonra olmuş olabilir."



4719... Enes İbn Malik'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s. a.): "Muhakkak ki

[5101

şeytan insan oğlunda kanın dolaştığı yerlerde dolaşır, durur." buyurmuştur.



Açıklama

Bu hadisin zahiri Allahu teala'nin, şeytanı en şerli mahluk olarak yaratıp ona insanın
içine işlemek suretiyle damarlarında kan gibi akarak düşünce duygularına girebilme
güç ve kuvvetini verdiğine delalet etmektedir.

Şeytanın, insanın damarlarında kan gibi akmasından maksadın, onun, insana son
derece yaklaşıp pek çok vesvese verme gücüne sahip olması ve insanın kandan uzak
kalması nasıl imkansızsa, şeytanın vesvesesinden kurtulmasının da aynı şekilde

'mil

imkansızlığıdır, diyenler de olmuştur.

4720... Ömer İbn el-Hattab'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.):
"Kaderiyyecilerle birlikte oturmayınız ve (adaletin tecellisi için davanızı) onlara

[5121

götürmeyiniz. (Yahut da onlarla münakaşayı siz başlatmayınız)" buyurmuştur.
Açıklama

IÜ3J

Bu hadis-i şerifle ilgili açıklama 4710 numaralı hadisin şerhinde geçmiştir.
18. Cehmiyye

4721... Ebu Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (şöyle)
buyurmuşun

"insanlar (Allah'ın varlığı hakkında) soru sormaya devam edecekler; hatta şu soru da
sorulacak:

Yaratıkları Allah yarattı. (Pekala) Allah'ı kim yarattı? Böyle bir soruyla karşılaşan

I514J

kimse, Ben Allah'a iman ettim, desin."
Açıklama

Cehmiyye, Cehm İbn Safvân'ın kurduğu bir mezhebdir Cehni; S emerkantlı. katıksız bir
Cebriyecidir.

Fiillerin meydana gelmesinde insanın hiçbir tesiri olmadığım savunur. Merv civarında
yayılmış olan bir mezhebe göre Allah'ın bazı sıfatlarını kabul etmek mümkün değildir.
Allah'a, diridir (Hayy), bilicidir (Alim) denemez, zira o zaman Onu insanlara
benzetmiş oluruz. Halbuki Allah'ın yaratıklarına benzemesi imkansızdır. Ancak O'na
yaratıcı (Halik), hayat verici (=muhyi) öldürücü (=mümit), yapıcı (= fail) gibi sıfatlar
izafe edebiliriz. Görülüyor ki insanların fiillerinin yaratılışı mevzuunda cebriyeci-lere
benzeyen bu mezheb, Allah'ın sıfatlan mevzuunda Mutezilelere benzemektedir.



Bu mezhebe göre, sonsuz olan bir hareket de düşünülemez. Bu sebeple tıpkı bu
dünyanın bir sonu olduğu gibi cennet ve cehennemin de bir sonu olması gerekil', in-
sanların bû' kısmı cennete bir kısmı da cehenneme girecekler burada bk süre kala-
caklardır. Fakat sonra her ikisi de yok olacaklardır.

Bu sapık görüşlerini Tirmizî'de kısmen yaymaya muvaffak olan Cehm ibn Safvan,
Emevilerin son zamanlarında Merv'de, Seleme İbn Ahvez tarafından katledilmiştir.
[515]

Cehmiyye'nin insan fiilleri konusundaki görüşlerine varırken, çıkış noktası kaza ve
kader inancını inkâr etme durumuna düşmekten kurtulma çabasıdır. Fakat böyle bir
çaba ile yola çıkarken, maalesef, Allah'a hem kullara fiil işletme hem de onları
mecburen yaptıkları bu fiillerden dolayı sorumlu tutma gibi bir zulüm isnad etmekten
kurtulamamışlardır.

Oysa hem kaza ve kaderi inkârdan kurtulmak, hem de Allah'a böyle bir zulüm is-
nadından kurtulmak için Ehl-i sünnetin yaptığı gibi kaza ve kadere inanıp kulun kâsib,
Allah'ın da halik olduğunu kabul etmek gerekmektedir. Aksi takdirde bocalamaktan
kurtulmak mümkün değildir. Cehmiyye'nin Allah'ın bazı sıfatlarım inkâr ederken
diğer bir çıkış noktası da, Allah'ı yaratıklara benzetmiş olmaktan kurtulmaktır. Fakat
böyle bir yolu takibederkeıı Allah'ın Kitap ve sünnet ile sabit olan sıfatlarını inkâr
etme durumuna düşmek, gerçekten büyük bir gaflet, cehalet ve basiretsizliktir. Bu
hususta en isabetli hareket ehl-i sünnetin yaptığı gibi Allah'ın zatında, sıfatında ve
fiillerinde hiç bir yaratığa benzemediğini ve tek olduğunu kabul etmektir. Her ne
kadar mu'tezile, Allah'ın sıfatlanın kabul etmek, teaddüd-i kudemayı (yani, kadim ve
ezelî varlıkların birden çok olmasını) gerektir demişlerse de kendilerine; "Hayat, ilim,
semi gibi sıfatlar, aslında, masdardırlar. Bu sebeple hariçte vücutları olmadığı gibi, üç
zamandan biliyle de ilgileri olmadığından bunları kabul etmek teaddüd-i kudemayı
gerektirmez." diye cevap verilmiştir.

Metinde geçen "Yaratıkları Allah yarattı" anlamına gelen cümle Allah'ın yaratma
(=halk) sıfatının varlığına açıkça delâlet ettiğinden bu hadis, Allah'ın sıfatlarını kabul
eden ehl-i sünnetin lehine, bu sıfatlan inkâr eden Mu'tezile ve Cehmiyye'nin aleyhine
bir delildir. İmam-ı NevevFnin açıklamasına göre, bu hadis-i şerif kalbe gelen batıl
fikirlere iltifat etmeyip, onlardan yüz çevirmenin ve onlardan kurtulmak için Allah'a
sığınmanın lüzumunu ifade etmektedir. 4732-4733 numaralı hadisler de Cehmiyye

15161

aleyhine olan delillerdendir.

4722... Ebu Hureyre'nm: "Ben Rasûlullah (s.a.)'ı (şöyle) buyururken işittim" dediği (ve

sözlerine devamla bir Önceki hadisin) bir benzerini zikrettiği rivayet edilmiştir. Hz,

Ebu Hureyre'nin bu rivayetine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Size böyle (Allah'ı kim yarattı gibi) bir söz söyledikleri zaman (siz de) Allah birdir,

hiçbir şeye muhtaç değildir (fakat herşey var olabil A mek ve varlığını devam

ettirebilmek için ona muhtaçtır) doğmamış, doğurmamıştır. Onun bir dengi de yoktur.'

deyiniz.

(Muhatab olduğu böylesi batıl sözlere bu şekilde karşılık veren kimse bu
hareketinden) sonra sol tarafına üç defa tükürsün. Sonra da (eûzu billahi mine'ş

1517i'

şeytanirracim, diyerek) şeytandan (Allah'a) sığınsın."



Açıklama



Bu hadis-i şerif de bir öncekinin aynısı olduğundan bir önceki hadis-i şerifteki
hükümleri ihtiva ettiği gibi ayrıca "Allah'ı kim yarattı?" gibi küfür şaibesi taşıyan
sorular karşısında kalan mü'minlerin İhlas suresini ve manasını hatırlayıp muhatabına
bu surenin ihtiva ettiği inanç hükümleriyle de cevap verebileceğini hatırlatmakta ve bu
cevaptan sonra da üç defa soluna tükürüp: "Euzu billah-mineşşeytanirracîm" diyerek
Allah'a sığınmasını tavsiye etmektedir.

Üç defa sol tarafa tükürmenin hikmeti, şeytanın insana bu gibi vesvese verebilmek
için ona sol tarafından yaklaşması, bir başka ifadeyle şeytanın insanın sol tarafında
bulunmasıdır.

Tükürdükten sonra şeytandan Allah'a sığınmanın hikmeti ise, onun şerrinden

1118]

kurtulmak için Allah' dan yardım istemektir.

4723... Abdullah bin Abbas'dan (rivayet edilmiştir); dedi ki: Ben Bat-hâ'da, aralarında
Rasûlullah'm da bulunduğu bir cemaat içerisinde idim. O sırada yanlarından bir bulut
geçti de ona bak(maya baş) ladılar. (Derken Hz. Peygamber) "Bunun ismi nedir?" diye
sordu, onlar da: "Sehap (=bulut)tur." dediler. "Müzn" de?" (der misiniz) diye sordu
(Evet) dediler. "Anan da" (der misiniz)?" diye sordu. "Anan da (deriz), cevabını ver-
diler.

(Ebû Davud der ki: Ben bu hadisi bana rivayet eden (şeyhimden) Anan (kelimesin)i
pek iyice sağlam olarak tesbit edemedim.)

(Hz. Peygamber somlarına devam ederek) "Yerle gök arasındaki uzaklığı biliyor
musunuz?" dedi. "(Hayır) bilmiyoruz, dediler. (Bunun üzerine): "Bu ikisi arasındaki
uzaklık yetmişbir, yetmiş iki yahut da yetmiş üç sene (lik) tir. Sonra (bu göğün)
üstünde aynen bunun gibi bir gök daha vardır." buyurdu. (Onun üstünde bir daha onun
üstünde bir daha diyerek) nihayet yedi (kat) gök saydı ve: "Sonra yedincinin üstünde
üstü ile altı arası(ndaki mesafe) iki gök arası kadar (olan) bir deniz vardır. Sonra bu
denizin üstünde sekiz dağ keçisi (şeklinde sekiz melek) bulunmaktadır. (Onların her
birinin) tırnaklarıyla diz kapakları arası iki gök arasındaki (mesafe) kadardır. Sonra
onların sırtlarında altı ile üstü arası iki gök arası kadar olan Arş bulunmaktadır. Sonra

[5191

yüce Allah da onun üstündedir" (buyurdu)
Açıklama

Sehab, müzn ve anan kelimeleri "bulut" anlamına gejjr Ar§. tantj çatl tayan gibi
anlamlara gelir.

Kur'an-ı Kerim ve hadislerde anlatıldığına göre arş, yedi semanın ve kürsinin üzerinde
bulunur, bunların hepsini kuşatır. Kur'ân'da Allah'ın Arşın sahibi ve rabbi olduğu

15201

belirtilir. "Allah yüce Arşın sahibidir."

"Allah gökleri ve yeri altı günde yaratmış ve sonra onun emri Arş üzerinde hükümran
[521]

olmuştur."



1522]

"Alem yaratılmadan önce O'nun Arş'ı su üstünde idi." "Allah Arş üzerinde istiva

r5231 ' r5241

etmiş." "O'nun emri ve hükmü Arşı kaplamıştır."

Ehl-i sünnet alimleri Allah'ın Arş ve üzerine istiva etmesinden orada oturmasının
gerekmeyeceğini söyleyerek bu gibi ifadeleri müteşabih saymışlar ve te'vili cihetine
gitmişlerdir. Buna göre Arş, Allah'ın mutlak hüküm verme ve yürütme gücünün
ifadesidir. Arş, Allah'ın kudret ve saltanatının tecelli yeridir. Müteahhirin ulemâsı,

[525]

"Allah Arş üzerine istiva etti" ayetinde Arş ve istiva kelimelerini Allah'ın şan ve
uluhiyyetine yakışır bir şekilde te'vil ederken, selef ulemâsı, Arş ve istivaya inanmakla
yetinmişler, hakkında bir tevile girişmekten kaçınıp mahiyyetlerinin bilgisini Allah'a
havale etmişlerdir.

1526]

İmam-i Malik'in kendisine "Allah Arşa istiva etti" âyetindeki "istiva" kelimesini
soran kimseye: "İstiva malumdur. Onun nasıl olduğu (keyfiyyeti) bilinmez. Buna dâir
soru sormak bid'attir. Senin kötü bir insan olduğunu zannediyorum. Bunu benim
[527]

yanımdan çıkarın" karşılığını vermesi selefin bu mevzudaki görüşünü çok güzel
bir şekilde ortaya koymaktadır.

Metinde geçen "yetmiş bir veya yetmiş iki ya da yetmiş üç seneliktir" kelimeleri
çokluk ifade ettiklerinden uzun süre çalışmalar neticesinde göklerin Allah'ın fethine
izin verdiği kadarı fethedileceğine ancak bu fetihlerdeki süratin uzay gemilerinin gücü
ve hızı nisbetinde olacağına delalet etmektedir.

Ancak hiçbir ilmi gelişme kendi devrinin peygamberinin mucizelerini
geçemeyeceğinden ilmî gelişmeler mucizelerin smırıyla kayıtlıdır.
Binaenaleyh feza fetihleri, hiç bir zaman Miraç olayı ile mukayese edilir hale
gelemeyecektir. Bu hadis-i Şerif Allah'ın Arş üstünde olduğunu reddeden Cehmiyye

[528]

mezhebi aleyhine bir delildir. Bab başlığı ile ilgili tarafı da burasıdır.

4724... (Bir önceki hadisin) manası (yine) oradaki isnadla (başka bir rivayet zinciriyle)

£529]

Simâk'dan (da rivayet edilmiştir).

4725... Şu (4723 numaralı) uzun hadisin manası (yine oradaki) isnatla (fakat farklı bir

[5301

rivayet zinciriyle) Simâk'dan da (rivayet edilmiştir).
Açıklama

1531]

Bu hadislerle ilgili açıklama 4723 numaralı hadisin şerhinde geçmiştir.

4726... (Cübeyr İbn Muhammed İbn Cübeyr İbn Mut'im'in) dedesinden (Cübeyr İbn
Mut'im'den) rivayet edilmiştir, dedi ki: Hz. Peygamberin huzuruna bir çöl arabı gelip:
"Ey Allah'ın Rasulü, canlar son derece sıkıntıya girdi, çocuklar can verdi, mallar



azaldı, hayvanlar helak oldu. Bizim için Allah'dan yağmur iste. Biz (yağmurumuzun
yağdırılması için) seni Allah'a şefaatçi kılıyoruz. Allah'ı da sana şefaatçi kılıyoruz"
dedi. Rasûlullah (s. a.) de! "Vay, yazık sana! Sen ne dediğini biliyor musun?" buyurdu.
Sonra: "Sübhanallah" dedi ve "sübhanallah" demeye devam etti. Nihayet (Hz.
Peygamberin öfkesinin, gazab-ı ilahinin nüzulüne sebep olabileceğinden endişe
edildiği için) bu (öfkeden duyulan endişenin izleri orada bulunan) sahabilerinin
yüzünde de belirmeye başladı. Sonra (tekrar): "vay sana!: (şunu iyi bil ki) Allah
yarattıklarından hiçbirisi için aracı kılınamaz. Allah'ın şanı bundan yücedir. Vay sana!
Sen Allah kimdir biliyor musun? Onun Arşı semâvâtı üzerinde şu şekildedir" buyurdu
ve parmak (lanyla) la (el boşluğu) üzerinde kubbe gibi bir şekil yaptı ve: "Muhakkak
ki Arş Allah'(in azametin) den (dolayı) semerin süvarifnin ağırhğm)dan (dolayı)
gıcırdadığı gibi gıcırdar" buyurdu. İbn Beşşar bu hadisi "Allah Arşının üstündedir Arşı
da göklerinin üstündedir"diye rivayet etti (ve sonra hadisin geri kalan kısmını)
nakletti.

Abdulla'Iâ, İbnu'l Müsennâ ve İbn Beşşâr; "Ya'kub b. Utbe ile Cubeyr b. Muhammed
b. Cûbeyr'den, o babasından, o dedesinden" diyerek aynı hadisi naklettiler.
(Ebû Dâvûd dedi ki): Hadisin Ahmed b. Said'in isnadı (ile gelen rivayeti) sahih
olandır. Aralarında Yahya h. Main ile Ali b. el-Medîm nin de bulunduğu bir topluluk,
bu hususta ona muvafakat etmişlerdir. Ayrıca bir başka topluluk, bunu, -yine
Ahmed'in dediği şekilde- "İbn İshak'tan" (diyerek) rivayet etmişlerdir. Bana ulaştığına
göre, Ahdula'lâ, İbnu '1-Müsennâ ile İbn Beşşâr'in semalan (hocalarından hadis

[532]

dinlemeleri) aynı nüshadan imiş.
Açıklama

Hadis-i şerif, Hz. Peygamberin yüzü suyu hürmeti- ne Allah'dan bir şey istemenin
caiz olduğunu, fakat kullardan bir şey istemek için Allah'ı aracı kılmaya kalkmanın
haram olduğunu ifade etmektedir.

Nitekim Hanefi ulemasından el-MevsıIî de bu mevzuda şöyle diyor: "Allah'tan,
başkaları hakkı için istekte bulunmak, dua etmek mekruhtur. Çünkü hiçbir yaratığın

[5331

Allah üzerinde hakkı yoktur. Allah'dan ancak Allah hakkı için istenir. Fakat salih
bir kulu aracı kılarak Allah'dan onun yüzüsuyu hürmetine bir şey istemek böyle
değildir. Ehl-i sünnet ulemasının bu mevzudaki görüşü şöyledir: Allah'dan istenecek
bir şeyin ölü veya diri bir kimseden istenmesi caiz değildir. Fakat hakkında Hüsn-ü
zan beslenen, salih bilinen diri veya ölü bir kimseyi aracı kılarak Allah'a yalvarmak,
ondan arzuların ihsanını dinlemek, bunun için peygamberlerin ve salih kulların
kabirlerini ziyaret etmek caizdir. Ayrıca bu ziyaretten manevi feyiz ve bereket de hasıl
olur.

Cumhuru ulemânın bu konudaki delillerini şöylece özetlemek mümkündür:

1- "Ey iman edenler! Allah'a karşı vazifelerinize dikkat edin ve ona yaklaşmanın
yolunu arayın..." (el-Mâide, 5/35) âyetinde geçen "vesile", Allah'a yaklaşma çare ve
vasıtası" manasında olup tevessüle de şamildir. Muhaliflere göre vesile" den maksad
kulun ibadetleri hayırları iman ve ahlakıdır.

2- Buharinin rivayetine göre Hz. Ömer, bir kuraklık ve kıtlık yılında yağmur duası
yaparken Hz. Abbas'ı vasıta kılmış ve şöyle dua etmiştir: "Allah'ım, biz



peygamberimizi sana vasıta kılıyorduk (onunla tevessül ediyorduk) da bize yağmur
veriyordun; şimdi de peygamberimizin amcasını sana vesile kılıyoruz, bize yağmur

15341 " ~

ver." Bu dua üzerine yağmur yağmıştır.

Muhalifler bu hadisi kabul ediyor ve: "hayatında Hz. Peygamber ile gene sağlıklarında
Ehl-i Beyti ile tevessül caizdir, diyorlar."

3- Hz. Ömer'in hilafeti devrinde Malik b. Iyaz (ed-Dâr) Rasûlullah'm kabrine gelmiş
ve: "Ya Rasûlullah ümmetin mahvoluyor onlar için Allah'tan yağmur iste" demiştir.

4- Osman b. Huneyf kendisine Rasûlullah'm öğrettiği bir duada şöyle demiştir.
"Allanın rahmet peygamberi senin peygamberin Muhammed ile sana yöneliyor ve

f5351

istiyorum..."

5- Fatıma bint Esed hadisinde bizzat Rasûlullah: "Peygamberin hakkı için" demişti.
r5361

Bütün bu ve benzeri nasslar hayatta ve vefattan sonra peygamberler ve salih kişiler ile
tevessülün caiz olduğuna delâlet etmektedir.

Kevserî, bu naklî deliller dışında Allame Teftazani (v. 793/1391), Fahrüddin er-Razi

(v.606/1209) ve Seyyid Şerif el-Cürcani (v.816/1413)nin eserlerinden tevessülün

cevazına, enbiya ve evliyanın kabirlerini ziyaretten maddi manevi bir takım faydalar

hasıl olmasının mümkün ve vaki olduğuna dair ifadeler nakletmiştir.

Muhaliflere göre nakledilen hadislerin bir kısmı zayıftır, diğerleri ise münakaşa

mevzuu ile alakalı değildir.

Netice:

İbn Teymiyye biraz da muasırlarının davranışları sebebiyle bu meselede ifrata
düşmüştür.

Tevhid inancını korumak gibi iyi ve yüce bir niyyeti vardır. Bununla me'cur olabilir.
Onun karşısındakiler de zaman zaman sert davranmışlar, neticede İslamm men ettiği
tefrika doğmuştur. Şu çizgide birleşmek mümkündür.

"Ölüler ile tevessülün lüzum ve zaruretine dair bir nass yoktur. Bunu inkâr eden ehl-i
sünnet camiasından çıkmaz.

Allah'a ortak koşmadan, onun sevdiği bilinen veya zannedilen, ölü yahut diri bir kul
vasıta kılınarak Allah'a dua etmek manasında bir tevessülü meneden nass da yoktur;
şu halde bunu yapanlar da kınanamaz.

Bu meseleyi bir tefrika mevzuu yapmak ise kınanması gereken davranışların içinde
[5371

yer alır.

Hattabî'nin dediği gibi Allah'ın Arş üzerinde bulunduğunu söylemek zahiren Allah'a
mekân ve keyfiyet isnat etmekse de, aslında Hz. Peygamberin sözüyle ve
parmaklarıyla yaptığı kubbe şekliyle maksadı, Allah'ın kudret ve saltanatının
azametini biraz olsun bedeviye anlatabilmek. Çünkü mücerred kavramlarla ona böyle
muğlak bir meseleyi kavratmak mümkün değildir. Arş kelimesinin ifade ettiği
manaları 4723 numaralı hadisin şerhinde açıkladığımız için burada tekrara lüzum
görmüyoruz.

Bu hadis, Allah'ın saltanatının Arş üzerinde tecelli ettiğini inkâr eden Cehmiyye

r5381

aleyhine bir delildir.



4727... Cabir İbn Abdullah'dan (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s. a.) şöyle
buyurmuştur: "Yüce Allah'ın Arşı taşıyan meleklerinden birini anlatmam için bana
izin verildi. (Bu meleklerden birinin) kulak memesi ile omuzu arasındaki mesafe)

[5391

yediyüz senelik bîr yoldur."
Açıklama

Diğer bir haberde açıklandığı üzere hadis-i şerifte bahsedilen yediyüz yıllık mesafe,
rahvan atla yapılan bir yolculukla bu kadar süren bir mesafedir.

Fakat "yediyüz yıl" kelimesinden maksat, bu rakamın ifade ettiği malum miktar
değildir, çokluktur. Bu hadis-i şerif, Allah'ın saltanatının keyfiyeti bizce meçhul olan
bir Arş üstünde tecelli ettiğini söyleyen ehl-i sünnet ulemasının lehine, bunu inkâr
eden Cehmiyye'nin aleyhine bir delildir. Hadisin bab başlığıyla ilgili yönü de
[5401

burasıdır.

4728... Ebu Hureyre'nin azatlı kölesi Ebu Yunus Süleym İbn Cübeyr dedi ki: Ben Ebu

1541]

Hureyre'yi şu: "Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehline vermenizi emreder..."
ayetini, yüce Allah'ın (bu ayetin sonunda yer alan) Semîan (=işitici) Basîran (=görücü)
sözüne kadar okurken gördüm. (Ayeti bitirince Hz. Ebu Hureyre): "Ben Rasûlullah
(s.a.)'ı baş parmağını kulağının üzerine, onu takibeden (şehadet parmağını) da
gözünün üzerine koyarken gördüm. Yani Ben Rasûlullah (bu) iki parmağını (gözü ve
kulağı üzerine) koyarak bu ayeti okurken gördüm." dedi. İbn Yûnus, el Mükri(nin
şöyle) dediğini söyledi:

Hz. Peygamber sözü geçen parmaklarını bu şekilde gözünün ve kulağının üzerine
koyarken:

"Allah işitici ve görücüdür"

"Allah için işitme ve görme (sıfatları) vardır" demek istemiştir.

Ehu Davud der ki: Bu hadis Cehmiyye fırkasını (n Allah'ın sıfatları mevzuundaki

[5421

görüşünü) reddetmektedir.
Açıklama

Hattabi (r.a.) bu hadisle ilgili olarak yaptığı açıklamada şöyle diyor: "Hz.
Peygamberin, metinde zikredilen âyet-i kerimede geçen es-Semî ve el-Basîr
kelimelerim okurken parmağının birini gözünün, diğerini de kulağının üzerine
koymaktan maksadı, Cenab-ı vacibü'l-viicud hazretlerine göz ve kulak isnad etmek
değil, ona işitme ve görme sıfatlarını isnad etmektir. Çünkü göz ve kulak, mahdud bir
organdır. Cenab-ı hak ise görmek ve işitmek için böyle organlara muhtaç değildir ve
yaratıklara mahsus böylesi organlarla muttasıf olmaktan, onlara benzemekten
münezzehtir. Nitekim Cenab-ı Zülcelal hazretleri zat-ı bârisini: "O'nun (Hak

[543]

Teâlâ'nm) benzeri yoktur. O herşeyi işiticidir ve görücüdür." mealindeki



sözleriyle tavsif etmiştir.

£5441

Ancak bazı ilim adamları murakabem altında yetiştirilmen için..." ve: "Öyle

[545]

ki muhafazamız altında akıp gidiyordu..." ayet-i kerimelerini delil getirerek
Allanü Teâlâ'nm keyfiyyeti bizce meçhul gözü ve kulağı olduğunu binaenaleyh,
metinde geçen ayet-i kerimedeki göz ve kulak kelimelerini te'vil etmenin Kitaba ve
sünnete aykırı olduğunu ve selef-i salihinden hiç bir alimin bu ve benzeri ayetleri bu
şekilde te'vile yeltenmediğini söylemişlerdir.

Nitekim İmam-ı Ebu Hanife de bu gibi sıfatların keyfiyyeti erini ilm-i ilahiye havale

[546]

etmiş ve onları tevile yanaşmamıştır.
19. (Âhirette Allah'ı) Görmeye Dair

4729... Cerir İbn Abdullah'dan (rivayet edilmiştir) dedi ki: Biz Rasûlullah (s. a.) ile
birlikte oturuyorduk (ayın) ondördüncü gecesi olan dolunay gecesindeki aya bakıp:
"Siz (âhiret gününde) Rabbinizi şu ayı gördüğünüz gibi bir izdihama düşmeden
göreceksiniz. Binaenaleyh güneşin doğuşundan ve batışından önceki namaz (lar)ı
kılmaya gücünüz yetiyorsa (bunu) yapınız" buyurdu; sonra şu ayeti okudu: "... Hem
güneşin doğmasından önce hem de batmasından önce Rabbini hamd ile teşbih et...

15421

(sabah ve ikindi namazlarını kıl)..."



Açıklama

Hadis-ı şerifte, kıyamet gününde mü'minlerin, kameri ayların başında hilali görmek
için çekilen zahmeti çekmeden, kamerî ayların ondördünde dolunayı görmenin
rahatlığı içerisinde bulundukları yerden Rablerini rahatça görebileceklerini ifade et-
mektedir. Bu bakımdan mevzuumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif, mü'minlerin âhirette
Allah'ı görebileceklerini söyleyen ehl-i sünnetin ve cumhuru ümmetin lehine ve aksini
iddia eden Haricilerle Mutezilelerin ve bazı Mürcilerin aleyhine delildir.
İbn Battal'in da açıklandığı gibi Allah'ı âhirette görmenin mümkün olamayacağını
savunan bu ehl-i bidat mezheplerine göre; "görülen bir şeyin yaratılmış olması,
boşlukta bir mekan işgal etmesi, bir başka ifadeyle sınırlı bir mekan ile kuşatılmış
olması gerekir ki, bu hususlar fânilik alâmetidir. Şanı yüce mekandan münezzeh ezelî
ve bedî olan Allah, bu gibi noksanlıklardan beridir..."

İşte bu mezhep sahipleri, bu gibi düşüncelerden yola çıkarak Allah'ın âhirette
görülmesinin mümkün olamayacağını söylerler ve Allah'ın âhirette görüleceğini
açıkça ifade eden, "Nice yüzler vardır ki o gün (kıyamette) güzejliği ile parıldar; (O

15481

yüzler) rablerine bakarlar." gibi ayet-i kerimeleri te'vil yoluna saparlar ve;

[5491

"Hiçbir göz onu (dünyada) ihata ve idrak edemez..." "... Beni hiçbir zaman



T5501

göremeyeceksin..." ayet-i kerimelerini de bu iddialarının doğruluğuna delil
getirirler.

Halbuki, Avnü'l-Mabud yazarının da belirttiği gibi bunların delilleri fasittir. Çünkü
Allahü Teâlâ mevcuddur, her mevcud gibi onun da görülmesi mümkündür. Onların
zannettiği gibi bir varlığın görülmesi onun mahluk olmasını gerektirmez. Çünkü,
görmenin, görülene tealluku, ilmin maluma tealluku kabilindendir.
Binaenaleyh Allahü Teâlâ'nm bilinmesi, onun mahluk olmasını gerektirmediği gibi,
görülmesi de onun mahluk olmasını gerektirmez. Öyleyse bu kimselerin bu mevzudaki
ayetleri te'vile yeltenmeleri büyük bir yanlışlıktır.

Sözü geçen kimselerin bu batıl görüşlerini temellendirmek için, delil olarak
sarıldıkları En'am suresinin yüzüçüncü ayet-i kelimesiyle A'raf suresinin
yüzkırküçüncü ayet-i kerimesinde de onların görüşlerini destekleyen bir mana yoktur.
Çünkü bir şeyin îdrak edilememesi onun görülememesini icabet-tirmez. Bazan birşey
görüldüğü halde künhü idrak ve ihata edilemeyebilir.

Keza A'raf suresinde geçen: "Sen beni göremeyeceksin." mealindeki âyet-i kerimede
Hz. Musa'nın Allah-ı Zülcelal Hazretlerini dünyada göremeyeceği ifade edilmektedir.
Allah'ın ahirette görülmesi ile bir ilgisi yoktur. Ayrıca bunun dünyada mümkün
olacağını ifade eden âyet-i kerimelerin yanında pek çok hadis-i şerif de vardır ki,
sahabe ve tabiûndan pek çok kimseler bu hadisleri rivayet etmişler, bu rivayetler de
ümmetin tasvibine mazhar olmuştur. BezIü'I-Mechud yazarının açıklamasına göre Hz.
Peygamberin, miraç gecesinde, Allah'ı görüp görmemesi mevzuunda üç görüş vardır;

[551]'

nitekim Cemel yazan ile Hazin, kendi isimleriyle anılan tefsirlerinde bu mevzuya
kısaca temas etmişlerdir:

1- Cenab-ı Vacib'ül-vücud hazretlerini dünyada görmek mümkün değildir. Nitekim
Hz. Peygamber de miraç gecesinde Allah'ı görmemiştir. Sahabeden Hz. Aişe ile İbn
Mes'ud da bu görüştedirler.

2- Dünyada Allah'ı başgözü ile görmek mümkündür. Hz. Enes ile Ha-san-ı Basri ve
İkrime (r.a.) hazretleri bu görüştedirler.

3- Bunların dışında kalan selef ve ehl-i sünnet ulemasına göre ise Dünyada başgözü ile
görülemez, fakat kalb ile görülebilir, tercih edilen görüş te budur.

£5521

Nitekim Nesefî akaidi sarihlerinden; "Taftazanî" de bu görüşü tercih etmiştir.
Kadı Iyaz bu mevzuyu meşhur Şifâ isimli eserinde teferruatlı bir şekilde incelemiş.
Aliyyü'l-Kari (r.a.)de Şifa şerhinde, dünyada Allah'ın zatını görmenin mümkün

[5531

olmayıp ancak sıfatlarını görmenin mümkün olabileceğini söylerken Fıkhü'l-

[5541

Ekber Şerhi'nde Taftazanî'nin görüşünü tercih etmiştir.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte, Ahirette mü'minlerin Alah'ı kolayca ve
rahatça görebilecekleri ifade edilirken, bunun yanında sabah ve ikindi namazlarını
vaktinde kılmaya teşvik edilmekte ve bu hususta nefsin ve şeytanın çıkaracağı
engellerin mutlak surette aşılmaya çalışılması istenmektedir ki bu emir ve tavsiyeler,
mü'minlerin ahirette Allah'ı görmeye hak kazanmalarının namazla yakından ilgili
olduğunu gösterir. Aslında beş vakit namazın hepsinin de kendine göre ayrı bir fazileti
ve ehemmiyeti olduğu halde, burada sadece sabah ve ikindi namazlarından



bahsedilmesi, sabah namazı uyku vaktine, ikindi namazı da günlük işlerin sıklaştığı ve
arttığı bir zamana rastladığı için nefis ve şeytanın bu namazları engellemede daha çok
muvaffak olmalarındandır. Bu bakımdan burada müslümanlar, bu iki vakitte daha
uyanık olmaya teşvik edilmişlerdir. "Ayrıca bu iki vakitte "hafazat'üî-leyl" denilen
gece melekleri ile "hafa-zatü'î-fecr" denilen gündüz melekleri gökten inerek
birbirlerinden nöbeti devr aîmak üzere camide cemaatle birlikte namazda hazır
bulunurlar, nöbeti devir alanlar, yerde kalırlarken nöbeti devr edenler de semaya

T5551

yükselirler. Bu nöbet teslimi her ikindi ve sabah namazlarında tekrar edilir.
Nöbeti devredenler tekrar semaya yükselip nöbetleri gelinceye kadar orada dururlar.

r5561

Cemaatle namaz kılan mü'minîerden rablerine övgüyle bahsederler.

4730... Ebu Hureyre (r.a.)'den (rivayet edilmiştir); dedi ki: Halk (Hz. Peygamber'e):
"Ey Allah'ın, Rasulü, biz kıyamet gününde rabbimizi görecek miyiz?" diye sordular da
(Hz. Peygamber): "Siz bulutsuz bir öğle vaktinde güneşi görmekte izdihama düşer
misiniz?" buyurdu; (onlar da): "Hayır" cevabını verdiler. (Hz. Peygamber bu defa):
"Bulutsuz bir dolunay gecesinde ayı görmek için izdihama düşer misiniz?" buyurdu
(onlar da):

"Hayır" cevabını verdiler. (Bunun üzerine Hz.o Peygamber): "Varlığım elinde olan
zata yemin olsun ki: Allah'ı görmek için sadece (bulutsuz bir havada) ayla güneşten
birini görmek için çektiğiniz sıkıntı kadar bir sıkıntı çekersiniz, (o kadar)' 1 buyurdu.
1557]

Açıklama

T5581

Bu hadisle ilgili açıklama bir önceki hadis-i şerifin şerhinde geçmiştir.

4731... Ebu Rezin el-Ukaylî'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: dedi ki: Ben (Hz.
Peygamber'e); "Ey Allah'ın rasulü, hepimiz ayrı ayrı rabbi-ni görecek mi?" diye
sordum.

(Musannif Ebu Davud'un diğer şeyhi Ubeydullah) İbn Muaz (bu cümleyi:
"Ey Allah'ın Rasulü)! Kıyamet gününde (hepimiz) Rabbini onunla tenhaca (başbaşa)
kalarak görebilecek mi? Bunun (bu şekilde olabileceğine dair) Allah'ın yaratıkları
içerisinde bir delili var mı?" şeklinde rivayet etti. (Musannifin şeyhi Musa îbn
İsmail'in naklettiğine göre Hz. Ebu Rezin rivayetine şöyle devam etmiştir: Hz.
Peygamber de bana): "Sizin hepiniz, ayı teker teker (biriniz diğerine engel olmadan)
görmüyor musunuz?" cevabını verdi: (Diğer şeyhi Ubeydullah İbn Muaz da bu
cümleyi Hz. Ebu Rezin' den şöyle rivayet etti:

Hz. Peygamber de: "Kameri ayların ondördüncü gecesi olan dolunay gecesinde
(herbiriniz ayı izdiham olmadan) teker teker" (görmüyor musunuz?" buyurdu). (Ebu
Davud der ki: Bu hadisi bana rivayet eden Musa îbn İsmail ile Ubeydillah İbn Muaz
hadisin bundan sonraki kısmını) (Hz. Rezin dedi ki:) "Ben de evet öyledir" cevabını
verdim (şeklinde rivayet etmek suretiyle rivayetlerinde) birleştiler.
İbn Muaz (bu cümleye ilave olarak Hz. Rezin'den şunları da nakletti: Hz. Peygamber



de):

"Ay Allah'ın yaratıklarından biridir. Allah ise her şeyden daha ulu ve yücedir"
15591

buyurdu.
Açıklama

Bu hadisle ilgili açıklama 1429 numaralı hadisin şerhinde geçtiğinden burada tekrara

r5601

lüzum görmüyoruz.

15611

Cehmiyye Fırkasının Görüşlerini Red (Eden Hadisler)

4732... Abdullah İbn Ömer, Rasûlullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"Allah kıyamet gününde gökleri dürer (sonra) sağ eline alır sonra: Mülkün yegane ve
hakiki sahibi benim nerede (o dünyadaki) zalimler ve Nerede (o mallan ve
mülkleriyle) büyüklük taslay anlar? buyurur. Sonra da yerleri dürüp eline
alır." (Hadisin bundan sonraki kısmını) İbniTl-Ala (şöyle) rivayet etti: (Yerleri de)
diğer eline (alır) sonra Mülkün hakiki sahibi benim. Nerede (o) zalimler, nerede o

I562J

büyüklük taslay anlar?" buyurur.



Açıklama

Bu bab, Sünen-i Ebu Davud'un nüshalarından sadece bir tanesinde yer almaktadır.
Aslında Allah'ın sıfatlarını inkar eden Cehmiyye ve Mutezile'nin bu görüşlerini
reddeden bu babdaki hadislerin yeri bu mevzudaki hadislerin toplandığı 19 numaralı
babdır. Bu mevzu ile ilgili hadisler o babda toplandığı halde aynı mevzuu ile ile ilgili
bu iki hadisin burada ayrı bir bab halinde toplanması herhalde katiplerin hatası sonucu
olmuştur.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis, Buhari'nin Sahih'inde "Yüce Allah kıyamet gününde
yerleri parmağının üzerine alır, gökleri de sağ eline alır sonra Mülkün hakiki sahibi
benim buyurur" şeklinde; İmam-ı Ahmed'in Müsned'inde ise; Peygamber (s. a.) bir gün
minberde: "Allah'ı gereği gibi bilemediler. Halbuki kıyamet günü yer tamamen onun
avucu içindedir, gökler de sağ elinde durulmuştur. O, onların ortak koştuklarından
[5631

uzak ve yücedir." ayet-i kerimesini okudu ve elini bir iç tarafını bir dış tarafını
göstermek suretiyle hareket ettirerek şöyle diyordu: " (O gün) Cenab-ı hak kendi
şerefini ve yüceliğini dile getirerek yegâne büyük, yegâne mülk sahibi, yegâne izzet ve
kerem sahibi benim." buyurur. Mânâsına gelen lafızlarla rivayet etmişlerdir.
Müslim'in Sahih'inde ise bu hadis, şu manaya gelen lafızlarla rivayet edilmiştir:
"Allah (C.C.) gökleriyle yerleri iki eliyle tutacak ve: Allah benim, mülkün gerçek
sahibi benim" (diyecek. Peygamber bunları) dedi ve parmaklarını yumup açtı. Hatta
minbere bir baktım ki kımıldıyordu. Kendi kendime: "Acaba Rasûlullah (s.a.)
minberden düşecek mi? dedim.

İmam-ı Nevevi*nin açıklamasına göre, Hz. Peygamberin ellerini açıp kapaması



kıyamet gününde Allah'ın yaratıklarım huzurunda kolayca toplamasını temsili olarak
anlatmak için olabilir.

Minberin titremesine gelince, Hz. Peygamberin bu konuşmayı yaparken şiddetli
hareketinden olabileceği gibi, minberin işittiği sözlerin şiddetiyle harekete geçmiş
olması da mümkündür. Bilindiği gibi hadis-i şerifte $cçtr\ "sağ eline alır, dürer" gibi
kelimeler hakiki manasını sadece Allah'ın bilip de kulların anlamaktan aciz kaldığı
müteşabih kelimelerdendir. 4729 numaralı hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi
Selef-i Salih bu gibi kelimeleri te'vil etmekten kaçınmış, bu kelimelerin ifade ettiği
zahiri manalara inanmakla beraber keyfiyyetini Allah'a havale etmekle yetinmişlerdir.
Ancak daha sonra imanlara zaaf arız olduğundan bu gibi kelimeleri Kur'an'm ruhuna
uymayan fasit tevillerle tevil ederek ümmetin saf akidesini bulandırmak isteyen kötü
niyetli kişilerin çıkacağından endişe eden halef uleması bu gibi kelimeleri Kur'an'm
genel hükümlerine uygun olarak te'vil etmekte zaruret görmüşler ve bu şekilde te'vil
etmişlerdir.

Kadı lyaz'm da ifade ettiği bu hadiste geçen kelimeler; Allah bütün yaratıklarını
huzurunda toplar, anlamında kullanılmışlardır.

Kıymetli müfessirierimizden Muhammed Hamdi efendiye göre, burada geçen "yemin"
"dürmek" "kabza" gibi kelimeler Allah'ın kuvvet ve kudretinin temsil ve tasviri için
[5641

getirilmişlerdir.

Görülüyor ki bu hadis-i şerifte Allah Melik, Cebbar, ve Mütekebbir gibi sıfatlarla
anılmaktadır. Bu bakımdan bu hadis-i şerif, "sıfatların vücudu teüddüd-i kudemayı
(ezeli varlıkların çoğalmasını) gerektirir." diyerek Allah'ın sıfatlarım inkar eden
Mutezile ve Cehmiyye'yi reddetmektedir.
Hadisin bu bab ile ilgisi de burasıdır.
Hadisin bu bab ne ngısı uc burasıdır.

Oysa Allah'ın ilim, kibir, semî, basar gibi sıfatlarla muttasıf olması, asla teaddüd-i
kudemâyı gerektirmez. Çünkü bu kelimeler masdardırlar. Masdarm zamanla ilgisi
olmadığı gibi, hariçte de bir vücudu yoktur. Durum böyle olunca teaddüd-i kudema

r5651

söz konusu olamaz.

4733... Ebu Hureyre (r.a.)'den (rivayet edildiğine göre); Rasûlullah (s. a.), şöyle
buyurmuştur: 'uHer gece, gecenin (ilk üçte ikisi gidip de) son üçte biri kalınca,
Rabbimiz dünya semasına iner ve: Bana dua edecek kimse yok mu, duasını kabul
edeyim, benden bir isteği olan yok mu, ona (isteğini) vereyim, benden aff dileyen yok

[5661

mu kendisini bağışlayayım, buyurur."
Açıklama

Yüce Allah'ın her gecenin son üçte birinde dünya semasına inmesi meselesinde ulemâ
ihtilâfa düşmüşlerdir. Bazıları, buradaki: "Rabbimiz iner" cümlesinin hissi ve cisrriani
bir inişi anlattığını söylemişlerdir. Bunlar müşebbihe veya mücessime fırkalarıdır ki
Allahü Teâlâ ve tekaddes hazretleri onların bu iddialarmdan münezzehidir. Bazıları ise
Allahü Teâla hazretlerini cismanîlik gibi noksan sıfatlardan tenzih etmek gayesiyle bu
gibi hadislerin sıhhatini inkâr etmişlerdir ki bunlar da hariciler ve mutezilelerdir.



Bazıları da bu gibi hadisleri Allah'ın şanına zat ve sıfatlarına ve İslam'ın genel
esaslarına uygun olarak tevil etmişlerdir. Bunlar ehl-i sünnet ulemâsıdir.Bir kısmı da
bu ve bunun gibi hadislere geldikleri şekilde ve te'vile gitmeden icmali olarak iman
etmekle beraber, teşbihlerden kaçınarak keyfiyyetini, ilm-i ilahiye havale etmişlerdir
ki bunlar da Selef-i sali-hinin cumhurudur. Beyhaki'nin ve daha başkalarının
rivayetine göre dört mezhep imamı ile iki Süafyan, iki Hammad, el-Evzai ve el-Leys
[5671

de bu görüştedirler doğru olan görüş de budur.

Bu mevzuda Bezlü'l-Mechûd yazarı da şöyle diyor: "el Bacî'nin İmam-ı Malik'den
rivayet ettiğine göre Allah'a nüzul (inme) isnad eden bu gibi hadislerle Allah'a gülme

r5681

isnad eden hadisleri rivayet etmekte bir sakınca yoksa da Allah'ın Adem (a.s.)'ı

[5691

kendi suretinde yarattığını ifade eden hadis ile Hz. Sa'd'm ölümüyle Arş sallandı
[570]

mealindeki hadisi ve Allah'ın kıyamet gününde eteğini toplayarak müminlere

£5211

görüneceğini ifade eden hadisi rivayet etmek uygun olmaz. Çünkü bu ikinci
konudaki hadislerin sıhhati, birinci kısımdakiler kadar kuvvetli değildir ve tevilleri de
birinci kısımdakilerin te'vili kadar İslamm genel mevzuatına uygun değildir."
Ehl-i sünnetin müteahhirin uleması metinde geçen "yenzilü Rabbu-na" cümlesini
"Allah'ın rahmeti iner, lütfü ziyadeleşir, dualara icabet eder, mazeretleri kabul eder"
diye te'vil etmişlerdir. Sözü geçen ulemâya göre, bu cümle Allah'ın kerem ve
rahmetinden kinayedir. Merhamet ve kerem sahipleri fakir ve muhtaçların yakınlarına
indikleri zaman, onları lütuf ve ihsanla donattıkları için gerçek lütfün ve keremin
sahibi olan Allah'ın dünya semasına inmesinden bahsedilerek lütuf ve rahmet derya-
larının coşup taştığı, günahların, yunup yıkanma zamanının geldiği manaları
kasdedilmiştir. Binaenaleyh, Allahü Teâlâ için cismanî bir nüzul ve hareket aklen
muhal olduğundan metindeki inmeyi, bu şekilde manevi bir iniş şeklinde anlamak
icabeder.

Eğer bu inişi zahiri manasına uygun şekilde hissi bir iniş olarak ele alacak olursak,
Allah'ın emriyle bir müvekkel melek iner, diye te'vil etmek icabeder. Nitekim İbn
Fûvrek'in de ifade ettiği gibi bazı ilim adamları "yenzilü" kelimesini "tefîl" babından
"yünezzillu" şeklinde okumuşlardır ki bu durumda bu fiile bir de meful gerekir.
Mahzuf olan bu meful de "müvekkel melek" olarak takdir edilebilir. İmam-ı Kurtubi
de bu görüştedir. Nitekim Nesâi'nin rivayeti de böyledir.

Müslim'in Malik tariki ile gelen rivayetinde de bu kelime "yetenezze-lü" şeklinde

[5721

gelmiştir ki, manevi nüzule en uygun olan rivayet budur.

Metinde geçen dua, sual (ismetek), istiğfar kelimelerinin hepsi de aynı manaya
geldikleri halde, burada peşi peşine ve ayrı ayrı zikredilmelerinin sebebi aralarında
bazı ince farkların bulunmasıdır. Şöyle ki burada dua kelimesiyle dünyevi nimetlerin
celbini, sual kelimesiyle uhrevi nimetlerin celbini, istiğfar ile de dünyevi ve uhrevi

1573]

zararların defini istemek kasdedilmiştir.

Gecenin son üçte birinde uyku çok tatlı olduğu için yüce Allah bu vakitte rızasını
kazanmak için tatlı uykusunu terk eden ihlaslı kullarına böyle engin bir lutufta



bulunmuştur. Bu kapı, isteyen her müslümana açıktır. Neselullahettevfık.

[574]

Bu hadis-i şerifi 1315 numaralı hadisin şerhinde de açıklamıştık.



19-20 Kurân-I Kerim'in Allah Sözü Olduğu Hakkında (Gelen Hadisler)

4734... Câbir ibn Abdullah'dan (şöyle) dedi (ği rivayet edilmiştir): Rasûlulah (s. a.) hac
mevsiminde (Mekke'ye gelen) insanlara kendisini tanıtarak: "Beni kendi kavmine
götürecek bîr kimse yok mu? Çünkü Ku-reyş Rabbimin kelâmını tebliğ etmekten

£5251

alıkoymaya çalışıyor" buyururdu.
Açıklama

İslâm tarihinde, Mekke dönemi müslümanlara reva görülen korkunç işkencelerle
doludur. Bu itibarla bu döneme işkence dönemi dense yeridir.

Bilindiği gibi, müslümanlarm maruz kaldıkları bu tehammül-fersâ işkenceler
döneminde Fahr-i kainat efendimiz müslümanları içerisinde bulundukları acıklı
durumdan kurtarmak için îslamm serbestçe yayılmasına imkân verecek müsait bir
ortam ve sığmak arıyordu. İşte bu maksatla, özellikle hac mevsiminde çeşitli
merkezlerden gelen cemaatlerin karşısına çıkıp davasını ve kendisini tanıttıktan ve
Kureyş'in zulmünü anlattıktan sonra kendisini memleketlerine götürüp himayelerine
alarak bu davaya sahip çıkmalarını telkin ediyordu.

Bilindiği gibi bu mukaddes ve mübarek görevi yüklenme şerefine Medineliler nail
oldular.

Metinde geçen "Rabbimin kelâmı" sözüyle kasdedilen Kur'ân-ı Kerim' dir. Görüldüğü
gibi burada "kelâm" sözü Allah (C.C.) hazretlerine izafe edilmiştir. Öyleyse Kur'ân-ı
Kerîm Allah sözüdür.

Hadisin bab başlığıyla ilgili olan kısmı da burasıdır. Binaenaleyh Kur'ân, Allah
kelâmıdır. Her ne kadar kelâm sıfatı Kelâm-ı nefsî ve Kelâm-ı lafzı kısımlarına
ayrılırsa da Kur'ân kelimesi kelâm-ı nefsi hakkında da kelâmı

[5761

lafzıda da hakikattir, mecaz değildir.

4735... Hz. Aişe'den (rivayet edildiğine göre) demiştir ki: (Bana şu meşhur olan iftira
edilince) benim halim kendimce Allah'ın benim hakkımda okunan bir vahiyle

[5771

konuşacağı bir seviyede değildi."
Açıklama

Hz.Aişe validemiz, Kureyş müşrikleriyle münafıkların ortaklaşa başlatıp yürüttükleri
meşhur iftira kampanyasından, Allah'ın şehadetiyle kurtulmadan önce, kendisinin
acizliğini görerek, kendisi gibi aciz ve iftiraya maruz kalmış bir kul hakkında Allah'ın
bir ayet indireceğine hiç ihtimal vermiyormuş; "Allah böyle olaylar hakkında bir vahy
indirmez. Ama herhalde Hz. Peygambere rüyasında hakikati gösterir de beni içinde



bulunduğum dayanılmaz durumdan kurtarır." diyormuş.
Hadis-i şerifte anlatılmak istenen budur.

Görüldüğü gibi, burada, Hz. Aişe Validemiz Allah'ın indirdiği Kur'ân âyetlerinden:
"Allah'ın konuşması" diye bahsetmektedir. Bu durum Kur'ân-i Kerim'in Allah'ın
kelâmı olduğuna delâlet eder ki; hadisin bab başlığıyla ilgili olan kısım da burasıdır.
[578]

4736... Amir Ibn Şehr'den rivayet edilmiştir dedi ki: Ben (Habeşistan kralı) Necaşi'nin
yanında idim, Oğlu İncil'den bir ayet okudu da ben güldüm. Bunun üzerine (Necaşi

£5791

bana, 'Ne o!') Yüce Allah'ın sözüne gülüyor musun?" dedi.
Açıklama

Bu hadis-i şerif, Kur'an ayetleri gibi hakiki İncil ayetlerinin de Allah'ın sözü olduğunu
ifade ve "âyetler Allah kelâmıdır" diyen ehl-i sünnet alimlerini tasdik ve teyid et-
mektedir. İbn Hacer'in "el-isabe"de açıkladığına göre, bu hadisin ravisi Amir İbn Şehr,
Hz. Peygamberin sahabilerindendir. Onun bu hadisini Ebu Ya'la buradakinden çok
daha uzun bir şekilde rivayet etmiştir. Hz. Peygamber, onu bir süre Yemen'e vali

r5801

olarak göndermişti. Orada kaldığı sürece vali olarak müslümanlara hizmet etti.

4737... İbn Abbas (r.a.)'dan (rivayet edilmiştir): "Peygamber (Sallalla-hü aleyhi ve
sellem torunları) Hasan ile Hüseyin'e: şeytanın, zararlı böceklerin ve zararlı gözlerin
zararlarından korunmaları için): "ikinizi de her şeytana ve zehirli haşerelere ve değen
her göze karşı Allah'ın mükemmel olan kelimeleriyle afsunlarım" diye dua eder sonra;
"Sizin (büyük) babanız (İbrahim aleyhisselam da oğullan) İsmail ile İshak'ı bu

1581]

kelimelerle afsunlardı" buyururdu.

1582]

Ebu Davud der ki: "Bu (hadis) Kur'an in mahluk olmadığına bir delildir.
Açıklama

Hâmme Yılan, akrep gibi zehirli böcekler anlamına gelir.
Aynün Lâmnıe: Nazar değen göz demektir.

Hattabî'nin açıklamasına göre, İmam-ı Ahmed (r.a.) metinde geçen "Allah'ın
mükemmel kelimeleri" anlamına gelen "Kelimatil-lah-it-tâmme" kelimesine
dayanarak bu hadisin Kur'an-ı Kerim'in mahluk olmadığına delalet ettiğini söylermiş
ve: "Çünkü bu kelimeyle kasdedilen Kur'an-ı Kerim'dir. Kur'an-ı Kerim'in mükemmel
olmasından maksat, onun mahluk olmamasıdır. Ayrıca Rasûlullah (s.a.)'ın bir mahluka
sığındığı görülmemiştir. Eğer Kur'an mahluk olsa idi, ona da sığımazdı" dermiş.
Musannif Ebu Davud'un hadisin sonuna ilave ettiği, cümleye bakılırsa onun da bu
görüşte olduğu anlaşılır.

Hafız İbn Hacer'in "Fethu'l-Bari" isimli eserindeki açıklamasına göre İmam-ı
Buhari"... Nihayet kalplerinden korku giderildiği zaman Rabbiniz ne buyurdu?



T5831

derler..." Ayet-i kerimesine dayanarak Allah'ın kelam sıfatının ezeli olan zatıyla
birlikte ebedi olduğunu ve zatının da ezeli ve ebedî olarak kemal sıfatlarıyla kaim
olduğunu ve Allah'ın sıfatlarının hiç bir zaman mahlukatm sıfatlarına benzemediğini
söylemiştir. Mutezile fırkası ise teaddüd-i kudamâ (kadîmlerin birden çok olması) la-
zım geleceği gerekçesiyle Allah'ın sıfatları olamayacağını iddia etmektedir. Oysa
kelam, ilim, semi gibi sıfatlar mastar oldukları ve zamanla ilgileri olmadığı için
bunların varlığı teaddüd-i kudemayı gerektirmez.

Nitekim 4732 numaralı hadisin şerhinde açıklamıştık. İmam-ı Beyhaki'nin "Kitabü'l-
İ'tikad" isimli eserindeki açıklamasına göre:

"Kur'an-ı Kerim, Allah kelmıdır. Allah kelamı ise, Allah'ın sıfatlarından bir sıfattır.
Allah'ın sıfatlarının ise, mahluk ve fani olmaları mümkün değildir. Yüce Allah,
Kur'an-ı Kerim'inde: "Biz bir şeyi dilediğimiz zaman ona sözümüz sadece "ol!"

15841

dememizdir; o da hemen oluverir." buyurduğuna göre;

Eğer Kur'an-ı Kerim, mahluk olsaydı, onun da "kün" sözüyle yaratılmış olması
gerekirdi. Allah'ın sözünün yine Allah'ın sözüyle yaratılmış olması ise aklen
imkansızdır. Çünkü teselsülü gerektirir. Teselsül ise batıldır. Ayrıca Yüce Allah

r5851

Kur'an-ı Kerimin'de: "Rahman (olan Allah) Kur'an-ı öğretti, insanı da yarattı."
buyurarak Kur'anı öğrettiğini insanı ise yarattığını ifade etmiştir ki; bu durum Kur'an-ı
Kerim'in mahluk olmayıp Allah'ın sıfatlarından bir sıfat, insanın da Allah'ın yarattıkla-
rından bir yaratık olduğunu gösterir. Eğer Mutezile fırkasının iddia ettiği gibi Kur'ân-ı
Kerim mahluk olsaydı, o zaman Cenabı hak bu ayetinde "Kur'ân'ı öğretti" cümlesi
yerine "Kur'ân'ı yarattı" buyururdu.

T5861

Yine Cenabı Hak Kur'an-ı Keriminde: "Ve Allah Musa ile konuştu." buyuruyor.
Konuşanın sözü kendisinin dışında başka bir varlıkla kaim olamayacağına göre,
Allah'ın sözünün de kendisinden başka bir varlıkla kaim olacağı düşünülemez.
Öyleyse Allah'ın sözü de kendisiyle kaimdir. Allah ezelî olduğuna göre Allah ile kaim
olan sözü de ezelîdir, sonradan yaratılmış değildir.

Yüce Allah bir başka ayet-i kerimesinde de "Allah bir insanla ancak ya vahiy yoluyla

[5871

konuşur ya perde arkasından. . . " buyuruyor.

Eğer Allah'ın sözü mahluk varlıklarla kaim bir mahluk olsaydı, Allah'ın kullarıyla
konuşması için bu ayet-i kerimede açıklamış olduğu şartları koymasının bir manası
kalmazdı. Çünkü bütün yaratıklar, Allah'dan gayrisini işitmede hemen hemen
eşittirler. Binaenaleyh Allah'ın vahyini bütün insanların işitmesi icabederdi.
Cehmiyye'nin: "Allah ağaçta bir söz yarattı da Hz. Musa o söze muhatab oldu" demesi
ise çok daha büyük bir hatadir. Çünkü bu iddiaya göre,

r5881

"Gerçekten, ben Allah'ım; benden başka hiçbir ilah yoktur.." ayet-i kerimesinin
Hz. Musa ile konuştuğu iddia edilen ağacın sözü olması gerekir. Bu ise ağacın haşa
yegane mabud olmasını icabetti-rir ki bunun İslam akidesine aykırı olduğunu
söylemeye lüzum bile yoktur.

İbn Hazm'm da "el-Milel ve'n-nihal" isimli eserinde belirttiği gibi; "İslam uleması
Allah'ü teala'nm muşa Aleyhisselam ile konuştuğunda Kur?an-ı Kerimle diğer semavi



[5891

kitapların ve sahifelerin Allah'ın sözü olduğunda ittifak etmişlerdir."
Bazı Hükümler

1- Göz değmesi (nazar) haktır.

2- Göz değmesinden ve zehirli böceklerin tehlikesinden korunmak için metinde geçen
duayı okumak tavsiye edilmiştir. Hz. Peygamber de sözü geçen tehlikelerden
korunmak için bu yolu takibetmiştir.

' [5901

3- Kur'ân-ı Kerim mahluk değildir.

4738... Abdullah (ibn Mes'ud) dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Allahü Teâlâ vahyi söyleyince gök ehli semada kaya üzerinde çekilen
zincirin sesine benzer bir çan sesi işitirler de (kendilerinden geçerek) yere kapanırlar.
Kendilerine Cebrail gelinceye kadar bu halde kalırlar. Nihayet kendilerine Cebrail
gelince kalplerinden (bu baygınlık hali) giderilmiş olur, (Kendilerinden bu hal gidince
Cebrail aleyhisselam'a): "Ey Cibril! Rabbin ne söyledi?" derler. O da: "Hakkı söyledi"
cevabını verir. Bunun üzerine diğer melekler de bizim rabbimiz hakkı söy(ledi)

[591]

"hakkı, hakkı.." diye nida ederler."
Açıklama

İbn Mes'ud (r.a.)'m bu rivayetine göre "Allahü Teâlâ yahyi söyleyince bütün gök ehli
onun kdamini duyar. Korkudan titrerler ve nihayet kendilerine bir nevi baygınlık
gelir." İbn Kesir (r.a.) bu mevzuda şöyle diyor: "Onlar bu durumdayken biribirlerine
rabbiniz ne dedi? derler. Allahü Teâlâ'nm bu vahyi onlardan sonrakilere haber verilir,
sonra onlardan sonrakilere, sonra onlardan sonrakilere bildirilir. Nihayet haber dünya
[592]

göğüne gelir." Ahmed İbn Hanbel bu hadisi şu manaya gelen lafızlarla rivayet
etmişir. "Rabbimiz tebareke ve teala bir konuda hüküm verince, Arşı taşıyan melekler
teşbih» ederler, sonra onların altında bulunan melekler teşbih ederler. Sonra onların
altında bulunan gök ehli teşbih ederler. Nihayet bu teşbih dünyamıza kadar ulaşır,
sonra Arşı taşıyan meleklerin altında bulunan gök ehli bu hallerin ne olduğunu
soruşturarak Arşı taşıyan meleklere: Rabbimiz ne dedi? derler, onlar da hükmü
kendilerine haber verirler. Her gök ehli diğer gök ehline durumu bildirir. Nihayet
haber bu gök sakinlerine kadar ulaşır. Cinler bu haberi kulak hırsızlığı ile çalarlar da

1593]

bunun üzerine onlar kovalanır. İbn Kayyim el-Cevziyye, Sünen-i Ebu Davud
üzerine yazdığı şerhinde Beyhakî'den naklen şu hadisi zikrediyor:
"Allahü Teâlâ bir emrini vahyetmek istediği zaman önce o vahyi dile getirir. Bu vahyi
dile getirince gökler Allah'ın korkusundan dolayı titremeye başlar. Gök ehli Allah'ın
bu vahyini işitir işitmez kendilerinden geçerek secdeye kapanırlar. Secdeden başını ilk
kaldıran Cebrail olur, sonra Cenab-ı hak vahyetmek istediği emirlerini vahye-der.
Cebrail Aleyhisselam da bunu sıra ile bütün gök ehline ulaştırmak üzere bütün gökleri
dolaşır. Her vardığı yerde gök ehli ona: "Rabbimiz ne buyurdu?" diye sorarlar. Cebrail



aleyhisselam: "Hakkı söyledi" der. Bu cevabı alan melekler de: "Hakkı (söyledi)
hakkı" diye nida ederler."

Bu hadis-i şerif Allahü Teâlâ'nm Kelâm sıfatı ile muttasıf olduğuna bu kelâmın harfe
ve sese muhtaç olan insan kelâmına benzemediğine ve zatıyla kaim olup melekler

15941

tarafından işitilebildiğine delâlet etmektedir ki bu Kur'an-ı Kerim*in mahlûk

[595]

olmadığını gösterir. Hadisin bab başlığıyla ilgili olan kısmı da burasıdır.
20,21. Şefaat

4739... Enes İbn Malik'den (rivayet edildiğine göre); Peygamber (s.a.): Şefaatim,

[5961

ümmetimin büyük günah işleyenleri içindir" buyurmuştur.
Açıklama

Bu hadis-i şerif "Büyük günahları işleyerek cehenneme atılmaya müstehak olan
mü'minler, Allah'ın izni ve inayeti ve Hz. Peygamberin şefaatiyle cehenneme
atılmaktan ya da cehenemde uzun süre kalmaktan kurtularak cennete gireceklerdir" di-
yen ehl-i sünnet ulemasının lehine; "büyük günahları işleyenlerin, kâfir olduklarını ve
cehennemde ebediyyen kalacaklarını" söyleyen Haricilerle, "büyük günahları
işleyenler cehennemle cennet arasında bulunan bir yerde kalırlar ve ne cennetlik ne de
cehennemlik olurlar" diyen Mutezile-ninse aleyhine bir delildir.

İbn Raslan'm açıklamasına göre; metinde geçen şefaat kelimesinin Hz. Peygambere
izafet edilmesiyle belli bir şefaat kasdedilmiştir ki; bu şefaat de yüce Allah'ın
Rasulüne vadetmiş olduğu Hz. Peygamoerin de kullanma hakkım kıyamet gününe
£5971

sakladığı şefaattir.

Bazı ilim adamları mevzumuzu teşkil eden bu hadise "ümmetimin büyük günah
işlemiş olanlarına şefaat etme hakkı peygamberlerden sadece bana verilmiştir. Diğer
peygamberlere, ümmetlerinin büyük günah işleyenlerine böyle bir şefaat hakkı
verilmiş değildir" manası verirken Tibî (r.a.) de bu hadise "benim helak olanları
kurtaracak olan şefaatim büyük günah işleyenler için yapacağım şefaattir" şeklinde bir
[598]

mana vermiştir.

İmam Nevevi'nin açıklamasına göm Kadı Iyaz bu hadis üzerinde yaptığı açıklamada
şöyle demiştir:

Ehl-i sünnet uleması şefaatin aklen caiz olduğuna ve; "O gün Rahman'm izin verip

1599]

sözünden hoşlandığı kimseden başkasının şefaati fayda vermez" ayet-i
kelimesiyle, bu mevzuda gelen sıhhatleri tevatür derecesine ulaşan hadislerin buna
inanmanın vücubuna delalet ettiğine ittifakla hükmetmişlerdir. Haricilerle Mutezileden

r6001

banları ise: "Artık onlara şefaatçilerin şefaati fayda vermez." zalimlerin ne

[601]

bir dostu ne de sözü tutulur bir aracıları vardır" ayet-i kerimelerini te'vil ederek



Şefaati inkâr etmişlerdir. Oysa bu ayet-i kerimeler kâfirler hakkındadır.

Bu âyet-i kerimelerde yerilen "zulüm" den maksat şirktir. Sözü geçen bu sapık

mezheplerin şefaat konusunda gelen hadislerdeki "şefaat" kelimelerini ehl-i cennetin

derecelerini arttırmak manasına te'vil etmeleri ise tamamen yersiz ve asılsızdır. Çünkü

bu onların bu düşüncelerine hiç meydana vermeyecek derecede açıktır.

Bilindiği gibi Hz. Peygamberin şefaati beş kısımdır:

1- İnsanların kıyamet gününde arasatta kaldıkları ve akıbetlerinin ne olacağı hu-
susunda son derece endişeye ve dehşete düştükleri sırada onların hesaplarının acele

r6021

olarak görülmesi için yapacağı şefaat

2- Kalabalık bir mü'min kitlesinin hesapsız olarak cennete girmesi için yapacağı şefaat

3- Müminlerden cehennemlik oldukları halde cehenneme girmemeleri için yapacağı
şefaat.

4- Mü'minlerden cehenneme girenler hakkında, cehennemden çıkarılmaları içirt

r6031

yapacağı şefaat.

r6041

5- Cennet ehlinin makamlarının yükselmesi için yapacağı şefaat.

4740... İmran b. Husayn'dan (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s. a.) (şöyle)
buyurmuştur: "Ümmetimden büyük günah işlemiş olan bir topluluk Muhammed'in
şefââtı ile cehennemden çıkar, cennete girer. Bunlar (cehennemden çıktıkları için);

r6051

cehennemlikler diye anılırlar."
Açıklama

T6061

Bu hadisle ilgili açıklama bir önceki hadisin şerhinde geçmiştir.

4741... Cabir'den demiştir ki: Ben Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyururken işittim:

£6071

"Cennet halkı, orada (diledikleri kadar) yerler ve içerler."
Açıklama

Bu hadis-i şerifte cennet halkının dünyada olduğu gibi cennette de yiyip içecekleri
ifade buyurulmaktadır.

Bilindiği gibi cennet, çok sık ağaçlarla kaplı olduğu için zemini görülemeyen bahçe
demektir.

Dini bir terim olarak cennet, dünya gözüyle görülemeyen hakkın gaybmda gizli
mükâfat yurdunun adıdır. Bu ebedi yurt öyle güzel bir yerdir ki köşklerinin altından,
yani zeminin üzerinden ırmaklar akar. Fakat orada, bol olan sadece su değildir. Bal
ırmakları, süt ırmakları sarhoş etmeyen şarap ırmakları da vardır. Herşey öylesine
boldur, orada. Nitekim "O cennetlikler (oradaki) herhangi bir meyveden rızıklandıkça;

r6081

bu daha önce de (dünyada) rızıklandığımiz şeydir, derler..."



Bu ayeti kerime üzerinde müfessirler özellikle iki açıklama naklederler:

1- Ahirette verilen rızıklar şekil ve renk bakımından birbirine benzer, fakat tat ve
lezzet bakımından bir sonra verilen bir öncekinden farklıdır.

2- Ahirette verilecek rızıklar, meyveler şekil ve ad bakımından dünyadaki meyvelere
benzerler. Fakat tad ve lezzetleri farklı olacaktır.21 1 Ayetin muhtevasından bu ikinci

[6091

açıklamanın daha kuvvetli olduğu anlaşılmaktadır.
İmam-ı Nevevi de bu hususta şöyle diyor:

Ehl-i Sünnet velcemaat mezhebine göre cennetlikler, cennetin hatır ve hayale
gelmeyen nimetlerinden yiyip içerler. Muhtelif nimetlerden, çeşitlerine göre daimi
surette lezzet alırlar. Onların bu hali dünya nimetleri şeklinde tecelli ederse de
nimetler arasındaki lezzet ve nefaset farkı, pek büyük olduğundan dünya nimetleri,
onlara sadece ismen uymuş olurlar. Cennetlikler abdest bozmamak, burun akmamak

[6101

gibi hususatla da dünyadaki hallerinden ayrılırlar.

Bezi yazarının da belirttiği gibi, aslında bu hadisin bu babla bir ilgisi yoktur, bir
sonraki babla ilgilidir. Bu bakımdan Musannif bu hadisi oraya yerleştirse idi, daha

mn

uygun olurdu.

Öldükten Sonra Dirilme Ve Sur(Un Üfürülmesi)

4742... Abdullah İbn Amr'dan (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s. a.) şöyle
buyurmuştur: "Sur boynuz (suretinde bir boru)dur. (Kıyamet gününde) ona üfürülür.

[6121



Açıklama

Sûr: Kelime olarak boru, üfürülünce ses çıkaran boynuz manalarına gelir
Sûr: Kıyametin kopuşunu belirtmek ve kıyamet koptuktan bir müddet sonra, bütün
insanların Mahşer meydanında toplanmak üzere dirilmelerini sağlamak için İsrafil'in
üfürdüğü boynuz şeklinde bir borudur. Birinci üfleyişe "Nefhâ-i ulâ", ikinci üfleyişe
"Nefhâ-i sâniye"denir.

Kur'an-ı Kerim' de bu konuda şöyle buyurulur: "Sûra" üfürüleceği gün, Allah'ın
diledikleri hariç, artık göklerde kim var, yerde kim varsa hepsi dehşetle korkmuştur.
Herbiri hor ve hakir olarak ona gelmiştir." (Nemi, (27), 28)

Birinci ve ikinci üfürüşte insanlar şu şekilde olacaklardır: Birinci defa Sûra üfürülünce
artık Allah'ın göklerde kim var, yerde kim varsa hepsi düşüp ölecektir. "Sonra ona bir
daha üfürülecektir. O anda görürsün ki: Ölüler dirilip ayakta bakmıp duruyor. "(Zümer
(39), 68.)

Sûra ikinci defa üflenince insanlar mahşerde toplanmak üzere rablerine doğru
koşacaklardır.

"Sûra üfürülmüştür artık; bakarsın ki onlar kabirlerinden kalkıp Rablerine doğru koşup

1613]

gidiyorlar." (Yasin (36), 51)



4743... Ebu Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (şöyle)
buyurmuştur: "Toprak, kuyruk kemiği hariç olmak üzere) her insanı tamamen
yiyecektir. (İnsan) kuyruk kemiğinden yaratılmıştır, (kıyamet gününde yine) ondan
£6141

yaratılacaktır."
Açıklama

Hadis-i şerifte, her insanın kuyruk kemiğinden başka bütün vücudunun çürüyüp toprak
olacağı, bir başka tabirle toprak tarafından yeneceği, bu çürümeden ancak "acb-üz-
zeneb'Menen kuyruk kemiğinin kurtulacağı, kıyamet gününde insanların tekrar bu
kemikten yaratılacağı, ifade edilmektedir. Ancak İmam-i Nevevi'nin de belirttiği gibi
peygamberler bu değişmez kanuna tabi değillerdir. Çünkü onların vücudunu toprak
yiyemez.

İbn Abdil Berr, şehidlerin vücudunun da çürümeyeceğini söylemiştir.

Tîbî'ye göre metinde geçen; "acb-üz-zeneb çürümez ve onu toprak yemez" sözünden

maksat "acbüz-zeneb insanın diğer organları gibi kısa zamanda çürümez, uzun süre

varlığını korur, ondan sonra çürür" demektir. "Hiç çürümez" demek değildir.

Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki; peygamberlerden ve şehidlerden başka bütün

insanların vücudu çürüyüp toprak olmak suretiyle aslına döner. Toprak onu yer.

[615]

Bilâhere zamanı gelince tekrar topraktan yaratılacaktır.
21, 22. Cennet Ve Cehennemin Yaratılması

4744... Ebu Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (şöyle)
buyurmuştur:

"Allah (Teâlâ hazretleri) cenneti yaratınca Hz. Cebrail'e: "Git de ona bir bak!"
buyurdu. Bunun üzerine (Hz. Cebrail) gidip ona baktı, sonra gelip: "Ey Rabbim, senin
izzetine andolsun ki onu işitip de oraya girmeyen bir kimse kalmaz" dedi. Sonra Allah
onu (n etrafını) zorluklarla kuşattı ve: "Ey Cebrail, git ona (bir daha) bak" dedi.
(Cebrail) gidip ona (bir daha) bakıp geldi.

"Ey Rabbim, senin izzetin hakkı için (söylüyorum ki) ben oraya (ikinci kez baktıktan
sonra) oraya hiç kimsenin giremeyeceğinden korkmaya başladım" dedi. Sonra Allah,
cehennemi yaratınca: "Ey Cebrail git de ona (bir) bak" buyurdu. Bunun üzerine
(Cebrail) gidip (bir de) ona baktı. Sonra gelSp: "Ey Rabbim, senin izzetin hakkı için
(söylüyorum ki), onu işiten hiç bîr kimse oraya girmez." dedi. Bunun üzerine (yüce
Allah) orayı şehvetlerle kuşattı. Sonra da:

"Ey Cebrail git de ona (bir daha) bak" buyurdu. Bunun üzerine (Cebrail) gidip oraya
(bir daha) baktı, sonra gelip: "Ey Rabbim izzetin hakkı için

(söylüyorum ki) ben (orayı tekrar görünce) bir kimse dahi kalmadan herkesin oraya

16161

girmesinden korkmaya başladım" dedi.



Açıklama



"Cennetin zorluklarla kuşatılmış olması" demek, oraya girmenin ancak dini emirlere
uymak ve nehiylerden kaçınmakla, bu hususta nefsin baskılarına karşı koymakla ve bu
noktada karşılaşılacak bütün meşakkatlere katlanmakla mümkün olması demektir.
Bunları hakkıyla yerine getirmek o kadar kolay olmadığı için Cebrail aleyhisse-lam
insanların oraya giremeyeceğinden korkmuştur.

"Cehennemin, nefsin istekleri ve şehvanî arzularla çevrili olması" demek ise insanların
cehenneme sürüklenmelerinin nefsin gayr-i meşru isteklerine uymasına bağlı olması
demektir. Nefsler devamlı surette şehvanî isteklere meylettikleri için, Hz. Cebrail
insanların büyük çoğunluğunun cehenneme sürüklenmekten kurtulamayacağından
korkmuştur.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadisi şerif, cennet ve cehennemin el'ân yaratılmış ve
mevcud olduğunu ifade etmektedir.

İmam-ı Şar'ânî'nin de ifade ettiği gibi her ne kadar cennet ve cehennem el'ân mevcut
ve mahluk iseler de binaları tamamlanmış değildir. Bunlar en son ve mükemmel

[6171

şekillerini âhirette alacaklardır. Nitekim bir hadis-i şerifte: "Cennet çıplak bir

[6181

arazidir, onun fidanları ise sübhanellah ve elhamdülillahdır." buyurulmuştur.
Öyleyse herkes buradaki amelleriyle cenneti kazanacak ve herkesin cenneti buradaki
teşbih ve tahmîdleri nisbetinde güzellik ve kemal kazanacaktır. Diğer bir hadisi şerifte
de: "Kim (dünyada) bir mescid yaptırırsa Allah da (âhirette) ona cennette bir ev
16191

hazırlar." buyurulmuştur. Mevzuumuzu teşkil eden bu hadis, cennet ve

cehennemin elan mevcud olduğunu söyleyen ehl-i sünnet ulemasının lehine, aksini

r6201

iddia eden Mutezile'nin aleyhine delildir.
22,23. Havz Mevzuunda (Gelen Hadisler)

4745... İbn Ömer'den demiştir ki: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Gerçekten önünüzde
bir havz vardır ki, onun iki ucunun arasındaki mesafe) Cerba ile Ezruh arası(ndaki
[6211

mesafe) kadardır."
Açıklama

Bu hadis-i şerif, Kevser havzmm hak olduğunu söyleyen ehl-i sünnet ulemasının
delillerindendir.

Ehl-i sünnet ulemasının inancına göre Havz-ı Kevser yüce Allah'ın peygamber
efendimize ihsan buyuracağı büyük bir havuzdur. Mü'minler, bunun tatlı ve berrak
suyundan içerek Mahşerin dehşetinden ileri gelen hararetlerini gidereceklerdir.

f6221

Havz-ı Kevser, aynı zamanda: "Şüphesiz biz sana Kevseri verdik." ayeti ile de
sabittir. Zira ayette geçen Kevseri Hz. Peygamber çeşitli hadislerinde bir havuz veya
bir ırmak olarak açıklamıştır.

Umumiyetle kabul edilen görüşe göre Havz-ı Kevser mahşerdedir, bununla birlikte



1623]

onun cennette bir nehir olduğu rivayetleri de vardır.

Hattabî (r.a.)nin açıklamasına göre "Cerba", Şam'ın şehirlerinden bir şehirdir. "Ezruh"
ise Şam'ın aşağı kısımlarında bulunan bir şehirdir. AIiyyü'I-Kari'nin ifadesine göre
Cerba, Ezruh yakınlarında bir şehirdir. Bu iki şehrin arasındaki mesafenin üç günlük
bir yol olduğunu söyleyenler yanılmışlardır. Bu yanlışlığa sebep, bazı ravilerin
Dârekutni'nin rivayet ettiği "Benim havzumun kenarları arasındaki mesafe, Medine ile
Cerba ve Ezruh arasındaki mesafe kadardır" mealindeki hadisi rivayet ederken "el-

16241

Medine" kelimesini rivayet etmeyi unutmuş olmalarıdır.

Bu havuzun boyutları hakkında gelen hadisler, birbirlerinden oldukça farklıdırlar.
Aslında havuzun boyutları ile ilgili olarak verilen bu ölçüler, havuzun hakiki ölçülerini
belirtmek için değil da havuzun büyüklüğünü belirten, yani çokluğa ve genişliğe
delalet eden ölçülerdir. İşte rivayetler arasındaki farklılık buradan kaynaklanmaktadır.
Bu havuzun sıfatları hakkında da bir çok hadis-i şerif varid olmuştur. Bunlardan biri
şu mealdedir:

"... Benim havuzum bir aylık yoldur. Onun suyu sütten daha beyazdır. Onun kokusu,
miskten daha güzeldir. Bardakları semanın yıldızları gibidir. Ondan içen kimse bir

I625J

daha ebediyyen susamaz."

Bezi yazarının da ifade ettiği gibi Haricilerle Mu'tezile Havzm varlığını inkar etmişler,
halbuki Hanefi ulemasından Aynî (r.a.)'in tahkikine göre, Havz'm varlığına dair hadis
rivayet eden sahabilerin sayısı elliden fazladır. Aynî (r.a.) Umdetü'l-Kari isimli
eserinde, bunların hepsinin ismini zikretmiştir. İbn Kayyım el-Cevziyye de "Muhtasarı
Sünen-i Ebi Davud" adıyla Ebu Davud üzerine yazdığı şerhte bu sahabilerin kırk ta-

\626\

nesinin ismim zikretmiştir.

4746... Zeyd İbn Erkam'dan demiştir ki: (Bir gün) Rasûlullah (s.a.)'la birlikte (bir
seferde bulunuyor) idik. (Bir ara) bir yere indik. (Bunun üzerine bize): "Siz
(ümmetimden) Havza gelecek olanların yüzbinde biri değilsiniz, "buyurdu.
Bu hadisi Hz. İbn Erkam'dan rivayet eden Ebu Hamza dedi ki: Ben Hz. Zeyd'den bu
hadisi işitince kendisine: "O gün kaç kişiydiniz?" diye sordum da; "Yedi veya sekiz

£6271

yüz (kişiydik)." cevabını verdi.
Açıklama

Aslında hadis-i şerifin zahirine göre Havzı Kevserden içebilecek müminlerin sayısı,
yetmiş veya seksen milyondan daha fazladır.

Fakat bu rakam Havuzdan içecek müminlerin gerçek sayısını belirtmek için verilen bir
rakam değildir. Oradan içecek müminlerin sayısının çokluğunu belirtmek için verilen,
yani çokluğu simgeleyen bir rakamdır. Binaenaleyh bu Havuzdan kana kana içecek
olan bahtiyarların sayısı,

224. sadece yetmiş veya seksen milyondan ibaret değildir. Onların sayısı rakamlarla

r6281

ifade edilemeyecek kadar çoktur.



4747... el - Muhtar İbn Fiilful'den demiştir ki: Ben Enes İbn Malik'i (şöyle) derken
işittim: Rasûlullah (s.a.) hafifçe uyuklamıştı. Tebessüm ederek onlara: "Neye
güldüğümü biliyor musunuz?" diye bir soru sordu ya da onlar: "Ey Allah'ın rasulü,
niçin güldün?" diye bir soru sordular da (şöyle) cevap verdi: "Çünkü bana biraz önce
bir sure indi" buyurdu ve: "Bismillahirrahmanirrahim, innâ a'teynâ
kelkevser" (diyerek) sureyi sonuna kadar okudu (sonra orada bulunanlara): "Kevser
nedir biliyor musunuz?" buyurdu (onlar):

"Allah ve Rasulü daha iyi bilir" dediler (Hz. Peygamber de): "Muhakkak ki o, aziz ve
celil Rabbimin bana cennette (vereceğini) va'dettiği bir nehirdir ki onda pek çok hayır
vardır. Onun üzerinde bir havuz vardır ki kıyamet gününde ümmetim (ondan içerek
hararetlerini gidermek üzere) ona gelirler; onun kapları (nın sayısı gökteki) yıldızlar

£6291

adedincedir" buyurdu.

4748... Enes İbn Malik'in şöyle dediği ya da buna benzer bir şey söylediği rivayet
edilmiştir. Allah'ın elçisi (Mi'rac gecesinde) cennete çıkarıldığı zaman kendisine
kenarları içi boş yakuttan olan bir nehir gösterildi, yanında bulunan melek elini suya
daldırıp (bir avuç) misk çıkardı. Muhammed (s.a.) yanında bulunan bir meleğe "O
nedir?" diye sordu, melek de:

T6301

"Aziz ve Celil olan Allah'ın sana verdiği kevserdir" cevabını verdi.
Açıklama

Bilindiği gibi Hz. Peygambere vahyin gelme yollarından biri de uyku halidir. Uyku
halinde kendisine vahy gelirdi. Mevzumuzu teşkil eden (4747) numaralı hadis-i şerifin
ifadesinden Kevser suresinin de böyle uyku halinde indiği anlaşılmaktadır.
Aslında "kevser" kelimesi lugatta ifrat derecesinde çokluk manasına gelirse de dini bir
terim olarak ne manaya geldiği mevzuunda müfessirler yirmi altı kadar görüş ileri
sürmüşlerdir ki; bunlardan en önemlileri şunlardır:

1- Cennette bir nehirdir

2- Peygamberlik makam ve şerefidir.

3- Ümmet-i Muhammedin ulemasıdır.

4- Ümmet-i Muhammedin çokluğudur.

[631]

5- Hz. Peygamberin evladının çokluğudur.

Bu hadisi şerifler Havz ve Kevser'in hak olduğunu söyleyen ehl-i sünnet ulemasının
delillerindendir. Havz hakkındaki görüşleri 4745 numaralı hadisin şerhinde

1632]

açıklamıştık, kevser hakkındaki tafsilatlı malumat ise tefsir kitaplarmdadır.

4749... Abdüsselam İbn Ebi Hazim (yani) Ebu Talut dedi ki: Ben Ebu Berze'yi (Yezid
İbn Muaviye'nin Kûfe'ye emir olarak tayin ettiği) Ubey-dullah İbn Ziyad'm yanma
girerken gördüm. (Fakat onunla birlikte Ubey-dullah'm yanma girmediğim için
aralarından geçen konuşmayı dinleyemedim. Ancak bu konuşmayı) bana falanca (zat)
nakletti...



Musannif Ebu Davud der ki: Aslında bu hadisi bana nakleden şeyhim Müslim (ibn
İbrahim) bu zatın ismini açıklamıştı (ama ben onu unuttum) ve (bu zat Ubeydullah ibn
Ziyad'm tabilerinden olan) cemaattendi (sözü geçn zat olayı söyle anlattı):
Ubeydullah, Ebu Berze'yi görünce (etrafındakilere) onu göstererek "Sizin
Muhammed'e mensub olan sahabiniz işte şu kısa boylu ve şişman adamdır" dedi. Şeyh
(Ebû Berze, dolayısıyla Hz. Peygamberin sahabile-rine ve dolayısıyla Hz. Peygambere
hakaret etmek istediğini) derhal anladı ve: "Muhammed (s.a.)le olan sohbetimden
dolayı beni ayıplayan bir toplumun yanında kalacağımı (böyleleri ile karşılaşacağımı)
zannetmiyordum" dedi.

Bunun üzerine Ubeydullah (sözü değiştirip): "Şüphesiz Muhammed (s.a.)'in
sohbetinde bulunmak senin için bir zînettir (asla) ayıp değildir. Ben seni havuz
hakkında (bildiklerini) sormak için (buraya) çağırmıştım. (Hakikaten) sen (hiç)
Rasûlullah (s.a.)'i bu mevzuda bir şeyler söylerken işittin mi?" dedi. Ebu Berze
(r.a.)'de; "Evet" (hem de pek çok defalar işittim, öyle) bir defa, iki defa, üç Jefa, dört
defa, beş defa değil. Havuzu (n varlığını ve bu mevzudaki hadisleri) yalan sayan

f6331

kimseyi Allah ondan içirmesin" dedi. Sonra Öfkeli olarak çıkıp gitti.
Açıklama

Hadis-i şerif, Yezid İbn Muaviye tarafından Küfe emiri olarak tayin edilmiş olan
Ubeydullah İbn Ziyad'm, Hz. Peygamberin sahabilerinin kadrini bilmekten mahrum ve
onlara karşı saygısız, Havz hakkında şüphesi olan fasık bir kimse olduğunu, oysa Hz.
Peygamberin Havz'm varlığmı pek çok defalar açıkladığını ifade etmektedir. Hafız İbn
Hacer'in açıklamasına göre, Ubeydullah, Havz'm varlığını inkâr ederdi. Bu sebeple
Hz. Ebu Berze ona sert bir dille çıkıştı.

İmam-ı Ahmed'in Müsned'inde bu hadisi Ebu Berze'ye rivayet eden zatın "el-Abbas
el-Ceriri"olabileceği ifade edilmektedir..

İslam ulemasının Havz hakkındaki görüşlerini 4745 numaralı hadisin şerhinde

£6341

açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.
23, 24. Kabir Ve Kabir Azabı

4750... el-3erâ İbn Azib'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s. a.) şöyle
buyurmuştur.

"Şüphesiz ki müslümana kabirde soru sorulduğu zaman Al-Iah'dan başka bir ilah
olmadığına ve Muhammed (s.a.)'in Allah'ın elçisi olduğuna şahidlik etmesi (var ya!).
İşte buyruğunda anlatılan hal odur." Aziz ve celil olan Allah'ın "Allah inananları

r6351 f6361
dünya hayatında da âhirette de sağlam sözle tesbit eder." buyurduğu odur."

Açıklama

4753 numaralı hadiste de açıklanacağı üzere kabirde ölüye şu üç soru sorulacaktır:
"Men rabbüke= Rabbin kimdir?
"Ma dînüke= Dinin nedir?



"Mâ hâzerracülüllezi büise fiküm= size peygamber olarak gönderilen şu şahıs
kimdir?"

Gerçek müminler bu sorulara kelime-i şehadet getirerek rahatça cevap vereceklerdir.
Hadis-i şerifte açıklandığı üzere, yüce Allah, Kur'ân-i Keriminde bu kelime-i
şehadetten "sağlam söz" diye bahsetmiş ve insanları bu sözle sabit tutacağını beyan
buyurmuştur.

Her ne kadar hadiste yüce Allah'ın "sabit söz" diye bahsettiği sözün sadece kabirde
sorulan sorulara cevap sadedinde getirilen kelime-i şehâ-detmiş gibi bir ifade varsa da,
aslında şehadetin kabirle kayıtlanması bir kayd-ı ihtirazi değildir, kaydı ittifakidir.
Binaenaleyh, Allah'ın bu "sabit söz" diye bahsettiği kelime-i şehadete kabirde getirilen
şehadet gibi dünyada getirilen şehadetlerin cümlesi de dahildir.

Kâfirlerin ve mü'minlerden bazı günahkârların kabir azabı görecekleri ve Münker ile
Nekir'in sual sorması haktır. Bütün bunlar Kitap ve sünnetle sabittir.
Kitapdan delili:

16371

1- "(Kabir azabından biri de) ateşdir ki onlar sabah akşam arz olunacaklardır..."

2- "Benim kitabımdan yüz çeviren bilsin ki onun dar bir geçimi olur ve kıyamet

[6381

gününde onu kör olarak hasrederiz." Bazı müfes-sirler bu ayette geçen "dar
geçim" tabirine şöyle bir açıklama getirmişlerdir:

Bunun böyle olması gerekir. Çünkü biz kâfirleri dünyada rahat bir yaşayış ve yüksek
bir refah içinde görüyoruz. Kâfirlerin kıyamet gününden önce dar ve sıkıntılı bir
yaşayışta olmaları icabeder. Bu da kabir azabıdır, kıyamet gününde kör olarak haşr

[6391

edilme bunun üzerine atıftır.

Sünnetten delili: "İdrardan sakınınız, zira kabirdekilerin çoğunun çektikleri azab bu
r6401

yüzdendir." hadis-i şerifidir.

Bilindiği kabirde soru sormakla görevli iki melek vardır ki, bunlardan birinin ismi
Münker diğerinin ismi ise Nekir'dir. Bunlar ölen kişiye rabbini, dinini ve
peygamberini sorarlar. Bu hususta da pek çok hadis-i şerif vardır. Mümin kişi bu
sorulara cevap verir, ama kafir veremez. Sözkonusu iki melek ölünün kabrine gelir,
Allah ölüyü diriltir ve melekler sorularını yöneltirler. Mutezile ve bid'atçilerin

16411

çoğunluğu Münker ve Nekir sualini inkâr etmişlerdir.
Bu mevzuda gelen hadislerden biri şu mealdedir:

"Ölü mezara gömülünce birine Münker diğerine Nekir adı verilen siyah mavi iki
melek gelir. Ona derler ki:

Şu (Muhammed Aleyhisselam denilen) zat hakkında ne dersin? O da şöyle cevap
verir:

O Allah'ın kulu ve rasûlüdür. Ben şehadette bulunurum ki, Al-lah'dan başka ilah

yoktur. Muhammed de onun kulu ve rasufüdür. Bunun üzerine melekler:

Biz senin böyle diyeceğini zaten bilmekte idik, derler. Sonra onun mezarını yetmiş

arşın genişletirler. Daha sonra bu ölünün mezarı ışıklandırılır ve aydınlatılır. Daha

sonra melekler Ölüye:

Yat uyu, derler o da:



[6421

Aileme gidin de durumu haber verin der..." Münker ve Nekire mezardaki ölüye
hiç görmediği bir şekilde görünecekleri için bu isim verilmiştir. Zira bu kelimelerin
sözlükteki manası, bilinmeyen, tanınmayan değişik kılık ve kıyafette olan demektir.
(Seyyid Ebu Suca "sabi çocuklar (mezarda) sorguya çekilir" demektedir. Bazılarına

[643]

göre Peygamber (s. a.) de onlar gibi hesaba çekilir.

Bezlu'l-Mechud yazarının açıklamasına göre Suyûtî (r.a.) "ed-Durru'l-Hisan" isimli
eserinde, ondört sınıf insanın kabirde sorguya çekilmeyeceğini söylemiştir. Bu
mevzuda İbn Abidin (r.a.)'de şöyle demiştir: "Kabirde sekiz nevi müslüman azab
görmeyeceklerdir: Şehid, hudud bekçisi asker, taundan ölen, sabırlı olmak ve sevap
saymak şartıyla taun zamanında başka bir sebep ile ölen, sıddik, çocuk, cuma günü
veya gecesi ölen ve her gece Mülk suresini okuyanlardır. Bazıları bunlara sure-i Sec-
deyi okuyanla Ölüm döşeğinde İhlas suresini okuyanı da katmışlardır. Sarih
peygamberlerin de ilave edileceğine işaret etmiştir. Çünkü onlar sıddıklardandır.
"Esah olan kavle göre peygamberle müminlerin çocuklarına kabirde sual yoktur"

r6441

diyen Kemal Ibn Hümamdır. Bunu «el Müsayere" isimli eserinde söylemiştir.
Levâihü'l-Envâri'l-İlâhiyye isimli eserde ise kabir azabının da âhıret azabını hafifletici

[6451

sebeplerden olduğu ifade edilmektedir.

4751... Enes İbn Malik'clen demiştir ki: "Allah'ın peygamberi bir gün Neccar
oğullarının hurmalığına girmişti (orada bulunan kabirlerden korkunç) bir ses işitti de
korktu. Bunun üzerine:
"Bu kabirlerde yatanlar kimlerdir?" dedi.

"Ey Allah'ın Rasulü, (onlar) cahiliyyc döneminde ölen bir takım insanlardır" dediler
(Peygamber efendimiz de): «Cehennem azabından ve Deccal'in Fitnesinden Allah'a
sığınınız" buyurdu. Bunun üzerine '"Bu da niçin (oluyor), Ey Allah'ın rasulü?" dediler.
(Hz. Peygamber de şöyle) buyurdu:

Muhakkak ki bir mü'min kabrine konduğu zaman ona bir melek gelir ve ona: Sen

(dünyada iken) kime ibadet ediyordun? diye sorar.

Eğer Yüce Allah o mü'mine hidayet vermişse;

"Allah'a ibadet ediyordum" der, bunun üzerine kendisine:

"Sen şu (peygamber olarak gönderildiği söylenen) kimse hakkında ne dersin?" diye
sorarlar. (O mü'min de): "O Allah'ın kulu ve rasulüdür" cevabını verir. Artık bundan
sonra kendisine başka bir soru sorulmaz. (Ruhen) Cehennemde bulunan evine
götürülür ve: "Bu (ev) senin evindir, cehennemde senin için (hazırlanmış) idi. Fakat
Allah seni korudu ve sana acıdı da onu sana cennette bir evle değiştiriverdi." denir. (O
mü'min de): "Beni bırakınız gideyim de ailemi müjdeleyeyim" der. Kendisine: "Hayır
olmaz, sen burada kabrinde otur." cevabını verirler.

Muhakkak ki kafir kabrine konduğu zaman kendisine bir melek gelip sertçe çıkışır da:
"Sen (dünyada) neye tapıyordun?" diye sorar. O da: "Bilmiyorum" cevabını verir.
(Melek de ona) "Bilmez ve hakka uymaz ol" der, sonra ona: "Şu (Peygamber
olduğunu söylenen) kimse hakkında ne dersiniz?" denir. (O kafir de onun hakkında
onu yalanlayan) "Halkın dediğini derim" cevabını verir. Bunun üzerine (o melek)
onun kulakları arasına demirden bir tokmak vurur; (o adam) öyle bir bağırış bağırır ki,



T6461

insan ve cinnilerden başka onu bütün yaratıklar işitir."
Açıklama

Bazı hadis-i şeriflerde bir cenaze kabre konduğu zaman kendisine soru sormak üzere

[6421

iki melek geldiği ifade edilirken mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte bir
meleğin geldiğinden bahsedilmesi, bu hadis-i şerifler arasında bir çelişki olduğu;
anlamına gelmez. Çünkü bu durum şahıslara göre değişir.

Allah, kabir sualinin çetin geçmesini istediği kimselere defnedenler gittikten ve ölü
yalnız başına kaldıktan sonra, soru sormak üzere iki melek birden gelir ve ikisi birden
soru sorar. Allah'ın kabir sualinin biraz daha kolay geçmesini murad ettiği kimseler,
bu iki melek cenazeyi demeden kimseler, daha kabrin başından ayrılmadan Önce
gelirler. Daha da kolay geçmesini istediği kullara da som sormak; üzere sadece bir
melek gelir.

Meleğin ölüye, Hz. Peygambere iman edip etmediğini sorarken açıkça:

Allah'ın rasulü Muhammed (s. a.) hakkında ne diyorsun? demeyip de;

Şu adam hakkında ne diyorsun? demesi imtihanın kuralına riayet etmek, Hz.

Muhammed'in gerçekten peygamber olduğunu ona sezdirmemek, bir başka ifadeyle

soru içerisinde cevabı da vermekten kaçınarak imtihandaki cevabın gizli kalması

esasına uymak içindir.

Metinde kabir sualini muvaffakiyetle atlatan bir mü'minin kabrinde kıyamete kadar
kalacağı ifade edilmektedir. Nitekim Tirmîzî'nin rivayetinde de: "... Sonra o iki melek
gelir güveği gibi uyu ki; onu (gelin ve güveyi) ailesinden elbet en çok sevdiği kişi
uyandırır, derler. O kişi Allah onu mahşerde yatağında uyandırmcaya kadar (orada
f6481

uyur)" Duyuruluyor.

Diğer bir hadis-i şerifte ise; "Hiç şüphe yok ki sizden biriniz öldüğü vakit kendisine
sabah akşam varacağı yer gösterilir. Cennetlikler -dense cennetlik olacak,
cehennenıliklerdense cehennemlik olacaktır. Kendisine: İşte senin yerin burasıdır...
[6491

denilecektir."

Muhammed Zekeriyya İbn Yahya el-Kandehlevî'nin Bezi üzerine yazdığı tahkikte ve
Bezi yazarının Bezl'de ifade ettikleri gibi bütün bu hadis-i şeriflerden anlaşılan şudur:
Ölü kabrinde kıyamete kadar uyur. Orada kaldığı sürece, cennet ve cehennemde

[6501

bulunan makamı kendisine sabah akşam arz edilir.
İmam-i Kurtubi'nin bu mevzudaki açıklaması da şöyledir:

"Ölülerce cennet ve cehennemin arz edilmesi, ruhendir. Bedenden bir cüzün de buna
iştirak etmesi mümkündür. Aslında kabirde kabir hayatında gündüz yoktur. Sadece
geceden ibarettir, ancak buradaki sabah ve akşamdan maksat, dünyadaki sabah ve
akşam vakitleridir.

Ancak şehidlerin ruhları için kabir hayatı sözkonusu değildir. Onlar doğrudan doğruya
[651]

cennete giderler."

Bu mevzuda Buharı şârihi Kamil Miras (r.a.) de şöyle diyor: "Sual melekleri meyyite



suallerini sorup gittikten sonra meyyitin vazifesi ne olur?

Cevap: Eğer Said kişi ise onun ruhu cennete gider. Eğer şakî ve günahkar bir kişi ise
onun ruhu da cehennemin kenarında büyük bir taş üzerine gider. İbn Abbas'dan
rivayet edildiğine göre bir kısım insanlar da Berzah-'ta bulunurlar ki burası, ne
cennettir ne de cehennem. Ashab-ı A'raf kıssası da buna delalet eder.
Bazı ulemanın beyanına göre ervah-ı suadâ cennette olmakla beraber kabirleriyle olan
alakaları bile kesilmez. Bu alaka, bilhassa cuma gece ve gündüzü ile cumartesi gecesi

[652]

güneş doğuncaya kadar pek canlı bir surette vuku bulur."
Bazı Hükümler

1- Kabir Suali haktır: Bu bakımdan mevzumuzu teşkil eden bu hadis kabir sualinin
hak olduğunu söyleyen Ehl-i sünnetin lehine, aksini iddia eden Rafîzîlerle
Haricilerden ve Mutezileden bazılarının aleyhine bir delildir.

2- Kabir hayatı ve azabı haktır. Kabir azabından Allah'a sığınmak gerekir.

3- Deccal çıkacaktır. Onun şerrinden Allah'a sığınmak gerekir. Rasulü ekrem
efendimiz sözü geçen hususlarda Allah'a şöyle sığınmıştır: "Ya Rab ben, kabir
azabından sana sığınırım, Mesih-i Deccal'in fitnesinden de sana sığınırım. Hayat ve

r6531

memat fitnesinden de sana sığınırım."

Sünen-i Ebu Davud'da bu mevzuda Hz. Peygamberin şöyle dua ettiği ifade ediliyor:
"Ey Allah'ım, cehennem azabından, kabir azabından, Deccal'in fitnesinden, hayat ve

16541

ölümün fitnesinden sana sığınırım."

4752... (Şu bir Önceki hadisin) bir benzerini de (yine) aynı senedle Ab-dulvehhab
rivayet etti; (Abdulvehhab) dedi ki:

"Bir kul kabrine konup ta arkadaşları undan ayrılıp gittiği zaman, o, (kendisinden
uzaklaşmakta olan) arkadaşlarının ayak tıkıltılarmı duyar. Hemen arkasından iki
melek gelip ona (şöyle) derler..." (Ab-dülvehhab aşağı yukarı bir) önceki hadise yakın
şeyler rivayet etti ve bu hadiste (şunları da) söyledi: "Kafirle münafık meleğe (şöyle)
derler." (Yani bu hadise bir Öncekinden farklı olarak) "münafık" kelimesini de ilave
etti (ve rivayetine devam ederek şöyle) dedi: "(Onun çıkardığı) bu feryadı ins ve

r6551

cinden başka ona yakın olan herkes işitir."
Açıklama

Bir önceki hadis-i şerifte Münker - Nekir in sorularına doğru cevap veremeyen
kimselere meleklerin vurduğu tokmakların seslerinin, insanlar ve cinlerden başka her-
kes tarafından işitildiği ifade edilirken burada insan ve cinlerin dışında sadece ölüye
yakın olan varlıkların işitilebileceğinden bahsedilmesi, bu iki hadisin arasında bir
çelişki olduğunu göstermez. Çünkü uzaklık konusunda âhiret ölçüleriyle dünya
ölçüleri birbirlerinden tamamen farklıdırlar. Dünyada en büyük uzaklık olarak
kullanılan "şark ile garp arası kadar" ifadesi âhirette bir evin iki duvarı arasındaki
mesafe kadar küçüktür. Binaenaleyh bu hadiste âhiret ölçüleriyle verilen "Ölünün



yakın çevresi" sözünde dünyadaki "Şark ile garp arası kadar uzak" sözü gibi bir son-
suzluk ölçüsü ifade ettiğinden bu iki ifade arasında bir çelişki sözkonusu değildir.
Binaenaleyh kabirde azab gören kimselerin feryadı insan ve cinlerin dışında yakın
olsun uzak olsun herkes tarafından işitilir. Bu hadisle ilgili açıklamayı bir önceki
hadisle (3230) numaralı hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum
[6561

görmüyoruz.

4753... Berâ Ibn Azib'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) ile birlikte en-sardan bir
adamın cenazesinde bulunarak defnetmek üzere Bakîl mezarlığına doğru yola çıktık.
Daha kabrin kazılması tamamlanmadan kabre vardık. Rasûlullah (s.a.) oturdu, kabrin
etrafına biz de oturduk. Sanki başlarımızın üzerinde birer kuş varmış gibi (sakin
duruyor) idik. (Hz. Peygamber) elindeki bir çöple yeri karıştırıyordu. Derken başını
kaldırıp iki ya da üç defa: "Kabir azabından Allah'a sığınınız" buyurdu.
Cerir'in rivayetinde burada (şu) ilave vardır:
Ve (Hz. Peygamber şöyle) buyurdu:

"Muhakkak ki (ölü kendisini defnedenler) dönüp giderlerken (soru meleği tarafından)
kendisine: "Ey adanı, Rabbin kimdir? Dinin nedir, peygamberin kimdir?" diye
sorulduğu sırada (onların) ayak seslerini duyar."

Hennâd (da hadisin bundan sonraki kısmını şöyle) rivayet etti: (Hz. Peygamber

sözlerine devam ederek şöyle) dedi: "Ve ona iki melek gelir. Onu oturtarak ona

"Rabbin kimdir?" derler:

Rabbim Allandır, der sonra ona:

Dinin nedir? derler:

Dinim İslam'dır, der, sonra:

"Şu size gönderilen adam da kimdir? diye sorarlar.

"Salat ve selam üzerine olsun, O Allah'ın Rasûlüdür, cevabını verir. Sonra bunu:
"Sana öğreten nedir?" derler; (o da):

"Ben Allah'ın Kitabım okudum, ona inandım ve (onu) tasdik ettim der." Cerir'in
rivayetinde (şu) ilave vardı: "Bu (nu bana öğreten şey) Aziz ve Celil olan Allah'ın (şu)
sözüdür: "Allah inananları dünya hayatında da ahirette de sağlam bir sözle tesbit
eder." (İbrahim (14) 27)

(Bu hadisin bundan) sonra (ki kısmında hadisin ravileri olan Cerir ile
Ebu Muaviye rivayetlerinde) birleşerek hadisin kalan kısmını şöyle rivayet ettiler:
(Hz. Peygamber sözlerine devamla şöyle) buyurdu: "Bunun üzerine gökten bir münadî
Kulum doğru söyledi. Ona cennetten bir yer hazırlayınız ve ona cennete (açılan) bir
kapı açınız. Hemen arkasından o kula (cennetin) esintisi ve hoş kokusu gelmeye başlar
ve daha kabrinde iken ufku gözünün alabildiği kadarmca açılıp genişler. "Kafire
gelince..." (Hz. Peygamber hadisin bu kısmında) kafirin ölümünü anlattı. (Onun
ölümün nasıl zor ve şiddetli olduğunu açıkladıktan sonra şöyle) buyurdu:
"Muhakkak ki kafirin ruhu da cesedine iade edilir. Sonra ona iki melek gelip onu
oturtarak kendisine:

Rabbin kimdir? derler O (korkusundan): hık-mık edip:
Bilmiyorum, cevabını verir. Bunun üzerine
Dinin nedir? derler (yine) hık-mık ederek:
Bilmiyorum der, sonra:

Size gönderilen adam da ne oluyor? derler, (yine) hık-mık edip:



Bilmiyorum cevabını verir. Bunun üzerine gökten bir bir münadi:
Yalan söylüyor, ona cehennemden bir yer hazırlayınız. Cehennem elbiselerinden bir
elbise giydirin. Ve ona Cehenneme (açılan kapılardan) bir kapı açınız." diye seslenir.
O sırada (cehennemin) sıcağı yakıcı havası kendisine gelmeye başlar. Kabri kendisine
(öyle bir) daraltılır (ki) kaburga kemikleri birbirine girer." Cerir'in rivayetinde (şu)
ilave vardır:

"Sonra ona yanında demirden bir tokmak olan kör ve dilsiz (bir zebani) musallat
edilir. Eğer o (tokmak) dağa vurulsa (dağ) toz haline gelir. (Zebanı) o tokmağı o kafire
öyle bir vurur ki, o vuruşu (n sesini) insanla cinden başka şark ve garb arası (nda
bulunan tüm varlıklar) işitir. (O kafir de yediği bu darbe ile) toz haline gelir, sonra

£6571

(azabın devam etmesi için o kafirin) ruh(u tekrar) kendisine iade edilir."

r6581

4754... (Bir önceki) hadisin bir benzeri Ebu Ömer Zazan'dan rivayet edilmiştir.
Açıklama

Bu hadislerle açıklama (4751) numaralı hadisin şerhinde yapıldığından burada tekrara

[659]

lüzum görmüyoruz.

24, 25. Mizan (Amellerin Tartılması)

4755... Hasen (r.a.) den (rivayet edildiğine göre? Aişe (r. anhâ) cehennem (ateşini)
hatırlayıp da ağlamış, bunun üzerine Rasûlullah (s.a.):

"Seni ağlatan nedir?" diye sormuş (Hz. Aişe de): (Cehennem ateşini) hatırladım da
onun iç;n ağlıyorum, demiş (sonra Peygamber Efendimize hitaben):
"Siz kıyamet gününde aile halkınızı hatırlayacak mısınız?" demiş, bunun üzerine
Rasûllullah (s.a.):

"Üç yer var ki orada kimse kimseyi hatırlamaz:

1- Ameller tartiiırken terazisinin hafif mi yoksa ağır mı geldiğini öğreninceye kadar.

2- (Kendisine) amel defterinin verileceği sırada (yani): "Alnı kitabımı okuyun" (el -
Hakka (69) 19) sözünü henüz söylemeden Önce; (yani kişi) kitabının sağından soluna
mı yoksa arkasına mı nereye konulacağını bilinceye kadar (geçen zaman içerisinde);

3- Sırat (tan geçme) esnasında (yani Sırat köprüsü) cehennemin üstüne kurulduğu (ve
kişiye haydi buradan geç denildiği) zamanda."

(Ebu Davud der ki: Bu hadisi bana rivayet edenlerden) Yakub (hadisi bana) Yunusdan
(diyerek "an" harf-i cerriyle muaftan olarak) rivayet etti. Oysa diğer .şeyhim Humeyd
îbn Mes'ade daha güvenilir bir rivayet ifadesi olan "ahbarani" kelimesiyle rivayet etti.)

r6601

Şu yukarıda geçen metin onun (Yakub'un) rivayetidir.
Açıklama

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis, amellein tartılması haktır, diyen ehl-i sünnet
ulemasının lehine, amellerin tartılmasını inkar eden Mutezilenin ise aleyhine bir



delildir.



Nitekim Cenab-ı Hakk: "O gün vezn, (yani amellerin tartılması) haktır."
buyurmuştur. "Mizan (amellerin tartılması ve terazi) amellerin miktarının bilinmesini
temin eden şeyden ibarettir." Akıl bu terazinin ve amellerin tartılmasının keyfiyetini
(ve mahiyetini) idrak etme gücüne sahip değildir. Buradaki terazi sözünü ulemanın
büyük çoğunluğu, iki kefesi, iki kolu ve bir dili olan terazi, şeklinde anlamış hatta bu
şekilde resimler bile yapılmıştır. Fakat aslında bu terazinin şekil ve keyfiyeti
meçhuldür. Bugün ses, hareket ve elektrik gibi cisim ve araziarı ölçen aletler vardır.
Amelleri ölçen terazi ve bizce biçimi bilinmeyen, fakat insanların işledikleri fiilleri en
iyi ve en doğru biçimde tartmaya yarayan bir ölçü aletidir. Bu aleti tecessüm ettirmeye
ve tasvir etmeye ihtiyaç yoktur.

Mu'tezile, "ameller arazdır (onun tartılması için iade edilmesi mümkün değildir) iadesi
mümkündür desek bile tartılması ve Ölçülmesi imkansızdır. Zira ameller, Allah Teâlâ
tarafından bilinmektedir. Onun için de (mikdarı malum olan bir şeyin) tartılması
abestir" diyerek amellerin-tartılmasmı inkâr etmiş (ve bu konudaki naslan da te'vil
etmiş)tir.

Oysa hadiste de geçtiği gibi tartılacak olan amel defteridir. Burada anlaşılması müşkil
bir şey yoktur. Allah Teâlâ'mn fiillerinin bir takım maksatlarla muallel olduğunu (ve
bazı hikmet ve maslahatları bulunduğunu) kabul etmemiz halinde, diyeceğimiz şey
şudur: Amellerin ölçülmesinde ve tartılmasında mahiyetini kavrayamadığımız bazı
hikmetlerin bulunması mümkün ve muhtemeldir. Bu nevi hikmetleri bilemeyişimiz

\662]

tartılma hikmetinin abes olmasını gerektirmez.

Aslında kıyamet gününde insanın etrafındaki insanlara seslenerek "Alın kitabımı
f6631

okuyun." diyerek sevincini izhar etmek anı, mevzumu'zu teşkil eden hadis-i
şerifte söz konusu edilen kişinin: "evladü ıvalini dahi düşünemeyeceği" üç dehşetli
anından birisi değil, bilakis en sevinçli olduğu anlarından bindir.
Binaenaleyh, her ne kadar metinde geçen bu mevzuyla ilgili cümlenin zahiri "kişi
amel defterinin verildiği sırada evladü iyalini dahi düşünemeyecek derecede büyük bir
korkuya kapılacaktır" gibi bir mana ifade ediyorsa da biz bu gerçeği gözönünde
bulundurarak sözü geçen cümleyi "amel defterinin verileceği sırada" diye tercüme
ettik. Nitekim Bezlü'I Mechûd yazarı da bu cümlenin bu manaya geldiğine dikkatleri
f6641

çekmiştir.
Bazı Hükümler

1- Amellerin tartılması haktır.

2- Amd Nite]dm yüce Allah "Kıyamet günü herkes için bîr kitap çıkaracağız ki,

r6651

açılmış olarak önüne konulacak." buyurmuştur. Müminlerin amel defterleri

\666]

Kur'ân-ı Kerim'in haber verdiği üzere sağ tarafından, kafırlerinki ise sol ve arka

16671

taraflarından verilecektir.



3- Kıyamet gününde insan amelleri tartılırken, amel defteri verileceği sırada bir de
Sırat köprüsünü geçmeden önce korku ve telaşı kendisinden başka kimseyi
düşünemeyecek kadar büyüktür.

Her ne kadar hadisin zahirinden peygamberlerin de bu telaşa kapılacakları anlaşılırsa
da peygamberlere Allah'ın bu hususta Özel bir te'mina-tı olduğundan, onlar için böyle

[6681

bir korku ve telaş sözkonusu değildir.

25, 26 Deccal (Konusunda Gelen Hadisler)

4756... Ebu Ubeyde İbn el-Cerrah'dan demiştir ki: Ben Rasûlullah (s.a.)'ı şöyle
buyururken işittim: "Nuh (a.s.)'dan sonra ümmetine Dec-cal'in tehlikesini haber
vermeyen bir peygamber yoktur. Ben size onun tehlikesini haber veriyorum." Sonra
Rasûlullah (s. a.) bize Dec-cal'in niteliklerini anlattı ve: "Belki beni görüp dinleyen
(bazı) kimse (1er) de ona yetişebilir" buyurdu. (Bunun üzerine orada bulunanlar): "Ey
Allah'ın rasulü, o gün kalplerimiz nasıl olacak, bugünkü gibi mi (olacak)?" dediler.

[6691

(Hz. Peygamber de): "Yahut da daha hayırlı (olacak)" buyurdu.
Açıklama

ed-Dâcil: Karıştırıcı ve yalancı demektir. Bu isim, Deccal'a da bu manadan hareketle
verilmiştir, ki bunun Deccaîliği sihri ve yalanıdır. İbn Haleveyh, Deccal kelimesini,
Ebu Amr'dan daha güzel tefsir eden olmadı, demiştir. Dedi ki: Deccal yaldızlayıcı
demektir. "Decceltü's-seyf gibi ki parlatmak ve altın suyuna batırmak manasını ifade
eder. Deccal de bâtılı yaldızlayıp hak gibi göstermek ister. el-Ezherî her yalancının
Deccal olduğunu söyler. Altın suyuna "ed-Dücal" denir. Deccal de gizlediği şeyin
aksini beyan edip izhar ettiği için ona benzetilmiştir. Ebü'l-Abbas da Deccal olarak
isimlendirilişi, haberleri halka tahrif ederek söylemesi, gerçeği gizleyip batılı

[6701

süslemesindendir, demiştir.

Deccal, kıyamet günü yaklaştığında, Mehdi'den önce zuhur edecek ve yeryüzünde
fesat çıkartacaktır. Hristiyanlar, ona "yalancı mesih" derler. İslam'da Müseyleme gibi
peygamberlik iddia eden otuz kadar Deccal' den bahsedilmiş, en büyük fitneye sebep
olacak Deccalin ise, ahir zamanda çıkacağı haber verilmiştir. Hadis-i şeriflere göre

[6711 '

Deccal, doğuda çıkacaktır. Mesih'ten önce otuz tane yalancı Deccal çıkacaktır.
[6721 " ' [6731

Deccal çıktığı zaman yanında su ve ateş bulunacaktır. İnsanlar Deccal'den

[6741 [6751
korkarak dağlara kaçacaklardır. Sonunda Hz. İsa, Deccaî'i öldürecektir.
4757 numaralı hadiste Nuh (a.s.)'tp da kavmini Deccal'in tehlikesinden sakındırdığı
ifade edildiğinden metinde geçen, "Nuh (a. s.) dan sonra" mealindeki cümleyi, Nuh
(a.s.)'dan itibaren şeklinde anlamak icabeder. Aslında Hz. Peygamberden önceki bütün
peygamberlerin kendi sağlıklarında ve peygamberlik dönemlerinde Deccal'in
gelmeyeceğini bildikleri halde ümmetlerini onun tehlikesinden sakmdırmaya çalışmış
olmaları, asıl sakındırmak istedikleri şeyin Deccal'in kendisi olmayıp temsil ettiği batıl



fikirler ve mü'minlerin saf akidelerini bozan bozguncu görüş ve çabalar olduğuna
delâlet eder.

Binaenaleyh, geçmiş ümmetlerden olup da hak yoldan saparak dalâlet vadilerine
düşen kimseler de Deccal'in zamanına yetişememiş olsalar bile kabirlerinde yatarken
yine Deccal'in taraftarları olarak yatmaktadırlar ve onunla haşredileceklerdir.
Metinde geçen: "Beni görüp dinleyen (bazı) kimseler de ona yetişebilir" cümlesine
gelince; Hz. Peygamberin sözlerini rivayetler vasıtasıyla, daha sonraki asırlarda ve
dolayısıyla Deccal'in çıktığı asırda yaşayan kimselerin de okuyup öğrenmeleri ya da
dinleyip işitmeleri mümkün olduğundan bu cümlenin anlaşılmasında bir müşkil yoksa
da söz konusu cümlede geçen "beni gören" cümlesini anlamak oldukça müşkildir. Bu
bakımdan ulema bu sözü açıklarken bazı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunlardan
bazıları şöyledir: Hem Hz. Peygamberin zamanına hem de Deccalin zamanına
yetişenler insanlara nisbetle çok daha uzun Ömürlü olan cinniler olabilir. Yahut da
bunlar Hz. Peygamberi gördükleri halde Hz. Osman'ın öldürülmesine iştirak ederek
İslam aleminde bitmez tükenmez fitnelerin doğmasına sebep olanlarla bu fitneler
içerisinde doğup gelişen ve mü'minlerin saf inancını bozmaya yönelik olan
"Kaderiyye" gibi akımlardır. Meseleleri çoğu zaman materyalist bir yaklaşımla ele
alan bu akım bir anlamda kendi dönemlerinde materyalizmin de temsilcisi ve dolayı-
sıyla Deccal'in temsil ettiği fitnenin öncüsü olmuşlardır.

Öyleyse Hz. Peygamberin Deccal diye vasıflandırdığı şahıs böyle bir fitnenin
temsilcisidir ve Hz. Peygamberi görüp işitenlerden de daha sonraki dönemlerde bu
fitneye karışanlar olmuştur ve Hz. Peygamberin verdiği haberler gerçekleşmiştir.
Musannif Ebu Davud'un bu hadisi sünnet bölümüne yerleştirdiğine bakılırsa, onun da
Deccalin belli bir şahıs olmayıp fitne ve tefrikanın temsilciliğini yapan tüm batıl
fikirler olduğu görüşünü taşıdığı anlaşılmaktadır.

Cumhuru ulemaya göre Deccal ile ilgili hadîslerin her biri mütevatir olmasa da manen
mütevatir hadislerle sabit olmuştur. Onun çıkacağını inkar etmek küfürdür. Yalnız
Deccal bir değil birkaç kişidir. Çıkış zamanlan belli değildir. Bir zamanda birkaç
Deccal bulunabileceği gibi ayrı ayrı zamanlarda da olabilirler. İlhad ve zulmün

16761

durumuna göre Deccal küçük veya büyük olur. Nitekim; "Her biri Allah'ın
Rasulü olduğunu iddia eden otuza yakın Deccal çıkıncaya kadar kıyamet

[6771

kopmaz, "buyuruhnuştur.

Hâsılı kelam, çeşitli zamanlarda çeşitli Deccaller çıkarak mevzûmuzu teşkil eden
hadis-i şerifte kasdedilen ve kıyamete yakın çıkacak olan esas Deccalin çıkmasına
zemin hazırlayacaklardır. Her ne kadar metinde, Deccalin çıktığı günlerde bulunan
müslümanlann kalplerinin Hz. Peygamber günündeki müslümanlann kalplerinden
daha hayırlı olacağı ifade ediliyorsa da, esas Deccal çıktığı zamana erişen kimselerin
kalplerinin Hz. Peygamber devrinde yaşayan müslümanlann kalplerinden daha hayırlı
olması demek, her bakımdan temiz olması demek değil, mesela Deccalin çıkışını
görüp bu hususta daha da mutmain olmak gibi bazı cihetlerden daha üstün olması

[6781

demektir. Tirmîzî bu hadis hakkında "hasen-garib" tabirini kullanmıştır.

4757... Salim (İbn Abdullah İbn Ömer')den demiştir ki: Peygamber (s. a.) bir gün
halkın arasında ayağa kalkıp Allah'a layık olduğu şekilde hamd-ü senada bulunduktan



sonra Deccal'den bahsetti de (şöyle) buyurdu:

"Muhakkak ki ben sizi on (un şerrin) den sakındırıyorum, on(un şerrin)den ümmetini
sakındırmamış bir peygamber de yoktur. Hz. Nuh da kavmini on(un şenin) den
sakmdırmıştır. Fakat ben size (şimdi) Deccal hakkında hiç bir peygamberin ümmetine
söylemediği bir söz söyleyeceğim:

[6791

Bilesiniz ki Deccal (in bir gözü) kördür. Allah tek gözlü değildir."
Açıklama

Deccal hakkındaki rivayetlerde birbirine zıt tavsifler yapılmıştır. Mesela rivayetlerin
birine sağ gözünün, diğerinde sol gözünün kör olduğu, bir rivayette de gözünün
silinmiş gibi dümdüz olup üzerinde kaim bir derinin bulunduğu, başka bir rivayette ise
gözünün iri üzüm tanesi gibi yuvasından fırlamış olduğu bildirilmektedir. Aynî bu
rivayetlerin arasını şöyle bulmuştur. Deccal'in bir gözü tamamıyla kör Ötekisi de
sakattır. Bu itibarla her ikisi için de kör tabiri kullanılabilir. Çünkü a'ver kelimesinin
aslı kusurlu manasına gelir. Deccal, Allah'lık davasına kalkışacağı için hadis-i şerifte:
"Şüphesiz ki Allah tek gözlü değildir" buyurularak hem Deccal'in bu davası tekzib

r6801

edilmiş, hem de Hak Teâlâ noksanlıklardan tenzih buyurulmuştur.

26, 27. İslam Toplumundan Ayrılanlarla Savaşmanın Hükmü

4758... Ebu Zer (r.a.)'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s. a.) şöyle
buyurmuştur: "Her kim (İslam) cemaati (nden) bir karış kadar uzaklaşırsa (o kimse)

1681i'

boynundan İslam boyunduruğunu çıkarmış olur."
Açıklama

İslam toplumundan alakayı kesmekjslam cemaatinin inancına ters düşmek ve İslam
devlet başkanına haksız yere isyan etmekle olur. Nitekim bir hadis-i şerifte: "Her kim

r6821

taatten çıkar ve cemaatten ayrılırsa cahilliyyet ölümü ile ölür..." buyurulmuştur.
Binaenaleyh, fasik ve zalim âmirler masiyeti emretmedikleri sürece onlara itaat
T6831

vacibdir."

Nitekim bir hadis-i şerifte: "Dinler ve emrine itaat edersin. Sırtın dövülse ve malın
f6841

alınsa bile" buyurulmuştur. Binaenaleyh Kitap ve sünnete bağlı İslam

müctehidlerinin yönlendirdiği İslam toplumundan ayrılan kişi, aynı zamanda İslam ile
ilgili olan bağlarını da koparmış olacağından o inancını tehlikeye sokmuş demektir ki,
her zaman için İslam dairesinden çıkma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Musannif (Ebu
Davud r.a.) mevzuumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte, Haricilerin İslamm dördüncü
halifesi olan Hz. Ali'ye karşı çıkmalarında Hz. Ali'nin yönlendirdiği İslam
toplumundan ve bu yüzden de İslam dairesinden çıktıklarına bir işaret bulunduğuna



T6851

inandığı için bu hadisi bu bölüme yerleştirmiştir.

4759... Hz. Ebu Zer (r.a.)'den demiştir ki: Rasûlullah (s. a.): "Benden sonra gelip de şu
ganimet (1er) i (n dağıtımında haktan ayrılıp kendi menfaatlerini) tercih eden devlet
başkanlarıyla haliniz nice olacaktır?" buyurdu.

Ben de: "Seni hak (peygamber) olarak gönderen zata yemin ederim ki, o zaman ben de
kılıcımı boynuma koyar (ve imamın adaletle muamele etmesi için ya o) sana
kavuşuncaya ya da ben sana kavuşuncaya kadar onunla çarpışırım." dedim. "Sana
bundan daha hayırlısını haber vereyim mi? Bana kavuşuncaya kadar sabredersin"
r6861

buyurdu.
Açıklama

Masiyetle emretmediği sürece İslam devlet reisine itaat vacib olduğundan ve masiyetle
emretmediği halde İslam devlet reisine isyan etmenin, insanın İslam toplumundan ay-
rılmasına ve bir önceki hadisin verdiği haber gereğince, İslamla olan bağlarının
kopmasına sebep olacağından devlet reisinin herhangi bir zulmünü veya fışkını
görünce hemen ona isyan etmek netice itibariyle çok tehlikelidir.
Bu bakımdan Rasulü zişan efendimiz bu hadis-i şerifinde bizleri masiyet ile
emretmeyen İslam devlet başkanlarına isyan etmek s akı ndırm aktadır.
Nitekim İslam tarihinde kendilerince İslam devlet başkanında bazı kusurlar görerek
isyan etmek suretiyle İslam cemaatine ters düşerek İslam dairesinden çıkan cemaatler
yok değildir. Bir önceki hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi bunların başında
Hariciler gelir.

İşte musannif Ebu Davud bu hadisi Haricilerle pek yakından ilgili gördüğü için bu

£6871

baba yerleştirmiştir.

4760... Peygamber (s.a.)'in hanımı Ümmü Seleme'den (rivayet edildiğine göre)
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"İleride sizin başınıza bir takım devlet başkanları gelecektir. Bunlardan (göreceğiniz)
bazı işleri (Allah-m ve Rasûlü'nün emirlerine uygun olduğu için) iyi karşılayacaksınız;
Bazı işlerini de (Allah'ın ve Rasulünün emirlerine aykırı olduğu için) reddedeceksiniz.
(Allah'ın ve Rasûlünün emirlerine aykırı olan bu davranışları) reddeden kimse (nin
durumu ise, aşağıda açıklandığı gibidir:)

Ebu Davud der ki: Hişarn (bu cümleyi) "dili ile reddeden kimse (bu mevzuda üzerine
düşen sorumluluklardan ve nifaktan) kurtulmuştur. Kalbiyle reddeden kimse ( o
başkanın günahına iştirak etmekten) kurtulmuştur. Fakat (o başkandan) razı olan ve
(kendisine) uyan kimse ise (onun günahına ortak olmuştur", şeklinde) rivayet etti.
(Lakin el-Mualla îbn Ziyad bu cümleyi naklederken "dili ile reddeden kimse" sözünü
rivayet etmedi). Bunun üzerine (orada bulunanlar tarafından) "Ey Allah'ın rasulü
onlarla savaşmayalım mı?" diye soruldu da (Hz. Peygamber);

r6881

"Hayır, namaz kıldıkları sürece (Onlarla savaşmayınız)" buyurdu.



Açıklama



Bu hadisi şerif gelecekten haber veren bir mucizedir yerilen nat,er olduğu gibi zuhur
etmiştir. Bir kötülüğü defetmekten âciz kalan insanın mücerred susmakla günaha
girmeyeceği, günaha ancak ona kalben razı olduğu zaman gireceği ve keza halife,
İslamm esaslarından bir şey değiştirmedikçe sırf zulmünden, ve fışkından dolayı

r6891

aleyhine ayaklanmanın caiz olmadığı, bu hadisin delalet ettiği hükümlerdendir.

4761... Ümmü Selem (r.anhâ)'den (bir önceki hadisin bir de) manası (rivayet
edilmiştir. Bu rivayete göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "(O başkanın dine
uymayan işlerini) çirkin gören (sorumluluktan ve nifaktan) uzak kalır. Reddeden de
(onun günahına iştirak etmiş olmaktan) kurtulur."

Katade (bu cümleyi açıklarken şöyle) dedi: Yani "kalbiyle reddeden ve çirkin
r6901

gören."
Açıklama

1691]

Bu hadisle ilgili açıklama bir önceki hadisin şerhinde geçmiştir.

4762... Arfece (r.a.)'den demiştir ki: Rasulullah (s.a.v) ı şöyle buyururken dinledim:
"Hiç şüphesiz ki ileride birtakım fitneler olacaktır. Her kim müslümanlar derli toplu
bir halde iken onların işlerini dağıtmak isterse kim olursa olsun o kimseye kılıçla
[692]

vurunuz."
Açıklama

Henât: Fitne ve fesat anlamlarına gelir. Bu kelime hayır hakkında kullanılmaz. Mutlak
şer için kullanılır. İbnü'l-Esir'in "en-Nihâye"deki açıklamasına göre bu kelimenin
müfredi "Henef tir. Çoğulu "Henevât" şeklinde de gelir.

İmam-i Nevevi de bu kelimenin, yeni zuhur eden olay ve fitne anlamına geldiğini,
hadis-i şerifte kasdedilen mananın da bu olduğunu söylemiştir.

"Müslümanların derli toplu olmasi"ndan maksat, birlik ve beraberlik içerisinde olup
aralarında duygu ve düşünce birliğini sağlayıp teşkilatlanmaları ve tek yumruk ve tek
ses haline gelmeleridir.

Müslümanlar böyle bir durumda iken onların dirliğini ve birliğini bozmaya kalkan bir
kimse, onların kılıçlarına hedef olur ve vücudu ortadan kaldırılmayı hak eder. Bu
fitneyi bu şekilde önlemek müslümanlarm kaçınılmaz görevidir.

£693]

İsterse bu fitneyi çıkarmak isteyen kendilerinin en ileri gelenlerinden olsun.
27,28. (Sahabilerin) Haricilere Karşı (Yaptıkları) Savaş

4763... Abide (es-Selmanî) den (rivayet edildiğine göre) Ali (r.a.) Nehravan (da



karargah kuran Harici) cemaatinden bahsetmiş de (şöyle) demiş:
"Onların arasında kolları doğuştan çok kısa olan bir adam vardır. Eğer
şımarmayacağınızı bilseydim Allah'ın onlara karşı savaşanlar için Mu-hammed
(s.a.)'in diliyle yaptığı va'di size haber verirdim."

(Abide rivayetine devam ederek) dedi ki: (Bunun üzerine) ben (Hz. Ali'ye): "Sen
(gerçekten Allah'ın verdiği) bu va'di Hz. Peygamberden (kulağınla) işittin mi?" dedim

\694]

de; "Kabe'nin Rabbine yemin olsun ki evet (işittim)" cevabını verdi.
Açıklama

Nehrevân: Bağdad ile Vâsit arasında bir yerin adı olup h 3g (M 658) yılmda hahfe Ali

£6951

ile Hariciler arasında vukua gelen muharebe sebebi ile meşhur olmuştur.
Hariciler: Sıffîn savaşındaki Hakem olayından sonra, Hz. Ali'ye isyan ederek ondan
ayrılan ve Abdullah b. Vehb er-Rasbi'ye bey'at eden, onu imam tanıyan bir
topluluktur. Bilindiği gibi Haricilik îslam tarihinde tekfir mekanizmasını ilk işleten
mezheb olmuştur. Hariciler başta Hz. Osman ve Hz. Ali olmak üzere sahabenin ileri
gelen şahsiyetlerini tekfir etmişlerdir. Bu sebeple kelamcılardan bir grup, ayet ve
hadislerde Allah'ın ve peygamberin övgüsüne mazhar olmuş, hatta hayatlarında iken
cennetle müjdelenme şerefine erişmiş kişileri kâfir saydıkları için Haricilerin küfre
düştüklerini, çünkü sahabiyi tekfirin Allah rasulünü yalanlamak olduğunu
f6961

söylemişlerdir. Ancak, fıkıhçilarla hadisçilerin büyük çoğunluğu bu görüşte
değildir. Bir sonraki hadis ile 4770 no'lu hadisin açıklamasında bu hususa bir daha
değinilecektir.

Mevzûmuzu teşkil eden bu hadis-i şeriften anlaşılıyor ki daha Hariciler çıkmadan
önce, Hz. Ali, Hz. Peygamberden; zamanla İslam aleminde okun fırlayıp yaydan
çıktığı gibi dinden çıkan bir toplumun zuhur edip fitne ateşini tutuşturacaklarını ve
sabır ve ihlasla onların karşısına çıkacak bir cemaatin onlara karşı verdikleri savaştan
dolayı çok büyük ecir ve makamlara erişeceklerini işittiğini, üstü kapalı bir şekilde
ifade etmiş, fakat onlarla savaşanlara, bu savaştan dolayı kazandıkları mükâfatı ve
fazileti haber vermenin kendilerini şımartacağından korktuğu için bunu açıklamaktan
kaçınmıştır.

Haricilere karşı savaşan kimselerin Allah katındaki makamları ne kadar yüksek olursa
olsun faziletlerini duymaları neticesinde tekebbüre kapılmaları mümkün olduğundan,
Hz. Ali onların Haricilerle savaşmaları neticesinde Allah katında erişecekleri makamı
Hz. Peygamberden duyarak öğrendiği halde açıklamaktan kaçınmıştır. Gerçekten de
Hz. Peygamberin istikbale ait verdiği bu haber, aynen haber verildiği şekilde çıkıyor.
Bu bakımdan mevzûmuzu teşkil eden bu hadis, Hz. Peygamberin mucizelerinden
16971

biridir.

4764... Ebu said el Hudrî'den; demiştir ki; Hz. Ali, Peygamber (s.a.)'e toprağı ile
karışık halde olan bir altın parçası göndermişti. (Hz. Peygamber de) onu dört kişi
arasında (yani önce) Hanzala kabilesinden iken sonra el Mecâşi' kabilesine nisbet
edilen, el-Akra' İbn Habis ile Uyeyne İbn Bedr el-Fezarî ve (önce) et-Tay



kabilesinden, sonra Nebhan oğullarından biri olan Zeydü'1-Hayl ve (önce) Amir
oğullarından sonra Kilab oğullarından biri olan Alkame İbn Ulase arasında paylaştırdı
da bu yüzden Kureyş ve ensar (dan bazı kimseler) kızdılar ve:

"Necd halkının ileri gelenlerine veriyor da bizi bırakıyor" dediler. Bunun üzerine (Hz.
Peygamber söz alıp; "Ben bu külçeyi onlara vermekle kalplerini İslama) ısındırmak
istiyorum" buyurdu.

(Ebu Said el-Hudri rivayetine devam ederek şöyle) dedi: "Defken (Harkus İbn Züheyr
Zülhuvaysıra isimli) çukur gözlü, elmacıkları çıkık, çıkık alınlı, sık sakallı (ve başı)
tıraş edilmiş bir adam (ayağa) kalktı (ve): "Ey Muhammed Allah'dan kork!" dedi. (Hz.
Peygamber de): "Ben isyan edersem Allah'a kim itaat eder? Allah bana yeryüzünde
yaşayan insanlar hakkında güvenirken siz nasıl olur da bana güvenmezsiniz?"
buyurdu. Halid İbn Velid olduğunu zannettiğim bir adam onu öldürmek için izin
istedi. (Rasûlullah s.a.) izin vermedi. O adam dönüp gidince (Peygamber efendimiz
şöyle) buyurdu: "Bu adamın soyundan bir kavim türeyecektir ki: (O kavim) Kur'an-i
okurlar da (okudukları Kur'an) gırtlaklarından aşağıya geçmez. İslamiyetten okun avı
delip geçtiği gibi çıkarlar. (Onlar) putperestleri bırakırlar da müslümanları öldürmeğe
çalışırlar. Ben onlara yetişmiş olsam kesinlikle kendilerini Ad kavminin tepelendiği
[6981

gibi tepelerim."
Açıklama

Bu hadis, İslam tarihinde tekfir mekanizmasını ilk defa harekete geçirdikten sonra
putperestleri bırakıp ehl-i kıbleyle mücadeleye tutuşan, Hz. Osman ve Hz. Ali gibi
haklarında cennetlik olduklarına dair Hz. Peygamberin şehadeti bulunan kimseleri bile
tekfirden çekinmeyen Haricilerin bu hareketleriyle din dairesinden çıktıklarına ve
kanlarının heder olduğuna delâlet etmektedir. Bu mevzuda Bezi yazarı Şeyh Halil
Ahmed şöyle diyor: "Bu hadis-i şerifle bazıları, Haricilerin dinden çıktıklarına
hükmetmişlerse de bize göre Hz. Peygamberin onları öldürmek istemesi onların
dinden çıktıklarını göstermez. Gerçekte onlar dinden çıkmamışlardır. Hz.
Peygamberin onları tepelemek istemesi devlet başkanına isyan edeceklerini
bilmesindendir." Nitekim 4770 numaralı hadis-i şerifin açıklamasında da geleceği

f6991

üzere fıkıhçılarm ve ha-disçilerin büyük çoğunluğunun görüşü de budur.

4765... Ebu Said el-Hudri ile Enes İbn Malik'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah
(s.a.): "İleride ümmetim içerisinde anlaşmazlıklar ve bölünmeler olacaktır. (Bu
bölünmeler neticesinde ortaya çıkacak olan) bir cemaat güzel laf edecek ama işleri
bozuk olacak, Kur'ân okuyacaklar da (okudukları Kur'ân) gırtlaklarını geçmeyecek.
(Onlar) İslâmiyetten okun avı delip geçtiği gibi çıkarlar, (atılan ok yay üzerindeki)
yerine gerisin geri dönmedikçe (onlar da dinlerine) dönmezler. (Onlar) müsfümanlarm
ve yaratıkların en şerlileridir. Onları öldüren veya onlar tarafından öldürülen kimselere
müjdeler olsun. (Sözü geçen bu şerli kimseler öyle kimselerdir ki, insanları) Allah'ın
kitabına çağırırlarsa da o kitaptan (yanlarında bilgi adına hatırı sayılır) bir şey yoktur.
(Ya da o kitapla pek ilgileri yoktur.) Onlarla savaşan kimse Allah'a onlardan daha
yakın olur." buyurdu. (Bunun üzerine orada bulunanlar):

"Ey Allah'ın Rasulü (onların) alâmetleri nedir?" diye sordular da; "Saçlarını kökten



r7ooı

tıraş etmeleridir" buyurdu.

4766... Hz. Enes, Rasûlullah (s.a.)'dan (bir önceki hadisin) bir benzerini daha (rivayet
etmiştir). (Hz. Enes'in bu rivayetine göre Hz. Peygamber bu hadisin sonunda):
"Onların alameti saçlarını kökten tıraş etmeleri ve saçlarını yıkamayı terk etmeleridir.

um

Gördüğünüz zaman onları öldürünüz" buyurmuştur.
Açıklama

Mevzûmuzu teşkil eden bu iki hadis-i şerifte, vasıflan belirtüen kimseîer Haricîlerdir.
Nitekim Müslim'in bir rivayetinde, bu kavmin, bu hadislerde belirtilen sıfatları
sayıldıktan sonra: "Bunlar, insanlar tefrikaya düştükleri zaman ortaya çıkarlar.
"278buyurulması da bu fırkanın Hariciler olduğunu açıkça isbat eder.
Çünkü Hâriciler Hz. Ali ile Muaviye arasında çıkan tartışmalar sonunda zuhur
r7021

etmiştir.

Bazı Hükümler

1- Haricîler ve bâeîlerle harbetmek farzdır.Bu hususta ittifak vardır.

Kadı Iyaz (r.a.)'nin açıklamasına göre, Hariciler veya diğer bid'at fırkaları,
müslümanlarm devlet başkanlarına haksız yere karşı çıkarlar ve cumhurun re'yine
muhalefette bulunurlarsa önce kendileri tehdid edildik-' ten sonra söz dinlemedikleri
takdirde kendileriyle harb etmenin vacib olduğunda bütün ulemâ ittifak halindedir.
Lakin yaralılarına dokunulmaz, bozulan orduları takib olunmaz, esirleri öldürülmez,
malları da yağma edilmez. Böyleleri taatten çıkmadıkça ve fiilen harbe girmedikçe
kendilerine harb açılmaz va'z-u nasihatta bulunulur.

Fakat bütün bu izahat, bâğîlerin bid'at sebebiyle dinden çıkmamış olanlarına göredir.
Bid'atleri sebebiyle dinden çıkarlarsa mürted hükmü icra olunur.

2- Mürted hükmünde olan Haricîleri öldürenler sevap kazanırlar. Çünkü Haricîler,
müslümanları farz olan cihaddan alıkoyar, İslam birliğini yıkmak için fitne ve fesat
peşinde koşarlar.

3- Haricîler yaratıkların en kötüsüdürler.

4- Başın tümünü tıraş ettirmek Haricîlerin alâmetlerindendir. Bu mevzuda İmam-ı
Nevevi şöyle diyor.

"Her ne kadar bazıları başın tümünü tıraş ettirmenin Hâricilerin alâmeti olması
noktasından hareket ederek böyle tıraş olmanın mekruh olduğunu sö/İernişlerse de
aslında bu söz doğru değildir.

Çünkü alametlerin bazısı haram, bazısı da helal olur. Haricilerin bu alameti helal olan
alametlerdendir.

Nitekim Rasulü Zişan efendimiz başının bir kısmı tıraş edilip de bir kısmı bırakılan bir
çocuk görmüş te; "Bunun ya tamamını tıraş ediniz ya da tümü bırakınız, "buyurmuş.
r7031



Ulemânın açıklamasına göre, başın tümünü tıraş ettirmek her halükârda caiz olmakla



beraber, kendisine saç bakımı zorlaşan kimsenin saçının tümünü tıraş ettirmesi
r7041

müstehabdır.



4767... Siiveyd İbn Gafale'den (rivayet edildiğine göre); Ali (r.a.) şöyle demiştir:
"Ben size, Rasûlullah (s. a.) den bir hadis rivayet ettiğim zaman yemin olsun ki, gökten
düşmem benim için ona bir yalan isnad etmemden daha sevimli olur. Sizinle aramızda
geçen hususlarda konuştuğum zaman ise (durum böyle değildir). Çünkü harp, bir
hiledir. Ben, Rasûlullah (s.a.)'ı (şöyle) buyururken işitim;

"Ahir zamanda yaşlan genç, akılları ermez bir kavim gelecek. Bunlar yaratıkların en
güzel sözünü söyleyecekler. (Fakat) İslamiyet-ten okun avı delip geçtiği gibi
çıkacaklar da imanları gırtlaklarından (aşağı) geçmeyecektir. Nerede karşılaşırsanız
onları öldürünüz. Çünkü onları öldürmek, öldüren kimse için kıyamet gününde bir
[7051

sevaptır."



Açıklama

Hz. Peygambere yalan söz isnad etmenin gökten düşüp parça parça olmaktan daha
tehlikeli olduğunu ve harbin bir hileden ibaret olduğunu bildiren bu hadis-i şerif,
rnüslümanlar arasından aslında imandan çıkıp da bazı İslâmî sözleri inanmadan
geveleyip duran bir cemaatin zuhur edip, fitneyi körükleyeceklerini haber vermekte ve
her karşılaşılan yerde onları Öldürmeye teşvik etmektedir. Hâriciler hakkında 4761 ve
4765 numaralı hadislerin şerhinde açıklama geçtiğinden burada tekrara lüzum
[7061

görmedik.

4768... Zeyd İbn Vehb el-Cüheni (nin) haber verdi (ğine göre); kendisi Hariciler
üzerine yürüyen ve Ali (a.s.)'in maiyyetinde olan bir askeri birlik içinde bulunuyormuş
(da) Ali (a.s.) (şöyle) demiş:

"Ey İnsanlar ben Rasûlullah (s.a.)'ı (şöyle) derken işittim: Ümmetimden öyle bir
kavim zuhur edecek ki Kur'ân okuyacaklar da sizin okuyuşunuz (zahiren) onlarmkine
(nisbetle) hiç kalacak. Namazınızda (zahiren) onların namazı yanında hiçbir şey
olmayacak. Orucunuz onların orucuna nispetle birşey olmayacak. Kur'âni kendi
lehlerine zanniyle okuyacaklar. Halbuki Kur'ân onların aleyhine olacak, namazları
gırtlaklarını geçmeyecek, İslamiyetten okun avı delip geçtiği gibi çıkacaklar. Eğer
onlarla harb edecek olan ordu, (onlarla yapacakları savaştan dolayı) Peygamberleri
diliyle kendilerine takdir edilen ecri bilselerdi, (yapacakları) bu işe (Allah katındaki
değerinin büyüklüğüne tam manasıyla) güvenirlerdi (de bütün gayretlerini ona
verirlerdi). Bu kavmin alameti içlerinde pazusu olup, kolu olmayan ve üzerinde beyaz
kıllar bulunan pazusunda meme uçları gibi bir çıkıntısı bulunan bir adamın
olmasıdır." (Bu durumda) siz (şimdi) çoluk çocuğunuza ve mallarınıza sizin adınıza
halef olacak olan bu kimseleri bırakıp da Muaviye ve Şam halkı üzerine mi
gideceksiniz?

Allah'a yemin olsun ki: (Hazret-i Peygamberin çıkacaklarını haber verdiği) o (kötü)



kavmin (karşımızda bulunan ve Hariciler diye anılan) şu kavim olduğunu ümid
ediyorum, Çünkü onlar (dökülmesi) haram olan kanı döktüler, halkın merada yayılan
hayvanlarım gasbettiler. Öyleyse siz besmeleyle (onların üzerine) yürüyünüz.
Selemetü'bnu Küheyl dedi ki: "Zeyd İbn Vehb bana (ordunun konakladığı) yerleri
birer birer anlattı (ve şöyle dedi): Nihayet bir köprünün üzerine vardık. (Onlarla)
Karşılaşınca (bir de baktık ki); Haricilerin başında (bulunan) Abdullah İbn Vehb er-
Râsibî'dir. (Abdullah İbn Verîb) Haricilere "Mızraklarınızı bırakın da (onlarla daha
yakından savaşmak üzere) kılıçlarınızı (kınlarından) çekiniz. Çünkü ben
(karşımızdakilerin) Harura gününde olduğu gibi size (Allah adına) ant vererek sizi
barışa davet edeceklerinden korkuyorum." dedi. Onlar da mızraklarını atıp kılıçlarını
sıyırdılar; derken (Hz. Ali safında bulunan) halk onlara mızraklarını sapladılar ve
Haricileri üst üste Öldürdüler. Neticede o gün (Hz. Ali safmdaki) cemaatten sadece iki
kişi öldürüldü. (Nihayet) Hz. Ali (harbin sonunda) "Öldürülenler arasında (alamet
olarak bulunan) sakat adamı arayınız, buyurdu. (Aradılar fakat) bulamadılar. Bunun
üzerine Hz. Ali bizza. (ayağa) kalkıp üstüste öldürülen insanların yanına geldi ve
onları bulundukları yerlerden çıkarınız dedi, sonra onu yere gelen cesetler arasında
buldular. Ali (r.a.) tekbir getirdi ve: "Allah doğru söyler, Rasulü de doğruyu tebliğ
eder." dedi, o sırada Abidetü's-Selmanî Hz. Ali'nin yanma varıp: "Ey mü'minlerin
emiri! Kendisinden başka ilah olmayan Allah hakkı için (söyle)! Sen hakikaten bu
hadisi Rasûlullah (s.a.)'den işittin mi?" diye sordu. Hz. Ali'de: "Evet kendisinden
başka ilah olmayan Allah'a yemin olsun ki (ben bu hadisi bizzat Hz. Peygamberin
ağzından işittim)" dedi. Abide, Hz. Ali'den üç defa yemin istedi. Hz. Ali de yemin etti.
[7071

4769... Ebulvadî, Ali (a.s.) Haricilerle savaşı sona erdikten sonra): "Sakat adamı
arayınız" dediğini söyledi. Sonra (bir önceki) hadisi (sonuna kadar) rivayet etti (ve
şunları söyledi: Hz. Ali'nin bu emri üzerine) onu çamurda (yatan) ölülerin altından
çekip çıkardılar. Ben hala onu görür gibiyim. (O) bir Habeşli (idi), üzerinde kerte
denilen bir kaftan vardı. Ellerinin biri kadın memesi gibi idi. (O elin) üzerinde de tarla

r7081

faresinin kuyruğundaki kıllar gibi kıllar vardı.

4770... Ebu Meryem'den demiştir ki; O sakat adam fakirdi de mescid-de bizimle
beraberdi, gece ve gündüz onunla beraber otururduk. Kendisini fakirler içerisinde
halkla birlikte Ali Aleyhisselamm sofrasında hazır bulunurken görmüş ve kendisine
bornozumu giydirmiştim. Ebu Meryem der ki: Bu sakat adam elinde kadın memesi
gibi (bir şey), başında da meme çıkıntısı gibi bir çıkıntı bulunduğu ve üzerinde de
samur bıyığı gibi kıllar olduğu için "küçük memeli Nâfi" diye anılırdı. Ebu Davud der

r7091

ki: Halk arasında onun adı "Harkus" idi.
Açıklama

Bu hadis-i şeriflerde Haricilerin birtakım batıl fikirlere saplanmaları sebebiyle İslam
dairesinden dışarı çıktıkları, her ne kadar zahirde çok güzel namaz kılıp, oruç tutup
Kurarı-ı Kerim okusalar da aslında inançlarında bozukluk olduğu için, okudukları



Kur'an'ın onların lehlerine değil aleyhlerine şahitlik edeceği ve kıraatlarmın
gırtlaklarından aşağı geçmediği ifade edilmektedir.

Hz. Ali'nin bunlarla yaptığı savaş neticesinde, Hz. Peygamberin onlar hakkında
verdiği haberler, birer birer ortaya çıkmış; Hz. Peygamberin, şerlerinden bahsedip
kendileriyle savaşa teşvik ettiği bu kavmin Hâriciler olduğu kesin bir şekilde
anlaşılmıştır.

Her ne kadar Sübkî ve Kurtubî gibi bazı ilim adamları bu ve benzeri hadis-i şeriflere
dayanarak Haricilerin kâfir olduğunu söylemişlerse de fıkıhçılarm ve hadisçilerin
cumhuruna göre, kafir değillerdir. Kendileriyle savaşmaya teşvik edilmesinin sebebi

mm

kafir olmaları değil, devlet başkanına haksız olarak isyan edip ayaklanmalarıdır.
28, 29. Hırsızlara Karşı Mücadele (Nin Hükmü)

4771... Abdullah İbn Ömer'den (rivayet A edildiğine göre) Peygamber (s. a.) (şöyle)
buyurmuştur: "Malı haksızlıkla elinden alınmak istenen bir kimse malını korumak için

mu

mücadeleye girişir de (bu "yüzden) öldürülürse o kimse şehiddir."

4772... Said İbn Zeyd'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s. a.) (şöyle)
buyurmuştur:

"Malı uğrunda öldürülen şehiddir, ailesi uğrunda öldürülen şehiddir. Canı uğrunda

um

yahutdim uğrunda öldürülen şehiddir."
Açıklama

Bu hadis-i şerifler malı, canı, nesli, korumanın, meşru' müdafaa sınırları içerisine
girdiğini ve bu uğurda canını kaybeden kimselerin şehid hükmünde olduğunu ifade et-
mektedir.

Şafii ulemasından İmam-ı Nevevi de bu konuda şöyle diyor: "Bu hadis-i şerif, bir
kimsenin az veya çok bir malını gasbetmek isteyen kimseyi öldürmesinin caiz
olduğuna delâlet etmektedir. Her ne kadar bazıları bu hadislere dayanarak mal
sahibinin malını gasbetmek isteyen kişiyi öldürmesinin, vacib olduğu hükmünü
çıkarmışlarsa da bu görüş cumhuru ulemanın görüşüne aykırıdır. Malikilerden,
gasbedilmek istenen malın az olması halinde gasbetmek isteyen kişiyi öldürmenin caiz
olamayacağına hükmedenler de olmuştur. Bu mevzuda doğru olan cumhurun
görüşüdür.

Maliki ulemasından İmam-ı Kurtubi bu mevzudaki ihtilafın sebebini şöyle açıklıyor:
"Bu meseleye iki ayrı yönden yaklaşmak mümkündür:

1- Münkeri önlemek yönünden yaklaşılabilir ki; bu durumda malın az olması ile çok
olması arasında bir fark düşünülemez.

2- Malı korumak açısından yaklaşılabilir ki; bu durumda elbette malın azlığı ile
çokluğu arasında fark olması icabeder.

İbnü'l-Münzir'in ifadesine göre bu mevzuda İmam-ı Sadi'nin görüşü şöyledir:
"Malına ya da namusuna kasdedilen kimse, bu mevzuda serbesttir. İsterse saldırganla
konuşmak veya çevreden imdad taleb etmek suretiyle onun tehlikesini önlemek yoluna



gider ve çatışmaya girmeden malını ya da canını kurtarmış olur. Fakat bu yol saldırıyı
Önlemeye yetmezse saldırganı öldürme yoluna gidebilir. Ancak saldırgana karşı
saldırıya geçerken, hiçbir zaman öldürme niyeti taşımamalıdır. Sadece müdafaa niyeti
taşımalıdır.

Cumhuru ulemaya göre ise mal veya can sahibinin bu meşru müdafaa hakkını
kullanırken hırsızla konuşmak ya da çevreden yardım istemek gibi saldırganı
korkutarak onun da zarara uğramasını önlemek yolunu denemesi sözkonusu değildir.

mu

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şeriflerde, müdafaaları meşru kılman hususlar, tüm
şeriatların ruhunu teşkil eden şu beş esas arasında yer almaktadırlar:

1- Dini muhafaza

2- Aklı muhafaza

3- Malı muhafaza

4- Canı muhafaza

5- Nesli muhafaza

Bu beş husus hayat sahnesinden çekilince, yeryüzünde hiç bir şey yerinde kalmaz.
Düzen bozulur, ölçüler sarsılır. Dünün helali haram, haramı helal olur. Bugün kabul
edilen yarın reddedilir. Beşeri arzular çeşitli ve çelişkili nazariyelerle kendilerini

[7141

aldatma çabasına girerler.



LU

Bak, Müslim, ilim 15; zekât 69; Nesaî, zekât 69; tbn Mace, mukaddime 14; Darimi, mukaddime 44; Ahmed b. Hanbel, IV, 357.

m

Bak. Sünen-i Ebu Davud, 4604 numaralı hadis.

LU

Hicr(5). 12.

fil

Bak. Isra (7). 88.

LU

Al-i İmran(3). 132.

[6]

Nisa (4). 80.

LU

BakAliİmran(7).31.

£81

Al-i Imran (3), 32.

121

Haşr(59). 1.
LM

Prof. Dr. Koçyiğit. Talât. Hadis Istılahları, s. 399-403.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/331-334.

LLU

Tirmizi. iman 18:İbn Mace, fıten 17; Ahmed b. Hanbel, II. 332. III, 120. 145; Darimî. siyer 15.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/334-335.

ri2i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/335-336.

[13]

Bak. Topaloğlu Bekir. Kciâın ilmine Giriş. s. 101.

[14]

Buhari, İ'tisam 2 1 : Müslim, akdiye 6.

[15]

Bak Taftazani, Şerhu'l-Akaid. s. 16-17; Şerhu'l-Mekasıd, II. 199; Şaiıbî, el-Muvafakat, IV. 48-52.

[16]

Topaloğlu Bekir. Kelam ilmine Giriş, s. 109-1 10.

[171

Bak Ali İbn Osman el-Uşi, Merahü'l-Meâli fı Şerhi'l-Emâlî s. 10-13.



[18]

Bak Kılavuz AhmedSaim, İman-Küfür Sınırı, 167-169.

[19]

Bak. Subhî es-Salih, İslam Mezhobleri ve Müesseseleri (Çeviren: Sarmış İbrahim), s. 102.

[20]

Bak. Karaman Hayıcddin, Fıkıh Usulü, s. 19-20.

[21]

Bak. Ali İbn Osman, ei-Uşi. Merahü'l-Meali fi Şerhi'l-Emâlî, s. 13.

[22]

Bak. Ali İbn Osman el-Ûsi, Merahü'l-Meali, s. 13.

[23]

Bak. Tirmizi, İman 18; İbn Mace. fiten 17 Darimi: siyer 75.

[24]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/336-341.

[25J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/341.

[26]

Karaman Hayreddin. Fıkıh Usulü, s. 20, 21. 22.

[27]

Bak. el-Hâdımi Ebu Said, el-Berika fı-şerhi't-Tarikati'l-Muhammediyye, 1. 103, 201.

[28]

Bak. A.g.e. s. 201.

[29J

Bak. A.g.y.

[301

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/341-343.

[31]

Al-i İmran (3), 7.

[32]

Al-i İmran (3). 7.

[33]

Buhari, tefsir sure 3/1; Müslim, ilim I; Tirmizi, tefsir 3/1; Daıimi, mukaddime 19.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/343-344.
[341

Lisanu'l-Arab, XII, 140-144: XII, 503-505; el-Burhan, II, 67-71.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/344.
[351

Taha (20), 5.

[36]

İlkan, II, 6; Mebahis fı Uhımi'l-Kur'ân, s. 284.

[371

İsabe, II. 191; İtkan, M, 4; Tefsiru'l-Kasımî, I. 99-100.

[38J

Kılavuz Ahmed Sairiı, İman-Küfür Sınırı, s. 99,100.

[391

Al-i İmran (3), 7.

[40]

Bk. Çantay, Kur'an-ı Hakim ve Meal-i Kerim. I, 83; Yazır M. Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili. II, 1045, İkinci Baskı, 1960

[41]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/344-347.

[42]

Bu babın Concordance'da numarası yoktur.

[43J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/347-348.

[44]

Buhari. megazi 79; Müslim, tevbe53; Ebudavud, cihat 161; Ahmed. III 458; Tirmizi, tefsir 10/9.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/348.
[45J

Bak. Gazzali. İhya. II. 159.

[46J

Bak. Age, II. 160.

[47]

Bak, 5127 numaralı hadis.

[48J

Bak. Gazzali. İhya, H/160.

[49J

Hud(l). 113.

[501

Bak. Ebu Said Muhammed el-Hadimi, Berika, III, 113.

[ŞU

Bak. A.g.e. III, 110.

[52]

Bak. Gazzali, İhyaü ulumiddin, 11,166.



[ŞU

Bak. Karlığa Dr. Bekir, Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, VII, 3695.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/348-350.
[54]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/350-351.

[551

Ebu Davud, tereccül 18; Ahmed, IV, 329.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/351.
[56J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/351.

[571

Bak. Aliyyü'l-Kari. Mirkatü'l-Mcfatih. IV, 562.

[581

Bak. a.g.e, s. 556.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/352.
[591

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/352.

[601

Hûd (11), 17.

[611

Nisa, (4), 59.

[621

Bak. Hattâbî, Meâüm-üs-Sünen, V. 9-10.

[63J

Ahmed b. Hanbel. I. 269.

[641

Bak. Tefsîru't-Taberi, I, 78, Tefsiru İbn Kesir, 1, 99.

[651

Buhari, Fedâil-ül-Kıır'an 37; İ'tisain 26; Müslim, ilim 3,4; Dârimî, fedüil-ül-Kur'ûn 7; Ahmed b. Hanbel, IV, 313.

[66J

Bak. Buhaıi, tefsir 2/37; Mezalim 15; Ahkam 34; Müslim, ilim 5; Tirmîzî, tefsir sure 2/23; Nesai, kadâ 34; Ahmed b. Hanbel, VI, 55.63.205.

[621

Tirmîzi, Tefsir Sure 43; İbn Mâce, Mukaddime 7.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/352-354.
[681

Ebu Davud, İmare 33; Tirmizi, İlim 10; İbn Mace, mukaddime 2; Daıimi, mukaddime 49; Ahmed b. Hanbel, II. 367; IV, 13 1, 132; VI. 8.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/354.
[69J

Necm (53). 3-4.

[701

Bakara (2), 188; Nisa (4), 29.

L7İI

Maide (5), 38.

[721

En'am (6), 82.

[731

Bak. el-Hadis ve' 1 -Muhaddisun, 38.

LTİl

Bakara (2). 187.

[751

Bak. Karaman Hayreddin, Hadis Usulü 5-6.

[761

Müslim, 3/1233.

[771

Bak. Karaman Hayreddin A.g.e, 142.

[781

Bak. A.g.e. 130.

[791

Bak. Koçkuzu Dr. Ali Osman, Hadis İlimleri ve Hadis Tarihi, 45.

[M

Bak. Tefsir'ul-Kurtubi, I, 39.

[811

Bak. Hattabi. Meâlimu's-Sünen, V, 1 1.

[821

Koçkuzu Ali Osman, Hadis İlimleri ve Hadis Tarihi, s. 44. 45.

[83J

Haşr(59), 7.

[841

Necm, (53). 3,4.

[851

Bak. es-Sawaf, Muhammed Mahmut), Fatihatü'l-Kur'ân, 25.

[861

Bak. Hadimi, Ebu Said Muhammed, Berîka, I. 67.





Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/355-358.

İM

Tirmîzî. ilim III; tbn Mace, mukaddime 2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/358.
[891

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/359.

[M

Buhari, i'tisam 20; büyü' 60: sulh 5; Müslim, akdiye 17, 18; İbn Mace, mukaddime 2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/359.
[911

Maide (5), 5.

[921

Bak. Topaloğlu Bekir, Kelam timine Giriş, 151.

[93J

Karaman Hayreddin, İslam'ın Işığında Günün Meseleleri, II, 248-250.

[941

Bak. Topaloğlu Bekir, Kelam timine Giriş, 153.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/359-361.
[951

Tevbe (9), 92.

[96J

Tirmîzî, ilim 16; îbn Mâce, mukaddime 16; Ahmed b. Hanbel, IV, 126, 127.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/361-362.
[971

Bak. Mirkâtü's-Sünne, 79.

[981

Nisa, (4). 65.

[991

Bak. Hadimi. Muhammed Ebu Said. Berika I. 74; Karlığa. Dr. Bekir, Hadislerle Kur'ân-ı Kerim Tefsiri, IV, 1751.

nooı

Nisa (4). 69.

rıoıı

Nisa (4), 80.

[102]

Araf (7), 156-157.

rıo3i

Bak. Muhammed Ebu Said el-Hadimî, Berika, I, 84.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/362-363.
ri041

Maide (5). 27.

[105]

Bak. Mecelle. 28.

ri061

Bak. Muhammed Ebu Said el-Hadimi. Berika I, 83.

[1071

Bak. Âhmedb. Hanbel, III, 129. 183; IV, 421.

Q08J

Bak. İbn Mace. mesacid, I.

no9i

Bak. Sünen-i Ebu Davud. 4373. numaralı hadis.

rı ıoı

Müslim, hudud 7; İbn Mâce, hudûd 22: Nesâi, sarık 1; Ahmed b. Hanbel. II. 253.

rı ın

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/364-365.

[1121

Müslim, ilm 7; Ahmed b. Hanbel, I, 386.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/365.
[113]

Davudoğlu, Ahmed. Salıih-i Müslim, Tercüme ve Şerhi, X. 657, 658.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/365.
11141

Buhari, i'lisam 15; Müslim, ilim 16; Zikr 1; Tirmizi, ilim 51; İbn Mâce, mukaddime 14; Muvattâ. Kur'an 41; Dârimi, fedâilu'I-Kur'an, 1.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/365-366.
[1151

Bak. Davudoğlu A. Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, 10/669.

[1161

En'am. 164.

[mı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/366.

rı ısı

Buhari. İ'tisam 3; Müslim, fedâil-üs-sahabe 132. 133: Ahmed b. Hanbel. I, 176, 179.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/366.



UM

Davudoğlıı Ahmed, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, X, 150.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/367.
[120]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/367-369.

£121]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/369-370.

[122]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/371-374.

[123]

Debbağoğlu Ahmet, Kara İsmail, Ansiklopedik Büyük İslam İlmihali, s. 601.

[1241

Bak. Muhammcd Kutub, İslam ve Materyalizme Göre İnsan, (Çev. Kemâl Sandıkçı) .s. 124-126.

ri251

Bk. el-Hadimî Ebu Sâid (Çev. Kemal İşık). el-Berika 1,12.

[126]

Bak. a.g.e. 45.

[1271

Bak. Gazali, (Çev. Kemal Işık), İtikadda Ortayol, 7.

[128]

Bakara(2), 143.

[1291

Ahmed b. Hanbel, III. 199.

[130]

Nesâi. menâsik 217: İbn Mâce. menâsik 163; Ahmed b. Hanbel. I, 215, 347.

£1311

Bak. Gazzali, a.g.e., s. 10 v.d

£132]

Buhâri, nikâh 1, Müslim, nikâh 5, Nesâi, nikâh 14.

£1331

Tevbe (9), 100.

£1341

Müslim, fazâilüssahabe 307.

£1351

Müslim, fezailüssahabe 213. 215, Ebu Dâvud. sünne 9.

£1361

Muhammed Ebû Zehra, İslâm Hukuku Metadolojisi (Fıkıh Usûlü), (Çev. Abdulkadir Şener), s. 208, 209.

£1371

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/374-378.

£138]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/378.

[1391

Akseki Ahmed Hamdi, İslâm Dini, 96.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/378.
£140]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/379.

£1411

Şerh-i Akaid tercemesi, s. 13-19, Kutluay Doç. Dr. Yaşar, Tarihte ve Günümüzde islâm Mezhebleri, s. 69-
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/379.
£142]

Maide(5),51.

£143]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/379-380.

£144]

Saffât(37), 162-163.

£145]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/380.

£146]

Kutluay Yaşar, Tarihte ve Günümüzde İslâm Mezhepleri.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/380-381.
£147]

Hud(U). 119.

£148]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/382.

£149]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/382.

11501

Saffat(37). 162-163.

£1511

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/382.

£152]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/382.

£153]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/383.



[154]

Nisa (4). 123.

[155]

Araf (7), 23.

[156]

Tur (52}, 21.

[157]

Kehf(18),29.

[158]

Mü'minûn (23). 14.

[159]

Zümer (39), 62.

[160]

Fatır (35). 3.

[1611

Aydın Dr. Ali Aslan, İslam İnançları ve Felsefesi, I, 184-186.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/383-384.
11621

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/384-385.

ri63i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/385.

[164]

Hicr(15), 12.

[165]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/385.

[166]

Taberî. Camiu'I-Beyân, XIV, 9.

[1671

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/385-386.

[168]

Sebe' (34), 54.

[169]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/386-387.

11701

Sebe '(34), (52-54).
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/387.
[171]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/387.

[1721

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/388.

H731

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/388.

[174]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/388-389.

[175]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/389.

11761

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/389.

[177]

eş-Şeyh Halil Ahmed es-Seharenfûri, Bezlu'l-Mechûd, XVIII, 144.

11781

Nisa (4), 78.

[179]

Fâtır(35), 8.

[180]

Hûd (I I). 32.

[181]

A'râf(7),43.

11821

İbrahim (14), 21.

[183]

A'raf(7), 16.

[184]

Bezlu'l-Mechûd. XVIII. 140.

11851

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/389-391.

11861

Buhârî, fedail 7. Tirmîzî, menâkıb 59.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/391.
11871

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/391-392.

11881

Buhârî, fedâil 5; İbn Mâce, mukaddime 11.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/392.



[189]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/392-393.

[190]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/393.

[191]

Al-i İmran(3), 159.

11921

ed-Dûri, Kahtan Abdurrahman, Eş-Şûra, 146.

[193]

Buharı, i'tisam 28.

11941

Müslim, cihâd 83, Ahmed b. Hanbel, III; 105, 188. 219, 220, 258, İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihâye, III, 262.

11951

ed-Dürî Kahlan, eş-Şûra. 148-151.

H961

Fatir(35), 10.

[197]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/393-395.

H981

Buharı, ta'bir 47; eymân 9; Müslim, ru'yâ 17; Ebû Davud, eymân 10; Tilmizi, ru'yâ 10; İbn Mâce, rüya 10; Dârimî, ru'yâ 13; Ahmed b. Hanbel, I,

236.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/395-396.
H991

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/397.

r2ooı

Muhammed (47) 15.

[201]

Buharı, fedâil 6; ilim 22, ta'bir 15, 16, 34; Müslim, fedâil u's-sahabe 16; Darimî, ru'ya 13.

T2021

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/397-398.

12031

Davudoğlu Ahmed, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi. X. 33, 34.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/398-399.
[204]

Tirmizi ru'ya 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/399.
[205]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/399-400.

[206]

Bak. Gölcük Doç. Dr. Şeraleddin, Ehl-i Sünnet Akaidi, 267.

T2071

Giritli Sırrı Paşa, Şerh-i Akâid Tercemesi, II, 270.

T2081

Bak. a.g.e.. s. 270-277, Uludağ Süleyman, ŞerhuT-Akaid, 325-326.

[209]

el-Mübarekfürî. Tuhfetu'l-Ahvezî. VI, 477.

[2101

Ahmed b. Hanbel, IV. 273.

[211]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/400-402.

maı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/402.

[213]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/402-403.

[2141

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/403.

[215]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/403-404.

[2161

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/404.

[2171

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/404.

[218]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/405.

[2121

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/405.

r2201

Al-i İmrân(3), 55.

[221]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/405-406.

f2221

Tirmizi. Fiten 44; Menâkib 73.



12231

A.g.y. ve el-Mübârekffirî; Tuhfetu'l-Ahvezî, VI, 468.

[224]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/406.

[225]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/407.

[2261

Bak. Eşref Edip, Asr-i Saadet, 1. 350, Şâmil Yayınevi.

12271

Bak. Eşref Edip, Asr-ı Saadet, I, 333, Şâmil Yayınevi.

T2281

Bk. îbnu'I-Esîr, en-Nihâye fi-Ğanbi'l-Hadisi ve'l-Eser, I, 299.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/407-408.
[2291

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/408-409.

[2301

Müslim, imâre 39; Nesâi, beyat 34; tbn Mâce, cihâd 40; Ahmed b. Hanbel, L 129, 131; IV; 426, 427, 432. 436; V, 66-67, 70 ve Sünen-i Ebû
Davud'daki 2625 no'Iu hadis.
[2311

Nahl (16). 16.

T2321

Tevbe (9). 31.

[233J

Bak Fedâil-üs-Sahabe, 116: Eşref Edib. Asr-ı Saadet, 2/1 13.

[2341

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/409-410.

12351

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/410.

12361

Bak. İslâm Ansiklopedisi, V/1,19. (Haccâc maddesi).

12371

Bak. a.g.y.

f2381

Bak. İslâm Ansiklopedisi, V/1,19, II, (Haccâc maddesi).

[2391

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/410-41 1.

12401

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/411.

[2411

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/411.

[2421

Tirmizi, fıten48; Ahmed b. Hanbel, V-220,221.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/411-412.
[2431

Bezlu'l-Mechud, XVIII, 170.

[244J

Bak, el-Azimâbâdi, Avnu'l-Ma'bud, XII, 398.

[2451

Bk. a.g.y.

[246J

Bk. A. Cevdet Paşa, Kısâs-ı Enbiya, II, 803, İstanbul, 1947.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/412-413.
[2471

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/413.

12481

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/414.

12491

Tirmizi, menakıb 27; İbn Mace, mukaddime 11.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/414-415.
12501

Fedailu's-Sahabe 5, fı, Ahmed b. Hanbel. V, 33 1, 346 ve Ebû Davud, 465 no'lu hadis.

[25ü

Molla Mehmetoğlu Osman Zeki. Sünen-i Tirmizi Tercemesi, VI, 288, 299.

[2521

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/415-416.

[253J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/416-417.

[2541

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/417-418.

[2551

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/418.

[2561

Buharı, Fedail'üs-sahabe 5, 6: Tirmizi, menakıb 27: İbn Mace, mukaddime II; Ahmed b. Hanbel. V. 331. 346.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/418-419.
[2571

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/419.

[258]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/419.

[259]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/419-420.

T2601

Müslim, fedailu's-sahabe 163; tilmizi, menakıb 57. 58; Ahmed b. Hanbel. III, 350; IV. IV, 83; V.433.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/420.
[261]

Feth, (48) 10.

[2621

Bak. Debbağolu Ahmed. Ansiklopedik Büyük İslam İlmihali, 225.

[263]

Bak. Yazır Muhammed Hamdi. Hak Dini Kur'an Dili, VI, 4413.

[264]

Bak. "Karlığa Bekir ve Çetiner Bedreddin, Hadislerle Kur'an-ı Kerîm Tefsiri, XIII, 7339. Çağrı Yayınlan.

[2651

Feth (48), 18-19.

[2661

Debbağoğlu, Ahmet, Ansiklopedik Büyük İslam İlmihali, s. 83.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/420-421.
[2671

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 5/42 1 .

[2681

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/421-422.

[2691

Buhari, cihad 59; şurût 15: Ahmed, b. Hanbel, IV. 323-329, 331.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/422.
12701

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/422-423.

mu

Ebu Davud der ki: (Hadisle geçen) "Eddelru", '"kir" demektir.

[2721

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/423-424.

[273]

Bak. İslam Ansiklopedisi, VI, 2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/424-425.
[2741

Buharı, şehadât 9: fedâil I; rikak 7: eyman 10. 27; Müslim, fedail 210. 214; Tirmizi, fiten 45; şehadet 4; menakıb 56; İbn Mace, ahkâm 27;
Ahmed b. Hanbel, I, 378. 417, 434,438, 444; II. 228. 410. 479: IV. 267. 276. 277 426. 436, 440; V, 350, 357.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/425-426.
[2751

Bak. Müslim, fedailu's-sahabe 209; Ahmed b. Hanbel, III, 7.

[2761

Müslim, fedail 208.

T2771

Bak. Suyuti. el-Camiu's-Sağîr, II, 9.

[2781

Tirmizi, edeb 91.

12791

İbn Kuteybe, Hadis Müdafaası, (Çeviren; M. H. Kirbaşoğlu) 157-158.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/426-428.
r2801

Buhari feadilu's-sahabe 5; Müslim, fedâil-u ashâbi"n-Nebiyy 221. 222; Tirmizi, menakıb 58; Ahmed b. Hanbel, 111. 11. İbn Mace. mukaddime

11.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/428-429.
12811

Hud(l). 10.

T2821

Bk. Mecmuatü Risâili İbn Âbidîn, 344.

T2831

Bak. A.g.e. 345.

[2841

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/429-430.

[2851

Buhari, davat 34: Müslim, birr, 88, 89,91,92,94; Darimi, rikak 52; Ahmed b. Hanbel. II. 390. 488. 496; II. 333. 384. 391. 400; V. 294. 437. 439;
VI. 45.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/430-431.
f2861

Bak. Müslim, birr 96.

T2871

Bk. Müslim, birr 95.



T2881

Davudoğlu, Ahmed, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, X, 560.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/431-432.
[2891

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/432-433.

[290]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/433-434.

[291]

Bak. Süyuti, et-Camiu's-Sağîr, II, 47.

[292]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/434.

12931

Buhari sulh 9; fedailü ashabi'n-nebiy 22, menakıb 25; Tirmizi, menakıb 30; Nesai, cuma 27; Ahmed, V, 38, 44, 49, 51.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/435.
[294]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/435-436.

[2951

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/436.

[2961

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/436.

[2971

Bk. İbn. Hacer el-Askalani, el-İsabe, III. 385-386;

12981

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/436-437.

[2991

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/437.

[3001

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/437.

[3011

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/437-438.

[3021

Müslim, zekât 150, 152; Ahmed b. Hanbel, III, 32, 47.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/438.
[303J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/438-439.

[3041

Buharı, husumât, 1, diyât 32; Müslim, fedâil 163; Ahmed b. Hanbel, III, 31, 33.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/439.
r3051

Bakara {2}, 285.

T3061

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/439-440.

[3071

Buhari, enbiyâ 24, 35; tefsir sure 4/26, 6/4; tevhid 50; Tirmizi, salat 20.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/440.
f3081

Buhari, enbiya 24. 35; tefsir .sure 4/26, 6/4, tevhid 50, Tirmizi, salat 20.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/440.
f3091

Kalem (68), 48.

13101

Buhari, menakıb 1 K; Müslim, fediül 22. 23; Tirmizi. edeb 77; Menakıb 1; Ahmed b. Hanbel, II; 137.

T3111

Bk. 4673 numaralı hadis.

[3121

Bk. İbn Mace, zühd, 37.

[3131

Bk. İbn Kuteybe, Hadis müdafaası. (Çeviren: M.H. Kırbaşoğlu) s. 159.

13141

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/440-442.

[3151

Buharı, rikak 43; husumat 1 , tevhit 3 1 . enbiya 3 1 ; Müslim, fedail 160, 162; Ahmed b. Hanbel, 11,264,111,41.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/442-443.
[316]

Zümer (39), 68.

[3171

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/443.

[3181

Müslim, fedâil, 150, 151.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/443-444.
[3191

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/444.

[320]

Müslim, fedâil 3; Tirmizi, menâkıb i: İbn Mace, zühd 37: Dârimî, mukaddime K; Ahmed b. Hanbel. 1 1 .540: III. 2.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/444.
[3211

Bakara (2). 253.

13221

Nevevî, Şerhu Müslim. XV. 37-38.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/444-445.
[323]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/445.

[324]

Bk. Ahmed b. Hanbel, V, 340.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/445-446.
[325]

Buhari, enbiya 48; Müslim, fedâil, 143, 144.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/446.
[326]

Bk. Davudoğlu Ahmed, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, X, 162-163.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/446-447.
13271

Buhari iman 3; Müslim, iman 57, 5K: Tirmizi, iman 6; Nesai, iman 16: İtin Mace, mukaddime 9; Ahmed b. Hanbel, II, 379, 414, 455.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/447-448.
f3281

Bilmen ÖmerNasuhi. Muvazzah İlm-i Kelâm, .s. 32-33.

13291

Bk. es-Şerkavî. FethuT-Mübdi, 1, 90.

T3301

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/448-454.

[33U

Bk. Davudoğlu Ahmed. Sahih-i Müslim Tercime ve Şerhi, I, 241-246.

[332]

Bk. Şerkâvi. Fethül-Mübdi. I. 93. Aliyyü'l-Kâri, Mirkatü'l-Mefatih, I, 60.

[333]

Bk. Kılavuz Saim. İman-Küfür Sınırı. 37.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/454-455.
[334]

Buharı, iman 40; ilm 25; mevâkit 2; Müslim, iman 23; Tirmizi, iman, 5 Nesâi. iman 25.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/456.
[335]

Bk. Davudoğlu A. Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, I. 158.

[336]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/456-457.

[3371

Müslim, iman f 34, Tirmizi. iman; 9; tbn Mace. ikame 77; Darimi. sahil 69; Ahmed b. Hanbel. III. 370-389.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/457.
13381

Bk. Kutluay Doç. Dr. Yaşar, İslam Mezhepleri, 80.

13391

Bk. Kılavuz Ahmed. Saim, lmam-Küfür Sınırı. 159.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/457-458.
13401

Buharı, hayz 6; zekat 44 Müslim, iman 132: Tirmizi. iman 6; tbn Mace, filen 19; Ahmed b. Hanbel. 1 1,67.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/458-459.
[3411

Ahmed b. Hanbel. III. 135.

[3421

Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi. I, 350-352.

[3431

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/459-461.

[3441

Bk. Bakara (2) 260.

[3451

Bk. Ahmed b. Hanbel, I. 215: Âclûni, Keşfü'l-Hafa, II, 168.

13461

Tevbe (9). 124.

13471

Feth (48)4.

[3481

Bk. Kılavuz Ahmed Saim, İman-Küfür Sınırı, 46-48.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/461-462.
13491

Bakara (2). 143.

[3501

Tirmizi, Tefsir 2/4.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/463.



[351]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/463.

[352]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/463-464.

[353]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/464.

13541

Buharı, edeb 38, 39; Tirmîzî. redâ 11. îman 6; İbn Mace, zühd 31: Dârimi, rikak 74; Ahmed b. Hanbel. II, 185, 250, 369. 403. 467. 469. 472. 403.
481. 527; V, 89. 99; VI, 47, 99.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/464.
13551

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 5/464.

13561

Buharı, iman 19, zekat 53: Müslim, iman 150: zekat 131.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/464-465.
[3571

Kılavuz, Ahmed Saim, İman-Küfür Sınırı, 43.

13581

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/465-466.

[359]

Hucurat(19), 14.

T3601

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/466.

13611

Nemi (27), 81.

13621

Zariyat(51)35.

13631

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/466-467.

[364]

Buhari, iman 19; zekat 53; Müslim, iman, 150; zekât 131.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/467.
13651

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/467.

13661

Buhari ilim 43; hacc; 132; meğazi 77; etlâhi 5. edeb 95: hudud 9: fıten 8; tevhit 24; Müslim, iman 118-120; kasame 29: filen 50: Tirmizi, filen
28; Nesâi. tahrim 29; İbn Mace, filen 5; Darimî, menâsik 76: Ahmed b. Hanbel, 1,230,402; 1 1,85,87; 104: 1 1 1,477: IV 76, 351. 358. 363. 366; V. 37.
39.44, 45,49, 68.73.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/468.
[3671

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/468.

[368]

Buharı,. feraiz 29; Müslim, iman 26-27: Tirmizi, iman 16: Çuvalla, kelam I; Ahmed b. Hanbel. II, 18, 44. 47. 124.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/468-469.
[369]

Gazzâli. Faysalatu't-Tefrika, 8 1 ,el-Heytemî, ez-Zevacir I. 30, II, 125. Kılavuz, A. Saim, İman Küfür Sınırı, s. 150.

[370]

ibn Manzûr. Lisanü'l-Arab. V. 146.

[3211

Buhari ferâiz 29; Müslim, iman 27.

13721

Bk. el-Gazzali, Faysalu't-Tefrika, 8.

[373]

Bk. el-Felavâ el-Hindiyye II. 278; Kılavuz. A, Saim, İman-Küfür Sınırı. 151.

[374]

Bk. el-Fetavâ el-Hindiyye II, 278.

13751

Bk. el-Hindiyye II, 278.

[3761

Bk. Kılavuz A. Saim, İman-Küfür Sınm 151.

13771

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 5/469-470.

[378]

Buhari. iman 24; mezâlim 17; cizye 17; Tirmizi, iman 14; Nesâi. iman 20, Ahmed b. Hanbel II. 189. 198, 200.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/470.
1379]

Bk. Davudoğlu A.. Selamet Yollan, IV. 389.

13801

Davudoğlu Ahmed, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, I. 313.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/471-473.
[3811

Buharı mezâlim 30; eşribe 1: hudud 1.2.14: Tirmizi. iman 11: Nesai, kastime 49; sârik 1; eşribe 46; İbn Mace, fıten 3; Dârimi, eşribe 11; Ahmed
b. Hanbel, II, 243. 317, 376. 386.479; III 356: VI. 139.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/473.



T3821

Bk. Ahmedb. Hanbel, III, 135, 154,210,251.

13831

Buhari, edeb 29; Müslim, iman 73: Tirmizi, kıyame, 60; Ahmed b. Hanbel, 1. 387: II. 288, 336,373: III. 154: IV. 31. VI, 385.

[3841

Bk. ez-Zebidi, Şerhü' 1 -İhya, II. 254 vd.

[385]

Buhari. tevhid. 33; Rikak 15: istizan 30; Müslim, iman 40; Tirmizi, iman 18.

13861

Bk. Âmidi, EbkârüT-Efkâr: 264, Bakıllâni, et-Temllîd 369; el-İnsaf, 173.

13871

Bk. Kılavuz A. Silim, İman-Küfür Sının s. 36.

13881

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/473-474.

13891

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 5/474.

r3901

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/474-475.

[391]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/475.

13921

Tirmizi, kader 13: tbn Mace. mukaddime 10; Ahmed b. Hanbel, 86, 125.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/475.
[393]

Bk. Topaloğlu Bekir. Maturidiyye Akaidi, 202.

[3941

Bk. 4695 numaralı hadis.

[3951

ez-Zehehî. Mizanü'l-İ'tidâl. IV. 141.

[3961

Bk. Yaprem M. Saim, İslam'da İtikadi Mezhepler, 285, 286.

[3971

Hucurat(49). 13.

[3981

Tevbe (9), 24.

[3991

Hucurat, (49), 10.

[4001

Enbiya (21). 92.

[401]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/475-478.

[4021

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/478.

14031

Bk. Tirmizi fıten 57.

[4041

Bk. Ahmed b. Hanbel, II, 104.

[4051

Buharı. Enbiya (21), 50.

[4061

Müslim, fıten 125.

14071

Tirmizi, fıten 62.

[4081

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/478-479.

[4091

Tirmizi. tefsir 2/1 ; Ahmed h. Hanbel. IV 400, 406.

[4101

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/479.

[4111

Bk. el-Mübarekffiri, Tuhfetü'l-Ahvezî. VIII, 290-291.

14121

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/479-480.

[4131

Leyi (92). 5,10; Buharı, cenaiz 82, H3; teftir, sure 92/67; Müslim, kader 60Tirmizî, kader 6; Tefsir, sure 92; Ahmed b. Hanbel !, 29; II, 52, 77.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/480-482.
[4141

Bk. Buharı, kaderi; rikak 33; Tirmizi, kader4; Ahmed b. Hanbel, V, 335.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/482.
[4151

Buharı, îman 37; Müslim. İman 1; Tirmizi îman 4; İbn Mace. mukaddime 9. Ahmed b. Hanbel, I, 3, 9, 37, 51, 53, II, 107.962. IV. 16,4, 129.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/483-485.



[416]

Buhari. Bedü'l-vahy, I.

[4171

Bk. Kazancı A. Lütfı, Nübüvvet Pınarından, 44.

T4181

Davudoğlu Ahmed, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, I, 117, 118.

[419]

Kazancı A. Lütfı, Nübüvvet Pınarından, s. 48, 49.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/485-488.
[4201

Davutoğlu Ahmed. Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi. I. 119. 120.

[4211

Bk. Abdülkadir İsa. Hakaiku't-Tasavvuf, 22.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/488-489.
[4221

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/489-490.

[4231

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/490.

[4241

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/490.

[4251

Maide (5), 6.

[4261

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/491.

[4271

Nesâi. iman 6; Müslim, iman 5, 7; İbn Mace, mukaddime 9.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/491.
[4281

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/492.

[4291

İbn Mace, mukaddime 10; Tirmiizî. kader 10; Ahmed b. Hanbel, V,317. VL442.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/492.
[4301

Buharı, tevhid 15, 22. 28, bedu'l-halk 1; Müslim, tevbe 14-16; İbn Mâce, zühd 35; Ahmed b. Hanbel. 11.242. 258. 260. 313, 358. 381. 397.433.

466.
[4311

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/493-494.

[4321

Tirmîzî Kader 17. Sûre 68.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/494.
[4331

Bûrûc (85), 2.

[4341

Bk. Şerhu'l-Akîdeti't-Tahâviyye, 295.

[4351

Tirmîzî. kıyâme 5; Amel b. Hanbel. I, 293.303. 307.

[4361

Bk. 4708 numaralı hadis.

[4371

Bk. Şerhu'l-AkîdetiT-Tahâviyye. 297.

[43J1

Bk. Buhârî, tevhid 22, cihad 4. Tirmîzî, cennet 4, tefsir sure 57. 69, Ahmed b. Hanbel. 1. 207, 11-197, 335. 339, 370, V-316, 321. Şerhu'l-
Akîdeti'l-Tahâviyye, 295.
[4221

Bk. es-Seherenfûri, Bezlu'l-Mechûd. XVIII. 228.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/494-495.
f4401

Buhârî, Enbiyâ 31, Tevhîd 37; Müslim, kader 13. 15, Tilmizi, kader 2. İbn Mace Mukaddime 10. Ahmed b. Hanbel. II. 248, 264,268. 398.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/495-496.
[441]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/496-497.

T4421

Bk. Bakara (2) 35-36.

[4431

Bk. Aliyy-ül Kari. Mirkatul-Mefâtîh, I, 125.

T4441

Bk. Hattabî. Meâlimu's-Sünen, V, 78.

[4451

Davudoğlu Ahmed,Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, X, 632.

[4461

Nisa (4). 164.

[4471

Hicr(15),29.



14481

Bakara (2). 35.

T4491

Bakara (2). 31.

T4501

Bakara (2), 34.

[451]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/497-499.

[452]

A'raf (7) 172.

T4531

Tirmîzî, Tefsir Sûre 7/2; Mu vatta; Kader 2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/499-500.
[454]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/501.

[455]

Bk. Buhari, tevhid 15, 25, 28. bedu'l-halk 1; Müslim, Tevbe 14-16, İbn Mâce, zühd 35. Ahmed b. Hanbel, II, 242. 258, 260. 313, 358, 381, 397,
433, 466.
[4561

Bk. Aliyyu'l - Kâri, Mirkât 1/141.

[457]

Bk. Aliyyü'l-Karî, Mirkâtu'l-Mefatih, I, 141.

14581

Bk. Sabûni Muhammed Ali, Safvetü't-Tefasir, I, 481.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/501-502.
14591

Müslim, fedâil 172: Tirmîzî. tefsir sure 18/2; Ahmed b. Hanbel, V, 1 19, 121.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/502.
14601

Kehf (18), 80.

14611

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/503.

14621

Kehf (18). 74.

[4631

Buharı, enbiya 27; İlim 44; tefsir sure 18/2; Müslim, fedâil 170, 172; Tirmîzî, tefsir sure 18/2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/503.
f4641

Kehf (8) 81.

[4651

Bk. Farüddin er-Razi, et-Tefsirü'l -Kebîr, XXI. 161.

T4661

Bk. Yazır M. Hamdi, Kur'an Dili, V, 3263.

[4671

Enbiya (21), 34.

14681

Bk. A.g.e, 3260.

14691

Bk. Letaîfü'i-Minen, I, 84.

[4701

Bk. Said Nursi, Mektubat, 5-6.

[4711

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/503-505.

[£721

Buhari. tevhid 28; bedu'l-halk 6; enbiya I; kader I; Müslim, kader 1; Tirmizî, kader 4, İbn Mâce. mukaddime 10; Ahmed b. Hanbel, I, 382, 414,
430; IV. 64; V, 388.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/505-506.
[£731

Davudoğlu Ahmed, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, X, 615.

[£7£1

Mü'minun (23), 12-14.

[£751

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/506-507.

[£761

Buharı, tevhid 54; tefsir sure 9,2/3-5,7 edeb 120, kipler 4; Müslim, kader 6-8; Tirmizî. kader 3: tefsir sure 1 1/3: tbn Mâce. mukaddime 10; ticaret
2; Ahmed b. Hanbek.I, 6,29, 82, 129, 133, 140, 157: II. 52. 77; III, 293: IV, 67-431.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/507.
[£771

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/507.

[4781

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/507-508.

[4791

A'raf (7), 89.



14801

Bk. Şerhü'l-Akideti't-Tahaviyye, s. 276.

[481]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/508.

14821

Buhari, kader 3: cenaiz 93; Müslim kader 23, 24. 26-28; Nesâi, Cenaiz 53; Ahmed, b. Hanbel, II. 244, 253, 259, 268. 315, 347. 393, 464, 471.
481,518; V, 73,410.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/508.
[483]

Buhari, kader 3; cenaiz 93; Müslim, kader 23, 24, 26-28; Nesai, cenaiz 60; Muvatta, cenaiz 53; Ahmed b. Hanbel, II, 244. 253, 259, 268. 315,
347, 393. 262,471.481.518; V, 73,410.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/509.
f4841

Bk. el-Askalani İbn el-Hacer, Fethu'l-Bârî bi Şerhi'l-Buhârî, III, 487.

T4851

Nuh (71). 26.

14861

Bk. Ahmed b. Hanbel, V. 410.

[4871

Bk. el-Askalani İbnu'l-Hacer, Fethu' 1 -Bari, III. 489-490.

14881

Bk. İbn Abidin Terecine ve Şerhi. 111. 399 (Terceme: Ahmed Davudoğlu).

[4891

Bk. Aliyyül-Kari, Mirkatü'l-Mefatih. I, 129.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/509-51 1.
14901

Müslim, kader 30,31; Nesai, cenaiz 58; ibn Mace, mukaddime 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 5/5 11-512.
14911

Müslim, 6ten 1 10, Tilmizi, Fiten 59; tbn Mâce, filen 33; Ahmed b. Hanbel II. 221, IV. 182, 191.

[4921

Vakıa (56), 21.

[4931

Bk. Mirkatü'l-Mefatih, I, 129.

T4941

Bk. A.g.e. aynı yer.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/512-513.
[4951

Buhari, cenâiz. 80, 92; Tefsir sure 30/1, kader 3; Müslim, kader, 22; Muvatta, cenaiz 53.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/513.
[4961

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/513-514.

[4971

Bk.Yazar M. Hamdi, Hak Dini Kur'ân Dili, VI, 3822.

T4981

A'raf(7), 172.

14991

Bk. Aliyyü'l-Kari, Mirkat I, 136.

[5001

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/514-516.

[5011

Bk. 4714 numaralı hadis.

[5021

A'raf(7), 172.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/516.
[5031

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/516.

[5041

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/517.

[5051

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/517-518.

[5061

Müslim, iman 347.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/518.
[5071

Bk. Davudoğlu, A. Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, II, 231.

[5081

Bk. Azimabadi, Aynü'l-Mabud, XII, 494-495.

[5091

Bk. Davudoğlu A. Sahih-i Müslim, Tercüme ve Şerhi, II, 232.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 5/5 1 8-520.
15101

Buharı, ahkam 21; bed'ü'l-halk 11, İ'tikaf II, 12; Ebu Davud, savm 78; edeb 81, İbn Mace, siyam 65, Darimi, rikak 66; Ahmed b. Hanbel III,
156,285, 309: VI, 337.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/520.



[511]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/520.

[512]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/520.

[513]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/520.

[5j4]

Buharı, bedü'l - halk, II; Müslim, iman 212.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/521.
[515]

Bk. Kutluay Doç. Dr. Yaşar, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri 69; el-Mliel ve'n-Nihal I, 113: İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, X, 16.

[5161

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/521-522.

[5171

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/522-523.

[5181

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/523.

rsi9i

Tirmîzî, tefsir e!-Hakka suresi; İbn Mace, mukaddime 13; Ahmed b. Hanbel, I, 206.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/523-524.
15201

Nemi (7), 26.

15211

A'raf(7)54; Yunus (10), 3.

[5221

Hud(ll).17.

[523J

Taha(20), 5.

[52£

Secde (92), 24; Hadid (57), 4.

[5251

Taha (20),5.

[5261

Taha (20).5.

[5271

Suyuti, Itkan, 11,6.

[5281

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/524-525.

[5291

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/526.

[İM

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/526.

[5311

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/526.

[5321

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/526-528.

[533J

Bak el-Mevsıli, el-îhtiyar, IV, 164.

[5341

Birbirini destekleyen rivayetler için Bk. Şevkanî, Neylu'l-Evtâr, IV, s. 8 vd.

[5351

Beyhaki, Tirmizi, İbn Mace.

[536J

Hâkim, Taberani, Heysemi.

[5371

Bk. Karaman Hayreddin, İslam'ın Işığında Günün Meseleleri, I, 101-104.

15381

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/528-530.

[5391

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/530.

[5401

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/530.

[5411

Nisa (4), 58.

[5421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/531.

[543J

Şûra (42), 11.

[5441

Tâha (20), 39.

[5451

Kamer (54) 14.



[5461

Bk. Aliyyü'l-Kari, Şerhu Fıkhi'l-Ekber, 33.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/531-532.
£5471

Taha, (20) 130; Buharı, tevhid 24; mevakîf 16, 26; tefsir sure 50/2; Müslim, mesâcid, 211; Tirmîzi, cenne 16.17; İbn Mâce. mukaddime, 13;
Ahmed b. Hanbel, IV, 360, 352, 365.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/532-533.
[548]

Kıyame, (22), 23.

[549]

En'am(6), 103.

[550]

A'raf (7), 143.

[551]

Bk. el-Cemel, el-Fütühatü'l-İlahiyye, II, 513; el Hazin, Lübabu't-Tevü, VI/260-261.

[552]

Bk. Taftazanî, Şerhü'l-Akaid, 109.

[5531

Bk. Aliyy'ül-Kâri, Şerhu'ş-Şifa, I, 430.

[5541

Bk. Manbur Ali Nasıf, et-Tac, I, 134-135.

[5551

Bk. Mansur Ali Nasıf. et-Tac, I, 134-135.

[5561

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/533-535.

[5571

Buharı, tevhid 23; rikak 52; tefsir sure 4/8; Müslim, iman 299, 302; zühd 16, Tirmizî, cenne 15, 20; Ahmed b. Hanbel, III, 16.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/535-536.
15581

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/536.

[5591

İbn Mâce, mukaddime 13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/536-537.
15601

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/537.

[561]

Concordance'de bu baba numara verilmemiştir.

[5621

Bahari, rikak 44; Müslim, münafıkûn 24; İbn Mâce, mukaddime 13; zühd 33; Ahmed b. Hanbel, III 32.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/537-538.
[5631

Zümer(39), 67.

[5641

Bk. Hak Dini Kur'an Dili, VI, 4137.

[5651

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/538-539.

[5661

Buharı, teheccüd 14; tevhid 35; Müslim, müsafırun 168-170; Tirmizi, sala 211; deavat 78; İbn Mace; ikame 182, Darimi, sala 168; istizan 53;
Muvatta, Kur'an 30; Ahmed b. Hanbel. II, 358, 264. 267, 282, 419. 487, 504, 521, IV, 16; VI, 217, 218.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/540.
[5671

Bk. el-Mubarekfuri, Tuhefetü'l-Ahvezi, II, 524-525.

[5681

Bk. Buharı, menakıbü'I-ensar, 10. cihad 28; tevhid, 24; Müslim, imare 128, 129: İbn Mace, mukaddime 13; Muvatta. cihad, 28; Nesâî. cihad 38.

[5691

Bk.Buharî, İ'tisam I, Müslim, birr 1 15; cenne 28; Ahmed b. Hanbel, II, 244, 251. 215, 323,434,463,519.

15701

Bk. Buharı, menakibü'l-ensar, 12; Müslim fedailü'l-sahabe 123-125; Tirmizî, menâkıb 50; İbn Mâce, mukaddime 11; Ahmed b. Hanbel, III,
224,296,316,349; IV, 352; VI, 329.456.
[5711

Bk. Buharı, tefsir sure 68/2, tevhid 24, Müslim, iman 302; Darîmî, rikâk 83; Ahmed b. Hanbel, III, 17.

[572J

Bk. eş-Şarkavi, Fethu'l-Mübdi bişerhi Muhtasari'z-zebidi, i, 85; Miras Kamil, Tecrid-i Sarih Tercemesi IV, 138: birinci baskı.

[5731

Bk. eş-Şarkavi, Fethu'l-Mübdi, 1. 85.

[5741

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/540-542.

[575J

Tirmizî, sevabü'l-Kur'an, 24; İbn Mâce, mukaddime, 13; Darimî, Fedâilü'l-Kur'ân, 5; Ahmed b. Hanbel. III, 322, 339, 390.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/542.
[5761

Bk. Aydın Ali Aslan, islam inançları ve Felsefesi, 170.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/542-543.



[5771

Buharı, şehadât, 15; meğazi 34; tefsir sure, 24/6; tevhid, 35, 52; Müslim, tevbe 56; hacc Ahmed b. Hanbel, VI, 197.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/543.
[578]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/543-544.

[579J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/544.

[5801

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/544.

[5811

Buhari, enbiya 10; Tirmizi, ubb 8; İbn Mâce, Tıbb, 26; Ahmed b. Hanbel, I, 236, 270.

[5821

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/544-545.

15831

Nahl (16), 40.

[5841

Nahl (16) 40.

15851

er-Rahman (55), 1,2,3.

[5861

Nisa (4), 164.

[5871

Şura (42), 51.

[5881

Taha(10), 14.

15891

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/545-547.

15901

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/547.

[591]

Buharı, tevhid 32; tefsir, 15/1, 35/1; Tirmizi, tefsir, 34/2 İbn Mâce, mukaddime, 13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/547.
[5921

Bk. Karlığa Dr. Bekir, Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, XII/6652.

[5931

Bk. A.g.e., 6653.

[5941

Bk. Aynî, Umdetü'l-Kari, XXV. 155.

[5951

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/548.

[5961

Tirmizi kıyâme, II; tbn Mâce, zühd 37; Ahmed b. Hanbel, III, 213.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/549.
[5971

Bk. Buhari, Dâvât, 1; Müslim, iman 334, 335, 337, 341; İbn mâce, zühd 37; Tirmizi, kıyâme 13.

15981

Bk. Aliyyü'l-Kari, Mirkât V, 277.

[5991

Tâhâ (20) 109.

reooı

Müddesîr (74),48.

[6011

Mümin; (40), 18.

16021

Bk. Buharı, tefsir, 17/5; Müslim, iman 327.

T6031

Bk. Ebu Davud, 4740 nolu hadis.

r6041

Bak. AliyyüT-Kari, Mirkat, V, 277-278; Nevevi, Şerhıı Müslim, III, 35-36.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/549-550.
16051

Buharî, rikâk 51; Müslim, iman 318; Tirmizi, cehennem 10; İbn Mâce, zühd 37; Ahmed b. Hanbel, IV, 437.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/550-551.
16061

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/551.

[6071

Müslim, cenne 18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/551.
16081

Bakara (2) 25.

T6091

Bk. İbn Kesir, Hadislerle Kur'ân-ı Kerim Tefsin, II, 228 v.d.

[6101

Bk. Davudoğlu A.. Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, XI, 245.



[611]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/551-552.

[6121

Tirmîzî, Tefsir sure 39/8, 6X; kıyâme 8; Dârimi, rikâk 79; Ahmed b. Hanbel II 126, 192.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/552.
[6131

Bk. Debbağoğlu Ahmed, Ansiklopedik Büyük İslam İlmihali, 572.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/552-553.
[614]

Buharî, tefsir, sure 39/3,78/1; Müslim, fıten 141, 143; Nesâi, cenâiz 117; İbn Mâce, zühd, 32; Muvatta, cenâiz, 49; Ahmed b. Hanbel, II, 322,
428, 499;III, 28.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/553.
[6151

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/553.

[6161

Buharî, rikâk 28; Müslim, cenne I; Tirmizî, sıfalü'1-cerme, 21; Nesâi, iman 3; Beya' 1-5; Darimî, rikâk 117; Muvatta, cihad5; Ahmed b. Hanbel,

II, 260,233,354,373,380; III, 158,254,284.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/554-555.
16171

Bk. Eş-Şar'ânî, el-Yevakit ve' 1 -Cevahir, II, 193.

16181

Bk. Tirmîzî; davât 58.

16191

Bk. Müslim, mesâcid, 24-25; Müsat'irin 103, Zühd 43, 44.

T6201

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/555.

[6211

Buharı, rikâk53; Müslim, tahare 36, 38; fedâil 27, 34, 35, 39, 41; Tirmîzî, kıyâme 14, 15; İbn Mace, zühd 36; Ahmed b. Hanbel, 1,5: 11,21. 125,
134, 162; 1 1 1,133, 216, 219, 230, IV.424, V,250, 390, 394, 406.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/555-556.
[6221

Kevser, (108), I.

[6231

Bk. Debbağoğlu Ahmed, Ansiklopedik Büyük İslam İlmihali, 200.

[6241

Bk. Aliyyü'l-Kari. Mirkatü'l-Mefatih, V,28I.

[6251

Bahiri, rikâk 52; Müslim, fedaîl 9; Tirmizî, kıyâme, 15; İbn Mâce, zühd 36.

16261

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/556-557.

16271

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/557.

16281

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/557-558.

16291

Müslim, fedail 37,40; taharet 36, sala 53; Buharı, tefsir sure, 108/1; Nesai, iftitah 21; Tirmizî, kıyame 15; İbn Mâce, zühd, 36; Ahmed b. Hanbel,

III, 102; V, 390, 394, 406.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/558.
[6301

Buharı, rikâk 53; Tefsir, sure 108/1; Tirmîzî, tefsir sure 108/1; Ahmed b. Hanbel III, 91, 207, 232; IV, 281.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/558-559.
[6311

Bk. Yazır M. Hamdi, Hak dini Kur'an dili, IX, 6180-6186.

[6321

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/559.

[6331

Ahmed b.Hanbel, IV, 419. 421,424-426.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/560-561.
[6341

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/561.

[6351

İbrahim (14), 27.

[6361

Buharî. cenâiz K9: tefsir sure 14/2; Müslim, cenne 73; Tirmîzî, tefsir 15/1; Nesâi, cenaiz, 1 14; İbn Mace, zühd 32.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/561.
[6371

Mü'min (40), 46.

[6381

Tâhâ (20) 124.

[6391

Bk. Gölcük Doç. Dr. Şerafeddin, Ehl-i Sünnet Akaidi, s. 235-236.

[6401

Bk. Tirmîzî. cenâiz 70.



[641]

Bk. Gölcük Doç. Dr. Şerafeddin, Ehl-i Sünnet Akaidi, s. 237.

[6421

Bk. Tirmîzî, cenâiz 70.

[643]

Bk. Uludağ Süleyman, İslam Akaidi, Şerhu'l-Akaid, 251.

[644]

Bk. Davudoğlu A.. İbn Abidid Terceme ve Şerhi, III, 399.

[6451

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/562-564.

[6461

Tirmîzi. cenaiz 70.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/564-565.
[6421

Bk. Tirmîzi, cenaiz 70.

[6481

Tirmîzî, cenâiz, 70.

T6491

Bk. Buharı, cenâiz, 90;; rikâk 42; Müslim, cenne 65, 66; Nesâi, cenâiz 116; İbn Mâce, zühd, 32; Muvatta, cenâiz 48; Alımed b. Hanbel, II, 51,
11.3, 123.
16501

Bk. Halil Ahmed, Bezlu'l-Mechûd, XVIII. 292.

[651]

Bk. el-Mübarekfüri, Tuhfetü'l-Ahvezî, IV. 184.

16521

Bk. Miras Kamil, Tecrid-i Sarih, IV, 644-645, I. Baskı.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/565-567.
[6531

Bk. Müslim, Mesâcid. 129.

[6541

984 no'lu hadis.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/567.
[6551

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/567-568.

[6561

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/568.

[6571

Nesâi, cenâiz 1 14; İbn Mâce, zühd, 32.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/568-571.
16581

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/571-572.

[6591

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/572.

T6601

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/572-573.

[6611

Araf (7), 9.

[6621

Bk. Uludağ Süleyman. Kelâm İlmi ve İslam Akaidi, 255-256.

[6631

Hakka (69), 19.

T6641

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/573-574.

[6651

İsra(17), 13.

[6661

Bk. Hakka (69), 19, 26; el-İnşikak (84), 7.10.

[6671

Bk. Topaloğlu Bekir, Matüridiyye Akaidi, 186.

[6681

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/574.

[6691

Buharı enbiya 3; Meğâzi 77; edeb 97 fıten 26; Müslim, fıten 95, 101; Ebu Davud, melahim 14; Tirmîzî, fıten 55. 56; Nüzur 62; Ahmed b Hanbel,
I, 195; II, 135, 149; III, 103, 173.276,290.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/575.
16701

Bk. Kiiçükkakıy Dr. Hüseyin. Din İle Maddecilik Arasında Ezeli Savaş, sh. 10.

[6711

Tirmîzî. Fiten 57.

[6721

Ahmed İbn Hanbel, II, 104.

16731

Buharı. Enbiya 59.



[6741

Müslim, fıten. 125.

[675]

Tirmîzî Filen. 62; Bk. Debbaoğlu. Ansiklopedik Büyük İslam İlmihali, 122.

[676J

Bk. Gönenç Halil. Günümüzün Meselelerine Fetvalar, 20,21.

[6771

Bak. A.g.e. 22.

[6781

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/575-577.

[6791

Buharı edeb77; fıten 26, cihad 178; enbiya 3; Müslim, fıten, 95, 101; Ebû Davud, melahim 14; Tirmizî, filen 56, 62, İbn Mâce, fıten 33; Ahmed
b. Hanbel, I, 176, 182; 11,27, 149; VI, 140.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/578.
r6801

Bk. Davudoğlu A., Sahih-i Müslim, Tercüme ve Şerhi, XI, 384.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/578.
16811

Tirmîzîedeb78;Nesâi,katü's-sarik I; Ahmed b.Hanbel,IİI.332;IV, 130,220; V. 165,180,344.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/579.
16821

Müslim, imâre 53.

16831

Bk. Davudoğlu A.. Sahih-i Müslim, Tercüme ve Şerhi, IX, 17.

[684J

Bk. Müslim, imâre, 52.

16851

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/579.

[6861

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/580.

[6871

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/580.

f6881

Müslim imâre 62,64; Tirmizi, fıten78; Nesâi, iman 17; Ahmed b. Hanbel, VI, 295,302,305,321.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/581.
[6891

Bk. Davudoğlu, A., Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, IX, 27-28.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/581.
[6901

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/582.

[6?J]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/582.

[6921

Müslim, imare 59, 60; Nesâi, Tahrim, 6; Ahmed b. Hanbel, IV, 261, 341, V, 24.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/582.
16931

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/582-583.

[694J

Müslim, zekat, 155, 156; İbn Mace, mukaddime 12; hudud, 18 Ahmed, I, 88, 95, 108.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/584.
16951

Bk. İslam Ansiklopedisi, IX, 191, 192.

16961

Bk. Kılavuz A. Saim, İman-Küfür Sınırı, 166.

[6971

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/584-585.

16981

Buhari, enbiya 6; menakıb 25; meğazi 61; FedailüT-Kur'an, 36 edeb 95; tevhid 23 57; istitabe 95;Müslim zekat 142, 144, 147, 148, 154, 156,
159; Tirmizî, filen 24; Nesai,zdeai79; tahrim 26, İbn Mâce, mukaddime 12; Dârimi, mukaddime 2i; Muvatta.messü' 1 -Kur'an 10; Ahmed b
Hanbel. 1,88,92; 131, 137; 151, 156, 160,256.404; III, 5, 15. 33,52,56.60,64,65,68,73, 159, 183,' 189,224. 353, 355,486; IV, 145,422,425: V, 42; 176.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/585-587.
16991

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/587.

17001

Müslim, zekat 149; Ahmed b. Hanbel, II, 197.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/587-588.
17011

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/588.

17021

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/588-589.

[7031

Müslim, zekât 148.

[7041

Bk. el-Azimâbadi, Aynü'l-Ma'bud, XIII, 112.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/589.
[705]

Buharî, istibabe 6; menâkıb 25; fezâilü'l-kur'ân 6; Müslim, zekât 154; Tirmîzî, fiten 24; İbn Mâce, mukaddime 12; Ahmed b. Hanbel, I, 113. 131,

404.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/590.
17061

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/590.

17071

Müslim, zekât 156, 157; Ahmed b. Hanbel I, 88 92, 141.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/591-593.
17081

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/593.

[709]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/594.

£7101

Bk. İbn Abidin, Reddü'l-Muhtar, III, 309; Beyrut, Lübnan.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/594.

ulu

Tirmizi, diyât 21;Nesâi, tahrimü'd-dem 21-24; İbn Mâce, hudûd, 21; Buharı, mezâlim 33; Müslim, îman 226; Ahmed b. Hanbel, I, 79, 187, 190,
305; II 163, 193, 194, 205, 206, 210,215,217,217,221,224.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/595.

um

Tirmîzî, diyât; Nesâi, tahrimü'd-dem 23, 24; İbn Mâce, hudud 21; Buharî, mezâlim 33, Müslim, İman 226; Ahmed b. Hanbel, I, 79, 187, 190,
305,11, 163/193, 194,205,206,210,215,217,221,324.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/595.
[713]

Bk. el-Askalani, Fethu'l-Bari, VI, 48-49.

um

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/595-597.



13. BOŞANMA BÖLÜMÜ

1. Kadını Kocasına Karşı Kışkırtan Kimsenin Hâli

2. Bir Erkekten Karısını Boşamasını İsteyen Kadının Durumu

3. Talakın Çirkinliği

4. Sünnete Uygun Olan Boşama Şekli

5. Karısını Boşadıktan Sonra Şahitsiz Olarak Ona Dönmek İsteyen Kişi

6. Kölenin (Karısını) Sünnî Olarak Boşaması

7. Nikahtan Önce Talak(In Hükmü)

8. Öfkeli İken Verilen Talak

9. Şaka İle Boşama

9- 10. Karısını Üç Talakla Boşayan Kimsenin Bir Daha Karısına Dönmesi Neshedilmiştir

10- 11. Talakta Geçerli Olan Sözler Ve Amellerde Nîyyetin Önemi

11- 12. Erkeğin Karısını Kendisinden Boşanıp Boşanmamakta Muhayyer Bırakması

12- 13. (Kişinin Karısına) "Senin İşin Kendi Elindedi" Demesinin Hükmü

13- 14. Elbette (Sözüyle Yapılan Boşama) Hakkında

14- 15. İçinden Karısını Boşamayı Geçiren Kimsenin Durumu

15- 16. Karısına "Bacım" Diye Hitabeden Kimsenin Durumu

16- 17. Zihar

17- 18. Hul'u (Menfaat Karşılığında Kocanın Karısını Boşaması)

18- 19. Hür Veya Köle Bir Erkekle Evli İken Hürriyetine Kavuşan Bir Câriye(Nin
Nikahının Feshi)

19- 20. (Berire Hürriyetine Kavuştuğu Zaman) Kocasının Hür Olduğunu Söyleyenler

20- 21. Hürriyetine Kavuşan Bir Cariyenin Nikahını Feshetme Muhayyerliği Ne Kadar
Sürer?

21- 22 Köle Olan Karı-Koca Beraberce Hürriyetlerine Kavuşacak Olurlarsa Kadının
Muhayyerlik Hakkı Var Mıdır?

22- 23 (Gayri Müslim) Karı-Kocadan Birinin Müslüman Olması

23- 24. Karısından Sonra Müslüman Olan Bir Kimseye Karısı Ne Zaman Geri Verilir?

24- 25. Dörtten Fazla Hanımla Ya Da İki Kız Kardeşle Evli İken Müslüman Olan Bir
Kimsenin Durumu

25- 26. Anne Babadan Biri Müslüman Olunca Çocuk Hangisinin Yanında Kalır?

26- 27. Lian

27- 28. Erkek Hanımının Doğurduğu Çocuğun Kendisinden Olup Olmadığından
Şüphelenecek Olursa

28- 29. Çocuğun Kendisinden Olduğunu Bildiği Halde Kendisinden Olmadığını İddia Eden
Kimseler Hakkında Ağır Tehdidler

29- 30. Bir Kimsenin Zinadan Doğan Bir Çocuğun Kendisine Ait Olduğunu İddia
Etmesi

30- 31. Kaifler (İz Ta'kibi Mütehassısları)

31- 32. Çocuğun Kendilerine Ait Olduğunu İddia Eden Ve İhtilafa Düşen Kimseler
Arasında Kur'a Çekileceğini Söyleyenlerin Delilleri

33- 34. "Çocuk Sahibu'l-Firaş'a Aittir"

34- 35. Çocuğu Himayesine Almakta Öncelik Hakkı Kimindir?

35- 36. Boşanmış Kadınların İddet Beklemesi

37. Boşanıp da İddet Beklemekten İstisna Edilen Kadınlarla İlgili İstisna Hükmünün
Sonradan Nesh Yada Tahsis Edilmesi

36- 38. Erkeğin Boşadığı Karısına Dönmesi

37- 39. Bâin Talâkla Boşanan Kadının Nafakası

38- 40. Fatıma Bint Kaysın Rivayetini Kabul Etmeyenler

39- 41. Üç Talakla Boşanmış Olan Bir Kadın İddet Beklerken Gündüzün Dışarı Çıkabilir

40- 42. Kocası Ölen Bir Kadına Bir Yıllık Nafaka Ve Mesken İhtiyacının Kocası
Tarafından , Temin Edilmesi (İçin Vasiyet Etmesi) Hükmü Miras Ayeti İle Neshedilmiştir

41- 43. Kocası Ölen Bir Kadının Bir Süre Yas Tutması

42- 44. Kocası Ölen Bir Kadın (îddetini Beklerken Kocasının Evinden Başka Bir Yere)
Taşınabilir Mi?



43- 45. "Kocası Ölen Bîr Kadın İddetini İstediği Yerde Geçirir" Diyenlerin Delilleri

44- 46. Kocası Ölen Bir Kadının İddeti İçinde Kaçınması Gereken Davranışları

45- 47. (Kocası Ölen) Hamilenin İddeti

47- 49. Üç Talakla Boşanmış Olan Bir Kadın Başka Bir Kocayla Evlenmedikçe İlk Kocası
Ona Dönemez

48- 50. Zinanın Büyük Günah Olduğu



13. BOŞANMA BÖLÜMÜ



Bağı çözmek, serbest bırakmak manalarına gelen "talak" kelimesi, İslama mahsus bir
kelime değildir. Bu kelime, tslâmiyyetten önce de arap-lar arasında bilinmekte ve
kullanılmaktaydı. Fakat o zamanlar araplar talak sayısını üçle kayıtlamazlardı. Ancak
tslamiyyet geldikten sonra talak sayısı üçle sınırlandırılmıştır, imam Mâlik'in Urve'den
naklettiği şu hadis-i şerif bu meseleyi çok açık bir şekilde dile getirmektedir.
"İslâmdan önce bir adam karısmı.boşayıp daha iddeti bitmeden ona dönmek istese, bin
talakla dahi boşasa, karısına dönebilirdi. (O zaman) adamın biri (zulmetmek kasdıyla)
karısını boşadı, iddetinin bitmesi yaklaşınca ona döndü. Sonra tekrar boşadı. Sonra da;
"Vallahi bana dönmene engel olacağım, (iddetinin bitmesi yaklaşınca sana dönüp
tekrar boşamakla iddetin uzayıp gideceğinden) başka kocayla da evlenemiyeceksin"
dedi. Bunun üzerine Yüce Allah "(Vukuundan sonra tekrar kan-koca hayatına
dönülebilecek olan) talak ikidir. (Bu iki talaktan sonra koca karısına dönerek) ya
iyilikle evliliği sürdürür, ya da istediği kişi ile evlenmesi için kadını serbest bira-

LU

kır." âyet-i kerimesini indirdi. Bunun üzerine o günden itibaren karısını boşayan ve

121

boşamayan herkes eski âdetlerini bırakarak, Allah'ın emri üzerine hareket ettiler."
Fıkhî bir terim olarak talak kelimesi "Belli sözlerle evlilik bağını çözmek ve
kaldırmak" anlamında kullanılır. Belli sözlerin bir kısmı sarihtir. Talak (boş)
kelimesinin sarih olduğunda ittifak, *Firak", ve "Seran" kelimelerinin sarihliliğinde
ihtilaf vardır. Bu iki kelime Kur'ân-ı Kerimde talak manasında kullanıldığı için İmam

IH

Şafiî bunları da sarih kabul etmiştir. Geri kalanları ise, kinaye kabilindendir.
Boşamada sarih kelime kullanılmış ise, Hâkim; niyyet ve karine aranmadan diğer
şartlar da bulununca evliliğin sona erdiğine hükmeder. Kinaye ne v'inden olan sözlerin
aynı neticeyi doğurması ise, niyet ve karinelere bağlıdır.

Şurasım unutmamak gerekir ki Islâmiyyet, boşanmaya giden yolu uzatmış, eşlerin
prensip olarak ilk defa birbirleriyle anlaşma ve uzlaşma zemini aramalarını teşvik
etmiştir. Bu bakımdan Kur'ân-ı Kerim'de erkeklerle kadınların iyi geçinmeleri
emrolunmuştur. Saadet ve sevgi karşılıklı fedâkârlıklarla olur. Ve karşılıklı
teslimiyetle devam eder? Erkek kadının bazı özelliklerini beğenmeyebilir. Fakat
bunlan asla bir geçimsizlik vesilesi yapmamalıdır. Zira kadında, kendisinin hiçbir

141

zaman sahip olamayacağı ve de hoşuna giden huylar da bulunabilir.
Eşler arasında geçimsizlik türlü sebeplerden çıkabilir. Kan-koca bu geçimsizliği önce
kendi aralarında gidermeye çalışmalıdırlar. Eğer başarıya ulaşılamazsa iki tarafın
ailelerinden birer hakeme baş vururlar. Alimlerin çoğunluğuna göre karı-koca,
anlaşmazlık büyüdüğünde hâkime başvururlar. Hâkim de onların aralarını bulması için
bu işe layık iki hakem tayin eder. Ayet-i kerime'de; "Hakemler eğer barıştırmak

[51

isterlerse, Allah eşlerin aralarını bulur, düzeltir." buyurulmaktadır. Hakemler bütün
gayretlerine rağmen barışmayı sağlayamazlarsa, talak yani boşanma safhaları başlar.
Görülüyor ki, boşanma bir zaruretin, kaçınılmaz bir durumun neticesinde mubah
kılınmış, Kur'ân-ı Kerim'de "Kadınlar size itaat ederlerse, aleyhlerine bir yol



aramayın." buyurularak zarûretsiz boşama yasaklanmıştır. Hz. Peygamber' de
"Evleniniz, fakat boşamayım z. Çünkü Allah zevke düşkün erkeklerle zevkine düşkün

121

kadınları sevmez." buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber "Allah teâlâ'ya, helal kıldığı

£81

şeylerin en sevimsizi talaktır." buyurmuştur.

Boşama zaruret haline gelince de işi uzatmak anlamsız ve tehlikelidir. Çünkü eşler
arasındaki karşılıklı sevgi ve saygı kalkıp aralarım düzeltme imkânı ve ihtimali
kalmayınca karşımıza üç yol çıkar.

a) Nefret ve geçimsizliğe rağmen evliliğin devamında ısrar.

b) Evlilik hukuken mevcut olduğu halde, eşleri muvakkaten ayırmak.

c) Artık çekilmez bir yük hâline gelen evlilik bağını çözerek eşleri birbirinden
ayırmak.

Bu yolların hepside aile saadetini sağlamaktan uzak olduğu gibi aynı zamanda eşlerin
hayatını zindana çevirecek yollardır. Neticeyi şu şekilde özetlemek mümkündür.

1. Eşler birbirleri için çekilmez bir yük haline geldikleri zaman talaka baş vurmak
mubahtır.

2. Eğer kadın, sözleri ve fiilleriyle kocasını ve başkalarını incitmeyi, adet haline
getirmişse veya namazını kılmıyorsa kocasının onu boşaması müstehabdır. Nitekim
îbn Mesud (r.a.) "kadının mehri üzerimde bir borç olarak Allah'ın huzuruna varmam
benim için namaz kılmayan bîr kadınla birlikte yaşamamdan daha hayırlıdır." der.

3. Erkeğin erkeklik organım kaybetmek veya cinsi kudretini yitirmek gibi evlilik
bayatını devam ettirme imkânından mahrum kalması halinde ailesini boşaması üzerine
vâcib olur.

4. Sebepsiz olarak boşamak ise, mekruhtur. Nitekim "Allah teâlâ'ya helâl kıldığı
şeylerin en sevimsizi talaktır." anlamına gelen 2178 numaralı hadis de bunu ifade
etmektedir. Çünkü bir şeyi Allahm sevmeyip, ona buğz ettiği halde haram olmayışı, o
fiilin mekruh olduğunu ortaya koyar.

5. Haram olan-talak. Bu da "Bid'i talâk" ismi verilen ve sünnî talaka aykırı olarak
yapılan boşama şeklidir. Yani kendisiyle daha önce zifâfâ girilmiş, bir kadına hayız
hâlinde iken veya temizlenip de cinsî münâsebette bulunduktan sonra veya bir
temizlik süresi içinde birden fazla uygulanan talaktır.

Talakın şartı: Kocanın akıl, baliğ ve uyanık olması, kadının nikâhlısı olması, yahut
boşanmağa, mahal sayılacak bir iddet içinde bulunmasıdır.
Talâkın rüknü: Kadını boşarken söylenen sözdür.

Talakın sebebi: Huyların birbirine uymaması halinde kurtulma ihtiyacını sağlamaktır.
Talakın hükmü: Talâk-ı ric'ide iddetin bitmesiyle talak-ı bâinde ise, derhâl ayrılığın
vuku* bulmasıdır.

Talâkın kısımları:

1- Ahsen (en güzel) olan sûnni talâk, Kadını cima' etmediği bir temizlik devresinde bir
defa boşayarak iddeti geçinceye kadar terketmektir.

2- Hasen (güzel) olan sûnni talâk içinde cima' bulunmayan üç temizlik devresinde
birer defa boşamaktır.

3- Bid'i talâk: Bir defada üç sayı ile boşamak, yahut hayız halinde boşamaktır.
Talak vukû'u bakımından da ikiye ayrılır



1- Ric'i talak: Talakta kullanılan sarih sözlerle yapılan talak,

m

2- Bain talak: Kinaye sözlerle verilen talaktır.

1. Kadını Kocasına Karşı Kışkırtan Kimsenin Hâli

2175. ...Ebu Hureyre (r.a.)'den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki:

um

"Kadım kocasına, köleyi de efendisine karşı kışkırtan kimse, bizden değildir."
Açıklama

Bir kimsenin bir kadını kocasından soğutarak, ondan ayırmak maksadıyla, o kadının
yanında kocasının kötülüklerinden veya onun çirkinliğinden bahsetmesi haram olduğu
gibi, çeşitli hilelerle bir köleyi kandırıp efendisine karşı kışkırtması da haramdır.
Çünkü bu gibi hareketler aile fertlerinin aralarının açılmasına, aile ocaklarının
sönmesine ve dolayısıyla cemiyet bünyesinde tehlikeli bozulmalara sebeb olur. Bu
yüzdendir ki müslümanlarm arasının açılmasına sebeb olan, birinin dünürlüğü üzerine
dünürlükte bulunmak, birinin talib olduğu bir mala talib olmak, müşteri kızıştırmak
gibi bütün davranışlar yasaklanmıştır. Hadis-i Şerifte bir erkeğin, bir kadını kocasına
karşı kışkırttığından bahsedilmekle yetinilip te erkeklerin karılarından
soğutulduğundan bahsedilmemesi, genellikle kışkırtılanların kadınlar olmasındandır.

im

Aslında bir erkeğin karısı ile arasını açmaya çalışmakta aynı derecede haramdır.

2. Bir Erkekten Karısını Boşamasını İsteyen Kadının Durumu

2176. ...Ebu Hureyre (r.a.)'den; demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu":
"Hiçbir kadın, kız kardeşinin kabını boşaltmak için onun boşanmasını isteyemez.
(Kadın istediği kimseyle) evlensin, onun nasibi ancak Allah'ın kendisine takdir ettiği

£12]

şeydir."
Açıklama

Bir kadının herhangi bir erkekle karısının arasını açmak istemesi şu sebeplerden ileri
gelebilir.

1. O erkeğin karışım boşayıp da kendisiyle evlenmesi için,

2. Karısını boşatmak ve o erkeğin sadece kendisine kalmasını sağlamak için,

3. Saadetini kıskandığı kadım bu saadetten mahrum etmek için.

Metinde geçen "Hiçbir kadın kızkardeşinin kabını boşaltmak için onun boşanmasın!
isteyemez." cümlesi, bu hadis-i şerifte birinci ve ikinci sebeplerin tahrikiyle bir kadını
kocasından boşatan kadınların kasdedildiğine delâlet etmektedir. Binaenaleyh bu
cümleden murad bir kadının bir erkeğe karısını boşattırarak onunla kendisi evlenmek
ve o kadının nafaka ve şâire gibi şeylerinden istifâde etmek istemesidir. Bu manâ
mecazen "kabını boşaltmak" ta'biriyle ifâde olunmuştur.

Kızkardeşten maksat ise, aynı anne ve babadan dünyaya gelen, aralarında kanbağı



bulunan, hakiki manadaki kız kardeş değil, kendisinin dışında herhangi bir müslüman
kadındır. Nitekim İbn Hibban'm rivayet ettiği şu hadis-i şerif de bunu ifade
etmektedir: "Hiç bir kadın, kızkardeşinin kabını boşaltmak için onun boşanmasını

isteyemez. Çünkü her müslüman kadın, diğer bir müslüman kadının kardeşidir."
Bu bakımdan her kadın kendine çıkacak talibi beklemeli, bir kadın: kocasından
bojauiftlrak' onun yerine kendisinin geçmesini arzu etmemelidir. Esasen bir kadını bo-
şattırarak onun yerine geçmek bir kadının, elinde değildir. Allah istememişse ne kadar
uğraşsa da buna muvaffak olamaz. Metinde geçen "Onun nasibi ancak Allah'ın
kendisine takdir ettiği şeyden ibarettir" cümlesinin anlamı da budur.
Ancak kadının kocasından boşanmasını mübâh kılan durumların ortaya çıkması
halinde, o kadına nasihat kabilinden kocasından boşanması tavsiye edilebilir. Kadının
kocasından zarar görmesi veya kocasının karısından zarar görmesi, erkeğin aşırı
derecede ayrılmak arzusunda bulunması gibi haller bu gibi tavsiyeyi mübâh kılan
£141

sebeplerdir.

3. Talakın Çirkinliği

2177. ...Muhârib'den; demiştir ki: "Rasûlullah (s. a.) şöyle buyurdu: "Allah, kendisine

1151

talaktan daha sevimsiz gelen helâl yaratmamıştır."

2178. ...İbn Ömer (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre Peygamber (s. a.) şöyle

1161

buyurmuştur: "Helâl(ler)in yüce Allah'a en sevimsiz olanı talaktır"
Açıklama

"Helal" kelimesi haramın zıddıdır ve vâcib, mendup, mekruh, farz terimleri de bu
kelimenin kapsamı içerisine girmektedir.

Bu kelime, bu hadis-i şerifte mekruh anlamında kullanılmıştır. Çünkü Allah'ın
sevmediği bir şeyin helal olması, onun mekruh olduğunu gösterir.
Talak bölümünün giriş kısmında ifade ettiğimiz gibi cevaz sınırından farza kadar
çıkan, yasak sınırları içerisinden de harama kadar inen talak'm vâcib, mendup, caiz, ve
haram çeşitleri yanında bir de mekruh obnı vardır.

Kadı Iyaz'a göre ise, talak sebebsiz yere eşlerin menfaatini ortadan kaldırmaktan başka
birşey olmadığından haramdır.

Hanefi ulemasından Kemalüddin b. Hûmâm'a göre, bu hadis-i şerif talakın haram
değil, helal olduğuna delâlet etmektedir. Ancak bu cevazın dayanağı ihtiyaç ve
zarurettir. Böyle bir durum olmadan boşamanın yasak oluşu, "Mubah ve helalin Allah
nezdinde en sevimsiz olanı boşamadır" ve "Allah, zevkine düşkün ve çok boşayan

£121

kişilere lanet eder" hadisleri ile sabittir.



4. Sünnete Uygun Olan Boşama Şekli



2179. ...Abdullah b. Ömer (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre kendisi] Rasûlullah (s. a.)
zamanında karısını hayızlı iken boşamış bunun üzerine, Ömer b. el-Hattâb bu durumu
Rasûlullah (s.a.)'a sormuş, Rasûlullah (s. a.) şöyle cevap vermiştir;
"Ona emret, karısına dönsün. Sonra (hayızmdan) temizlenip (tekrar) bir hayz (daha)
görüp sonra (tekrar) temizleninceye kadar (nikahı altında) tutsun. Bundan sonra isterse
tutar, isterse temasta bulunmadan önce boşar. îşte Aziz olan Allah'ın, kadınların içinde

£181

boşanmasını emrettiği iddet (dönemi) budur."
Açıklama

Sünnî talak "kitaba ve sünnete uygun olarak verilen talak" demektir ki kişinin,
hanımını hiç temasta bulunmadığı bir temizlik halinde bir ric'î talak ile boşamasıdır.
Nitekim Abdullah b. Mesud'un rivayet ettiği, "sünnet olan talak, kişinin karısını temiz

£191

iken ve onunla cinsî temasta bulunmadan boşamasıdır" anlamındaki hadis bu
manâyı ifade etmektedir. Buradaki sünnetin mânâsı "sevap celbeden sünnet" demek
değil, "muahazeyi icabetmeyecek şekilde sabit olan" manasınadır. Çünkü talak hadd-i
zatında bir ibâdet değildir ki ona sevab verilsin. Burada murad onun mubah olmasıdır.
Evet kadını bid'î talakla boşamaya sebeb varken, kocası sabreder de vakti gelince
sünni şekilde boşarsa, günaha girmekten sakındığı için sevaba girer. Yoksa talaktan
kaçındığı için bir sevap yoktur. Zina etmek için bütün sebepler mevcut olduğu halde
bir adamın kendini zinadan muhafaza etmesi gibi ki, sevaba girer, fakat zina etmediği
için değil, kendini tuttuğu içindir. Zira sahih kavle göre kulun mükellef olduğu şey,

£201

yokluk değil, kendini tutmasıdır.

İmam Mâlik'e göre, "Rasül-i Ekrem'in, Hz. İbn Ömer'e hayız hâlinde boşamış olduğu
kadına dönmesini emretmesi, vücûb ifade eder. Binaenaleyh karısını hayızlı iken
boşayan bir kimsenin ona dönmesi icâb eder. Dönmediği takdirde talakı geçerli
olmakla beraber bid'at ve haram işlemiş olur.

Hanefî ulemasından Hidâye müellifi Burhaneddin el-Merğinânî de bu görüşü tercih
etmiştir. Diğer üç mezheb imamına göre ise, hayız halinde talak vermek caiz ise de
bunu temizlik halinde vermek menduptur. Çünkü Rasûl-i Ekrem'in İbn Ömer'e gıyabî
olarak verdiği emr vucûb değil, men-dupluk ifâde eder. Ancak dönüşün, talak
hakkının üçünü de kullanmamış olana söz konusu olup, talak haklarının üçünü de
kullanan kimseler için mümkün olmadığını unutmamak gerekir. Metinde geçen
temizlik kelimesiyle kadının hayız kanının kesilmesi mi, yoksa kadının kanın
kesilmesini müteakib yıkanması mı, kasd edilmiş olduğu meselesi, ulema arasında ih-
tilaflıdır. Bu her iki görüş de imam Ahmed'den rivayet edilmiş olmakla beraber, bu
kelimeyle kadının hayzı müteakib yıkanması kasd edildiği görüşü tercih edilmiştir.
Nitekim Nâfi'den rivayet edilen şu hadis-i şerif de buna delâlet etmektedir: "Abdullah
b. Ömer karısını hayızlı iken bir talak ile boşamıştı. Bunun üzerine (babası) Ömer
(r.a.) Rasûlullah (s.a.)'e giderek durumu nakletti. Rasûlullah (s. a.) O'na şöyle buyurdu:
"Abdullah, emret de karısına dönsün. Kadın hayızdan kurtulup da yıkanınca ona
dokunmasın. Kadın ikinci defa hayızlı olup ondan yıkanınca ona yaklaşmadan
boşasm. Evliliğin devamını istiyorsa kadım bırakmasın. İşte bu, kadınları boşamak





için Allah'ın takdir ettiği müddettir."

Görüldüğü gibi, Nesâî'nin rivayet ettiği bu hadis, metinde geçen temizlik kelimesinin,
kadının hayız kanının kesilmesini müteâkib yıkanması anlamında kullanıldığına
delâlet etmektedir.

Mezheb imamlarından imam Malik (r.a.)'de bu görüştedir. Mevzumuzu teşkil eden
Ebu Davud hadisinden anlaşıldığına göre karısını hayız halinde boşayan kimse için
müstehab olan hemen karısına dönmektir. Şayet karısını boşamak niyetini taşıyorsa,
hayızdan sonraki temizlik vaktinde de kadına dokunmadan ikinci hayızdan sonraki
temizlik vaktini bekler ve o zaman talak uygular, veya boşamaz. Hanefi mezhebinde
zahir olan kavil budur. Ancak Tahâvî'ye ve imam Ebu Hanife'den gelen bir rivayete
göre ise, karısını, talak vermiş olduğu hayız devresinden sonraki temizlik devresi
[221

içerisinde boşar. Kadını ikinci hayızdan temizleninceye kadar bekletmekteki
hikmet, onun hâmile olup olmadığını iyice tesbit etmek ve şayet hamileliği anlaşılırsa,
kocanın düşünmesine bir fırsat vererek evlilik hayatına tekrar dönmelerini
123]

sağlamaktır.
Bazı Hükümler

1. Bir kimsenin karısını hayızlı iken veya cinsî münâsebette bulunduğu temizlik
anında boşaması haramdır. Bu durumda olan bir kimsenin derhal karısına dönmesi
vâcibdir. İmam Mâlik bu görüştedir. İmam Ahmed'in de bu görüşte olduğuna dair bir
rivayet varsa da imam Ahmed'in meşhur olan görüşüne göre bu durumda olan bir
kimsenin ailesine dönmesi müstehabtır. Ulemanın büyük çoğunluğunun görüşü de
budur. Bu görüşte olan ulemaya göre, nasıl ki bir kimsenin evlenmesi farz değilse, bu
nikahı devam ettirmesi de aynı şekilde farz değildir. Hanefî ulemasından Hidâye
sahibi mevzu-muzu teşkil eden Ebû Dâvud hadisine dayanarak imam Mâlik'in
görüşünü benimsemiştir. Hidâye sahibine göre "mademki hayız içinde talak vermek
yasaklanmıştır. O halde hayız müddeti bitmeden kadına dönerek bu süre içerisinde

[241

nikahı devam ettirmek de vâcib olur. Mâliki ulemasının büyük çoğunluğu bu
durumda olan bir erkeğin hayız içerisinde karısına dönmemesi hâlinde, temizlik
halinde dönmesi icabettiğini söylerken yine Mâliki ulemasından Eşheb, kadın
temizlendikten sonra artık ona dönmesi gerekmediğini söylemiştir. Fakat tüm fukaha,
karısını hayızlı iken boşayan bir kimsenin, kadının iddeti sona erdikten sonra ona
dönmesi gerekmediği görüşünde birleştikleri gibi karısını kendisiyle cima'da
bulunduğu temizlik halinde boşayan bir kimsenin de iddet sona erdikten sonra
dönmesi gerektiğinde görüş birliğine varmışlardır. İbn Battal ise, Şafiî ulemasından
Hannatî'nin "Karısını cirfia'da bulunduğu temizlik halinde boşayan kimsenin iddet
bittikten sonra karısına dönmesi gerektiğini" söyleyerek ulemaya muhalefet ettiğini
söylemiştir.

Yine tüm ulemanın bu mevzuda görüş birliğine vardığı meselelerden biri de kendisiyle
hiç münâsebette bulunmadığı karısının hayizlı iken boşa-yan bir kimsenin ona
dönmesi gerekmediği meselesidir. Her ne kadar Hanefî ulemasından İmam Züfer
aksini iddia etmişse de Hz. İmamın bu görüşüne itibar edilmemiştir.



Şafiî ulemasından imam Nevevî'nin beyânına göre, hayızh iken boşanan bir kadın,
şayet hâmile olursa, Şafiî mezhebinin sahih olan görüşüne göre bu talak haram
değildir. Çünkü hayızh kadını boşamanın yasaklanması kadının iddet süresinin
uzamasını önlemek içindir. Zira bu durumda kadının hayız süresinin hesabı zorlaşır.
Fakat hayızh olan bir kadının iddet süresi, çocuğunu dünyaya getirmekle sona ereceği
için onun iddet süresinin tesbitinde bir zorluğun çıkması söz konusu değildir.

2. Bir kimsenin hayızh olan karısına hitaben "Sen temizlendiğin vakit boşsun"
demesiyle karısı boş düşmez. Çünkü metinde geçen "bundan sonra isterse tutar, isterse
temasta bulunmadan önce (onu) boşar" cümlesi o kişinin mutlak olarak o kadına
dönüp dönmemekte muhayyer olduğunu ifâde etmektedir. Bu da söz konusu kimsenin
bu sözüyle o kadının boş düşmeyeceğini gösterir.

3. İçerisinde kadınla cinsî münâsebette bulunulan temizlik döneminde kadım boşamak
haramdır. Ulemanın büyük çoğunluğu bu görüştedir. Çünkü metinde geçen "...temasta
bulunmadan önce boşar..." sözü, bunu ifâde etmektedir.

4. "Kuru"' kelimesi temizlik mânâsına gelir.

5. Bir aracı vasıtasıyla verilen emir, âmirin doğrudan doğruya bizzat verdiği emir

[251

gibidir.

2180. ... Nâfî'den rivayet edildiğine göre İbn Ömer karısını hayızh iken bir talakla
boşamış. (NâfF rivayetine devam ederek önceki) Mâlik hadisinin mânâsını
[261

(nakletmiştir.)
Açıklama

Önceki hadis-i şerifin kaynaklarını verirken belirttiğimiz gibi bu hadisi Müslim de
rivayet etmiştir. Bu hadis-i, Müslim şu mânâya gelen lâfızlarla rivayet etmiştir:
"Abdullah (b. Ömer) karılarından birini hayız hâlinde bir talakla boşamış da
Rasûlullah (s. a.) karısına ric'at etmesini ve karısı temizlenip de ikinci bir hayız
görünceye kadar onu yanma alıkoymasını ve kadına hayızdan temizleninceye kadar da
mühlet vermesini kendisine emretmiş. Şayet kadını boşamak isterse kadın
temizlendiği vakit, onunla cima etmeden boşamasını, Allah'ın emrettiği iddetin bu
olduğunu bildirmiş. Müslim der ki: "Leys bir talak" sözünde belleyişli davranmıştır.
Başka râviler burada hataya düşerek bir talak yerine "üç talak" sözünü rivayet ettikleri
için Müslim, Leys'in rivâyetîn-dekİ doğruluğa işaret etmek maksadıyla hadisin sonuna
bu ta'likî ilâve etmiştir. Nitekim Müslim'in diğer rivayetleri de Leys'in bu rivayetinin

1271

doğruluğunu te'yid etmektedir.
Bazı Hükümler

Karısını hayızh iken boşayan kimsenin ona dönmesi ve boşamakta kararlı ise, ikinci
bir hayızı takib eden temizlik döneminin beklenmesi farzdır. İmam Mâlik ile Ebu
Yusuf ve İmam Muhammed bu görüştedirler. İmam Ahmed ile Şafiî'nin de bu görüşte
olduğu rivayet edilmişse de sahih olan rivayete göre sözü geçen bu iki mezhep
imamıyla birlikte imam Ebu Hanife hayız hâlinde verilen talakın caiz, fakat talakı



[28]

temizlik halinde vermenin mendup olduğu görüşündedirler.

2181. ...îbn Ömer (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre kendisim karısını hay izli iken
boşamış da (babası) Ömer, bunu Peygamber (s.a.)'e anlatmış bunun üzerine Rasûlullah
(s.a.) "O'na emret karısına dönsün, sonra onu ya temizlendiğinde ya da hâmile iken

[29]

boşasm" buyurmuştur.
Açıklama

Bu hadis hayızlı iken karısını boşayan bir kimsenin kansma döndükten sonra,
boşamak için ikinci hayızdan sonraki temizlik devresini beklemesinin müstehab
olduğunu söyleyen imam Ebu Hanife ile imam Ahmed'in ve taraftarlarının delilidir.
Çünkü bu hadiste söz konusu erkeğin karısını boşamak için ikinci hayızdan sonraki
temizlik halini beklemesi isteniyor. Sözü geçen ulema bu hadise bakarak (2179
numaralı hadis) bu durumda olan bir erkeğin karısını boşamak için temizlik halini

' 130] '

beklemesine dair emrin istihbab için olduğunu söylemişlerdir.
Bazı Hükümler

1. Bir kimsenin karısını hayızlı iken boşaması haramdır. Binaenaleyh bu durumda olan
bir kimsenin karısına dönmesi icâbeder. Şafiî ulemasından Nevevî'nin beyânına göre
"Hayızlı kadını rızası olmadan boşamanın haram olduğunda bütün ulema ittifak
etmişlerdir". Ancak bu talak yine de vakidir. Haricilerle Rafızîler bu bâbda ehl-i
sünnet imamlarına muhalefet ederek hayız hâlinde yapılan talakı hükümsüz
saymışlardır.

2. Karısını hayızlı iken boşayan bir kimseye, karısına dönmesi ve boşamak için, içinde
talak verilen hayızdan sonraki ikinci temizlik devresini beklemesi emredilir. İmam
Ebu Hânife bu görüştedir. İmam Şafiî ile imam Ahmedin de bu görüşte olduklarına
dair bir rivayet vardır. Sözü geçen nıez-heb imamlarının üçü de hayız hâlinde verilen
talakın sünnete aykırı olduğu meselesinde ve sünnete uygun olan talakın, içerisinde
cima bulunmayan temizlik hali olduğunda ittifak etmişlerdir. Delilleri ise 'kadınları

[31]

bo-şadiğımz zaman iddetleri içinde boşaym" âyeti kerimesidir.
Ayrıca karısını hayız hâlinde boşayan bir kimsenin karısına dönmesinin hükmü ulema
arasında ihtilaflıdır. Şâfıîlerle, Evzâî, imam A'zam, şâir Küfe uleması, imam Ahmed b.
Hanbel ve diğer birçok ulemaya göre bu erkeğin karısına dönmesi müstehabtır.
Malikilerle Hanelilerden Hidâye sahibi ve bir rivayette imam Ahmed vacib olduğu

görüşündedirler. Ancak bu dönüşün üç talak hakkını kullanmamış olanlar için söz
konusu olduğunu unutmamak gerekir. Binaenaleyh üç talak hakkını da kullanmış olan
bir kimsenin karısına dönmesi mümkün değildir.

3. Metinde geçen "sonra onu ya temizlendiğinde ya da hâmile iken boşasm" sözü bir
kadını hâmile iken boşamanın sünnete aykırı olmadığını bu şekilde verilen bir talakın
"sünnî talak" olduğunu ifade etmektedir. Binaenaleyh kişi, böyle bir kadını icabı



halinde istediği vakitte boşayabilir. Ulemanın büyük çoğunluğu bu görüştedir.
Hanefi imamlarından imam Ebu Hanife ile Ebu Yusuf hayız görmeyen küçük kız ile
hayızdan kesilmiş yaşlı kadını ve hâmile kadını sünnete uygun olarak boşayabilmek
için her ayda bir defa olmak üzere üç ric'i talak ile boşamak ve her ayın başında ona
ric'at etmek şarttır. Cima'dan sonra boşamakta da bir sakınca yoktur. İmam
Muhammed ile İmam Züfer ve Mâlik'e göre ise, hamileyi sünnete uygun olarak
boşayabilmek için doğuruncaya kadar verilen talak sayısının birden fazla olmaması
[33]

gerekir.

4. Karılarını hayızh iken boşamış olan kimseler, karılarına dönmek hususunda
kimseden izin almakla mükellef değildirler. Çünkü Hz. Peygamber "dön" emrini Hz.
îbn Ömer'e yöneltmiştir. Onun velisi olan Hz. Ömer sadece arada bir vasıtadır.
Nitekim "kocaları da bu arada barışmak isterlerse onları geri almağa daha çok hak

[341

sahibidirler..."

2182. ...Abdullah b. Ömer (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre kendisi hanımını hayızh
iken boşamış (babası) Ömer de bunu Rasü-lullah (s.a.)'e haber verince, Rasûlullah
(s.a.) kızmış sonra (şöyle) buyurmuştur: "O'na emret hanımına dönsün onu temizlenip
de sonra (tekrar) hayizlamncaya ve (bu hayızdan) sonra (tekrar) temizleninceye kadar
(nikâhı altında) tutsun. Sonra isterse temizken (kendisiyle) münâsebette bulunmadan
boşasm. tşte zikri yüce olan Allah'ın emrettiği şekilde iddete uygun olan talak

£351

budur."
Açıklama

Bu hadisi râviler içerisinde Sâlim'den başka hiçbir râvi "Rasûl-i Ekrem'in İbn Ömer'in
karısını hayızh iken boşadığma kızdığını" nakletmem iştir. Şafiî ulemasından İbn
Hacer el-Askalanî bu mevzuda şunları söylüyor: "Ben Salim'in rivayetinde gördüğüm
bu ilâveyi Salimden başka hiçbir râvinin rivayetinde görmedim. Salim ise, bu hadisin
râvilerinin en büyüğüdür. Bu ilâveden anlaşılıyor ki kadını hayızh iken boşama
hâdisesi, İbn Ömer'in karısını bu şekilde boşamasından önce de vuku bulmuştur.
Çünkü Rasûl-i Ekrem'in bir kimseye daha önce yasaklamadığı bir işi yaptığından
dolayı kızdığı görülmemiştir. Rasûl-i Ekrem, Hz. îbn Ömer'in karısını hayızh iken
boşamasına kızdığına göre, böyle bir hâdisenin daha önce de vukû'a gelmiş olduğunu
ve o zaman Rasûl-i Ekrem'in bu şekilde verilen bir talakı yasakladığını gösterir. Hz.
Ömer'in bu boşama hadisesini duyar duymaz hemen Hz. Peygambere koşmuş olması,
bir kadını hayızh iken boşamanın ilk defa vuku bulduğunu ve Hz. Ömer'in de bu ilk
defa karşılaşılan hadise karşımda telaşlandığından dolayı Rasûl-i Ekrem'e koştuğunu
ifade etmez. Çünkü Hz. Ömer'in bu telaşı hayızh bir kadını boşamanın yasaklandığını
bilmesinden, fakat nasıl hareket edileceğini kestirememesinden ileri gelmiştir. Nitekim
îbn Dakiku'l-îyd de aynı görüşü ileri sürdükten sonra Rasûl-i Ekrem'in kızmasının
kendisine talaktan evvel müracaat edilmeyip de talaktan sonra müracaat edilmiş

[361

olmasından doğmuş olabileceğine de ihtimal vermektedir.



2183. ...Yunus b. Cübeyr'den rivayet edildiğine göre; (Yunus) İbn Ömer'e;
Hanımını kaç defa boşadm? diye sormuş da, (İbn Ömer): Bir defa, diye cevap

021

vermiştir.
Açıklama

2180 numaralı hadis-i şerifin şerhinde açıkladığımız gibi bazı râviler bu hadisi
naklederken Hz. İbn Ömer'in, hanımını üç defa boşadığmı rivayet ederek büyük bir
hataya düşmüşlerdir. Nitekim Müslim Sahih'inde bu gerçeği işaret etmek maksadıyla
şu ifadeyi kullanmıştır: "Leys, Bir talak sözünü naklederken daha belleyişü
1381

davranmıştır" Müslim'in bu ifadesiyle daha Önce tercümesini sunduğumuz 2180
numaralı hadis, mevzumuzu teşkil eden bu hadisdeki İbn Ömer'in hanımını bir defa
boşadığma dâir olan rivayeti te'yid ve takviye etmektedirler.

Bu da gösteriyor ki, karısını hayızh iken boşayan bir kimsenin sünnete uygun olarak
talak vermek maksadıyla karısına dönüp 2179 ve 2180 no'îu hadislerde tarif edildiği
şekilde talak verebilmesi için üç talak hakkını da kullanmamış olması gerekir.
Binaenaleyh bir kimse hayızh olan karısını üç talak ile boşamışsa onun bir daha

[391

karısına dönme imkânı yoktur.

2184. ...Yunus b. Cübeyr'den; demiştir ki: Abdullah b. Ömer'e bir soru yönelterek;
Karısını hayızh iken boşayan bir adam (hakkında ne dersin?) dedim.

Sen ibn Ömer'i tanır mısın? dedi, Ben de:

Evet, diye cevap verdim. (Bunun üzerine bana şunları anlattı:)

Abdullah b. Ömer karısını hayızh iken boşamıştı. Bunun üzerine (babası) Ömer de
Peygamber (s.a.)'e varıp (bu meseleyi) ona sordu (Hz. Peygamber):
"Ona emret karısına dönsün, sonra (isterse) onu temizlik müddetinin başlangıcında
boşasm", cevabını verdi (Yunus b. Cübeyr rivayetine devam ederek) dedi ki: Ben (İbn
Ömer'e hitaben:)

Bu (hayızh hâlinde verilmiş olan talak da talakdan) sayılır mı? dedim de (İbn Ömer:)
Neden (olmasın)? eğer (bir insan) acze düşüp ahmaklık etse (de karısını boşasa hiç
ahmaklığı veya acizliği, vermiş olduğu bu talakı geri getirir mi) ne dersin?" cevabını
[401

verdi.
Açıklama

Metinde geçen "men" kelimesinin aslı "ma" olup elif "ha" ya kalbedilmiştir ve "bu
talak hesaba katılmazsa ne olur" manasına gelir. Bununla beraber sözü geçen
kelimenin isim fiil olarak "bırak" veya "vazgeç" manasında kullanılmış olması da
mümkündür. Bu ihtimale göre bu kelime, "böyle konuşmayı bırak, talak vaki
olduğundan şüphe etme" anlamına gelir.

Metinde geçen "acze düşüp ahmaklık etse(de karışım boşasa) ne dersin?" cümlesi de
İbn Ömer'in sözüdür. Hz. İbn Ömer bu sözü ile kendini kasdetmiştir. Nitekim bir



ili]

rivayette "acze düşüp ahmaklık etsem de mi" ifâdesi vardır.

Nevevî, bu sözün istifham-ı inkârı olduğunu söylemiştir. Bu takdirde mânâ: "Evet

[42]

talak hesaba katılır, onun aczi ve hamakatı buna mâni değildir." demek olur.
Bazı Hükümler

1. Karısını hayızlı iken boşayan kimseden -eğer bütün talak haklannı kullanmamışsa
kansma dönmesi istenir. Fıkıh ulemasının bu mevzudaki görüşlerim bir numara önceki
hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.

2. Hayızlı kadın için verilen talak geçerlidir. Nitekim "Bu benim için bir talak
sayıldı" . manasına gelen hadis-i şerifte bu gerçeği ifade ve te'yid etmektedir. Bunda
dört mezhep imamı ile cumhuru ulema ittifak etmişlerdir. Her ne kadar aksini iddia

[43]

edenler varsa da sayıları yok denecek kadar azdır.

2185. ...Ebu'z-Zübeyrin haber verdiğine göre; kendisi Urve'nin kölesi Abdurrahman b.
Eymen'i, İbn Ömer'e şu soruyu sorarken işitmiş. -Ebu'z-Zübeyr (onların
konuştuklarını) işitiyormuş- (Abdurrahman);

Karısını hayızh iken boyayan b\r ad A htKkmdsMi görüşün tedir? demiş. (İbn Ömer de
şöyle) cevap vermiş:

Abdullah b. Ömer Rasûlullah (s. a.) zamanında hanımını hayızh iken boşadı da
(babası) Ömer;

Abdullah b. Ömer karısını hayızh iken boşadı diyerek (bunu Rasûlullah (s.a.)'e sordu.
(Rasûl-i Ekrem de) o kadını bana geri çevirdi, (vermiş olduğum) talakı da saymadı ve;
"Temizlendiği zaman (onu) boşasm ya da (nikahı altında) tutsun" buyurdu. İbn Ömer
(sözlerine devam ederek) dedi ki: "ve Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem;
"Ey Peygamber, kadınları boşadığmız zaman, (iddetlerinin başlangıcında)
144]

boşaym" âyet-i kerimesini okudu.

Ebu Dâvud dedi ki: "Bu hadisi Yunus b. Cübeyr, Enes b. Şirin, Said b. Cübeyr, Zeyd
b. Eşlem ve Ebu'z-Zübeyr îbn Ömer'den; Mansur da £bu Vâil'den rivayet etmişlerdir.
Hepsinin manası da şudur: "Peygamber (sm.) îbn Ömer'e karısına dönmesini temizle-
ninceye kadar (nikahı altında tutmasını) sonra isterse boşamasını; isterse (nikahı
altında) tutmasını emretti.

Aynı şekilde bu hadisi Muhammed b. Abdurrahman Sâlim'-den, (Salim de) îbn
Ömer'den rivayet etmiştir. Zührî'nin Sâlim'den yaptığı rivayeti ile Nâfi'nin İbn
Ömer'den yaptığı rivayet ise, (şu mânâya gelen lâfızlardan ibarettir): "Peygamber (s.a.)
İbn Ömer'e karısına dönmesini ve temizlenip sonra (tekrar) hayızlanmcaya (ve) sonra
temizleninceye kadar (nikahı altında tutmasını) sonra isterse boşamasını, isterse
tutmasını emretmiştir.

(Bu hadis) İbn Ömer'den Ata el-Horasanî -el-Hasen senediyle de rivayet olunmuştur.

145]

Bu hadislerin hepsi de Ebüz-Zübeyr hadisine ay kırıdır.



Açıklama



Bu hadis-i şerif hayızlı iken verilen talakın muteber olmadığım söyleyen İbn Hazm ile
İbn Teymiyye, îbn Kayyim ve Şia'nın delilidir. Hattabî'nin rivayetine göre Haricîlerle
Râfızîler de bu hadis-i şerife sarılarak hayız hâlinde verilen talakın geçerli olmadığı
görüşüne varmışlardır. Bu görüşte olan kimselerin dayandıkları diğer deliller de
şunlardır:

1. Abdullah b. Malik'in rivayet ettiğine göre, İbn Ömer hanımım hayızlı iken

[461

boşamış, Rasûlullah (s.a.)'de "Bu birşey değildir" buyurmuştur.

2. Nâfı'in rivayet ettiğine göre îbn Ömer, karısını hayızlı iken boşayan bir kimsenin
talakının muteber olmadığını söylemiştir. Bu hadisi İbn Hazm sahih senedle rivayet

[471

etmiştir.

Şevkânî'ye göre bu görüşün tercih edilmesini gerektiren delillerden biri de "Ey

148]

Peygamber, kadınları boyadığınız zaman iddetleri içinde boşaym" âyet-i
kerimesidir. Çünkü bu âyet-i kerimeye göre karısını, hayızlı iken ya da kendisiyle
cinsî münâsebette bulunduğu temizlik devresinde boşayan bir kimsenin vermiş olduğu
talak muteber değildir. Çünkü bu adam karısını iddeti içinde yani kendisiyle hiç
temasta bulunmadığı bir devre içinde boşamamıştır.

Ayrıca; "boşama iki defadır (bundan sonra kadını) ya iyilikle tutmak, ya da güzelce

1491

salıvermek (lazım)dır" âyet-i kerimesi de bu görüşün tercihini gerektiren
delillerden biridir. Çünkü kadını en çirkin şekilde boşamak Allah'ın haram kıldığı
şekilde boşamaktır. Bu da kadını iddetin (temizlik hâlinin) dışında boşamaktır. Çünkü
Allah kadını temizlik dönemi dışında boşamayı meşru kırmamıştır.
Hayzı hâlinde verilen talakın sahih ve geçerli olduğu görüşünü savunan ve büyük
çoğunluğu teşkil eden ulema kendi görüşlerini isbat ve karşı görüşte olanların
görüşlerini red sadedinde şunları söylemişlerdir:

1. Hayız hâlinde verilen talakın geçerli olmadığını savunan kimselerin dayandıkları
Ebu'z-Zübeyr hadisi (açıklamaya çalıştığımız hadis) bu mevzuda gelen ve bizim
görüşümüzü destekleyen sahih hadislere aykırıdır. Musannif Ebu Davud'un da ifade
ettiği gibi bizim görüşümüzü destekleyen hadis-i şerifler Ebu'z-Zubeyr hadisine her
bakımdan tercih edilecek niteliktedirler. Hatta Ebu'z-Zübeyr hadisini Müslim ile Nesâî
de rivayet etmişlerse de bunların rivayetinde "(vermiş olduğum) talakı da bir şey

1501

saymadı" cümlesi yoktur. Çünkü İbn Abdrilberr'in de ifâde ettiği gibi bu cümle,
münker olarak rivayet edilmiştir. Ebü'z-Zübeyr'den başka bu cümleyi rivayet eden
olmamıştır. Bu bakımdan bu cümle bir hükme mesned veya delil olma niteliğinden
uzaktır. Hele aynı mevzuda gelen ve kendisinden daha sahih olan hadisler karşısında
bu cümleye delil nazarıyla bakmak hiç mümkün değildir. Binaenaleyh bu cümlenin,
sahih bir senedle rivayet edilmiş olduğu kabul edilse bile, diğer sahih hadislere aykırı
bir mana taşıdığı düşünülemez. Bu bakımdan bu cümleye şu manayı vermek müm-
kündür: "Rasûl-i Ekrem, sünnete uygun olarak verilmediği için bu talakı doğru bir şey
olarak görmedi."

Hadis ulemasından Hattabî ise, bu mevzuda şunları söylüyor: "Ebu'z-Zübeyr bu
hadisten daha münker bir hadis rivayet etmemiştir. Fakat bu cümleye şu şekilde mânâ



verilecek olursa, bu münkerlik giderilmiş olur: "Rasûlullah bu talakı, kadına dönmeyi
haram kılan bir engel olarak görmedi." Şöyle mânâ vermek de mümkündür: "Bunu
sünnete uygun bir davranış olarak görmedi."

2. Birinci maddede Ebu'z-Zübeyr hadisi hakkında söylenenler aynen Said b. Mansur'la
İbn Hazm'm rivayet ettiği hadisler hakkında da söylenebilir.

3. İbn Teymiyye ve taraftarlarının bu mevzudaki görüşlerine delil diye gösterdikleri
âyet-i kerimelerde onların görüşüne dayanak olacak herhangi bir ifade yoktur. Bu
âyet-i kerimelerde sadece talakın, içerisinde cinsî münâsebet bulunmayan temizlik
halinde verilmesi emrediliyor. Biz de zaten bunu savunuyoruz. Bu mevzuda hak olan
Ebu Muhammed Abdullah b. Kudâme'nin şu sözleridir: "Kim karısını hayızh iken
veya cinsi münâsebette bulunduğu temizlik döneminde boşarsa, bid'at işlemiş olur, fa-

1511

kat talakı muteberdir. Ulemanın büyük çoğunluğu bu görüştedir."

Musannif Ebu Davud'un da ifâde ettiği gibi mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerif on

şekilde rivayet edilmiştir:

1. 2184 numaralı hadisteki rivayet,

2. Enes b. Şirinin rivayeti. Bu rivayetin senedini Müslim Abdülmelik vasıtasıyla Enes

[521

b. Sirin'e ulaştırmıştır.

[531

3. Sa'îd b. Cübeyr rivayeti ,

1541

4. Zeyd b. Eşlem rivayeti ,

5. Mevzumuzu teşkil eden 2185 numaralı hadis-i şerif

[551

6. Mansur b. el-Mu' temin rivayeti ,

7. 2181 numaralı hadis,

8. 2182 numaralı hadis,

9. 2179 numaralı, hadis,

[561

10. Atâ el-Horasanî rivayeti

Yukarıda ifâde ettiğimiz gibi bu rivayetlerden İbn Teymiyye'nin delilini teşkil eden

£521

Ebu'z-Zübeyr hadisi bu mevzudaki diğer rivayetlerin tümüne aykırıdır.

5. Karısını Boşadıktan Sonra Şahitsiz Olarak Ona Dönmek İsteyen Kişi

2186. ...Mutarnf b. Abdillah'dan rivayet olunduğuna göre İmran b. Husayn'a karısını
boşayıp da sonra (dönmüş olmak için) onunla cinsî münâsebette bulunan ve ne onu
boşadığmı, ne de ona döndüğünü şâhitlendirmeyen bir kimse(nin durumu) sorulmuş
da, "Sen sünnete aykırı olarak boşamışsm, (yine) sünnete aykırı olarak dönmüşsün.
Onun boşandığını da kendisine dönüldüğünü de şahidlendir ye (böyle şahitsiz

[581

boşamayı ve dönmeyi) bir daha yapma" diye cevap vermiş.



Açıklama



Ric'at veya rec'at, lügatte, geri dönmek gerilemek manasına gelir.
Fıkhî terim olarak ise, "nikah milkini devam ettirmek istemek yani boşamış olduğu
karısına tekrar dönerek aralarındaki eski nikah bağın devam ettirmek istemektir.
Ric'atin şartlan vardır: Talakı, sarih lâfızlarla yahut kinaye lafızların bazıları ile
yapmak, mal mukabilinde boşamamak, üç talakı tamamlamamış olmak, kadının
medhûlün-bihâ (yani ilişkide bulunulmuş) olması. Ric'atin iddet içinde yapılması bu
şartlara dahildir.

Bu hadis verilen talakı ve ric'ati şahitlendirmenin meşru olduğunu ifade etmektedir.
Her ne kadar bu hadis İmrân b. Husayn'm sözü ise de içinde geçen "sen sünnete aykırı
olarak boşamışsm" cümlesi bu hadisi merfu hadis hükmüne yükseltmektedir. Çünkü
bir sahabînin sünnetle ilgili bir meseleyi anlatırken kendi kafasından rastgele
konuşarak kendi sözünü RasûM Ekrem'e isnad etmesi düşünülemez.
Bir kimsenin karısını boşarken veya ona dönerken bu hareketini şahitlendirmesinin
hükmü, ulema arasında ihtilaflıdır. İmam Şafiî'ye ve İmam Ahmed'den gelen bir
rivayete göre, talak ve ric'ati şahitlendirmek farzdır. Delilleri ise, mevzumuzu teşkil
eden bu hadis-i şerif ile "sürelerinin sonuna vardıklarında onları güzelce (nikahınız
altında) tutun, yahut güzellikle onlardan aynim. (Eşinize tekrar dönmek veya ondan

[591

ayrılmak için) içinizden adalet sahibi iki kişiyi şahit tutun" âyet-i kerimesidir.
Hanefî uleması ile imam Malik'e ve imam Ahmed'den gelen bir rivayete göre ise, sözü
geçen meselelerde şahit bulundurmak müstehabdır. Çünkü bunlar erkeğin hakkıdır.
Kadının rızasına bağlı değildir. Bu sebeble erkeğin diğer haklarında olduğu gibi bunda
da şahide ihtiyacı yoktur. Bu bakımdan âyet-i kerimedeki şâhitlendirme emri,
şâhitlendirmenin farz değil, müstehab olduğuna delâlet eder. Bir veya iki talakla
boşadıktan sonra kadma dönmenin iddet içerisinde olacağında bütün ulema ittifak
ettikleri gibi ric'atin "zevcemi tekrar nikahım altına aldım, onu nikahım altında tuttum,
ona döndüm," gibi sözlerle de olabileceğinde görüş birliğine varmışlardır. Çünkü bu
sözler kitap ve sünnette müracaat lâfızları olarak kullanılmışlardır. Bu lâfızların
Kur'ân'da ric'at anlamında kullanıldığına misal olarak; "Kocaları da bu arada barışmak

1601

isterlerse, onları geri almağa daha çok hak sahibidirler." "...Onları güzelce

1611

(nikahınız altında) tutun..." âyet-i kerimeleri verilmiştir.

Sünnetten bir misâl olarak da "O'na (yani Abdullah'a) emret hanımma dönsün"
anlamındaki 2181 numaralı hadis-i şerif gösterilebilir. Ulema ric'atin sadece sözle mi
yoksa hem sözle hem de fiille mi olabileceği meselesinde ihtilâf etmişlerdir. İmam
Şafiî'ye ve imam Ahmed'in bir kavline göre ric'at sadece sözle olabilir. Çünkü ric'atta
şahit tutmak şarttır. Nikah ve talak gibi meselelerde ancak sözler için şahit lâzım
olduğuna göre ric'a-tin de sözle olması gerektiği ortaya çıkar. Ulemanın büyük
çoğunluğuna göre ise ric'at sözle olabileceği gibi fıillen de olabilir. Ancak bu görüşte
olan ulemadan imam Malik ile İshak fiille yapılan ric'atin sahih olabilmesi için
niyyetin de bulunmasını şart koşmuşlardır. Çünkü Rasûl-i Ekrem efendimiz "ameller
niyyetlere göredir" buyurmuştur.

Hanefi ulemasıyla, Said b. el-Müseyyeb, Hasen el-Basrî, es-Sevrî ve el-Evzaî'ye göre
ise, niyyet bulunmasa bile yine de fiille yapılan ric'at sahihtir. Çünkü iddet müddeti
muhayyerlik süresidir. Binaenaleyh insan bu süre içerisinde karısına döndüğünü, ona
dönmeyi tercih ettiğini sadece sözle ifâde edebileceği gibi sadece onunla cinsî



münâsebette bulunmak suretiyle de isbat ve ifade edebilir. Bunun için niyyete ihtiyâç
yoktur. Zira Cenab-ı Hak "...kocaları da bu arada barışmak isterlerse onları geri

162]

almağa daha çok hak sahibidirler..." buyurmuştur. Ve aynı zamanda ric'î talakla
boşanan kadınla cinsî münâsebette bulunmak helaldir. Çünkü bu kadın kendisiyle î'lâ
veya zihar edilen kadın gibidir ve ric'î talak ile evlilik bağı tamamen zail olmaz. İmam
Mâlike göre ise, ric'î talakla boşanan bir kadına geri dönmedikçe onunla cinsî
münâsebette bulunmak haramdır. Bunun içindir ki cinsî münâsebette bulunurken
kadına dönmeyi kast etmek gerekir.

Bu mevzuda Mâlik'î mezhebi ulemasından İbn Rüşd şunları söylemiştir: "Ulema ric'î
talak ile boşanan kadın henüz iddet süresinde iken kocasının onunla ne dereceye kadar
ihtilâf edebileceği hakkında ihtilâf etmişlerdir. İmam Mâlik: "Kocası yalnız olarak
onun yanında kalamaz, onjdan izin almadan yanma giremez ve onun saçma bakamaz.
Fakat beraberlerinde başkası bulunduğu zaman onunla birlikte yemek yiyebilir.,"
demiştir. Fakat Ibnu'l-Kasım: "İmam Malik, kişinin ric'î talak ile boşadığı karısıyla
birlikte yemek yiyebildiği görüşünden vaz geçmiştir." der. İmam-ı Ebu Hanife de "ric'î
talak ile boşanan kadının, kocasına kendini süslemesinde güzel kokular sürünmesinde,
tırnaklarını kınalamasında ve gözlerine sürme çekmesinde sakınca yoktur." demiştir
ki, Süfyan es-Sevrî, İmam Ebu Yusuf ve Evzâi de buna kaildirler. Bunların hepsi:
"Kadının yanma habersiz olarak, oraya sözle, veya öksürme veya pabuçlarından ses
çıkarmak gibi bir hareketle geldiğini bildirmeden girmesinin caiz olmadığını" söyle-,
mislerdir.

Ulemâ bu babdan olmak üzere şu meselede de ihtilâf etmişlerdir: Bir kişi karısının
gıyabında onu, ric'î talakla boşadıktan sonra henüz iddet süresi bitmemişken bir daha
onu nikahı altına döndürürse ve kadında sadece boşandığını işitip geri alındığını
işitmediği için iddet süresi bittikten sonra evlenirse nasıl olur?

İmam Mâlik Muvatta'da "Bu kadın yeni kocası onunla gerdeğe girmiş olsun olmasın
yeni kocasınmdır" demiştir. Evzâî ile Leys, İbn Sa'd de buna kaildirler. Fakat İbnu'l-
Kasım imam Malik'in bu görüşünden rü-cû edip "Eski kocası daha çok hak sahibidir"
dediğini rivayet etmiştir. İmam Malik'in Medine'li olan talebeleri ise, onun eski
görüşünü benimseyip "İmam Malik bu görüşünden dönmemiştir. Çünkü Muvatta'da
yer verdiği bu görüşünü vefat edinceye kadar talebelerine okuyordu" demişlerdir.
İmam Malik, Muvatta' da ayrıca Hz. Ömer'in de buna kail olduğunu söylemektedir.
İmam Şafiî ile Küfe uleması olan İmam Ebu Hanife ve diğerleri ise, "Yeni kocası
onunla gerdeğe girmiş olsun olmasın, onu nikâhı altına geri döndüren eski kocası daha
çok hak sahibidir" demişlerdir ki, Ebû Dâvud ile Ebû Sevr de buna kaildirler. Bu
görüş aynı zamanda Hz. Ali'den de rivayet olunmuştur ve en zahir olan görüş de
budur. Bu mesele hakkında Hz. Ömer'den de "Onu nikahı altına geri döndüren kocası,
isterse onu kabul eder, isterse onu yeni kocasına bırakıp ona verdiği mehri geri alır."
diyerek beyanda bulunduğu rivayet olunmuştur. İmam Malik'in, birinci görüşünün
delili, îbn Vehb'in Yunus'dan, Yunus'un İbn Şihab'dan, İbn Şihab'm Said b. el-
Müseyyeb'den rivayet ettiği "Karısını boşadıktan sonra onu tekrar nikahı altına
döndüren ve fakat bunu kadının iddet süresi bitip başkasıyla evleninceye kadar gizli
tutan kimse hakkında sünnet şudur ki; bu adam bu kadın üzerinde bir hak iddia
edemez. Kadın yeni evlenidği kimsenin karışıdır" hadisidir. Fakat derler ki bu hadis
yalnız İbn Şihab'dan rivayet olunmuştur.

Diğer gurubun delili de şudur: "Bu kadının, evlenmeden önceki eski kocasının hakkı



olduğunda icma vardır. Eski kocasının onu nikahı altına geri döndermesi sahih
olduğuna göre yeni kocasıyla evlenmesi fasiddir. Çünkü başkasıyla evlenmesi -o
başkası ister onunla gerdeği girmiş olsun, ister olmasın- onu eski kocasının nikâhı
altından çıkaramaz." En zahir olan budur ve Tirmizî'nin kaydettiği; "Peygamber
efendimizin; "Hangi kadın iki kişi ile evlenirse, önce hangisiyle evlenmiş ise onundur

£631

ve hangi adam bir malını iki kişiye satarsa, önce kime satmış ise, mal onundur."

1641

buyurduğu hadis de buna şehâdet etmektedir. Hz. Ali de karısını boşa-yıp da
karısının haberi olmadan ona dönen ve döndüğünü şahitlendiren bir kimsenin karısıyla
olan yeni durumu hakkında şöyle demiştir: "Bu kadın başka birisiyle gerdeğe bile

[651

girse, ilk kocasına aittir."

6. Kölenin (Karısını) Sünnî Olarak Boşaması

2187. ...Nevfel oğullarının azatlı kölesi Ebu Hasan'm haber verdiğine göre, kendisi tbn
Abbas'tan, nikahı altındaki bir cariyeyi iki talakla boşayan sonra da (bu cariyeyle
birlikte) hürriyetine kavuşan köle hakkında "Bu kölenin o cariyeyle evlenmesi doğru
olur mu? diye fetva istemiş de (İbn Abbâs):

1661

"Evet Rasûlullah (s.a.) de böyle hüküm vermiştir." demiş.
Açıklama

Bu hadis-i şerifin zahirinden anlaşılan şudur: Aslında sadece iki talak hakkı olan bir
köle bu iki talak hakkını kullanarak karısını iki talakla boşayacak olursa, karısıyla
arasındaki nikah bağı sona ereceği için bir daha ona dönme hakkını kaybeder. Fakat
bir köle bu iki talak hakkını kullandıktan sonra karısıyla birlikte âzâd edilecek olursa,
artık hür bir insan olarak kendisiyle bir talak hakkı daha doğar ki bu talakla karısına
dönebilir. Hz. îbn Abbas böyle fetva vermiş Rasûl-i Ekrem'in de bu mevzuda böyle
fetva verdiğini söylemiştir.

Bu hadisi şeriften anlaşılan netice böyle olmakla beraber, uygulama bunun aksinedir.
Çünkü ulemânın büyük çoğunluğuna göre Hz. îbn Ab-bas'm Rasûl-i Ekrem'den
naklettiği bu fetva Rasûl-i Ekrem'in bir defada verilen üç talakı bir talak saydığı
devirlere aittir. O devirde kölenin verdiği iki talak bir talak sayılırdı. Fakat bu
uygulama sonradan Rasûl-i Ekrem tarafından neshedilerek yürürlükten kaldırılmıştır.
[671

Cumhuru ulemaya göre mevzumuzu teşkil eden hadisin hükmü islâmm ilk yıllarına
aittir. Sonradan neshedilnıiştir. Binaenaleyh câriye olan karısını iki talakla boşayan bir
köle karısına bir daha dönemez. Talaktan sonra hürriyetlerine kavuşmuş olmaları da
neticeyi değiştirmez. Binaenaleyh köle, câriye olan karısını sünnet üzere boşamak

£681

isterse talaklarını iki ayrı iddet içerisinde vermelidir.

2188. ...Osman b. Ömer de Ali (b. el-Mübârek vasıtasıyla önceki hadisi Yahya b. Ebi



Kesir)den ahberanî lâfızım kullanmadan aynı sened ve mana ile rivayet etmiştir. (Bu
rivayete göre) îbn Abbas (şöyle) demiştir:

"Senin için bir (talak hakkı) daha vardır. Rasûlullah (s. a.) de böyle hüküm
1691

vermiştir."

Ebu Dâvud dedi ki: Ben Ahmed b. Hanbel'i (şöyle) derken işittim: "Abdurrezzak dedi
ki; Ibnu'l-Mübârek, Ma'mer'e (hitaben):

-Bu Ebu'l-Hasen de kimdir? Vallahi o (bu hadisi îbn Abbas'-dan rivayet etmekle)
büyük bir kaya (kadar ağır bir günah) yüklenmiştir" dedi.

Ebu Dâvud dedi ki: Ebu'l-Hasen, şu kendisinden ez-zührt'nin (hadis) rivayet ettiği
kişidir. Zührî onun fukahâdan biri olduğunu söylerdi ve ZührîEbu'l-Hasen'den (birçok)
hadisler rivayet etmiştir. Ebu'l-Hasen tanınmış bir kimsedir, (fakat) uygulama bu

[701

hadise göre değildir.
Açıklama

Bu hadis Ali b. el-Mübârek'e ulaşıncaya kadar Ahberanâ, haddessena gibi tâbirlerle
rivayet edilmişse de Ali b. el-Mübârek'ten yukarıda bulunan kimseler birbirlerinden
an'ane yoluyla rivayet etmişlerdir.

"Senin için bir (talak) hakkı daha vardır" cümlesi, "artık karınla sen, hürriyetinize
kavuşturuldunuz, dolayısıyla boşama hakkı iki talaktan üçe çıktı sen bu talakların
ikisini kullandığına göre, bir talak hakkın daha vardır. İstersen bununla karma döner,
evlilik hayatını devam ettirebilirsin," demektir. Nitekim İbn Abbâs ile Zahiriye
ulemâsı bu görüştedirler, fakat önceki hadisin şerhinde de ifâde ettiğimiz gibi,
ulemânın büyük çoğunluğu bu uygulamanın; bir insanın bir defada verdiği üç talakın
bir talak sayıldığı dönemlere ait olduğu görüşündedirler. Çünkü o dönemde köle de iki
talak, hakkını bir anda verecek olursa, bir sayılırdı. Dolayısıyla bir talak hakkı daha
kalırdı. Sonradan Rasûl-i (Ekrem bu uygulamayı yürürlükten kaldırmıştır.
Binaenaleyh bir köle cariye olan karısını boşadıktan sonra bir daha ona dönemez.
İsterse ikisi de hürriyetlerine kavuşmuş olsunlar.

Bu mevzuda İbn Rüşd de şunları söylemektedir: Köleliğin talak sayısını azalttığında
bir cemaat "icma vardır" demişlerse de Ebu Muhammad b. Hazm ile zahirîlerden bir
cemaat buna muhaliftirler. Bunlar talak sayısı konusunda hür ile köle arasında ayırım
yapmamaktadırlar. ,

Bu ihtilâfın sebebi, halin zahiri ile kıyas arasında bulunan tearuzdur. Zira cumhur
kölenin talakım kölenin cezasına kıyas etmiştir. Çünkü kölenin şer'î cezasının hürün
şer'î cezasının yarısı olduğunda icma vardır. Zahirîlere göre ise, herhangi bir hükümde
köleyi istisna eden bir delil bulunmadıkça asıl olan serî teklifler muvacehesinde hür ile
köle arasında bir fark bulunmamasıdır. Delil de onlara göre ya kitap ya sünnetten bir
nass veyahut bunların zahiridir. Burada ise, böyle bir delil bulunmadığına göre
kölenin, asıl olan hükmü üzerinde kalması gerekir. Öyle zannediyorum ki, talakı
cezaya kiyasıetmek doğru değildir. Çünkü hüre nisbetle köleye az ceza konulması,



köle noksan olduğu için ona karşı fazla sert davranmamak içindir.

Mevzumuzu teşkil eden hadis bazı kaynaklarda şu anlama gelen lâfızlarla rivayet

olunmuştur:



Bir köle (câriye olan) karısını iki talakla boşadıktan sonra ikisi de azat edilmiştir. Bu
erkek bu kadınla tekrar evlenebilir mi? sorusu İbn Abbas (r.a.)'a sorulduğunda İbn
Abbas:

Evet (evlenebilir) dedi. Bunun üzerine îbn Abbas'a, Bu hükmü kimden (rivayet
ediyorsun)? diye soruldu. O da: Rasûlullah (s.. a.) bununla hükmetti, diye cevap verdi.
[72]

Şevkânî'nin beyânına göre îbn Abbas (r.a.) ile birlikte Câbir b. Abdullah, Ebu
Seleme ve Katâde de câriye olan karısını iki talakla boşayan bir köle, karısı ile birlikte



hürriyetine kavuşacak olursa, karısına dönebileceği görüşündedirler.

Hattabî de ulemanın büyük çoğunluğunun görüşüne ters düştüğü için bu hadisin

münker olduğunu, dolayısıyla, câriye olan karısını boşayan bir kölenin karısı başka

[741

biriyle evlenip de boşanmadıkça ona dönmesinin caiz olmayacağını söylemiştir.

2189. ...Aişe (r.anha)'den rivayet olunduğuna göre, Peygamber (s.a.)
"Cariyenin talakı iki talak, âdeti de iki hayızdır" buyurmuştur.

(Muhammed b. Mes'ud) dedi ki bu hadisi Ebu Asım, "Hadde-seni Muzahir-Haddeseni
el-Kasım an Aişete" diye Peygamber (s.a.)'den rivayet etmiştir. Ancak (Müzahir bu
hadisi cariyenin) "iddeti iki hayızdır" diye rivayet etti.

1251

Ebu Dâvûd dedi ki; "Bu hadis meçhuldür."
Açıklama

Ebu Asım bu hadisi biri, İbn Cüreyc vasıtasıyla Müzâhir'den, diğeri de doğrudan
doğruya Müzâhir'den olmak üzere ve birincisinde an'ane ikincisinde semâ lafızlarıyla
iki defa rivayet etmiştir.

Müzahir ise kimliği meçhul bir râvidir. Ebu Hatim'e göre Müzâhir'in rivayet ettiği
hadisler münkerdir. Musannif Ebû Dâvûd da aynı görüştedir. Nesâî onun zayıf bir râvî
olduğunu, söylerken Ebu Asım en-Nebil de "Basra'da ondan daha münkerci bir
kimsenin olmadığını" söylemiştir.

İmam Tirmizî de sözü geçen râvi hakkında şunları söylemiştir: Bu hadisi merfû olarak
yalnız Müzahir b. Eslem'in rivayetinden biliyoruz. İlmî mesâilde Müzâhir'in bu
hadisten başka bir hadisi bulunmamaktadır. Peygamber (s.a.)'in ashabından ve
sonrakilerden ilim adamlarının ameli bu hadis üzeredir. Süfyan es-Sevrî, Şafiî, Ahmed

[761

ve İshak'm kavli de budur.
Bazı Hükümler

Evli olan bir cariyenin kocası, câriye üzerinde iki talak hakkına sahiptir. Kocasının hür
veya köle olması bunu değiştirmez. Çünkü talak ve iddette itibar kadınadır.
Binaenaleyh kadın câriye olursa, kocası onun üzerinde iki talak iddet bekler, fakat
kadın hür olursa talak ve iddet sayısı ikiden üçe çıkar. Hanefi ulemasıyla Süfyan es-
Sevri, el-Hasen, İbn Şîrîn, îkrime ve Zührî bu görüştedirler. Ali b. Ebi Tâlib ile İbn
Mesud'un da bu görüşte oldukları rivayet edilmiştir. Delilleri ise, mevzumuzu teşkil



eden bu hadis-i şeriftir. Sözü geçen ulemaya göre "her ne kadar bu hadisin senedinde
hadis hafızlarının pek çoğunun zayıf kabul ettiği Müzahir varsa da İbn Hibban bu
râviyi güvenilir râvîler arasında saymıştır. Tirmizî de bu hadis hakkında ilim
adamlarının ameli bu hadis üzeredir" demiştir. Ayrıca Hâkim de bu râvinin güvenilir
bir râvi olduğunu söylemiştir" Hanefi ulemasından İbnu'l-Hümam bu hadisle ilgili
görüşlerini şöyle dile getirmiştir:

"Ulemânın bu hadise göre amel etmesi onun sahih bir hadis olduğunu gösterir. İmam
Mâlik de bu hadisin şöhretinin onu, senedinin sıhhatine muhtâc olmaktan müstağni

[721

kıldığını söylemiştir."

İmam Malik ile Şafiî, Ahmed, Said b. el-Müseyyeb ve İshak'a göre ise, talakda itibar
erkeğe, iddette itibar kadınadır. Binaenaleyh erkek hür olursa, hür ya da- câriye olan
karısı üzerinde üç talak hakkına sahiptir. Fakat erkek köle olursa, karısı üzerinde iki
talak hakkına sahiptir. Hz. Ömer ile oğlu Abdullah, Osman, Zeyd b. Sabit ve İbn
Abbas'm da görüşlerinin bu olduğu rivayet edilmiştir. Bu görüşte olan ulema diyor ki,
"Madem ki talak erkeğe verilmiş özel bir haktır. Nasıl ki evlilik hakkı erkeğin
durumuna göre değişir, hür iken dört kadına kadar evlenme hakkı doğarken köle
olunca bu hak ikiye inerse; talak hakkının da erkeğin durumuna göre değişmesi ve
karısı hür olan hür bir erkeğin talakının üç; karısı câriye olan bir kölenin talakının da
iki olması; cariyenin de iddetinin iki defa âdet görmekle sona ermesi icabeder. Her ne
kadar talakın böyle olması gerektiğinde bütün ulema ittifak etmişlerse de cariyenin

1781

iddeti mevzuunda bazıları bu görüşümüze muhalefet etmişlerdir.
7. Nikahtan Önce Talak(In Hükmü)

2190. ...Abdullah b. Amir' den rivayet olduğuna göre Peygamber sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur:

"Evlenmediğin bir kadım boşaman sahih değildir. Malik olmadığın bir köleyi azat
etmen (sahih) olmaz. Sahip olmadığın bir malı satman (caiz) değildir"
Îbnü's-Sabah (bu rivayete sunuda) ilave etti: "Sahip olmadığın bir şeyde (yaptığın) bir

[791

nezri yerine getirmen gerekmez."
Açıklama

Bu hadis-i şerif, imam ahmed'in Müsned'inde "bir kimse nikâhında olmayan bir kadını

[801

boşayamaz. Sahip olmadığı köleyi âzâd edemez, sahip olmadığı malı da satamaz"

1811

şeklinde rivayet edilmiştir.
Bazı Hükümler

1. Talak nikahın teferruatından olduğu için nikah kıyılmadan önce talakın varlığından
bahsedilemez. Bu bakımdan nikahtan önce verilmiş olan talaklar sahih ve geçerli
değildir.



2. Bir kimse sahip olmadığı bir malı satamaz. Şayet satacak olursa, bu satış bâtıl
olacağından hiçbir hukukî değeri olmaz.

3. Bir kimse sahip olmadığı bir maldan adakta bulunamaz şayet böyle bir adakta
bulunursa o adağı yerine getirmekle mükellef olmaz. Bu üç madde üzerinde ulema
ittifak etmişlerdir, fakat bir kimsenin herhangi bir kadına hitaben "eğer seninle
evlenirsem benden boşsun" diyerek istikbalde yapacağı nikaha bağlı olarak talak
vermesi ile "her satın alacağım köle hürdür" diyerek istikbalde sahip olacağı köleye
bağlı olarak azatta bulunması meselelerinde ulema arasında ihtilaf vardır. Sahabenin
ve selefin büyük çoğunluğuna göre bu şekilde verilen talaklarla azadlarda şartlar
gerçekleşse bile talak ve azad vâki olmaz. İmam Şafiî ile Ahmed, İshak, zahiriye
uleması ve hadis, ulemasının büyük çoğunluğu bu görüştedirler. Delilleri ise,
mevzunıuzu teşkil eden bu hadis-i şeriftir.

Hanefî ulemasına göre ise, bu şekilde, şartlı olarak verilen talak ve azadlarm vaki
olması, şartların gerçekleşmesine bağlıdır. Binaenaleyh bir kadına "eğer seninle
evlenirsem sen benden boşsun" diyen bir kimsenin şarta bağlı olarak vermiş olduğu bu
talak, adamın o kadınla evlenmesiyle gerçekleşmiş olur. Ve dolayısıyla o kadın boş
düşer. Aynı şekilde "heı aldığım köle hürdür" diyen bir kimsenin de satın aldığı her
köle, hüi olur. tmam Mâlikin bu mevzuda meşhur olan görüşü de böyledir. Delilleri,
Ma'mer'in Zühri'den rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir: Zühri "Evleneceğim her kadın boş
olsun, her satın alacağım câriye de hürdür" diyen bir adam hakkında "bu adam dediği
gibidir," demiş. Ma'mer, Zühri'ye "Nikâh kıyılmadan önce verilen talak geçerli
değildir. Azad etme ise ancak köleye sahip olduktan sonra geçerli olur" mealinde
Rasûlullah'dan bir hadis gelmemiş midir? diye sormuş. Zühri de Ma'mer'e "Senin
dediğin; bir adamın, "falanın karısı boş olsun, falanın kölesi hürdür" gibi başkasının

£821

karısı ve kölesi üzerinde söz sarf etmesidir" cevabını vermiştir. Hanefi uleması
mevzumuzu teşkil eden hadiste geçen "talak" kelimesiyle kas-dedilen talakın, "nafiz
(geçerli) talak" olduğunu binaenaleyh nikahtan önce verilen talakın geçerli olmamakla
beraber sahih fakat mevkuf olduğunu, nikah kıyılınca geçerlilik kazanacağım
söylemişlerdir.

"Ben falanca kadınla evlendiğim gün o üç talak boştur" diyen bir kimse hakkında
Rasûl-i Ekrem'in "bu nikâhı altında bulunmayan bir kadın hakkında verilmiş bir

I83J

talaktır" buyurduğuna dair olan İbn Ömer hadisi Hanefi ulemasmca asılsız bir
hadisdir, delil olma niteliğinden mahrumdur. Tenbihü't-Tahkik isimli eserde de bu
hadis hakkında şöyle denilmektedir: "Bu hadisin senedinde Ebu Halid el-Vâsıtî Amr
b. Halid vardır. Bu kişi hadis uydurmakla meşhurdur. İmam Ahmed ile İbn Me'în de

[841

bu kişi hakkında "yalancı" demişlerdir." Yine Hanefi ulemasına göre Ebu
Sa'lebe'nin rivayet ettiği "Amcam bana -benim için şu kadar çalışırsan, sana şu kadını
alacağım-'demişti. Ben de ona:

O kadınla evlenirsem, benden üç talakla boş olsun cevabını vermiştim. Nihayet günün
birinde o kadınla evlenmek durumunda kaldım. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem'e varıp
durumu anlattım da bana:

"Onunla evlen(ebilirsin). Çünkü ancak nikâhdan sonra verilen nikâh sahih olur"
cevabını verdi. Ben de onunla evlendim. Ondan Sa'd ve Said isimli iki çocuğum



£851

dünyaya geldi" mealindeki hadis de asılsızdır, delil olma niteliğinden uzaktır.
Maliki ulemasının büyük çoğunluğuna göre ise nikahlanmadan *önce yapılan
boşamalar iki çeşittir:

1. Eğer adam belli bir sülâleyi ve memleketi kasdederek falan sülâleden veya "falan
köy ya da şehirden bir kadınla evlenirsem, o kadın boş olsun" gibi bir söz sarf ederek,
şartlı bir talak verecek olursa, şart gerçekleşince aldığı kadın boş olur.

2. Eğer adam böyle özel bir şehirle veya sülâleyle ilgili değil de genel kapsamlı -şartlı
bir talak verecek olursa, meselâ "nikahlanacağım her kadın boş olsun" gibi bir söz
söyler de sonra evlenirse, evlenmiş olduğu kadın boş düşmez. Çünkü böyle bir yemin
dinen tevsik edilmiş olan nikah için bir engel teşkil edeceğinden muteber değildir.
Rabia b, Ebi Abdirrah-man, Sevrî, Ley s b. Sa'd ve Evzâî de bu görüştedirler.
Ulemanın büyük çoğunluğuna göre, Malikî'lerin bu meseleyi böyle özel ve genel
planda iki madde halinde ele almaları hiçbir delile dayanmaz. Çünkü bu mevzuda

[861

gelen hadislerin hiçbirinden böyle bir hüküm çıkarmak mümkün değildir.

2191. ...(Önceki hadis) Amr b. Şuayb'dan aynı sened ve mana ile rivayet olundu.
(Ancak Amr b. Şuayb bu hadise şu sözleri de) ilâve etti;

"Kim bir günah işlemek üzere yemin ederse onun (edilmiş) bir yemini yoktur. (Sıla-i)

£871

rahmi kesmek üzere yemin edenin de (edilmiş) bir yemini yoktur."
Açıklama

Bir önceki hadis, senedinin Amr b. Şuayb'dan önceki kısmı değişmeksizin aynı
manada rivayet olunmuştur. Ancak bu rivayette mânâ bakımından önceki hadisten
fazla olarak akrabalarını ziyaret etmemek üzere yemin eden bir kimsenin bu yeminine
uyarak akrabaları ziyareti kesmesi gerekmediği, bilakis Allah'ın emri olan sıla-i rahim
görevini yerine getirmesi ve yeminine riâyet edemediği için de keffâret vermesi
icabettiği ifadesi bulunmaktadır. Aslında sıla-ı rahmi kesmekle ilgili olan bu cümlenin
hükmü, metinde geçen "Kim bir günah işlemek üzere yemin ederse onun (edilmiş) bir
yemini yoktur" cümlesinin genel kapsamı içine girmekle beraber, özel olarak bir daha
zikredilerek sıla-i rahmin önemi vurgulanmak istenmiştir.
Esasen bu cümlenin şu iki mânâya ihtimali vardır:

1. Peygamber (s. a.) bu cümlede geçen "yemin" kelimesiyle mutlak mânâda
bildiğimiz yemini kastetmiş olabilir bu ihtimale göre söz konusu cümle şu mânâya
gelir: "Kim akraba ziyaretini kesmek üzere yemin ederse bu yeminini yerine
getirmesin. Bilakis o yeminin aksine hareket etsin fakat yemini bozduğu için de
keffarelini versin."

Nitekim imam Ahmed'le Müslim ve Tirmizî'nin rivayet etitği şu hadis-i şerif bu
ihtimali kuvvetlendirmektedir: "Kim bir işi yapmaya yemin eder de onun aksine
hareket etmenin daha hayırlı olduğunu anlarsa, hayırlı olanı yapsın ve yeminin de

[881

keffâretini versin"

2. Hz. Peygamber'in metinde geçen yemin kelimesiyle "adak" mânâsını kastetmiş
olması da mümkündür. Bu ihtimale göre ise, cümlenin manası şudur: "bir kimse "şu



işim böyle olursa, çocuğumu kesmek üzerime vacib olsun" gibi bir nezirde bulunursa,
bu yemin hükümsüz kalır. Yerine getirmek gerekmediği gibi yerine getirilmediğinden

£821

dolayı keffâret de, fidye de gerekmez.
Bazı Hükümler

Bir günâhı işlemek üzere yemin eden bir kimsenin yapmış olduğu bu yemine uyması
gerekmez.Binaenaleyh Allah'ın bir emrini terketmek veya bir günahı işlemek üzere
yemili eden kimse bu yeminine uymaz fakat yeminine uymadığından dolayı keffâret
verir. Ayrıca tevbe ve istiğfar eder.

Ulemanın büyük çoğunluğu bu görüştedirler. Şa'bi'ye göre ise, "bir günahı işlemek
üzere yapılan yemini bozmaktan dolayı keffâret gerekmez" delili ise, Ebu Hüreyre
(r.a.)'nin rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir: "Sizden biriniz bir işi yapmak üzere yemin
eder de onun aksine hareket etmenin daha hayırlı olduğunu anlarsa, aksine hareket
etsin. Bu yüzden kendisine keffâret de gerekmez" bu görüşte olan Şâbi'ye göre
"keffâret bir günâhı işlemekten dolayı lâzım gelir. Günah işlemeyi gerektiren yemine
uymamakta ise bir günah mevcut değildir. Çünkü günahtan kaçınmak günah değil,
farzdır. Öyleyse bu yemini bozmaktan dolayı keffâret gerekmez."
Cumhuru ulemaya göre ise, yemini bozmak keffâreti gerektirir bu yeminin günah
işlemeyi gerektiren bir yemin olmasıyla olmaması arasında bir fark yoktur. Cumhuru
ulemanın, bu hükme varırken dayandıkları delilleri şöylece sıralamak mümkündür.

1. "Allah sizi yeminlerinizde ki lağvdan (kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerden) ötürü
sorumlu tutmaz. Fakat bilerek yaptığınız yeminlerden Ötürü sizi sorumlu tutar. Bunun
keffâreti (geleceğe bağlı olarak yaptığınız bir yemini bozduğunuz takdirde bunun
cezası) ailenize yedirdiğinizin orta derecesinden on fakiri yedir(ip doyur)mak yahut

[90]

onları giydirmek yada bir boyun(köle)u hürriyete kavuşturmaktır" âyet-i
kerimesidir. Bu âyet-i kerimede bozulan tüm yeminler için keffâret gerektiği ifade
edilmiş günah işlemeyi gerektiren yeminler bu genel hükmün dışında bırakılmamıştır.

2. Şa'bi'nin rivayet ettiği günah işlemeyi gerektiren yeminleri bozmaktan dolayı
keffâret lâzım gelmeyeceği mealindeki hadis aksini ifâde eden hadislere tercih
edilebilecek özellikte değildir.

3. Ebû Hüreyre'den rivayet edilen "kim bir işi yapmaya yemin eder de onun aksine
hareket etmenin daha hayırlı olduğunu anlarsa hayırlı olanı işlesin ve yemininin de

191]

keffâretini versin" mealindeki hadis-i şerif ise, Şa'bi'nin delilini teşkil eden hadise

1221

tercih edilecek niteliktedir.

4. Hz. Aişe'nin rivayet ettiği "Günah işlemek üzere adakta bulunmak caiz değildir.
Böyle bir adağın keffâreti yemin keffâretidir' 'anlamındaki 3290 numaralı hadisdir.
[93]

2192. ...(Bir önceki hadisi) bize (İbnu's-Serh) de rivayet etti (Ancak İbnu's-Serh) bu
rivâyet(in)e (şu cümleyi de) ilâve etti:

"Kendisiyle şanı yüce olan Allah'ın nzası gözetilen (nezr)in dışında (ifası) gereken bir



[941

nezir yoktur."
Açıklama

Allah'a ve Rasûlüne itaat Allah ve Rasûlünün hayat verici emirlerine sarılmak gibi
başlı başına bir ibâdet ve yakınlık mânâsı taşıyan adakların dışında yapılan adakları
yerine getirmek icabetmez. Binaenaleyh şarap içmek, adam öldürmek, namaz
kılmamak, oruç tutmamak üzere yapılan adaklar, Allah'a isyan mânâsı taşıdıkları,
rızasını değil, gazabını ve azabını mûcib davranışlar olmaları itibariyle bu gibi
adakların ifası gerekmez. Nitekim Peygamber (s. a.) bir hadis-i şeriflerinde de, "Kim
Allah'a itaat etmeyi adarsa o itaati işlesin, kim de Allah'a isyan etmeyi nezre d erse, o
[951

isyanı işlemesin" buyurmuştur. Çünkü nezrin sahih olması için onun farz veya
vâcib cinsinden bir ibâdet olması şarttır. Allah Teâlanm kendisine isyan edilmesini
farz veya vacib kılması ise, mümkün değildir. Bu hüküm fıkıh kitaplarında şöyle ifâde
edilmektedir:

"Adağın şartlarından birincisi: Adanan şeyin cinsinden bir farz bulunmasıdır. Namaz,
oruç, sadaka gibi;

tkincisi: Adanan şeyin lizâtihi maksûd ibâdet olmasıdır. Abdest gibi başka şey için
maksu tolanlar adanmakla vâcib olmaz.

[961

Üçüncüsü: Adanılan şeyin zatı itibariyle vâcib olmasıdır."
8. Öfkeli İken Verilen Talak

2193. ...Muhammed b. Ubeyd b. Ebi Salih, İlya'da ikamet ettiği sıralarda (şunları)
söylemiştir: (Bir gün) Adiy b. Adiyyi'l-Kindî ile birlikte (yolculuğa) çıkmıştım.
Nihayet Mekke'ye varınca (Adiyy) beni Safiyye bint Şeybe'ye gönderdi. (Safiyye)
Aişe'den (pek çok hadis) öğrenmişti. (Yanma vardığımız zaman Safiyye bana şunları)
söyledi: "Ben Aişe'yi "Rasûlullah (s.a.)'in;

"Öfke (veya zorlanma) hâlinde ne boşama olabilir ne de (köle veya cariyeyi) âzâd
[971

etmek." dediğini duydum." derken işittim.

£981

Ebû Dâvûd dedi ki: "Öyle zannediyorum ki el-gılâk öfke demektir.
Açıklama

"Iğlak" kelimesi, zorlama, tehdit ve öfke anlamlarına gelir. Esasen "iğlak", kapamak
demektir. Çünkü insan zorlandığı ya da öfkelendiği zaman düşüncesi kapanır,
düşünemez hâle gelir. Musannif Ebû Dâvûd bu kelimeye öfke manası verdiği için biz
de tercümemizde bu mânyı esas aldık ve kelimenin öteki manasına da parantez
içerisinde yer verdik.

Beyhakî bu kelimenin öfke ve zorlanma manasına geldiğini fakat ğalak kelimesininse
sadece öfke anlamında kullanıldığını ifade ederken el-Farisî, zâten halkın çoğunun
Öfke hâlinde talak verdiğini söyleyerek metinde geçen "ığlak" kelimesine "öfke"



199]

mânâsı vermenin yanlış olduğunu söylemiştir.

Hanbelî ulemasından İbnu'l-Kayyim'e göre öfke üç kısımdır:

1. Aklı gideren ve sahibini, ne dediğini ve sözleriyle ne kast ettiğini bilemez hale
getiren öfke. Bu çeşit öfke hâlinde verilen talakın geçerli olmadığında ittifak vardır.

2. Sahibini, söylediğini bilemeyecek ve sarfettiği sözlerin ne mânâya geldiğini
anlamayacak kadar sarsmayan hafif öfkeler. Bu kısım öfkelerin talakın vukuunda
engel teşkil etmediğinde de ittifak vardır.

3. Sahibinin aklını tamamen gidermemekle beraber doğru karar vermesine engel olan,
geçtikten sonra sahibinin o anda yapmış olduğu hareketlerden pişmanlık duyduğu
şiddetli öfkelerdir. İşte bu halde verilen talakların geçerli olup olmadığı ihtilâf

üooı

konusudur.
Bazı Hükümler

1. Metinde geçen iğlak kelimesinin öfke manasına geldiğim söyleyen Ahmed b.
Hanbel, Şam ve musannif Ebû Davud'a göre şiddetli gazab hâlindeki boşamaların hü-
kümsüz olması gerekiyor. "Hırs gelir, akıl gider". Akıl gidince de talakın şartlarından

£101]

biri bulunmamış olur.

2. Zorlanan kimsenin boşaması muteber değildir. Çünkü Peygamber (s.a.)
"Ümmetimden yanılma, unutma ve üzerinde zorlandıktan (şeylerin hükmü)

LİM

kaldırılmıştır."

Ayrıca "inandıktan sonra Allah'ı inkâr eden, kalbi imanla yatışmış olduğu halde
(inkara) zorlanan değil, fakat küfre göğüs açan (küfürle sevinç duyan) -kimselere

£103]

Allah'dan bir gazab iner ve onlar için büyük bir azab vardır." âyet-i kerimesi de
bu gerçeği ifâde etmektedir. Çünkü bu âyet-i kerimede içinden arzu etmediği halde
baskı altında küfür eden bir kimsenin bu hareketinden dolayı hesaba çekilmeyeceği
açıkça ifade edilmektedir. Küfürde durum böyle olunca, küfrün dışında talak ve
benzeri hallerde de hükmün böyle olması gerekir. Nitekim sahabeden Hz. Ömer ile
Ali, İbn Ömer, İbn Abbas İbnu'z-Zübeyr, Câbir b. Semûre (r.anhum) ve mezheb
imamlarından da imam Mâlik, Şafiî, Ahmed, Evzâî ve İshak (r.anhum) bu
görüştedirler.

Hanefi ulemasıyla Sevrî, Zührî, Şa'bî ve Katâde'ye göre ise, zorla verdirilen talak
muteberdir. Delilleri ise; "Ey Peygamber, kadınları boşa-dığmız zaman iddetleri içinde

£1041

(adetten temiz oldukları sırada) boşaym..." âyet-i kerimesiyle "Kocasına kızan
bir kadının uyurken kocasının boğazına çökerek;

Ya beni boşarsm ya da seni keseceğim! tehdidiyle kendisini boşattırdığı ve bunu
duyan Rasûl-i Ekrem'in "boşamada öyle uykusunun hükmü yoktur" buyurduğuna dair

£105]

Safvan b. Amr hadisidir. Bu görüşte olan ilim adamlarına göre, bu âyetin hükmü
gereğince iddet içinde verilen her talak muteberdir ve zorlanan kimse o anda uğradığı
zararı kendi ihtiyarıyla seçmiştir. Rızası olmamakla beraber irade ve ihtiyar vardır.



Şerrin ehvenini seçmiştir talakın muteber olması için rızası şart değildir.

Ulemanın büyük çoğunluğuna göre ise, Hanefî ulemasının ve taraftarlarının

dayandıkları âyet-i kerimenin hükmü geneldir ve sonradan sözü geçen hadislerle tahsis

edilerek sınırları daraltılmıştır. Binaenaleyh zorla- 1 ma altında verilen talak geçerli

değildir. Ayrıca Hanefi ulemasının dayandığı hadisin senedinde el-Gazi b. Cebele

bulunduğu için delil olma niteliğinden mahrumdur.

Hanbeli ulemasından îbn Kudâme'ye göre ikrahın üç şartı vardır:

1. Zorlayan kimsenin savurduğu tehditleri yapmaya gücü yeten birisi olması gerekir.
Bu vasıfta olmayan bir kimsenin savurduğu tahdidler ikrah (zorlama)dan sayılmaz.

2. Zorlanan kimsenin zorlayan kimsenin yaptığı tehditleri gerçekleştireceğine
inanması gerekir.

3. Karşıdakinin isteğini yerine getirmediği zaman uğrayacağı zararın, ölüm, şiddetli

£1061

dayak, uzun bir hapis gibi büyük bir zarar olması gerekir..."
9. Şaka İle Boşama

2194. ...Ebû Hureyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur; "Üç şeyin ciddisi de, şakası da ciddidir. Nikâh, talak,

Liou

reca

Açıklama

Hadisin zahiri, nikah sözü kullanılarak şakadan kıyılan nikah ile boşama sözü
kullanılarak şakadan verilen talakın sahih ve geçerli olduğu gibi, bir kimsenin bir veya
iki talakla boşadı-ğı karısına "rec'â" sözünü kullanarak şaka ile dönmesinin de sahih ve
geçerli olduğunu ifâde etmektedir. Ancak her ne kadar ilim adamları evlenme niyyeti
olmadan şakadan nikâh sözü kullanılarak kıyılan nikâh ile rec'â sözü kullanılarak
yapılan dönüşün sahih ve geçerli olduğunda ittifak etmişlerse de boşama niyeti
olmadan şakadan talak sözü kullanılarak verilen talakın sahih olup olmadığı
meselesinde ihtilaf etmişlerdir. Hz. Ebu Hanife ile Şafiî'ye göre bu şekilde verilen
talak sahih ve geçerlidir. Delilleri ise, mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifle
Tâberânî'nin rivayet ettiği "Üç şeyde şaka caiz değildir: Nikah, talak, köle azat

£108]

etmek..." mealindeki hadis-i şeriftir.

İmam Mâlik ile imam Ahmed'e göre ise, talakta niyyet şarttır. Binaenaleyh talak
manasında sarih olan bir kelimeyi kullanarak şaka ile verilen talak sahih değildir.

UM

Delilleri ise, "Eğer boşamaya azmederlerse..." âyet-i kerimesidir. Bu görüşte olan
ilim adamlarına göre "bu âyet-i kerime talakın vuku bulması için azmin şart olduğuna
delâlet etmektedir. Şaka azim olmadığına göre şaka ile verilen talak sahih değildir."
Bahr sahibi İbn Müceym ise, "azm sarih olmayan lâfızlarda aranır, sarih lâfızlarda ise
azme ihtiyaç yoktur." diyerek bu görüşü reddetmiş ve bu âyet-i kerime ile mevzumuzu
teşkil eden hadisin arasım te'Iif etmiştir. Aslında bu âyet-i kerime ile hadisi şerifin
arasını cem' etmeye hiç de ihtiyaç yoktur. Çünkü sözü geçen âyet-i kerime karısına
yaklaşmamak üzere yemin eden kimsenin durumuyla ilgilidir. Hadis ise şaka ile



verilen talakla ilgilidir. Netice olarak A şaka ile verilen talâkın geçerli olduğunu

£1101

söyleyenlerin delilleri daha kuvvetlidir.

9-10. Karısını Üç Talakla Boşayan Kimsenin Bir Daha Karısına Dönmesi
Neshedilmiştir

2195. ...İbn Abbas (r.a.)'dan; demiştir ki: "Boşanmış kadınlar üç kur' (üç adet veya üç
temizlik süresi bekleyip) kendilerini gözetlerler (hamile olup olmadıklarına bakarlar.)
Eğer Allah'a ve âhiret gününe inanıyorlarsa, Allah'ın kendi rahimlerinde yarattığını
gizlemeleri

(karınlarında çocuk bulunduğunu veya hayızlandıklarmı saklamaları) kendilerine helal

mu

olmaz." âyeti (şu sebeble inmiştir: Cahiliyet devrinde) bir adam karısını boşadığı
zaman onu üç talakla bile boşamış olsa, o kadına dönmeye en çok hak sahibi olan yine

imi

o kimse olurdu. (Bunun üzerine Allah Teâlâ) "Boşama iki defadır..." buyurdu.
013]

Açıklama

Kocasıyla zifaf olduktan sonra bir veya iki ric'î, ya da bâin talakla boşanmış olan
kadınların üç kur (üç defa âdet görme) süresince beklemeleri emredilmiştir. Aslında
kur* kelimesi hem hayız, hem de temizlik manasında kullanılmaktadır. Ebu Hanife
iddet bakımından bunu hayız, imam Şafiî ve Mâlik ise temizlik mânâsında
anlamışlardır. Bu ikinci anlayışa göre de temizlik içinde boşanan kadın üçüncü hayız
başlar başlamaz iddetini tamamlamış olur.

Kocasıyla zifaf olmadan ayrılan bir kadın içinse iddet beklemek mecburiyeti yoktur.
Çünkü "Ey inananlar, inanan kadınları nikahlayıp da, henüz onlara dokunmadan

0141

boşarsanız, onların üzerinde sayacağınız bii iddet hakkınız yoktur." âyet-i
kerimesi bunu ifâde etmektedir, iddet mevzuunu inşallah ileride 2282 numaralı hadisin
şerhinde etraflıca ele alacağız.

"....Allah'ın kendi rahimlerinde yarattığım gizlemeleri... "nden maksat, boşanan
kadınların hayızlarmı veya hamileliklerini doğru olarak söylemekten kaçınmalarıdır.
Söz konusu kadınlar hayızlanmadıkları halde hayızlandıklarmı söyleyerek, kocalarının
kendilerine dönme haklarını engelledikleri gibi, hayız gördükleri halde hayız
gördüklerini saklayarak nafaka süresini uzatmak suretiyle hakketmedikleri nafakayı
alma yoluna gidebilir. İşte Allah teâlâ ve tekaddes hazretleri bu âyet-i kerimeyle
boşanmış olan kadınları bu gibi haksızlıklara sapmaktan nehyetmektedir.
Katâde'nin beyânına göre cahiliyye döneminde kadınlar karmlarmdaki eski
kocalarından olan çocuğu yeni evlenecekleri kocalarına nisbet edebilmek için hâmile
olduklarını saklarlarmış.

İşte bu âyet-i kerime hamileliğini saklamayı âdet hâline getiren bu cahiliyye dönemi
kadınları hakkında nazil olmuş.

Kurtûbî'nin beyânına göre ise, bir adam Rasûl-i Ekrem'e gelerek karısını hâmile iken



boşadığmı, bu kadının karnındaki çocuğu yeni evleneceği kocasına nisbet edeceğinden

imi

endişe duyduğunu ifade etmiş de âyet-i kerime bu hâdise üzerine nazil olmuş.
Cahiliyye döneminde erkekler de fırsatını buldukları zaman karılarına zulm ederlerdi.
Bu zulümlerden biri de kanları boşayıp belli süre sonra tekrar ona dönmesi sonra yine
boşayıp yine dönmesi böylece ona işkence etmeleri ve başka bir kocaya gitmesine de
imkân vermemeleri idi. Nihayet ensardan biri karısına:

Sana hiç yaklaşmayacağım, ama sen benden çözülüp ayrılamayacaksın, dedi. Kadın:
Nasıl olur, dedi. Adam;

Seni boşayacağım, süren dolmağa yaklaşınca sana döneceğim yine boşayacağım,
süren sonuna yaklaşınca tekrar döneceğim, işi böyle sürdüreceğim, dedi. Kadın bu
durumu Rasûl-i Ekrem'e arzetti. Bunun üzerine Allah (c.c.) Hazretleri "Boşama iki

£1161

defadır (bundan sonra kadını) ya iyilikle tutmak ya da güzelce salıvermektir."

imi

âyet-i kerimesini indirdi.

İşte yüce Allah, kadının aleyhine işleyen bu boşama sistemini kaldırdı ve erkeğe ancak
iki boşamada dönme hakkı tanıdı. Üçüncü defada boşarsa artık ona dönme hakkı
£118]

vermedi.

2196. ...İbn Abbas (r.a.)'dan; demiştir ki: Rükâne'nin ve kardeşlerinin babası olan
Abdü Yezid (karısı) Ümmü Rükâne'yî boşa-mış ve Müzeyne (kabile sin)den bir
kadınla evlenmişti. Kısa bir süre sonra (bu kadın) Peygamber (s.a.)'e geldi (ve Ebu
Rükâne'nin erkekliğinin olmadığını ifade etmek maksatıyla) başından aldığı bir kıla
(işaret ederek- Abdü Yezid'in) "Bana ancak şu kıl kadar faydası vardır, başka değil.
Binaenaleyh benimle onun arasını ayır" dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.)
öfkelendi ve Rükâne ile kardeşlerini (yanma) çağırdı. Sonra meclisinde bulunanlara
(hitaben Ebu Rükâne'nin çocuklarmdan ikisine işaret ederek);

"Falanı şu ve bu bakımlardan falanı da şu ve şu bakımlardan Ebu Yezid'e benzer
buluyor musunuz?" diye sordu. Onlar da;

Evet dediler. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem(de) Abdü Yezid'e;
"Onu boşa" diye emretti. O da (kendisinden istenileni) yaptı. Sonra (Hz. Peygamber;
ilk) "Hanımın (olan) Rükâne ve kardeşlerinin annesine dön" buyurdu. (Abdü Yezid
de) .

Ya Rasûlallah ben onu üç talak ile boşadım dedi. (Rasul-ü Ekrem de:)
"Biliyorum, sen ona dön." buyurdu ve "Ey Peygamber, kadınları boşadığmız zaman,

[1191

onları iddetleri içinde boşaym ve iddeti sayın" âyetini okudu.

Ebû Dâvud dedi ki; Yezid b. Rükâne'den (rivayet olunduğuna göre):

Rükâne hanımını kesin bir şekilde boşadıktan sonra Peygamber (s.a.) o kadını

Rükâne'ye geri göndermiş. (Bu hadis olayın Ebu Rü-kâne'nin başından geçtiğini ifade

eden yukarıdaki ibn Cüreyc hadisinden) daha sahihdir. Çünkü (bu haberi nakleden

Nafı ile Abdullah) bunlar (hadisenin başından geçtiği) adamın çocuğu olur(lar. Bir

adamın) ev halkı onu (ve başından geçen olayları) daha iyi bilir. (Ebû Dâvûd sözlerine

devam ederek diyor ki; bu durumu göz önüne alarak şu neticeye varıyoruz) "Rükâne

karısını sadece bir defa kesin bir şekilde boşamış Rasûl-i Ekrem'de (o talakı) bir



(talak) kabul etmiştir."
Açıklama

Abdu Yezid'in eski karısı Acle bint Aclan'ı boşadıktan sonra almış olduğu Süheyme
bint Uveymir isimli kadının Rasûl-i Ekrem'e gelerek başından aldığı bir kılı gösterip:
"Ebû Ye-zid'in bana sağlayacağı fayda itibarıyla şu kıldan bir farkı yoktur mânâsına
gelen sözler sarfetmekten maksadı, "kocasının cinsel gücünün olmadığını"
ifade ederek ondan kolayca ayrılmaktır. Oysa Abdü Yezid'in ilk karısından dünyaya
gelen çocukları vardı ve bu çocuklar babalan Abdü Yezid'e benziyorlardı. Rasûl-i
Ekrem bu durumu bildiği için derhal kadının maksadını anladı ve Abdü Yezid'in
çocuklarını meclisine çağırarak onların Abdü Yezid'e benzediklerini ve dolayısıyla
Abdü Yezid'in cinsel gücü yerinde bir kimse olduğunu isbatladı. Boşanmak için böyle
gayr-i meşru bir yola saptığı için de o kadına Öfkelendi ve Abdü Yezide onu
boşamasını ve eski karısına dönmesini tavsiye etti. Abdü Yezid de o kadını üç talakta
kesin bir şekilde boşadığım ifade edince, Rasûl-i Ekrem metinde tercümesini
sunduğumuz talak süresinin birinci âyetini delil getirerek o kadına dönmekte bir
sakınca bulunmadığını ifâde etmiştir. İbn Cüreyc'-in rivayet ettiği üç talaktan sonra da
dönülebileceğini ifâde eden bu hadisin sahih olduğu kabul edilecek olursa, cumhuru
ulemaya göre onun ya nesh ya da tahsis edildiğine hükmetmek gerekir. Bezlü'l
mechud yazarının ifadesine göre bu mevzuda en güzel te'vil şudur:
"Aslında Abdü Yezid Rasûl-i Ekrem'e eski karısını "elbette' kelimesini kullanarak
kesin bir şekilde boşadığım ifâde etmiş, ancak "elbette" kelimesini duyan râvi, onun
üç talak ile boşadığım zannetmiş ve hadisi kendi zan ve anlayışına göre rivayet
etmiştir."

Musannif Ebü Davud'un bu hadisin sonuna ilâve ettiği talikten anlar şildığma göre, bu
hadisi bir de Nafi b. Üceyr ile Abdullah b. Ali b. Yezid b. Rükâne rivayet etmişlerdir.
Nâfı bu hadisi bir defa amcası Rükâne'den, bir defa da Hz. Ali b. Ebi Talib'den olmak
üzere iki defa rivayet etmiştir. Ebû Davud'un talikteki ifâdesindeki ifâdesinin
zahirinden Abdullah b. Ali b. Yezid b. Rükâne'nin, bu hadisi babası Ali vasıtasıyla
dedesi Yezid'den rivayet ettiği anlaşılıyorsa da aslında burada "dedesinden"
kelimesiyle kastedilen Abdullah'ın dedesi Yezid değil, büyük dedesi yani Yezid'in
babası Rükâne olması gerekir. Çünkü 2206 numaralı hadis-i şeriften anlaşılan budur.
Ayrıca İbn Cüreyc hadisinde, hadisenin Ebu Rükâne (Abdü Yezid)in başından geçtiği
ifade edilirken Nafi ile Abdullah'ın hadisinde bu olayın Rükâne'nin başından geçtiği
ifâde ediliyor. Musannif Ebû Dâvud. da bu hadisenin Rükâne'nin başından geçtiğini
ifade eden Nafi ve Abdullah hadisinin râvileri Nafi ile Abdullah'ın Rükâne'nin
ailesinden oldukları ve bir kimsenin başından geçen bir hadiseyi ev halkının herkesten
daha iyi bilecekleri gerekçesiyle îbn Cüreyc hadisine tercih etmiştir. Fakat bu hadi-
senin hem Rükânenin hem de Ebu Rükena'nin başından geçmiş olması bir başka
ifadeyle, hadisenin ayrı ayrı zamanlarda iki ayrı kişinin başından geçmiş olması da
mümkündür. Müellif Ebu Davud bu hadisi "karısını üç talakla boşayan kimsenin bir
daha ona dönmesi neshedilmiştir" başlığı altında rivayet ettiğine göre kendisi
"Rükâne'nin karısını üç defa boşadık-tan sonra ona döndüğü fakat sonradan bu
hükmün neshedildiği" görüşünde olması gerekir.

İbn Kayyim'e göre Ebû Davud'un Abdullah ile Nâfi'nin hadisini rivayetlerin en



sağlamı olarak nitelendirmesi, onun sahih bir hadis olduğu mânâsına gelmez. Bu ifâde
sözü geçen hadisin zayıflık derecesinin diğer hadisin zayıflık dercesi kadar fazla
olmadığı manasına gelir. Senedinde "Hz. Peygamber'in azatlı kölesi Ebu Râfı'nin
oğullarından biri" tabiriyle ifâde edilen kimliği mechûl bir râvi bulunduğu için İbn
Cüreyc hadisi de zayıftır. Netice olarak her iki hadis de zayıftır. Bununla beraber îbn
Cüreyc hadisi "karısını bir defada üç talakla boşayan bir kimsenin vermiş olduğu üç
talak bir talak sayılır" diyenlerin delilidir. Said b. Cübeyr ile Tavus, Ata, Amr b. Dinar
ve Zahiriye ulemâsı bu görüştedirler. Muham-med b. Ishâk ile AH b. Ebî Tâlib, İbn
Mes'ud, Abdurrahman b. Avf ve ez-Zübeyr (r.a.)inde bu görüşte oldukları rivayet
olunmuştur.

Dört mezheb imamıyla ulemanın büyük çoğunluğuna göre ise, bir defa da verilen üç
talakla üç talak vâki olur. Bu şekilde talak vermek bid'at ise de geçerlidir. Sözü geçen
mezhep imamları aksi görüşte olan ulemaya karşı kendi görüşlerini şöyle
savunmuşlardır:

1. İbn Cüreyc hadisi zayıftır. Çünkü senedinde kimliği açığa kavuşmamış bir râvi
vardır.

2. Sahabeden bazılarının bir defada verilen üç talakın bir talak sayılacağına dair
rivayetleri bu hükmün neshedildiğini bilmedikleri zamanlara aittir. Bu hükmün
neshedildiğini öğrendikten sonra artık onlar da bu görüşlerinden vazgeçmişlerdir.
Şimdi de bu şekilde boşamaları yalnız bir boşama sayanların delillerini görelim:

a. "Boşama (talak) iki keredir. Sonraya iyilikle geçinmek yahut güzellikle ayrılmak
gerekir. Allah'ın hadleri bunlardır, bunları aşmayın, Allah'ın koyduğu sınırları aşanlar
kendilerine zulmetmiş olurlar. (Bundan sonra koca) karısını boşarsa kadın başka bir
kocaya varmadan artık ona helal olmaz. Şayet bu (ikinci) koca onu boşar ve onlar da,
Allah'ın koyduğu sınırlan koruyacaklarına kanaat getirirlerse, birbirlerine dönmelerin-

^ imi

de günah yoktur."

Bu âyet-i kerime boşama haklarının bir anda kullanılmamasını ayrı, ayrı zamanlarda
kullanılıp arada dönülmesini bundan sonraki hayat hakkında iyi niyetle karar
verebilmek için fırsat bırakılmasını ifâde etmektedir.

b. Tavus'un rivayetine göre îbn Abbas şöyle demiştir: Rasûlullah (s. a.) ile Ebu Bekr
zamanlarında ve Ömer'in hilâfetinin ilk iki yılında üç talak bir talak idi. Ömer b. el-
Hattab: "Bu insanlar düşünüp taşınarak yapmaları gereken bir işi aceleye getirir
oldular, bunu kendileri aleyhine geçerli saysak" dedi ve (üç talak olarak) muteber

£122]

saydı.

c. Bu hadisler yanında yukarıda isimleri zikredilmiş bulunan sahâbi ve tâbiûn fetvaları

£123]

da gözününe alınmıştır.

2197. ...Mücâhid'den; demiştir ki: Ben İbn Abbas'm yanında idim ona bir adam gelip;
Karısını (bir defada) üç talakla boşadığmı söyledi. Bunun üzerine (İbn Abbas) susa
kaldı. Ben de o kadını kocasına geri göndereceğini zannettim. (Bir süre) sonra (şöyle)
konuştu:

Biriniz tutuyor (karısını) boşayarak bîr ahmahlık yapıyor sonra da, İbn Abbas, İbn
Abbas, diye feryad ediyor. Oysa yüce Allah "Kim Allah'tan korkarsa (Allah) ona bir



£124]

çıkış (yolu) yaratır."

buyuruyor. Sen ise (bir defa üç talak verirken) Allah'dan korkmadın. Binaenaleyh ben
sana bir çıkış (yolu) bulamam (sen bu şekilde hareket etmekle) Rabbine isyan ettin,
hanımın da senden (üç talakla) boş oldu. Halbuki yüce Allah "Ey Peygamber,

[1251 [1261
kadınları boşadığmız zaman -iddetlerinin önünde- boşaymız." buyuruyor.
Ebû Dâvûd dedi ki: "Bu hadisi Humeyd (b. Kays) el-A'rac ile (Yusuf b. Süleyman el-
Mahzumî isimli) bir başka râvi de Mücahid vasıtasıyla İbn Abbas'dan rivayet etti(ler).
Şu'be (b. el-Haccâc) da -Amr b. Mürre, Said b. Cübeyr zinciriyle İbn Abbas'dan
rivayet etti.

Eyyûb (b. Keysan) ile İbn Cüreyc de (ikisi birden) bu hadisi İkrime b. Halid- Said b.
Cübeyr zinciriyle İbn Abbas'dan rivayet etti(ler).

İbn Cüreyc de Abdülhamid b. Rafı ve Ata zinciriyle İbn Abbas'dan rivayet etti.
A 'meş ise bunu (bir defa) Malik -Haris yoluyla ve (bir defa da) İbn Cüreyc- Amr b.
Dinar yoluyla (olmak üzere iki defa) İbn Abbas'dan rivayet etti. (Bu hadisi bizzat İbn
Abbas'm ağzından işiterek nakleden Mücâhid Said b» Cübeyr, Ata, Malik b. Haris ve
Amr b. Dinar gibi yukarıda adı geçen râvilerin) tümü (bir defada verilen) üç talak
hakkında (İbn Abbas'tan yaptıkları rivayetlerde şu sözü) söylediler: "İbn Abbas (bir
defa verilen) üç talakı geçerli kıldı ve (kendisine gelen adama hitaben) -aynen
İsmail'in Eyyüb vasıtasıyla Abdullah b. Kesir' den naklettiği (2197 numaralı) hadisfte
de anlatıldığı) gibi (karın) "senden boş oldu" dedi.

Ebû Dâvud dedi ki; Hammâd b. Zeyd de Eyyûb -İkrime zinciriyle İbn Abbas'tan (şu
sözü) rivayet etti; (Sen karma) bir ağızla; "sen üç talakla boşsun" dersen, o bir (talak)
dır.

Bu hadisi İsmail b. İbrahim de Eyyüb vasıtasıyla İkrime'den rivayet etti. (Bu rivayette)
şu (bir defada verilen üç talakın bir talak olduğunu ifade eden söz, İbn Abbas'm değil
de) (İkrime'nin) sözü (olarak geçmekte)dir. (İsmail b. İbrahim bu rivayetinde) İbn Ab-

[1221

bas'dan bahsetmemiştir.
Açıklama

Musannif Ebû Davud'un Mücâhid vasıtasıyla İbn Abbas'dan rivayet ettiği bu hadis-i
şerif bir defa da verilen üç talakın üçünün de geçerli olduğunu ve bu şekilde verilen
talakdan sonra artık erkeğin kadına dönemeyceğini ayrıca sünnet olan talakın temizlik
döneminde temasta bulunmadan verilmekle gerçekleşeceğini ifade etmektedir.

[1281

Metinde geçen : bundan böyle onları iddetlerini gözeterek boşayın" âyet-i
kerimesi bunu ifade eder. Her ne-kadar bu âyet-i kerimede metinde Hz. İbn Abbas'm
kıraatine uygun olarak : onları id deÛerinin önünde boşaym" şeklinde rivayet
edilmişse de aslıda bu iki kıraat arasında netice itibariyle bir fark yoktur. Bu meseleyi
M. Hamdi Elmalı şöyle açıklar: "Bu iki mana ise mütelâzimdir. Çünkü hayzm önü,
istikbali, gayesi tuhur (temizlik)dir. Abdullah b. Mesud hazretleri bu mânâyı "... :
cima'da bulunulmamış olan temizlik hâli" diye ifade ederken İbn Abbas hazretleri de
"...iddetlerinin önü" şeklinde ifâde etmiştir. Hz. İbn Abbas ile Hz. İbn Me-sud'un bu
açıklamalarından çıkan netice şudur: "Kadınlarınızı sayılı hayız günlerinin önünde



yakınlık yapılabilecek olup da yapılmamış olan temizlik halinde temiz olarak
boşayımz." Ulema ancak bu mânâya uygun olarak yapılan talakın sünnî olabileceğinde
£1291

ittifak etmişlerdir.

Musannif Ebû Dâvud bu hadis-işerifinsekiz ayrı rivayetini nakletmiş-tir. Bu
haberlerden 1. Mücâhid, 2. Said İbn Cübeyr, 3. Said b. Cübeyr, 4. Ata, 5. Malik b. el-
Haris, 6. Amr b. Dinar tarafından nakledilen ilk altısında Hz. İbn Abbas'm bir defada
verilen üç talakın üçünün de muteber sayıldığı görüşünde olduğu ifade edilirken
İkrime'nin Hz, îbn Abbas'dan rivayet ettiği yedinci haberde Hz. İbn Abbas'm bir
defada verilen üç talakın bir talak sayıldığı Eyyûb'un İkrime'den rivayet ettiği haberde
de, Hz. İkrime'nin bir defada verilen üç talakın bir talak sayıldığı ifadesi yer
almaktadır.

Sünen-i Ebû Dâvud şârihi Emin Mahmut el-Hattab bu haberlerden birinci ,yedinci ve
sekizinci haberleri musannif Ebû Dâvûd'dan başka rivayet eden bir kimseye
rastlayamadığmı ifâde ederken diğer haberleri, Ebû Dâvûd'dan başka nakleden

liM

kaynaklar ayrı ayrı işaret etmektedir.

Fıkıh ulemasının bu mevzu ile ilgili görüşlerini bir numara önceki hadisin şerhinde

[ili]

açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmemekteyiz.

2198. ...a) Muhammed b. Iyas'dan (rivayet olunduğuna göre); İbn Abbas ile Ebû
Hureyre ve Abdullah b. Amr b. el-As'a; kocasının (daha cinsi münâsebette
bulunmadan bir defada) üç talakla boşadığı bir kız(m durumun)dan sorulmuş da hepsi
"O kız başkasıyla evleninceye kadar ona helal olmaz." diye cevap vermişler.

b) Ebû Dâvud dedi ki... Muaviye b. Ebi Ayyaş kendisinin bizzat şahid olduğu bu olayı
(şöyle rivayet etmiştir); Muhammed b. îyas b. el-Bükeyr, İbnü'z-Zübeyr ile Asım b.
Ömer'e gelerek bu (haberde geçen) soruyu sormuş, her ikisi de; "Git (bunu) îbn Abbas
ile Ebu Hureyre'den (sor), ben onları Aişe (r.anha)mn yanında bıraktım, geldim" diye
cevap vermiş (Muhammed b. İyas bu sözü söyledikten) sonra (yukarıda geçen) şu
(Muhammed b. İyas'm naklettiği) haberi rivayet etmiştir.

c) Ebû Dâvud dedi ki: Bu mevzuda îbn Abbas'in sözü şudur: (Bir defada verilen) üç
talak (insanın) evlenip cinsi münâsebette bulunduğu kadım da cinsi münasebette
bulunmadığı kadını da boş düşürür. (Artık bu kadın) başka bir kocayla evleninceye
kadar ona helal olmaz. Bu (haber) Para değişimi ile ilgili habere benziyor. (Şöyle ki)
îbn Abbas (peşin olarak yapılan) para değişiminde (değiştirilen paradaki eşitsizliğin

0321

faiz sayılamayacağını) söylerdi. Sonra bundan döndü.
Açıklama

Bu hadis-i şerif îbn Abbas'm önceleri bir defada verilen üç talakın bir talak, sayılacağı
görüşünde iken sonradan bu görüşünden dönüp bir defada verilen üç talakın üç talak
sayılması gerektiğine hükmettiğini ifâde etmektedir.

Birinci haberde geçen "kız" kaydı, kayd-ı ihtirâzî olmayıp kayd-ı ittifakı olduğundan
îbn Abbas'm bu görüşü sadece kocasının cinsî münâsebette bulunmadan' önce
boşadığı kızlara ait bir görüş değil, bir defada üç talakla boşanan bütün kadınlara



şâmildir. Fakat Hz. îbn Abbas sonradan bu görüşünden dönerek bir defada verilen üç
talakın üçünün de muteber olduğuna ve karısını bu şekilde boşayan bir kimsenin, o
kadın bir başka kocayla normal olarak evlenip de yine normal olarak boşanmadıkça
onunla evlenemeyeceğine hükmetti. Daha öncede açıkladığımız gibi dört mezhep
imamıyla birlikte ulemanın büyük çoğunluğu da Hz. İbn Abbas'm bu ikinci görüşünü
benimsemişler ve bununla fetva vermişlerdir. Nitekim imam Mâlik'in rivayet ettiği şu
hadis-i şerifler de Cumhurun bu görüşünü desteklemektedir.

Muhammed b. Abdurrahman b. Sevbân'dan rivayet edildi. Muhammed b. îyas b. el-
Bükeyr şöyle dedi: Adamın birisi zifafa girmeden karısını üç talakla boşadı. Sonra
boşadığı bu hanımla evlenmek istedi. Bunun üzerine (yanıma) fetva sormaya geldi.
Beraberce Abdullah b. Abbas ve Ebu Hureyre'ye gittik. (Meseleyi) onlara sordu.
Onlar;

Kadın başka bir koca ile evlenmeden onunla evlenemezsin dediler. Oda.
Ben onu yalnız bir talakla boşadım, deyince İbn Abbas;

£133]

Nimeti elinden kaçırdın, dedi.

Ata b. Yesar, şöyle dedi: Adamın biri Abdullah b. Amr b. el-As'a karısı ile zifafa
girmeden onu üç talakla boşayan başka bir şahıs hakkında (fetva) sormak için geldi.
Ata dedi ki; "İlk evlenen (ve dokunulmayan) kızın talakı bir dedim" Abdullah b. Amr
b. el- As bana;

Sen hikayecisin (fıkhın derinliklerinden ne anlarsın) bir talak onu bir talak-ı bâin ile

[1341

boş yapar, üç talak ise başka kocaya varıncaya kadar o kadını haram kılar, dedi.
2200 numaralı hadisin şerhinde bu konuyu tekrar ele alacağız inşallah,
Musannif Ebû Davud'un naklettiği ikinci haberde de îbn Abbas (r.a.)'m bir defada
verilen üç talakın bir talak sayılacağı görüşünde iken sonradan bu görüşü terkettiği ve
karısını bu şekilde boşayan kimsenin karısına bir daha dönemeyeceğine, ona
dönebilmesi için o kadının sahih nikahla bir kocayla evlenip sonra ondan boşanmış
olmasına hükmettiği ifâde edilmektedir. Bu mevzuda imam Mâlik de şöyle diyor:
"Hüküm bize göre de böyledir. Bir adam dul bir kadınla evlenir, fakat cima' etmezse
bu dulun durumu da bakire kızın durumu gibidir. Bir talak onu da talak-i bâin ile boş
kılar. Üç talak ise, başka bir kocaya varıncaya kadar o kadını ilk kocasına haram kılar.
Rahmetü'l-Ümme'de denilmektedir ki, İslam uleması bir kimsenin yeni evlenip de
henüz dokunmadığı bir kıza "sen üç talakla boşsun" demesiyle o kızın üç talakla boş
olacağında ittifak etmişlerse de bu kimsenin sözü geçen kıza peşi peşine üç defa "sen
boşsun, sen boşsun, son boşsun" demesiyle kaç talak vaki olacağında ihtilâf
etmişlerdir. İmam Ebû Hanife ile Şafiî ve Ahmed'e göre bu şekilde verilen talak bir
talak sayılırken imam Mâlike göre üç talak sayılır.

Eğer bir kimse evlendikten sonra cinsî münasebette bulunduğu bir kadına bu şekilde
bir talak verir de ben aslında bir talak verdim, ağzımdan çıkan ikinci ve üçüncü talakla
birinci verdiğim talakı ona duyurmak ve anlatmak istedim" derse o zaman imam Ebû
Hanife ile İmam Mâlike göre üç talak vaki olursa da imam Şafiî ile Ahmed'e göre bir
talak vaki olur. Fakat kendisiyle hiç münâsebette bulunmadığı karısını bu şekilde peşi
peşine üç talakla boşarsa imam Ebû Hanife ile Şafiî'ye göre bir, imam Malik ile

£135]

Ahmed'e göre de üç talak vaki olur.

Ayrıca bu ikinci haberde kendisinden bilmediği bir mevzuda fetva istenen bir âlimin



bilmediğini söyleyerek o meseleyi bilen bir kimseye havale etmesi gerektiği ifade
ediliyor. Nitekim Hz. Ali, "bilmediğim bîr meselede bilmiyorum demek kadar içimi
serinleten bir şey yoktur." buyurmuştur.

Üçüncü haberde ise, bu görüşlere ilâveten Hz. İbn Abbas'm peşin olarak yapılan para
değişimlerinde ve yine peşin olarak yapılan aynı cinsten olan ülçülür ve tartılır
maddelerin değişiminde değişilen bu maddelerdeki eşitsizliğin veya farklılığın faiz
sayılmayacağı görüşünde iken sonradan bu fikrinden döndüğü ifâde edilmektedir. Hz.
İbn Abbas'm bu mev-zudaki delili Hz. Üsâme b. Zeyd'in rivayet ettiği "faiz ancak

£1361

veresiye olan ahş-verişlerde olur" mealindeki hadis-i şeriftir. Fakat diğer bir

£1371

hadis-i şerifte ise, "faiz ancak peşin yapılan ahşverişte olur" buyurularak peşin
yapılan ahş-verişlerde de faiz muamelesinin bulunabileceği ifâde edilmektedir. Bu
bakımdan cumhur-ı ulema İbn Abbas'm dayandığı, "Nesie-den başka ribâ yoktur"
hadisim "en şiddeli riba ancak nesîededir" şeklinde te'vil etmişlerdir. Yani bu hadis
"peşin yapılan alışverişlerde riba yoktur" anlamına değil, "peşin yapılan alışverişlerde
ribanm kemali yoktur. Riba-nm kemali veresiye yapılan ahş-verişlerdedir" anlamına
038]

gelir.

Nitekim Hâkim, Hz. İbn Abbas'm bu görüşünden döndüğünü ve Allah'a tevbe ettiğini
rivayet etmiştir. Hâkimin rivayetine göre Hz. İbn Ab-bas "Vallahi ben müslümanlarm
peşin olarak yaptıkları her nevi alışverişi helal görüyordum. Abdullah b. Ömer'in
Rasûlullah (s.a.)'den benim bilmediğim bir hadisi bellediğini işitince şimdi Allah'a

Lİ391

istiğfar ediyorum" demiştir.

Hâkim'in rivayet ettiği diğer bir hadiste ifade edildiğine göre "Hz. İbn Abbas ömrünün
bir kısmında peşin yapılan alışverişlerde riba olmayacağına inanırmış. Bir gün Ebu
Said el-Hudri ile karşılaşınca Hz. Ebu Said ona;

Ya İbn Abbas, sen halka faiz yedirirken Allah'dan korkmuyor musun? Rasûlullah
(s.a.)'in "birgün hurma hurma karşılığında, buğday buğday karşılığında, arpa arpa
karşılığında, altın altın karşılığında, gümüş gümüş karşılığında misli misline ve peşin
olarak değiştirilir. Kim bu alış-verişte bir fazlalık alırsa o faizdir." buyurmuş olduğunu
duymadın mı? demiş. Hz. İbn Abbas da:

Ey Ebû Said, Allah seni cennet ile mükafatlandırsın, bana unuttuğum bir meseleyi

£1401

hatırlattın. Allah'a istiğfar ve tevbe ediyorum demiş.

Abdurrezzak'm Musannaf mda Tâvus'un "İbn Abbas hiç dokunmadığı karısını bir defa
da üç talakla boşayan bir kimsenin bu talakını bir talak sayardı" dediği rivayet

£1411

ediliyorsa da Tâvus'un, İbn Abbas'm bu görüşünden döndüğünü bilmediği için

£1421

bu sözü söylediğinde şüphe yoktur.

2199. ...Tâvus'dan rivayet olunduğuna göre Ebu's-Sahbâ adında İbn Abbas'a çok soru
soran bir adam (îbn Abbas'a)

Sen Rasühıllah (s. a.) ile Ebû Bekr devrinde ve Ömer'in halifeliğinin ilk yıllarında, bir
adam karısını cinsi münâsebette bulunmadan (bir defada) üç talakla boşarsa



(Rasûlullah ve bu iki halifesinin) bu talakı bir talak saydıklarını biliniyor musun? dedi.
İbn Abbas da:

Evet Rasûlullah (s. a.) ile Ebu Bekir devrinde ve Ömer'in halifeliğinin ilk yıllarında bir
adam karısını cinsî münâsebette bulunmadan (bir defada) üç talakla boşarsa, bu talakı
bir talak sayarlardı. Fakat Ömer halkın bunu çoğalttıklarını görünce onların aleyhine

[143]

olarak (bu şekilde verilen üç talakın) üçünü de geçerli kıldı" cevabını verdi.
Açıklama

Bu hadis, bir kimsenin karısını temasta bulunduktan sonra boşamasıyla hiç temesta
bulunmadan boşaması arasında fark gören kimselerin delilidir. Şevkânî'nin beyânına
göre bu görüşte olan ilim adamları "bir kimsenin hiç temasta bulunmadığı karısına bir
defa: "Sen benden boşsun" demesiyle aralarında beynünet-i kübrâ vâki olup bir daha
birleşmelerine imkân kalmadığını, üç talak ile boşaması halinde ikinci ve üçüncü
talakın lağvolduğunu; temasta bulunduğu karısına bu sözü sarfetmesiyle ise, sâdece
bir ric'i talak meydana geldiğini" söylemişlerdir.

Biz mezhep imamlarının bu mevzudaki görüşlerini bir önceki hadis-i şerifin şerhinde
açıklamış bulunmaktayız.

"Ömer'in halifeliğinin ilk yıllarında" sözü, bazı rivayetlerde "Hz. Ömer'in halifeliğinin

[144] ri451
ilk iki senesinde bazılarında da "ilk üç senesinde" şeklinde, geçmektedir.
[1461



Bazı Hükümler

Kendisiyle hiç münâsebette bulunmadığı karısını bir defada olmak üzere uç talaşla
boşayan kimsenin bu talakı bir talak sayılır. Tavus ile Zahiriye ulemasından bazıları
ve Muhammed b. İshak bu görüştedirler. Mezhep imamlarıyla selef ve halefin büyük
çoğunluğu ise, bir kimse karısına bir defada "sen üç talak ile boşsun" derse-, üç talak
vaki olur. Çünkü daha önce geçen deliller bunu ifâde etmektedir.
Şafiî ulemasından imam Nevevî'nin beyânına göre islâmm ilk devirlerinde bir kimse
karısına peşi peşine üç defa "sen boşsun, sen boşsun, sen boşsun" dedikten sonra "ben
ikinci ve üçüncü sözümle birinci nikahımı kast ettim, ikinci bir talaka niyyet etmedim"
derse, iyi niyetlerine güvenilerek bu talak bir talak sayılırdı. Fakat daha sonra
insanların ikinci ve üçüncü tekrarlarında yeni bir talakı kastettikleri anlaşılınca artık

[1471

bu çeşit talakları üç talak sayıldı.

2200. ...Abdullah İbn Tâvus'un babası Tâvus'dan rivayet ettiğine göre; Ebu's-Sahbâ,
İbn Abbâs'a;

"Sen, Peygamber (s.a.)'le Ebu Bekr devrinde ve Ömer'in hilâfetinin (ilk) üç yılında üç
talâkın bir (talâk) sayıldığını biliyor musun? demiş de, (İbn Abbâs);

[1481

Evet, cevabım vermiş.



Açıklama



Bu hadîs-i şerîf, Nesâî'nin rivayetinde "Ebû's-Sahbâ İbn Abbas a gelerek;
Ey İbn Abbâs! Peygamber zamanında, Ebû Bekr zamanında ve Ömer'in hilâfetinin ilk
yıllarında üç talâkın bir talak sayıldığım bilmiyor musun? diye sordu. İbn Abbâs da:
Evet biliyorum, diye cevap Verdi, şeklindedir. İmam Ahmed'in Müsned'i ile
Müslim'in Sahih'i ve Beyhaki'nin Sünen'inde ise; İbn Abbâs dedi ki:
Rasûlullah (s.a.) ile Ebû Bekr devirlerinde ve Ömer'in hilafetinin iki yılında üç talâk
bir sayılırdı. Bilâhare Ömer b. Hattâb: "İnsanlar kendilerine mühlet verilmiş olan bir
işte acele gösterdiler; keşke şunu onlara infaz etse idik dedi ve onu kendilerine infaz
£1491

etti. şeklinde geçmektedir.

Bütün bunlar Hz. Peygamber devrinden itibaren Hz. Ömer'in hilafetinin üçüncü yılma
kadar bir lâfızla verilen üç talâkın bir talâk sayıldığını, sonra Hz. Ömer'in bu şekilde
verilen talakı üç talâk kabul etmeye başladığını o zamandan itibaren de halk arasında
bu uygulamanın yaygınlaştığını ifâde etmektedirler. Ulemâdan bazıları mevzumuzu
teşkil eden bu hadîs-i şerifin zahirine bakarak bir sözle verilen üç talâkın bir talâk
sayılacağına hükmetmişlerdir. Sahâbe-i kiramdan Zübeyr b. el-Avvâm ile
Abdurrahmân b. Avf bu görüştedirler. Bu görüş aynı zamanda Hz. îbn Abbâs ile Hz.
Ali b. Ebi Tâlib ve Abdullah b. Mes'ûd (r.a.)'den de rivayet edilmiştir.
Tabiûn ulemasından da İbn Abbâs'm azatlı kölesi İkrime ile Tavus, Muhammed b.
İshak bu görüşte oldukları gibi zahiriyye ulemasının pek-çoğu da bu görüşü
benimsemişlerdir. İbnu'l-Kayyim'in beyanına göre imam Malik ile Ahmed'in
ashabından bazıları bu görüşte oldukları gibi Hanefi ulemasından da bu görüşte olan

11501

kimseler vardır. Ancak İbnu'l-Kayyim'in bu sözünü olduğu gibi kabul etmek
doğru değildir. Çünkü Hz. Ömer bir sözle üç talâk veren kimsenin verdiği bu talâkın
üç talâk sayılacağını ve eski uygulamanın, yürürlükten kalkmış olduğunu ilân ettikten
sonra hiçbir ilim adamı bunun aksine fetva vermemiştir. Esasen bu hükmü yürürlükten
kaldıran bir delil mevcut olmasaydı ne Hz. Ömer eski uygulamayı yürürlükten
kaldırırdı, ne de diğer sahâbe-i kiram Ömer'in bu yeni uygulamasını tasvib ederlerdi.
Bilakis hepsi de Hz. Ömer'e bu uygulamasında karşı çıkarlardı.
Bir defada verilen üç talâkın üç talâk sayıldığını iddia edenlerin mevzumuzu teşkil
eden hadis hakkındaki görüşlerini ve dayandıkları delilleri şöylece sıralayabiliriz:

1. İbn Abbâs hadîsi muzdaribtir ve İbn Abbâs ile diğer sahâbilerden mütevâtir olarak
rivayet edilen "bir defada verilen üç talâkın üçünün de geçerli olacağına dair hadislere
aykırıdır. Binaenaleyh tevatür derecesine ulaşan hadisleri bırakıp da muzadrib
hadislerle amel etmek asla caiz olamaz .Maliki ulemasından Kurtubî de bu mevzuda
şunları söylüyor: "İbn Abbas hadisinin lafzında ızdırap vardır. Hadisin zahir olan
mânâsı o asrın bütün râvileri tarafından nakledilmemiştir. Oysa âdet o mananın bütün
halk kitleleri arasında yayılmasını ve yalnız İbn Abbâs'a münhasır kalmamasını
gerektirir. İşte bu cihet, hadisin zahiri ile amelin bâtıl olduğunu kesin olarak ortaya
koymasa bile en azından üzerinde durup uzun uzun düşünmeyi gerektirir.

2. Hattâbi'nin beyânına göre İbn Abbâs hadisinde geçen "üç talâkla boşamak",
sözünden maksat "elbette kesinlikle" sözünü kullanarak boşamaktır. Binaenaleyh
eskiden bir adam karısına "sen elbette boşsun" derse, sözünün tefsirine bakılırdı.
Çünkü bu söz bir talâkla boşamak anlamına geldiği gibi üç talâkla boşamak anlamına



da gelirdi. Hz. Ömer devri gelince bu sözün sadece üç talâkla boşamak anlamında
kullanılan sarih bir söz olduğuna hükmedildi. Nitekim İmam Buhârî'nin de içinde
"elbette", sözü geçen hadislerle "üç" lafzı sarahaten geçen hadisleri bir bâb altında
toplamış olması imam Buhâri'nin de bu görüşte olduğunu ifâde eder.

3. İbn Abbâs hadisinde geçen "bir defada üç talâk ile boşamak" sözü "sen boşsun,"
sözünü üç defa peşipeşine söylemek anlamında kullanılmış olabilir. Hz. Peygamber
devri ile Hz. Ebu Bekir devrinde halk bir defa talâk verdiğini kesinlikle ifade
edebilmek için "sen boşsun" sözünü üç defa üstüste söylerler ikinci ile üçüncü
tekrarlamalarında hep birinci talâkı kast ederler, ikinci ve üçüncü bir talâka niyyet
etmezlerdi. Hz. Ömer devrinde insanların hâli ve durumu değiştiği için bu şekilde
verilen talâklar üç talâk sayılır oldu.

4. İbn Abbâs hadîsinin sadece kişinin hiç münâsebette bulunmadan boşadığı kadınlara
ait olması da mümkündür. Nitekim Said b. Cübeyr ile Tâvûs, Atâ ve Amr b. Dinar bu
görüştedirler. Sözü geçen bu ilim adamları "yeni evlendiği bir kadını üç talâkla
boşayan bir kimsenin vermiş olduğu talâklar bir talâk sayılır" demektedirler. İlim
adamlarının büyük çoğunluğu ise, aksi görüştedirler. Nitekim Rabia b. Ebi
Abdirrahmân ile İbn Ebi Leylâ, el-Evzâî, Leys b. Sa'd ve Malik b. Enes, "Yeni evlen-
miş olduğu bir kadınla hiç cinsî münasebette bulunmadan onu üç defa peşi peşine "sen
boşsun" diyerek boşayan bir kimse o kadın başka bir kocayla nikahlanıp da normal
olarak ondan boşamhadıkça onunla evlenemez," demektedirler. Süfyan es-Sevrî ile
ashâb-ı re'y İmam Şafiî, Ahmed ve İshâk'a göre ise, bu şekilde verilen birinci talâkla o
kadın kocasına bir daha dönmemesi mümkün olmayacak şekilde beynûnet-i kübrâ ile
boş olur. İkinci ve üçüncü talâk ise lağv ve yersiz olur. Bir başka tâbirle ikinci ve
üçüncü talâkın hükmü olmaz.

5. İslâmdan önce Araplar kanlarını istedikleri kadar boşar belli bir süre sonra tekrar
ona döner, yine boşar, yine döner, böylece Bakara Sûresinin 227. âyet-i kerimesinde
açıklandığı gibi bu yolla kadınlara işkence edilirdi. 2195 numaralı hadîs-i şerifde

imi

açıkladığımız gibi Allah teâlâ ve tekaddes hazretleri "boşama iki defadır" âyetini
indirerek Arablarm bu tatbikatını yürürlükten kaldırdı ve üç talâkla boşanan kadınlara
bir daha dönmeyi yasakladı.

İşte İbn Abbâs hadîsinde geçen üç talâkın bir talâk sayılması ve bir kimsenin karısını
üç talâk ile boşadıktan sonra da ona dönebilmesi bu âyet-i kerimenin inmesinden
önceki devirlere aittir.

Nitekim el-Hasen b. AH (r.a.) üç talâk ile boşadığı Aişe el-Has'amiyye hakkında
şunları söylemiştir: "Eğer dedemin: "karısını iddct içerisinde üç talâk ile boşayan bir
kimse, bir daha ona dönemez" dediğini d uy masaydım. Aişe'ye tekrar
£1521

dönerdim."

Bütün bu hadîsler gösteriyor ki karısını üç talâk ile boşayan bir kimse bu üç talâkı bir
defada bile vermiş olsa bir daha o kadına dönemez. Bir defada verlen üç talâkın bir
talâk sayılması da yürürlükten kaldırılmıştır. Nitekim mevzumuzu teşkil eden hadiste
ve benzerlerinde mevzu bahs edilen Hz. Abbâs'm "bir defada verilen üç talâkın bir
talâk sayıldığından" bahsetmesi, bu hükmün yürürlükten kaldırılmasından önceki

[153]

yıllara aittir Bu mevzu için 2198 numaralı hadîsin şerhine müracât edilebilir.



10-11. Talakta Geçerli Olan Sözler Ve Amellerde Nîyyetin Önemi

2201. ...Alkamej b. Vakkâs el-Leysî'den; demiştir ki: Ben Ömer b. el-Hattab'ı şöyle
derken işittim; "Rasûlullah (s.a.)'i;

"Ameller(in sıhhati) ancak niyyete göredir. Herkes için nîyyet ettiği şey(in karşılığı)
vardır. Binaenaleyh kim Allah ve Rasûl-i için hicret ederse, Allah ve Rasûl-i için
hicret etmiş olur. Kim de elde edeceği bir dünya(hk) için veya evleneceği bar kadın

Lİ541

için hicret ederse, o da hicret ettiği şey için hicret etmiş olur" buyurdu.
Açıklama

Amellerin sahih olabilmesi o ameli yapmak için niyet etmeye bağlıdır. Binaenaleyh
niyetsiz olarak yapılan amel 1er sahih değildir. Ashnda niyyetsiz olarak da amel
yapılabilir. Amma yapılan bu amelin Allah yanında sahih olabilmesi için o amele
başlarken niyetin bulunması gerekir. Buradaki amelden maksat, namaz ve oruç gibi
bedenî amellerdir; kaibî amellerin ise, niyete ihtiyacı yoktur. Oturup kalkmak, yiyip
içmek mûtâd hareketlerde ibâdete yardımcı olmaları, ya da Allah'ın rızasını kazanmak
ve Rasül-i Ekrem (s. a.) gibi yapmak maksat ve niyyetiyle yapıldıkları takdirde, ibâdete
dönüşürler ve sahibi için sevaba vesile olurlar. Allah'ın azabından ve gazabından
kurtulmak için yasaklan terketmek niyete muhtaç değilse de bu terkten sevâb elde
edebilmek için sevap kazanmak niyetiyle yapılmış olması gerekir. İmam Nevevî'nin
beyânına göre necasetten temizlenmek için niyete ihtiyaç yoktur. Bu menhiyyâtı terk

£1551

gibidir. Menhiyyâtı terk etmek için niyyet gerekmediğinde ise icmâ vardır.
Niyyet lügatte azmetmek manâsına olup iradeyi belli bir yere çekmekten ibarettir. Dini
bir terim olarak ise "yapılacak işi bilerek ona başlamadan önce ve ona mukterin olarak
onu yapmayı kastetmektir." Fakat tarifte geçen "ona mukterin olarak" kaydı, zekât ve
oruç için geçerli değildir. Çünkü niyyetin oruç ve zekâta iktiran etmesi çok zordur.
Ancak mevzu-muzu teşkil eden bu hadis-i şerifte niyyet lügat manasında
kullanılmıştır. Çünkü hâdis-i şerif mutad olan amelleri de içine almaktadır. Az önce de
ifâde ettiğimiz gibi bu tür amellerde niyyet aranmaz. Sadece sevâb kazanabilmek için
aranır. Niyyetin meşru kılınmasının hikmeti ise, âdetlerin ibâdetlerden ayırdedilmesini
sağlamaktır. Niyyet sayesinde hadesten taharet için yıkanan bir kimse ile sadece
serinlemek niyyetiyle yıkanan bir kimsenin arasındaki fark ortaya çıktığı gibi, sadece
perhiz niyyetiyle aç duran bir kimse ile oruç tutan arasındaki fark da ortaya çıkmış
olur. Ayrıca ibâdetlerin farz ve nafileleri de niyyet sayesinde biribirinden ayrılmış
olur.

Hadîs-i şerifte "ameHer(in sıhhati) ancak niyyete göredir" cümlesinden sonra yine
aynı manaya gelen "herkes için niyyet ettiği şey(in karşılığı) vardır" cümlesi tekrar
edilmiştir. Birinci cümle ile amellerin ancak niyyete göre değerlendirileceği, niyyetsiz
yapılan ibâdetlerin Allah katında bir değeri olmayacağı, ikinci cümle ile de niyyet
edilen amelin kalben bilinip tayin edilmesi gerektiği ifâde edilmek istenmiştir.
Binâenaleyh ikinci cümleden anlaşılıyor ki kaza namazı kılmak isteyen bir kimsenin
hangi günün, hangi namazını kılacağını belirtmesi gerekir. Öğle namazım kaza etmek
isteyen kişinin öğle namazını kaza edeceğini, ikindi namazını kaza etmek isteyen bir
kimsenin de ikindi namazını kaza edeceğini kalbinden geçirmesi icâb eder. Eğer



birinci cümle ile yetinilip de ikinci cümle tekrar edilmemiş olsaydı kaza namazı
kılmak isteyen bir kimsenin hangi namazı kılacağını kalbinden geçirmeden, sadece
namaza niyyet etmesinin yeterli olacağı anlaşılırdı.

Hicret: lügatte; terketmek, manasına gelirse de dinî bir terim olarak fitne korkusuyla
küfür ülkesinden, islâm ülkesine göç etmek demektir. Bazıları Peygamber (s.a.)'in

[İ561

"gerçek muhacir Allah'ın yasakladığı şeyleri terk eden kimsedir" beyânına
bakarak gerçek muhacirin haramları ter-keden kimse olduğunu söylemişlerdir. Vürûdu

11571

da Ümmü Kays adında bir kadınla evlenmek için hicret eden bir kimsedir. Her ne
kadar bu hadisin sebebi özel bile olsa da, hükmü geneldir. Çünkü sebebin husûsî oluşu
hükmün genelliğine mâni değildir. Rasûl-i zîşan efendimiz'in, ihlâssız ve niyyetsiz
yapılan amellerin bir değeri olmadığını ifâde buyururken ihlâssız yapılan amellere
misâl olmak üzere kadınla evlenmek ve dünyalık te'min etmek üzerinde durmaktan
maksadı, ihlâsla yapılan amellerin yanında dünyalık, hatta kadın elde etmenin bile ne
kadar kazançsız bir iş olduğunu beyândır. Bu hadîs-i şerifin dinî kaidelerin üçte birini
teşkil ettiğinde hadis imamları ittifak etmişlerdir. Çünkü insanın amelleri kalbi, dili ve
diğer organları olmak üzere üç vasıtayla yapılır. Böyle olunca insanın niyyetle elde
ettiği manevî kazançları tüm kazançlarının üçte birini teşkil eder. Hatta diğer
organlarla yapılan ameller kalbin ve başka organların yardımına muhtaç olduğu halde,
kalb ile yapılan ameller başka organların yardımına muhtaç değillerdir. Kalble yapılan
salih ameller başhbaşma bir ibâdettir. Nitekim bir hadîs-i şerîfde "mü'minin niyyeti

' [1581

amelinden daha hayırlıdır" Duyurulmuştur. Bu bakımdan merhum musannif
şöyle demiştir: "Peygamber (s.a.)'den beşyüzbin hadis yazdım; bunlardan ahkâm
hususunda dörtbin sekizyüz hadis seçtim, zühd ve takvaya dâir hadislere gelince onları
kitabıma almadım. Bir insana bütün bu hadislerden dini için sadece şu dört tanesi
yeter:

1. Ameller niyyetlere göredir.

2. Helâl ve haram bellidir.

3. Kişinin olgun bir müslüman olmasının ölçüsü malayaniyi terk etmesidir.

4. Mü'min, kendisi için razı olduğu şeyi din kardeşi için de istemedikçe tam mü'min

£1591

olamaz.

Bazı Hükümler

1. Hadisin zahirine göre, bir kimse sarih ya da kinayeli sözlerle karısını, bir iki ya da
uç talak niyyet ederek boşarsa, niyet ettiği sayıda talak vâki olur. Nitekim İmam Mâlik
ile İshak b. Râhûye ve Şafiî bu görüştedirler. Urve b. ez-Zübeyr*in de bu görüşte
olduğu rivayet edilmiştir. Süfyân es-Sevrî ile Evzâî ve İmam Ahmed'e göre ise, sadece
kalbden geçirilip de dille söylenmeyen sayıların İtibarı yoktur. Binaenaleyh kalbden
iki veya üç talaka niyyet edilerek, sarih ya da kinayeli sözlerle verilen bir talakla
sadece bir talak vâki olur. Hanefî ulemasına göre ise talak için kullanılan sarih sözler
iki kısımdır:

a. Talak (boş) kelimesidir, "enti tâlikun (sen boşsun)", "enti mutallakatün (sen
boşandm)", "tallaktüki (şeni boşadım)" gibi, talak kökünden türeyen bu gibi



kelimelerin kullanılmasıyla verilen talaklar bir talakı ric'ı sayılırlar A Sahibinin talak-i
bâine niyyet etmesi ya da hiçbir talaka niyyet etmemiş olması neticeyi] değiştirmez.
Çünkü bu kelime bir talak-i ric'ı için kullanılır. Bu kelimeyi kullanıp da hiç talaka
niyyet etmemek ya da talak-i bâine niyyet etmek bu kelimeyi mühmel bırakmak veya
kullanılmadığı bir mânâya sarf etmek demektir. Hanefi uleması bu görüşlerine delil
olarak da Hz. Peygamber'in, karısını hayızlı iken boşayan îbn Ömer'e karısına
dönmesini emrettiğini ifâde eden 2179 numaralı hadisi gösterirler. Çünkü Hz.
Peygamber, İbn Ömer'in karısını talak kelimesini kullanarak boşadığmı duyunca, bu
talakı hiç bir yoruma tabi tutmadan bir talak-i ric'i kabul etmiştir. Esasen ric'ı telak
ifâde eden talak sözüyle bâin talaka niyyet etmek "kocaları da bü arada barışmak

£1601

isterlerse, onları geri almağa daha çok hak sahibidirler." âyet-i kerimesine
aykırıdır. Çünkü bu âyet-i kerimede geçen kelimesi "talak kelimesi gibi sarih
kelimelerle karılarını boşayan kimseler" anlamına gelir. Ayet-i kerimenin bu şekilde
sarih lâfızlarla karılarını boşayan kimselerin iddet içerisinde ailelerine
dönebileceklerini ifâde ettiğinde icmâ vardır. Oysa ric'ı talak ifâde eden "talak'
'kelimesiyle talak-ı bâine niyyet etmek iddet içinde o kadına dönüş kapısını kapamak
ve iddetin sonunda gerçekleşecek olan bâin talakı daha işin başında gerçekleştirmeye
kalkmak demektir. Çünkü bilindiği üzere talak-i ric'inin talak-ı bâine dönüşmesi için
karısını ric'ı talak ile boşayan kimsenin iddet içerisinde karısına dönmemesi gerekir.
Bu da gösteriyor ki talak kelimesini bâin talak mânâsında kullanmaya kalkmak iddetin
sonunda gerçekleşecek olan bâin talakı daha iddetin başında gerçekleştirmeye
kalkmak gibi dine aykırı bir iştir.

b. Talak için kullanılan sarih lâfızlardan biri de talak kökünden türe-mediği halde örfte
sadece talak manasında kullanılan kelimelerdir; "enti haramün = sen (bana) haramsın,
"seni (kendime) haram kvldım", "sen, benimle beraber haramdasın" vs... Daha ziyade
talakta kullanıldıkları için bu sözlerle bir bâin talak vâki olur. Bu sözü kullanan
kimsenin talaka niyyet etmemiş olması da neticeyi değiştirmez. Çünkü kocasına
haram olması ancak bâin talakla gerçekleşir.

Binaenaleyh "karım bana haramdır" diyen bir kimsenin bir karısı varsa o karısı bir
bâin talakla boş olur. Fakat birden fazla karısı varsa yine bir bâin talak vâki olur. O
kimse bu talakı karılarından istediğine yöneltir.
Hanefîlere göre kinaye lâfızları da ikiye ayrılır:

a. Daha fazlasını ifâdeye müsâid olmadığı için kullanıldıkları zaman iki veya daha
fazla talaka bile niyyet edilse, sadece bir bâin talak vâki olan kelimelerdir. Bunlar
"iddetini bekle", "rahmini temizle", "sen teksin." gibi sözlerdir.

b. Hür kadınlar için kullanıldığı zaman, iki talaka niyyet edilse bile yine. bir talak-ı
bâin, fakat üç talaka niyyet edildiği zaman üç talak-ı bâin vâki olan cariyeler için
kullanılıp da iki talaka niyyet edilince iki bâin talak vâki olan kelimelerdir. "Yuların
boynundadır", "git ailene katıl", "kocanı bul", "sen kocasızsın", "ben senden ayrıldım",
"seni serbest bıraktım" gibi sözlerdir.

2. İbâdetlerde ve diğer amellerde niyyet meşru kılınmıştır. Binaenaleyh namazda ve
oruçta niyyet nasıl aranırsa, abdestte, gusülde, talakta ve itikatda da öylece aranır. Bu
meselede icmâ varsa da niyyetin hükmü üzerinde ihtilâf edilmiştir. Ulemanın büyük
çoğunluğuna göre bütün amellerde niyyet farzdır bu amelin namaz gibi başlı başına bir
ibâdet olmasıyla, abdest ve gusül gibi ibâdetlere vesile olan ameller olması arasında da
bir fark yoktur.



Hanefî ulemasına göre niyyet namaz, oruç gibi başlıbaşma bir ibâdet olan amellerde
farz ise de abdest ve gusul gibi ibâdete vesile olan ameller için farz değil, sünnettir.
Nitekim (106) numaralı hadisin şerhinde ayrıntılı olarak açıklanmıştır.

3. Bir amelin hükmünü bilmeâen ona başlamak caiz değildir. Çünkü bu hadis niyyet
olmadan yapılan bir amelin sahih olmadığını ifâde etmektedir: Bir amelin hükmünü
bilmeden ona niyyet etmekse mümkün değildir.

4. Gafil olan bir kimse mükellef değildir. Çünkü niyyet, yapılması kastedilen işi
bilmeyi gerektirir; gafil olan bir kişinin ise zâten kasdı olamaz.

5. İmam Mâlik bu hadisi delil getirerek Ramazanın başında Ramazan orucu için
yapılacak bir niyyetin bütün bir Ramazan boyunca tutulacak oruçlar için yeterli
olacağını söylemiştir. İmam Ahmed'in de bu görüşte olduğu rivayet edilmiştir. Hanefî
ulemâsıyîa imam Şâfiîye ve İmam Ahmed'den gelen bir rivayete göre ise Ramazan'm

£161]

her gününün orucu için ayrı niyyet gerekir.

2202. ...Abdurrahman b. Abdillah b. Ka'b, -Ka'b'm gözleri görmez olduktan sonra
torunları arasında onu yeden kişi idi- Abdullah b. Ka'b b. Mâlik'den; dedi ki; "Ben
Ka'b b. Mâlik-i dinledim de (bize) Tebük seferiyle İlgili hâdisesini (şu şekilde)
anlatıverdi: (Rasû-lullah'm emriyle, halkın bizimle konuşmadığı) elli günden kırkı
geçmişti. Bir de ne göreyim Rasûlullah (s.a.)'m elçisi bana geliyor (nihayet yanıma
geldi ve);

Rasûlullah (s. a.) sana hanımından uzaklaşmanı emrediyor, dedi. Ben de:
Onu boşayayım mı, yoksa ne yapayım? diye karşılık verdim,

Hayır (boşama) sadece ondan uzaklaş, ona asla yaklaşma, dedi. Bunun üzerine karıma;
Ailenin yanma git, yüce olan Allah bu işte bir hüküm verinceye kadar onların yanında
£162]

kal" dedim.
Açıklama

Tebük, Medine 1 ile Şam arasında Medine'ye ondört, Şam'a ise onbir konaklık
mesafede bir yerdir. Tebük seferi hicretin dokuzuncu (M. 630) senesinde ve Receb
ayında yapılmıştır. Mevzu-muzu teşkil eden bu hadis aslında Müslim'in rivayet ettiği
uzunca bir hadisin baş tarafıdır. Müslim'in bu rivayeti şu mânâya gelen sözlerle başlar:
"Tebük gazasında Rasûlullah (s.a.)'dan ayrıldığım zaman hikâyem şudur: "Ben hiç bir
vakit bu gazada ondan ayrıldığım zamankinden daha kuvvetli ve daha zengin
bulunmamışımdır. Vallahi ondan önce iki yük devesini hiçbir zaman bir araya
getirememişimdir. Nihayet bu gazada iki deveyi bir araya getirdim. Rasûlullah (s. a.)
bu gazayı şiddetli bir sıcakta yaptı. Uzak bir sefere ve çöle gitti; kalabalık düşman
karşısına çıktı ve gazalarının hazırlıklarını yapabilmeleri için yapacakları işleri
müslümanlara açıkça bildirdi. Nereye götürmek istediğini onlara haber verdi.
Rasûlullah (s.a.)'ın beraberindeki müslümanlar çoktu. Onların sayısını bir muhafizm

£163]

kitabı toplayamaz... ve sayfalarca devam eder. Bu olay Tirmizî'nin Sü-nen'inde
de uzun bir hadiste ayrıntılı bir şekilde anlatılmaktadır. Sözü geçen bu hadiste Hz.
Ka'b'in tevbesinin kabul edilişi şu manaya gelen sözlerle anlatılıyor: "Peygamber
(s.a.)'e gittim ve onu mescidde oturur buldum. Etrafında müslümanlar vardı.



Rasûlullah (s. a.) ayın ışıldaması gibi ışıldıyordu. Bir işe sevindiği zaman (böyle)
ışıldardı. Geldim ve onun huzuruna oturdum. Bana:

"Ey Mâlik! Annen seni doğurduğundan beri üzerine gelen en hayırlı güne sevin,"
buyurdu. Ben de:

Ey Allahm Peygamberi! Allah tarafından mı, yoksa sizin tarafınızdan mı? dedim.
Rasûl-i Ekrem:

"Benim tarafımdan değil, Allah tarafından," buyurdu ve sonra şu âyetleri okudu:
"Allah, Peygamberi ve güçlük saatinde ona uyan muhacirleri ve ensârı affetti. O
zaman içlerinden bir kısmının kalbleri kaymağa yüz tutmuş iken yine de onların

[1641

tevbesini kabul buyurdu. Çünkü o onlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir."
Ka'bdediki:

"Allahm emirlerine riâyet ediniz ve doğrularla beraber olunuz.*' âyeti kerimesi de
bizim hakkımızda indi. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem'e:

Ey Allah'ın Peygamberi! Yalnız doğruyu söylemekliğim ve Allah ile Rasûlüne
bağışlayarak bütün malımdan vazgeçmekliğim, benim tevbemin gereğidir, dedim.
Rasûlulîah (s.a.) de:

"Malının bir kısmını kendin için alıkoy. Bu, senin için daha hayırlıdır", buyurdu. Ben
de:

Sadece Hayber'deki hissemi alıkoyacağım dedi. (Sonra Ka'b b. Mâlik sözlerine şöyle
devam etti) "Ben iki arkadaşımla birlikte Peygamber (s.a.)'e doğruyu söylediğim
zaman, gönlümde müslümannktan sonra Rasûl-i Ekrem'e doğruyu söylemekten daha

£1651

büyük olan bir nimeti Allah bana vermemiştir."

Bütün bu rivayetlerden anlaşılıyor ki Hz. Ka'b b. Mâlik hiç bir engeli olmadığı halde
zamanında harbe hazırlanmamış ve bu yüzden de Tebük seferine katılmamış, sefer
sona erdikten sonra Rasûl-i Ekrem'in emriyle müslümanlar onunla konuşmayı
kesmişler. Bu hal kırk gün böyle sürmüş kırk gün sonra da metinde anlatıldığı gibi
Rasûl-i Ekrem'in,bir elçisi Hz. Ka'b'a gelerek Rasûl-i Ekrem'in Ka'b'dan karısına
yaklaşmamasını istediğini bildirmişti. Hz. Ka'b da genç olduğu için bu emre aykırı
hareket etmek tehlikesinden kurtulmak maksadıyla karısına "Ailenin yanma dön, bir
süre de onların yanında kal" diyerek onu babasının evine göndermişti. On gün sonra

£1661

da Allah teâlâ Hz. Ka'b'ı affettiğine dair âyet-i kerîme'yi indirdi.
Bazı Hükümler

Bir kimse boşama niyeti olmaksızın hanımına "ailenin yanma git" diyecek olursa, bu
sözden dolayı talak meydana gelmez. Çünkü bu söz "ben seni boşadım, artık benim
evimde durma; ailenin yanma dön" manasına gelebildiği gibi "ailenin yanma git biraz
da onların yanında kal" manasına da gelebilir. Bu iki manadan hangisine geldiğini
tayin etmek bu sözü söyleyen kimsenin maksat ve niyetine bağlıdır.
Hz. Ka'b'm karısına sarfettiği sözlerde talak niyeti bulunmadığı için Rasûl-i Ekrem Hz.
Ka'b'm karısının nikâhına hiçbir zarar gelmediğine hükmetmiştir. Ulemanın büyük
çoğunluğu tüm kinayeli lâfızları bu söze kıyas ederek talakda kullanıldığı halde talak
niyyeti taşımadan söylenen kinayeli sözlerin hiçbiriyle talak vâki olmayacağına
hükmetmişlerdir.



İmam Mâlik'e göre "senbâinesmlj "sen kesinlikle bâinesin", "sen haramsın" gibi zahir
olan kinayeli lâfızlarla talaka niyyet edilmemiş bile olsa yine de talak vaki olur.
Kıymetli âlimlerimizden merhum Ömer Nasu-hi Bilmen bu mevzuda şöyle diyor:
"Maliki mezhebine nazaran talakda kullanılan lâfızlardan her biriyle kaç adet talak
olabileceği tafsilata tâbidir. Bu bakımdan bu lâfızlar, şöylece beş nev'e ayrılır:

1. Kendileriyle yalnız birer talak vaki olan lâfızlardır; meğer ki ziyâdeye niyyet
edilsin. Bunlar 'sen taliksin", "sen mutallakasm", "seni tat-lik ettim", "senden
müferakat ettim", "itidad et" gibi lâfızlardır. Zevce, medhülünbiha olsun olmasın,
zevç, "itidad et" lafzıyla talaka niyyet etmediğini söylerse yeminiyle tasdik olunur,
"sen taliksin, taliksin, taliksin" sözüyle de üç talak vâki olur. Zevce gerek
medhülünbiha olsun ve gerek olmasın fakat ikinci ve üçüncü "sen taliksin" sözü
birincisini te'kid etmiş olursa yalnız bir talak tahakkuk eder.

2. Kendileriyle üçer talak vâki olan lâfızlardır. Bunlar da zevcin aded hakkındaki
niyyetine bakılmaz, "sen vahide-i bâinesin", "yuların boynundadır-yani sen
serbestsin, istediğin yere gidebilirsin" tabirleri gibi "istitâr et", "çık git" tabirleri de bu
hükümdedir. Fakat bu son tabirler ile medhülünbiha olmayan zevce hakkında yalnız
bir talak vâki olur. Meğer ki ziyadeye niyyet edilsin.

3. Kendileriyle medhülünbiha olan zevceler hakkında herhalde üçer talak ve gayrı
medhülünbiha olan zevceler hakkında da bir ve iki talaka niyyet edilmediği takdirde
üçer talak vâki olan lâfızlardır. Bunlar da "sen bâinesin", "sen haliyesin", "ben senden
bainim", "ben sana haramım", "sen bana meyte gibisin", "sen bana dem gibisin", "sen

£1671

bana haramsın", "seni nefsine bağışladım", "seni ehline reddettim" tâbirleri gibi.
İbn Kudâme'nin beyânına göre Ahmed b. Hanbel (r.a.)de bu mevzuda İmam Mâlik
gibi düşünmektedir. Çünkü Hz. İmama göre "enti bai-nün, enti haramün" gibi zahir
olan kinayeli lâfızlar, halkın örfünde talak anlamına gelirler. Bu bakımdan tıpkı sarih
lâfızlar gibidir. Dolayısıyle bu gibi kinayeli lâfızlarla niyyet aranmaksızın talak vâki
olur.

Ulemanın cumhuruna (büyük çoğunluğuna) göre ise bu çeşit kinayeler talak
maksadıyla kullamlagelen kinayeler değildir. Halk buna alışık değildir. Bir başka
ifadeyle bu çeşit kinayelerin kullanılışı sadece talaka tahsis edilmemiştir. Bu kelimeler
talakın dışında başka manalar için de kullanılmaktadır. Binaenaleyh bu nevi kinayeleri
telâffuz etmekle hemen talak meydana gelivermez. Bu kinayelerle diğer kinayeler
arasında bir fark yoktur.

Hanefi ulemasının muhakkiklerine göre talakın vukuu için;

a. Sahih bir nikah ile nikahlanmış bir zevceye izafe edilmiş olması gerekir. "Sen
boşsun", "falanca karım boştur", "bu'hanım boştur", "bu eşim bana haramdır", "falanca
eşim bana haramdır" gibi,

b. Ve talaknı mecazen kadının bütün vücudunu ifade eden "boyun gibi bir organına
izafe edilmesi gerekir. Nitekim Allah teâlâ Kur'ân-ı Kerimin'de boyun ve yüz
kelimelerini "zat" manasında kullanmıştır. "Yanlışlıkla bir mü'mini Öldüren kimsenin
mü'm in bir köle âzât etmesi ve ölenin ailesine de bir diyet vermesi gerekir...",

Lİ681

"Dilesek onlann üzerine gökten bir mucize indiririz de boyunları ona eğilir." ,

£169]

"Yalnız Rabbinin celâl ve ikram sahibi yüzü (zatı) baki kalacaktır."

Baş, ruh, fere gibi kelimeler de kadının bütün vücudu mesabesinde olduğundan



bunlara izafe edilen talak da vâki olur. Çünkü bu organlar olmayınca kadınlarla
evlenmenin bir manası kalmaz. Binaenaleyh bu organlara talak izafe etmek kadının
zatına izafe etmek gibidir, fakat bu organlardan birini söyleyerek meselâ* 'yüzün
senden boştur** dese bu sözle talak vâki olmaz. Çünkü bu sözle talak yüze izafe
edilmiş olmaz. Aynen bunun gibi bir kimsenin "bana talak gerek", "bana tahrim
gerek", "talak vermek bana borçtur", "haram kılmak bana borçtur" sözleriyle de talak
vâki olmaz bir erkeğin karısına, ben senden boşum demesiyle de talak gerçekleşmez.
Çünkü bu talakı kadına ve kadının mecazen zatı anlamında kullanılan bir organına
izafe etmek değildir. Hz. Ali (k.v.) ile Şüreyh, Zahiriyye ulemâsı ile Şâfıîlerden Kaffâl

Livoı

ve bir rivayete göre imam Ahmed de bu görüştedirler.

11-12. Erkeğin Karısını Kendisinden Boşanıp Boşanmamakta Muhayyer
Bırakması

2203. ...Aişe (r. anha)'den demiştir ki: "Rasülullah (s. a.), bizi muhayyer bıraktı. Biz de

£171]

onu seçtik. Bunu (talaktan) bir şey saymadı."
Açıklama

Bir erkeğin karısını muhayyer bırakması demek, boşama ışını kadına vermesi ve onu
boşanıp boşanmamakta serbest bırakması demektir. Muhayyer bırakmak genellikle
"işin elindedir", "kendini seç" gibi tâbirlerle olur.

"Bunu (talaktan) bir şey saymadı" sözü, Müslim'in Sahih inde "Bunu talak
[172]

saymadı" şeklinde, imam Ahmed'in Müsned'inde de, "biz bunu talak kabul
£173] '

etmedik" şeklinde geçmektedir. Musannif Ebû Dâvud bu hadisi rivayet etmekle;
"Ey Peygamber! Eşlerine de ki; "Eğer isiz dünya hayatım ve zinetini isliyorsanız,
gelin size mut'a (denilen bağışı) vereyim ve güzellikle salıvereyim. Eğer Allah'ı,
Rasûlünü ve âhiret yurdunu istiyorsanız (bilin ki) Allah, içinizden güzel amellerde

[1741

bulunanlar için büyük ecir hazırlamıştır." âyet-i kerimelerinde anlatılmak istenen
hadiseye işaret etmek istemiştir. Müslim'in rivayet ettiği bir hadis-i şerifte bu âyet-i
kerimelerin inişi şöyle anlatılıyor: "Ebu Bekr, Rasülullah (s.a.)'m yanma girmek için
izin istemeye girdi. Fakat bir çok kimseleri, kapıda otururlarken buldu. Bunlarm
hiçbirine izin verilmemişti. Müteakiben Ebu Bekr'e izin verilerek içeri girdi. Sonra
Ömer gelerek izin istedi. Ona da izin verildi. Ömer Peygamber (s.a.)'i etrafında
kadınları olduğu halde kederli kederli susmuş otururken bulmuş. Bunun üzerine (kendi
kendine) mutlaka bir şey söyleyip Peygamber (s.a.)'i güldürmeüyim, diyerek şunu
söylemiş:

Ya Rasülullah! Hârice'nin kızını bir görseydin! Benden nafaka istedi. Ben de kalktım
onun boğazını sıktım.

Bunun üzerine Rasülullah (s. a.) gülmüş ve:

Bunlar da etrafımda gördüğün gibi benden nafaka istiyorlar," buyurmuş. Derken Ebu
Bekr Aişe'nin boğıazmı, Ömer'de Hafsa'nm boğazını sıkmağa kalkmışlar, ikisi de:



"Siz Rasûlallah (s.a.)'den, onda olmayan bir şeyi istiyorsunuz, hâ!" diyorlarmiş. Aişe
ile Hafsa; "Vallahi Rasûlullah (s.a.)'de olmayan birşeyi ebediyyen istemeyeceğiz,"
demişler. Sonra Peygamber (s. a-) onlardan bir ay yahut yirmi dokuz gün uzaklaştı.
Bilâhere kendisine şu âyet indi: "Ey Peygamber! Zevcelerine söyle..." âyeti tâ:
"...Allah sizlerin iyi hareketlerde bulunanlarınıza pek büyük ecir hazırladı..." kavl-î
kerimine kadar varıyordu. Bunun üzerine Peygamber (s. a.) Aişe'den başlayarak:
"Ya Aişe, ben sana bir şey arzetmek isterim, (ama) ebeveyninle istişare etmeden cevap
hususunda acele etmemeni dilerim," demiş, Aişe:

Nedir o, ya Rasûlullah? diye sormuş. O da kendisine bu âyeti okumuş, Aişe:
Ebeveynimle senin hakkında mı istişare edecekmişim, ya Rasûlallah! Hayır ben Allah
ile Rasûlünü ve dar-i âhireti iltizam ederim. Ama benim bu söylediğimi kadınlarından
hiç birine haber vermemeni isterim, demiş. Rasûlallah (s. a.):

"Onlardan biri bana sormaya görsün, hemen kendisine haber veririm. Çünkü Allah
beni zorlaştırıcı ve şaşırtıcı değil, lâkin öğretici ve kolaylaştırıcı olarak gönderdi."

imi

buyurmuştur.
Bazı Hükümler

Bir kimse karısına boşanma yetkisi verir, o kadın da bu hakkı kullanmayarak kocasını
tercin ederse, kocasının ona bu yetkiyi vermesinden dolayı talak vaki olmaz. Nitekim
mezhep imamları ile ulemanın büyük çoğunluğunun görüşü de budur. Ancak kadının
kendi kendini boşaması halinde talakın vâki olup olmayacağı mevzuu ulema arasında
tartışmalı olduğu gibi talakın vaki olacağı kabul edildiği takdirde bu talakın ric'î mi
yoksa bâin mi, bir talak mı, yoksa üç talak mı sayılacağı meselesi de ihtilaflıdır. îmam
Tirmizî bu mevzudaki görüşlerini şöyle ifade ediyor:

"Kadın kendi nefsini (kocasından boş olmayı) ihtiyar ederse, bâin olarak bir talak vaki
olur'* Ömer ve İbn Mesud'dan, "bir talak vâki olur ve koca ona dönme hakkına
sahiptir, şayet kocasını tercih ederse birşey lâzım gelmez." dedikleri de rivayet
olunmuştur. Hz. Ali'nin de şöyle dediği rivayet edildi: "kadın kendi nefsini ihtiyar
ederse, bâin olarak bir talak vâki olur ve şayet kocasını seçerse (ric'i olarak) bir talak
vâki olur ki, kocası dönme hakkına sahiptir." Zeyd b. Sabit ise, şöyle diyor: "Kocasını
ihtiyar ederse, bir, (fakat) kendi nefsini ihtiyar ederse üç talak vâki olur" Peygamber
(s.a.)'in ashabından ve sonrakilerden ilim ve fıkıh adamlarının çoğu bu babda Ömer ve
Abdullah b. Mesud'un görüşünü benimsemişlerdir. es-Sevrî ve Küfe'lilerin görüşü de
budur. Ahmed b. Hanbel ise Hz. Ali'nin görüşünü benimsemiştir.
Hattâbî'nin beyânına göre kendisini boşama hakkı eline verilen bir kadın o meclisten
kalkıp gitmedikçe bu hakkı kullanma yetkisine sahiptir. Fakat bu hakkı kullanamadan
o meclisi terkederse, artık bu yetki elinden gitmiş olur. İmam Mâlik ile es-Sevrî, el-
Evzâî rey sahipleri ve imam Şafiî bu görüştedirler. îmam zührî ile Katâde ve el-
Hasan'a göre ise, kadının o meclisi terk etmesiyle bu hak ve salahiyyet elinden gitmiş
olmaz. O kadın her zaman ve her yerde kendini boşama yetkisine sahiptir.
Kadının bu yetkiyi kullanarak kendini boşaması halinde kaç talak vukua geleceği
meselesi ulema arasında ihtilaflıdır:

1. Hz. Ömer ile îbn Mesud ve İbn Abbas (r.a.)'a göre sözü geçen talak bir bâin talak
sayılır. Stifyan es-Sevrî ile imam Şafiî, Ahmet ve ts-hak (r.a.) de bu görüştedirler.

2. Hz. Ali'ye göre de bir bâin talak sayıldığı rivayet olunmuştur. Rey sahihleri de bu



görüştedirler. el-Hasan ise kadının bu yetkiyi kullanarak kendi kendini boşamasının üç
talak; kocasını tercih etmesinin ise bir bâin talak olacağı görüşündedir.
3. Mâliki ulemâsına göre ise, kadın bu yetkiyi kullanmaz da kocasını tercih ederse hiç
bir talak vâki olmaz. Eğer bu yetkiyi kullanarak kendini boşarsa bakılır; eğer bu kadın
kocasıyla hiç zifâfa girmemişse, bu talak üç bain talak sayılır. Fakat daha önce

[1761

kocasıyla zifafa girmişse bir bain talak sayılır.

12-13. (Kişinin Karısına) "Senin İşin Kendi Elindedi" Demesinin Hükmü

2204. ...Hammâd b. Zeyd'den; demiştir ki: "Ben Eyyüb'e: Sen el-Hasan'in "işin
elindedir" (sözü) hakkındaki görüşüyle fetva veren bir kimse gördün mü? diye
sordum.

Hayır (görmedim), fakat Katâde bize îbn Semûre'nin azatlı kölesi Kesir Ebu Seleme
ve Ebu Hureyre senediyle Peygamber (s.a.)'den(el-Hasen'in)görüşünebenzeyenbir söz
rivayet etti. (Daha sonra) Eyyûb şöyle dedi;

(Fakat ben bu rivayeti işittikten sonra) Kesir bizim yanımıza geldi (ben de) kendisine
(Katâde'nin bu rivayetini duyup duymadığını) sordum:

Ben kesinlikle bunu rivayet etmedim diye cevap verdi. Bunun üzerine durumu
Katâde'ye anlattım, o da,

imi

Evet (o bunu bana rivayet etmişti) fakat unutmuş dedi.
Açıklama

Bir kimse karısına "senin işin kendi elindedir" diyecek olursa," Hasan el-Basrî (r.a.)'ye
göre bu kadın üç bâin talakla boş olur.

Mevzuumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte ifade edildiği üzere Ham-inad b. Zeyd bu
mevzuda Hasen el-Basrî'nin görüşünü paylaşan ikinci bir kimsenin bulunup
bulunmadığını merak etmiş ve bunu Eyyûb b. Ebi Temime'ye sormuş o da "bu
mevzuda Hasan el-Basrî (r.a.) gibi düşünen ikinci bir ilim adamına rastlamadığını
sadece Katâde'nin Kesir vasıtasıyla Hz. Peygamberden naklen buna benzer bir hadis
rivayet ettiğini fakat sonra bu rivayetin aslını öğrenmek maksadıyla Kesîr'in böyle bir
hadisi rivayet edip etmediğini sorduğu zaman da Kesir'in "asla böyle bir hadis
rivayetinde bulunmadım" dediğini ifâde etmiştir. Aslında musannif Ebû Davud'un bu
rivayeti kısadır. Tirmizî ve Nesâî'nin Sünen'Ierinde bu hadis daha uzun bir şekilde şu
manaya gelen sözlerle rivayet edilmiştir;

"Hammâd b. Zeyd'den rivayet olunmuştur. Dedi ki: Eyyüb'e sen Hasan Basrî'den
başka "Senin işin kendi elindedir" sözünün üç talak sayıldığını söyleyen birini biliyor
musun? dedim. "Hayır yalnız Hasan'ı biliyorum." dedi ve sonra "Ancak Katâde de
Semure oğullarının azatlısı Kesîr'-den, (o) Ebu Seleme'den, (o'da) Ebu Hüreyre'den
Peygamber (s.a.)'in (bu söz hakkında) "üç talaktır", buyurduğunu nakletti* 'dedi.
(Eyyüb şöyle) diyor: "Daha sonra Semure oğulları azatlısı Kesîr ile karşılaştığımda
(bu hadisi) kendisine sordum, hatırlayamadı. Bunun üzerine Katâde'ye müracaat
ederek durumu kendisine haber verdim. Katâde "o unutmuştur" dedi". Görüldüğü gibi
bu hadis râvisi tarafından unutulan hadisler nev'in-den bir hadistir. Hadis ulemasına
göre bir hadisi rivayet eden kimse onu kesin bir dille rivayet etmediğini söylerse bu



durum, hadisin sıhhatine dokunan büyük bir illet sayılır. Fakat râvi bu hadisi rivayet
edip etmediğinde şüpheye düşer de kesin bir karar veremezse o zaman bu hadis
makbul bir hadis olarak kabul edilir. Buna göre hüküm vermek gerekirse, musannif

£1781

Ebû Davud'un rivayeti merduttur. Tirmizî ve Nesâî'nin rivayeti ise makbuldür.
Bazı Hükümler

Bir kimsenin karısına "senin işin kendi elindedir" demesiyle o kadın uç talakla boş
olur.

Bu mevzuda imam Tirmizî de şunları söylüyor: "ilim adamları "işin elindedir"
sözünde ihtilâf ettiler. Peygamber (s.a.)'in ashabından, aralarında Ömer b. el-Hattab ve
Abdullah b. Mesud'un da bulundukları bazı ilim adamları "O bir talaktır" dediler.
Tabiinden ve sonrakilerden birden çok ilim adamının da kavli budur. Osman b. Affan
ve Zeyd b. Sabit, "hüküm, kadının verdiği hükümdür, yani kocasının "işin elindedir"
sözü ile boşama salahiyetini devralan kadın, talak mevzuunda neye karar verirse, onun
kararı mutaberdir, diyorlar. İbn Ömer diyor ki: "Erkek, boşama işini kadının eline
verdiği ve kadın da kendisini üç talakla boşadığı vakit, koca (bu üç talakı) tanımayıp,
"kadının eline boşama işini yalnız bir talak olarak verdim" derse, kocaya yemin teklif
edilir ve söz, yemini ile beraber kocanın sözüdür." Süfyân ve KufeTiler Ömer ve
Abdullah b. Mesud'un kavline zahip oldular. Mâlik b. Enes "hüküm, kadının verdiği
hükümdür." dedi, Ahmed'in kavli de budur. İshak ise, İbn Ömer'in kavline ka-
JT791

tılmaktadır.

Hanefî ulemasının bu mevzu d ak i görüşlerini şu şekilde özetlemek mümkündür:
Talakta vekâlet ve risâlet carî olduğu gibi tefviz de câridir. Şöyle ki, bir mükellef
kimse, zevcesinin talakını bir vekile, veya bir Rasûle havale edebileceği gibi bizzat
zevcesine de veya çocuk olan zevcesinin velisine de tevdi edebilir. İşte bu tevdî, bir
tefvizdir.

Tefvizde müstamel lâfızlar üçtür: Tahyir, emir bil-yed, meşiyyet.

Tahyir, zevcin zevcesine "nefsini ihtiyar et" veya "sen muhayyersin" gibi bir söz

söylemesidir.

Emir bi'l-yed,: "işin senin elindedir" denilmesidir.
Meşiyyet: "Diler isen kendini boşa" demekten ibarettir.

Tahyir ile emr bi'I-yed'e ait sözler, birer kinayedir. Binaenaleyh bunlar ile talakın
tefviz edilmesi, niyyete veya delâlete mütevakkıftır. Meşiy-yete müteallik sözler ise,
sarih olduğundan niyyete mütevakkıf değildir.

Meşiyyet, iki türlüdür: Biri "Meşiyyet-i sarîha"dır; "ister isen nefsim tatlik et"
denilmesi gibi. Diğeri de "Meşiyyet-i zimniyye"dir; "nefsini tat-lik et" denilmesi gibi.
Tahyir suretiyle olan tefvizde zevce "kendimi ihtiyar ettim" derse, bununla bir talak-ı
bain vücuda gelir.

Emir bi'İ-yed suretiyle yapılan tefvizde zevce, zevcine hitaben "kendimi ihtiyar etlim",
"nefsimi sana haram kıldım", "nefsimi sana bâin kıldım", "sen bana haramsın", "sen
benden bâinsin" dese bununla talak tahakkuk eder.

Meşiyyet suretiyle olan tefvizde, zevcenin kabulü "nefsimi tatlik ettim" veya "nefsimi
bâin kıldım" demesiyle husule gelir. Fakat "ben nefsimi ihtiyar ettim" demesi kifayet
etmez. Çünkü bu söz, talaka mevzu lâfızlardan değildir.



Tefvizde zevcenin ihtiyarı ile vuku bulacak talakın bâin veya ric'î olması, zecin
tâbirine göredir. Zevç "Nefsini tatlik et" gibi bir sarih lâfız ile tefviz etmiş ise, bununla
talakı ric'î vücuda gelir. "Nefsini ihtiyar et", "emrin elindedir" gibi kinâî bir lâfızla
tefviz etmiş, ise, bununla da talak-i bâin vâki olur. Çünkü ric'î talakda müracaat câri
olduğundan zevcenin nefsini ihtiyar etmesinde bir fâide bulunmaz. Meğerki bu
tabirler, talak-ı ric'î karinesine mükârm bulunsun. Meselâ zevç "Talakını ihtiyar et"

£180]

dese kabul anında ric'îyen talak vücûda gelir.

Boşama yetkisi bir kadının eline verilince ya da kadın kendini boşayıp boşamamakta
serbest bırakılınca kadının kendisini boşaması hâlinde bir ric'î talak vâki olur. İmam
Şafiî ile İbn Mesud (r.a.)'in görüşleri budur. Nitekim şu hadis-i şerif de bu görüşü
desteklemektedir: Zeyd b. Sâ-bit'in oğlu Harise haber verdi ki; kendisi Zeyd b. Sabit'in
yanında otururken, Zeyd'in yanma Ebu Atik'in oğlu Muhammed iki gözü yaşlı olarak
geldi. Zeyd O'na:
Bu ne hal? diye sorunca O da:

Boşama yetkisini karıma vermiştim,, o da benden ayrıldı, deyince (dedem) Zeyd O'na:
Seni böyle davranmaya ne zorladı? diye sordu Adam:
Kader, cevabını verdi. Zeyd:

İstersen karma dön, o yalnız bir talak ile boş olmuştur. Senin ona dönmek hakkmdır,
£181]

dedi.

2205. ...el-Hasen (el-Basrî)'den; "işin kendi elindedir" sözü hakkında demiştir ki: "(Bu

Lİ821

sözle), üç (talak vâki olur)."
Açıklama

Bu eserin ifadesinden anlaşılıyor ki Hasan el-Basrî'ye göre bir kimse "Senin işin kendi
elindedir" diyecek olursa, bu sözle üç talak meydana gelir. Bu kimsenin bu sözü
söylerken karısını boşamaya niyyet edip etmemesi neticeyi değiştirmez.
İmanı Ahmed'e göre ise, bir kimsenin bu sözü sarf etmesi neticesinde o kimsenin
karısına kendisini üç talakla boşama hakkı doğar. Bu hak zamanla ve mekanla kayıtlı
olmayarak devam eder.

Hanefi ulemasına göre ise, bir kimse üç talaka niyyet ederek karısma-bu sözü sarf
eder, kadında "ben bir talakla kendimi seçtim" veya "kendimi kabul ettim" veya
"kendi işimi seçtim" derse üç talak vâki olur.

îmam Mâlike göre ise, "erkeğin tasdik etmesi şartıyla kadının vermiş olduğu sayıda
talak vâki olur. Fakat erkek kadının vermiş olduğu talak sayısının kadına verdiği
yetkiyi aşmış olduğunu iddia ederse bu iddiasının kabul edilebilmesi için kendisine
yemin teklif edilir. Yemin ettiği takdirde onun iddia ettiği talak sayısı muteber olur.
Yani onun iddia ettiği sayıda talak vâki olur. îmam Şafiî'ye göre ise, kadının boşama
yetkisini kullanmasıyla erkek niyyet etmedikçe üç talak vâki olamaz. Erkeğin niyyeti

0831

esastır. O kaç talaka niyyet etmişse o sayıda talak vâki olur.
13-14. Elbette (Sözüyle Yapılan Boşama) Hakkında



2206. ...Nâfı b. Uceyr b. Abdi Yezid b. Rükâne'den rivayet olunduğuna göre Rükâne
b. Abdi Yezid hanımını "elbette" (sözünü kullanarak kesin bir şekilde) boşadıktan
sonra, bunu Peygamber (s.a.)'e bildirmiş ve;

Vallahi bir (talak)dan fazlasına niyyet etmedim, demiş. Ra-sûlullah (s. a.) de;
"Sen bir (talak)dan fazlasına niyyet etmediğine dâir Allarda yemin (mi ediyorsun?)"
buyurmuş. Rükâne de "Vallahi bir (talak)dan fazlasına niyyet etmedim" cevabını
verince, Rasûlullah (s. a.) Rükâne'ye karısını geri göndermiş. Bir süre sonra Rükâne
onu Ömer (r.a.) zamanında ikinci (defa) Osman (r.a.) zamanında da üçüncü (defa)
£1841

boşadı.

Ebû Dâvûd dedi ki; Bu hadisin baş tarafı İbrahim 'in rivayeti son tarafı da İbnu's-
£1851

Serh'in rivayetidir.
Açıklama

Musannif Ebû Davud'un beyanına göre bu hadisin baş tarafını yani, "Rükâne onu
Ömer zamanında ikinci defa boşadı" cümlesine kadar olan kısmını İbrahim b. Halid,
bu cümleden itibaren sonuna kadar olan kısmını da İbnu's-Serh rivayet etmiştir.
Bu hadisi ayrıca imam Şafiî ile Dârekutnî ve Hâkim de rivayet etmişler ve Hâkim
hadisin bu rivayetinin sahih olduğunu söylemiştir. Çünkü gerçekten de İmam Şafiî bu
hadisi kendi ehl-i beytinden sağlam bir şekilde alıp yine sağlam bir şekilde rivayet
etmiştir. Fakat imam Buhârî bu hadisin muzdarip olduğunu ifade etmiştir. İbn

£1861

Abdilber de hadis ulemasının bu hadisi zayıf kabul ettiklerini söylemiştir,
"elbette" kelimesi kökünden ikinci babdan gelen ve kesinlik ifade eden bir kelimedir.
Türkçede de bu kelime "elbette" şeklinde ve cümleye kesinlik kazandırmak için
£187]'

kullanılır.
Bazı Hükümler

1. Bir kimse "elbette" kelimesini kullanarak karısını kesin bir şekilde boşar da bu sözle
karısını sadece bir talakla boşamak istediğini, iddia ederse kendisine yemin teklif
edilir. Eğer yemin edecek olursa, bu iddiası kabul edilerek karısını bir talakla boşamış
olduğu kabul edilir. Talakla ilgili bütün meseleler de erkeğin menfaati söz konusu
olduğu zaman bu yola başvurularak ona yemin teklif edilir.

2. Erkeğin karısına hitaben sarfettiği sözlerin zahiri kendisini yalanlamadıkça yemin
etmesi halinde talakla ilgili her iddiası kabul edilir. Bir talaktan fazlası kasd edilmemiş
olmak şartıyla "elbette" kelimesiyle verilen talak bir ric'î talak sayılır. Hattâbî'nin
beyânına göre imam Ahmed bu mevzuda "Bu şekilde verilen talakın üç talak
olacağından endişeliyim. Fakat üç talak olacağını söylemeye de cesaret edemiyorum"
demiştir.

3. İmam Şafiî'ye göre, elbette kelimesi kullanılarak verilen talakla sadece bir ric'î talak
vâki olur. Eğer koca bu şekilde verdiği talakla iki veya üç talaka niyyet edecek olursa,
niyyet ettiği sayıda talak vâki olur.



İmam Ebu Hanife (r.a.)'e göre ise, bu şekilde elbette kelimesi kullanılarak ve bir veya
iki talaka niyyet edilerek verilen talakla bir bâin talak vâki olur. Fakat bu şekilde
verilen talakla üç talaka niyyet edilmişse üç talak vâki olur. îmam Malik'e göre mutlak
surette üç talak vâki olur.

4. Bir ağızda verilen üç talakla üç talak vâki olur. Çünkü Rasûl-i Ekrem Efendimiz
Rükâne'den karısını bir talakla boşadığma dair yemin istedikten sonra onun bu talakını
bir talak kabul etmiştir. Eğer Hz. Rükâ-ne karısını bir talakla boşadığma dair yemin
etmeyip de karısını üç talak niyyetiyle boşamış olduğu ortaya çıksaydı, Hz.
Peygamber onun bu talakını üç talak sayacaktı.

5. Bir kimsenin, hâkimin yemin teklifinden önce ettiği yemin mahkemece muteber

£1881

değildir.

2207. ...Şu (önceki) hadisi bizzat Rükâne İbn Abdi Yezid de Peygamber (s.a.)'den

£1891

rivayet etmiştir.
Açıklama

Bu hadisle bir önceki hadis arasındaki fark şudur: Bu hadis-i şerifte olayı bizzat
hadiseyi yaşamış olan Rükâne anlattığı halde önceki hadis-i şerifte hâdiseyi anlatan
Nâfı b. Uceyr'di. Binaenaleyh iki hadis arasında başka bir fark olmadığından bir

£190]

önceki hadisle ilgili açıklama aynen bu hadis için de geçerlidir.

2208. ...Abdullah b. Ali b. Yezid b. Rükâne'nin büyük dedesi (Rükâne)'den rivayet
ettiğine göre, Rükâne hanımım kesin bir şekilde boşadıktan sonra Rasûlullah (s.a.)'a
gelmiş. Bunun üzerine (Rasûl-i Ekrem de ona);

"(Bu sözünle) Neyi kasdettin" demiş. (O da);
Bir (talak) diye cevap vermiş. (Hz. Peygamber de);
"Allah'a yemin olsun mu? demiş. O da;
Allah'a yemin olsun, karşılığını vermiş. (Rasûl-i Ekrem de)

£191]

"O (talak) senin niyyetine göre" (vaki olur) buyurmuş.

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadis (Ebu) Rükâne'nin hanımını üç (talakla) boşadığmı ifâde
£192]

eden îbn Cüreyc hadisinden daha sağlamdır. Çünkü (bu hadisi Rükâne'den
nakleden) râviler (Rükâne'nin kendi) ev halkmdandırlar ve bu olayı başkalarından
daha iyi bilirler. İbn Cüreyc ise, bunu Ebu Râfi'in oğullarından biri vasıtasıyla

£193]

İkrime'den (O 'da) İbn Abbas'tan rivayet etmiştir.
Açıklama

Bu hadis-i şerifle 2206 numaralı Nâfi b. Uceyr hadisi, yine aynı mevzuyla ilgili olan
2196 numaralı İbn Cüreyc hadisinden daha sağlamdırlar. Bilindiği gibi bu hadis-i
şerifle 2206 numaralı Nâfi b. Uceyr hadisinde Hz. Rükâne'nin hanımım elbette sözünü



kullanarak bir defa boşadığı ifade edilirken 2196 numaralı İbn Cüreyc hadisinde Ebu
Rükâne'nin hanımını üç talakla boşadığı ifade edilmektedir. Musannif Ebü Davud'a
göre mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifle 2206 numaralı hadis, râvileri Hz.
Rükâne'nin torunları olduğu için râvileri arasında "Ebu Râfı'in oğullarından biri" diye
bahsedilen kimliği meçhul bir ravi bulunan 2196 numaralı İbn Cüreyc hadisinden daha
sahihtir. Ancak Musannif Ebû Davud'un bu hadisin 2196 numaralı hadisinden daha
sağlam olduğunu söylemesi, onun bu hadisin sahih olduğuna inandığı mânâsına
gelmez. Bu söz mevzumuzu teşkil eden bu zayıf hadisin 2196 numaralı hadis kadar
zayıf olmadığını ifade eder.

Bu hadisi Hâkim de rivayet etmiş ve bu hadisi destekleyen mutâbi' bir hadis
bulunduğunu ve bu hadisin ayrıca Beyhakî ve Dârekutnî tarafından da tahrîc edildiğini
£1941

ifâde etmiştir. Hafız İbn Hacer de bu hadisle ilgili görüşlerini şöyle dile
getirmiştir:

"Bu hadisin, Hz. Rükâne'nin Rasûl-i Ekrem'e kadar ulaştırdığı müs-ned bir hadis mi,
yoksa Hz. Rükâne'nin rivayet ettiği mürsel bir hadis mi olduğu mevzuunda ulema
arasında ihtilâf vardır. Ebû Dâvud ile tbn Hıbbân ve Hâkim bu hadisin muzdarîb
olduğunu söylüyor, tbn Abdilberr de et-Temhid isimli eserinde hadis ulemasının bu
hadisi zayıf saydıklarını ifade ediyor. el-Münzirî de bu hadisin senedinde hadis
ulemasından pek çoğunun zayıf kabul ettiği ez-Zübeyr b. Said'in bulunduğuna

£1951

dikkatleri çekerek hadisin zayıf olduğunu imâ etmek istiyor"
Bazı Hükümler

1. "sen elbette boşsun" diliyerek karısını boşayan bir kimse eğer sadece bir talaka
niyyet etmişse hanımı bir talakla boş düşmüş olur. Eğer daha fazla talaka niyyet
etmişse, Hanefi ulemasıyla imam Şafiî, Ata ve es-Sevrî'ye göre niyyet ettiği sayıda
talak vâki olur. Eğer birden fazla talaka niyyet etmemişse imam Şafiî'ye göre bir ric'î
talak vâki olur. Said b. Cübeyr'in de bu görüşte olduğu rivayet olunmuştur. Hanefi
ulemasına göre ise bu durumda bain talak vaki olur. Rabia ve Mâlik (r.a.)'ya göre ise,
"elbette kesinlikle" kelimesi kullanılarak verilen talakla da kocasıyla gerdeğe girmiş
bir kadın için üç talak vaki olur. Delilleri ise Aişe (r.anha)'dan rivayet olunan şu hadis-
i şeriftir. "Aişe (r.anha)dan (rivayet olunmuştur:) dedi ki "Rifa'a el-Kurazi'nin karısı
Peygamberimiz (s.a.)'e geldi Ebu Bekr (r.a.)'de Rasûlullah (s.a.)'in yanında
bulunuyordu ve şöyle dedi:

Ya Rasûlallah, ben Rifa'a el-Kurazi'nin nikahında idim. Fakat Rifa'a beni "elbette sen
boşsun" diyerek kesin bir şekilde boşadı. Ben de Abdurrahman b. ez-Zübeyr ile
evlendim. Fakat ya Rasûlallah Abdurrah-man'm erliği, şu elbise saçağı gibi (gevşek)
dir, dedi ve örtüsünden bir saçak alarak gösterdi. Hâlid b. Said kapıda idi. Rasûlullah
(s. a.) onun içeri girmesini izin vermemişti. Halid:

Ey Ebu Bekr, bu kadın Rasûlullah (s.a.)'m huzurunda neler söylüyor? dedi. Rasûlullah
(s.a.)'de:

"Sen tekrar Rifa'a'ya dönmek istiyorsun ama ikinci kocanın balca-ğızmdan, o da senin

£1961

balcağizmdan (atmadıkça olmaz", buyurdu.

Malikî ulemasından el-Bâcî'nin beyânına göre, Rifaa el-kurazî karısını elbette sözünü



kullanarak boşadığı için Rasûl-i Ekrem'in bu talakı hiç yoruma tabi tutmadan
Rifa'a'nin bir daha bu kadına dönmesinin mümkün olmadığını ifâde buyurması, bu
şekilde verilen talakların üç talak sayılması gerektiğine delalet eder. Nitekim "elbette"
sözü de bir şeyi kesmek anlamına gelir. Binaenaleyh bu kelimeyi kullanarak talak
veren bir kimsenin nikahla ilgisi kesilmiş olur. Bir başka tabirle zifafa girdiği bir
kadını elbette sözünü kullanarak boşayan bir kimse onu üç talakla boşamış olur.
Zifafa girmediği hanımını "elbette" sözünü kullanarak boşayan bir kimse ister üç
talaka niyyet etsin, isterse hiç bir talaka niyyet etmesin, onu üç talakla boşamış olur.
Bu meselede ulema ittifak etmişlerdir. Fakat bu hanımını sadece bir talak niyyetiyle
boşayan kimsenin talakı hakkında iki rivayet vardır:

1. Üç talak vaki olur. Sahnûn ile îbn Habib bu görüştedirler.

Lİ921

2. Bir talak vaki olur. İmam Malik de bu görüştedir.

Bu mevzuda imam Tirmizî de şunları söylüyor: "Elbette sözü kullanılarak verilen
talak hususunda ulema ihtilaf etmişlerdir. Ömer b. Hattab'-dan bu {alakı bir talak
olarak kabul ettiği rivayet edildi. Hz. Ali'den onu üç talak olarak kabul ettiği rivayet
olunuyor. Bazı ilim adamları da, "bu meselede kişinin kendi niyyetine bakılır, bire
niyet etmişse bir, üçe niyyet etmişse üçtür. Ancak iki talaka niyyet etmişse yalnız bir
talak vâki olur" diyorlar. Sevrî'nin ve Küfe ulemasının kavli budur. Mâlik b. Enes
"Elbette" hakkında şöyle diyor; "şayet kadınla yatmışsa elbette ile boşama üç talaktır".
Şafiî bire niyyet etmişse birdir ve ricat (dönme) hakkına sahiptir, ikiye niyyet etmişse

um

iki, üçe niyyet etmişse üçtür" diyor.

14-15. İçinden Karısını Boşamayı Geçiren Kimsenin Durumu

2209. ...Ebu Hureyre (r.a.)'dan Peygamber (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:
"Gerçekten Allah, ümmetimin söylemediği ya da yapmadığı ve (Fakat) kalbinden

£1991

geçirdiği şey(İer)i bağışlamıştır."
Açıklama

îslâmî eserlerde beyân edildiği üzere insanın kalbine gelen duygu ve düşünceler beş
mertebededir:

1. Hâcis mertesebi; Bir işi yapıp yapmama fikri kalbe ilk doğunca buna hâcis denir.

2. Kalbe doğan bir fikrin kalb de bir süre kalmasına "hatır" denir.

3. Bundan sonra bu düşünceyi gerçekleştirip gerçekleştirmemek hususunda nefsin
tereddüt etmesine "hadisü'n-nefs" denir.

4. Bu iki cihetten birini tercih etmeye "hemm" denir.

5. Tercih ettiği ciheti gerçekleştirmeye kesin karar verip harekete geçme noktasına
"azm" denir, insanlar ancak bu mertebeden mesuldurlar.

Hâcis, hatır, hadisü'n-nefes mertebeleri mutlaka affedilmiştir. Hase-ne de sevab
olmadığı gibi seyyie de ikab da yoktur. Hemm denilen mertebede ise, hayırda sevab
varsa da şer de ikab yoktur. Azm mertebesine ise, her türlü mesuliyet terettüb eder.
r2001



Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor:

"Allah iyilikleri de kötülükleri de takdir etti, sonra bunları açıklayarak dedi ki: Her
kim bir iyilik yapmaya niyetlenir de yapamazsa cenab-ı hak onu kendi katında tam bir
iyilik olarak yazar. Eğer hem niyyetlenir, hem de o iyiliği yaparsa on iyilik sevabı
yazar ve bu sevabı yedi yüz ve daha fazla katma çıkarır. Her kim de fenalık yapmaya
niyetlenir de sonra vazgeçerse Allah teâlâ onun için tam bir iyilik sevabı yazar. Eğer

[2011

fenalığı kasdeder ve işlerse bir günah olarak yazar."
Bazı Hükümler

1. Allah teâla insanın gönlünden geçirip de tatbik sahasına koymadığı kotu düşünceleri
bu ümmete mahsus olmak üzere affetmiştir. Daha önceki ümmetler ise, gönüllerinden
geçirdikleri kötü düşüncelerden dolayı -onları tatbik mevkiine koy-masalar bile-
hesabı çekilirlerdi. Hatta islâmiyyetin ilk yıllarında müslümanlar bu çeşit
düşüncelerden sorumlu sayılırlardı. Fakat Allah teâla "Allah kimseye gücünün üstünde

\202~]

bir şey teklif etmez" âyet-i kerimesiyle müs-lümanlan bu sorumluluktan

kurtardığını bildirdi.

2. Bir kimse kalbinden karısını boşamayı geçirdikten sonra bunu dile getirmese
nikahına hiçbir zarar gelmez. Bir başka ifadeyle kalbinden geçen talak düşüncesiyle
herhangi bir talak vaki olmaz.

Hanefi ulemasıyla Ata b. Ebi Rebah, Said b. Cübeyr, Katâde, el-Hasen, es-Sevrî, Şafiî,
Ahmed ve İshak (r.a.) bu görüştedirler. Zühriye göre ise bir kimsenin kalbinden
geçirdiği talak düşüncesiyle dile getirmemiş bile olsa yine de talak vaki olur. Eşheb
imam Malik'in de bu görüşte olduğunu rivayet etmiştir. Maliki ulemasından Ibnu'l-
A'rabi bu görüşün dayanağını şöyle açıklamıştır: "Nasıl kalbinden inkarda bulunan bir
insan kâfir, isyanda ısrar eden ve amellerinde gösteriş yapan günahkâr olursa,
kalbinden bir işi yapmayı geçiren bir kimsenin de onu uygulamaya koy-masa bile
mesul olması, kalbinden bir müslümana iftira etmeyi geçiren kimsenin de bu
düşüncesinden dolayı iftiracı durumuna düşmesi gerekir. Kalbden geçirildiği halde
sözle ifâde edilmeyen her düşüncenin hükmü de budur.

Hattâbî'nin beyânına göre "bu hadis Malikîlerin -aleyhlerine bir hüccettir. Çünkü
İslam uleması zihar yapmayı düşünen bir kimsenin bu düşüncesinin
dilleifadeledilmediğisüreceziharsayılmayacağmdaittifaketmişler-dir. Oysa ziharla
talak laynii şeydir. Ayrıca yine islam ulemasına göre bir insan iftira etmeyi gönlünden
geçirse, müfteri olmaz ve namazda gönlünden bazı şeyleri geçirmesiyle de namazı
bozulmaz. Eğer İbn Arabi'nin bu sözleri doğru olsaydı, namaz kılan bir kimsenin
gönlünden geçen düşüncelerinden dolayı namazı bozulması gerekirdi.

3. Bir kimsenin karısını boşadığmı yazmasıyla karısı boş olur. Hanefi ulemasına göre
bir kimsenin karısını boşadığmı mektupta açıkça yazıp ona göndermesiyle talak vaki
olduğu gibi gönderdiği bu mektubu talak niyye-tiyle yazmış olmasa bile, yine talak
vaki olur. Boşamak niyyetiyle açıkça yazmış olduğu mektuba gelince onu göndermese
bile yine talak vâki olur. Mektubu açıkça yazmadan maksat, anlaşılması ve okunması
mümkün olacak şekilde, kağıt, duvar gibi bir yüzeye yazmaktır. Fakat okunması ve
anlaşılması mümkün olmayacak bir şekilde karısını boşadığmı su üzerine veya havaya
yazmasıyla talaka niyyet etmiş bile olsa bunları kendisi talaffuz etmedikçe talak vâki



olmaz. eş-Şa'bî ile en-Nehâî ve ez-Zuhrî'ye göre ise bir kimse boşamak niyetiyle,
karısını boşadığmı yazacak olsa, (bu yazlyı nereye yazarsa yazsın sadece yazmasıyla),
karısı boş olur. -İmam Malik ile imam Şafiî de bu görüştedirler. Şafiî ulemasından
bazılarına göre ise, sadece yazıyla niyyet edilmiş bile olsa, talak vaki olmaz. Çünkü
bu, dille boşamaya gücü yettiği halde yazıyla boşamaya kalkmaktır. Nasıl ki ko-
nuşmaya gücü yeten bir kimsenin işareti muteber değilse konuşmaya gücü yettiği
halde karısını mektubla boşamaya kalkan kimsenin verdiği talak da muteber değildir.
Mektupla talakın vaki olacağını iddia edenlerin delili ise, Rasûl-i Ekrem'in bazı devlet
adamlarını dine davet için onlara mektub göndermesidir.

Bir kimsenin niyyetsiz olarak karısını boşadığmı yazması mevzuunda imam
Ahmed'den iki görüş rivayet edilmiştir:

a. Bununla talak vâki olur.

b. Niyyetsiz olduğu için asla talak vâki olmaz.

İmam Ebu Hanife ile imam Mâlik ve Şafiî'de ikinci görüşü benimsemişlerdir. Çünkü
bir yazı, alıştırma yapmak, güzel yazı öğrenmek gibi maksatlarla da yazılmış olabilir.
Bu bakımdan yazılar, kinayeli sözler gibi niyete muhtaçtır. Binaenaleyh sahibinin
talak niyyeti taşımadan yazdığı talak ifade eden bir yazıyla talak vâki olmaz. Aynı
şekilde imam Ahmed'e göre açıkça belli olmayan yazılarla da talak vaki olmaz. Bunlar
insanın ağzından çıkan anlamsız ses, nefes ve sözlere benzer. İmam Ahmed ile İmam
Mâlik'e göre bir kimsenin karısını boşadığmı ifade eden bir yazının o kimse tarafından
yazıldığının kabul edilebilmesi için iki şahidin şehâdet etmesi gerekir. Aksi takdirde

r2031

bu mektubun bir manası yoktur.

15-16. Karısına "Bacım" Diye Hitabeden Kimsenin Durumu

2210. ...Ebu Tümeyme el-Hüceymî'den rivayet olunduğuna göre bir adam karısına "Ey
bacım" diye hitabetmiş de Rasûlullah (s. a.)

r2041

"Bu senin kız kardeşin midir?" diyerek o kimseyi bundan menetmiştir.
Açıklama

Bu hadis-i şerif Abdurrezzak'm Musannef inde şu manaya gelen lâfızlarla rivayet
olunmuştur: "Peygamber (s. a.)' karısına "hemşire" diye hitabeden bir adama rastladı

12051

da onu bundan menetti"

Bilindiği gibi bir kimsenin kendi zevcesini veya onun rekabesini (boynunu) veya msf,
sülüs gibi bir uzvu şâyiini kendisine nikâhı müebbeden haram bulunan bir kadına veya
onun bakılması caiz olmayan bir uzvuna teşbih etmesine -zihar- denir" Zihar yapan bir
kimse keffârette bulunmadıkça zevcesine yaklaşamaz. Keffâret verildikten sonra

r2061

yaklaşmaya mâni hürmet zail olmuş olur. îşte müslümanlar hanımlarına bacım
veya hemşirem ya da kızım diye hitab etmeye alışıp da bu alışkanlık neticesinde bir
gün zihar yapmaları ve dolayısıyla zarara uğramaları veya bu gibi sözlerle talaka
niyyet etmeleri neticesinde nikahlarının bozulacağı korkusuyla Peygamber efendimiz
onları hanımlarına bu gibi hitablarda bulunmaktan nehyetmiştir. Bu mevzuda İbn



Battal'da şunları söylemiştir: "Ulemadan bir cemaat kişinin karısına bu gibi hitabta
bulunmasıyla zihar yapmış olacağına hükmettiler. Nitekim Peygamber (s.a.)'de hangi
manada kullanıldığını ancak kullanan kimsenin bileceği bu kelimeleri kullanmaktan

f2071

kaçınmayı tavsiye etmiştir." Yine îbn Battal'm açıklamasına göre Hz. İbrahim,
Sâre için "bu benim hemşiremdir" dediği zaman Hz. Sare'nin kendisinin din kardeşi
olduğunu kasdetmiştir. Karısına bu maksatla "kız kardeşim" dediği için nikahına bir
zarar gelmediği gibi bu hitabından dolayı ilahi bir ikaza veya tenkide de
r2081

uğramamıştır"
Bazı Hükümler

Bir kimsenin kansma "hemşire", "bacı" gibi hitablarda bulunması mekruh olduğu gibi,
annem", "kızım", "yavrum" gibi hitaplarda bulunması da mekruhtur. Bu gibi hitablar
boşamak için kullanılan "sen bana kız kardeşim gibi haramsın", "sen bana annem gibi
haramsın" sözlerine benzediği için Rasûl-i Ekrem kişinin bu gibi sözlerle karısına
hitabta bulunmasını yasaklamıştır. Bu şekilde hitab etmenin diğer bir sakıncası da
şudur; Bir insanın hanımına bu gibi sözlerle hitabta bulunurken zihara niyyetlense,
zihar yapmış olur. Binaenaleyh keffâretini ödemedikçe hanımına yaklaşamaz. Kişinin
karısına, kendine haram sayılan kadınlardan biriymiş gibi yaptığı tüm hitabların
hükmü budur.

Ulemanın pekçoğuna göre bir kimsenin hanımına saygı niyyetiyle bu gibi hitablarda
bulunmasının hiç bir sakıncası yoktur. Bu maksatla karısına kızım yavrum gibi
hitablarda bulunmasıyla zihar yapmış olmaz. Ancak saygı niyeti olmaksızın hanımına
bu gibi kelimelerle hitabta bulunmanın hükmü üzerinde ulema ihtilâf etmişlerdir.
İmam Ebu Yusuf a göre saygı maksadı olmaksızın bir kimsenin hanımına bu gibi
kelimelerle hitab etmesiyle talak, imam Muhammed'e göre ise, zihar vaki olur.
Binaenaleyh bu yüzden Rasul-i Ekrem Efendimiz mü'minleri hanımlarına bu gibi
kelimelerle hitab etmekten men etmiştir.

Hanbelî ulemasından İbn Kudâme'nin beyânına göre, bir kimsenin hanımına bu gibi
sözlerle hitab etmesi, zihar yapmaya benzediğinden dolayı yasaklanmıştır. Aslında

f2091

zihara niyyet edilmedikçe bu gibi sözlerle zihar da talak da vâki olmaz.

2211. ...Ebû Tumeyme'nin kavminden bir adamdan (rivayet olunduğuna göre kendisi),
Peygamber (s. a.); bir adamı karısına "Ey hemşireceğizim" diye hitab ederken duyunca
(o kimseyi bu tür bir hitaptan) menettiğini işitmiş.

Ebû Dâvud dedi ki: Bu hadisi Abdulaziz b. el-muhtar da; Hâ-lid, Ebu Osman ve Ebu
Tumeyme senediyle Peygamber (s.a.)'den nakletmiştik Ayrıca Şu'be de; Hâlid, Bir

[2101

adam ve Tümeyme yoluyla Peygamber (s.a.)'den nakletmiştir."
Açıklama

Hafız İbn Hacer bu hadis hakkında şunları söylüyor; "Bu hadisi Ebû Dâvud mürsel
yollardan rivayet ettiği gibi bir de Ebu Tümeyme ve Ebu Tumeyme'nin kavminden bir



mm

adam vasıtasıyla Hz. Peygamber'den muttasıl olarak rivayet etmiştir.

Musannif Ebu Davud'un bu hadisin sonuna bir talik ilâve etmekle "her ne kadar bu

hadis bazı yollardan mürsel olarak rivayet edilmişse de bunların biri diğerini takviye

ettiğinden zayıflıktan kurtulmuşlardır. Bunların bazısının senedlerinde bazı râvilerin

ilâve edilmiş olması diğer rivayetlerde inkita bulunduğunu göstermez. Bu hadisin o

sened zinciriyle de rivayet edilmiş olduğunu gösterir" demek istiyor.

Ulemânın bu hadis-i şerifle ilgili görüşlerini önceki hadisin açıklamasında vermiş

I2JL21

bulunmaktayız.

2212. ...Ebu Hureyre (r.a.)'in, Peygamber (s.a.)'den rivayet ettiğine göre; "İbrahim
aleyhisselâm üç yalandan başka hiç bir yalan söylememiştir: (Bunlardan) ikisi yüce
Allah'ın zatı hakkındadır; (birincisi)
"Ben gerçekten hastayım" demesi,(ikincisi);

"Belki bu işi büyükleri olan şu (put) yapmıştır" demesidir. (Üçüncüsüde) şöyle
olmuştur;

(Hz. İbrahim) zalimlerden birinin toprağında yolculuk yaparken bir yerde
konaklamıştı. "Beraberinde insanlann en güzeli bir kadın bulunan bir adam (gelip
ülkemizde) şuracıkta konaklamıştır" diye zâlime haber verildi. Bunun üzerine o zalim
(Hz. İbrahim'e bir elçi) gönderip (yanma çağırttı ve) ona Sâre'yi sordu. Hz. İbrahim
de;

"O benim kız kardeşimdir" cevabını verdi. Sare'nin yanma dönünce
"Bu (adam) bana seni sordu. Ben de kendisine senin kız kardeşim olduğunu söyledim.
Çünkü bugün seninle benden başka müslüman yoktur. Allah'ın kitabına göre sen
benim (kız) kardeşimsin. (Sakın) beni onun yanında yalancı çıkarma" dedi ve (daha
sonra râvi Ebu Hureyre) hadisifn geri kalan kısmını) nakletti.

Ebû Dâvud dedi ki: Şu'ayb b. Ebû Hamza, Ebu'z-Zinad'dan, (o da) el-A 'rac'dan (o da)
Ebu Hureyre'den (o da) Peygamber sallalahu aleyhi vesellemden bu hadisin bir

1213]

benzerini rivayet etmiştir.
Açıklama

Ebu'l-Enbiya Halilürrahman İbrahim aleyhisselâmm Miladdan 12 yüzyıl önce yaşadığı
zannedilmektedir. Babası Tarih, Sâm b. Nuh aleyhisselâmm neslindendir. Azer isimli
bir puta çok hizmet ettiği için Azer ismini almıştır. Kuvvetli olan bir görüşe göre ise,
Azer, Hz. İbrahim'in babası değil, amcasıdır. İbrahim kelimesi Sürya-nîce Ebu-Rahm
(cemaat babası) manasma gelir. Bazılarına göre bu kelime "kuvvetli görüş" manasına
gelen Birehme kökünden türemiştir. İbrahim aleyhisselâm Ehvaz bölgesinde "es-Sûs"
denilen yerde dünyaya geldi. Sonra babası onu Nemrud'un ülkesi olan Babil'e götürdü.
Kendisiyle Nuh aleyhisselâm arasında 2640 senelik bir süre bulunmaktadır. Nuh
aleyhisselâm ile İbrahim (a.s.) arasında biri Hud diğeri de Salih (a.s.) olmak üzere
sadece iki Peygamber gelmiş geçmiştir. Nuh (a.s.)'dan önce ise, İdris, Şit ve Adem
(a.s.) olmak üzere 3 peygamber yaşamıştır. Bir başka ifadeyle Hz. İbrahim'e gelinceye
kadar gönderilen Peygamberlerin sayısı altıdır. Hz. Muhammed, İbrahim, Musa, îsâ,
Nûh (aleyhisselâm)'a "ulül-azm peygamberler" ismi verilmiştir. Bu ululazm



peygamberler içerisinde Hz. Muhammed'den sonra gelen en büyük Peygamber Hz.
İbrahim'dir. Allah teâlâ kendisine on sahife indirmişti. Yeryüzünde ilk defa kılıçla
savaşan, ilk defa sünnet olan, ilk defa şalvar giyen, ilk defa tırnaklarını kesip bıyığını
kısaltan, ilk defa saçma sakalına ak düşen, müsafire ikram eden, tirit pişiren ve suyla
taharetlenen kimse İbrahim aleyhiselâmdır. 175 sene yaşadı, âni olarak vefat etti ve
Hz. Sare'nin kabri yanma defnedildi. Hz. İbrahim Hz. Nuh'un oğlu Hâm'ın
çocuklarından Ken'an'm oğlu Nemrud'un ülkesine Peygamber olarak gönderilmişti.
Süddî'nin rivayetine göre Nemrûd Hz. İbrahim dünyaya gelmeden önce rü'yasmda bir
yıldızın doğup parlaklığıyla ay ve güneşin ışığını sönük bıraktığım görmüş ve bundan
çok korkmuş, bu rüyayı tabir etmek üzere çağırdığı kâhinler ve sihirbazlar yakında bu
ülkede etrafını sönük bırakacak bir oğlan çocuğunun dünyaya geleceğini söylemişler.
Bunun üzerine Nemrud bu çocuğun dünyaya gelmesine engel olmak için erkeklerin
karılarına yaklaşmalarını yasaklayıp bunu gözetlemek üzere her on kişinin başına bir
memur görevlendirmişti. Bir kadın hayızlandığı zaman o kadının kocasının o kadına
yaklaşmasına izin verilir, temizlenirse bu izin kaldırılırdı. Bir gün Hz. İbrahim'in
babası karısına temiz iken yaklaşma imkanı bulmuş bir yaklaşmadan da Hz. İbrahim
dünyaya gelmişti. Hz. İbrahim'i annesi bu mağarada dünyaya getirmiş ve kimsenin
görmemesi için de mağaranın kapısını iyice kapatmıştı. Kendisini emzirmek üzere
mağaraya geldiği zaman onu birinden süt, birinden su birinden de yağ akan üç
parmağını emerek gıdasını aldığım hayretle müşahede etmişti. Hz. İbrahim kısa
zamanda yetişti, annesinin yardımıyla babasıyla tanıştı. Birgün Hz. İbrahim annesine
"Benim Rabbim kimdir?" diye sordu. O da "benim" diye cevap verdi. İbrahim (a.s.)
"Peki senin rabbin kimdir?" deyince, "Babandır", karşılığını verdi. Bu defa İbrahim
(a.s.) "öyleyse babamın Rabbi kimdir?" dedi. Annesi de "Nemrûd'dur" diye karşılık
verdi. Hz. İbrahim de o zaman "Nemrud'un Rabbi kimdir? deyiverdi. O zaman annesi
büyük bir korku ve telaşla "sus sus!" diyerek konuşmayı kesmeye çalıştı. Biraz sonra
Hz. İbrahim'in babası geldi. Hz. İbrahim ona da bu soruları yöneltti. Babası da Hz.
İbrahim'e aynen annesi gibi cevap veriyordu. Hz. İbrahim ona "peki Nemrud'un rabbi
kimdir? deyince, babası "sus! sus!' 'diyerek kendisini tekmelemeye başlamıştı.
Nitekim Cenab-ı Hak şu âyet-i kerime ile bu gerçeğe ışık tutmaktadır;
"And olsun biz önceden İbrahim'e de doğru yolu bulma kabiliyetini vermiştik zaten

1214]

biz onu(n olgun insan) olduğunu biliyorduk" daha sonra Hz. İbrahim'in isteğiyle
annesiyle babası onu güneş battıktan sonra saklı kaldığı izbeden dışarı çıkardılar. Bu
arada at ve sığır, deve ve koyun cinsinden ne kadar hayvan görmüşse bunların
rabbinin kim olduğunu babasına sormaktan geri durmuyor ve bunların mutlaka bir
yaratıcısı olması gerektiğini tekrarlıyordu. Daha sonra yerlerin göklerin yaratılışım
düşünüyor, benim rabbim beni yaratan besleyip büyüten kudret sahibidir, başkası
olamaz, diyordu. Bu durum Kur'an-ı Kerim' de şöyle anlatılıyor;
"Üzerine gece basınca (İbrahim) bir yıldız gördü,
İşte benim rabbim dedi. Yıldız batınca;
"Batanları sevmem" dedi ayı doğarken görünce:
"İşte bu benim Rabbim" dedi, o da batınca;

"Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi elbette sapan topluluktan olurdum" dedi,
Güneşi doğarken görünce:

"Budur Rabbim, bu daha büyük" dedi (o da) batınca dedi ki:

"Ey kavmim, ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım, ben yüzümü



tamamen, gökleri ve yeri var edene çevirdim ve artık ben ona ortak koşanlardan
[2151

değilim." Daha sonra Hz. İbrahim putperestlikle ve putperestlikten kaynaklanan
bâtıl inançlarla alay etmeye başladı. Kur'an-ı Kerim'de Hz. İbrahim'in tevhid uğruna
girişip sürdürdüğü bu mücadele şöyle anlatılıyor:
'Kavmi onunla tartışmaya girişti (O, oniara) dedi ki:

Beni doğru yola iletmişken Allah hakkında benimle tartışıyormusu-nuz? Ben sizin ona
ortak koşduğunuz şeylerden korkmam Rabbim ne dilerse o olur. Rabbim bilgice her
şeyi kuşatmıştır. Hala (kendinize gelip) öğüt al m norm usunuz? Hem siz Allah'ın, size
(tapmdıklarmizm tanrı oldukları) hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri ona ortak
koşmaktan korkmuyorsunuz da ben nasıl sizin (O'na) ortak koştuğunuz şeylerden
korkarım? Şimdi biliyorsanız (söyleyin) iki topluluktan hangisi (tek Allah'a inananlar
mı, yoksa Allah'a ortak koşanlar mı) güvende olmağa daha lâyıktır? İnananlar ve
imanlarım bir haksızlıkla bulamayanlar... İşte güven onlarındır. İşte doğru yolu
bulanlarda onlardır. Bütün bunlar kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz
hüccetlerimizdir. Dilediğimizi derecelerimizle yükseltiriz. Şüphesiz Rabbin hikmet

12161

sahibidir, bilendir."

Daha sonra Hz. İbrahim'in kavmine karşı ileri sürdüğü delillerle nasıl üstünlük
kazandığı da yine Kur'an-ı Kerim'de şöyle anlatılıyor:
"İbrahim babasına demişti ki:

Babacığım, işitmeyen görmeyen ve sana hiçbir şey kazandırmayacak olan şeylere
niçin tapıyorsun? Babacığım bana, sana gelmeyen bir bilgi geldi. Bana uy, seni
düzgün bir yola ileteyim. Babacığım! Şeytana tapma. Çünkü şeytan Rahman'a isyan
etmişti. Babacığım, ben sana Rahman'dan bir azabın dokunmasından korkuyorum. O
zaman sen şeytanın dostu olursun. (Babası):

Ey İbrahim sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer (Onlara dil
uzatmaktan) vazgeçmezsen, andolsun seni taşlarım. Uzun süre benden aynî git." dedi.
(İbrahim);

"Selâm sana (esenlik içinde kal)" dedi. "Senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim.
Çünkü o bana çok lütuf kârdır. Sizden de Allah'dan başka yaşardıklarınızdan da
ayrılıyor ve yalnız Rabbime yalvarıyorum. Limanın ki Rabbim'e yalvarmakla (sizin
gibi) ha fıs) sız olmam. İşte onlardan ve onların Allah'dan başka taptıklarından
ayrılınca biz O'na İshak'i ve (İs-hak'm oğlu) Ya'kub'u armağan ettik ve hepsim de

1217]

Peygamber yaptık." babası cevap vermekten âciz kalınca Hz. İbrahim kendi
dinini açıklamanın zamanı geldiğine inanarak, dinini ve inancını şöyle açıkladı:
"Şimdi gördünüz mü neye tapıyorsunuz." dedi. "Siz ve eski atalarınız onlar benim

[218]

düşmammdır. Yalnız âlemlerin Rabbi (benim) dostumdur." Bunun üzerine kavmi
O'na "Sen alemlerin Rabbi demekle Nem-rud'u mu kast ediyorsun?" dediler. Hz.
İbrahim de Hayır, O'nu kast etmiyorum. O zatı kasdediyorum ki "beni yaratan ve bana
yol gösteren odur. Bana yediren ve içiren odur. Hastalandığım zaman bana şifa veren

12191

odur. Beni öldürecek sonra diriltecek odur." dedi. Hz. İbrahim inancım bu
şekilde açıkladıktan sonra bu hâdiseyi Nemrud işitti ve İbrahim'i yanma çağırttı ve
aralarında şu konuşma geçti "Ey İbrahim seni gönderen, insanları kendisine ibadete



davet ettiğin ve sonsuz güç ve kudretinden bahsettiğin ilâhın nasıl bir ilâhtır?" Hz.
İbrahim "Benim Rabbim diriltir ve öldürür" Nemrud: "ben diriltir ve öldürürüm" Hz.
İbrahim bunu nasıl yaparsın?" Nemrud "iki adam getiririm önce onları ölüme mahkum
ederim boyun eğmişlerken birini affederim bu şekilde ona hayat bahşetmiş olurum.
Diğerini de idam ederim. Bu şekilde onu da öldürmüş olurum." Hz. İbrahim "Benim
inandığım Allah güneşi doğudan getirir sen de batıdan getir" Hz. İbrahim'in bu sözü
üzerinde Nemrud şaşırıp verecek cevap bulamadı. Allah teâlâ Nemrud'un bu
şaşkınlığım Kur'an-ı Kerim'in de şöyle açıklıyor;

"İbrahim; "Allah güneşi doğudan batıya getirir sen de onu batıdan (doğuya) Getir,

r2201

deyince inkâr eden o adam şaşırıp kaldı..."

Metinde Hz. İbrahim'in, yalan görünüp de aslında gerçek olan sözlerinin üçünü de
Allah için söylediği halde bunlardan Sâre ile ilgili olan sözünün Allah için değilmiş
gibi ifade edilmesi bu sözde Allah'ın rızasıyla birlikte Hz. İbrahim'in menfaatinin de
bulunmasmdandır. Sözü geçen üç yalan, sahibinin zemmedildiği dince çirkin görülen
bir yalan değil, ancak karşıdakinin yalan zannettiği ve söyleyen kimsenin de
doğruluğunu kesinlikle bildiği sözlerdir. Meselenin bir başka yönü de şudur ki, Hz.
İbrahim'in bu sözlerinin üçünde de tevriye sanatı vardır. Karşıdakiler bu sözlerin
sadece hakiki mânâsı üzerinde durduklarından bu sözlerin mecazi manalarını
anlayamamışlardır.

Hz. İbrahim kavmine inançlarının batılhğım ve taptıkları putların acizliğini isbat etmek
istiyordu. Bu sırada kavmi onu her kutladıkları bayrama götürmek istediler. Yolda
giderken Hz. İbrahim onlardan şehirde yalnız kalan putları kırmanın tam zamanı
olduğunu düşünerek birden bire kendini yere attı ve "ben hastayım" dedi. Hz.
İbrahim'in kavmi "sakîm: hasta" sözünü taun hastalığı için kullanırlardı. Hz.
İbrahim'in zahirde böyle bir hastalığı yoktu, ama kavminin putperestliğinden dolayı
son derece rahatsız ve sıkıntılıydı. "Ben hastayım" derken bu derdini dile getiriyordu.
Binaenaleyh Hz. İbrahim'in bu sözü görünüşte yalan gibi ise de aslında gerçeğin tâ
kendisiydi. Daha sonra Hz. İbrahim onların arkasından; "Allah'a and içerim ki siz

12211

dönüp gittikten sonra pullarınıza bir tuzak kuracağım" diye haykırdı.
Nemrud'un halkı bayram yerine giderlerken yemekler pişirip sayıları yetmişi bulan
putlarının önüne koymuşlardı. İnançlarına göre onlar bayram yerinden dönünceye
kadar bu yemeklere manevî bereket gelecekti. Hz. İbrahim elinde baltasıyla gelip
"daha yemeklerinizi yemediniz mi" diye alay ederek en büyük putun dışında hepsini
kırdı ve baltayı da onun boynuna takıverdi. Bu hâdise Kur'an-ı Kerim'de şöyle
anlatılıyor;

"Nihayet (İbrahim) onları parça parça etti yalnız onların büyüğünü bıraktı. Belki ona

[222]

müracaat ederler diye" Nihayet Hz. İbrahim'den şüphelendikleri için Nemrud
onu çağırıp, "bunları sen mi kırdın"? diye sordu. Hz. İbrahim de bu işi büyük putun
yapmış olabileceğini söyledi. Babillilerin "Hiç put hareket eder mi? sorusunu da, "size
fayda ve zarar vermeyen hareket edemeyen şeylere niçin tapıyorsunuz? diye
f2231

cevapladı."

Fakat Babil halkı sapıklıklarında ısrar ettiler ve İbrahim'i ceza olarak ateşe attılar.



T2241

Fakat Allah'ın isteğiyle ateş bir bahçeye dönüştü. Bu mucizeyi görenlerden
bazıları iman ettiler. Hz. İbrahim de onları ve ailesini a'arak Harran'a Filistin ve
Mısır'a gitti. Kudüs civarına yerleşti. Hz. İbrahim, ailesi Sare ile yaptığı bir yolculukta
zalim bir hükümdarın toprağına uğramıştır. Bu zâlimin kim olduğu ulema arasında
ihtilaflıdır. Bazılarına göre Mısır hükümdarı Amr b. İmrü'l-Kays'dir. Bir takımları
Ürdün hükümdarı Sâduf olduğunu daha başkaları Süfyan b. Arvan nammdaki Harran
hükümdarı olduğunu söylemişlerdir. Siyer ulemasının beyânına göre İbrahim
(aleyhisselâm) bir müddet Şam'da kalmıştır. Sonra orada kıthk zuhur edince Hz. Sare
ile birlikte Mısır'a gitmiştir. Orada Firavn Sülalelerinin ilk hükümdarına tesadüf etmiş.
Bu adam uzun zaman yaşamış bir zâlim imiş. Hadisin bir riv A etine göre zalim ve
cebbar Firavn evvelâ Hz. İbrahim'e haber göndererek huzuruna celbetmiş ve ona bu
kadının kim olduğunu sormuş. Hz. İbrahim kız kardeşi olduğunu söylemiş. Sonra
Sâre'ye bunu haber vererek sorulursa onun da aynı şeyi söylemesini tenbih etmişti.
Cebbar'ın adeti evli kadınlara tecâvüzmüş. Bu tehUkeden kurtulmak için Hz. İbrahim
Hz. Sare'yi hemşiresi olarak tanıtmıştı. Gerçekte ise Hz. İbrahim bu sözüyle Hz.
Sare'nin din kardeşi olduğunu kastediyordu. îbn Cevziye göre ise melik mecûsi idi.
Mecû silerdeler kekik arısına hemşire diye hitap ederdi. Hz. İbrahim onun dilini
kullanarak zahirden bu benim ka-rımdır, demiş oluyor. Gerçekte ise din kardeşi
olduğunu kast ediyordu. Bu sözüyle de zâlim melik'in bunu bana nikahla demesini
önlüyordu.

Hz. Sare'yi melikin huzuruna getirdiklerinde hemen tecâvüze yelten-mişse de eli
şiddetle tutulmuş hatta bir rivayette göğsüne kadar olan kısmı kurumuştur. Bunu
görünce Hz. Sare'den aman dilemiş, kurtulması için Allah'a dua etmesini istemiş.ve bir
daha tecavüze yeltenmeyeceğine söz vermiş. Hz. Sare de dua etmiş, neticede Firavn'ın
eli eski haline dönmüşse de zalim Firavn verdiği sözü hemen unutarak tekrar tecâvüze
kalkışmıştır. Bu üç defa tekerrür etmiş. Nihayet sözünde durmuş ve Hz. Sare'nin bir
şeytan olduğu kanaatine vararak onu getireni çağırtmış ve Sare'nin derhal Mısır
toprağından çıkarılmasını, kendisine Hacer nammdaki hizmetçinin de hediye
edilmesini emretmiştir. Çünkü îslâmiyetten önce insanlar cin ve şeytan meselesini son
derece büyütür, görülen her olağan üstü şeyin onlar tarafından yapıldığına inanırlardı.
Fir'avn'm Hz. Sare'ye Hacer-i bağışlamasının sebebi, onun cin olduğuna inanması ve
zarar getirmesinden bu suretle kurtulmak istemesi olsa gerektir.

Bu zâlim hükümdar hakkında Hz. Sare'nin duası şu olmuştur: "Alla-hım! bilirsin ki
sana ve Rasûlüne iman etmiş bir kimseyim. Namusumu da korumuşumdur.
Binaenaleyh bu kâfiri bana musallat kılma."

Ebû Davud'un mevzumuzu teşkil eden hadisin sonuna ilâve ettiği taliki Buhârî Ebü'l-
Yeman, Şuayb, Ebü'z-Zinâd, el-A'rac, Ebu Hureyre senediyle Rasûl-î Ekrem'e
ulaştırmıştır. Buhârî'nin bu hadisi şu mealdedir: Ebu Hureyre den Rasülullah (s.a.)'ın
şöyle hikâye buyurduğu rivayet edilmiştir:

"İbrahim aleyhisselâm (bir kere hanımı) Sâre ile sefer etmiş de onunla bir şehre
gelmiştir. Orada meliklerden biri, yahut zalimlerden birisi hükümrân idi. Bu zalime:
İbrahim, kadınların en güzel olanlarından birisiyle (şehre) girdi diye bildirdiler. Melik:
Ya İbrahim, yanındaki kadın neyindir? diye haber gönderdi, İbrahim:
(Din kardeş) hemşiremdir. diye cevap verdi. Sonra İbrahim dönüp Sare'nin yanma
geldi ve:

Sakın sözümü tekzib etme! Ben bunlara senin kızkardeşim olduğunu söyledim. Allah'a



yemin ederim ki yeryüzünde (bizim iman ettiğimiz esaslara) benden ve senden başka
iman eden hiçbir kişi yoktur! buyurdu ve Sare'yi Melike gönderdi. (Saraya varınca)
Melik Sar e için ayağa kalktı. Sare de hemen abdest alıp namaza durdu. (Namazdan)
sonra;

Ya Rab, ben sana ve senin Peygamberine iman ettimse ben kadınlığımı, zevcimden
başkasına karşı ebedî muhafaza eyledimse, benim üzerime şu kâfiri musallat etme!?
diye dua etti. Herifin derhal nefesi boğuldu. Horlamağa hatta ayağıyla yere vurup
tepinmeğe başladı. Ebu Hüreyre (devamla) demiştir ki Sâre:

Allahım, eğer bu herif ölürse bunu bu kadın öldürdü denilir" diye endişe gösterdi.
Bunun üzerine adam sarasından kurtuldu. Sonra Hz. Sare:

Allahım, ben sana ve senin peygamberine iman ettimse ben kadınlık şerefimi zevcim
müstesna olmak üzere herkese karşı korudumsa, şu kâfiri üzerime musallat etme.' diye
dua etti. Herifin derhal nefesi tıkandı, horlamağa, hatta ayağıyla yere vurup tepinmeye
başladı. Ebu Hüreyre (rivayetine devam ederek) demiştir ki Sâre:
Ya Rab, Bu herif ölürse bunu bu kadın öldürdü denilir, (diye endişe izhar eyle)di.
bunun üzerine adam sarasından ikinci yahut üçüncü (defa) da kurtuldu. Bunun üzerine
Melik saraydaki adamlarına:

Siz bana (insan değil) muhakkak bir şeytan göndermişsiniz, bu kadını İbrahim'e geri
gönderiniz. Hacer'i de Sare'ye veriniz, dedi. Sonra Sare İbrahim (a.s.)'a dönüp geldi ve
ona (durumu) anlatarak,

[225]

Anladın mı zevcim. Allah kâfiri rezil etti. Bir cariyeyi de hizmetçi verdi.
Bazı Hükümler

1. Bu hadis-i şerifte anlatılan hâdise İbrahim aleyhisselam hakkında bir mucize ve Hz.
Sare hakkında bir keramettir. Keramet haktır.

2. Peygamberler hakkında yalan söylemek düşünülemez. Ancak tebliğin dışındaki
mevzularda dış görünüşü bakımından yalan, fakat aslıda gerçek olan sözlerin
Peygamberlerden de sâdır olması mümkündür.

Bu mevzuda el-Mâzirî şunları söylüyor: "Allah teâladan gelen bir hükmü tebliğ
hususunda yalan söylemekten bütün Peygamberler masumdurlar. Bu husustaki yalanın
azı çoğu müsavidir. Tebliğ kabilinden olmayıp da dünya işlerine ait ufak yalanların
vukuunun mümkün olup olmayacağı hususunda selef ve haleften iki görüş rivayet
olunmuştur:

Kadı Iyâz da şunları söylemiştir. Sahih olan şudur ki, tebliğ kabilinden olan hususlarda
Peygamberlerin yalan söylemesi düşünülemez. Küçük günahları onlara caiz görelim
görmeyelim, söylenen yalan az olsun, çok olsun hüküm budur. Çünkü Peygamberlik
makamı yalandan münezzehtir. Peygamber hakkında yalanı caiz görmek onların
sözlerine itimadı kaldırır. Rasûl-i Ekrem'in Hz. İbrahim hakkında "Yalan söyledi"
demesi bir tevriyeden başka bir şey değildir. Şayet bu sözün gerçek manada kulla-
nıldığı kabul edilse bile Hz. İbrahim'in söylediği kabul edilen bu yalanlar yalan
söylemenin caiz olduğu yerlerde söylenmiştir. Çünkü insanın nefsini bir zâlimin
elinden kurtarmak veya malını gasbetmek isteyen kimseye engel olmak için yalan

\226\

söylemesi meşrudur.

3. "Kardeşim" sözüyle din kardeşini kastetmek meşrudur. İki zarardan daha ağırından



kurtulmak için en hafifini seçmek meşru kılınmıştır. Bu bakımdan zâlimin vereceği
büyük zarardan kurtulmak için daha hafif olan tekliflerine boyun eğmek caizdir.
Nitekim Allah teâla ve tekaddes hazretleri, "kalbi imanla yatışmış olduğu halde
(inkara) zorlanan müstesna inandıktan sonra Allah'ı inkar eden ve küfre göğüs açan
(küfürle sevinç duyan) kimselere Allah'tan bir gazab iner ve onlar için büyük bir azab
[2271

vardır" buyurmuştur. Bu âyet-i kerime annesi ile babası küfre zorlanarak
gözünün önünde öldürülen ve Ölüm tehdidi altında Allah'a ve Peygamber'e
küfrettirilen Ammar b. Yâsir hakkında inmiştir. Kalbi imanla dolu bir kimsenin baskı
altında küfrü icabettiren bazı sözler söylemesinin onun imanına bir zarar
vermeyeceğini ilan ve ifade etmektedir.

4. Allah teâla salih kullarının derecelerini yükseltmek için ve onların faziletlerini izhar
etmek için onları çeşitli şekillerde imtihan eder.

r2281

5. İhlâsla yapılan dualar makbuldür.
16-17. Zihar

2213. ...İbnü'1-AIa el-Beyazî dedi ki: Ben kadınlarla kimsenin gücünün yetmeyeceği
kadar (çok) temasta bulunabilen (şehvetli) bir adamdım. Ramazan ayı girince bana
zarar gelecek bir şekilde karıma yaklaşmaktan ve nihayet (o şekilde) sabahlamaktan
korktum da Ramazan ayı çıkıncaya kadar karımdan ziharda bulundum. Bir gece bana
hizmet edip dururken birdenbire,vücudunun bir kısmı açılıverdi. (Bunun üzerine) ona
yaklaşmaktan kendimi alıkoyamadım. Sabah olunca çıktım kavmime (uğradım) ve
olayı onlara anlattım ve;
Haydi Rasûlullah (s.a.)'a gidelim, dedim;

Hayır vallahi olmaz, dediler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.)'a varıp durumu anlattım;
"Sen mi bu işi yaptın ey Seleme?" buyurdu. Ben de iki defa;

Bunu ben yaptım ya Rasûlallah, dedim (ve şunları ilâve ettim), ve ben Allah'ın emrine
sabrederim benim hakkımda Allah'ın sana bildirdiği şekilde hüküm ver. diyerek
sözlerimi bitirdim. (Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de);
"Bir köle flzflt et" buyurdu. Ben de;

Seni hak ile gönderen zata yemin ederim ki (şu nefsimden ) başka bir köleyi azat

etmeye gücüm yetmez, dedim ve boynumun üzerine vurdum. (Bunun üzerine);

"İki ay üst üste oruç tut" buyurdu (ben de) dedi(m ki);

Benim şu başıma gelen ancak oruç yüzünden geldi. (Bunun üzerine)

"(Öyleyse) altmış fakire bir vesk hurma yedir" buyurdu. Ben de;

Seni hak ile gönderen için (elimizde) hiç yiyecek yoktur, dedim. Bunun üzerine;

"Sen Züreyk oğullarının sadakasını toplayan memura git o da sadakayı sana versin sen

de yoksullara 60 vesk hurma ver ve kalanını da ailenle birlikte ye" buyurdu. Bunun

üzerine kavmime döndüm ve onlara;

Sizin yanınızda darlık ve kötü düşünce(ler)le karşılaşmışken Peygamber (s.a.)'in
yanında genişlik ve güzel düşünce(ler) buldum. Sizin sadakalarınızın bana verilmesini
emretti" dedim.

(Bu hadîse) İbn el- Ala (şu sözleri) ilave etti;

r2291

"İbn İdris, Beyade'nin Züreyk oğullarından bîr kol olduğunu söyledi."



Açıklama



Zihar bir kimsenin kendi zevcesini veya onun boynunu veya yarı, üçte bir gibi
vücudundan bir kısmı kendisine nikâhı ebediyyen haram olan bir kadına veya onun
bakılması caiz olmayan bir organına benzetmek demektir. Böyle bir benzetme yapan
şahsa "müzahir", kendisine benzetilen kadına da "müzaherun bina" denilir. "Sen bana
veya bence anamın arkası gibisin", "ben sana müzahirim", "ben sana zihar ettim"
"senin başın" veya "yarım tarafın validemin arkası gibidir" sözlerini sarf etmek gibi.
"Senin elin veya ayağın annemin sırtı gibidir" sözleriyle ise, zihar vücuda gelmez.
r2301

Bu şekilde yeminin hükmü, erkek keffâret vermedikçe karısının kendisine haram
olmasıdır. Keffâret vermedikçe karısını öpemez, okşayamaz ve onunla münâsebette
bulunamaz. Zihar halinde nikah devam eder.

Ziharm keffâreti ise, bir köle azad etmek, gücü yetmiyorsa aralıksız altmış gün oruç

mu

tutmak, ona da gücü yetmiyorsa, sabahlı akşamlı altmış fakiri doyurmaktır.
Bazı Hükümler

1. Muvakkat ziharlar da mutlak ziharlar gibi ebedidir. Erkek keffaretmı ödemedikçe
karısına yaklaşamaz. Çünkü bu hadisin zahirinden anlaşılan budur.

İmam Şafiî'ye göre geçici bir süre için yapılan zihar, zihar hükmünde değildir. Hanefi
ulemasıyla, cumhur-u ulemaya göre ise, muvakkat zihar yapan bir kimse, o süre
içerisinde karısına yaklaşırsa keffaretini ödemesi gerekir. Sürenin bitiminden sonra
yaklaşmasından dolayı hiçbir şey ödemesi gerekmez, tbn Ebi Leylâ'ya göre süre
bittikten sonra o kimsenin kesinlikle keffâret ödemesi gerekir. Yeminine riayet etmiş
olması onu bu keffaretten kurtaramaz.

2. Zekatın tamamını zekat verilmesi gereken sekiz sınıftan herhangi birine vermek
caizdir.

3. Tamamen işe yaramaz bir hale gelmiş olmamak şartıyla körlük, topallık yaşça
küçük olmak bir eliyle bir ayağın çaprazlama kesikliği, bağırınca duymaya engel
olmayan sağırlık gibi kusurları olan köleleri. azat etmek zihar keffâreti için yeterlidir.
Bunda bütün ulema ittifak etmişlerdir. Hanefi ulemasına göre katil keffâretinin
dışındaki keffâretler için kâfir köleleri azat etmek de caizdir. Diğer üç mezhebin
imamları ile cumhura göre ise, zihar için azat edilecek kölenin mü'min olması gerekir.
Hanefi uleması bu mevzuda hüküm verirken bu mevzudaki delillerin mutlak olu-
şundan hareket etmiş, diğer ulema ise, katil keffâreti ile ilgili âyetteki kaydın zihar

f2321

keffâretiyle ilgili âyeti de kayıtlaması gerektiği noktasından hareket etmiştir.

4. Zihar yapan kimse köle azâd etmeye ve oruç tutmaya gücü yetmezse o zaman
altmış fakirin herbirine bir sa' (3300 küsur gr.) hurma, arpa, kuru üzüm verebileceği
gibi yarım sa' buğday da verebilir. Bunların kıymetini vermesi de caizdir. Hanefi
ulemasına göre sabahlı akşamlı altmış fakiri doyurmak da zihar keffâreti için
yeterlidir. Fakat altmış günde bir fakire verilmesi gereken ikişer öğünlük yemekleri
veya bunların değerini bir günde bir fakire verivermek keffâreti ödemez. Çünkü bu



şekilde ödenen keffâret, bir günlük keffâret yerine geçer. Zihar keffâreti için bir fakiri
ibaha veya temlik suretiyle 60 gün doyurmak icab eder. Çünkü burada önemli olan bir
fakirin ihtiyacını karşılamaktır, fakirin ihtiyacı ise her-gün değişebilir.
İmam Malik ile Şafiî'ye göre ise bir memlekette yetişen gıda maddelerinden en çok
hangisi yetişirse o maddeden bir müdd (yaklaşık 1100 gr.) verilir. Delilleri ise, şu
hadis-i şeriftir: "Altmış yoksulun yedirilmesi için şu arak (onbeş veya onaltı salık
f2331 _

zenbil)i ona ver" İmam Ahmed'e göre zihar yapan bir kimsenin keffâret olarak
altmış fakirden her birine bir müd buğday veya yarım sa' hurma ya da arpa verilmesi
gerekir. Delili ise şu hadis-i şeriftir: "Beyâze oğullarından bir kadın yarım vesk arpa
getirdi de Peygamber (s. a.) zihar yapan kimseye işte bunu (fakire) yedir. Çünkü iki

12341

müdlük arpa bir müdlük buğdayın yerini tutar buyurdu.

5. Zihar keffâreti âciz durumda olan kimseden tamamen düşmez. Onu köle azad
ederek ödeyemeyen kimse iki ay oruç tutarak, ona da gücü yetmezse altmış fakiri
geceli gündüzlü doyurarak öder. Mezheb imamlarının görüşü bu olduğu gibi ulemanın

[235]

büyük çoğunluğu da bu görüştedirler.

2214. ...Huveyle bint Mâlik b. Sa'lebe'den; demiştir ki: Kocam Evs b. es-Sâmit bana
zihar uygulamıştı. Ben de Rasûlullah (s.a.)'a varıp (ondan) yakındım. Rasûlullah (s.a.);
"Allah'tan kork, o senin amcanın oğludur" diyerek onun hakkında benimle
tartışıyordu. (Bu tartışmaya) devam ettim, nihayet benim hakkımda Kur'an(dan)
"Allah kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a şikâyette bulunan kadının sözünü
12361

işitti" (ayeti kerimesinden itibaren zihar için) farz (kılman keffâreti açıklayan kı-

sım)a kadar (olan âyetler) nazil oldu. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.);

"(O halde kocan) bir köle azad eder" buyurdu. (Huveyle de);

O, (köle azl edecek gücü kendisinde) bulamaz, dedi. (Rasûl-i Ekrem de);

"(Öyleyse) Peşi peşine iki ay oruç tutar," buyurdu (Huveyle);

-Ya Rasûlallah o yaşlı bir kimsedir. Onda oruç (tutacak bir güç) yoktur diye cevap
verdi. (Rasûl-i Ekrem de);

"Öyleyse altmış yoksulu doyursun" buyurdu. (Huveyle de);

Onun yanında (zihar keffâretine yetecek kadar) dağıtabileceği (bir mal) yoktur. (Daha
sonra Huveyle şunları) rivayet etti; Hemen o anda (Rasûlü Ekremin emriyle) bir arak
hurma getirildi. Bende;

Bir arakla ona ben de yardım edebilirim, dedim.

Aferin sana git o iki arak (hurmay)ı onun adına altmış yoksula yedir ve amcanın
oğluna dön," buyurdu.

(Bu hadisi nakleden râvilerden Yahya b. Adem); Arak altmış sa'dır, dedi.
Ebû Dâvûd dedi ki: "bu meselede benim görüşüm (şudur) Huveyle (kocasının) iznini
almadan onun keffâretini ödemiştir. (Huveyle'nin kocası olan) bu (kimse) Ubâde b. es-

T2371

Sâmit'in erkek kardeşidir."



Açıklama



Hz. Huveyle kocasını şikâyet etmek üzere Rasûl-i Ekrem in yanına gittiği zaman
orada inen ayet-i kerimelerin mealleri şöyledir: "Allah kocası hakkında seninle
tartışan ve Allah'a şikayette bulunan kadının sözünü işitti. Allah sîzin konuşmanızı
işitir. Çünkü Allah işitendir, görendir. Sizden kadınlarına zihar edenler, bilmelidirler
ki o kadınlar, onların anaları değillerdir. Onlann analan, ancak kendilerini doğuran
kadınlardır. Onlar çirkin ve yalan olan bir söz söylüyorlar.

(Geçmişte böyle birşey yapmış olanları ve tevbe edenleri Allah affeder) şüphesiz
Allah affedici, bağışlayıcıdır. Kadınlarına zihar edip sonra söylediklerinden dönenler
kanlarıyla temas etmeden önce bir köleyi hürriyete kavuştursunlar. Size öğütlenen
(hüküm) budur. Allah yaptıklarınızı haber almaktadır. Buna imkân bulamayan
temaslarından önce aralıksız olarak iki ay oruç tutsun buna da gücü yetmeyen altmış
fakiri doyursun. Bu (açıklama) Allah'a ve Rasulüne inanmanız içindir. Bunlar Allah'ın

r2381

sınırlarıdır, (bunları kabul etmeyen) kâfirler için acı bir azab vardır."
Bu hadis-i şerifte karısına ziharda bulunup da azat edecek bir köle bulamayan bir
kimsenin keffâret olarak aralıksız olarak iki ay oruç tutması gerektiği ifade bu
vurulmak tadır. Binaenaleyh bu durumda olan bir kimsenin aralıksız olarak tuttuğu bu
oruçlar iki ayı bulmadan Ramazan ayı girecek olursa, Ramazan ayından sonra yeniden
aralıksız olarak altmış gün oruç tutması gerekir. Çünkü sıhhati yerinde ve mukim olan
bir kimsenin Ramazan ayında tuttuğu oruç hangi niyyetle tutulursa tutulsun Ramazan
orucundan sayılır. Fakat hasta ya da yolcu.olan bir kimsenin imam Ebu Hanife'ye göre
başka bir farz veya vâcib oruç tutması caizdir. İmam Malik ile İmam Ebû Yusuf ve
Muhammed'e göre ise, Ramazan ayında yolcularla hastaların tuttuğu oruçlar da hangi
niyyetle tutulursa tutulsun yine de Ramazan orucundan sayılırlar. Binaenaleyh
Ramazan'da keffâret orucu tutulamaz. Araya oruç tutmak yasak olan bir günün
girmesi de aralıksız olma şartını ihlâl edeceğinden keffâret orucunun edasına engel
teşkil eder zihar yapan bir kimse eğer iki aylık orucu devam ederken unutarak veya
kasden zihar yaptığı hanımıyla cinsi münâsebette bulunursa, imam Ebu Hanife ile
İmam Muhammed'e göre orucuna yeniden başlar. İmam Ebu Yusufa göre ise,
geceleyin hanımıyla münasebette bulunması keffâret orucunun edasına engel teşkil
etmediği gibi gündüzün unutarak münâsebette bulunması da bir engel teşkil etmez.
Zihar yapan kimsenin orucuna ara vermesi halinde altmış gün oruç tutmak üzere
yeniden oruca başlaması gerektiği görüşünde üçü de ittifak etmişlerdir. "Bir arak
hurma 2216 numaralı hadiste ifade edildiği gibi Ebu Seleme'ye göre 15'sa'dır.
Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte beyan edildiği üzere Yahya b. Adem'e göre "bir
arak" altmış sa'dır. Fakat Yahya'nın bu rivayeti münkerdir. Ebu Seleme'den gelen

[2391

münker bir rivayete göre de bir arak 30 sa'dır. Bunlar içerisinde en sahih rivayet
bir arakm 1 5 sa olduğunu ifade eden rivayettir. Bilindiği gibi kesirlere bakılmazsa bir
ırak.sa'ı 1040 örfî dirhem o da 3,333 kg. ve 1040 şer'î dirhem 2,917 kg. eder.
Her ne kadar musannif Ebû Dâvud Hz. Huveyle'nin kocasının zihar keffâretini ondan
habersiz olarak ödediğini ifâde ediyorsa da diğer rivayetlerden anlaşıldığı üzere Hz.
Huveyle'nin bu keffârete yardımcı olmak istediğini söylediği sırada kocasının da orada
bulunması Hz. Huveyle'nin bu keffâreti kocasının izniyle ödediğini ortaya
r2401

koymaktadır.



2215. ...(Önceki hadisin) bir benzeri de İbn İshak'dan aynı senedle rivayet olunmuştur.
Ancak Muhammed b. Seleme (bu hadisi îbn İshak'tan rivayet ederken) "Bir arak otuz

I24İI

sa'a denk bir zenbildir" dedi.

T2421

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadis (önceki) Yahya b. Adem hadisinden daha sahihtir.
Açıklama

Bu hadisin önceki hadisten daha sahih olması "arak" kelimesinin tefsiri yönündendir.
Çünkü eğer bir önceki hadiste Yahya b. Adem'in dediği gibi bir arak altmış sa' olsaydı
o zaman Hz. Evs'e keffâreti ödemesi için karısı yardım etme lüzumunu hissetmezdi.
Bu bakımdan Musannif Ebû Dâvud, bu hadisteki arak hakkındaki tefsirin bir önceki
tefsirden daha makul olduğunu söylemiştir. Ancak Ebû Davud'un bu sözü, en doğru
tefsirin bu tefsir olduğu manasına gelmez. Sadece "iki zayıf tefsirden en makul olanı"
mânâsına gelir. Bir önceki hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi aslında bu
mevzudaki tefsirler içerisinde en doğru olanı bir arakm onbeş sa' olduğunu ifâde eden
tefsirdir. Nitekim 22 1 6 numaralı hadis bunu ifade ettiği gibi Tirmizî'nin rivayet ettiği

I243J

bir hadis-i şerifte de bir arak 1 5 sa' olarak tefsir edilmektedir.

2216. ...Ebu Seleme b. Abdirrahman'dan; demiştir ki; "Bir arak' onbeş sa'ı (içine) alan

f2441

bir zenbildir."
Açıklama

Bu eseri musannif Ebû Davud'un senediyle Beyhakî de rivayet etmiştir. Tirmizî ise bu
hadisi şu manaya gelen lâfızlarla rivayet etmiştir. "Ebu Seleme ve Muhammed b.
Abdurrahman (r.a.)'dan rivayet edilmiştir; Beyâdâ oğullarından Selmân b. Sahr-el-
Ensarî Ramazan ayı çıkıncaya kadar karısını kendisine annesinin sırtı gibi kılmış
(karısına zihar yapmış) idi ve Ramazanın yarısı geçince de geceleyin ona yaklaştı.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.)'e gelerek durumu anlattı. Rasul-i Ekrem; "bir köle
azâd et" buyurdu, Selmân; "Elim ona ermez" dedi. "O halde aralıksız olarak iki ay
oruç tut", buyurdu. "Gücüm yetmez" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s. a.) Ferve b.
Amr'a (hitaben) "altmış yoksulun yedirilmesi için şu arak (onbeş veya on altı sa'lık

' 12451

zenbil)i ona ver" buyurdu. Tirmizî bu hadisin hasen olduğunu söylemiş ve bir
ara-km onbeş sa' ettiğini ifâde eden açıklamayı da Ebu Seleme b. Abdurrahman'dan
rivayet etmiştir.

Aslında zihar yapan bir kimsenin keffâret olarak bir arak hurma tasadduk etmesi
gerektiğinde ihtilâf yoktur. İhtilâf mevzuu olan zihar keffâreti için tasadduk edilecek
hurmanın hangi hacimdeki arak ile verileceğin-dendir. Çünkü büyük, orta ve küçük
çapta olmak üzere üç ayrı çap ve hacimde arak vardır. Bu mevzudaki hadislerin her
birini diğerine tercih etmek mümkün olmadığından muzdaribdirler. Tirmizî'nin
beyânına göre zihar keffâreti mevzuunda ilim adamlarının ameli bu hadis üzeredir.



[246]



2217. ...Şu (bir önceki) hadis Süleyman b. Yesâr'dan da rivayet olunmuştur.
(Süleyman b. Yesar'm bu hadisi kendisinden rivayet ettiği Seleme b. Sahrin) dedi(ğine
göre); Rasûlullah (s.a.)'e onbeş sa'a yakın bir hurma getirilmiş (Rasul-i Ekrem de) o
hurmayı

"Bunu dağıt" diye ona vermiş. (Seleme b. Sahr da);

Ya Rasulallah, benden ve ailemden daha fakır birine mi? (vereyim) cevabını vermiş.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.)'de;

T2471

"Onu ailenle beraber ye!" buyurmuştur.
Açıklama

2213 numaralı hadis-i şerifte Rasûl-i Ekrem'in Seleme b. Sahr'a keffâret için gerekli
hurmayı te'min etmek üzere Züreyk oğullarının zekâtını toplayan me'mura gidip
topladığı zekâtları ondan almasını ve o zekâtlarla keffâretini ödeyip kalanı da ailesiyle
birlikte yemesini tavsiye ettiği ifâde edilirken mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i
şerifte Rasûl-i Ekrem'e onbeş sa' kadar bir hurma getirildiğinden ve Seleme b. Sahr'a
bunu fakirlere dağıtmasını emredince Seleme'nin Medine'de kendisinden ve ailesinden
daha fakir bir kimsenin bulunmadığını söylemesi üzerine "öyleyse bunu ailenle
birlikte ye" buyurmasından bahsedilmesi iki hadis arasında bir çelişki olduğu
manasına gelmez. Çünkü önce sözü geçen hurma Rasûl-i Ekrem'e gelmiş, Rasûl-i
Ekrem de Hz. Seleme'ye bunu dağıtmasını emredince onun cevabından Hz.
Seleme'nin Medine'nin en fakiri olduğunu anlamış, bunun üzerine de onu Züreyk
oğullarından toplanan zekâtları alıp dağıtmak ve kalanım da ailesiyle birlikte yemek

r2481

üzere Züreyk oğullarının zekât memuruna göndermiştir.

2218. ...Ubâde b. Sâmit'in kardeşi Evs'den rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.),

[2491

kendisine altmış fakire yedirmek (üzere) on beş sa' arpa vermiştir.
Ebû Dâvud dedi ki: (Bu hadisi Evs'den aldığını söyleyen) Ata (aslında) Evs(in devrin)
'e yetişmemiştir. (Çünkü) Evs Bedr halkm-dandır, ölümü (Ata'nm dünyaya
gelmesinden) öncedir. (Dolayısıyla) bu hadis mürseVdir. (Muttasıl bir senedle rivayet
edildiği bilinmemektedir) Onü ancak Evzâî- Ata- Evs yoluyla (mürsel olarak) rivayet
[2501

etmişlerdir.
Açıklama

2214 numaralı hadis-i şerifte Rasüi-İ Ekrem'in Hz. Evs'e 60 sa', 2215 numaralı hadiste
ise, 30 sa' hurma verdiği ifade edilirken bu hadis-i şerifte onbeş sa' arpa verdiğinden
bahsetmesi bu rivayetler arasında bir çelişki bulunduğunu göstermez. Çünkü sözü ge-
çen hadis-i şeriflerde anlatılan hadiselerin ayrı ayrı zamanlarda meydana gelmiş, ayrı
ayrı olaylar olması mümkündür. Bu ihtimâle yer olmadığı düşünülse bile mevzumuzu



teşkil eden hadis mürsel denilen zayıf hadislerden olduğu için Rasûl-i Ekrem'in Hz.
Evs'e hurma verdiğini ifade eden hadis-i şerifler buna tercih edilirler. Böylece çelişki

£2511

meselesi ortadan kalkmış olur.

2219. ...Hişam b. Urve'den rivayet edildiğine göre, Cemile (ismiyle de anılan Huveyle
bint Mâlik) Evs b. es-Sâmit'in nikahı altında idi. (Evs) kendisinde cinnet bulunan bir
adamdı. Cinneti arttığı zaman karısına zihar yapardı. Bunun üzerine noksan sıfatlardan
münezzeh olan yüce Allah onun hakkında zihar keffâreti (âyet-i kerimesini) indirdi.
[252]



Açıklama

Hattâbi'nin beyânına göre Hz. Evs b. es-Sâmit'in cinnetinden maksat, delilik
manasına gelen bir cinnet değil, kadınlara karşı taşıdığı cinnet derecesindeki
şehvetidir. Çünkü o delilik alâmetleri gösteren bir mecnun olsaydı hakkında keffâret
âyeti nazil olmazdı. Bazıları İbn Sa'd'm Tabakat'mda geçen "Onun bazan ayık hâlinde
iken karısına kızarak gerçek manada delilik alemetleri gösteren bir mecnun olduğunu
söylemişlerdir. Fakat birinci görüş daha kuvvetlidir. Nitekim 2213 numaralı hadis-i
şernifde birinci görüşü desteklemektedir. Hz. Evs hakkında nazil olan zihar
keffâretiyle ilgili âyet-i kerimeler şu mealdedirler: "Kadınlarına zihar edip, sonra
söylediklerinden dönenler, kanlarıyla temas etmeden önce bir köleyi hürriyetine
kavuştursunlar. Size öğütlenen hüküm budur. Allah yaptıklarınızı haber almaktadır.
Buna imkân bulamayan(lar) temaslarından önce aralıksız olarak iki ay oruç tutsunlar),

[253]

buna da gücü yermeyen altmış fakiri doyursun."

12541

2220. ...(Bir önceki hadisin) bir benzeri de Aişe (r.anha)dan rivayet olunmuştur.
Açıklama

Hz. Aişe'den rivayet edilen bu hadisin metni şu meâldedir: "Cemile, Evs b. es-
Samit'in hanımı idi. Evs ise kendisinde cinnet bulunan bir adamdı. Cinneti
şiddetlendiği zaman karısına zihar yapardı. Bunun üzerine Allah teâla Evs hakkında
zihar keffâreti âyetini indirdi. Hâkim bu hadisin Müslim'in şartına göre sahih

I255J

olduğunu söylemiştir.

2221. ...îkrime'den rivayet olunduğuna göre bir adam karısına zihar yapmış, Keffâret
(ini) vermeden onunla cinsi münâsebette bulunmuş. Peşinden Nebi (s.a.)'e gelip bunu
anlatmış. (Hz. Peygamber de);

"Seni (bu) yaptığın işe iten (sebeb) nedir?" diye sormuş, (o sahâbî de):
Ay (ışığm)da inciklerini görmemdir, diye cevap vermiş. (Rasûl-i Ekrem de):

12561

"Öyleyse keffâretini ödeyinceye kadar ondan uzaklaş." buyurmuştur.



Açıklama



Zihar bir yemin çeşididir. Kocanın karısını, annesi, kayınvalidesi, kız kardeşi gibi
kendisiyle evlenmesi ebeddiy-yen haram olan bir kadının bakılması caiz olmayan
yerine benzeterek ona yaklaşmamaya yemin etmesidir. Kelime "sırt" manasına gelen
"zahr"dan türemiştir. Câhiliyye arapları, zihar yapan kimsenin karısının kendi annesi
durumuna geleceğine inandıkları için artık o kadının boşanmış olduğuna
hükmederlerdi. İslam dini araplar arasında yaygın olan bu eski geleneğin yanlış bir
zandan ibaret olduğunu, bir sözle icadının, kocasının anası olamayacağını bildirdi.
Ancak bu sözü söyleyen kimse bir günah işlemiş olacağından fakirlerin lehine olmak
üzere bir keffâret cezası koydu. Bu hadis-i şerif, muttasıl hadislerle desteklenen
12571

mürsel bir hadistir.
Bazı Hükümler

1. Zihar yapan bir kimsenin keffâretini ödemeden karısıyla cinsi münasebette
bulunması haramdır. Bunda bütün ulema ittifak etmiştir.

2. Zihar yapan bir kimsenin keffâretini ödemesi üzerine farzdır. Keffâreti ödemeden
önce zihar yaptığı kadınla cinsi münâsebette bulunması o kimseden keffâreti
düşürmez.

3. Zihar yapan bir kimse zihar keffâretini yapmadan önce karısına yaklaşırsa, ona
ikinci bir keffâret lâzım gelmez. Sadece zihardan dolayı üzerine borç olan keffâreti
ödemekle yetinir. Dört mezhep imamı da dahil olmak üzere cumhurun görüşü budur.
Nitekim Tirmizî'nin rivayet ettiği şu hadis-i şerif de, bu görüşü te'yid etmektedir:
"Keffâretini ödemeden cinsi münasebette bulunan müzahir (zihar yapan kimse)

1258]

hakkında Rasûlullah; "bir keffâret" buyurdu."

Tirmizî rivayet etmiş olduğu bu hadis-i şerif hakkında şunları söylüyor; "Bu hadis
garibdir. İlim adamlarının çocuğunun ameli bu hadis üzeredir. Süfyân es-Sevrî, Mâlik,
Şafiî, Ahmed ve İshak'm görüşü budur. Bazı ilim adamları da, "keffâretini vermeden
önce karısına yaklaşan müzahir üzerine iki keffâret lâzım gelir" diyorlar.

12591

Abdurrahman b. Mehdi'-nin kavli de budur."

Zihar yapan kimsenin, keffâretini ödemeden önce öpüp okşamak şehvetle fercine
bakmak gibi cinsî münasebete davet eden hareketlerde bulunmasının caiz olup
olmaması meselesinde ulema ihtilaflıdır. Hanefî uleması ile cumhura göre bu gibi
fiiller de aynen cinsi münâsebet hükmündedir. Delilleri ise, "kadınlarına zihar yapıp
da sonra söylediklerinden dönenler, hanımlarıyla temas etmeden önce bir köleyi
hürriyete kavuştursunlar. Size öğütlenen (hüküm) budur. Allah yaptıklarınızı haber
r2601

almaktadır" âyet-i kerimesidir. Çünkü âyet-i kerimede geçen "temas etme"
kelimesinin kapsamı içerisine öpmek okşamak gibi cinsi münâsebete teşvik eden
hareketler de girmektedir. Ayette geçen temas! kelimesini mecazî olarak cinsî mü-
nâsebet manasına hamletmeye gerek olmadığı gibi şehvetsiz dokunmanın, âyetin
şümûlu dışında kaldığına dair icma da, temas kelimesinin mecazî olarak cinsî



münâsebet mânâsına hamlini gerektirmez.

imam Sevrî'ye ve imam Şafiî'nin bir kavline göre ise, müzahire keffâretten önce haram
olan sadece cinsi münâsebette bulunmaktır. Cinsî münâsebete davet eden öpmek ve

I26İI

okşamak gibi fiiller haram değildir.

2222. ...İkrime'den rivayet olunduğuna göre bir adam karısına zihar yapmış kısa bir
süre sonra da ay(ışığm)da onun inciğinin pırıltısını görünce (dayanamayıp) onunla
cinsi münâsebette bulunmuş. Bunun üzerine Peygamber (s.a.)'e gelmiş (Hz.

r2621

Peygamber de) ona keffâret ödemesini emretmiştir.

2223. ...(Önceki hadisin) bir benzeri de İbn Abbas'dan (naklen) Peygamber (s.a.)'den
rivayet olunmuştur (ancak îsmail b. Uleyye bu hadisi naklederken) "incik"den

1263]

A bahsetmemiştir.

2224. ...Daha önce geçen (2222 numaralı) Süfyan hadisinin bir benzerini de İkrime

I264J

Peygamber (s.a.)'den naklen rivayet etmiştir.

2225. ...Ebû Dâvud dedi ki, Muhammed b. İsa'yı bu hadisi rivayet ederken işittim.
Diyordu ki: el-Mu'temir; "ben el-Hakem b. Eban'ı şu (bir önceki) hadisi naklederken
işittim (fakat Eban bu hadisi naklederken) îbn Abbas'ı anmadı. (Sadece İkrime'den

1265]

demekle yetindi,)" dedi.

Ebû Dâvud dedi ki: "Bana Huseyn b. Hur ey s yazarak (şunları) söyledi: "Fazl b.
Musa bana Ma'mer -el-Hakem b. Eban- İkrime-îbn Abbas senediyle Peygamber (s.

f2661

a.)'den (naklen bir önceki hadisin) mânâsını nakletti"
Açıklama

Bu hadisi Nesaî şu mânâya gelen sözlerle rivayet etmiştir: "Bir adam Rasûlullah
(s.a.)'a gelerek:

Ey Allahm Peygamberi, o karısına zihar yaptı. Sonra da üzerine düşeni yapmadan
(keffâretini ödemeden) onunla münâsebette bulundu, durumu ne olacak? diye sordu.
Rasûlullah (s. a.):

"Zihar yapmana sebeb neydi?" diye sordu o adam:

Ey Allah'ın Nebisi, ay ışığında onun bacağının beyazlığını gördüm, dedi. O zaman
Rasûlullah (s. a.):

"Üzerine düşeni yapmadıkça karından uzak dur!" buyurdu.

Görüldüğü üzere musannif Ebû Dâvud burada 222 1 numaralı hadisin rivayet edildiği
yolların tümünü göstermiştir. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki 2222-2225 numaralı
hadisler mürsel 2225 numaralı hadisin sonuna ilâve edilen talik de muttasıl senetle
rivayet edilmiştir. Musannifin bütün bu senetlerden maksadı 2221 numaralı hadisin
mürsel olduğunu ispatlamaktır. Nitekim Nesaî de sözü geçen hadisin mürsel olduğu



12671

görüşünü tercih etmektedir.
Bazı Hükümler

1. Karısına "sen bana annemin sırtı gibisin" diyen bir kimse, karısına zihar yapmış
olur. Bunda icma' vardır.

Aynı şekilde eşinin başı, teni ve eli gibi organlarını kendi annesinin bu organlarına
benzeten kimse de karısına zihar yapmış olur. İmam Mâlik ile Şafiî de bu
görüştedirler. Bu görüş imam Ahmed'den de rivayet edilmiştir. Hanefi ulemâsı da bu
görüşte olmakla beraber ziharm vaki olması için benzetilen organların bakılması
haram; kılman organlar olmasını şart koşarak bu görüşten ayrılmaktadır. Binaenaleyh
bir kimse karısının bakılması haram olmayan organlarını kendi annesinin haram
olmayan organlarına benzetmesiyle zihar yapmış olmaz. Ayrıca zevcesinin birinin
herhangi bir organım diğer hanımının herhangi bir organına benzetmekle de zihar
yapmış sayılamayacağı gibi karısının saçını annesinin saçma, tırnağını tırnağına, dişini
dişine benzeten kimse de zihar yapmış sayılmaz. Çünkü bunlar anneden hiç
ayrılmayan sabit bir organ değildir ki bunlara izafe edilen talak ve zihar geçerli olsun.
Tükrük, kan ve ter de bu hükümdedir. Ulemanın ekserisine göre bir kimsenin karısını
annesine benzetmesiyle büyük annesine, halasına ve teyzesine benzetmesi arasında bir
fark yoktur, el-Hasen ile Ata, en-Nehaî, ez-Zuhrî el-Evzaî, Mâlik, İshak, Hanefi
uleması ve yeni mezhebinde imam Şafiî de bu görüştedirler. İmam Şafiî'nin eski
mezhebine göre ise, zihar ancak bir kimsenin karısını annesine ya da büyük annesine
benzetmesiyle olur. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de zihar zevcenin anneye benzetilmesine
tahsis edilmiştir. Büyük anne de anne gibidir.

Aksi görüşte olan cumhuru ulema ise, imam Şafiî'nin bu görüşüne şöyle cevap
vermişlerdir:

"Kur'an-ı Kerimde nikahı haram kılman akrabalar anne gibi haram sayıldığına göre,
müsahere ve süt yoluyla ebediyyen haram olan kadınların da anne hükmünde olması
gerekir. Binaenaleyh hanımın annesi kızı, süt anne, süt kızkardeş, üvey anneler ve
gelinler de zihar mevzusunda anne gibidirler."

Hanbeli ulemasından İbn Kudâme'de bu mevzuda şunları söylüyor: Eğer bir kimse
"sen bana annem gibisin", ya da "anneme benzersin" diyerek bu sözüyle zihara niyyet
etse, bu kimse bu sözüyle ulemanın ekseriyetine göre zihar yapmış sayılır. Hanefî
ulemasıyla, imam Şafiî ve İshak bu görüştedirler. Fakat o kimse bu sözü hanımına
duyduğu saygıyı ifade etmek için söylemişse veya bu sözüyle hanımını yaş ya da sıfat
bakımından annesine benzetmek istemişse o kimse bu sözüyle hanımına zihar yapmış
olmaz. Ancak söz konusu kimsenin bu sözüyle neyi kastettiği meselesinde adamm
kendi açıklaması muteberdir. Başkasının yapacağı yoruma itibar edilmez. Fakat bu
sözü hiçbir şeye niyet etmeden mutlak olarak söyleyecek olursa, o zaman bu kimse
imam Malik ile Muhammed'e göre zihar yapmış olur. Bu sözü başka mânâda
kullandığını iddia edemez, ederse de iddiasına itibar edilmez. îbn Ebî Musa'nm
beyanına göre bu mevzuda iki görüş vardır; bu iki görüşten kuvvetli olanı, "Sen bana
annem gibisin" sözünün zihar niyyetiyle söylenmediği takdirde bu sözle zihar vaki
olmayacağı görüşüdür. Bu söz niyyetsiz olarak söylendiği takdirde de zihar vâki
olacağı görüşü ise zayıftır. İmam Ebu Hanife ile İmam Şafiî'de kuvvetli olan birinci
görüşü savunmuşlardır. Çünkü "sen bana annem gibisin" sözü, zihardan ve talaktan



daha ziyâde saygı ve hürmet ifade eder. Bu bakımdan kinayeli sözlerde olduğu gibi bu
sözü söyleyen kimse de bu sözle zihara niyyet etmedikçe zihar vaki olmaz. Bazılarına
göre ise, bu sözle zihar vaki olur. Çünkü bu adam karısını her bakımdan kendi annesi-
ne benzetmiştir. Bu genel bir benzetme olduğu için aynı zamanda hanımının sırtını
annesinin sırtına benzetmek mânâsını da içine almaktadır. Dolayısıyla bu sözü
söyleyen bir kimse karısının sırtını annesinin sırtına benzeterek zihar yapan bir kimse
gibidir.

îbn Ebu Musa sözlerine şöyle devam ediyor: Bence mezhebin' kıyas usulüne göre bu
sözün zihar yapmak için söylendiğine dair bir karine bulunmadıkça zihar sayılmaması
gerekir. Ancak münakaşa ya da talak müzakeresi halinde iken bu söz söylenmişse,
münakaşa ve müzakere hali bu sözün zihar maksadıyla söylendiğine dair bir karine
teşkil edeceğinden bu sözle zihar vâki olur. Böyle bir karinenin bulunmaması halinde
bu sözün zihar için söylendiğine hükmedilemez. Çünkü bu söz zihar için söylenmiş
olabileceği gibi saygı için de söylenmiş olabilir. Zihar niyyetiyle karısına "sen bana
haramsın," diyen bir kimse ise, karısına zihar yapmış olur.

Genellikle ulema bu görüşte olduğu gibi imam Ebû Hanife ile Şafiî de bu
görüştedirler.

Hiç bir niyyeti olmadan karısına "sen bana haramsın" diyen bir kimsenin durumu
hakkında ise, iki rivayet vardır; Birinci rivayete göre bu sözle zihar vâki olur. İmam
Ahmed'in görüşü de budur. Diğer bir rivayete göre de bu sözle zihar vâki olmaz.
Ahmed'den bir rivayete göre ise, bir kimsenin karısını kendisine haram kümasıyla
zihar değil, yemin vaki olur. Hz. İbn Abbas'a göre şu âyet-i kerimeler bir kimsenin
mutlak olarak karısını kendisine haram kılmasının yemin manasına geldiğini ifâde
etmektedirler:

"Ey Peygamber, eşlerinin rızasını arayarak Allah'ın sana helal kıldığı şeyi niçin sen
kendine haram ediyorsun? Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Allah size
yeminlerinizi (keffâretle) çözmeyi meşru kılmıştır. Allah sizin sahibinizdir O (size

r2681

uygun olanı bilendir (herşeyi) hikmetle yönetendir." Ulemanın ekserisine göre
zihara niyyet edilmeden söylenen "sen bana haramsın" gibi tahrirn ifâde eden sözlerle
zihar vaki olmaz. İmam Mâlik ile Ebu Hanife ve Şafiî'nin görüşü budur.
Eğer bir adanı karısına "sen bana annemin sırtı gibi haramsın" dese bu söz zihar için
kullanılan sarih bir söz olduğundan zihar vaki olur. Başka bir mânâya çekilemez. Bu
sözle talaka bile niyyet etse yine zihar vaki olur. Eğer "sen bana haramhkta annemin
sırtı gibisin" diyecek olursa, yine aynı şekilde zihar vaki olur. İmam Ebu Hanife bu
görüşte oiduğü gibi İmam Şafiî'nin bu mevzudaki iki kavlinden biri de budur. İmam
Şafiî'nin diğer kavline göre ise, eğer kişi bu sözüyle zihara değil de talaka niyyet

[269]

ederse talak vâki olur. İmam Muhammed'le imam Ebu Yûsuf da bu görüştedirler.
2. Karısına zihar yapan bir kimsenin kefaretini ödemeden karısına yaklaşması
haramdır. Zihar keffâretini köle azad ederek ya da oruç tutarak ödeyecek olan
kimsenin keffâretini ödemeden önce hanımıyla cinsî münasebette bulunmasının haram
olduğunda ulema ittifak etmiştir. Delilleri ise "...kanlarıyla temasdan önce bir köleyi
hürriyete kavuştursunlar... Buna imkânı bulamayanlar, temaslarından önce aralıksız

r2701

olarak ikiay oruç tutsunlar..." âyet-i kerimeleridir. Fakat zihar keffâretini fidye
vererek ödeyecek olanların fidye vermeden önce hanımıyla cinsi münâsebette bu-



lunmasının caiz olup olmadığı mevzuunda ise ulema arasında ihtilâf vardır. Ulemanın
büyük çoğunluğuna göre keffâretini fidye yoluyla ödemek durumunda olan kimselerin
de keffâretini ödemeden hanımıyla cinsi münâsebette bulunması haramdır. Hanefi
ulemasıyla Ata, ez-Zuhrî ve Şafiî bu görüştedirler. Ebu Sevr'e göre ise keffâretini bu
şekilde ödemek durumunda olan bir kimsenin onu ödemeden önce karısıyla cinsi
münasebette bulunması caizdir. İmam Ahmed'in de bu görüşte olduğu rivayet olun-
muştur. Fakat keffâreti hangi yolla ödeyecek olursa olsun zihar yapan bir kimsenin
keffâretini ödemeden hanımına yaklaşmasının caiz olmadığı görüşünün daha isabetli
olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim, "Allah'ın sana emrettiği (zihar keffâreti)ni

um

ödemedikçe kadına yaklaşma!" hadisi de bu görüşü te'yid etmektedir. Keffâreti
ödemeden önce onu öpüp okşamanın ya da cimaya davet eden benzeri fiillerde
bulunmanın caiz olup olmaması meselesi 2221 numaralı hadis-i şerifin, şerhinde
geçmiştir.

Hanefi ulemasıyla imam Şafiî, Ahmed ve cumhura göre bir kimsenin câriyesiyle,
ümmü veledine (kendisinden çocuk dünyaya getiren cariyesine) yapmış olduğu zihar

r2721

sahih değildir. Delilleri ise "sizden kadınlarına zihar edenler..." âyet-i
kerimesidir. Çünkü bu âyet-i kerimede zihar sadece nikahlı hanımlara tahsis edilmekle
nikahlı olmayan câriye ve üi»jnü veledler ziharm sınırı dışında bırakılmak istenmiştir.
İmam Sevri ile Ma-lik'e göre ise, câriyesiyle ümmü veledine zihar yapan kimsenin
zihan da sahihdir ve keffâretini ödemesi icabeder. Delilleri ise, "Ey Peygamber,
eşlerinin rızasını arayarak Allah'ın sana helal kıldığı şeyi niçin sen kendine haram
ediyorsun? Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Allah size yeminlerinizi

f2731

(keffâretle) çözmeyi meşru kılmıştır..." âyetidir. Bu görüşte olan ulemaya göre
bu âyet-i kerimeler Rasûl-i Ekrem'in cariyelere de zihar yapmanın sahih olacağını
ifâde eder.

3. Zihar keffâreti için gücü yeten kimselerin önce köle azat etmesi gerekir. Buna gücü
yetmeyenlerin iki ay aralıksız oruç tutmaları, ona da gücü yetmeyenlerin ise fidye
ödemeleri gerekir. Bu sırada değiştirilemez.

Hanefi ulemasına göre mü'min kölenin azad edilmesi yeterli olduğu gibi kâfir bir
kölenin azâd edilmesi de yeterlidir. Kölenin imanlı olması zihar keffâreti için şart
değildir, eğer kölenin mü'min olması bir şart olarak aransaydı o zaman Cenab-ı Hak
bunu Peygamberlerine açıklardı. Nitekim kati keffâretinde azadedilecek kölenin
mü'min olması şart olduğundan bu şartı Peygamberine bildirmiştir. Ancak mürted ile
dârülharbde bulunan bir zimmînin hürriyetine kavuşturulması zihar keffâreti için
yeterli olamaz.

İmam Mâlik ile Şafiî, İshak ve Hasen el-Basrî'ye göre ise, zihar keffâreti için
azâdedilmesi gereken kölenin mü'min olması şarttır. İmam Ahmed'in zahir olan kavli
f2741

de budur.

17-18. Hul'u (Menfaat Karşılığında Kocanın Karısını Boşaması)

2226. ...Sevbân'dan; demiştir ki: "Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem; "Zorunluluk



izm

olmadan boşanmaya kalkan bir kadına cennet kokusu haramdır" buyurdu"
Açıklama

kelimesi, sözlükte soymak, çekip çıkarmak manalanna gelir. Istılahta ise,, "kadının bir
bedel karşılığında evlilik bağından kurtulması" demektir. Hul'u kelimesi maddi bağları
izâle hususuna kullanıldığı gibi manevî bağların izâlesinde de kullanılır. Meselâ bir
elbiseyi soyup çıkarmak için hul'u kelimesi kullanıldığı gibi nikah bağım çözmek için
de hul'u kelimesi kullanılır. Eşler aralarındaki yakın ilgiden dolayı birbirlerinin
elbisesi mesabesinde bulunduklarından bu manevî elbiseyi üzerlerinden soyup çıkaran
dinî muameleye "hulu" adı verilmiştir.

Hul'u eşler birbirleriyle anlaşamadıkları ve her birisi diğeri için çekilmez bir yük
haline geldiği zaman onları içinde bulundukları cehennemi hayattan kadını kurtarmak
için meşru kılınmıştır. Çünkü erkek böyle bir durumda karısını boşayarak ondan
kurtulabilirse de kadının böyle bir şansı her zaman için mevcut değildir. İşte kadına da
böyle bir şans vermek için hul'u meşru kılınmıştır. Bu sayede kadın anlaşamadığı
kocasından kurtulur. Erkek de ondan alacağı meblağ ile maddî zararını telâfi edip
tekrar evlenme imkanını elde eder.

Şurasını da unutmamak gerekir ki hul'u'da eğer geçimsizlik erkekten geliyorsa,
kadından bir meblağ alması, kazaen caiz ise de diyâneten helâl değildir. Eğer
geçimsizlik kadından geliyor ise kocanın mehir olarak verdiği meblağdan fazlasını

12161

alması kazaen caiz ise de diyâneten mekruhtur.

Hul'u, kitap, sünnet icma-i ümmet ile sabittir. Kitaptan delili "...kadınlara vermiş
olduğunuz, birşeyi geri almak helâl değildir, meğer ki kan ve koca Allah'ın çizdiği
sınırlara (karşılıklı haklara) riâyet edememekten korkarlar. Şayet onlann ilahî sınırlara
riâyet edemeyeceklerinden korkar-sanız -zevcenin- kurtulmak için bir şey

r2771

vermesinden ikisi için de günah yoktur." âyet-i kerimesidir. Sünnetten delili ise,

şu hadis-i şeriftir; Sabit b. Kays'm karısı Rasûlullah (s.a.)'e gelerek şöyle dedi:

Ey Allah'ın Rasûlü, Sabit b. Kays'm ne dinine ne de huyuna bir-diyeceğim var, fakat

müslümanlıkta küfrân-i nimetten (veya küfür derecesinde bir hata işlemekten)

çekmiyorum. Rasûlullah (s.a.) sordu:

"Bahçesini geri verecek misin?"

Evet diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) Sabit' e}

[2781

"Bahçeyi kabul et ve onu boşa", buyurdu.

Metinde geçen "cennet kokusu haramdır" cümlesi, hul'u talebinde bulunan bir kadının
cennet kokusunu duymaktan mahrum kalacağı manasına gelebileceği gibi cennet
kokusunu ilk duyan salih mü'minlerden olamayacağı manasına da gelebilir.
Eşler arasında geçimsizlik zuhur ettiği zaman aralarını bulmak üzere iki tarafın
akrabasının araya girip onları anlaştırmak üzere çaba göstermeleri sünnettir, fakat bu
çabalar da semeresiz kalırsa, o zaman talak veya hul'u yoluna başvurularak evlilik
hayatına son vermeleri caizdir. Nitekim "Eğer (karı kocanın) aralarının açılmasından
endişe duyarsanız erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem
gönderin, bunlar arayı düzeltmek isterlerse, Allah onlann arasını bulur. Çünkü Allah



T2791

herşe-yi bilendir, haber alandır" buyrulmuştur. Eğer hakemler bu teşebbüslerinde
kadın ya da erkekden birinin zulm yaptığını tesbit ederlerse, onun bu zulmüne engel
olurlar ve eğer onu zulmünden vazgeçirmenin imkânsız olduğunu görürlerse, buna
engel olması için hâkime müracaat ederler. Hâkim vekâletlerini almadıkça onlann
nikâhına son veremez. Hasan el-Basrî ile Hanefi uleması, imam Ahmed ve Şafiî bu
r2801

görüştedirler.

2227. ...Habibe bint Sehl el-Ensâriyye'den rivayet olunduğuna göre, kendisi Kays b.
Şemmâs'm nikâhlısı imiş. Rasûlullah (s.a.) sabah (namazm)a çıkınca onu alaca
karanlıkta kapısının önünde bulmuş ve;
"Kimdir o" demiş, (Habibe de):

Ben Habibe bint Sehlim, karşılığını vermiş. (Rasûl-i Ekrem);
"Neyin var?" diye sormuş. (Habibe de) kocası hakkında;

Sabit b. Kays ile ben(im evli kalmamıza imkân) yoktur, demiş. Sabit b. Kays gelince
Rasûlullah (s.a.) ona;

"Bu habibe bint Setlidir (senin hakkında) Allah'ın söylemesini istediği herşeyi
söyledi," buyurmuş. Habibe;

Ey Allah'ın Rasûlü, (mehir olarak) verdiklerinin hepsi yanım-dadır, (dilerse geri
verebilirim) demiş. Rasûlullah (s.a.) de, Sabit b. Kayşa;

"(mehir olarak verdiklerini) Ondan (geri) al" buyurmuş. Bunun üzerine Sabit
(verdiklerini) ondan almış, Habibe de (kocasından ayrılarak) ailesinin yanında kalmış.
[281]



Açıklama

Hul', hal' kelimesinden alınmış soymak anlamında isim yapılmıştır. Mânâ ile isim
arasındaki münâsebet, karı ile kocasının birbirlerine manen elbise mesabesinde
olmasındandır. Birinin diğerinden ayrılması, elbisenin vücuttan çıkarılmasına
benzetilmiştir. Fıkıh dilinde kadının aralarında anlaşacakları mal veya para
karşılığında kocasından boşanmasını sağlamasıdır.

Yukarıda verilen tariften de anlaşılacağı üzere Hul' talakın bir nevidir. 'Çünkü boşama
bir mal karşılığı olduğu gibi, mal karşılığı olmaksızın da olabilir. Bir bedel ve mal
karşılığı olmaksızın yapılan boşamaya talalç denir. Bir ivaz (bedel) karşılığı yapılan
boşamaya da hul' denilir. Boşamak bâzan caiz, bazan de mekruh, bazan müstehab gibi
değişik hükümler aldığı gibi hul* da böyledir. Eşler arasında şiddetli geçimsizlik
çıkması veya birbirine karşı yükümlü bulundukları haklara riâyet etmemeleri gibi

r2821

haller için hulu' meşru kılınmıştır.
Bazı Hükümler

1. Bir kimsenin karısına mehir olarak verdiği malların tümü karşılığında anlaşarak
karısını boşaması caizdir. Ancak bir kimsenin karısını bir bedel karşılığında boşamak
durumunda kaldığı zaman talak karşılığında alabileceği malın miktarı üzerinde ulema



ihtilaflıdır. Hanefî ulemasına göre eğer geçimsizliğe sebeb olan kadınsa kocanın
vereceği talak karşılığında kadından daha önce vermiş olduğu mehirden daha fazla
mal alması caizdir. Delilleri ise;

"Eğer erkek ve kadının Allah'ın sınırlarında duramayacaklarından kor-karsanız o

r2831

zaman kadının (ayrılmak için) verdiği fidyede ikisine de bir günâh yoktur" âyeti
kerimesiyle "...eğer kendi istekleriyle o nıchrin bir kısmını size bağışlarlarsa onu da
r2841

afiyetle yeyin" âyet-i kerimesidir. Yine hanefi uleması bu görüşlerine sünnetten
bir delil olarak da şu hadis-i şerifi gösterirler;

Ebu Ubeyde'nin kızı Safıye'nin azatlı cariyesi şöyle dedi; "Ben her şeyimi kocama

[2851

vererek boşandım. Bunu Abdullah b. Ömer hoş karşıladı" Evlâ olan daha önce
verilmiş olan mehirden fazlasını almamaktır. Çünkü şu hadis-i şerif bu gerçeği ifâde
etmektedir; Bir kadın Peygamber (s.a.)'e gelerek kocasını şikâyet etti. Hz. Peygamber
de O'na

"Sen ona vereceği talak karşılığında sana mehir olarak verdiği bahçeyi iade etmeye
razı olur musun?" diye sordıu. Kadın;

"Evet daha fazlasını da verebilirim karalığını verdi. Rasûluîlah da

[2861

"Fazlasına gelince hayır" buyurdu.

Eğer geçimsizlik erkekten geliyorsa, kadından bir meblağ alması kazaen caiz ise de,
diyâneten helâl değildir. Çünkü Allah teâla "...onlardan birine (evvelki eşinize)

r2871

yüklerle mal vermiş olsanız dahi verdiğinizden hiç birşeyi geri almayın"
buyurmuştur. Hanefi ulemasının görüş budur.

İmam Mâlik ile Şafiî ve cumhura göre ise, mehr-i musemmâdan fazla meblağ almakta
hiçbir sakınca yoktur. İmam Ahmed'e göre ise, mehr-i musemmâdan fazla meblağ
almak mekruhtur. Delili ise biraz önce naklettiğimiz hadiste geçen "fazlasına gelince,
r2881

hayır" cümlesidir.

2. Hul'u talak değil, feshdir. Çünkü eğer talak olsaydı kadınla hiç cinsî münâsebette
bulunulmayan bir temizlik döneminde ve kadının rızası aranılmaksızm sadece erkeğin
arzusuyla vaki olurdu. Oysa hul'u'da bu-şartlar aranmaz. İbn Abbas (r.a.) bu
görüştedir. Kitabdan delili ise, "boşama iki defadır (bundan sonra kadını) ya iyilikle

r2891

tutmak ya da güzelce salıvermek (lazım)dır." âyet-i kerimesinden sonra,

"Allah'ın sınırlarında durmayacaklarından korkarsanız, o zaman kadının (ayrılmak

r2901

için) verdiği fidyede ikisine de bir günah yoktur" anlamındaki hulu' âyetinin
zikredilmesi bu âyet-i kerimeden sonra da "erkek (üçüncü kez) boşarsa artık bundan

12911

sonra kadın bir başka kocaya varmadan kendisine helal olmaz" mealindeki talak
âyeti kerimesinin zikredilmesidir. İbn Abbas (r.a.)'a göre eğer huP fesh değil de talak
olsaydı, o zaman bu âyetlere göre talak sayısı dörde çıkardı. Bu ise, Kur'an-ı Kerimin
genel mevzuatına aykırıdır.

İmam Ahmedile İshak, Ebu Sevr de bu görüştedirler. Bu görüş imam Şafiî'den de



rivayet olunmuştur. Hz. Ali ile Hz. Osman ve İbn Mesud'a göre Hulu' ile bir bâin
talak" vâki olur. Hasan el-Basrî ile İbrahim en-Nehaî, İbnu'l-Müseyyeb, Süfyân es-
Sevrî, Hanefi ulemâsı, imam Malik, el-Evzâî de bu görüştedirler. İmâm Şafiî'nin iki
kavlinden en sahih olanı da budur.
Delilleri ise şu hadiş-i şeriflerdir:

[292]

1. "Peygamber (s. a.) hulu'u bir bâin talak kabul etti"

2. Ümmü Bekre hulu' yaparak kocası Abdullah b. Useyd'den ayrılmıştı. Sonra Osman
(r.a.) bunu geçerli kıldı ve "bu bir bâin talak sayılır ancak ne çeşit bir ayrılma
istediğini kocasına açıkça belirtirse, o belirttiği şekilde ayrılık gerçekleşmiş olur",

f2931

buyurdu. Daha sonra Ashâb-ı Kiram da Hz. Osman'ın bu görüşü üzerinde icma
etmişlerdir.

Hanefi ulemasına göre hulu' nefsi satmaktır. Ve bu hulu' kelimeleriyle yapıldığı zaman
kadının kocasına bir meblağ vermesi söz konusu edilmese bile, bir bâin talak sayılır.
Herhangi bir meblağı da dile getirerek "talakı satmak" kökünden türeyen kelimelerle
yapılan hulu' anlaşması ile de bir bâin talak vâki olur. Bilindiği gibi bâin talak vaki
olduktan sonra o kadın artık kocasının hâkimiyetinden kurtulmuştur.
Kadın istemediği takdirde eski kocası bir daha ona dönemez, kadın kocasının yeniden
kendisine dönmesine razı olsa bile, hayatlarını birleştirebilmeleri için yeniden nikâh
kıymaları ve dolayısıyla mehir tayin etmeleri gerekir.

Metinde geçen "Habibe de ailesinin yanında kaldı" cümlesi, karısını hulu' yoluyla
boşayan bir kimsenin ona oturacak bir ev bulmakla mükellef olmadığına delalet
etmektedir. İmam Mâlike göre ise, hulu' vaki olduktan sonra erkeğin kadına nafaka
temin etme görevi sona erdiği gibi, kadının erkeğe ve erkeğin kadına vâris olmak
hakkı da sona erer. Çünkü hulu bâin talaktır. Bâin talakın miras hakkını ortadan
kaldırdığında ise ittifak vardır. Ancak kocası iddet süresinde onun mesken ihtiyacını
temin etmekle mükelleftir. Çünkü kadına mesken ihtiyacını temin etmek aynı
zamanda Allah'ın hakkıdır. Bu hakkı kadından kimse hiçbir zaman alamaz.
Hanefî ulemâsına göre eğer hulu' muamelesi muhâlea babından gelen fiillerle yahut
mehrden başka bir meblağ karşılığında icra edilirse, o zaman kadın nikah bağıyla
kocasından elde ettiği bütün haklarını kaybeder.

Eğer hulu' bir meblağ karşılığında vaki olmamış ve hulu' kökünden gelen müfâ'ale
babından bir fiil kullanılmamışsa, İmam Ebu Hanife (r.a.)'ye göre kadının- nikâh
bağıyla kocasından elde ettiği haklarından hiç birisi kaybolmaz. İmam Ebu Yusuf ile
İmam Muhammed'e göre ise, bu şekilde vâki olan ayrılmalarda kadının kocasıyla

[294]

birlikte anlaşarak vazgeçtiği hakları düşer. Bunların dışında hiçbir hakkı düşmez.

2228. ...Aişe (r.anha)'den rivayet edildiğine göre Habibe bint Sehl, Sabit J). Kays'm
nikâhı altında iken (sabit bir gün) onu dövmüş ve bir tarafını kırmış. Bunun üzerine
(Habibe) sabahleyin onu Peygamber (s.a.)'e şikâyet etmiş. Peygamber (s. a.) de Sabit'i
çağırıp:

"Onun mehrinin bir kısmını alarak kendisini boşa" buyurmuş. Bunun üzerine (Sabit);
Bu caiz olur(mu?) ya Rasûlallah! diye sormuş (Rasûl-i Ekrem);
"Evet" cevabım vermiş. (Sabit de);

Ben ona mehir olarak iki bahçe vermiştim ve şu anda bunlar onun elinde bulunuyor



demiş. Bunun üzerine Peygamber (s. a.);

1295]

"Onları al da onu boşa" buyurmuş. O da (öyle) yapmıştır.



Açıklama

Bu hadis-i şerifte "Hz. Habibe'nin kocasını Rasûl-i Ekrem'e şikâyetine sebeb olarak
kocasının onu dövmesi gösterilirken, Buhârî'nin rivayetinde geçen "Ey Allahm
Rasûlu, Sabit b. Kays'm ne dinine ne de huyuna bir diyeceğim var. Fakat
müslümanlıkta küfrân-i nimetten (veya küfür derecesinde bir hata işlemekten)
12961

çekmiyorum" cümlesi Hz. Habibe'nin kocasını, kendisini dövdüğünden değil de
başka bir sebepten dolayı şikâyet ettiği anlaşılmaktadır. Fakat bu durum iki hadis
arasında bir çelişki olduğunu göstermez. Çünkü Hz. Habibe'nin kocasını Rasül-i
Ekrem'e şikâyeti müteaddit defalar vuku bulmuştur. Zira kocası çok çirkin ve kısa
boylu bir adamdı. Bu yüzden Hz. Habîbe ondan ayrılmak istiyordu. Buhârî'nin
rivayetinde anlatılan şikâyet sebebi Hz. Habibe'nin kocasının çirkin ve kısa boylu
oluşudur. Nitekim şu hadis-i şerif de bunu açıkça ifâde etmektedir: "Habibe bint Sehl,
Sabit b. Kays b. Şemmâs'm nikahı altında idi. Sabit kısa boylu, çirkin bir adamdı.
Habîbe: Ya Rasûlallah! Vallahi eğer Allah korkusu olmasaydı, kocam Sabit yanıma
girdiği zaman yüzüne tükürürdüm, dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) kadına;
"Sabit'in vaktiyle mehir olarak sana verdiği bostanını kendisine geri verir misin?" diye
sordu kadın:

Evet veririm, dedi. Bunun üzerine kadın bostanı Sabit'e geri verdi.

f2971

Bundan sonra Rasûlullah (s.a.) Sabit ile Habîbe'yi birbirlerinden ayırdı"
Bazı Hükümler

Bir kadın kocasının çirkinliğinden dolayı huzursuz olursa, bir mal karşılığında
boşanma talebinde bulunması caizdir. Fıkıh ulemasının tümü bu görüştedir. Delilleri
ise mevzumuzu teşkil eden bu Ebû Dâvud hadisiyle şu âyet-i kerimedir: "Eğer erkek
ve kadının Ali ahin sınırlarında duramayacaklarından kork arsanız, o zaman kadının

r2981

(ayrılmak için) verdiği fidyede ikisine de bir günah yoktur"

Bu âyet-i kerimedeki hitab, hâkimlerle karı ile koca arasındaki geçimsizliği önlemek
ve aralarını İslah etmekle görevli kimselerdir. Âyet-i kerimede geçen "Allanın
sınırlarında duramamak" ifâdesinden maksat, kadının kocasının haklarını
küçümseyerek onları yerine getirmekten kaçınması ve kocasına itaat etmemesidir. Hz.
İbn Abbas ile imam Mâlik ve cumhur ulema bu görüştedirler. Şa'bi'ye göre ise,
Allah'ın sınırlarından durama-malarıridan maksat, Allah'a itaat etmemeleridir.
Fâide: Hulu'un vukuunun şartlan aynen talakın vuku'unun şartlan gibidir. Bu şartlar
şunlardır:

1. Zevcin talaka ehil yani mükellef (âkil, baliğ) ve mutayakkız olması şarttır.
Binaenaleyh çocuğun, mecnûnun, uyuyanın talakları vâki olmaz.

2. Zevcenin sahih nikâh ile nikahlanmış ya da talaka müsait olması şarttır.
Binaenaleyh bir kimsenin kendi nikahlısı olmayan yabancı bir kadın hakkında



vereceği talak muteber olmayacağı gibi hurmet-i müsâhare-den veya eşler arasında
kefâet bulunmayışından dolayı nikâhı feshedilerek İddet beklemekte olan bir kadın
hakkında da vaki olmaz.

3. Talâkın bir lafza mukarin olması şarttır. Binaenaleyh sadece niyyet etmekle talak
husule gelmez.

4. Talakın istisnadan yani inşallah demekten hâli olması şarttır.

5. Talakın zevceye hakikaten veya manen tevcih ve izafe edilmesi şarttır. Binaenaleyh
bir kimse zevcesine hitaben "seni boşadım" veya gıyabında "zevcemi boşadım" yada
ismini anarak falancayı boşadım dese, talak vâ ki olur. İşte hulu yoluyla boşanmak
isteyen kadında da bu şartların bulunması gerekir. Ancak hulu ile talak arasında lâfız,
farkı vardır.

Yani birinde talak lafzıyla talak anlamına gelen lâfızlar kullanılırken hulu' da "hulu' "
kökünden gelen ya da hulu' manasını ifâde eden keli meler kullanılır ve bir de hulu' da
erkeğin kadına bir bedel ödemesi sö; konusudur. Talakta ise, bedel sözkonusu değildir.
Fakat hulu'nun vâk: olması için bedeli zikretmesi şartı yoktur. Hulu'un rüknü, eğer
hulu' biı bedel karşılığında yapılıyorsa veya müfaale babından hulu' kökenli biı kelime
veya "ibra" kökenli bir kelime kullanılarak icra ediliyorsa, o zaman hulu'nun rüknü
mazı sîgasıyla meydana gelecek icab ve kabulden ibarettir. Ancak "hala'tuki; Seni
hulu' yoluyla boşadım" şeklinde hulu' asıllı sülasi fiillerle ve talak niyetiyle yapılan
bedelsiz hulu'larda kabul bulunmasa bile. ayrılık vâki olur. Çünkü her ne kadar bu gibi
bedelsiz ayrılıkların ismi hulu' da olsa, bunlar aslında talaktan başka bir şey değiller-
dir. Dolayısıyla bu talakların vukuu için kabule ihtiyaç yoktur. Binaenaleyh "hulu" ve
"muhâlea" kökünden gelen fiillerin her ikisiyle de talak vaki olur. Ancak erkeğin
kadına vermiş olduğu mehri geri alabilmesi için "muhalea" babından gelen bir fiil

f2991

kullanması gerekir.

2229. ...tbn Abbas (r.a.)'dan rivayet olunduğuna göre "Sabit b. Kays'm karısı
Sabiteden hulu' olmuş ve bunun üzerine Peygamber (ş.a.) onun iddetini bir hayz

DOOl

(süresi) olarak tayin etmiştir.

Ebû Dâvud dedi ki: "Abdurrezzak da bu hadisi Ma'mer, Amr b. Müslim ve îkrime

[3011

senediyle Peygamber (s.a.)'den mürsel olarak rivayet etmiştir.
Açıklama

İmam Tirmizî bu hadis hakkında şunları söylüyor: "Bu hadis hasen-garibdir. İlim
adamları, hulu' suretiyle boşanan kadının iddet müddetinde ihtilâf ettiler. İlim
adamlarının çoğu "hulu' olan kadının iddet müddeti boşanmış kadının iddet süresi
kadardır" diyorlar Süfyan es-Sevrî ve Kufe'lHerin kavli budur. Ahmed ve İshak da bu
görüştedirler. Peygamber (s.a.)'in ashabından ve sonrakilerden bazı ilim adamları ise
"Hulu' olan kadının iddet süresi bir hayızdır" demektedirler. İshak diyor ki;

T3021

"Her kim bu görüşte ise, bu kuvvetli bir görüştür".



Bazı Hükümler



1. Hulu' feshdir, talak değildir. Biz fıkıh ulemasının bu mevzudaki görüşlerim 2227
numaralı hadisin şerhinde açıkladık.

Gerçek olan şudur ki, hulu' fesh değil, talaktır. Çünkü Allah teâla hulu' hükümlerini

D031

"boşanma iki defadır" ayet-i kerimesinden sonra zikretmiş ve hulu' ayetlerindeki
zamirleri talaka göndermiştir. "Şayet erkek ve kadın Allah'ın sınırlarında

'13041

duramayacaklarından korkarlarsa başka" âyet-i kerîmesiyle "eğer erkek ve
kadının Allanın sınırlarında duramayacaklarından korkarsamz o zaman kadının

D051

(ayrılmak için) verdiği fidyede ikisine de bir günah yoktur" âyet-i kerimesinde
olduğu gibi, bu iki âyet-i kerimede geçen bütün zamirler âyetin baş tarafında geçen
talak meselesine dönmektedirler. Nitekim Rasul-i Ekrem efendimiz de;

T3061

"Bahçeyi kabul et ve onu boşa" hadisinde hulu'dan talak diye sözetmiştir. Eğer
eşler hulu' vuku bulduktan sonra anlaşırlar da iddet içersinde birbirlerine dönmek
isterlerse ve koca bu maksatla almış olduğu malı geri verecek olursa, dört mezhep
imamına göre de bu caiz olmaz. Hulu' ister fesh sayılsın, ister talak sayılsın, erkeğin
hulu' yaptığı karısına döne-bilmesi için yeniden nikâh kıyması gerekir. Ulemanın
ekseriyetinin görüşü de budur.

2. Hulu' yapılan bir kadının iddeti bir hayız süresidir. Hulu'nun fesih olduğunu
söyleyen ulemanın görüşü budur. Fakat hulu'nun talak olduğunu iddia eden ulemaya
göre ise, hulu yapılan bir kadının iddet süresi de talakla olduğu gibi üç hayız (veya

D071

temizlik) süresidir.

2230. ...İbn Ömer (r.a.)'den; demiştir ki: "Hulu yapılan bir kadının iddeti bir hayız
r3081

süresidir."
Açıklama

Bir önceki hadisin şerhinde yaptığımız açıklamalar bu eser için de geçerlidir. Tekrara
lüzum görmüyoruz. Ancak burada şu hususa temas etmekte fayda varır: Allâme el-
,Bâcûrî "yapılması zarurî olan bir fiili yapmamak üzere üç talak üzere yemin eden bir
kimsenin bu yeminden kurtulması için karısına hulu' yapmasının caiz olduğunu"
söylemişse de, bazı ulema bunun hiç bir delile dayanmayan bâtıl bir iddia olduğunu
söylemişlerdir. Hanbefı ulemasından İbnu'l-Kayyim bu görüşü tenkid ederken şunları
söylüyor: "Allah nikahı feshetme hakkını insanların keyf ve arzusuna bırakmamıştır.
Karı-koca bir arada yaşadıkları sürece, Allah'ın sınırlarını koruyamayacaklarından
endişeye düştükleri zaman nikahı feshetme hakkı doğar. Yine bu gibi hallerde kişinin
karısını bir bedel karşılığında boşaması meşru olur. Sünnet bunu emretmektedir.
Bunun aksine hareket ne Rasûl-i Ekrem zamanında ne de ashâb-ı kiram ve tabiîn
zamanında caiz görülmüştür. Böyle bir uygulama dinen bâtıl sayılan bir hileden başka
bir şey değildir.

Böyle bir hilenin meşruluğunu mezheb imamlarından hiçbirisi de savunmamıştır.



Muteahhirîn ulemasından bazılarının bu gibi hileler ihdas ettikleri ve hatta tamamen
kendi eserleri olan bu gibi hileleri mezhep imamlarına isnad ettikleri görülmüşse de bu

r3091

isnadlarm hiç birisinde doğruluk payı bulunmamaktadır.

18-19. Hür Veya Köle Bir Erkekle Evli İken Hürriyetine Kavuşan Bir Câriye(Nin
13101

Nikahının Feshi)

2231. ...İbn Abbas (r.a.)'dan; demiştir ki: Muğîs bir köle idi. (Birgün Hz. Peygamber'e
gelerek);

Ey Allahm Rasûlü, (karım Berire, benden ayrılmak istiyor) ona (varıp) benim için
şefaat et dedi. Bunun üzerine Rasûlullah sallalla-hu aleyhi ve sellem (Berîre'ye varıp);
"Ey Berîre, AUah'dan kork. Çünkü o senin eşin ve çocuğunun babasıdır," buyurdu
(Hz. Berîre de);

Ey Allanın Rasûlü, bunu bana emrediyor musun? diye sordu (Rasûl-i Ekrem de)
"Hayır, ben sadece bir aracıyım", cevabım verdi. Bunun üzerine (Muğis'in)j gözyaşları
yanağının üzerine akmaya başladı. Rasûlullah (s. a.) de îbn Abbas'a (hitaben);
"Muğîs'in Berireye aşın sevgisine, Berire'nin de ona olan nefretine hayret etmiyor

1311]

musun?" dedi.
Açıklama

Hz. Muğîs, Muğire oğullarının kölesi idi. Karısı Hz. Berire'de Hz. Aişe'nin kölesi idi.
Sonra onu azad etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber onu, eşi Muğîs'in nikâhı altında
kalıp kalmaması hususunda serbest bıraktı. Hz. Berire de Muğis'den ayrılmayı tercih
etti. Oysa Hz, Muğîs onu çok seviyordu. Hz. Berire Medine sokaklarında dolaşırken
Hz. Muğis onun yanından bir türlü ayrılamıyordu ve onu kendisinden ayrılmaması için
ikna etmeye çalışıyordu. Fakat bütün bu çabaları fayda vermedi. Bunun üzerine Hz.
Muğis aracı olarak Hz. Peygamber'i gönderdiyse de bu teşebbüs de müsbet bir netice
vermedi ve Hz. Muğis'in gözyaşlarıyla neticelendi. Hz. Muğis'in bu içten sevgisinin
Hz. Berire tarafından nefretle karşılanmasına Hz. Peygamber hayret etmiş ve bu
hayretini İbn Abbas'a, "Ey tbn Abbas, Muğis'in Berireye (karşı beslediği) aşın
sevgisine, Berire'nin de ona olan nefretine hayret etmiyor musun?" sözleriyle ifade
[3121

etmiştir.

Bazı Hükümler

1. Eşler arasında hürriyet bakımından denkliğin bulunması nikahın lüzumunun
şartlarmdandır.

Mezhep imamlarından Ebu Hanife de bu görüştedir. Bu şartı aramak kadının ve
velisinin hakkıdır. Binaenaleyh bulûğ çağındaki bir kız dengi olmayan birisiyle
evlenirse, velisi razı olduğu takdirde nikah mutaberdir. Aksi takdirde veli nikahı
feshedebilir. Bu mevzuda ayrıntılı açıklama için nikâh bölümüne müracaat edilebilir.

2. Bir köleyle evli olan câriye hürriyetine kavuşursa, isterse, evliliğim sürdürür, isterse



sona erdirir. Bu hususta serbesttir. Ulema bu görüşte ittifak etmişlerdir. Çünkü kadın
hürriyetine kavuştuktan sonra kocasıyla arasında denklik kalmamıştır. Ancak bir
câriye hür bir kimsenin nikâhı altında iken hürriyetine kavuşacak olursa o zaman
imam Şafiî ile imam Mâlik, Evzaî ve Ahmed'e göre o kadının kocasından ayrılma
yetkisi yoktur. İmam Şa'bî ile en-Nehaî, Hanefi uleması ve Süfyan es-Sevrî'ye göre
ise, bu durumda olan bir kadın da nikahım sürdürüp sürdürmemekte serbesttir. İsterse
feshedebilir. Çünkü erkeğin kadın üzerinde iki talak hakkı vardır. Fakat kadın hür
olunca erkeğin kadın üzerindeki hakkı üçe çıkar. Bu, erkeğin lehine kadının ise
aleyhine bir neticedir. Kadın aleyhine olan bu durumdan kurtulmak için nikâhını
feshedebilir.

mu

3. Büyüklerin ricasını reddetmekte bir günâh yoktur.

2232. ...İbn Abbas (r.a.)'dan rivayet olunduğuna göre Berire'nin eşi, Muğîs isimli siyah
bir köleydi. Peygamber (s. a.) Berîre'yi (onun nikahı altında kalıp kalmamakta) serbest
bıraktı. (Hz. Berîre ayrılmaya karar verince ona boşanan hür kadmlarmki kadar) iddet

1314] "

beklemesini emretti.
Açıklama

Bu hadis-i şerifte Hz. Berire'nin kocasından ayrıldıktan sonra beklemiş olduğu hayzm
süresi ve miktarı açıklanmıyor. Sadece Rasûl-i Ekrem'in ona iddet beklemesini
emrettiği ifâde ediliyor, fakat İbn Mâce, İmam Ahmed ve Beyhakî'nin rivayetlerinde
Hz. Beriye'nin aynen hür kadınlar gibi üç hayız süresi iddet beklediği ifade
edilmektedir. Bu bakımdan biz de tercümemizde parantez içerisinde buna işaret ettik.
İbn Mâce'nin bu mevzuda rivayet ettiği hadisin meali şöyledir: "Hz. Berîre (nikâhım
feshettiğinde) üç kez aybaşı âdetini görünceye kadar beklemesi (Rasûl-i Ekrem

[315]

tarafından) kendisine emredildi"

Binâenaleyh bu hadisin zahirinden, bir köleyle evli iken hürriyetine kavuşarak
nikahım fesheden bir cariyenin hür kadınlar gibi üç hayız süresi iddet beklemesi
[3161

gerekir.

2233. ...Aişe (r.anhâ) Berîre kıssası hakkında şöyle demiştir: (Berire'nin) kocası bir
köle idi. (Berîre hürriyetine kavuşunca) Peygamber (s. a.) kendisini muhayyer bıraktı.
(Bunun üzerine) Berîre, kendisini tercih etti (Ve kocasından ayrıldı. Bu hadisin râvisi
Urve dedi ki) eğer (Hz. Berire'nin kocası) hür olsaydı (Rasûl-i Ekrem) Berîre'yi

[317]

muhayyer bırakmazdı.
Açıklama

Hz.Berire'nin hürriyetine kavuşması olayı Nesâî'nin Sünen'inde şu mânâya gelen
lâfızlarla anlatılmaktadır. Berire azâd edilmesi karşılığında her sene bir kıyye ödemek
şartıyla dokuz kıyye ödemek üzere anlaştı. Sonra da Hz. Aişe'ye gelerek kendisine



yardım etmesini istedi. Hz. Aişe (r.anha) ise:

Yardım edemem, eğer isterlerse velayet bende olmak şartıyla bütün taksitlerini bir
seferde onlara öderim, dedi. Berîre gitti, ailesiyle bu hususta konuştu. Onlar ancak
velayet kendilerinde kalmak şartıyla teklifini kabul edebileceklerini ifade ettiler.
Bunun üzerine Berîre tekrar Aişe'ye geldi o sırada da yanlarına Rasûlullah (s. a.) geldi.
Berire ailesinin kendisine söylediklerinim nakletti. Hz. Aişe:
Hayır ancak velayet bende olmak şartıyla, dedi. Rasûlullah (s.a.):
"Mesele nedir?" diye sordu. Aişe (r.anha);

Ya Rasûlallah! Berire bana geldi anlaşmasındaki borcunu ödemek üzere benden
yardım istiyor. Ben de velayet bende olmak şartıyla taksitlerini bir defada
ödeyebileceğimi, değilse yardım edemeyeceğimi söyledim. O da durumu ailesine
anlattı. Onlar da velayet kendilerinde kalmak şartıyla razı olabileceklerini söylemişler,
dedi. Bunun üzerine Rasûluİlah (s.a.):

"Onu satın al, velayetin de onlarda kalması şartını kabul et. Çünkü velayet, azâd
edenin hakkıdır" buyurdu. Sonra kalktı bir hutbe irad etti. Allah'a hamd ve sena
ettikten sonra şöyle devam etti: "Bir kısım insanlara ne oluyor da, Allah'ın kitabında
olmayan şartlan ileri sürüyorlar, filanı satın alıp azat et velayet de bende kalsın
diyorlar. Allah'ın kitabı en doğru olanıdır. Allah'ın şartı şartların en itimad edilenidir.
Allah'ın kitabında olmayan bütün şartlar, yüz şart da olsa bâtıldır" buyurdu. Rasûlullah
(s.a.) Berîre'yi kocasından ayrılıp ayrılmamakta muhayyer bıraktı. Kocası köle idi.
Berire hürriyetini seçti. Urve dedi ki, eğer Berire'nin kocası (Muğis), hür olsaydı,

13181

Rasûlullah Berire'yi muhayyer bırakmazdı.

Hz. Berire'nin başından geçen olay bundan ibarettir ve hicretin dokuzuncu yılında
cereyan etmiştir. Çünkü Hz. Abbas Medine'ye hicretin sekizinci yılının sonlarında
vukua gelen Taif gazvesinden sonra yerleşmiştir. İbn Abbas (r.a.)'m beyânına göre Hz.
Abbas Hz. Berire'nin bu hadisesine şâhid olmuştur. Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i
şeriften Hz. Berire'nin kocasının köle olduğu anlaşılmaktadır:

1. Bu olayı anlatan Hz. Aişe, Hz. Berire'nin kocasının köle olduğunu bizzat kendi dili
ile ifade etmektedir.

2. Hadisin sonuna Urvenin ilave ettiği "Berire'nin kocası hür olsaydı (Rasûl-i Ekrem)
onu muhayyer bırakmazdı" cümlesi de bunu ifâde etmektedir ve bu söz, bu hadise

13191

idrac edilmiştir.

2234. ...Aişe (r.anha)'dan rivayet edildiğine göre demiştir ki; "Peygamber (s.a.) kocası
bir köle iken (hürriyete kavuşan) Berire'yi (kocasından ayrılıp ayrılmamakta)

r3201

muhayyer bırakmıştır."
Açıklama

Bir köle ile evli iken hürriyetine kavuşan câriye kocasından ayrılıp ayrılmamakta
nikâhın lüzum şartlarından olan kefâet (denklik) şartı bozulmuş olur. Bu bakımdan
kadın isterse, bu nikahı bozabilir. Mevzumuzu teşkil eden bu hadisin bazı tariklerinde
bulunan Hz. Peygamber'in Hz. Berire'yi hürriyetine kavuşur-kavuşmaz huzuruna



[3211

çağırıp kendisine muhayyer olduğunu bildirmesi bu durumda olan bir cariyenin
hürriyetine kavuşur-kavuşmaz (fevri olarak) muhayyerlik hakkını elde ettiğini ortaya
r3221

koymaktadır.

19-20. (Berire Hürriyetine Kavuştuğu Zaman) Kocasının Hür Olduğunu
Söyleyenler

2235. ...Aişe (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre Berire hürriyetine kavuşturulduğu
zaman, kocası hürmüş. Berire (kocasının nikahı altında kalıp kalmama hususunda)
muhayyer bırakılmış, bunun üzerine,: "benim için şu kadar (imkan sağlamış bile) olsa

r3231

(yine de) onunla birlikte olmayı arzu etmem" demiş.
Açıklama

Metinde geçen "Berire'nin kocası hür idi" ifâdesi Hz.Aişe'ye değil, bu hadisin

13241

râvilerinden el-Esved (b. Ye-zid)e aittir.

Mevzumuzu teşkil eden bu Ebu Davud hadisi, hür bir kimse ile evli iken hürriyetine
kavuşan bir cariyenin nikahını feshedip etmemekte muhayyer olduğunu söyleyen
Hanefi uleması ile Hammâd b. Süleyman'ın delilini teşkil etmektedir., Bu görüşte olan
ulemaya göre bir önceki babda yer alan hadislerde geçen Hz. Berire'nin kocasının köle
olduğuna dair ifâdeler, Hz. Berire'nin evliliğinin ilk yıllarıyla ilgilidir. Onun
hürriyetine kavuşmasına tekaddüm eden yıllarda kocası Muğis de hürriyetine
£3251.

kavuşmuştu. İmam Mâlik ile İmam-Şâfiî, Ahmed ve cumhuru ulemaya göre ise
hür bir kimseyle evli iken hürriyete kavuşan bir câriye, nikahı feshetmek hakkına
sahip değildir. Çünkü aralarında nikahın lüzumu için şart olan denklik (kefâet)
mevcuttur. Kadının zarara uğramak, horlanmak, ayıplanmak gibi bir duruma düşmesi
sözkonusu değildir. Dolayısıyla bu durumda olan bir kadın muhayyer olamaz. Çünkü

13261

din, sebepsiz yere kimseye nikahı feshetme hakkını vermemektedir.
Hafız tbn Hacer'e göre "Ebû Davud'un bu hadisinde geçen, Hz. Be-rire'nin kocasının
hür olduğuna dair rivayetin, Hz. Aişe'ye ait olup olmadığı ihtilaflıdır, İmam Ahmed'in
ifadesinden bu rivayetin sadece el-Esved b. Yezid'e ait olduğu anlaşılmaktadır.
İbn Abbas ve diğer râvilerin sahih rivayetleri ise Hz. Berire'nin kocasının köle
olduğunu ifade etmektedir. Esasen Hz. Berire'nin kocasının köle olduğunu rivayet
eden râvilerin hepsi de Medinelidir. Bilindiği gibi Medine ulemasının hem rivayet
hem de amel ettiği bir hadis en sağlam hadis kabul edilir. Binaenaleyh hür bir
kimseyle evli iken hürriyyetine kavuşan bir cariyenin nikahını feshedip etmemekte
muhayyer olmadığını ifâde eden hadislerini sıhhatinde ittifak varsa da muhayyer
olduğunu ifade eden hadislerin sıhhatinde ittifak değil, ihtilaf vardır. Bu durumda
sıhhatinde ittifak bulunan hadislerin, ihtilaflı hadislere tercih edilmesi gerekir. Hanefi
uleması bu rivayetlerin arasını telife çalışmışlarsa da buna lüzum yoktur. Çünkü
bilindiği gibi hadislerin arasım te'lif etmek, ancak hadislerin birini diğerine tercih



etmek durumu olmadığı zaman söz konusudur. Burada ise uygulanması gereken usul
tercih usûlüdür. Bu bakımdan cumhur hanefi ulemasının bu telifine itibar
T3271

etmemişlerdir.

Bu mevzuda Hattabî de Hz. Berîre'nin kocasının köle olduğunu ifâde eden 2233 ve
2234 numaralı hadisleri, onun hür olduğunu ifade eden ve mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerife tercih etmiştir. Gerekçesi ise, Hz. Aişe 2233 numaralı hadisi kendisinden
rivayet eden Urve'nin teyzesi, 2234 numaralı hadisi rivayet eden el-Kasım'm da
halasıdır. Bilindiği gibi muzdarib hadislerden birini diğerine tercih edebilmek için
râvilerin hadis aldıkları kişiye olan yakınlıkları önem kazanır. Bu bir tercih sebebi
olur. Bezlü'l-mechûd sahibi es-Sehârenfûrî de "Hadisler arasında asıl olan ihtilâftır.
İhtilâf arızî bir durumdur. Binaenaleyh önce hadislerin arasının telifi yoluna
gidilmelidir. Hadisin birini diğerine tercih ederek diğerinin terki yoluna
gidilmemelidir. Hadisin birini diğerine tercih ederek, diğerini şâz ilan etmek, hadisler
arasındaki ihtilâfı asıl, i'tilâfı ise arızî bir durum olarak kabul etmek mânâsına gelir"

r3281

diyerek Hanefi ulemanın bu meseledeki tutumunu müdafaa etmektedir.

20-21. Hürriyetine Kavuşan Bir Cariyenin Nikahını Feshetme Muhayyerliği Ne
Kadar Sürer?

2236. ...Aişe (r.anha)dan rivayet edildiğine göre Berîre, Ebû Ahmed ailesinin bir
kölesi olan Muğîs'in yanında (onun nikahlısı olarak) kalmakta iken hürriyetine
kavuşturulmuş. Bunun üzerine Rasûlullah (s. a.) onu muhayyer bırakmış ve ona

D291

(kocan) "Sana yaklaşacak olursa, muhayyerliğin kalmaz" buyurmuş.
Açıklama

Burada Hz. Muğîs'in "Ebu Ahmed ailesinin bir kölesi" olduğu ifâde edilirken
Tirmizî'nin rivayetinde Muğîre oğullarının kölesi olduğu ifâde edilmektedir. Hafız İbn

[3301

Hacer'e göre senedi itibariyle Tirmizî'nin rivayeti daha sahihtir.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifin zahirinden "Bir köle ile evli iken hürriyetine
kavuşan bir cariyenin, nikahını feshedip etmemekte muhayyer olduğu ve bu
muhayyerliğin hürriyete kavuştuğu andan itibaren kocasının kendisiyle cinsi
münâsebette bulunmasına kadar devam ettiği" anlaşılmaktadır. Nitekim îmam Mâlik
ile İmam Ahmed, el-Evzai, ez-Zührî, Süleyman b.Yesar Nâfı ve Katâde de bu
görüştedirler. Delilleri ise, mev-zumuzu teşkil eden Ebu Davud hadisiyle imam
Ahmed'in rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir:

(tel-Hasen b. Amr b.Umeyye dedi ki Peygamber (s.a.)den hadis rivayet eden
kimselerden işittiğime göre Rasûl-i Ekrem (şöyle) buyurmuş: "Hürriyetine kavuşan bir
câriye, kocası kendisiyle cinsi münâsebette bulununcaya kadar nikahını feshetmekte
muhayyerdir. Fakat kocası onunla cinsi münâsebette bulunacak olursa, (bir daha)

£3311

muhayyerlik hakkı yoktur."

Hanefi ulemasına göre ise bu muhayyerlik cariyenin hürriyetine kavuştuğu meclis



devam ettiği sürece devam eder. Bu meclisin değişmesiyle muhayyerlik .süresi sona
erer. Ayrıca cariyenin muhayyerlik süresi içerisinde kocasını seçmesiyle de bu
muhayyerlik sona ermiş olur. Artık meclisin devam etmesi onun muhayyerlik hakkını
geri getiremez. Bu mevzuda İmam Şafiî'den iki görüş rivayet edilmiştir:

1. Câriye hürriyetine kavuştuğu andan itibaren üç gün muhayyerdir. Bu süre içerisinde
isterse nikahını fesheder, isterse nikahının devamına karar verir.

2. Hürriyetine kavuştuğunu öğrendiği an muhayyerdir. O anda nikahı feshetme veya
devam ettirme şıklarından birine karar verme durumundadır. Bu kararı vermeyecek

r3321

olursa, muhayyerlik hakkını kaybeder.

21- 22 Köle Olan Karı-Koca Beraberce Hürriyetlerine Kavuşacak Olurlarsa
Kadının Muhayyerlik Hakkı Var Mıdır?

2237. ...Aişe (r.anha)dan rivayet olunduğuna göre, kendisi (biri diğeriyle) evli (olan)
iki kölesini hürriyete kavuşturmak istemiş de bunu Peygamber (s.a.)'e sormuş. (Hz.

r3331

Peygamber de) ona, azad etmeye kadından önce erkekten başlamasını emretmiş.

(Bu hadisin râvilerinden) Nasr (b. Ali) dedi ki: (Bu hadisi) Ebu Ali el-Hanefî, bana

[334]

Ubeydullah'dan nakletti.
Açıklama

Hz. Peygamber Hz. Aişe'ye kölelerinden önce erkeği sonra da kadım azad etmesini
emretmiştir. Bu emir müstehaplık ifâde eder. Binaenaleyh kan-koca durumunda olan
iki kölesini azat etmek isteyen bir kimsenin önce erkeği, ondan sonra onun karısını
azafetmesi müstehabtır. Bu sıraya uymakla köle ile câriye arasındaki nikahı feshten
kurtarmış olur. Çünkü bilindiği gibi kadın kocasından önce hürriyete kavuşturulacak
olursa nikahları fesholur. Fakat, erkeğin kadından önce hürriyete kavuşturulmasında
nikahın bozulması söz konusu değildir.

Bu bakımdan Rasûl-i Ekrem efendimiz Hz. Aişe'ye azadetmek istediği kölelerinden
önce erkeği sonra da karısını hürriyete kavuşturmasını tavsiye etmiştir. Sindî'nin de
ifâde ettiği gibi kan-koca durumunda olan iki kölenin ikisinin birden hürriyete
kavuşturulmasıyla da nikahları korunmuş olursa da Rasûl-i Ekrem efendimiz erkeğin

D351

faziletine binaen onu kadına takdim etmiştir.

22- 23 (Gayri Müslim) Karı-Kocadan Birinin Müslüman Olması

2238. ...İbn Abbas'dan rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.) zamanında bir adam
müslüman olup (Hz. Peygamberin huzuruna) gelmiş sonra müslüman olarak karısı da
(çıkıp) gelmiş (adam):

Ey Allanın Rasûlü, bu da benimle beraber müslüman oldu, deyince (Hz. Peygamber)

r3361

kadını ona iade etmiştir.



Açıklama



Müşrik karı-koca birlikte müslüman olurlarsa eski nikahlan geçerli olarak kalır.
Neseben veya süt yoluyla kardeşlik gibi nikahı ibtal eden bir durum yoksa onların eski
nikahlan geçerli sayılır. Bu nikahın, şartlarına uygun olarak kıyılıp kıyılmadığını

[3371

araştırma yoluna gidilmez.

2239. ...İbn Abbas (r.a.)dan; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) zamanında bir kadın
müslüman olmuş da evlenmişti, ilk kocası Peygamber (s.a.)'e geldi ve;
Ey Allah'ın RasûTü, ben müslüman olmuştum. (Bu da) benim müslüman olduğumu
biliyordu (böyleyken gidip bir başkasıyla evlendi) dedi. Bunun üzerine Rasûlullah

r3381

(s.a.) o kadım sonraki kocasından ayırıp ilk kocasına iade etti."
Açıklama

Bu hadis-i şeriften anlaşılıyor ki eğer müşrik karı-koca birlikte müslümanlığı kabul
edecek olurlarsa eski nikahları geçerli olur. Yeniden bir nikah kıymak gerekmez. Karı-
koca beraberce müslüman oldukları halde kadın gidip de bir başkasıyla evlenecek
olursa, bu evlilik bâtıl olduğundan geçersiz sayılır ve kadın yeni kocasından ayrılarak
eski kocasına iade edilir. Müşrik karı-koca islâmiyeti zifafa girip cinsi münâsebette
bulunduktan sonra kabul etmiş bile olsalar, yine de kadın yeni kocasından ayrılır ve
eski kocasına iade edilir. Bu mevzuda ittifak vardır.

Hanbeli ulemâsından İbn Kudâme bu mevzuda şunları söylüyor: "Kan-kocadan birisi
cinsi münâsebette bulunduktan sonra müsîüman olduysa, bu mevzuda imam
Ahmed'den iki görüş rivayet edilmiştir:

1. Kadının iddeti bitinceye kadar, kocası da müslüman olursa eski nikahlan geçerli
olur. Fakat eğer bu iddet süresi içerisinde diğeri müslümanlığı kabul etmezse nikahlan
sona erer. Dinlerinin ayrıldığı andan itibaren evlilik hayatlarının da sona erdiği kabul
edilir. Dolayısıyla kadının yeniden evlenmek için yeniden bir iddet beklemesine de
gerek kalmaz, ez-Zührî üe el-Leys, el-Evzaî, eş-Şâfiî, İshak ve îmanı Muhammed, bu
görüştedirler:

2. Dinleri ayrıldığı andan itibaren nikahlan bozulmuş olur. Hasen, Tavus, İkrime ve
Katâde bu görüştedirler.

Hanefî imamlarından imam Muhammed diyor ki, kadın müslüman olup kâfir olan
kocası da islâm memleketinde olursa, önce kocasına islâmiyeti kabul etmesi teklif
edilir. Eğer müslüman olursa kadın kendisinin karışıdır. Şayet koca müslümanhğı
kabul etmeyip reddederse, kadın kendisinden alınır ve bu ayırma kesin boşanma

r3391

hükmündedir. Ebu Hanife ve İbrahim en-Nehafnin görüşleri de budur.
İmam Mâlik'e göre ise eğer erkek karısından önce müslüman olmuşsa karısına
müslümanhk teklif eder, eğer kadın müslümanhğı kabul ederse eski nikahlan devam
eder. Aksi takdirde nikahları fesh edilir. Eğer kadının nerede olduğu bilinmiyorsa,
erkeğin islâmiyet! kabul ettiği anda nikah bozulmuş olur. Eğer kadın erkekten önce
müslümanhğı kabul etmişse, eski nikah kadının iddeti sona erinceye kadar devam
eder, iddet süresi sona erince nikah da sona erer.



Bir kadınla kocanın nikahlı oldukları malum iken, kadın nikahlarının bozulduğunu,
erkek de aksini iddia etse, erkeğin sözüne itibar edilir. Kadının sözü ise reddedilir.
Müşriklerden bir karı-kocanın ikisi birden müslüman olması halinde de hüküm
böyledir. Bu mevzuda ulema görüş birliği içerisindedirler.

Eğer kadın kocasıyla zifaf olup cinsi münâsebette bulunduktan sonra müslüman
olursa, iddet süresi bitinceye kadar bekler, eğer bu süre içerisinde kocası da müslüman
olursa, eski nikahları devam eder. Aksi takdir-de nikahları feshedilir. ez-Zühri ile
Şafiî, Ahmed ve İshak bu görüştedirler. İmam Mâlike göre ise, "Eğer müşrik bir erkek
müşrike olan karısından önce müslüman olursa, karısına müslüman olmayı teklif eder,
eğer kabul ederse eski nikahları devam eder aksi takdirde nikâhları bozulur. Bu
mevzuda Süfyân es-Sevrî de şunları söylüyor: "Eğer müşrike bir kadın, müşrik
kocasından önce müslüman olursa kocasına müslümanhk teklif eder. Kocası bu teklifi
kabul ederse eski nikahları devam eder, aksi takdirde nikahları feshedilir. Sözü geçen
karı-koca dâr-ı islâmda olmaları şartıyla Hanefi uleması da Süfyan es-Sevrî'nin bu
görüşünü savunmaktadırlar. Fakat kadın müslüman olur da kocası dâr-i harb'e kaçar
giderse, aralarında din farkı bulunduğu için kadın ondan ayrılmış olur. Müşrik bir karı-
koca dar-ı harbde iken kadın müsîüman olur ve ikisi de orada kalmaya devam edip
dar-ı İslama gelmezlerse, veya sadece birisi dar-ı islâma gelip diğeri yine dar-ı harbte
yaşamaya devam ederse, kadının iddet süresi bitinceye kadar beklenir, bu süre
içerisinde erkek müslüman olursa, o zaman karısına dönme hakkı vardır, aksi takdirde

[3401

dönme imkânı yoktur.

23-24. Karısından Sonra Müslüman Olan Bir Kimseye Karısı Ne Zaman Geri
Verilir?

2240. ...îbn Abbas (r.a.)'den; demiştir ki: Rasûlullah (s. a.) kızı Zeyneb'i Ebu'l-As b. er-

13411 "

Rebi'a önceki nikahı ile geri verdi, yeniden nikah kıymadı.

(Râvi) Muhammed b. Amr bu hadisi, (Rasuî-i Ekrem kızı Zey-nebi Ebu'l-As'a Hz.
Zeyneb'in Medineye hicretinden) altı sene sonra geri verdi diye rivayet etti. el-Hasen
b. Ali (ise, bu hadisi Rasûlullah Hz. Zeyneb'i müslüman hanımların müşriklerle
evlenmesini yasaklayan âyetin inmesinden) "iki sene sonra (iade etti)" diye rivayet
0421

etti.

Açıklama

Hz. Zeyneb, Hz. Muhammed'in kızlarının en büyüğü ve ilk evlâdıdır. Hz.
Hatice'den dünyaya geldiği vakit Efendimiz henüz 30 yaşlarında idiler. Rasûlullah
(s.a.) onu kendi teyze oğlu, yani Hz. Hatice'nin kızkardeşi Hâleh bint Huveylid'in oğlu
Ebul-As b. Rabi ile evlendirmişlerdi. Ebu'l-As Lekît b. Rabi' Bedir savaşında müs-
lümanlar tarafından esir edilmiş ve Hz. Zeyneb'in fidye olarak gönderdiği gerdanlık
karşılığında serbest bırakılmıştı. Lekit b.Rabi Mekke'ye dönünce Hz. Zeynebi serbest
'bırakarak! Medine'ye gönderdi.

Mekke'nin fethinden az önce kendisi de müslüman oldu. Musannif Ebu Davud'un
Şeyhlerinden Muhammed b. Amr'in rivayetinde Rasûl-i Ekrem'in Hz. Zeyneb'i Ebul-



As'a, Hz. Zeyneb'in Medine'ye hicretinden altı sene sonra gönderdiği ifade edilirken,
el-Hasen b. Ali'nin rivayetinde müslüman kadınların müşriklerle evlenmesini
yasaklayan "eğer onlann (gerçekten) inanmış olduklarını anlarsanız, onları kâfirlere

£3431

geri göndermeyin" âyetinin inmesinden iki sene sonra gönderdiği ifade

edilmektedir. Bu iki ifadeden çıkan netice aynıdır. Çünkü bu âyet-i kerime hicretin
altıncı yılında Hudeybiye musâlahasmdan sonra nazil olmuştur. Bu âyetin nüzûluyle
Hz. Ebu'l-As'm müslümanlığa girişi arasında iki yıl vardır. Hz. Zeyneb'in Medine'ye
dönmesinden Hz. Ebu'l-As'm müslümanlığa girişi arasında ise, altı yıl vardır.

13441

Binaenaleyh bu iki rivayet arasında herhangi bir. çelişki söz konusu değildir.
Bazı Hükümler

1. Eşlerin birinin islam ülkesinde diğerinin de küfür diyarmda bulunması onların
nikahına zarar vermez. Çünkü Rasûlullah (s. a.) kızı Zeyneb'i "ortak koşan erkeklerle

1345]

de inanmcaya kadar (kadınlarınızı) evlendirmeyin..." âyet-i kerîmesi inmeden
önce evlendirmişti. Hz. Zeyneb müslüman olduktan sonra Bedir savaşını müteakib
Medine'ye hicret etti. Hz. Ebu'l-As da Mekke'de kaldı. Fakat nikahlarına bir zarar
gelmedi. Daha sonra Hz. Ebu'l-As da müslümanlığa girince, Rasûl-i Ekrem yeni bir
nikaha lüzum görmeden Hz. Zeyneb'i ona iade etti.

2. Bir kadın kocasından önce müslüman olursa daha sonra kocası müslüman olunca
yeni bir nikaha lüzum kalmadan onunla birleşebilir. Çünkü eski nikahları bakidir.
Kadın müslüman olduktan sonra iddetini bekleyip bitirmiş bile olsa, durum yine
aynıdır. Çünkü Hz. Zeyneb, Hz. Ebu'l-As'dan ayrılıp Medine'ye geldikten sonra altı
sene beklemiş, ondan sonra yeniden bir nikâh kıyılmadan kocasına dönmüştü. Hz. Ali
b. Ebi Talib ile İbrahim en-Nehaî, Hammâd b. Ebî Süleyman, ve zahiriye ulemasının
bir kısmı bu görüştedirler. Delilleri ise, mevzumuzu teşkil eden Ebü Dâvud hadisidir.
Halef ve seleften ulemânın büyük çoğunluğuna göre karısı kendisinden önce
müslüman olan bir kimse henüz karısının iddeti sona ermeden müslüman olursa yeni
bir nikaha, mehre lüzum kalmadan eski nikahla karısına dönebilirse de iddeti bittikten
sonra müslüman olursa, eski nikahla karısına dönemez. Onunla hayatını
birleştirebilmesi için yeni bir nikah gerekir.

Delilleri ise, "Rasûlullah (s. a.) kızı Zeyneb'i (kendisinden sonra müslüman olan

[3461

kocası) Ebu'l-As b. er-Rebî'e yeni mehir ve yeni nikah ile iade etti" hadisidir.

Ancak Ahmed b. Hanbel bu hadis-i şerifi rivayet ettikten sonra şöyle demiştir;

"Bu hadis zayıftır, yahutta asılsızdır. Çünkü bu hadisin râvisi el-Haccac Amr

[3421.

b.Şuayb'den hadis işitmemiştir" İmam-Tirmiziıde bu hadis hakkında "bu hadisin

'13481
senedinde bazı söylentiler vardır" demiştir.

Cumhuru ulemâya gelince, onlar da kendi görüşlerini şu şekilde savunmaktadırlar; Hz.
Zeyneb'in kocasından ayrı kaldığı süre içerisinde id-detinin sona ermeden devam
etmiş olması mümkündür. Çünkü bazı hastalıklardan dolayı bir kadının iddetinin
yıllarca sürmesi olağandır. İbn Ha-cer'in beyânına göre bu mevzuda cumhurun



görüşüne uygun olan izah tarzı şudur: "Hz. Peygamber'in, Hz. Zeyneb'i kocası Ebu'l-
As'a yeniden nikah kıymaya lüzum görmeden iade ettiğini tesbit eden İbn Abbas
hadisi (yani konumuzu teşkil eden hadis)'dir. Tirmîzi ve imam Ahmed'in rivayet ettiği
Hz. Peygamberin Hz. Zeyneb'i kocasına yeni bir nikah ve mehirle iade ettiğini ifade
eden hadise tercih edilir. Ancak Hz. Peygamber'in yeniden nikah kıymadan ve mehir
tesbit etmeden Hz. Zeyneb'i kocasına i etmesinin sebebi onun iddetinin henüz sona
1349]

ermemiş olmasıdır.

24-25. Dörtten Fazla Hanımla Ya Da İki Kız Kardeşle Evli İken Müslüman Olan
Bir Kimsenin Durumu

2241. ...El-Hâris b. Kays'dan; demiştir ki: "Ben (nikahlım olarak) yanımda sekiz tane
kadın varken müslüman olmuştum. Bunu Peygamber (s.a.)'e anlattım. Rasûlullah
(s.a.);

T3501

"Bunlardan dördünü (kendine) seç (diğerlerini bırak)" buyurdu.
Ebu Davud dedi ki: "Bize bu hadisi Ahmed b. İbrahim de Hü-seym'den (naklen)
rivayet etti ve Ahmed b. İbrahim (bu hadisin senedinde zikredilen) el-Haris b. Kays'm
yerinde Kays B. el-Hâris (vardır senedin bu şekilde düzeltilmesi gerekir) dedi. Ahmed

[35ü

b. İbrahim, Kays b. el-Haris'i kasdederek: "Doğrusu budur" dedi.
Açıklama

Müslümanlığı kabul etmeden önce dörtten fazla hanımla evli olan bir kimsenin
müslüman olduktan sonra bunlardan dört tanesini seçip yanında bırakması, diğerlerini
de terketmesi icabeder. Yanında bırakacağı hanımları seçerken uyması gereken
herhangi bir kural yoktur. Bu hususta tamamen kendi arzusu ve istekleri doğrultu-
sunda hareket eder. Bu hanımların tümünün nikahının bir anda kıyılmış olmasa o
kimsenin tercih hakkına tesir etmediği gibi o hanımların birinin veya bir kaçının
nikahının diğerlerinden önce kıyılmış olması da önemli değildir.
Hadisin senedinde bulunan el-Hadis b. Kays bazı rivayetlerde maklûb olarak Kays b.
el-Hâris şeklinde geçmektedir. Musannif Ebu Davud'un da ifade ettiği gibi Ahmed b.
İbrahim bu râvinin esas isminin Kays b*. el-Hâris olduğunu söylemiş ve Musannif da
Ahmed b. İbrahim'in bu sözünü nakletmekle bu rivayeti tasvib ettiğini ifade etmek
istemiştir. Nitekim İbn Hibbân da Ahmed b. İbrahim'in bu rivayetini esas alarak sözü
geçen râvinin isminin Kays b. el-Haris olduğunu ve bu zatın Hz. Peygamberle sohbet
ettiğini söylüyor. Fakat Hafız İbn Hacer, el-İsâbe isimli eserinde, bu zatın isminin el-
Haris b. Kays olduğunu hadis ulemasının büyük çoğunluğunun da bu görüşü
benimsediklerini, Buhâri, İbnu's-Seken gibi hadis ulemasının kesinlikle bu görüşü

£3521

savunduklarını söylüyor.

2242. ...(Önceki hadisin) manasını Ahmed b. İbrahim de Küfe kadısı Bekr b.
Abdurrahman, İsa b. el Muhtar, İbn Ebî Leylâ, Humadsa b. eş-Şemerdel senediyle



T3531

Kays b. el-Hâris'den rivayet etmiştir.



Açıklama

Musannif Dâvud bu hadisi önceki hadisin sonunda geçen, "bu râvinin ismi el-Haris b.
Kays değil, Kays b. el-Haris'dir" mânâsına gelen Ahmed b. İbrahim'in rivayetini
takviye için nak-letmiştir. Gerçi bu hadisi Ebu Davud'un naklettiği senetle Beyhakî de
rivayet etmiş, fakat söz konusu râvinin Kays b. el-Haris değil, el-Haris b. Kays

£3541

olduğunu ifâde etmiştir.
Bazı Hükümler

1. Kâfirlerin müslüman olmadan önceki nikahları müslüman olduktan sonra da
geçerlidir. Çünkü Hz. Peygamber el-Haris b. Kays'm müslüman olmadan önceki
nikâhını müslüman olduktan sonra da geçerli kılmış, bu nikahın daha önce şartlarına
uygun olarak kıyılıp kıyılmadığı üzerinde durmamıştır.

2. Müslümanlığa girmeden önce dörtten fazla hanımla evli bulunan bir kimsenin
müslümanlığa girdikten sonra bunlardan dört tanesini kendine seçip diğerlerini
bırakması icâbeder.

İmam Mâlik ile imam Şafiî, Ahmed, el-Leys, İshak, Hasen el-Basrî ve Muhammed b.
el-Hasen bu görüştedirler. Delilleri ise, mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifle

D551

"onlardan dördünü (kendine) seç diğerlerini de terket" mealindeki hadis-i şeriftir.
İmam Ebu Hanife ile Ebu Yusuf, es-Sevrî, el-Evzaî ve ez-Zührî'ye göre ise, bir
kimsenin müslümanlığı kabul etmeden önce İslama aykırı olarak kıyılan nikahı
müslümanlığı kabul ettikten sonra geçerli olamaz. Eğer bir kimse dörtten fazla kadınla
evliyken müslümanlığı kabul edecek olursa, bu kimse ilk önce nikahlamış olduğu dört
kadını yanında tutup diğerlerinden ayrılır. Eğer hanımlarının hepsini bir anda
nikahlamış idiyse hanımlarının hepsinin nikahı bâtıl olur.

3. Bir kimsenin dört kadından fazlasını nikahı altında bulundurması caiz değildir.
Halef ve seleften ulemanın büyük çoğunluğu bu görüştedir. Delilleri ise "...

r3561 ^ " ' r3571

kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın.. " mealindeki âyet-i kerimedir.

2243. ...ed-Dahhâk b. Feyrûz, babası (Feyrûz)'dan; demiştir ki: (Ben Rasûl-i Ekreme
hitaben):

Ey Allanın Rasulü, ben nikahımda iki kızkardeş varken müslüman oldum, dedim de
(Rasûl-i Ekrem de);

T3581

"Onlardan istediğin birini boşa!" buyurdu.
Açıklama

Bu hadis-i şerif bir kimsenin iki kızkardeşi nikahı altında bulundurmasının haram
olduğunu ifade etmektedir. Nitekim "... ve iki kız kardeşi bir arada almanız da size



13591

haram kılındı.."

mealindeki âyet-i kerîme de bunu ifade etmektedir. Bu bakımdan ulema bir kimsenin
iki kız kardeşi birden nikahı altında bulundurmasının haram olduğunda icma
etmişlerdir.

Eğer bir kimse iki kız kardeşle birlikte evliyken müslümanhğı kabul edecek olursa,
onlardan beğendiği birini kendisine seçip diğerini de terketmesi icâbeder. Bunlardan
birinin daha önce veya daha sonra nikahlanmış olması seçmede ona bir öncelik hakkı
tanımadığı gibi her ikisinin bir anda nikahlanmış olması da erkeğin tercih hakkını
etkilemez. İmam Mâlik ile Şafiî, Ahmed, el-Hasen el-Evzaî ve İshak da bu
görüştedirler. Delilleri ise, mevzumuzu teşkil eden hadistir.

İmam Ebu Hânife ile Ebû Yusuf, es-Sevri ve bazı kimselere göre ise, "Eğer bu kimse
iki kızkardeşle ikisine birden bir nikah kıyarak evlenmişse o kimsenin müslüman
olmasıyla ikisinin birden nikahları bâtıl olur, fakat onlarla ayrı ayrı zamanlarda kıydığı
iki nikahla evlenmişse ilk evlendiği kadının nikahı devam eder, ikincinin nikahı bâtıl
olur. Binaenaleyh onlardan ilk evlendiğini yanında tutup ikinciyi bırakması icâbeder.
r3601



25-26. Anne Babadan Biri Müslüman Olunca Çocuk Hangisinin Yanında Kalır?

2244. ...Râfi b. Sinan'dan rivayet olunduğuna göre kendisi müslüman olmuş, karısı ise

müslüman olmayı kabul etmemiş ve|(ha-nımı)ı Peygamber (s.a.)'e gelip;

(Bu) benim kızım (olmaya daha lâyık)dır. (Çünkü o) sütten kesilmiş ya da öyle

sayılabilecek (yaşta küçük bir kız)dır, demiş. Râfı de:

(Bu) benim kizımdır, demiş. Bunun üzerine Peygamber (s. a.) Rafi'a;

"Sen bir köşeye otur", hanımına da "Sen de bir köşeye otur" buyurmuş. Kızcağızı da

aralarına oturtmuş. Sonra;

"Onu çağırın!" (bakalım) buyurmuş. (Her ikisi de çocuğu yanlarına çağırmaya
başlamışlar). Kız önce annesine yönelmiş. Bunun üzerine Peygamber (s.a.);
"Ey Allahım onu (doğruya) ilet" diye dua etmiş ve çocuk, babasına (gitmek için)

[3611

yönelmiş. (Babası da) onu (tutup) almış.
Açıklama

Kendisi müslüman olduğu halde karısı müslümanhğı kabul etmeyen kimsenin o
kadından dünyaya gelmiş bir çocuğu varsa, bu çocuğu annesine teslim etmek caizse de
müslüman olduğu için babasına teslim etmek daha evlâdır. Karı kocadan birinin kâfir
olması hâlinde çocuğun bunlardan müslüman olana teslimi tercih edilir. Hanefi
ulemasıyla Ebu Sevr ve Maliki ulemâsından Ibnu'l-Kâsım bu görüştedirler. Delilleri
bu hadis-i şeriftir.

İmam Malik ile Şâfıı ve Ahmed'e göre ise, küçük bir çocuğu kâfir bir anne veya
babanın velayetine teslim etmek asla caiz değildir. Çünkü Allah teâlâ Kur'an-ı

1362]

Keriminde "ve Allah müzminlere karşı kâfirlere asla yol vermeyecektir"
buyurmuştur. Çünkü kâfir çocuğu dininden döndürür, bu ise çocuğa yapılabilecek



zararların en büyüğüdür. Bu görüşte olan ulemâya göre, çocuğun kâfir olan annesine
ya da kâfir olan babasına tesliminin caiz olduğunu ifâde eden ve konumuzu teşkil eden
hadis-i şerif muzdaribdir. Her ne kadar bu hadisi Nesaî ile İbn Mace de rivayet etmiş-
lerse de Sindî "bu hadisin senedi zayıftır", Darekutnî, "bu hadisin râvile-rinden
Abdulhamid b. Seleme, onun babası ve dedesinin kimlikleri meçhuldür diyerek bu
rivayetlerin hükme mesned olma niteliğinden yoksun, zayıf rivayetler olduğunu ifâde
D631

etmiştir.

Aksi görüşü savunan Hanefi ulemasına göre bu mevzuda gelen hadislerin birini
diğerine tercih imkanı vermeyecek şekilde ve biri diğerinden farklı olarak rivayet
edilmiş olması bu olayın ayrı ayrı zamanlarda farklı şekillerde tekerrür ettiğini gösterir
ki bu durumda hadislerde ızdırap bulunduğundan bahsedilemez. Binaenaleyh her ne
kadar çocuğu anne ve babasından müslüman olana vermek daha iyiyse de kâfir
olanına vermek de caizdir. Bu meseleyi ileride ayrıntılı olarak ele alacağız inşallah.
[3641

26-27. Lian

Lian: Lügatte lanet kökünden lâane fiilinin masdarı olup kovmak ve uzaklaştırmak

P651

anlamına gelir. Nitekim "kıyamete kadar lanetim senin üzerinedir." âyet-i
kerimesinde "la'net" kelimesi bu mânâda kullanılmıştır.

Dini bir terim olarak liân, şehâdet ehlinden olan bir kocanın yine şehâdet ehlinden
olan karısına zina isnad edip ya da şâhid bulunmaması hâlinde hâkim ve bir cemaat
huzurunda erkek ile kadının özel nitelikteki lânetleşmeleridir. Lânetleşme şöyle icra
edilir:

Karı-kocadan her biri dörder defa Allah (c.c.)'a yemin ederek kendisinin doğru ve
eşinin yalancı olduğunu söyler. Beşinci de ise, kendisinin yalan ve eşinin de doğru
söylemiş olması hâlinde Allah'ın lanetinin kendi üzerine olmasını ister. Lânetleşmenin
bu şekilde sona ermesiyle hâkim onları ayırır ve bu bir bâin talak sayılır. Hanefi
imamlarından imam Züfer'e göre ise, hâkimin tefrikma lüzum kalmadan eşler ebedî
olarak ayrılmış olurlar.

H661

Bu meseleyi 2250 numaralı hadisin şerhinde tekrar ele alacağız.

2245. ...Sehl b. Sa'd es-Sâidî dedi ki; Uveymir b. Eşkar el-Aclânî, Asım b. Adiyy'e
gelerek;

Ey Asim, karısını (yabancı) bir erkekle yakalayan adam hakkında görüşün nedir? O,
onu (zaniyi) öldürecek, siz de onu mu öl-düreceksiniz?! yoksa nasıl hareket edecek?
Ey Asım, bunu benim için Rasûlullah (s.a.)'e soruver, dedi. Asım da (bunu) Rasûlullah
(s.a.)'e sorunca, Rasûlullah Sallâllahu aleyhi ve sellem (bu) suallerden hoşlanmadı ve
(bu şekilde sorular sormayı) ayıpladı. IHatta Rasûlullah (s.a.)'den işittikleri Asım'm
ağrına gitti. Asım evine dönünce Uveymir onun yanma gelip;
Ey Asım, Rasûlullah (s. a.) sana ne cevâp verdi? dedi. Asım da;
Sen bana hayır getirmedin. Rasûlllah (s. a.) sorduğum meseleden hoşlanmadı deyince
Uveymir;



Allah'a yemîn olsun ki bunu ona sormaktan vazgeçmeyeceğim, karşılığını verdi.
Derken Uveymir kalkıp halk arasında bulunan Rasûlullah (s.a.)'in yanma geldi ve;
Ey Allah'ın Rasülü, ne buyurursun, bir adam karısının yanında birini bulursa, onu
öldürür siz de kendisini mi öldürürsünüz, yoksa ne yapar? diye sordu. Bunun üzerine
Rasûlullah salâllahu aleyhi ve sellem;

"Senin ve hanımın hakkında Kur' an âyeti indirildi git onu getir." buyurdu. Sehl dedi
ki: "Ben halk ile birlikte Rasûlullah (s.a.)'in yanında iken onlar da
lânetleştiler." (lânetleşmeyi) bitirdikleri zaman Uveymir;

Ey Allah'ın Rasûlü, eğer ben onu (nikâhım altında) tutacak olursam, onun hakkında
yalan söylemiş duruma düşerim, dedi ve daha Rasûlullah ona (hanımmı boşaması için)

0671

emir vermeden önce onu üç (talâkla) boşadı.

r3681

İbn Şihâb; "Artık bu, liân yapanların âdeti olmuştur," dedi.
Açıklama

"Liân yapan karı-koca Allah'ın rahmetinden yahut birbirlerinden uzaklaştıkları ve liân
yapan erkek beşinci defa da kendine lanet ettiği için bu fıîle liân ismi verilmiştir.
'Namaza bazan rüku' ve sücûd denildiği gibi burada da cüz'ü zikirle küll kastedilmiştir.
Liânm şer'i mânâsı Hanefîlere göre; Lanetle beraber yeminlerle te'kîd olunan
şehâdetlerdir. Liân için şehâdete ehil olmak şarttır. Binâenaleyh liân ancak hür, âkil,
baliğ ve kendilerine kazif haddi vurulmamış iki müs-lüman arasında cereyan eder.
Eimme-i selâse yâni imâm Mâlik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel liânı, şehâdet lâfzı ile
te'kîd edilen yeminler, diye tarif etmişlerdir. Onlarca liân-da şehâdete değil, yemine
ehil olmak şarttır. Bu halde müslüman bir erkekle kâfir olan karısı arasında liân
cereyan ettiği gibi, kâfir olan karı-koca arasında da liân yapılabilir.
Nevevî'nin beyânına göre ulemâ: "Liânla Kasâme'den başka müteaddit defa yapılan
yemîn yoktur. Davacıya da yalnız bu iki yerde yemîn verdirilir" demişlerdir. Liânm
hikmeti, şartları, sebebi, rüknü ve hükmü vardır.

Hikmeti: Nesebi korumak ve kadına teveccüh eden kötü ithamı def etmek gibi
şeylerdir.

Şartları: Hanefîlere göre nikâh-ı sahîh ile evli bulunmak, erkeğin iddiasını isbât için
beyine getirememesi kadının inkârı ve liân talebi, kadının namuslu olması, akıl, islâm,
bulûğ, hürriyet, dilsiz olmamak, kazif sebebiyle hadd vurulmuş olmamak ve karı-
kocanm islâm diyarında bulunmalarıdır. Diğer mezheplere göre islâm ve hürriyet şart
değildir.

Sebebi; Kaziftir. Kazf: Namuslu bir kadına zînâ isnadında bulunmaktır. Bunun cezası
hür için seksen, köle için kırk dayaktır. Zinayı kendi karışma isnâd edip de beyyine
getiremeyen yalancı erkek hakkında hadd-i kazif (yâni kazif cezası, dayak) yerine liân
meşru' olmuştur. Liân yalancı zevce hakkında zînâ cezası yerine geçer.
Rüknü: Liândan sonra cinsî münâsebetin haram olmasıdır.

Liân; kitâb, sünnet ve icma-ı ümmetle sabittir. Kitabdan delili; "Kanlarına iftira atıp da
kendilerinden başka şâhidleri bulunmayanlardan her-birinin şehâdeti, Kendinin
hakîkaten doğru söyleyenlerden olduğuna dört defa Allah'a şehâdet getirmesidir...
Kadından da azabı kocasının hakîkaten yalancılardan olduğuna dört defa Allah'a
şehâdette bulunması, beşincide; Eğer kocası doğru söyleyenlerdense Allah'ın



[3691

gazabının kendi üzerine olmasını söylemesi defeder." âyetleridir. Kaadî Iyâz liân
kıssasının hicretin dokuzuncu yılı şa'bân ayında vuku' bulduğunu İbn Cerîrıet-
Taberî'den nakletmiştir. Sünnetten delili: Babımızın hadîsleridir. Liânm sıhhatine ule-

T3701

mâ icma' etmişlerdir."
Bazı Hükümler

1. Bir kimse başına gelen yüz kızartıcı bir işin hükmünü ulemaya sormak
mecburiyetinde kaldığı zaman onu bizzat kendisi sormalı, başka birini aracı
etmemelidir. Sırrını muhafazası bakımından ihtiyata uygun olan budur.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz, vereceği hükümlerin Allah tarafından kanunlaştırılacağı ve
dolayısıyla ümmetinin üzerine yeni sorumluluklar getireceği korkusuyla kendisine
fazla soru sorulmasını arzu etmezdi. Bu bakımdan seleften bir cemaat bir kimsenin
henüz kendi başına gelmeyen bir meselede soru sormasını mekruh saymışlardır. Fakat
ulemânın büyük çoğunluğu aksi görüştedirler. Çünkü Ashâb-ı kirâm'm, hakkında
vahiy bulunmayan pek çok meseleleri Rasûl-i Ekrem'e sordukları tarihî bir gerçektir.

2. Bir âlimin kendisine sorulan bir soruya cevâp vermekten kaçınması o sorunun
cevâbını öğrenmek için o âlime soru sormakta isrâr etmeye mânı olmaz. Bir çaresini
bulup o meseleyi tekrar o ilim adamına sormakta bir sakınca yoktur.

3. Bir kimse evinde öldürdüğü bir erkeği, karısıyla zînâ ederken yakaladığı için
öldürdüğünü iddia etse, bu iddiası kabul edilmez. Çünkü eğer bu iddia kabul edilecek
olursa, o zaman herkes öldürmek istediği kimseyi evine çekip öldürür ve ona zînâ
isnâd ederek kendisini kurtarma yoluna gider. Böylece pek çok kimsenin kanı heder
olur. Şafiî ulemâsından Nevevî'nin beyânına göre bir kimseyi evinde öldürüp de zînâ
ederken yakaladığı için öldürdüğünü iddia eden bir kimsenin kısas edilip edilmemesi
hakkında ulemâ ihtilâf etmişlerdir. Cumhura göre bu kimsenin iddiası kabul edilmez.
Kısas yapılır, ancak zînâyı dört erkek, âdil şahitle isbât eder, öldürülen şahıs da evli
olursa, yahut ölenin mirasçıları itirafta bulunurlarsa, kısas lâzım gelmez. Bu mesele
Allah ile öldüren arasında gizli kalmışsa, katil sözünde doğru olmak. şartıyla kendisine

£3211

hiçbir manevî sorumluluk terettüb etmez. Doğrusu da budur.

4. İki zarardan hafif olanı ağır olana tercih etmek gerekir. Binâenaleyh kıskançlığın
sevkedeceği kati fiiline sabrın zorluğu ve acılığı tercih edilir. Çünkü her ne kadar sabır
zor ve acı ise de kıskançlığın şevkiyle adam öldürmenin getireceği zarar daha
büyüktür. Allah teâlâ insanları, bu gibi zararlı kadınların şerrinden kurtarmak için
talâkı ve Hânı meşru' kılmıştır.

5. Liân meşru' kılınmıştır. Liân vâcib, mekruh ve haram olmak üzere üç kısma ayrılır:

a. Adam karısını zînâ halinde yakalar veya kadın zînâ ettiğini itiraf ederse ve zînâ
olayı adamın karısına hiç yaklaşmadığı bir temizlik döneminde vukua gelmişse ve
adam bu iddiasından sonra da karısına hiç yaklaşmadığı halde kadın hâmile çıkarsa,
adamın bu çocuğun kendisine âit olmadığını isbât etmek için liân yoluna başvurması
üzerine vâcib olur.

b. Bir kimse, kendi hanımının yanma, yabancı bir kimsenin girdiğini görür ve zann-ı
galibi ile onunla zînâ ettiğine inanırsa, o zaman lîan yoluna başvurması kerahetle
caizdir. Liân yoluna başvurmaması daha iyi olur. Çünkü liân yoluna başvurmadığı



takdirde sırrını ifşa etmemiş olur. Binâenaleyh bu durumda liân yolunu değil, talâk
yolunu tercih etmesi daha iyi olur.

c. Bu iki durum dışında liân yoluna başvurmaksa haramdır. Karısının zina ettiği
dedikodusu yaygınlaşan bir kimsenin liân yapmasının caiz olup olmadığı meselesinde
Şafiî ulemâsıyle imâm Ahmed'den iki görüş rivayet edilmiştirl.

6. Liân hükümet reisinin veya hakimin huzurunda ve onların emriyle yapılır. Kan-
koca kendi arzu ettikleri bir kimsenin huzurunda liân yaparlarsa bu liân geçerli
olamaz. Çünkü liân şiddetli bir cezadır. Bu şiddetin gerçekleşmesi hâkimin
bulunmasıyla olur. Nevevî liânın üç şekilde yâni zaman, mekân ve kalabalık
unsurlarıyla şiddetlendirildiğini söyler. Zaman itibariyle şiddetli liân ikindiden sonra
yapılandır. Mekândan murâd; O yerin en şerefli mevkiîdir. Kalabalığın en azı dört
kişidir. Yine Nevevî: "şu şiddetli hev'ilerin vâcib mi yoksa müstehâb mı olduğunda
ulemâmız arasında hilaf vardır; esah olan kavle göre müstehâbdır" demektedir.

7. Ebû Hanîfe'ye göre mücerred Hânla ayrılma tahakkuk etmez. Karı ile kocanın
biribirlerinden ayrılmaları hakimin hükmü ile olur. Çünkü bir rivayette "Onu boşa!"
buyurulduğu gibi, babımız rivayetlerinin birinde de "sonra onların aralarını ayırdı"
denilmektedir. Mamafih Hânla kadının cimâı haram olur. Sevrî ile İmâm Ahmed'in
mezhebleri de budur. Mâlikîlerden bu hususta dört kavil rivayet olunur:

Birinci kavle göre, ayrılma ancak karı-kocanm beraberce lânetleşme-Ieriyle tahakkuk
eder.

İkinci kavil îmâm Mâlik'in "el-Muvatta"' adlı eserindeki sözünün zahiridir. Bu kavle
göre ayrılık erkeğin Hânı ile olur. Mezkûr kavli Asbâğ rivayet etmiştir.
Üçüncü kavil Mâlikîlerden Sahnûn' undur. Buna göre ayrılık, kadın Hâna yanaşmazsa
kocasının Hânı ile olur.

Dördüncü kavle göre kadın Hân yaparsa, ayrılık kocasının liânıyla tamam olur.
Mâlikîlerden Ebû'l-Kâsim buna kail olmuştur. Hâsılı İmâm Mâlik'in mezhebine göre
karı ile kocanın ayrılmaları hâkimin hükmüne bağlı olmadığı gibi, erkeğin boşaması
da şart değildir. Leys, Evzâî, Ebû Ubeyd ve Hanelilerden İmâm Züfer'in mezhepleri
de budur.

İmâm Şafiî'ye göre ayrılık erkeğin liânıyla olur. Anlaşılıyor ki: îmâm-ı Azam, Sevrî,
Evzâî, Leys, İmâm Şafiî, îmâm Mâlik, İmâm Ahmed, İs-hâk, Ebü Ubeyd ve Ebû Sevr
liânm hükmü ve sünneti karı ile kocanın birbirinden ayrılması olduğunda ittifak
etmişlerdir. Yalnız bu ayrılığın Hânla mı, yoksa hakimin hükmüyle mi tahakkuk
edeceğinde ihtilâf olunmuştur. Medîne, Mekke, Küfe, Şam ve Mısır ulemâsının
mezhebleri de budur.

Osman el-Bettî ile Basralı bâzı ulemâ; "Erkek boşamadikca Hân, nikâhın sıhhatinden
bir şey eksiltmez, ama boşaması daha münâsibdir," demişlerdir. Bu kavli İbn Cerîr,
Ebû's-Sa'sa', Câbir b. Zeyd'den de rivayet etmiştir.

Liânla vuku' bulan ayrılığın fesih mi yoksa boşama mı sayılacağı da ihtilaflıdır.
İbrahim en-Nehâî, îmâm A'zâm ve Saîd b. el-Müseyyeb bir taiâk olduğuna kaildirler,
îmâm Mâlik ile İmâm Şafiî'ye göre feshtir.

Cumhûr-i ulemâya göre Hân yapan karı-koca bir daha ebediyyen bir araya gelemezler.
Yalnız Hândan sonra erkek yalan söylediğini itiraf ederse, karısını tekrar alıp
alamayacağında ihtilâf etmişlerdir. İmâm A'zâm'a göre nikâhı haram kılan mânâ
ortadan kalktığı için tekrar evlenebilirler. İmâm Mâlik, Şafiî ve diğer ulemâ ebediyyen

r3721

bir araya gelemeyeceklerine kail olmuşlardır.



8. Alim evinde aranır, sokakta veya câmicre tesadüf için beklenmez.

9. Hüküm zahire göre verilir. Bâtını Allah bilir.

10. Bir defada üç talak vermek caizdir ve geçerlidir.

f3731

11. Liâmn mescidde yapılması müstehabdır.

2246. ...Abbâs b. SehFin babası Sehl'den rivayet olunduğuna göre, Peygamber (s.a.)
Asım b. Adiyy'e hitaben; "hanımını, doğuruncaya kadar yanında tut." buyurmuştur.
[374]

Açıklama

Bir önceki hadîs-i şerifte karısına zîna isnâd ettiği ifâde edilen Uveymir, Hz.
Peygamber'in emriyle karısıyla Hân

yaptıktan sonra Rasûl-i Ekrem Efendimiz, bu kadını Asım b. Adiyy'e teslim ederek,
"bu kadın çocuğunu dünyaya getirinceye kadar senin yanında kalsın," buyurmuştur.
Rasûl-i ekremin bu kadım Asım'a teslim etmesinin sebebi Hz. Asım'm kendi kavminin
reisi olmasındandır. Ayrıca söz konusu kadının Hz. Asım'm kızı veya kardeşinin kızı
olduğu da rivayet olunmuştur.

Rasûl-i Ekrem'in bu sözünden, Hz. Uveymir'in liân yaptığı ve karısının o esnada
hâmile olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim şu hadîs-i şerif de bu gerçeği te'yîd
etmektedir: "Rasûlullah (s.a.) Aclanlı kan-koca arasında liân yaptırdı. O sırada kadın

13751

hamileydi."

Netice olarak şu hükme varmak mümkündür: Hâmile bir kadına Hân yapmak caizdir.
Bu hadîs-i şerîf, Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde şu mânâya gelen kelimelerle rivayet
olunmuştur; Peygamber (s.a.) Asım b. Adiyy'e; "bu kadını al, doğuruncaya kadar
senin yanında (dursun) eğer, kırmızı tenli bir çocuk dünyaya getirirse babası
Uveymir'e aittir, yok eğer kıvırcık saçlı siyah dilli bir çocuk dünyaya getirirse, İbnu el-
Salmıa'ya aittir" buyurdu. Çocuk dünyaya gelince bir de ne göreyim başı kuzu derisi
gibi kıvırcık kıvırcık saçh sonra yanaklarına baktım Arabistan kirazı gibi kırmızıydı.
Dili ise hurma gibi siyahtı. Bunun üzerine "Rasûlullah doğru söylemiştir" demekten

£3761

kendimi alamadım."

2247. ... Sehl b. Sa'd es-Sâidî'den; demiştir ki: "Ben (Uveymir ile hanımının)
Hânlarında bulundum. O zaman ben onbeş yaşında bir çocuk idim."

(Râvî Yunus hadîsin bundan sonraki kısmında bir önceki) hadîsi (SehTden naklen)
rivayet etti ve bu rivayetinde (bir önceki hadîsten fazla olarak) şunları nakletti: "Sonra

f3771

kadın (evinden) hâmile olarak çıktı ve çocuk annesine nisbet edildi."
Açıklama

Hafız İbn Hacer'in tahkikine göre Uveymir'in karısına liân yapması hicretin onuncu



T3781

yılının Şa'bân ayında vukua gelmiştir.

Liândan sonra çocuk Uveymir'e değil, annesine nisbet edilmiştir. Nitekim 2248
numaralı hadîs-i şerif de bu gerçeği te'yîd etmektedir. Çünkü liândan sonra bu çocuğu
kadının eski kocasına nisbet etmek mümkün olamayacağı gibi zînâ isnâd edilen erkeğe
isnâd etmek de caiz değildir. Zira Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.): "Zina eden için

r3791 ^ D 801

recin vardır." buyurmuştur.

Bazı Hükümler

1. Lianm mü'minlerden oluşan bir cemaat huzurunda yapılması mustehabdır.

2. Kadının hâmile olması Hâna mani değildir.

[3811

3. Liândan sonra doğacak çocuk annesine nisbet edilir.

2248. ...Sehl b. Sa'd Hân yapan kan-koca hakkında; Peygamber sallâllahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu" demiştir:

Şu kadım gözetleyiniz, eğer gözlerinin siyahı çok siyah, beyazı da çok beyaz, iri
kalçalı bir çocuk dünyaya getirirse (Uveymir'in) ancak doğru söylemiş olduğuna
kanaat getiririm. Fakat keler gibi kızılca (çocuk) doğurursa ancak (Uveymir'in) yalan
söylemiş olduğuna hükmederim." (Râvî Sehl) dedi ki: (kadın) çocuğu arzu edilmeyen

D 821

şekilde (zînâ isnadını doğrulayıcı bir surette) dünyaya getirdi.
Açıklama

Daha önce tercümesini sunduğumuz 2245 numaralı hadîsin şerhinde de açıkladığımız
gibi Hz. Uveymir karısına zînâ isnadında bulunduğu için, Rasûl-i Ekrem Efendimiz
onları Hâna davet etmişti ve liândan sonra kan-koca birbirlerinden ayrılmışlardı. Daha
sonra Rasûl-i Ekrem Efendimiz metinde ifâde edildiği şekilde doğacak çocuğun hangi
vasıfta doğarsa Hz. Uveymir'e âit, hangi vasıfta doğunca da zînâ mahsûlü olacağını
açıklamış, neticede doğan çocuğun Rasûl-i Ekrem'in açıklamasına uygun olarak veled-
i zînâ olduğu ortaya çıkmıştı.

Hadis sarihlerinin açıklamasına göre .Hz. Uveymir'in karısının ismi Havle, zînâ ettiği
iddia edilen şahsın ismi ise, Şerik b. Sahmâ'dır. Bu adamın Hilâl b. Umeyye ismindeki

[3831

zâtın karısı ile de zînâ ettiği rivayet olunmuştur.

2249. ...Sehl b. Sa'd es-Saîdî'den (Uveymir ve hanımı ile ilgili olay hakkında) şöyle
dediği de nakledilmiştir. (Doğan çocuğu kastederek) "O annesine nisbet edildi ve (İbn

£3841

Havle diye) çağrıldı."

2250. ...(Hz. Uveymir ile karısı arasında geçen Iiân mevzûsun-da) Sehl b. Sa'd'dân (bir
başka Tıaber daha rivayet olunmuştur.) Bu haberde (Sehl şunları) rivayet etmiştir;
(Hz. Uveymir) karısını Rasûlullah (s.a.)'in huzurunda üç talâkla boşadı. Rasûlullah



(s. a.) de bu (talakiar)'i geçerli kıldı. Peygamber (s.a.)'in huzurunda yapılan (bir iş
tasvîb görünce) sünnet (olur) idi.

Sehi dedi ki: "Ben Peygamber (s.a.)in yanında bu olaya şahîd oldum. (Bu olaydan)
sonra Iiân yapan karı-kocanm bir daha birleşmemek üzere ayrılmaları sünnet oldu.
r3851

Açıklama

2249 numaralı hadîs Buhârî'nİn Salıîh'inde şu mânâya gelen lâfızlarla rivayet
edilmiştir: "Sehi b. Sa'd es-Sâidî (r.a.)'den rivayete göre (Aclân oğullarından)
Uveymir, Benî Aclân'm ulusu olan Asım b. Adiyy'e gelerek:

Siz ne dersiniz? Bir kimse karısıyla beraber bir,kişiyi (zînâ üzerine) bulsa, kadının
kocası zâniyi öldürmeli, siz de onu (kısas yaparak) öldür-meli misiniz? Yoksa bu
kimse ne yapmalı? (Bu halde zevç, dört şâhid getirmeye gitse zâni işini görüp
savuşacaktır, sükût etse namusa taallûk eden bir şeye sükût etmiş olacaktır) Lütfen bu
müşkil meseleyi bir kere Rasûlullah (s.a.)'a benim için bir sorsanız, der. Bunun
üzerine Asim Ra-sûlullah'a gelip, Yâ Rasûlallah! diye (söze başlayıp Hz. Uveymir'in
sorulmasını istediği meseleyi) arzetti. Fakat Rasûl-i Ekrem bu sorulardan hoş-
lanmayıp onları ayıpladı. Sonra Uveymir Asım b. Adiyy'e,
Rasûlullah ne buyurdu diye sordu. O da;

Rasûl-i Ekrem böyle meseleleri çirkin gördü ve ayıpladı, diye cevâp verdi. Bunun
üzerine Uveymir;

Vallahi hiç çekinmem, bunu kendim Rasûlullah'a sorarım dedi ve gidip;
Yâ Rasûlallah! Bir kimse karısıyla beraber bir kişiyi (zînâ üzerinde) bulsa kadının
zevci zâniyi öldürmeli, sonra siz de (kısâsen) onu öldürmeli misiniz? Yoksa bu adam
ne yapmalı? diye sordu. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem:

"Ey Uveymir senin ve karının hakkında Allah teâlâ kur an (âyeti) gönderdi, dedi ve bu
karı-kocaya Allah teâlânm Kur'ân'da ta'lim ettiği veçhile nıülâane etmelerini
emreyledi. İlk önce erkek karısına karşı lanetle yemîn etti (sonra da kadın kocasına
karşı yemîn etti) sonra Uveymir:

Yâ Rasûlallah! Bu kadını nikâhımda tutarsam ona zulmetmiş olurum, deyip kadını
boşadı. Ve Uveymir ile karısının bu vak'asmdan sonra lânetleşen çiftlerin kocanın
talâkıyla ayrılmaları âdet oldu. Sonra Rasû-lullah mecliste hazır bulunanlara,
"Bakınız! Eğer bu kadın, vücûdu siyah, gözlerinin siyahı koyu, kalçaları iri, baldırları
kaba kıyafette bir çocuk getirirse muhakkak ben Uveymir'in bu kadına zînâ isnadında
doğru olduğunu sanırım. Eğer kadın keler cinsinden kızılca kurt gibi kızıl bir çocuk
doğurursa bu defa da ben şüphesiz kadına bühtan ve iftira ettiğini sanırım," buyurdu.
Sonra çocuk Rasûlullâh'm Uveymir'i tasdik yollu tasvir ettiği şekilde doğdu ve bu ci-

r3861

hetle çocuk anası (Havle kadı)na nisbet ed(ilerek "tbn Havle" diye çağır)ıldı.

2250 numaralı, hadîsin zahiri, Hândan sonra eşler arasında talâk vâki' olmadığına,
binâenaleyh Hân yapan eşlerin eski nikâhlarının devam ettiğine, bunların
ayrılabilmeleri için kocanın talâk vermesi gerektiğine delâlet etmektedir. Söz konusu
hadîste geçen Uveymir karısını Rasûlullâh'm huzurunda üç talâkla boşadı Rasûlullah
(s.a.) da bu talâkları geçerli kıldı," cümlesi bunu ifâde etmektedir. Nitekim Osman el-
Betti de bu hadise dayanarak Hânla nikâhın feshedilmiş olmayacağını söylemiştir.



Hafız İbn Ha-cer'in beyânına göre, "Eşler Hân yaptıktan sonra kocanın ayrıca bir de
talâk vermesi Kur'an-ı Kerîm'de söz konusu edilmemiştir ve bu hadîste geçen talâk
Hândan önce verilmiştir," gerekçesiyle Osman el-Betti'nin bu görüşüne itiraz edilmiş
ve Osman el-Betti'nin bu görüşte yalnız kaldığı iddia edilmiştir. Fakat Osman bu
görüşünde yalnız değildir. îbn Abbâs'm ashabından pekçok fıkıh âlimi Osman eJ-

[3871

Betti'nin görüşündedirler. Cumhura göre ise, Hân nikâhı fesheder. Binâenaleyh
Hân yapan eşler ebedî olarak birbirlerine haram olurlar. Delilleri ise, metinde geçen
"bu olaydan sonra Hân yapan kan-kocanm bir daha birleşmemek üzere ayrılmaları
âdet oldu," cümlesidir. Yine cumhura göre Hândan sonra eşlerden birisi yalan
söylediğini ilan etse, eşler yine de birleşemezler. Çünkü Hân feshtir. Koca Hân
yaparken talâka niyet etse bile yine de talâk değil, fesh sayılır.

Eğer Hân talâk olsaydı, o zaman sadece kocanın talâk vermesiyle yeti-nilir, kadının da
Hân yapmasına lüzum görülmezdi, imâm Ebû Hanife'ye göre ise, fesh değil, sadece
erkeğin "sen boşsun" sözüyle talâka dönüşebilecek olan ve erkek tarafından gelen bir
r3881 '

ayrılıştır. Hâkimin onları ayırması ise bir talâktır ve kesin boşanmadır. Eğer kişi
"ben ona iftira ettim" dese yeniden onu nikahlayabilir. İmâm Ebû Yusuf a göre Hân ile
kadın ona ebediyyen haram olur. Çünkü mevzûmuzu teşkil eden hadîste geçen "liân
eden karı-koca bir daha hiçbir zaman birleşemezler" mealindeki cümle buna delâlet
eder. Binâenaleyh Hanefîlere göre hâkim ayırmadıkça liân yapan eşler ayrılmış

r3891

olmazlar. İmâm Züfer'e göre ise, liân ile ayrılmış olurlar. Bu bakımdan bu
erkeğin boşaması

T3901

veya hâkimin onları ayırması gerekir.

2251. ...Sehl îbn Sa'd'dan; demiştir ki: "Ben Rasülullah (s. a.) zamanında liân yapan bir
karı-kocayı (liân yaparlarken) gördüm. Ben o zaman onbeş yaşımda idim. (Karı-koca
liân yaptıktan) sonra (Rasûl-i Ekrem onları) birbirinden ayırdı."
(Bu hadîsi Ebû Davud'a nakleden dört ayrı râvfden biri olan) Müsedded'in rivayeti
(burada) sona erdi.

(Vehb b. Beyân, İbn-ûs-Sehr ve Amr b. Osman ismindeki) öbür râvîler (ises bu hadisi
naklederken şunları da söylediler): "Sehl b. Sa'd, Peygamber (s.a.)'in liân yapan eşleri
birbirinden ayırdığına şâhid oldu: (Liân yapan)-erkek (Hândan sonra) "Yâ Rasûlallah!
Eğer ben bu kadını (nikâhım altında) tutacak olursam, onun hakkında yalan söylemiş
olurum" dedi."

Ebu Davud dedi ki: Ravilerden bazısı kelimesini zikretmedi.

Ebû Davûd dedi ki: (Bu hadîsi naklederken) hiçbir râvı, İbn Uyeyne'ye uyarak (onun

şeyhi olan ZührVden) "Peygamber sallâllahu aleyhi ve sellemin, Hân yapan eşleri

£3912

birbirinden ayırdığını rivayet etmemiştir.
Açıklama

Musannif Ebû Davud'un bu hadîsin sonuna ilâve ettiği talik Rasul-ı Ekrem in handan



sonra, han yapan karıkocayı biribirinden ayırmadığını ifâde etmektedir. Bu ise, İiân
yapan eşlerin nikâhlarının devam ettiği anlamına geldiği gibi, onların nikâhlarının fesh
edildiği veya aralarında bir baîn talâk vâki' olduğu, dolayısıyla hâkimin hândan sonra
onları ayırmak için ayrı bir karar vermesine lüzum kalmadığı anlamına da gelir. Her
ne kadar Musannif Ebû Dâvud hadîsin sonuna ilâve ettiği talikte "Hiçbir râvî, İbn
Uyeyne'ye uyarak, (onun şeyhi olan Zührî'den) Peygamber (s.a.)m iiân yapan eşleri
biribirinden ayırdığını rivayet etmemiştir" demişse de, aslında bu hadîsi İbn
Uyeyne'ye uyarak onun şeyhi Zührî'den rivayet eden başka bir râvî yok değildir.
Meselâ ez-Zubeydî de ibn Uyeyne'ye uyarak bu hadisin sonuna, "Rasûl-i Ekrem'in
Hândan sonra eşleri biribirinden ayırıp "bunlar bir daha ebedîyyen birleşmezler"

P921

buyurdu" ziyadesini eklemiştir.

Musannif Ebû Davud'un kendisine erişen hadîslere bakarak bu sözü söylemiş olması
mümkündür. Biz ulemânın bu. hadîsle ilgili görüşlerini 2245 numaralı hadîsin ve onu

P931

ta'kib eden 2246-2250 numaralı hadîslerin şerhinde açıklamış bulunmaktayız.

2252. ...(IJveymir ile hanımı arasında geçen) şu (önceki) hadîse (ilâve olarak) Sehl b.
Sa'd'dan (şu sözler de) rivayet edilmiştir; (Uvey-mir'in karısı) hâmile idi. (Uveymir de
karısının) karnındaki çocuğun kendisinden olduğunu kabul etmedi. Bunun üzerine
(çocuk doğunca) annesine (nisbet edilerek İbn Havle diye) çağrıldı. Sonra mirâs-da
(Hândan sonra doğan bir çocuğun) annesine vâris olması, annesinin de (Hândan sonra
doğan) çocuğundan mîras olarak Aziz ve Celîl olan Allah'ın kendisine tâyin ettiği payı

[3941

alması sünnet olarak yürürlüğe girdi.
Açıklama

1. Bir kimsenin, hâmile olan karısına Hân yaparak, doğacak çocuğun kendisine âit
olmadığım isbât etmesi caizdir. İmâm Mâlik ile Şafiî ve Hicaz ulemâsından bir cemaat
bu görüştedirler. İmâm Ahmed'in de bu görüşte olduğuna dâir bir rivayet vardır. Delil-
leri ise, bu hadîs-i şerifle benzeri hadîs-i şeriflerdir.

2. Hanefî ulemâsından Süfyân es-Sevrî'ye göre bir kimsenin doğacak çocuğun
kendisine âit olmadığını isbât maksadıyla mülâanede bulunabilmesi için kadının
çocuğunu dünyaya getirmesi şarttır. O çocuk dünyaya gelmeden mülâane yapılamaz.
Çünkü kadının karnındaki şişlik çocuktan değil de başka bir şeyden meydana gelmiş
olabilir. Bu bakımdan çocuk dünyaya gelmeden yapılmış olan mülâane sadece kocayı
iftiracı durumuna düşmekten kurtarmaya yarar. Fakat çocuğun kendisine âit
olmadığını isbât için yeterli değildir. Bu görüş İmâm Ahmed ile İbn Mâcişûn'dan da
rivayet edilmiştir. Bu görüşte olan ulemâya göre mevzûmuzu teşkil eden Ebû Dâvud
hadîsinde anlatılan mülâane olayı kendisine Hân yapılan kadından doğacak çocuğun
zînâ mahsûlü olduğunu isbât için değil, erkeğin iftiracı olmadığını isbât için

£3951

yapılmıştır.

3. Bir kimse karısına zînâ isnâd ettikten sonra iftiracı durumuna düşmekten
kurtulabilmesi için mülâanede bulunması gerekir. Eğer doğacak çocuğun da zînâ
mahsûlü olduğunu iddia ederse, mülâaneden sonra o çocuk babasına değil, annesine



nisbet edilir ve falanca kadının oğlu veya kızı diye anılır. Dolayısıyla bu çocuk,
annesinin kocasına mirasçı olamaz, sadece annesine mirasçı olabilir. Annesi de sadece
bu çocuğa mirasçı olabilir. "Bu çocukla annesi arasında mîrâs hükümleri cereyan ettiği
gibi bu çocukla, annesi cihetinden olan ashâb-i ferâiz arasında da miras hükümleri
cereyan eder. Bu mevzuda ulemâ ittifak etmişlerdir. Bunlar anne tarafından olan erkek
kardeşler, kız kardeşler ye anne annelerdir. Bu çocuk öldüğü zaman eğer başka bir
kardeşi veya çocuğu yoksa, annesi malının üçte birini, varsa, altı da birini alır. Çünkü
Kur'ân-ı Kerîm"de mîrasdan anneye ayrılan pay budur. Anne bu payını aldıktan sonra
kalan mal diğer pay sahiplerine (ashâb-ı ferâiz) verilir. Daha sonra kalan mal da
beytü'I-mâl'e (hâzineye) intikâl eder. Şafiî ulemâsı bu görüştedir, imâm Zührî ile
İmâm Mâlik ve Ebû Sevr de bu görüştedirler.

el-Hakem ile Hammad annesinin bütün mirasçıları bu çocuğun malına vâris olur,
derler. Sözü geçen ulemânın dışında kalan diğer ulemâya göre annesinin asabeleri de
bu çocuğun malına vâris olurlar. Hz. Ali ile İbn Mes'ûd, Atâ ve imâm Ahmed'in de bu
görüşte oldukları rivayet olunmuştur. İmâm Ahmed'e göre eğer çocuğun annesinden

[3961

başka bir mirasçısı yoksa, malının hepsini asabe olarak annesi alır. Ebû Hanife'ye
göre ise, eğer bu çocuğun annesinden başka mirasçısı yoksa, annesi malın üçte birini
farz (Kur'ân-ı Kerîm'in tesbit ve tâyin ettiği pay) yoluyla gerisini de redd yoluyla alır.

r3971

Delili ise 2906 numaralı hadîs-i şeriftir.

2253. ...Abdullah b. Mes'ûd (r.a.)'dan demiştir ki; Bir cuma gecesi mescidde idik.
Ensârdan bir adam mescide giriverdi ve;

Eğer bir adam karısının yanında (zînâ halinde) bir erkek bulur da bunu anlatırsa (iftira
suçuyla) onu sopalar mısınız, yahut da o (adam, karısıyla yakaladığı kimseyi)
öldürürse, siz de (kısas olarak) onu öldürür müsünüz, yoksa öfkeyle (ve kinle mi)
susmalı? Vallahi bunu Rasûlullah (s.a.)'a soracağım, dedi. Ertesi gün olunca Rasû-
lullah (s.a.)'a gelip bu meseleyi sordu ve;

Eğer bir adam karısının yanında (yabancı) bir adam bulsa da bunu (başkalarına)
anlatsa onu (iftiracı olarak) sopalar mısınız, yoksa o adam (karısının yanındaki
kimseyi) öldürürse siz de onu öldürür müsünüz, veya gazâb (ve kinine rağmen)
susmalı mı? Bunun üzerine Rasûlullah (s. a.);

"Ey Allah'ım! (Bu hususta bize bir) açıklık getir," diye duâ etmeye başladı.
Bunun üzerine (şu mealdeki) Hân âyeti indi: "Eşlerine (zina suçu) atan ve

D981

kendilerinden başka şâhidleri bulunmayan kimseler..."

Bu ayetin nüzûlundan (bir müddet sonra) bu (olay) halk arasından bu kişinin başına
geldi. Bunun üzerine o (kimse) karısıyla birlikte Rasûlullah (s.a.)'e gelip (karşılıklı)
lânetleştiler. Önce erkek kendisinin gerçekten doğru söyleyenlerden olduğuna (dâir)
Allah'a dört defa şehâdette bulundu. Sonra beşincide: Eğer yalancılardansa (Allah'ın
lanetinin) kendi üzerine (olması için) lanet etti. Arkasından kadın da (kocasına) liân
yapmaya kalktı. Peygamber (s. a.) de ona;

"Vazgeç!" buyurdu. Fakat kadın razı olmadı ve (liân) yaptı. Onlar (karı-koca) gittikten
sonra (Hz. Peygamber);

"Herhalde bu kadın kara, cılız bir çocuk doğurur," buyurdular. Kısa bir süre sonra



T3991

kadın kara, cılız bir çocuk dünyaya getirdi.
Açıklama

Metinde geçen mealini sunduğumuz liân âyeti; "Namuslu kadınlara (zînâ suçu) atıp
da sonra (bu suçlamalarını isbât için) dört şahid getiremeyenlere seksen değnek vurun

KOOl

ve artık onların şahitliğini asla kabul etmeyin. Onlar yoldan çıkmış kimselerdir."
mealindeki kazif (iftira) âyetinden-sonra inmiştir. Namuslu kadınlara iftira etmenin
cezası bu âyetle tâyin edildikten sonra, ashâbdan Uveymir ile Hilâl biribirlerine yakın
tarihlerde karılarını zînâ halinde yakalamışlar ve bunu dört şahidfe isbât edemedikleri
takdirde iftiracı durumuna düşecekleri için kimseye söyleyememişler, bu yüzden de
büyük sıkıntıya düşmüşlerdi. Nihayet kurtuluşu, durumlarım Rasûl-i Ekrem'e arz
etmekte bulmuşlardı. Hadiseyi Rasûl-i Ekrem'e arzettikten sonra, erkek ve kadın hak-
kında liân âyetleri nazil oldu. Erkek hakkındaki liân âyetinin tamamı şöyledir;
"Eşlerine (zînâ suçu) atan ve kendilerinden başka şâhidleri bulunmayan kimselerfe
gelince): onlardan her birinin şahitliği dört defa Allah'a yemîn edip kendisinin mutlaka
doğru söyleyenlerden olduğuna şahitlik etmek (şeklinde)dir. Beşinci defada eğer yalan

[4011

söyleyenlerden ise, Allah'ın lanetinin kendi üzerine olmasını diler." Kadın
hakkında inen liân âyetinin tamamı da şöyledir; "Kadının da dört defa Allah'a yemîn
edip kocasının mutlaka yalan söyleyenlerden olduğuna şahitlik etmesi, cezayı kendi-
sinden kaldırır. Beşinci defada; Eğer kocası doğrulardan ise, Allah'ın gazabının kendi

r4021 "

üzerine olmasını diler." Bu muameleye İslâm Hukukunda liân denir. Karısına
zînâ isnâd edip de dört şahidle isbât edemeyen bir kimse karısıyla birlikte usûlüne
uygun olarak karşılıklı liân yaptıktan sonra hâkim de karı-kocayı biribirinden ayırır.
Mevzûmuzu teşkil eden bu hadîs-i şerif bir önceki hadîs-i şerifin şerhinde
açıkladığımız "Kadının, hâmile iken mülâane yapması caizdir," diyen İmâm Mâlik ile
Ahmed'in görüşünü te'yîd etmektedir.

Allah teâlâ tarafından lanet; lanet olunan kişiyi celâl ve gazâbıyla rahmetinden
uzaklaştırması ve kovmasıdir. Kul tarafından lanet ise, lanet ettiği kişinin Allah'ın
gazabına uğraması için dua etmesidir.

Liân kıssası hicretin dokuzuncu yılı şaban ayında oldu. Liân âyetinin sebeb-i
nüzulünde ulemânın ihtilâfı vardır. Uveymir hakkında mı nâzıl olmuştur, yoksa Hilâl
bin Umeyye hakkında mı? Uveymir hakkında nazil olduğunu iddia edenler yukarıda
1245 numaralı Sehl b. Sa'd hadîsindeki Rasûl-i Ekrem Efendimizin Uveymir'e "Allah
senin ve eşin hakkında Kur' an indirdi!" demesini delîl getirmişlerdir. Ulemânın
cumhuru ise, liân âyetinin sebeb-i nüzulü Hilâl kıssasıdır ve İslâm camiasında Hilâl ilk
defa mülâane eden kişidir, demişlerdir. Dâvudî bu iki görüşü cem' ederek; "bu iki
hadîsde haber verilen iki olayın birbirine yakın tarihlerde vuku* bulmuş olması ve
âyetin de ikisi hakkında nazil olmuş bulunması ihtimal dahilindedir, diyor. Nevevî de
âyetin ikisi hakkında nazil olduğunu fakat HilâFin hânının önce vuku' bulmuş olması

[4031

ihtimalini ilâve ediyor.



2254. ...İbn Abbâs (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre, Hilâl b. .Ümeyye Peygamber
(s.a.)'in huzurunda, karısını Şerik b. Sehmâ ile zînâda bulunmakla suçladı. Peygamber
(s.a.) de Hilâl'e

"(Dört) şahid(ini) (hazırla) yahut da arkana hadd (vurulacaktır)" buyurdu. Bunun
üzerine Hilâl:

"Ey Allah'ın Rasûlü! Bizim birimiz karısının üzerinde bir erkek görürse, şahit mi
aramaya gidecek? (o kimse şâhid getirinceye kadar, işini bitirip savuşup) gitmez mi?
diye karşılık verdi. Rasûl-i Ekrem de:

"Sen şahidlerini hazırla, yoksa arkana hadd (vurulacaktır)" demeye devam etti. Bunun
üzerine Hilâl (b. Ümeyye);

Seni hak Peygamber olarak gönderen (Allah)'a yemin ederim ki, gerçekten ben doğru
söylüyorum ve (eminim ki) Allah benim bu işim hakkında benim arkamı hadden
kurtaracak bir şey (âyet) indirecektir, dedi.

Bunun üzerine, "Eşlerine (zînâ suçu) atan ve kendilerinden başka şahitleri bulunmayan
r4041

kimseler... âyeti indi ve (Hz. Peygamber de bu âyeti) "doğru söyleyenlerdendir,"
kavli şerifine kadar okudu ve (âyeti) bitirince onlara haber gönderdi ikisi de geldiler
(önce) Hilâl ayağa kalkıp şehâdette bulundu. Peygamber (s.a.) de,
"Muhakkak ki Allah birinizin yalancı olduğunu biliyor (bu durunda) ikinizden tevbe
edecek (birisi) var mıdır?" diye sordu. Sonra (Hilâl'in karısı) kalkıp şehâdette bulundu
ve "Eğer (kocası) doğru söylüyorsa Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını" (ifâde
eden) beşinci yemine gelince (orada bulunanlar) ona:
Bu (şehâdet azabı) mucibdir, diye ikazda bulundular.

ibn Abbas diyor ki; Bunun üzerine kadın biraz yavaşlayıp durakladı. Hatta biz kadım
(şehâdette bulunmaktan) vaz geçecek zannettik, derken (kadın kendini toparlayıp);
Şimdiye kadar şerefle yaşamış (olan) kavmimi (ben bundan sonraki günlerde) rezîl ve
rüsvây etmem, diyerek Hân yeminini yerine getirdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.);
"Bu kadına dikkat ediniz! Eğer gözleri sürmeli iri kalçalı, kaim baldırlı, bir çocuk
dünyaya getirirse, çocuk Şerik b. Sehmâ'ya aittir," buyurdu. (Kadın da gerçekten)
böyle bir çocuk dünyaya getirdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.)
"Eğer Allah'ın kitabının (liân hakkındaki) hükmü infaz edilmemiş olsaydı, benîm ile
bu kadm için (başka) bir durum vardı (yani ben o kadına zînâ haddi uygulardım)"
buyurdu.

Ebû Dâvud dedi ki: Bu îbn Beşşâr hadîsi (yâni) Hilâl (b. Ümeyye) hadisesi (sadece)

1405]

Medînelilerin rivayet ettiği hadîs(ler)dendir.
Açıklama

Hilâl b. Ümeyye'nin zînâ isnâd ettiği Şerik, Habeşli yahut da Yemenli olduğu
zannedilen Sehmâ isimli bir kadının oğludur. Babası ise 2245 numaralı hadîs-i şerifte
sözü geçen Asım b. Adiyy'in amcasının oğlu Abdetu'I-Aclânî'dir. Bilindiği gibi
karısının zînâ ettiğini iddia eden birinin, kadınla erkeği zînâ halinde, yâni tam bir
cinsel birleşme halinde gördüğünü dört şahidin şehâdetiyle isbâtlaması gerekir.
Isbâtlayamadıği takdirde Namuslu ve hür kadınlara (zînâ isnadı ile) iftira atan sonra
(bu konuda) dört şahid getiremeyen kimselerin herbi-rin)c de seksen değnek vurun.
Onların şahidliklerim de ebedi) yen kabul etmeyin. Onlar fâsıklarm tâ kedileridir.



Meğer ki bu hareketten sonra tevbe ve (hallerini) islâh edeler. Allah çok yarhğayıcı,
r4061

çok esirgeyicidir" âyet-i kerîmesi gereğince iftiracı olarak ona seksen değnek
vurulur. Bu bakımdan Rasûl-i Ekrem efendimiz, karısının Şerik ile zînâ ettiğini iddia
eden Hilâl b. Ümeyye'ye; "Dört şahidini (hazırla) yahut da arkana hadd vurulacaktır"
buyurmuştur. Bu durum yukarıda mealini sunduğumuz kazif âyetinin bu olaydan önce
inmiş olduğunu gösterir. Bu mevzûyu 4452 numaralı hadîsin şerhinde inşallah tekrar
ele alacağız.

Mevzûmuzu teşkil eden hadîs-i şerifle Buhârî'nin rivayet ettiği bir hadîsin Nûr
sûresinin, Hânla ilgili (6-9.) numaralı âyetlerinin Hilâl b. Ümeyye hakkında indiğini
ifâde ederken 2245-2252 numaralı hadîs-i şeriflerin, sözü geçen âyetlerin Hz. Uveymir
hakkında indiğini ifâde etmeleri bu hadîsler arasında bir çelişki bulunduğunu
göstermez. Çünkü aynı olay birbirine yakın tarihlerde her iki zâtın da başına
geldiğinden sözü geçen âyet-i kerîmelerin inmesine her iki şahıs da sebeb olmuş
r4071

olabilirler.
Bazı Hükümler

1. Zînâ büyük günahlardandır.

2. Karısına zina suçu ısnad eden bir kimsenin bu

iddiasını dört şahidin şehâdetiyle isbât etmesi yahut da liân yapması gerekir. Eğer bu
iddiasını şahitlendiremez ve hândan da kaçınırsa, kendisine iftira haddi olarak seksen
değnek vurulur ve kendisi de "şâhidliği kabul edilmeyen fâsıklardan bir kimse" olarak
r4081

tanınır.

2255. ...İbn Abbas (r.a.)'dan rivâyet olunduğuna göre Peygamber (s. a.) liân yapacak
kan-kocaya liân yapmaları emrini verdiğinde sıra beşinci yemine gelince (orada hazır
bulunanlardan) bir erkeğe "Bu (liân, yalancı için Allah'ın gazabını) gerektirir" diyerek
elini 'Hilâl'in ağzına koymasını (yâni onu susturup yemîn etmekten vaz geçirmesini)
[4091

emretmiştir.
Açıklama

Bilindiği gibi hâkim liânı önce erkeğe yaptırır. Erkek dört defa ve her defasında "Ben
zînâ isnadında muhakkak doğrulardan olduğuma Allah'a şehâdet ederim." diyerek
şehâdette bulunur. Beşincide "Ben sana zînâ isnadında eğer yalancılardan isem,
Allah'ın lal -neti üzerime olsun" der.

Sonra kadın dört defa şehâdette bulunur ve her defasında "Onun bana zînâ isnadında
yalancılardan olduğuna Allah'a şehâdet ederim" der. Beşincide de "(Kocam) zînâ

' Mim

isnadında doğrulardan ise, Allah'ın gazabı üzerime olsun" der.

Mevzûmuzu teşkil eden hadîs-i şerîf beşinci yemini etmedikçe Hânın tamamlanmış
olamayacağına ve yalancı olduğunu bile bile liân yapan bir kimsenin Allah'ın gazabım



1411]

üzerine celbetmiş olacağına delâlet etmektedir.

2256. ...İbn Abbâs (r.a.)'dan; demiştir ki: Allah'ın tevbelerini kabul ettiği üç (kişi)'den
biri (olan) Hilâl b. Umeyye geceleyin tarlasından geldi ve ailesinin yanında (yabancı)
bir erkek buldu. (O yabancı ile karısı arasında geçen hadiseyi bütün çıplaklığı ile)
gördü ve (konuşulanları) kulağıyla işitti. Fakat sabaha kadar o olaydan kimseye birşey
söylemedi. Nihayet ertesi gün Rasûlullah (s.a.)'e giderek;

Ey Allah'ın Rasûlü! Ben geceleyin ailemin yanma gelmiştim. Yanlarında (yabancı) bir
erkek buldum (olanları) gözümle gördüm, (konuşulanları da) kulağımla işittim, dedi.
Rasûlullah (s. a.) onun getirdiği bu haberi (çok) çirkin buldu ve HilâTe (delîl getirmesi
için) sertçe çıkıştı. Derken "Karılarına zînâ isnadında bulunup da kendilerinden başka

14121

şahidleri olmayanlardan her birinin şehâdeti...." âyetleri ikisi birden nazil oldu.
Rasûlullah (s.a.)'den vahy hali gidince (Hz. Hilâl)'e;

"Müjde yâ Hilâl, hakîkaten Allah sana bir ferahlık ve kurtuluş yolu halk etti" dedi.
Hilâlde;

Ben zâten Rabbimden bunu bekliyordum diye karşılık verdi. Bunun üzerine
Rasûlullah (s. a.);

"-Kadına haber gönderiniz." diye emir verdi. Kısa bir süre sonra (kadın da) geldi.
Rasûlullah (s. a.) (karı-kocamn) ikisine de (ilgili) âyeti okudu ve onlara nasîhât edip
âhiret azabının dünya azabından daha şiddetli olduğunu haber verdi. Hilâl;
Vallahi ben onun hakkında doğruyu söyledim, dedi. Kadın da;
Yalan söyledi diye karşılık verdi. Bunun üzerine Rasûlullah (s. a.);
"Bunların aralarında Hân yapın." diye emir verdi. Arkasından HilâTe (haydi doğruyu
söylediğine dâir) şehâdette bulun denmiş, Hilâl de, "Kendisinin doğru söyleyenlerden
olduğuna" dört (defa) şehâ-det etmiş, sıra beşinciye gelince kendisine, "Ey Hilâl!
Allah'dan kork çünkü dünya azabı âhiret azabından ehvendir ve bu (beşinci şehâ-det)
sana (Allah'ın) azâbı(nı) celbeder," denildi. Hilâl de:

Vallahi Allah onun yüzünden (bana) dayak vurdurmadığı gibi azâb da etmez diyerek;
Eğer bu kadına yaptığım zînâ isnadında yalancılardan isem, Allah'ın la'neti üzerime
olsun,, şeklindeıbeşinci (defa) şehâdette bulundu. Sonra kadına "sen (de) şehâdette
bulun" denildi. O da dört defa;

Billâhî bu adam yalancılardandır diye şehâdet etti. Sıra beşinciye gelince ona:
"Allah'dan kork! çünkü dünya azabı ahîret azabından daha ehvendir ve bu (beşinci
yemîn) sana (Allah'ın) azâbı(nı) celbeden (bir yemîn)dir" denildi. (O zaman kadın)
biraz durakladı (fakat) sonra (kendini toparlayarak);
Vallahi ben kavmimi kepaze etmem diyerek beşinci (defa) şehâdet etti ve;
Eğer bu adam bana isnâd ettiği meselede doğru söyleyenlerdense, Allah'ın gazabı
benim üzerime olsun" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) onları ayırdı ve bu kadının
doğuracağı çocuğun baba adı ile çağırılmamasma, kadına (zînâ suçu) ve çocuğuna da
(veled-i zînâ karası) atılmamasına, kadına veya çocuğuna (böyle bir) isnâdda bulunan
kimseye hadd lâzım geleceğine hükmetmiş, boşama ve ölüm gibi bir sebep olmadan
ayrıldıkları için erkeğin kadına ev ve nafaka (te'nıîn etmesi) gerekmediğini söylemiş
(doğacak çocuk hakkında da):

"Eğer kadın çocuğu, kumral, dar kalçalı, kambur, ince incikli doğurursa (çocuk)
Hilalindir, yok eğer esmer, kıvırcık saçlı, deve gibi iri yapılı, iri bacaklı ve iri kalçalı



bir çocuk doğurursa, o çocuk kendisine .(zînâ suçu) atılan kimsenindir," dedi.
(Neticede kadın) esmer, kıvırcık saçlı, deve gibi iri yapılı, iri bacaklı ve iri kalçalı bir
çocuk dünyaya getirdi. Rasûlullah (s. a.);

"Eğer (şu denilen) yeminler olmasaydı benimle bu kadın için (başka) bir durum vardı,
(yâni ben o kadına zînâ haddi uygulardım) buyurdu.

İkrime dedi ki; Bu hadiseden sonra (çocuk büyüdü ve) Mudar kabilesine emîr oldu

1413]

(fakat hiçbir zaman) babasının adıyla anılmadı.
Açıklama

"Allah'ın tevbelerini kabul ettiği üç kişiden maksat, Hilâl b. Ümeyye ile Mirâre b. er-
Rabî ve Ka'b b. Mâlik el-Ensârî'dir. Sözü geçen bu üç sahâbî, Tebûk Savaşı'na
katılmamışlardı.

Daha sonra Rasûl-i Ekrem'e varıp savaşa katılmayışlarının sebebini olduğu gibi
anlatmışlar ve mazeretlerini beyân etmişlerdi. Fakat işin içyüzünü sâdece Allah bildiği
ve halka gizli olduğu için, Rasûl-i Ekrem Efendimiz halka bir vahy gelinceye kadar bu
üç kişiyle konuşmamalarını emretti. Bu meseleye açıklık getirmesi beklenen vahyin
gelmesi ise, elli gün sürdü. Bu süre içerisinde kimse bunlarla konuşmadı. Nihayet elli
gün geçince şu âyet-i kerîme nazil oldu; "Ve (savaştan) geri bırakılan o üç kişinin de
tevbelerini kabul buyurdu. Bütün ğenişliğiyle beraber, arz başlarına dar gelmiş ve
canları kendilerini sıktıkça sıkmış ve Allah'dan yine Allah'a sığınmaktan başka çare
olmadığını anlamışlardı. Allah onların tevbesini kabul buyurdu ki tevbe etsinler.

1414]

Çünkü Allah tevbeyi çok kabul eden çok esirgeyendir." Söz konusu bu üç
sahâbinin başlarından geçen bu hadîse 2273 numaralı hadîs-i şerîfm şerhinde inşallah
tekrar ele alınacaktır.

Hz. Hilâl'in gece yarısı evine geldiği zaman karısının yanında gördüğü erkek Şerîk b.
Sehmâ idi. Hâkim'in rivayetine göre Şerîk denilen adam, Hz. Hilâl'in evine sığınmıştı.
Hz. Hilâl onu kendi himayesine almış, yanında barınmasına izin vermişti. Fakat bu
iyiliğine karşılık kemlik bulmuştu.

Hz. Peygamber'in, Hz. Hilâl'e çıkışmasından maksat, ondan sözünün doğruluğunu
isbâta da'vet etmesi, söylediklerini dört şahidle isbât edemediği takdirde kendisine had
vurulacağını haber vermesidir. Çünkü o günlerde henüz liân âyeti nazil olmadığından
uygulama öyle idi. Metinde de ifâde edildiği üzere bu hadiseden kısa bir süre sonra
liân âyeti nazil oldu ve dâvâlı olan bu iki karı-koca arasında liân yapılarak
birbirlerinden ayrıldılar. Aslında Hz. Hilâl ile karısı hakkında inen liân âyetleri, Nûr
Sûresinin altıncı yedinci, sekizinci ve dokuzuncu âyetleri olmak üzere dört âyettir.
Fakat râvî erkekle ilgili iki âyeti bir âyetmiş gibi kadınla ilgili iki âyeti de yine bir
âyetmiş gibi kabul ettiği için Hânla ilgili mezkûr dört âyetten "iki âyet" diye
bahsetmiştir.

Mevzûmuzu teşkîl eden bu hadîste hândan sonra doğan çocuğun uzun süre
yaşadığından bahsedilirken, İbn Sa'd'm Tabakât'mda mulâaneden sonra doğan
çocuğun iki sene yaşadığından bahsedilmesi, bu iki hadîs arasında bir çelişki
bulunduğunu göstermez. Çünkü liân hadisesi defalarca tekerrür etmiştir. Binâenaleyh
mevzûmuzu teşkîl eden hadîs-i şerifte söz konusu edilen çocuk ile İbn Sa'd'm



1415]

Tabâkat'mda bahsedilen çocuk iki ayrı çocuktur.
Bazı Hükümler

1. Liân yapılırken Hâna önce erkeğin başlamasının hükmü ulema arasında
ihtilaflıdır. Cumhur-ı ulemâya göre erkeğin Hâna kadından önce başlaması vâcibdir.
İmâm Şafiî ile ulemâdan bir cemaat ve Mâliki ulemâsından Eşheb de bu görüştedir.
Yine Mâliki ulemasıdan İbnu'l-Arabî de bu görüşü tercih etmiştir. Delilleri ise,
konumuzu teşkil eden babın hadîsleri ile lîân âyetlerinin tertibidir. Hanefî ulemâsı ile
îmâm Mâlik ve İbn Kayyım'a göre ise, Hâna önce erkeğin başlaması müstehabdır.
Önce kadının başlaması Hânın sıhhatine bir zarar vermez. Delilleri ise, kadınlarla ilgili
liân âyetlerinin, erkeklerle ilgili âyetler üzerine tertîb ve ta'kibe delâlet etmeyen atıf
vâvı ile atfedilmiş olmasıdır.

2. Mü'minler tevbeye teşvik edilmişlerdir.

3. Liân yapmak isteyen kimselere Allah'ın azabını hatırlatarak onların yalan yere
yemîn etmelerini önlemeye çalışmak meşru* kılınmıştır.

4. Liari mü'mînlerm işledikleri zînâ suçunu gizlemek için Allah'ın bir lütfü olarak
meşru' kılınmıştır. Liân sonunda eşlerden birinin suçlu olduğuna dâir bazı alâmetler
ortaya çıkmış olsa bile, yine de bu alâmete i'tibâr edilmez suçlunun cezası Allah'a
havale edilir. Nitekim metinde bulunan Peygamber Efendimize ait, "Eğer (şu)
yeminler olmasaydı benimle bu kadın için (başka) bir durum vardı" manasına gelen
sözler bunu ifâde etmektedir.

5. "Kadının da dört defa Allah'a yemîn edip kocasının, mutlaka yalan söyleyenlerden

14161

olduğuna şahitlik etmesi cezayı kendinden kaldırır." âyet-i kerîmesi, kadının
Hâna yanaşmaması halinde kendisine had vurulacağına delâlet etmektedir. Bu âyet-i
kerîmede geçen "el-azâb" kelimesiyle kasdedilen, "Zînâ eden kadın ve zînâ eden
erkeğin her birine yüz değnek vurun. Allah ve ahiret gününe inanan (insan)lar iseniz,
Allah'ın dini(ni uygulama hususu)nda sizi onlara karşı acıma duygusu tut(up engelle)

HİZİ

me-sin. Müminlerden bir gurup da onlara yapılan azaba şahid olsun." âyet-i
kerîmesindeki had cezasıdır.

6. Kadının Hâna yanaşmaması halinde erkeğin dört defa yemini dört şahîd yerine
geçer ve kadına zînâ haddi uygulanır. İmâm MâUk ile İmâm Şafiî, Ebû Sevr, Mekhûl,
Hicaz ulemâsı ve İbn Münzir bu görüştedirler.

Hanefî ulemâsıyla, Hasan el-Basri, İmâm A hm e d ve el-Evzâî'ye göre ise, eğer kadın
Hânda bulunmaktan kaçınırsa, Hânda bulununcaya kadar hapsedilir. Liânda
bulunursa, hapisten çıkarılır ve kendisine had vurulmaktan kurtulur. Yahut da zina
yaptığım i'tiraf eder ve kendisine hadd vurulur. Yahut da kocasının şehâdetini tasdîk
eder ve Hândan kurtulur. Çünkü kadının bu tasdiki zina ettiğini i'tirâf anlamına
gelmez. Bu bakımdan kocasını dört defa bile tasdîk etse yine de kendisine zînâ haddi

[418]

vurulmaz. Liândan da kurtulur.

Cumhuru ulemâya göre ise, erkeğin Hân yapıp da kadının liândan kaçmmasryla
kadına hadd vurulması gerekir. Fakat sadece erkeğin Hân yapmış olması kadına hadd
vurmak için yeterli değildir. Hadd vurulabil-mesi için erkeğin liân yapmasından sonra



kadının Hândan kaçınması şarttır.

7. Liân yapan kadının, Hândan sonra kendisine zînâ isnâd edilen kimseye benzeyen bir
çocuk dünyaya getirmiş olması zînâ suçunun sübûtü için bir delil sayılamaz.
Dolayısıyla bu yüzden kadına hadd vurulamaz, sadece Allah'ın meşru' kıldığı Hânla
yetinilir. Nitekim Buhârî'nin rivayet ettiği bir hadîs-i şerif de bu gerçeği te'yîd

14191

etmektedir.

8. Liân yaparak kocasından ayrılan bir kadına kocasının nafaka ve ev te'mîn etmesi
gerekmez. İmâm Şafiî ile İmâm Ahmed ve Ebû Yusuf bu görüştedirler. Çünkü sözü
geçen bu mezheb imamlarına göre ise, liân bir talâk değil feshtir. İmâm Ebû Hanife ile
İmâm Muhammed b. el-Hasen'e göre ise, lîan bir bâin talâk sayıldığından, Hândan
sonra iddet süresi içerisinde kocanın karısına ev ve nafaka te'mîn etmesi gerekir. Bu
görüşü savunan sözü geçen mezheb ulemâsına göre, "Hândan sonra kocanın, karısına
ev ve nafaka te'mîn etmesi gerekmediğini" ifâde eden ve konumuzu teşkil eden Ebû
Dâvud hadîsi zayıftır.

Mâliki ulemâsına göre ise, eğer liân çocuğu red için yapılmışsa kocanın karısına
gebeliğinden dolayı bir nafaka ödemesi gerekmez. Çünkü bu çocuk kendisinden
değildir. Ancak gebeliği süresince ona ev te'mîn etmekle mükelleftir. Çünkü kadının
beklemesine kocası sebep olmuştur. Fakat liân çocuğun reddi için değil de kadının
cîmâ yaparken görülmesinden dolayı yapılmışsa ve eğer kadın gebe ise, o zaman
kocası ona hem nafaka, hem ev, hem de giyecek te'mîn etmekle mükelleftir. Fakat
eğer hamile değilse o zaman kocası sadece ev ve giyecek te'mîn etmekle mükellef
r4201

olur.

9. Liân şehâdet değil, yemindir. Çünkü metinde geçen "eğer (şu edilen) yeminler
olmasaydı, benimle bu kadın için (başka) bir durum vardı" cümlesi de bunu ifâde
etmektedir. Nitekim İmâm Mâlik ile İmâm Şafiî, Said b. el-Müseyyeb ve Hasen el-
Basrî de bu görüştedir.

Hanefî ulemâsiyla Süfyân es-Sevrî, el-Evzâî ve ez-Zühri'ye göre ise, Hân yemîn değil,
şehâdettir. Bu görüş İmâm Şafiî ile İmâm Ahmed' den de rivayet olunmuştur. Delilleri
ise, "Eşlerine (zînâ suçu) atan ve kendilerinden başka şahitleri bulunmayan kimseler(e
gelince) onlardan her birinin şahitliği, dört defa Allah'a yemîn edip kendisinin mutlaka

14211

doğru söyleyenlerden olduğuna şahitlik etmek (şeklinde)dir." âyetidir. Bu görüşü
savunan mezkûr ulemâya göre bu âyet-i kerîme üç cihetten Hânm şahitlik olduğuna
delâlet etmektedir:

1. Allah teâlâ bu âyet-i kerîmede kanlarına zina suçu isnâd edip de kendilerinden
başka şahid bulamayan kimseleri, istisnayı muttasıl ile şahitlerden istisnâ etmiştir. " =
kendileri" kelimesinin merfu' oluşu bu istisnanın muttasıl olduğunu kesin bir şekilde
ortaya koymaktadır. İstisnayı muttasıl, müstesna minh cinsinden olduğuna göre, liân
yapan kimselerin şahitlik yapan kimselerden olduğunda ve dolayısıyla Hânm da şehâ-
det olduğunda şüphe yoktur.

2. Âyet-i kerîme'de geçen "Onlarını her birinin şahitliği" cümlesi, Hânm şahitlik
olduğunu açık bir şekilde ifâde etmektedir, 'Nür sûresinin sekizinci âyet-i kerîmesinde
"Kadının da dört defa Allah'a yemîn edip kocasının mutlaka yalan söyleyenlerden
olduğuna şahitlik etmesi cezayı kendisinden kaldırır" buyurulması da Hânm şahitlik
olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.



3. Allahu teâlâ'bu âyet-i kerîmede Hâmişehâdet yerine ikâme etmiştir. Şahitlerin
bulunmaması halinde eşlerin Hânının şahitlik yerine geçeceğini ifâde buyurmuştur. Bu

\422~]

da Hânın şahitlik olduğunu gösterir.

Bu görüşü savunan ulemâya göre "mevzûmuzu teşkil eden babın hadislerinin zâhîri,
Hânın şehâdet olduğunu ifâde ettiği gibi Hân yapacak kimselerde -Müslüman olmak,
adaletli olmak, iftiradan dolayı hadd vurulmuş olmamak- şartlarının aranması da
Hânın yemîn değil, şehâdet olduğunu gösterir. Çünkü bu şartlar yemîn ehlinde değil,
şehâdet ehlinde aranan şartlardır. Mevzûmuzu teşkil eden hadîsin sonunda bulunan ve
Peygamber Efendimize isnâd edilen, "Eğer (şu edilen) yeminler olmasaydı..." ifâdesi
ise aslında Abbâd b. Mansûr tarafından rivayet edilmiştir. Bilindiği gibi Abbâd b.
Mansûr güvenilir bir râvî değildir, zayıftır.

Şurasını da unutmamak gerekir ki, eğer bir adam karısının belli bir adamla zînâ
ettiğini iddia eder ve o adamın da ismini açıklarsa, ikisine birden zînâ suçu atmış
sayılır. Bu durumda iftiracı durumuna düşmekten ve hadd vurulmaktan kurtulabilmesi
için kadına liân yapması yeterlidir. Ayrıca bir de erkeğe liân yapması gerekmez. Fakat
kadına liân yapmaktan kaçınırsa, o zaman zînâ yapmakla itham edilen kadınla
erkekten her ikisinin de bu kimseyi hadd vurulması talebiyle şikâyet etme hakkı
vardır. Bunlardan birinin şikayetiyle o kimseye had vurulur.

Fakat şikâyetçi olmazlarsa, hadd vurulmaz. Aynı şekilde eğer bir adam isim vererek
bir kadının herhangi bir erkekle zînâ ettiğini iddia etse, Han-belîlerin bazılarına göre
bu zînâ suçu yalnızca kadına atılmış olur, dolayısıyla hadd vurulması talebiyle
şikâyette bulunma hakkı sadece kadınındır. Bu kadınla zînâ ettiği iddia edilen erkeğin
ise, davacı olarak şikâyet etme hakkı yoktur ve hadd da vurulmaz. Delilleri ise,
mevzûmuzu teşkil eden Ebû Dâvud hadîsidir. Şafiî ulemâsından bâzılarına göre ise
kendisine müf-terî sıfatıyla hadd vurulmasından kurtulabilmek için bu kimsenin de

[423]

liân yapması gerekir. Liândan kaçındığı takdirde kendisine hadd vurulur.

2257. ...Said b, Cübeyr dedi ki: Ben îbn Ömer'i (şöyle) derken işittim: "Rasûlullah
(s. a.) liân yapan eşler için;

"Sizin hesabınız Allah'a kalmıştır. Biriniz yalancıdır" buyurdu. (Sonra da erkeğe
hitaben); "-Sana ona (dönmek için) bir yol -yoktur." dedi. (Erkek de);
Ey Allah'ın Rasûlü Benim, malım (ne olacak? Ben onu geri almak istiyorum.) dedi.
Rasûl-ı Ekrem de;

"Sana mal yoktur. Eğer kadın aleyhinde doğru söylemiş isen (ona vermiş olduğun) o,
(mal) kadının fercinin sana helâl kılınmasının, karşılığı olur. Eğer onun aleyhinde

f4241

yalan söylediysen bu (mala kavuşma imkânı) senin için daha da uzaktır."
Açıklama

"Hesabınız Allah'a kalmıştır" cümlesi hakkında İmâm Nevevî, Kadı Iyâz'dan naklen
şunları söylemiştir; "Bu hadîsin zahirine bakılırsa, Rasûlullah (s. a.) bu sözü liân
yapıldıktan sonra söylemiştir. Maksadı ise, liân yapan bu iki eşden yalan söylemiş
olanı tevbeye teşviktir. Her ne kadar Davûdî, "Bu sözleri Peygamber (s. a.) karı-kocayı
lânetleşmekten vaz geçirmek için Kândan önce söylemiştir" diyorsa da, Hândan önce



söylemiş olması ihtimâli daha kuvvetli görünmektedir. Bu cümlede "ehad lafzı yalnız
olumsuzlukta kullanılır" diyen nahv ulemâsı ile, "bu kelime ancak vasıfta kullanılır ve
vahid kelimesi yerine kullanılmaz" diyen kimselere redd cevâbı vardır. Çünkü bu
cümlede "ehâd" kelimesi olumsuzluğun ve tavsifin dışında ve vahid kelimesi yerinde
kullanılmıştır. Müberred de ehâd kelimesinin nefyin ve vasfın dışında
kullanılabileceği gibi "vahid" kelimesi yerinde de kullanılabileceğini kabul
etmektedir. Nitekim: "... onlardan herb irinin şahitliği dört defa Allah'a yemin edip,

14251

kedisinin mutlaka doğru söyleyenlerden olduğuna şahitlik etmektir." âyet-i
kerîmesi de bu görüşü te'yîd etmektedir. Ayrıca bu hadîs biribirini yalanlayan iki

1426]

hasmın birisinin cezalandırılması gerekmeyeceğine delâlet etmektedir.
Bazı Hükümler

1. Hâkim zahire göre hükmeder. Delillerle isbâtlayamadığı davaların iç yuzunu Allah
a havale eder.

2. Hâkim liân yapan kimselere yalan söylemiş olan kimsenin tevbe etmesi lâzım
geldiğini hatırlatır.

3. Liân, kadınla erkeğin arasını, erkekte kadına dönme hakkı kalmayacak şekilde tefrik
eder.

4. Liân yapılırken kadın eğer Hândan önce kocasıyla bir yatakta yatmışsa mehrinin
bütününü almaya hak kazanır. Kocası ondan hiçbir hak taleb edemez. Bu mevzuda
ulemâ ittifak etmiştir. Fakat Hândan önce kocası onunla bir yatakta yatmamışsa o
zaman İmâm Ebû Hanife ile îmâm Mâlik, Şafiî ve Evzâi'ye göre ise mehrinin yarısını
alabilir. el-Hakem ile Hammad kadının bu durumda da mehrinin hepsini alabileceğini
söylemişlerdir. İmâm Nevevi'ye göre kadın zînâ ettiğini itiraf etse bile yine mehrinin

r4271

hepsini alır.

2258. ...Said b. Cübeyr (r.a.)'den; demiştir ki: Ben İbn Ömer'e;

Bir erkek karısına zmâ suçu isnâd etse (bunların aralan ayrılır mı?) diye sordum da,
(bana);

Rasülullah sallâllahu aleyhi ve sellem (bu durumda olan) Aclan oğullarından iki (dîn)
kardeşi (yâni iki müslüman kan-kocayı) biribirinden ayırdı ve "Allah biliyor ki biriniz
yalancıdır. İçinizden tevbe edecek bîri yok mu?" diye sordu ve bunu üç defa
tekrarladı, (ikisi de böyle bir suçu kabullenmekten) kaçındılar. Bunun üzerine (Rasûl-i

r4281

Ekrem) onları biribirinden ayırdı, cevâbını verdi.
Açıklama

Birbirlerinden ayrıldıkları bildirilen kimseler Uveymir ile karısı Havle'dir. Bütün
rmVminler kardeş olduğu için

metinde bu karı-koca için tağlib yoluyla "ehaveyn" ifâdesi kullanılarak kendilerinden

r4291

iki kardeş diye bahsedilmiştir.



Bazı Hükümler



1. Liândan sonra eşlerden biri yalan söylediğini itifâf ye Allah'a tevbe edecek olursa
ıiâmn fesh anlamına geldiğini iddia eden ulemâya göre kadın yeni bir nikâhla eski
kocasına dönebilir. Said b. el-Müseyyeb, tmâm Şafiî ve Ahmed gibi Hânın fesh
olduğunu kabul eden imamlar bu görüşü savunmuşlardır. Nitekim 2250 numaralı
hadîsin şerhinde açıklamıştık. Fıkıh ulemâsının bu konudaki görüşleri 2259 numaralı
hadîsin şerhinde inşallah tekrar ele alınacaktır.

2. Liânm talâk olduğunu kabul eden ulemâya göre ise, liâdan sonra karı-kocadan
birinin yalan söylediğini itiraf etmesi halinde koca iddet süresi içerisinde iken yeni bir
nikâha lüzum kalmadan karısına dönebilir. Fakat iddetten sonra dönebilmesi için yeni
bir nikâha ihtiyaç vardır.

3. Erkeğin yalan söylediğini itiraf etmesi halinde kendisine iftiracı sıfatıyla seksen
değnek vurulur. Kadın Hândan sonra yalan söylediğini itiraf ederse evli olması halinde
recmedilir, bekâr olması halinde ise zînâ haddi olarak yüz sopa vurulur. Eğer bu kadın
câriye idiyse sadece elli sopa vurulur. Bu husûsda cariyenin bekâr olması ile evli

14301

olması arasında bir fark yoktur.

2259. ...İbn Ömer'den rivayet olunduğuna göre, Rasûlullah (s. a.) zamanında bir adam
karısına liân yaparak kadının çocuğunu (kendinden olmadığı iddiasıyla) reddetti.
Bunun üzerine Rasûlullah (s. a.) onları biribirlerinden ayırdı ve çocuğu (neseb ve

[431]

mirâsda) kadına verdi.

Ebû Dâvud dedi ki: râvi îmam Mâlik'in (rivayette) yalnız kaldığı (söz) "çocuğu kadına
ilhak etti." sözüdür. Yunus, Zührî-Sehl b. Sa'd yoluyla liân hadisinde (şu sözü) rivayet
etmiştir. "(Koca) kadının hamlini kabul etmedi. Bunun üzerine (Hz. Peygamber ço-
cuğu kadına nisbet etti de kadının) çocuğu kendisine (nisbet edilerek) "Havle'nin

1432]

oğlu" diye anılır oldu.
Açıklama

Karısına liân yaptığından bahsedilen kimse Hz. Uveymir'dir.Karısı da Havle bint
Kays'dır. Hz. Uveymir karısını zînâ ederken gördüğünü ve dolayısıyla onun dünyaya
getireceği çocuğun kendisinden olmadığını, çocuğun babasının karısıyla zînâ eden
adam olduğunu iddia etmiş Rasûl-i Ekrem de Allah'ın emrettiği şekilde onlara liân
yaptıktan sonra doğacak çocuğu yalnız annesinin ismiyle anılmak, annesine vâris
olmak, kendisine de sadece annesinin vâris olabilmesi kaydıyla annesine vermişti.
Nitekim daha Önce tercümesini suduğumuz 2247 numaralı hadîs-i şerîf bu liân
yapılırken kadının hamile olduğunu 2249 numaralı hadıs-i şerîf, çocuğun sadece
annesinin ismiyle Havle'nin oğlu falanca diye anıldığını, 2252 numaralı hadîs de
çocuğa sadece annesinin Vâris olup başkasının vâris olamayacağını ifâde
etmektedirler. Hattâbî'nin beyânına göre Hanefîler bu hadîsi delîl getirerek eşlerin
sâdece liân yapmakla birbirlerinden ayrılmış olamayacaklarını, ayrılabilmeleri için
hâkimin buna hükmetmesi gerektiğini söylemişlerdir.



Ulemânın büyük çoğunluğuna (cumhura) göre ise, eşlerin birbirlerinden
boşanabilmeleri için sâdece Hân yapmak yeterlidir. Hadîs-i şerifte liân yapan eşleri
birbirinden Rasûl-i Ekrem'in ayırdığından bahsedilmesinden maksad, bu ayrılmanın
Rasûl-i Ekrem'in hükmüyle gerçekleştiğini ifâde etmek değil, bu liân hadisesinin ve
dolayısıyla boşanmanın Rasûl-i Ekrem'in huzurunda meydana geldiğini ifâde etmektir.
Eğer eşlerin ayrılmaları için hâkimin kararı şart olsaydı, çocuğun koca tarafından
reddedilebilmesi için de hâkimin kararı şart olurdu. Çünkü hadîs-i şerifte çocuğun
koca tarafından reddedilmesi, Hâna atfedilerek zikredilmiştir. Çocuğun reddedilmesi
için hâkimin kararma ihtiyâç olmadığı kabul edildiğine göre, eşlerin Hândan sonra
boşanmış sayılabilmeleri için hakimin kararma ihtiyaç olmadığını da kabul etmek
gerekir. Şu halde hadîste geçen "Rasûlullah (s. a.) onları birbirinden ayırdı" cümlesinin
manâsı "Hz. Peygamber liân şahâdetiyle onların birbirlerinden ayrılmış olduklarını
beyân etti" demektir. Mezhep İmamlarının bu meseledeki görüşlerini şu şekilde
özetlemek mümkündür:

a. Ebû Hanife ile İmâm Muhammed ve Sevri'ye göre liân yapan eşlerin birbirlerinden
ayrılabilmeleri için Hândan sonra ayrıca bir de hakimin karan gerekir. Bu mevzuda
İmâm Ahmed'den gelen en kuvvetli rivayet de budur. Delilleri ise, mevzûmuzu teşkil
eden bu hadîstir.

b. İmâm Mâlik ile Evzâî ve Züfer'in de içinde bulunduğu cumhura göre ise, Hân sona
erince hâkimin kararı olmadan eşler biribirinden ayrılmış olur. Bu görüş İmâm
Ahmed'den de rivayet olunmuştur.

c. İmâm Şafiî ile Sahnûn'a göre ise, erkeğin Hânı bitirdiği andan itibâren eşler
biribirlerinden ayrılmış olur. Bu ayrılmanın kadının Iiânıyla ilgisi yoktur. Musannif
Ebû Davud'un, İmâm Mâlik'in "Çocuğu kadına ilhak etti" sözünü rivayette yalnız
kaldığından bahsetmesi, bu hadîsin zayıflığına delâlet etmez. Çünkü imâm Mâlik
adalet ve zabt yönünden güvenilir bir imamdır. Ayrıca Yunus'un Zührî'den rivayet

[433]

ettiği hadîs de 2249 ve 2252 numaralı hadîsler tarafından da takviye edilmiştir.

27-28. Erkek Hanımının Doğurduğu Çocuğun Kendisinden Olup Olmadığından
Şüphelenecek Olursa

2260. ...Ebû Hureyre (r.a.)'den; demiştir ki: Fezâre Oğullarından bir adam Peygamber
(s.a.)'e gelerek,

Karım siyah bir çocuk dünyaya getirdi, (ne buyurursunuz?) dedi. (Hz. Peygamber:)

"Senin develerin var mı?" diye sordu. (O kimse);

Evet diye cevâp verdi. (Hz. Peygamber de);

"Onların renkleri nasıldır?" buyurdu. (Adam);

Kırmızıdır, diye karşılık verdi. (Hz. Peygamber);

"İçlerinden yağız olanları da var mı?" diye sordu. (O kimse de)

İçlerinde gerçekten yağız olanları da var, cevâbını verdi. Bunun üzerine (Hz.
Peygamber);

"Bunun nereden geldiği zannedebilir?" dedi. (Adam da) Onu bir damarın çekmiş
olması mümkündür diye cevâp verdi. (Bunun üzerine Hz. Peygamber):

[4341

"Şu halde bu (çocuğu) da bir damarın çekmiş olması mümkündür." buyurdu.



Açıklama



Hanımının dünyaya getirdiği çocuğun kendisinden olup olmadığı hususunda
şüpheye düşerek Rasûl-i Ekrem'e gelip ona yukarıdaki sorulan yönelterek bu
mevzûya ışık tutmasına vesile olan sahâbî Damdâm b. Katâde'dir.
Hadîs ulemâsından Hattâbî bu hadîs-i şerifle ilgili görüşlerini şöyle ifâde etmiştir;
Rasûl-i Ekrem'e bu sorulan yönelten sahâbî bu sorularıyla karısının dünyaya getirdiği
çocuğun kendisinden olup olmadığından şüpheye düştüğünü ta'riz yoluyla ifâde etmek
ve Rasûl-i Ekrem'in bu çocuğun kendisinin olmadığına hükmetmesini te'mîn etmek
istemiştir. Fakat Hz. Peygamber çocuğun annesinin nikâhı altında bulunduğu kimseye
âid olduğuna hükmetmiş, renk farkının hüküm vermek için yeterli bir delîl
olamayacağını ifâde etmek istemiş, buna tohumlan bir olan develerde görülen çeşitli
renkleri misâl göstermiştir. Bu hadîste kıyası isbât için geçerli bir delîl olduğuna ve
birbirlerine benzeyen iki şeyin aynı hükümde olacaklarına, kinayeli sözlerden hadd

14351

îâzım gelmediğine, kazfm ancak sarih sözlerle sabit. olabileceğine delîl vardır."
Bazı Hükümler

1. Bir kimse çocuğunun renginin kendi kendine benzemediğinden şüpheye düşerek, bu
çocuğun kendisinden olmadığına hükmedemez. Dolayısıyla bu çocuğu reddetmek için
dâvâu olamaz.

Kurtûbî, "esmerlikle, karalık gibi birbirlerine yakın renklerden dolayı çocuğu
reddetmenin caiz olmadığında ittifak vardır. Erkeğin, kadınla cimâ'da bulunduğunu,
kadınında istibrâ süresinin devam ettiğini itiraf etmesi halinde ise kendisinin siyah,
çocuğun beyaz olmasından veya kendisinin beyaz, çocuğun siyah olmasından dolayı
da çocuğu reddedemez" demiştir. Fakat Kurtûbî'nin bu sözü kendi mezhebine göre
olsa gerektir. Çünkü bu mesele ulemâ arasında ihtilaflıdır. Şâfiîlere göre eğer kadının
zînâ ettiğine dâir bir karine yoksa, erkeğin renk farkından dolayı çocuğu reddetmesi
caiz değildir. Fakat kadın zînâ suçu ile itham "edildikten sonra böyle bir çocuk
dünyaya getirmişse, o zaman erkeğin bu çocuğu reddetmesi caizdir. Nitekim daha
önce tercümesini sunduğumuz 2256 numaralı hadîs de bu görüşü desteklemektedir.
Hanbelilere göre ise, kadının zina ettiğine dâir bir karine varsa erkeğin çocuğu
reddetmesi caizdir.

2. Çocuğun rengi babasına benzemese bile onu babasına ilhak etmek gerekir.

3. Nesebin isbâtı hususunda ihtiyatlı davranmak, mümkün mertebe çocuğu annesinin
nikâhı altında bulunduğu kimseye nisbet etmek gerekir.

4. Ta'riz hadd ve liânı gerektirmez. Fakat İmâm Mâlik ta'rizin hem haddi hem de liânı
gerektirdiğini söylemiştir. Mâliki ulemâsından bazıları, haddi gerektiren ta'rizin,
kendisiyle kasdedilen mânâ sarih lâfızdan anlaşılan mânâ gibi açıkça anlaşılan ta'riz

[436]

olduğunu ifâde etmişlerdir.

[4371

5. Kıyas caizdir.



2261. ...(Önceki hadîs) Zührî'nin senediyle ve aynı mânada (bir daha) rivayet
olunmuştur. Bu rivayette râvflerden biri "o (Fezâreli adam) o anda ta'riz yoluyla



1438]

çocuğu reddetmeye çalışıyordu." demiştir.
Açıklama

Ta'riz; "üstü kapalı şekilde itiraz etmek" demektir. Bunu bir tarafı gösterip diğer tarafı
göstermek diye ta'rif ederler. "Kitabınızı o kadar "muhafazaya çalışıyorsunuz ki,
sahifeleri dağılmasın diye kenarlarını kesmiyorsunuz" ibaresi bir ta'rizdir." Kastedilen
"derse çalışmadığınız, kitaplarınızın kenarlarını kesmeyişinizden belli" ifadesi-
14391

dir..." Bir önceki hadîs-i şerifte ve dolayısıyla mevzûmuzu teşkil eden hadîs-i
şerifte geçen "karım siyah bir çocuk dünyaya getirdi" cümlesinde ta'riz sanatı vardır.
Çünkü Fezâreli adam bu sözüyle, karısının dünyaya getirdiği siyah çocuğun
kendisinin olmadığım, yâni bu çocuğun zînâ mahsûlü olduğunu ifâde etmek istemiştir.
Zira bu söz ta'riz yoluyla şu mânâya gelir: "Karım siyah bir çocuk dünyaya getirdi.
Bense beyaz tenliyim. Benden siyah bir çocuk dünyaya gelemez. Binâenaleyh bu
çocuk karımın kendisiyle zînâ ettiği bir adamdan dünyaya gelmiştir."
Bir önceki hadîs-i şerifin şerhinde açıkladığımız gibi Rasûl-i Ekrem Fezâreli adamın
bu şikâyetini reddetmiştir. Ulemânın bu maseleyle ilgili görüşlerini bir önceki hadîsin
[440]

şerhinde açıkladık.

2262. ...Ebû Hureyre (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre, bir a'rabî Peygamber (s.a.)'e
gelerek: "Karım siyah bir oğlan doğurdu. (Fakat) ben bu çocuğu kabul etmiyorum"
dedi. (Ebû Hureyre hadîsin bundan sonraki kısmında, bir önceki hadîsin) mânâsını

14411

rivayet etti.
Açıklama

Bu hadîsin tamamı Müslim'in Sahîh'inde şu mânâya gelen lafızlarla rivayet edilmiştir:

Benî Fezâre kabilesinden bir adam Peygamber (s.a.)'e gelerek "Karım siyah bir oğlan

doğurdu" dedi. Bunun üzerine Peygamber (s. a.):

"Senin develerin var mı?" dedi, adam;

Evet, cevâbını verdi, Rasûl-i Ekrem;

"Renkleri nedir?" dedi, adam;

Kırmızı! cevâbını verdi, Rasûlullah (s.a.);

"İçlerinde boz renklileri var mı?" diye sordu, adam;

Hakîkaten içlerinde boz renkli olanları var, dedi, Rasûlullah (s.a.);

"Peki bu onlara nereden geldi?" buyurdu, Adam;

Belki damar çekmiştir" dedi, Rasûlullah (s.a.);

"Bunu da belki damar çekmiştir" buyurdu. Ulamanın bu hadîsle ilgili görüşleri 2260

f4421

numaralı hadîsin şerhinde geçti.

28-29. Çocuğun Kendisinden Olduğunu Bildiği Halde Kendisinden Olmadığını
İddia Eden Kimseler Hakkında Ağır Tehdidler



2263. ...Ebû Hureyre (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre, kendisi Rasûlullah (s.a.)'i Hân
yapan eşlerle ilgili âyet(ler) indiği zaman (şöyle) buyururken işitmiş: "Bir kavme o
kavimden olmayan bir çocuğu dahil eden bir kadının AUah(m dîni) ile hiçbir alâkası
yoktur ve Allah onu kesinlikle cennetine koymayacaktır. Bile bile çocuğunu kabul
etmeyen bir erkeği de Allah kendisinden uzaklaştıracak (kıyamet gününde) Önceki ve

1443]

sonraki (ümmet)lerin gözü önünde kepaze edecektir."
Açıklama

Liân âyetleri ile ilgili açıklama 2253 numaralı hadîs-i şerifin şerhinde geçti.
Bir kadının bir kavme o kavimden olmayan bir çocuğu dahil etmesinden maksat, o
kadının gizlice zînâ ederek bu zînâdan bir çocuk dünyaya getirip onu bu kavme nisbet
etmesi ve kocasının da farkına yaramayarak o çocuğu kendi çocuğu gibi büyütüp
kendisine vâris yapması ve harîm-i ismetine almasıdır. Allah teâlâ onun bu hareketine
karşılık olarak onu cennete ilk girenlerle girmek ni'metinden mahrum ederek ve onu
cehennemine atarak yaptığının cezasını orada çektirecektir.

Aynı şekilde kendisinden doğan bir çocuğu bile bile reddedip kendisinden olmadığını
iddia eden erkekleri de Cenâb-ı Hakk kıyamet gününde rahmetinden mahrum
bırakmakla cezalandıracak ve gelmiş geçmiş büüh ümmetlerin gözü önünde rezil ve
rüsvây edecektir. Çünkü kadın bu çocuğu o ailenin içerisine sokmakla çocuğu hakkı
olmadan kocasının malına vâris etmiştir. Ayrıca o çocuk o ailenin harîm-i ismetine
girmekle, kendisine yabancı olan kadınların veya erkeklerin mahrem hallerine vâkıf
olmuş ve bilmeden daha pekçok büyük-küçük günâhları irtikâb etmiş olur ki, bunların
vebali bütün bu günâhlara sebeb olan kadına aittir.

Kendisinden olduğunu bildiği halde çocuğunu reddeden kimse de karısını zînâ suçu ile
suçladığı, çocuğunu da veled-i zînâ lekesi ile lekelediği ve dünyayı onlara zindan
ettiği için Allah kıyamet gününde bu erkeği bütün ümmetlerin gözü önünde rezîl ve
f4441

rüsvây edecektir.

29-30. Bir Kimsenin Zinadan Doğan Bir Çocuğun Kendisine Ait Olduğunu
tddia Etmesi

2264. ...îbn Abbas (r.a.)'dan; demiştir ki: Rasûlullah (s. a.) (şöyle) buyurdu;
"İslâm'da zînâ(ya izin) yoktur. Câhiliyye döneminde bir kimse zînâ ederse, (bu
zînâdan doğan çocuk zînâ eden erkeğin) asabesine katılırdı. (Fakat İslâmiyyet
geldikten sonra) kim, zînâ sonucu dünyaya gelen bir çocuğu(n kendisine âit olduğunu)
iddia ederse (o kimse bu çocuğa) vâris olamaz, kendisine de (o çocuk tarafından) vâris

[4451

olunamaz."
Açıklama

Câhiliyye döneminde halk cariyeleri satın alır ve onları para karşılığında zînâ
yapmaya zorlarlar ve cariyelerin zînâdan elde ettikleri paralan da ellerinden alırlardı.



Daha sonra câriye bir çocuk dünyaya getirir de cariyenin efendisi ve cariyeyle zînâ
eden kimse bu çocuğa sahip çıkmak isterlerse, çocuk zînâ eden adama verilir ve çocuk
o adamın asabesinden sayılırdı. Fakat islâmiyet gelince zînâyı yasaklamış, zînâdan
dünyaya gelen çocuğun kendisine âid olduğunu iddia eden kimseler bu çocuğa sahip
olma hakkından mahrum edilmiş, çocuk annesinin nikâhlı bulunduğu kimseye veya
annesinin efendisine nisbet edildiği gibi, zînâ yapan kimsenin bu çocuğa vâris veya
muris olması da önlenmiştir. Bu mevzüyu 2273 numaralı hadîs-i şerifte inşallah tekrar
ele alacağız. Bu hadîsin senedinde ismi zikredilmemiş bir râvî bulunduğu için bu hadîs
f4461

zayıftır.

2265. ...Amr b. Şuayb, dedesi Abdullah b. Amr b. As'dan şöyle dediğini rivayet
etmiştir. Peygamber (s. a.), baba olduğu iddia edilen kimsenin ölümünden sonra (o
babanın) mirasçılarının (sözü geçen babanın olduğu gerekçesiyle onun nesebine)
nisbet edilmesi için davacı oldukları kimse(ler) hakkında şöyle hüküm verdi;
"Bir kimsenin mülkünde olduğu bîr günde kendisiyle cima' ettiği cariyeden doğan ve
(cima' eden kimse tarafından nesebinin kendine âid olduğu) reddedilmeyen bir çocuğu
(babasının ölümünden sonra) vârisleri kendilerine katmak için dâva ederlerse (bu
çocuk) onlara katılır. (Fakat) bu çocuğa nesebe katılmadan önce (nesebine katıldığı
babasına âid) taksim edilmiş olan mîrasdan bir nasîb yoktur. (Ancak) taksim
edilmeden önce erişmiş olduğu mîrasdan bir payı vardır. (Fakat) kendisine nisbet
edilmekte olduğu babası (sağlığında) bu çocuğun kendisine âid olduğunu kabul
etmemişse (vârislerin istemeleriyle bu çocuk o babanın nesebine) katılamaz. Eğer bu
çocuk (bu adamın ilişkide bulunduğu ve) mülkünde olmayan bir cariyeden veya
kendisiyle zînâ ettiği hür bir kadından dünyaya gelmişse bu çocuk onun nesebine
katılamaz ve o kimseye vâris olamaz.

İsterse oğlu diye çağırılan kişiyi, (oğlumdur diye) kendisi dava etmiş olsun. Çünkü o

r4471

çocuk hür bir kadından veya bir cariyeden (dünyaya gelen) bir zînâ çocuğudur."
Açıklama

Bir kimsenin kendisiyle cimâ'da bulunduğu bir cariyeden cimâ'dan en az altı ay sonra
bir çocuk dünyaya gelecek olursa, bu çocuğun nesebinin sabit oiup olmaması ulemâ
arasında ihtilaflıdır. Nevevî'nin beyânına göre bu durumda olan bir câriye efendisinin
firâşı (nikâhlısı) hükmüne geleceğinden çocuğun nesebi babası -yâni cariyenin
efendisi- için sabit olur. Dolayısıyla bir cariyeden doğan çocuk ile cariyenin efendisi

r4481

arasında baba ile oğul arasındaki hükümler cereyan eder.

tmâm Ebû Hanife (r.a.)'e göre ise "Efendinin iddiası olmadan bu çocuğun nesebi

f4491

kendisi için sabit olmaz."

Eğer böyle bir çocuğun babası sağlığında onun nesebinin kendisine âid olduğunu iddia
etmemişse ölümünden sonra o kimsenin vârisleri bu çocuğun kendi neseblerinden
olduğunu iddia ederek onun, kendi neseble-rine katılması için dâvâcı olabilirler. Böyle
bir dâva sonunda nesebi sabit olan kimse babasının henüz taksim edilmemiş malları
varsa, onlara vâris olabilir. Fakat daha önce taksim edilmiş olan mallara vâris olamaz.



Eğer bu kimsenin kardeşleri ölür de arkasında bu kimseyi mirasdan düşürecek bir
kimse bırakamazsa o zaman ölen kardeşine de vâris olur. Fakat cariyenin kocası
sağlığında cariyenin karnında taşıdığı bu çocuğun kendinden olduğunu reddetmişse o
zaman bu çocuğun nesebi o kimseye nisbet edilemediği gibi bu kimsenin ölümünden
sonra vârisleri de çocuğun nesebinin bu kimseye nisbet edilmesi için dâvâcı olamazlar.
[450]

2266. ...(Önceki hadîs) Muhammed b. Râşid'den önceki sened aynı kalmak şartıyla
aynı mânâda bir daha rivayet olunmuştur. (Ancak râvî Halid b. Yezîd, bu hadîse
şunları da) ilâve etti. Bu çocuk (sâdece) annesinin ailesine (nisbet edilebilen) bir
veled-i zînâdır. (Annesinin ev halkı yakınlık bakımından veya) hür ya da köle hangi
halde iseler, (bu çocuk da onlara ona göre nisbet edilir). (Ölen bir kimsenin vârisleri
tarafından onun nesebine) katılması istenen bir çocuk hakkındaki bu (hüküm) islâmın
başlangıcında (geçerli) idi. Binâenaleyh (ölen akrabalarına âid olan ve) islâmiyetten

1451]

önce paylaşılan mal(lar)dan (bu çocuğun bir payı yoktur çünkü geçen) geçmiştir.
Açıklama

İslâmm ilk yıllarında bir kimsenin cariyesinden bir çocuğu olur da sağlığında bu
çocuğun nesebinin kendisine âid olduğunu dâva eder de onun nesebini tesbit
ettiremezse bu çocuk veled-i zînâ sayılır ve sadece annesine ve dolayısıyla annesinin
ailesine nisbet edilirdi. Annesinin annesi, onun anne-annesi, annesinin babası, dedesi,
kardeşleri de teyzesi ve dayısı çocukları da kardeşi olurdu. Ve onlara vâris olabilirdi.
Daha sonra İslâmiyet bu uygulamayı kaldırmış, fakat İslâmiyetten önce bu usûle göre
yapılmış olan vârisler arasıda mal taksimlerine dokunulmamış, o mallar hissesine

1452]

düştüğü kimselerin ellerinde bırakılmıştır.
Bazı Hükümler

1. Zînâ mahsûlü olarak dünyaya gelen bir çocuk babasma nisbet edilemez. Çocuğun
kendisine âid olduğunu iddia ederek dâvâcı bile olsa bu çocuk ona nisbet edilemez.
Dolayısıyla çocuk ona, o da çocuğa vâris olamaz. Haleften ve seleften ulemânın büyük
çoğunluğu bu görüştedir.

2. Veled-i zîna doğrudan doğruya annesine dolayısıyla onun akrabalarına nisbet edilir.
Yakınlık derecesine göre onlara vâris olur, onlar da buna vâris olur. Bu hususta mîras
hükümlerine ve esâslarına göre hareket edilir. Ulemânın bu mevzûdaki görüşlerini şu
şekilde özetlemek mümkündür;

İmâm Ahnıed'e göre, babasız olan bir kimseye annesi ile kendi zevi'l-erhâmı ve
kendisinin fürü'u olmadığı takdirde annesinin asabeleri vâris olabilirler. Delili ise, şu
hadîs-i şeriftir; "Hisseleri sahiplerine veriniz. Kalanı da (ölüye) en yakın olan
1453]

erkeklere veriniz." Babasız olan bir kimseye en yakın olan erkek akrabası
annesinin erkek akrabalarıdır. İmâm Ahmed'e göre babasız olan bir kimsenin asabesi
annesidir. Eğer annesi yoksa o zaman asabesi, annesinin âsebeleridir. Hz. İbn Mes'ud



da bu görüştedir. Delilleri ise, MekMl'den rivayet edilen şu sözdür: "Peygamber (s. a.)
mülâaneden doğan çocuğun mirasını annesine ve ondan sonra annesinin vârislerine
14541

tahsis etti.

Zeyd b. Sabit ile İmâm Mâlik, Şafiî ve cumhûr-ı ulemâya göre babasız olan çocuğun
annesi ona vâris olabildiği gibi başkaları da vâris olabilir. Böyle bir çocuğun asabesi
yoktur. Annesinin asabeleri de bu çocuğa asabe olamaz. Eğer bu çocuk için
annesinden başka ashâb-ı ferâiz yoksa, o zaman annesi terekenin üçte birini alır, gerisi
hazineye kalır.

Hanefi ulemâsına göre ise babasız çocuğun mirasının hepsini annesi alır. Üçte birini
Kur'an-ı Kerîm'in tayin ettiği bir pay olarak alır. Kalanı da yine ona verilir. Katâde'nin
rivayetine göre Hz. Ali ile İbn Mes'ûd, "doğumu Hâna mevzu' olan babasız bir kimse,
arkasında annesiyle, anneannesi ve anne bir erkek kardeşler bırakarak ölürse,
terekesinin üçte ikisini erkek kardeşleri üçte birini de anne-annesi alır" demişlerdir.
[455]

30-31. Kaifler (İz Ta'kibi Mütehassısları)

2267. ...Aişe (r.anha)'dan; demiştir ki: "Rasûlullah (s. a.) yanıma geldi."

Müsedded ile Îbnu's-Serh (bu hadîsi Hz. Aişe'den:) Rasûlullah bir gün (yanıma) neşeli

olarak (geldi şeklinde) rivayet etti(ler).

Osman da (bu hadîs-i Hz. Aişe'den şu şekilde) rivayet etti: (Rasûlullah sallâllahu
aleyhi ve sellem) sevinci yüz hatlarına yansımış olarak (neşeli bir halde yanıma) geldi.
(Hadîsin geri kalanını bu râvîler Hz. Aişe'den şu şekilde naklettiler Hz. Peygamber)
dedi ki;

"Ey Aişe, haberin yok mu? Mücezziz el-Müdlici, Zeyd ile (oğlu) Üsâme'yi gördü
üzerlerinde bir kadife vardı onunla başlarını örtmüşler ayaklan açık idi. (Mücezziz);
"Bu ayaklar birbirlerinden (meydana gelmiş)dir dedi."

1456]

Ebû Dâvud dedi ki; Üsâme siyah (tenli, babası) Zeyd'de beyaz (tenli) idi."
Açıklama

Kaif, kıyafet ve eserden anlayan demektir. Fukaha bu kelimeyi baba ile oğul
arasındaki benzer tarafları bilen ve

alâmetleri biribirinden ayırabilen kimse mânâsında kullanmışlardır.

Câhiliyye dönemi'nde halk kaillerin sözlerine son derece itibâr ederler ona şaşmaz bir

kanun gibi sarılırlardı.

îşte böyle bir ortamda koyu siyah tenli bir kimse olan Hz. Zeyd b. Hârise'nin beyaz
tenli bir çocuğu dünyaya gelmişti. Baba ile oğul arasındaki bu renk farkı o günkü
Arapların dikkatini çekmiş, Hz. Üsâme'nin, Hz. Zeyd'in neslinden olup-olamayacağı
dedi-koduları halk arasında yayılmıştı. Şüphesiz ki bu duruma en fazla üzülen Rasûl-i
Ekrem'di. Bu dedikoduların yoğunlaştığı bir günde Hz. Zeyd'le oğlu Üsâme başlan ka-
difeden bir örtü ile örtülü ve ayakları açık bir halde uyurlarken Arapların meşhur
kaillerinden Mücezziz onları bu halde uyurlarken görmüş sadece ayaklarına bakarak
"bu ayaklar birbirlerinden (meydana gelmiş)tir" demişti. Rasûl-i Ekrem araplar için



senet niteliğinde olan bu sözü Mücezziz'-in ağzından işitince, dedikoduların artık sona
ereceğini düşünerek, Hz. Zeyd hesabına son derece sevinmişti. Evine vardığı zaman
Hz. Aişe'nin ifâde ettiği gibi sevinç alâmetleri halâ yüzünden okunuyordu. Gerçekten
soy çekimi ve baba ile onun nesli arasındaki benzerlikler günümüzde de ele alınıp ilmî
esâslara bağlanmıştır. Fıkıh ulemâsı da bu benzerliklerle neseb tesbitinin caiz

14571

olacağını kabul etmiştir.

2268. ...(Önceki hadîs yine) aynı senedle (yâni Hz. Urve vasıtasıyla, Hz. Aişe'den)
aynı mânâda rivayet edilmiştir. (Urve) dedi ki: Aişe şöyle dedi; "Peygamber (s.a.)
sevinçle yüz hatları parlar bir halde yanıma geldi"

Ebû Davûd dedi ki: İbn Uyeyne "yüzünün hatları" kelimesini sağlam bir şekilde zabt
(ve rivayet) etmemiştir.

Ebû Dâvud dedi ki: "Yüzünün hatları" kelimesi (metnin aslından olmadığı halde
metne) îbn Uyeyne tarafından ilâve edilmiştir. (Aslında İbn Uyeyne) bu kelimeyi
Zührt'den işitmemiştir. Fakat, o sadece "esârir: hatlar" kelimesini (işitmiştir. Bu
kelimeyi de Zührt'den değil) başkasından işitmiştir. (Binâenaleyh) "Esârir" kelimesi
(sâdece) Leys ile başka bir râvtnin hadîsinde vardır.

Ebû Dâvud dedi ki; Ben Ahmed b. Salih'i (şöyle) derken işittim; "Üsâme zift gibi

14581

kapkara idi, Zeyd de pamuk gibi beyazdı."
Açıklama

Musannif Ebû Dâvud bu hadîsin sonuna ilâve ettiği talikte şunu ifâde etmek istiyor;
Aslında Süfyân b. Uyeyne metinde geçen "yüzünün hatları" kelimesini ez-Zühri'den
işitmediği halde bunu bizzat ondan işitmiş gibi nakletmiştir. Oysa Süfyân b.
Uyeyne'nin "yüz hatları" manasına gelen "esârîru vechihi" kelimesini Zühri'den işit-
mediği kesindir. O sadece "esârîr" kelimesini işitmiştir. Onu da Zührî'den değil, Leys
b. Sa'd'dan işitmiştir. Leys de Zührî'den işitmiştir.

Bilindiği gibi râvinin muasırı olduğu için görüştüğü fakat hadîs almadığı veya muasırı
olduğu halde görüşmediği bir şeyhten işittiğini zannettirecek şekilde rivayet ettiği
hadîslere Müdelles hadîs denir. Musannif Ebû Davud'un bu açıklamasına göre
mevzûmuzu teşkil eden bu hadîs müdellestir.

Gerçekten Süfyân b. Uyeyne ez-Zührî ile aynı asırda yaşamış, onunla görüşmüş, fakat

14591

ondan hiçbir hadîs rivayet etmemiştir.
Bazı Hükümler

1. İki kişi arasında, benzer yanları tesbit konusunda mütehassıs olan kimselerin
tesbitlerine itibar etmek caizdir.

2. Onların sözüyle çocukların nesebini tesbît etmek dînen caizdir. İmâm Mâlik ile
Şafiî, Ahmed, el-Evzâî, el-Leys b. Sa'd Ömer b. Hattâb, İbn Abbâs, Enes b. Mâlik ve
hadîs ulemâsının pek çoğu bu görüştedirler. Delilleri ise, mevzûmuzu teşkil eden
hadîs-i şerifle 2254 numaralı hadîs-i şerifte geçen "Hamile olan kadının doğuracağı
çocuğun durumuna dikkat edin. Eğer yüzleri sürmeli, kalçaları iri ve baldırları kaim



bir çocuk dünyaya getirirse, bu çocuk Şerik b. Sahma'ya aittir," ifadesidir.
Hanefi ulemâsıyla İmâm Sevri ve Küfe ulemâsına göre ise çocuğun kılığına bakarak
hüküm veren kimselerin sözleriyle amel etmek caiz değildir. Çünkü bu zân ve tahmine
dayanan bir hükümdür. İlmî gerçeklere dayanmayan ve sadece tahmine dayanan
hükümlerle neseb tesbiti gibi son derece önemli ve içtimaî bir meselede amel etmek
oldukça sakıncalıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak Kur'an-ı Kerîm'inde; "Bilmediğin bir şeyin
r4601

ardına düşme..." buyurmuştur. Bu görüşte olan ulemâya göre mevzûmuzu teş-kîl
eden Ebû Dâvud hadîsi, "Ya Rasûlallah karım siyah bir çocuk dünyaya getirdi" diyen
bir kimseye, Rasûl-i Ekrem'in, "Bu çocuğu da bir damarın (dedelerinden birine)
çekmiş olması mümkündür" diye cevâp verdiğini ifâde eden 2260 numaralı hadîs-i
şerife aykırıdır. Çünkü 2260 numaralı hadîs neseb tesbiti hususunda vücudun şeklinin
bir önemi olmadığını, dolayısıyla bu usûlle bir çocuğun nesebini tesbit veya
reddetmenin mümkün olamayacağını ifâde etmektedir. Yine bu görüşü savunan
ulemâya göre mevzûmuzu teşkil eden hadîs-i şerifte kılığa bakarak neseb tesbit ve
tayîn etmenin caiz olduğuna delâlet eden bir mânâ yoktur. Çünkü Rasûl-i Ekrem'in,
Mücezziz'iri sözüne sevinmesi onun sözüyle nesebin tayîn ve tesbit edilmiş
olduğundan değil, bu zâtın sözünün daha önce tesbit edilen Hz. Üsâme'nin nesebine
uygun düşmesindendir. Binâenaleyh Hz. Üsâme'nin nesebi Mücezziz'in sözünden
daha önce tesbît edilmiştir.

Şurasını da ifâde etmek isteriz ki bugün ilmî usullerle neseb tesbiti mümkün

[46i]

olduğundan bu mevzuda ihtilâf kalmamıştır.

31-32. Çocuğun Kendilerine Ait Olduğunu İddia Eden Ve İhtilafa Düşen
Kimseler Arasında Kur' a Çekileceğini Söyleyenlerin Delilleri

2269. ...Zeyd b. Erkam (r.a.)'dan; demiştir ki: "Ben birgün Peygamber (s.a.)'in yanında
oturuyordum. Yemeniden bir adam gelip dedi ki; Yemen halkından üç kişi Ali'nin
yanma gelerek bir temizlik süresi içinde kendisiyle cinsî münâsebette bulundukları
cariyeden doğan bir erkek çocuk hakkında dâvâcı oldular. Onlardan ikisine (üçüncü
şahsı göstererek); "Bunu şu kimseye gönüllü olarak veriniz" dedi. Kabul etmediler.
(Sonra bunlardan diğer) ikisine (diğer üçüncü kişiyi göstererek); "Bu çocuğu kendi
gönlünüzle şu kişiye bağışlayınız" dedi. (Onlar da) kabul etmediler. Sonra (diğer) iki-
sine (üçüncü kişiyi göstererek); "Bu çocuğu kendi arzunuzla bağışlayınız** dedi.
(Onlar da) kabul etmediler. Bunun üzerine; "Siz ihtilâfa düşen ortaklarsınız. Ben
aranızda kur'a çekeceğim. Kur'a kime çıkarsa çocuk onundur ve o kadının değerinin
üçte birisini (diğer iki arkadaşına) ödemekle mükelleftir" dedi ve onlar arasında kur'a
çekti. Kur'a sonunda çocuğu kendisine kur'a çıkan kimseye verdi. Rasûlullah (s. a.) de
(Yemenli kimseden bu haberi duyunca) azı dişleri yahut da ön dişleri görülünceye
[462\

kadar gülümsedi.
Açıklama

Bu hadise hicretin onuncu senesinde Rasûl-i Ekrem'in Hz.Ali'yi Yemen'e vâlî olarak
gönderdiği sıralarda cereyan etmiştir. Hz. Ali Yemen'e gönderilişini şöyle anlatır:



"Ey Allah'ın Rasûlü! Beni gönderiyorsun. Oysa ben (tecrübesiz) bir gencim. Onlar
arasında hükümler vereceğim, hüküm nedir bilmem?" dedim. Bunun üzerine Rasûl-i
Ekrem mübarek elini göğsüme vurdu, sonra;

"Allah'ım! Bunun kalbine (hakkaniyetle hüküm vermek) hidâyetini lutfeyle ve dilini

[463]

(doğru sözlülük üzerine) sabit kıl." buyurdu.

Hz. Ali'ye gelen bu kimselerin cimâ'da bulundukları kadının bir câriye olduğu ve hepsi
de kendi cariyesi olduğu zannıyla onunla bir temizlik süresi içinde münâsebette
bulundukları ve neticede doğan çocuğa sahib olmak için dâvâcı oldukları anlaşılıyor.
Hz. Ali'nin verdiği hüküm de bunu gösteriyor. Eğer bu şahısların o cariyeyle cinsî
münasebette bulunurlarken ona sahib olmaları ihtimâli bulunmasaydı ve o cariyenin
kendilerine âit olmadığını kesinlikle bilmiş olsalardı o cariyeyle zînâ etmiş
sayılacaklarından çocuk hiçbirine verilmezdi. Dolayısıyla kendileri de zînâ suçundan
yargılanırlardı. Ulemânın bu hadîsle ilgili görüşleri 2271 numaralı hadîsin şerhinde
f4641

gelecektir.

2270. ...Zeyd b. Erkam'dan; demiştir ki: Ali (r.a.) Yemen'de iken bir kadınla bir
temizlik süresi içinde cinsî münâsebette bulunan üç kişi getirildi. (Hz. Ali bunlardan)
ikisine (üçüncüyü göstererek);

Çocuğun şuna ait olduğunu kabul ediyor musunuz? diye sordu, (Onlar da);
Hayır, diye cevap verdiler. (Bu şekilde) hepsine ikişer ikişer ve üçüncüyü göstererek,
(çocuğun şuna âid olduğunu kabul ediyor musunuz? diye) sordu. Her iki kişiye
soruşunda da (onlar) "hayır" diye cevâp verdiler. Bunun üzerine aralarında kur'a çekti
ve çocuğu kur'a isabet eden kişiye verdi. Diyet (yani cariyenin değerin)in üçte ikisini
de bu adama yükledi. (Zeyd b. Erkâm) dedi ki; Bû (hadîse) Peygamber (s.a.)'e

[465]

anlatılınca Öndişleri görünecek şekilde gülümsedi.

2271. ...Halil'den; yahut da İbn Halü'den; demiştir ki: Üç kişiden (birinden) çocuk
dünyaya getiren (fakat bunların hangisinden dünyaya getirdiğini bilmeyen) bir kadın
hakkında Ali (r.a.)'ye baş vuruldu. (Bu hadîsin bundan sonraki kısmında râvî Seleme
b. Kü-heyl, Şâ'bi'den naklen bir önceki hadîsin) aynısını rivayet etti (fakat) Yemen
kelimesinden, Peygamberin gülümsemesinden ve "çocuğu kendi gönlünüzle

f4661

bağışlayınız" sözünden bahsetmedi.
Açıklama

Bu hadîs-i şerif bir önceki hadîsin aynısıdır. Ancak bu hadîs-i şerifin senedinde
bulunan sahâbi Zeyd b. Erkâm atlandığı için "mürsel hadîs" denilen bir zayıf hadîstir.
Metinde geçen "veled" kelimesinden, doğan çocuğun erkek olduğu anlaşılmaktadır.
Kuvvetli ihtimâle göre sözü geçen kadın üç erkeğin müşterek cariyesi idi. Bu kimseler
de ortak malları olduğu için câriye ile cinsî münâsebette bulunmalarında dînî bir
sakınca olmadığım zannederek onunla cinsî münâsebette bulunmuşlardı. Aslında bu
durumda olan bir cariyeyle cinsî münâsebette bulunmak hadd cezasını gerektirmezse
de ta'zir cezasını gerektirir. Çocuk bu ortaklardan birine verilir. Çocuğu alan kimse



cariyeye de sahib olacağı için cariyenin kıymetinin üçte ikisini diğer ortaklarına öder.
Ortaklıkları da bu şekilde sona erer.
Bilindiği gibi üç türlü gülme vardır:

1. Kahkaha: Yanmdaküerin işiteceği kadar gülmek,

2. Dahk (veya dıhk): Bir insanın kendisinin işitebileceği kadar gülmesidir.

3. Tebessüm: Onu ne sahibi duyar ne de başkası.

Rasûl-i Ekrem'in gülmesi ekseriyetle tebessüm şeklinde olurdu. Fakat Hz. Ali'nin
verdiği hükmü duyunca o gün dahk şeklinde gülmüştür. 2269 numaralı hadîste
râvîierden biri hadiseyi naklederken, Rasûl-i Ekrem'in o gün gülerken, ön dişlerinin mi
yoksa azı dişlerinin mi görünmüş olduğunu pek kestiremiyor. Eğer Rasûl-i Ekrem'in o
günkü görülen dişlerinin ön dişleri olduğu kabul edilirse o gün yine tebessümkle
gülmüş olduğu anlaşılın Nitekim bir önceki hadîs-i şerifte de gülerken sadece ön

14671

dişlerinin görüldüğünden bahsedilmektedir.
Bazı Hükümler

1. Bir çocuğun nesebi birden fazla kişiye nisbet edilemez. Çünkü bir çocuğun bir
babası olur.

2. Eğer birden fazla kimseler ortak oldukları bir cariyeyle bir temizlik halinde cinsî
münâsebette bulunur da câriye gebe kalırsa, kur'a usulüne baş vurulur. Kur'ada
kazanan, çocuğa ve cariyeye sahib olur. Fakat buna karşılık cariyenin değerini
hisseleri nisbetinde ortaklarına öder. İshâk b. Rahûye bu görüştedir ve sünnete uygun
olan tatbikatın da bu olduğunu söylemiştir. İmâm Şafiî Hazretleri de eski mezhebinde
bu görüşü benimsemiştir. Hattâbî'nin beyânına göre İmâm Mâlike ve İmâm Şafiî'nin
yeni mezhebine göre kur'a ile neseb tesbit edilemez. Neseb ancak çocuğun şekline ve
kıyafetine bakarak babasını kestirebilen mütehassıs kimselerin vereceği hükme göre

r4681

tesbit edilir. Atâ ile el-Leys, es-Sevri, ve Ahmed de bu görüştedirler. İbn
Kudâme'nin beyânına göre "birden fazla kişilerin bir kadınla bir temizlik süresi
içerisinde cinsî münâsebette bulunmaları halinde, doğan çocuğun nesebini tesbit
etmek mümkündür. Bu aynen bir kimsenin boşamış olduğu kadınla iddet beklerken bir
başka kimsenin evlenip de cinsî münâsebette bulunmasına veya bir kimsenin
yanlışlıkla, bir başka kimsenin münâsebette bulunduğu karısıyla aynı temizlik süresi
içinde cinsî münâsebette bulunup da kadının bir çocuk dünyaya getirmesine benzer.
Bu çocuğun bu iki kişiden birine âid olduğu kesin ise de hangisinden olduğu kesinlikle
belli değildir. Bu durumda çocukların şekl-ü şemailine bakarak babalarını tayın

r4691

edebilen uzman kimselerin sözlerine müracaat edilir ve ona göre tesbit yapılır.

Bu husûsda davacıların çocuğun kendilerine âit olup olmadığı hususundaki iddialarına

itibar edilmez.

el-Evzâî ile es-Sevrî, Ebû Sevr ve İmâm Ahmed (r.a.) da bu görüştedirler. Mâliki
ulemâsından bazıları İmâm Mâlik'in de bu görüşte olduğunu rivayet etmişlerdir. İmâm
Mâlik'e göre hür kadınlardan doğan çocuğun nesebi doğrudan doğruya kadının nikâhlı
bulunduğu kimseye nisbet edilir. Ancak kadınla yabancı bir kimsenin yanlışlıkla cinsî
münâsebette bulunması hali müstesnadır. O zaman çocuğun şeklü şemâline bakılarak
neseb tayîn eden mütehassısların sözlerine müracaat edilir.



Hanefî ulemâsına göre ise çocukların şeklü şemâline bakarak ve kur'a yoluna bas.
vurarak neseb ta'ym etiftek asla caiz değildir.

Şevkâni'nin beyânına göre kur'a usûlüne muhalif olan Hanefi ulemâ-sıyla el-
Hâdeviyye'ye göre birden fazla kimselerin ortak oldukları bir câriyeyle bir temizlik
halinde cinsî münâsebette bulunup, kadının da bir çocuk dünyaya getirmesi halinde
çocuğun nesebi ortakların hepsine ilhak edilir. Çocuk hepsinin müşterek çocuğu ve
hepsinin vârisi olur. Miras hususunda onların diğer çocukları gibi tam hisse alır.
Bunlar da hepsi birden tek bir baba imişler gibi çocuğa vâris olup bir baba hissesi

r4701

alırlar ve bölüşürler.

2272. ...Urve b. ez-Zübeyr'in haber verdiğine .göre, Peygamber (s.a.)'irı hanımı Aişe
(r.anha) şunları söylemiştir: "Cahiliyye döneminde dört çeşit nikâh vardı. Bunlardan
(birincisi) halkın bugünkü nikâhıdır. (Şöyle ki evlenmek isteyen) bir adam (diğer) bir
adama velîsi bulunduğu kızı (istemek üzere) dünürlük yapardı. (Anlaştıkları takdirde
kızın velîsi) mehri tayin eder, sonra (dünürlük yapan kimse) o kızla nikâhlanırdı."
"Diğer bir nikâh (şekli de şu idi). Adam karısına hayızdan temizlendiği zaman "falan
kimseye bir haber gönder de ondan (seninle) cinsî münâsebette bulunmasını iste"
derdi. Sonra kocası o kadını bırakır ve kadının kendisiyle cinsî münâsebette
bulunduğu o erkekten (aldığı) gebelik (iyice) belirinceye kadar asla onunla cinsi
münâsebette bulunmazdı. Kadının gebeliğinin (o adamdan olduğu iyice) belli olunca
(artık) kocası isterse onunla cinsî münasebette bulunurdu (ve evliliğini sürdürürdü)
Bunu kişi sadece çocuğun soylu olmasını istediği için yapardı ve bu (tür) nikâha
nikâhu'l-istibda' adı verilirdi.

Bir başka nikâh (şeklî de şuydu); On kadar erkek bir araya toplanır ve hepsi de bir
kadının yanma girip onunla cinsî münasebette bulunurlardı. Kadın gebe kalıp
çocuğunu doğurunca bir süre geçtikten sonra onlara (haber) gönderir (ve hepsini
yanma çağırır)dı.

Onlardan hiçbirisi onun davetine uymaktan kaçmamazdı. Hepsi de onun önünde
toplanırdı. (Kadın) onlara (hitaben; aramızda) "olan işimizi biliyorsunuz. Ben bir
çocuk dünyaya getirdim" (der) ve "bu çocuk senindir ey falanca!" diyerek onlardan
hoşuna giden birini ismiyle çağırır ve çocuğu ona ilhak ederdi.

Dördüncü bir nikâh (şekli de şu idi) pek çok kimse toplanarak bir kadının yanma
girerdi. (Kadın) kendisine gelen kimselerin hiç birinden kaçmmazdı. Bu kadınlar
fahişe kadınlardı. Kendilerine gelmek isteyen kişilere bir alâmet olması için
kapılarının üzerlerine bayraklar dikerlerdi. (Kadın) hamile olup da çocuğunu
doğurunca daha önce kendisiyle cinsî münâsebette bulunan erkeklerin hepsi onun ya-
nında toplanırlardı. (Kadın da) onlar için çocuğun şekil ve şemâline bakarak babasını
tesbit edebilen mütehassıslar çağırırdı. Onlar da kadının çocuğunu (çocuğun babası
olduğuna) kanaat getirdikleri kimseye verirlerdi, (o kimse de çocuğu) kendisine ilhak
ederdi. (Artık o çocuk o kimsenin) oğlu diye çağırılırdı. (Çocuk da) bundan çekin-
mezdi. Allah Muhammed (s.a.)'i gönderince bugünkü Müslümanların nikâhı Câhiliyye

[47_U

dönemi halkının bütün nikâhlarını kaldırdı.



Açıklama



Davûdî'nin beyânına göre Câhiliyye döneminde üç nikâh çeşidi daha vardı;

1. Gizli dostlar, metreslerle sürdürülen evlilik hayatıdır. Bu tür evlilikler halktan gizli
tutulurdu. Câhiliyye halkı gizlice yapılan zinalarda bir sakınca görmediklerinden bu
tür evlilik hayatını meşru sayarlardı. Allah tealâ "...Gizli dost da tutmamaları

r4721

şartıyla.." mealindeki ayet-i kerîmesinde araplarm bu gizli ve iğrenç âdetlerine
işaret buyurmuştur.

2. Bir kimsenin bir kadınla bir ay veya bir sene gibi muayyen bir süre devam etmek
üzere evlenmesidir. Biz bu mevzûyu 2072 numaralı hadis-i şerifin şerhinde ayrıntılı
bir şekilde açıklamıştık.

1473]

3. İki kişinin karılarını değişmeleri neticesinde meydana gelen evlilik.
Bazı Hükümler

1. Nikâhın sıhhati için velînin izni şarttır. Biz ulemanın bu konudaki görüşlerim
2083-2086 numaralı hadislerin şerhinde açıkladığımız için burada tekrara lüzum gör-
müyoruz.

2. İslâmiyetderı önce Araplar arasında yaygın olan nikâh şekilleri yürürlükten
kaldırılmıştır.

3. Ahkâm dinin nasîarı ile tesbit edilir. Sadece akla ve mantığa dayanılarak hükümler
koymak dinen caiz değildir. Sadece akla dayanarak yürürlüğe konan Cahüiyye dönemi
kurallarının fesadı açıktır.

r4741

4. Çocuk, kadının nikâhı altında bulunduğu kişiye aittir.
33-34. "Çocuk Sahibu'l-Firaş'a Aittir"

2273. ...Aişe (r.anha)'den; demiştir ki: Sa'd b. Ebî Vakkas ile Abd b. Zem'a, Zema'nın
cariyesinin oğlu (Abdurrahman'm nesebinin tesbiti) hakkında (aralarında çıkan)
anlaşmazlığı halletmesi için Rasûlullah (s.a.)'e başvurdular. Sa'd (r.a.) dedi ki:
Kardeşim Utbe, Mekke'ye vardığım zaman Zem'amn cariyesinin oğluna bakmamı ve
onu (yanıma) almamı bana vasiyyet etti. Çünkü o (çocuk) kardeşimin oğludur.
Abdullah b. Zem'a da;

(O) benim kardeşimdir, (çünkü) babamın cariyesinin oğludur (ve) babamın (firâşı)
yatağı üzerinde doğmuştur, diye iddiada bulundu. Rasûlullah (s. a.) de (çocukta)
Utbe'ye açıkça bir benzerlik gördü. Bunun üzerine;

"Çocuk (üzerinde doğduğu) fıraş (sahibin)'e aittir. Zina edene de mahrumiyet vardır ya
Şevde! Sen bundan sonra bu çocuğa gözükme." buyurdu. Müsedded hadisine (şu

[475]

cümleyi de) ilâve etti: "Ey Abd, bu (çocuk) senin kardeşindir." buyurdu.
Açıklama

Firaş (yatak) kelimesi ile kinaye yoluyla kadın kastedildiği gibi bazen de erkek
kastedilir. Çünkü kadın erkeğin yatağı durumundadır. Zira çocuk onun yatağı üzerinde
dünyaya gelir. Fakat bu hadîs-i şerifte fırâş kelimesi ile kastedilen kadın değil,



erkektir. Buhârî'nin rivayetine göre mevzumuzu teşkil eden hadîs-i şerifte söz konusu
edilen olay Mekke'nin fethi yılında cereyan etmiştir. Bilindiği gibi olayı yaşayanlardan
Sa'd b. Vakkas Hazretleri aşere-i mübeşşere (cennetle müjdelenen on kişi)den biridir.
[476]

Hadiseyi yaşayan ikinci şahıs Abd b. Zem'a ise, Hz. Peygamberin pâk
zevcelerinden Şevde bint Zem'a'mn erkek kardeşidir. Sahâbîlerin ileri gelenler
indendir. Çocuğuna bakması için kardeşi Sa'd b. Ebi Vakkas hazretlerine vasiyette
bulunan Utbe b. Ebi Vakkas ise, Uhud savaşında Rasûl-i Ekrem'in mübarek dişini
kıran kimsedir. Küfür üzere öldüğü söylenir. Hafız tbn Hacer'in beyânına göre Mek-
ke'nin fethi günü Hz. Sa'd Mekke'ye gelince hemen kardeşinin çocuğnu görüp onu
kardeşine benzeterek tanıyor. "Ka'benin sahibine yemin olsun ki bu kardeşimin
çocuğudur" diyerek ona sahiplenmek istiyor. Fakat Abd b. Zem'a'mn_da çocuğa sahip
çıkması üzerine meselenin çözüme kavuşturulması için Rasûl-i Ekrem'e müracaat
ediyorlar. Bu ihtilâfın aslı Cahiliyye döneminde halkın cariyeleri zinaya teşvik ederek
onların sırtından kazanç temin etmeleri ile ilgilidir. Zem'a isimli şahsın böyle bir
cariyesi vardı. Câriye hamile kalınca halk çocuğun Utbe'den olduğuna kanaat getir-
mişti. Nihayet çocuk dünyaya gelince Utbe çocuğun kendisine ait olduğunu bildiği
için kardeşi Sa'd'a çocuğa amca olarak sahip çıkmasını vasiyyet etmişti. Zema'nm da
Abd isimli bir oğlu vardı. O da çocuğun, babasının döşeği üzerinde dünyaya geldiğini
delil getirerek onun kendisine verilmesini istiyordu. Bu yüzden birbirlerinden davacı
oldular. Rasûl-i Ekrem de Cahiliye âdetlerini yıkmak maksadı ile çocuğu annesinin
efendisine nisbet edip zina eden kimseyi çocuğa sahip olmaktan mahrum etti. Metinde
geçen cümlesine bazıları "zina eden kimseye taş -yani recim-vardır" şeklinde mana
vermişlerse de bu isabetli değildir. Çünkü her zina edene recm cezası uygulanmaz.
r4771

Bazı Hükümler

1. Kendisine vasiyyet edilen (vasiy) bir kimsenin, vasiyette bulunan kimsenin
vasıyyetme uyarak onun adına çocuğun ilhakını taleb etmesi caizdir. Bu mevzuda
vasiyy (kendisine vasiyyet edilen kimse) musînin (vasiyyet edenin) vekili gibidir.

2. Firaş sahibi ile bir başkası arasında çocuğun ilhakı mevzuunda ihtilâf olursa, çocuk
firaş sahibine ilhak edilir. Şafiî ulemâsından îmâm-ı Nevevî bu mevzuda şunları
söylemiştir: "Rasûl-i Ekrem Efendimiz'in "çocuk firaş (sâhibin)e aittir" sözünün
manası şudur: Bir kimsenin kendisi için firaşe dönüşmüş olan karısı yahut da bir
cariyesi bir çocuğun doğması için gerekli olan süre kadar yanında kaldıktan sonra bir
çocuk dünyaya getirecek olursa, çocuk bu adama izafe edilir ve aralarında baba-oğul
hükümleri cereyan eder. Doğan çocuğun o adama benzeyip benzememesi bu hükmü
değiştirmez. Çocuğun dünyaya gelebilmesi için kadınla erkek birleştikten sonra en az
altı ay geçmesi gerekir. Bir kadın, bir erkeğe nikâhlanmakla onun fırâşı (yatağı) olmuş
kabul edilir. Bu hususda icmâ olduğu nakledilmiştir. Ancak fırâş haline gelen bir
kadının dünyaya getirmiş olduğu çocuğun bu kadının kocasına nisbet edilebilmesi
için, çocuk doğmadan enaz altı ay önce karı-kocanm birleşebilmelerinin imkân dahi-
linde olması gerekir. Aralarında en az altı aylık bir mesafe bulunan bir erkekle bir
kadın evlendikten sonra eşler hiç buluşmadıkları ve aralarında bu kadar uzaklık
bulunan yerlerinden ayrılmadıkları halde kadın altı ay veya daha fazla bir zaman



geçtikten sonra dünyaya bir çocuk getirecek olursa, bu çocuk kadının kocasına nisbet
edilmez. İmâm Mâlik ile İmâm Şafiî ve genellikle bütün ulemâ bu görüştedirler.
Ancak İmâm Ebu Hanife (r.a.)'e göre bu çocuk sözü geçen kadının kocasına nisbet
edilir. Hatta adam nikâh akdinden sonra, henüz karısı ile buluşma imkânı yokken ka-
rısını boşar da kadın altı ay sonra doğurursa bu çocuk yine o kimseye nisbet edilir.
Çünkü Allah'ın lütfü ile yerin dürülerek eşlerin buluşmaları mümkündür. Cariyeye
gelince, îmâm Şafiî ile İmâm Mâlik'e göre câriye bir kimsenin mülküne geçivermekle
o kimsenin firâşı olamaz. Cariyenin firâş olabilmesi için efendisinin onunla cinsî
münasebette bulunması şarttır. Efendi cariyesi ile cinsî münasebette bulunmadıkça, o
câriye onun mülkünde on sene dâhi kalmış olsa yine onun firâşı olmuş sayılamaz. Ve
dolayısıyla bu süre içerisinde dünyaya getireceği çocuk da efendisine nisbet edilemez.
İmam Ebu Hanife'ye göre ise bir cariyenin bir kimsenin firâşı sayila-bilmesi için o

r4781

kimseden bir çocuk dünyaya getirmesi gerekir.

3. Kadının, kendisine nikâh düştüğü kimselerden kaçınması gerektiği gibi kendisine
haram olması ihtimâli olan kimselerden de kaçınması gerekir.

4. Bir kimsenin zinada bulunduğu bir kadın o kimsenin usûl ve furûuna haram olduğu
gibi bu kimseye de o kadının usûl ve fûrûu haram olur. Binâenaleyh kadın zînâda
bulunduğu erkeğin usûl ve fûrûuyla, erkek de zinada bulunduğu kadının usûl ve
fûrûuyla evlenemez. Çünkü helâle yoldan yapılan cinsî münasebetten meydana gelen
hürmet-i müsâhere, haram yoldan yapılan cinsî mühâsebet için de geçerlidir. Bir
kimsenin bir kadına şehvetle dokunmasıyla da hürmet-i müsâhare meydana gelir. Do-
kunan organlar arasında dokunmaya manî bir engel bile bulunsa birbirlerinin
sıcaklığını hissetmeleri halinde yine hürmet-i müsâhare meydana gelir. Bu temasın,
hatâen veyahut unutarak yahutta istemeyerek olması bu hükmü değiştirmez. Şehvetle
yapılan bu tür sürtüşmeler ve temas aynen nikâh gibi hürmet-i müsâhare vücuda gelir.
Çünkü bu temaslar cinsî münasebeti davet eden sebeplerdendir. Bu bakımdan
nikâhdan meydana gelen akrabalıklar, hürmet-i müsâhereler bu tür temaslardan dolayı
da vücûda gelir. Sahabe ve Tabiînin büyük çoğunluğu ile Hanefî ulemâsı, Süfyan es-
Sevrî, el-Evzâî ve İmâm Ahmed bu görüştedirler. Çünkü Rasûl-i Ekrem (s.a.)
cariyenin dünyaya getirdiği çocuğun Utbe'ye benzediğini görünce, o çocuğu Utbe'ye
nisbet etti. Nikâhdan doğan bir çocuk için geçerli olan hürmet hükümlerini bu çocuk
için de geçerli kıldı ve Hz. Şevde'ye bu çocuğun karşısına örtülü olarak çıkmasını,
örtüsüz olarak onun karşısına çıkmamasını emretmiştir.

İmâm Mâlik ile İmâm Şafiî ve Ebu Sevr'e göre gayr-ı meşru yollardan yapılan
temasların ve zînânm akrabalığın meydana gelmesi hususunda hiçbir önemi ve tesîrİ
yoktur. Binaenaleyh bir kadınla zinada bulunmuş olan bir kimse o kadının annesiyle
veya kızıyla evlenebilir. İmâm Malîk ile İbn Macisûn'a göre bu adam o kadının
doğurduğu kızın kendi zînâsı-nm mahsûlü olduğunu bile bile yine onunla evlenebilir.

f4791

İmâm Nevevî'nin de ifâde ettiği gibi bu görüş son derece hatalı ve bâtıldır.

2274. ...Amr b. Şuayb'm dedesi, Abdullah b. Amr b. el-As'dan; demiştir ki: Adamın
biri ayağa kalkarak;

Ey Allah'ın Rasûlü! Falan kimse benim oğlumdur. (Çünkü ben) Cahıiiyye döneminde

onun annesiyle zina etmiştim dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.):

"İslama" a bir kimse için nikâhı altında olmayan bir kadının doğurduğu çocuğun



kendisine ait olduğunu iddia etme (hakkı) yoktur. Cahiliyye dönemi ile ilgili hüküm
(ler yürürlekten) kalkmıştır. Çocuk döşek (sâhibi)nindir. Zina eden kimse için

r4801

mahrumiyet vardır." buyurdu.
Açıklama

1481]

Ulemânın bu hadisle ilgili görüşleri bir önceki hadisin şerhinde açıklanmıştır.

2275. ...Rebâh (el-Kûfî)den; demiştir ki: Ailem beni, kendilerine ait, Rum diyarından
bir câriye ile evlendirmişti. Ben onunla cimâda bulundum. O da benim gibi siyah
çocuk dünyaya getirdi. O'na ismini verdim. Sonra (bir defa daha) cima ettim. Benim
gibi siyah bir erkek çocuk (daha) dünyaya getirdi. Ö'nun adım da "Ubeydullah"
koydum. Sonra (yine) aileme ait olan Yuhanna isimli bir köle onun üzerine saldırıp
kendi diliyle bir şeyler söyleyip ona sahip olmuş. Derken (câriye) keler gibi (boz
renkli) bir erkek çocuk dünyaya getirdi. Cariyeye;
Bu nedir? dedim.

Bu (çocuk) Yuhanna'nmdır. diye cevap verdi. (Aramızda çıkan anlaşmazlığı Hazret-i)
Osman'a ilettik.

Râvi, Mehdi dedi ki: (Muhammed b. Abdullah hadîsin bundan sonraki kısmını şöyle)
rivayet etti; (Hz. Osman câriye ile Yuhanna'-mn) ikisine de, soru(lar) sordu. (İkisi de
suçlarını) itiraf ettiler. Bunun üzerine (Hz. Osman) onlara;

Aranızda Rasûlullah (s.a.)'m hükmüyle hüküm vermemi ister misiniz? Rasûlullah
(s. a.) "çocuk döşek içindir" buyurdu" dedi.

(Musannif) Ebu Davûd dedi ki bu hadîsi Musa b. İsmâiVi(n hadisin bundan sonraki
kısmını bana şöyle) rivayet etti(ğini) zannediyorum; (Mehdi b. Meymûn) dedi ki,
(öyle zannediyorum ki Mu-hammed'b. Abdullah bu hadisin sonunda şunları da)
söyledi; Bunun üzerine (Osman) cariyeye (elli) sopa vurdu. Yuhanna'ya (da elli) sopa

T4821

vurdu. (Çünkü) İkisi de köle idiler.
Açıklama

Bilindiği gibi evli iken zînâ eden hür kimselerin cezası recmdir. Zînâ eden bekârlara
ise, yüz sopa vurulur fakat zînâ eden cariyeler evli de olsalar, bekâr da olsalar her iki
halde de onlara elli sopa vurulur. Çünkü cariyeler hürriyetleri elinde olmayan zavallı
kadınlardır. Onların namuslarını korumaları hür kadınların namuslarını korumaları
kadar kolay değildir. Allah teâlâ bu gerçeği şöyle ifâde buyuruyor: "...eğer evlendikten
sonra bir fuhuş yaparlarsa, onlara hür kadınlara yapılan işkencenin yarısı(nı

£4831

uygulamanız) gerekir..." Mevzu-muzu teşkil eden hadîs-i şerîf zînâ eden kölelere
uygulanacak cezanın, cariyelere uygulanan cezanın aynısı olduğunu ifâde ettiği gibi
aynı zamanda zînâ mahsûlü bir çocuğun, annesinin itirafı ve erkeğin de kadını tasdik
etmesi hâlinde, kadının nikâhlısına nisbet edilerek falancanın oğlu diye o kimsenin

r4841

ismiyle anılacağına da delâlet etmektedir.



34-35. Çocuğu Himayesine Almakta Öncelik Hakkı Kimindir?

2276. ...Amr b. Şuayb'm dedesi Abdullah b. Amr (b. As)dan rivayet olunduğuna göre,
bir kadın (Rasûl-i Ekrem'e hitaben):

"Ey Allah'ın Rasûlü! Şu benim oğluma, karnım (aylarca) kap oldu. Meme(leri)m su
kabı oldu, bağrım onun için barınak oldu. Onun babası beni boşadı. (Şimdi de) onu
benden almak istiyor" dedi. Rasûlullah (s. a.) de ona;

"Sen evlenmediğin sürece ona (bakmaya başkalarından) daha müstehaksm," buyurdu.
[485]

Açıklama

Hıdâne veya hâdâne kucağa almak, besleyip, büyütmek üzere yanında bulundurmak
gibi manalara gelir. Bu manâda çocuğa bakana "Hâdîne" denir ki, bu tabir anneye ve
diğer bakıcılara da şâmildir.

İslâmda çocuğun nafakası babaya, hıdânesi (bakımı) öncelikle anneye aittir. Fakat
babalar nafakaya mecbur olmakla birlikte anneler hidâneye mecbur değillerdir.
Hanefî mezhebine göre hidâne sahipleri sırasıyla şunlardır: Anne, anneanne, baba-
anne, özabla, öz kizkardeşin kızları, teyze, hala. Bunlar yoksa hala, dede, kardeş,
kardeş çocukları, amcalar, amca çocukları.

Evlilik bozulmuşsa, erkek çocuğun yedi, kız çocuğun dokuz yaşma kadar hidâne hakkı
kendi annesine aittir. Annesi yoksa veya annesinin hidâne hakkı düşmüşse bu hak
diğer hidâne sahiplerine intikâl eder.

Hidâne ehliyetinin şartları; hürriyet, akıl, bulûğ, emniyet, korumaya gücü yeterlilik ve
kadının küçüğe yabancı olan birisiyle evli olmaması. Bu şartları taşıyan anne
müslüman olmasa bile çocuğun hidâne hakkına sahiptir.

r4861

Hafif meşrep kadınlar hidâne hakkına sahip değillerdir.
Bazı Hükümler

1. Çocuğun terbiyesi ve bakımı dinî bir vecibedir.

2. Boşanan eşlerin çocuklarına bakma hakkı öncelikle kadına verilmiştir. Bu hak
evlenmediği sürece öncelikle kadına aittir. Fakat evlendiği andan itibaren bu hakkı,
kaybeder. Ulemânın büyük çoğunluğu bu görüştedirler. Delilleri ise mevzûmuzu teşkîl
eden hadis-i şeriftir. Bu hadis öyle bir hadistir ki, ulemâ bunda Amr b. Şuayb'a muhtaç
kalmış ve bu mevzuda onu delil almaktan başka çare bulamamışlardır. Çünkü hadisin
yegâne dayanağı Amr b. Şuayb'dır. Boşanan kadının evlenmekle çocuğu himayesine
alma hakkım kaybedeceğine delâlet eden bundan başka bir hadis yoktur. Dört
mezhebin imamları ile daha başka ilim adamlarının görüşü de budur.
Buhârî,Sahih'inin dışındaki eserlerinde bu hadisi delil olarak zikretmiştir. Hâkim,
Ma'rifetu Ulûmi'l-hadis isimli eserinde bu hadisin sahih olduğuna dâir icma
bulunduğunu söylemiştir. İbn Hazm gibi bazı kimseler senedinde Amr b. Şuayb
bulunduğu için bu hadisin zayıf olduğunu söylemişlerse de bu söz doğru değildir. Bu
söz ancak senedinde Amr b. Şuayb'm bulunup da Abdullah b. Amr b. As'dan rivayet



edildiğine dâir Şuayb'm açıklaması bulunmadığı hadisler için geçerlidir. Halbuki
burada bu hadisin Amr'm dedesi Abdullah b. Amr. b. As'dan rivayet edildiğine dâir
Şuayb'm açıklaması vardır. Binaenaleyh bu hadis şahindir. Humeydî, İbnü'l-Medînî,
Buhârî, Ahmed b. Hanbel ve İbn Râhûye gibi hadis imamlarının bu hadisle amel
etmeleri de bunu isbat etmektedir.

Nitekim İmâm Mâlikin rivayet ettiği şu hadis-i şerif de bu hadisi teyîd etmektedir:
"el-Kasım b. Muhammed (r.a.) derki:

Ömer b. el-Hattâb (r.a.) ensârdan bir kadınla evliydi. Bu kadından Asim adında bir
oğlu oldu, sonra boşandılar. Hz. Ömer Kubaya geldiğinde oğlu Asım'ı mescidin
avlusunda oynarken gördü. Onu kucakladı. Hayvanın üzerinde önüne oturttu. Bunun
üzerine ninesi yetişti, çocuğu Hz. Ömer'den almak istedi. O da vermedi. Birlikte Hz.
Ebubekir'in yanma geldiler. Hz. Ömer;

Bu benim oğlumdur. dedi. Hz. Ebubekir de Hz. Ömer'e hitaben;

Çocukla onun arasına girme, onları serbest bırak dedi. Hz. Ömer de cevap vermedi.

r4871

İmâm Mâlik der ki: "Ben de böyle amel ediyorum."

İbn Abdilberr'de bu hadisin muttasıl ve munfasıl olarak pekçok yollardan rivayet

[4881

edildiğini ve ilim erbabının tasvibine mazhar olduğunu ifâde etmiştir.
Şevkânî'nin beyânına göre çocuğu himayesine almaya hak kazanan bir kadın evlendiği
andan itibaren bu hakkını kaybeder. Şafiî ulemâsı ile Hanefî ulemâsı ve İmâm Mâlik
bu görüşte icmâ' bulunduğunu söylemiştir.

Hz. Osman'ın, "Kadının çocuğu yanma ahn.a hakkının bakî olduğu ve bu hakkın
ondan hiçbir zaman alınamayacağı" görüşünde olduğu rivayet edilmiştir. Hasan el-
Basrî ile İbn Hazm da aynı görüştedirler. Delilleri ise, tercümesini sunacağımız 2278
numaralı hadis-i şeriftir.

"Kadın evlenmekle, çocuğunu yanma alma hakkını kaybeder" diyenlere göre Hz.
Osman'ın sözünü "boşanan bir kadının çocuğunu yanma alma hakkı hiçbir zaman
kadının elinden çıkmaz" şeklinde anlamak doğru olamaz. Çünkü Hz. Osman'ın bu
sözü sadece annesinden başka hiçbir yakını olmayan çocuklar için söylemiş olması
mümkündür. 2278 numaralı hadis-i şerif ise anne ile değil teyze ile ilgilidir. Bu
meselede anneyi teyzeye kıyaslamak doğru değildir.

Hanefî ulemâsına göre kocasından boşanıp da çocuğunu kendi himâyesi altına alma
hakkına sahip olan bir kadın her ne kadar evlenmekle bu hakkını kaybederse de
evlendiği kimsenin çocuğun amcası gibi yakınlarından biri olması halinde yine de bu
hakkını kaybetmeden elinde tutar. Bu durumda olup da annesini kaybettiği için
anneannesinin himayesine geçen bir çocuğun anne-annesi çocuğun babasının
babasıyla evlenirse çocuk yine anne-annesinin yanında kalmaya devam eder. Bu
hakkın kendisine intikâl ettiği bir teyze, çocuğun amcasıyla evlenecek olsa bu hak
kendisinden geri alınamaz.

3. Kocasından boşanan bir kadının çocuğunu yanma alması onun lehine olan bir
haktır. Dolayısıyla çocuğun masraflarını karşılamak annesine değil, babasına düşen bir
görevdir. Anne arzu ederse bu hakkını çocuğun diğer akrabalarına bağışlayabilir.

f4891

Ancak ulemâ bu mevzuda ihtilâf etmiştir.



2277. ...Medine halkından doğru sözlü bir kimse olan (ve) Selmâ (diye anılan) Ebü



Meymûne demiştir ki; Ben Ebu Hureyre ile beraber otururken İranlı bir kadın oğlu ile
birlikte (yanımıza) geldi ve (ikisi birden) kadım kocasının boşadığmı iddia ettiler.
Hemen arkasından, kadın, farsça olarak;

Ey Ebu Hureyre! kocam beni boşadı. Oğlumu da (benden alıp) götürmek istiyor dedi.
Ebû Hureyre de;

Onun hakkında kura çekiniz, cevâbını verdi ve ona yine Farsça birşeyler söyledi. O
anda (kadının) kocası geldi ve;

"Çocuğum hakkında kim bana karşı hak iddâ edebilir? dedi. Ebû Hureyre de;

Allah için ben böyle bir şey söylemiyorum ancak (şunu ifâde etmek istiyorum). Ben

Rasûlullah (s.a.)'uı yanında otururken bir kadının Peygamber (s.a.)'e gelip de;

Ey Allah'ın Rasûlü kocam (beni boşadıktan sonra bir de) oğlumu (yanımdan alıp)

götürmek istiyor. Oysa oğlum bana Ebû Ine-be kuyusundan su (getirip) içirdi.

(Oğlum) bana faydalı oldu, dedi. Rasûlullah (s. a.) de (onlara);

"Onun hakkında kur'a çekiniz" buyurdu. Bunun üzerine (kadının) kocası;

Çocuk hakkında bana karşı kim hak iddia edebilir? dedi. Peygamber (s. a.) de (çocuğa

dönerek);

"Şu babandır. Şu da annendir, onlardan istediğinin elini tut" buyurdu. (Çocuk da)
annesinin elini tuttu. Bunun üzerine (kadın) çocukla (birlikte oradan uzaklaşıp) gitti
r4901

dedi.

Açıklama

Hz. Ebû Hureyre'nin naklettiği olayı yaşayan kadın, "oğlum bana Ebû İriebe
kuyusundan su (getirip) içirdi, bana faydalı oldu" sözleriyle, oğlunun en az hayrı
serden ayırabilecek rüşd çağma geldiğini ve hizmetinden yararlanılabilecek bir yaşta
olduğunu belirtmek istemiştir. "Ebû İnebe" kuyusunun Medine'ye üç mil uzaklıkta
olduğu söylenir.

Bu hadis-i şerifin zahirinden anlaşıldığına göre bu kadın faydayı zararı birbirinden
ayırabilecek durumda olan yani temyiz çağında bir çocuğu varken, kocasından ayrılıp
da çocuk üzerinde hak İddia ederek mahkemeye müracâat edecek olursa, karı-koca
arasında kur'a çekilir. Kur'a hangisine çıkarsa, çocuk ona verilir, ya da çocuk annesi
ile babasından birine gitmekte serbest bırakılır. Çocuk hangisinin yanma giderse onun
himayesinde kalır. Bu mevzuda mezheb imamlarının görüşleri şöyledir:
İmâm Ahmed'e göre, oğlan veya kız çocuğu aklı başında dengesi yerinde olarak yedi
yaşma basacak olursa annesi ile babasından birini seçmekte muhayyer bırakılır. Çocuk
bunlardan hangisini seçerse onun olur. Dört halife ile Ebû Hureyre ve Şureyh bu
görüştedirler. Delilleri ise, mevzûmuzu teşkil eden hadis-i şerifle Umâretü'I-Cermi'nin
şu sözleridir;

"Ali b. Ebî Talib annemle amcamdan birini seçmekte beni muhayyer bıraktı. Ben o

1491]

zaman sekiz yaşımda idim."

Esasen çocuğa sahib olmak için öncelik hakkının tanınmasında çocuğun verileceği
kimsede çocuğa karşı bir şefkat hissinin bulunup bulunmaması önemlidir. Çocuk
kendisine karşı daha şefkatli olan kimsenin yanında daha mutlu olur. Bu bakımdan
çocuk anne yahut babasından hangisini kendisine daha sıcak bulur ve seçerse ona
teslim edilir. Sonra diğerini seçecek olursa bu sefer diğerine teslim edilir. Çocuğun



tercih hakkı sınırlandırılamaz, istediği zaman anne ve babasından birinin yanma
gidebilir. Eğer çocuğun babası yoksa veya babası çocuğu himayesine almaya ehliyetli
değilse o zaman amca, gibi asabelerinden biri babasının yerine geçer ve çocuk
annesiyle babasının yerine geçen asabe arasında tercihte bulunur.
Kız çocuğuna gelince, kız çocuğu yedi yaşma geldiği andan itibaren babasının
himayesine verilir. Çünkü bu yaşda kız çocuğu himayeye daha çok muhtaçdır. Bu

f4921

görevi yerine getirmeye en lâyak olan da babasıdır.

Hanefîlere göre hadâne hakkı daha ziyâde şefkat ve merhamete istnâd ettiği için daima
anne tarafında aranır. Binâenaleyh çocuğun annesi yoksa, anne-annesine verilir.
Bunlar yukarıya doğru ne kadar çıkarsa çıksınlar diğerlerine yani baba tarafından olan
as abesine tercih edilirler. Meselâ, çocuğun annesinin anne-annesi sağ ise çocuk ona
verilir. Beri tarafta baba-annesi sağ ve ötekine nazaran daha genç olsa bile, ona
verilmez. Anne-ânnesi yoksa, baba-annesine verilir. Yalnız İmâm Züfer'e göre anne
baba bir kız kardeş ile teyze, baba-anneye tercih edilir. Çocuğun anne veya baba
tarafından hiçbir ninesi yoksa sıra kız kardeşlerine gelir. Bunlardan anne baba bir kız
kardeşler diğerlerine ,tercîh edilir. Onlar yoksa, çocuk anne bir kız kardeşine verilir. O
da yoksa sıra baba bir kız kardeşine gelir. Ancak İmâm Muhammed'in Ebû Hanîfe'den
bir rivayetine göre teyze, baba bir kız kardeşe tercih edilir. Daha sonra sıra aynı tertîb
üzere teyzelere, onlar yoksa halalara gelir. Fakat bu sayılanlardan her hangi birisi,
çocuğa yakın akraba olmayan biri ile evlenirse onun hadâne hakkı sakıt olur. Bundan
sonra yalnız nine müstesnadır. Çocuğa yakın akraba olmayan birisiyle evlendikleri
için hakkı sakıt olanlar, boşanırlarsa aynı haklarına yeniden kavuşa bilirler. Çünkü
hedâneye engel olan durum ortadan kalkınca kişi hedâne hakkına yeniden sahib
olabilir.

Çocuğun kadın akrabası yoksa sıra erkeklere gelir. Bunların da asabe olmak itibariyle
en yakın olanı tercih edilir. Çünkü velî olmak yakın akrabanın hakkıdır. Sonra erkek
çocuk anne veya ninesinin terbiyesinde kalıyorsa yalnız başına yiyip içmeye,
giyinmeye ve taharetlenmeğe başlayıncaya kadar orada bırakılır. Bundan sonra o
erkeklerin ahlâk ve adabını öğrenmeğe muhtaçtır. Bu işe baba daha münâsib
olduğundan çocuk ona verilir. Kız çocuğu ise anne veya ninesinin yanında hayzım
görünceye kadar kalır, daha sonra iffet ve namusunu korumaya sıra gelir ki bu işe
baba daha lâyıktır.

İmâm Şafiî'nin anlayışına göre ise anne, erkek veya kız çocuğunu yedi yaşma kadar
yanında tutmaya tercihân hak sahibidir. Çocuklar yedi yaşma varıp akıllarında da bir
anormallik yoksa, oğlan olsun kız olsun, baba ve anasından istediğini seçmekte serbest
bırakılır ve hangisini tercih ederse onun yanmda kalabilir.

Mâlik'm anlayşı ise, oğlan çocuğu erginlik çağma varıncaya ve kız çocuğu
evleninceye kadar anasının yanında bırakılır. Ananın öncelik hakkı vardır. Çocuk
babasının yanında kalmayı tercih etme hakkına sahip değildir ve serbest de değildir.

1493]

Anasının yanında kalmak durumundadır.

2278. ...Ali (r.a.)'dan; demiştir ki: Zeyd b. Harise (Ye'cuc vadisinden) çıkıp Mekke'ye
geldi Mekke'den Hamza'nm kızını (alıp Ye'cüc vadisine) getirdi. Bunun üzerine Ca'fer
(b. Abdilmuttalib);

Onu ben (himayeme) alacağım. Ben onu (himayeme almaya başkalarından) daha



müstehâkım (çünkü) amcamın kızıdır ve teyzesi benim yammdadır. Teyze ise anne
demektir, dedi. Hz. Ali de (şöyle) dedi;

Onu (yanıma almaya) ben daha lâyığım. (Çünkü) amcamın kızıdır ve Rasûlullah
(s.a.)'in kızı benim yammdadır. O ise bunu yanma almaya daha müstehâktır. Zeyd de
şöyle dedi;

Ben onu (yanıma almaya başkalarından) daha müstehâkım çünkü ben onun için yola
çıktım (Ye'cuc vadisinden Mekke'ye kadar) yolculuk ettim ve onu (Mekke'den alıp
buraya) getirdim.

Derken Peygamber Sallallahû aleyhi ve sellem (Medine'ye mü-teveccîhân yola) çıktı
(Hadisin bundan sonraki kısmında Hz. Ali yahut diğer râvilerden biri Hz.
Peygamber' den) bir hadis nakletti ve dedi ki (Hz. Peygamber);

"Kıza gelince, ben onu (Ca'fer'e) bırakılmasına hüküm veriyorum (çünkü) teyzesi ile

f4941

beraber olur. Teyze ise anne demektir" buyurdu.
Açıklama

Zeyd.b. Harise (r.a.) hazretleri kaza umresinden dönerken Hz. Hamza'nm yetim
kalan kızını himayesine almak maksadıyla tutup ashâb-ı kiramın konaklamakta olduğu
Ye'cuc vadisi denilen yere getirmişti. Orada Hz. Ali çocuğu tanıyıp "buna iyi sahip ol"
diyerek Hz. Fatma'nın devesine bindirmiş ve ona teslim etmişti. Bu yüzden, çocuğu
kendi himayesine almak isteyen Hz. Zeyd ile Hz. Ali arasında bir anlaşmazlık çıktı.
Nihayet istirahat vakti sona erince Rasûl-i Ekrem Medine'ye gitmek üzere yola çıktı.
Ashâb-ı kiram da Rasûl-i Ekrem'e tâbi' olup hep birlikte Medine'ye geldiler.
Medine'ye geldikten sonra çocuk üzerinde Hz. Ca'fer de hak iddia etmeye başladı ve
her üçü de çocuğun kendi himayesinde olması gerektiğini iddia ederek, delilleri ile
birlikte Rasûl-i Ekrem'e müracaatta bulundular.

Hz. Ca'fer'e göre Hz. Hamza'nm kızının, kendi yanında kalması gerekiyordu. Çünkü:
a- Amcasının kızıydı,

b- Çocuğun teyzesi Hz. Ca'fer'in hanımıydı. Teyze ise anne mesâbesindeydi.

Hz. Ali ise, şu sebeplerden dolayı çocuğun kendi himayesine verilmesini istiyordu:

a- Çocuk amcasının kızıydı.

b- Rasûl-i Ekrem'in kızı Fatıma da hanımı idi.

Hz. Zeyd'e göre ise, çocuk kendi himayesine verilmeli idi. Çünkü:

a- Özel olarak bu çocuğu himayesine almak için Ye'cûc vadisinden Mekke'ye inmiş,

çocuğu Mekke'den çıkarıp Ye'cuc vadisinde getirmişti.

b- Hz. Hamza'nm kardeşliğiydi. Rasûl-i Ekrem ashab-ı kiram arasında kardeşlik
kurduğu zaman onu Hz. Hamza ile kardeş ilân etmişti.

Hz. Ali, mevzûmuzu teşkil eden bu hadisi buraya kadar rivayet ettikten sonra, Rasûl-i
Ekrem'in bu hususta vereceği- kararın gerekçesini ifâde ettiğini söylemiş ve ondan
sonra da Rasûl-i Ekrem'in çocuğu Hz. Ca'fer'-in himayesine verdiğini rivayet etmiştir.
Hz. Peygamber'in, çocuğu Hz. Ca'fer'e vermeden önce söylemiş olduğu sözler
herhalde şunlardır: "Peygamber (s. a.) Ali'ye hitaben "-Ben sendenim, sen de
bendensin" buyurdu. Ca'fer'e de "senin bünyen ve ahlâkın benim bünyeme ve

1495]

ahlâkıma benziyor" dedi. Zeyd'e de "sen bizim kardeşimiz ve mevlâmızsm"

Hz. Hamza'nm dava mevzuu olan bu kızının ismi Ümâme'dir. Ümâ-re, Selma,



Emetullah, Fatıma olduğunu söyleyenler olmuşsa da doğrusu Ümâme'dir. Bilindiği
gibi Hz. Hamza Rasûl-i Ekrem'in amcası ve sütkardeşidir. Çünkü Ebû Leheb'in kölesi
Süveybe her ikisini de emzirmiştir. Kendisi "Esedüllahı ve Rasûlihi: Allah'ın ve
Rasûlünün aslanı" ünvanlarıyla anılırdı. Hz. Peygamberin peygamber olarak
gönderilişinin ikinci yahut da altıncı yılında müslüman oldu. Rasûl-i Ekrem'den iki
yaş büyüktü, uhûd savaşında Vahşî tarafından şehîd edilmişti.

Hz. Ca'fer b. Ebî Talib ise, ilk müslümanlardandır. İlk müslüman olanların yirmi
altıncı veya otuzbirincisidir. Hz. Ali'den on yaş büyüktür. Onun hakkında Ebû
Hureyre (r.a.) şöyle demiştir: "Peygamber (s.a.)'den sonra Ca'fer'den üstün bir kimse
ayakkabı giymemiş, ayakkabı sahibi olmamış, bineklere ve eğerlere binmemiştir."
Rasûl-i Ekrem'in izniyle Habeşistan'a hicret etmiş ondört sene Habeşistan'da kalmış,
Habeşistan Kralı onun delaletiyle müslüman olmuştur. Nihayet hicretin altıncı yılında
Hay-ber'in fethinden sonra Habeşistan'dan Medine'ye gelmiş ve onu gören Rasûl-i
Ekrem kendisini kucaklamış "Hayber'in fethine mi yoksa Ca'fer'in gelişine mi
sevineceğimi bilemiyorum." demekten kendini alamamıştır. Mute muharebesinde
şehîd olmuştur. Kendisi Hz. Hamza'nm kızı Ümâme'nin teyzesi Esma bint Ümeys ile
evliydi. Hz. Ca'fer'in hanımı olan bu kadın da ilk müslümanlardandı. Kocası ile
birlikte o da Habeşistan'a hicret etmişti. Kocası Ca'fer Mute savaşında şehîd olunca
Hz. Ubûbekir'le, Hz. Ebûbekir vefat ettikten sonra da Hz. Ali ile evlendi. Kendisi
mü'minlerin annesi Meymûne'nin ve Hz. Abbas'm hanımı Ümmu'l-Fadl'm kardeşi idi.
f4961

Bazı Hükümler

1. Çocuğun terbiyesi ve himâyesi mevzüsunda teyze anne gibidir. Bu bakımdan
çocuğun terbiyesini üstlenmekte en başta anne, ondan sonra da teyze gelir. Bir başka
ifâdeyle çocuğun etrbiyesi meselesinde teyze babadan ve halalardan önde gelir. Hafız
İbn Hâcer'in beyânına göre çocuğun terbiyesini üstlenmekte teyze haladan önde gelir.
Çünkü Rasûl-i Ekrem, Hz. Hamza'nm kızını Hz. Ca'fer'e verdiği sırada çocuğun halası
Safıyye bint Abdilmuttalib hayatta idi. Teyze, çocuğun kadın asabelerinden kendisine
en yakın olan halasına takdim edildiğine göre, diğer akrabalarına da tercîh edileceği
aşikârdır. Bu aynı zamanda çocuğun terbiyesini üstlenmekte annenin akrabalarının,
babanın akrabalarından önde geldiği anlamına gelir.

İmam Ahmed'in çocuğun terbiyesi mevzüsunda "halanın teyzeye takdîm edilmesi
gerekir" dediği rivayet edilmişse de bu görüşe itiraz edilmiştir. Çünkü Hz. Hamza'nm
çocuğunun terbiyesi hususunda hayatta olan halası onun kendi hakkı olduğunu hiçbir
zaman iddia etmemiştir. Ama teyzesi adına onun kocası olan Ca'fer çocuğun kendi
yanlarında kalması gerektiğini iddia etmiş ve davacı olmuştur. Fakat çocuğun
terbiyesini üstlenen bir kadın evlendiği zaman çocuğun akrabalarından biri bu hakkı
ondan geri alabildiği gibi kadının kocası da onun çocuğu yanma almasına engel
olabilir. Fakat'kadmm muhalifleriyle anlaşması halinde onun, çocuğun terbiyesini
yürütme hakkı devam eder.

3. Sıla-i rahmi gözetmek son derece mühimdir. Sıla-i rahmi gözetmek hususunda
ilgililerin gereken titizliği göstermeleri ve gerektiği zaman onu korumak için haklarını
aramaları gerekir.

4. Bir kız çocuğunun terbiyesini yüklenen kadının evlendiği erkek, çocuğun mahremi



olan bir erkekse, o kadının, çocuğun terbiyesini üstlenme hakkı yine eskisi gibi devam
eder. Bu görüş İmam Ahmed'den rivayet olunmuştur. Yine İmâm Ahmed'den gelen bir
rivayete göre bu mevzuda çocuğun erkek olması ile kız olması arasında bir fark
olmadığı gibi, kadının evlendikten sonra da çocuğun terbiyesini üstlenebilmesi için
kocasının çocuğun mahremi olması şart değilse de emin bir kimse olması şartdır.
5. Kız çocuğunun terbiyesini üstlenen bir kadın, çocuğa yabancı olan bir erkekle
evlenmedikçe çocuğun terbiyesini yüklenme hakkını yitirmez. Mâliki ulemâsı ile Şafiî
ulemâsının meşhur olan bir görüşüne göre kadının evlendikten sonra da bu hakkım
elinde tutabilmesi için evlendiği erkeğin, çocuğun dedesi olması gerekir. Bu görüşte
olan ulemaya göre Hz. Ca'fer'-in hanımı bu şarta uymayan birisi ile evlendiği halde
yine de çocuğu yanında tutabilmişse bunu sebebi, bu görevi alma hakkına sahib olan
halanın kendi hakkını ona bağışlamış olması, Hz. Ca'fer'in, çocuğun hanımının
yanında kalmasına rızâ göstermesi ve bu hakkın kendilerine verilmesini isteyenlerin
de evli olmalarıdır. Binaenaleyh bu hakkın kendilerine verilmesini isteyenlerin bu
istekleri evli oldukları için reddedilmiştir. Ancak Hz. Peygamberin Hz. Hamza'nm
kızının terbiyesi görevini vermek için Hz. Ca'fer'i seçmiş olmasını izahta ulemâ
ihtilâfa düşmüşlerdir. Çünkü eğer çocuk Hz. Ca'fer'in amcasının kızı olduğu için ona
verilmişse bu görev Hz. Ali'ye de verilebilirdi. Çünkü bu çocuk Hz. Ali'nin de amcası-
nın kızıydı. Rasûl-i Ekrem'in bu çocuğu, Hz. Ca'fer'e teyzesiyle evli olduğu için
vermiş olduğu da düşünülemez. Çünkü Hz. Ca'fer çocuğun teyzesi ile evliydi yani
çocuğun teyzesi Hz. Ca'fer'in hanımıydı. Fakat kadının evli olması çocuğun terbiyesini

r4971

üstlenme hakkını ibtâl eder. Ahmed ile Hasan el-Basrî ve İbn Hazm buna
"kadının kocası razı olunca onun evli olması çocuğun terbiyesini üstlenmesine engel
teşkil etmez." diye cevap vermişlerdir ve Rasûl-i Ekrem'in Hz. Hamza'nm kızını Hz.
Ca'fer'e veriş sebebini böyle açıklamışlardır. Bazıları da evlilik kadınların çocuğun ter-
biyesini üstlenme hakkını ibtâl etmez. Ancak babanın hak iddia etmesi halinde
annenin terbiye hakkını ibtâl eder. Hak iddia eden kimsenin çocuğun babası olmaması
halinde evlilik hiçbir zaman hiçbir kadının bu hakkını ibtâl edemez, demişlerdir ki, bu
izah tarzları mevzûmuzu teşkil eden hadîs-i şerifle 2276 numaralı hadisin arasını te'lîf

r4981

eden en güzel bir izahtır.

2279. ...(Hz. Ali'den rivayet edilen Önceki) haber, Abdurrahman b. Ebî Leylâ'dan da
rivayet olunmuştur. Ancak bu haber (önceki haberin) tamamı değildir. (Bu haberi
nakleden râvî) dedi ki: (Rasûlullah sallallahû aleyhi ve sellem) o kızın Ca'fer'e

[4991

verilmesine hükmetti, çünkü onun teyzesi (Hz. Ca'fer'in) yanmda idi.
Açıklama

Her ne kadar bu hadis görünüşte mürsel ise de aslmda muttasıldır. Çünkü Ebu Bekir
el-îsmâilî bu hadisi muttasıl olarak rivayet etmiştir. Binaenaleyh İbn Hazm'm bu hadis
hakkında "mürseldir" demesi doğru olmadığı gibi, bu hadisin râvîlerinden Ferve'nin
kimliğinin mechûl olduğunu söylemesi de gerçeğe aykırıdır. Çünkü Süfyân b. Uyeyne
gibi kimseler, onun maruf bir kimse olduğunu ifâde etmişlerdir.
Bu hadisle ilgili açıklama bir önceki hadisin şerhinde geçtiğinden burada tekrara



r5ooı

lüzum görmüyoruz.



2280. ...Ali (r.a.)'den; demiştir ki: Mekke'den çıktığımız zaman Hamza'mn kızı (Rasûl-
i Ekrem'e), "amca! amca!" diyerek peşimize düştü.

Sonra Hz. Ali varıp onun elinden tutmuş (Hz. Fatıma'ya hitaben), "amcanın kızını al",
demiş. (Hz. Fatıma da) onu hayvanının sırtına bindirmiş.

(Hadisin bundan sonraki kısmında) Hz. Ali bir önceki hadisi anlattı (ve şunları)
söyledi; Ca'fer dedi ki: "(Bu kız benim) amcamın kızıdır. Teyzesi de benim
zevcenidir." Bunun üzerine Peygamber (s. a.) kızın teyzesine ait olduğuna hükmetti ve

[50U

"teyze anne mesabesindedir." buyurdu.
Açıklama

Daha önce tercümesini sunduğumuz 2278 numaralı hadis-i şerifte, Hz. Hamza'mn
kızını Mekke'den çıkaran kimsenin Hz. Zeyd b. Harise olduğu ifâde edilirken burada,
çocuğu Mekke'den dışarı çıkaran kimsenin Hz. Ali olduğu ifâde edilmektedir. Aslında
bu iki ifâde arasında bir çelişki yoktur. Çünkü gerçekte çocuğu Mekke'den ilk çıkaran
kimse Zeyd b. Hârise'dir. Nitekim 2278 numaralı hadis-i şerif de bunu ifâde
etmektedir ve çocuk Mekke'den dışarı çıkarılırken Rasûl-i Ekrem'in bundan haberi
olmamıştır.

Nitekim Hafız İbn Hâcer'in naklettiği şu hadis-i şerif de bunu ifâde etmektedir:, "Hz.
Peygamber ailesinin yanma döndüğü zaman Hamza'mn kızını onların yanında buldu.
Çocuğa hitaben;

"Seni Meke'den kim çıkardı?" diye sordu. Kız da;

Ailemden bir adam, diye cevap verdi. Oysa Rasûlullah (s. a.) çocuğun Mekke'den
çıkarılması için bir emir vermemişti. Sonra kız Rasûl-i Ekrem'in bulunduğu yere vardı
ve orada bulunan erkeklerin arasında dolaşmaya başladı. Rasûl-i Ekrem'i arıyordu.
Rasûlullah (s.a.)'i görünce peşine düşüp amca amca diye bağırmaya başladı. Bunun

15021

üzerine Hz. Ali onu tutup Hz. Fatıma'nm devesine bindirmiştir.
Vefat veya boşanma gibi bir sebeple evlilik bozulmuşsa hidâne (çocuğu besleyip
büyütme) hakkına sahib olabilmek için; hürriyet ,akıl, bulûğ, emniyet, korumaya gücü
yeterlilik gibi şartlar aranır. Ayrıca kadınlar için bir de bakılmak istenen çocuğa
yabancı olan birisiyle evli olmaması şartı aranır.

Erkekte müslümanhk şartı aranırsa da kadında bu şart aranmaz... Ancak çocuğu kâfir
yapabileceği tehlikesi belirdiği zaman bu hak ondan geri alınacaktır.
Daha önce de ifâde ettiğimiz gibi Hidâne hakkı öncelikle anaya aittir. Bunda ittifak
vardır. Nitekim 2276 numaralı hadis-i şerifle şu hadis-i şerif bunu açıkça ifâde
etmektedir: "Hz. Ebû Bekir'in hilâfetinde, Hz. Ömer ile boşadığı eşi arasında böyle
anlaşmazlık zuhur etmiş ve Halîfe Ebû Bekir (r.a.) Hz. Ömer'e şöyle demiştir:
"Anasının okşaması, kucağı ve kokusu çocuk için senden daha hayırlıdır. Büyüyüp

r5031

kendisi tercih edinceye kadar..."

Ana bulunmaz veya hidâne şartlarını hâiz olmazsa bu hak sırayla anneanneye, baba-
anneye, öz kız kardeşe, ana bir kız kardeşe, baba bir kız kardeşe, öz kız kardeş



kızlarına, anadan kız kardeş kızlarına, babadan kız kardeş kızlarına, teyzelere ve
nihayet halalara intikâl eder.

Çocuğun yukarıda sayılan kadınlardan bir akrabası yoksa hidâne görevi erkeklere
intikâl eder. Bunlar da sırayla; baba, dedeler, erkek kardeş, erkek kardeş çocukları,
amcalar, -erkek çocuk için- amca çocukları. Bunlar mirastaki asabe tertibine göredir.
Asabe derecesinde hısım bulunmadığında İmâm Ebû Hanife'ye göre ana vasıtasıyla
hısım olan zevi'l-erhâma intikâl eder. Ulemânın büyük çoğunluğuna göre ise, kadı
bunlardan uygun gördüğü bir kimseyi görevlendirir.

Hidâne süresi çocuğun buna olan ihtiyâcına bağlıdır. Genellikle, "kendi kendine yiyip
içebilecek ve elbisesini giyebilecek hale gelinceye kadar devam eder." denmiş,
sonraları ihtilâfa yer kalmaması için erkek çocukta yedi ve dokuz, kızda ise dokuz ve
onbir yaşlar nihâî had olarak kabul edilmiştir. Hidâne süresi sona erince çocuk, İmâm-
ı Şafiî'ye göre anne ve babadan hangisini isterse onun yanında kalır.
Ulemânın pekçoğuna göre ise, çocuk erkek ise, normal olarak ergenlik çağma
ulaşıncaya kadar babasının yanında kalır. Bulûğdan sonra normal ise, müstakil ev
açmak veya ebeveyninden birini tercîh etmek çocuğun hakkıdır. Sefih veya bunak ise,

[5041

babasının yanında kalır.

35-36. Boşanmış Kadınların İddet Beklemesi

2281. ...Esma bint Yezîd b. es-Seken el-Ensâriye'den rivayet olunduğuna göre,
Rasûlullah (s. a.) zamanında, boşanan kadınlar için iddet beklemek (mecburiyeti)
yokken kendisi kocasından boşanmış. Esma kocasından boşandığı zaman Aziz ve
Celîl olan Allah, talâk-dan dolayı (beklenmesi) gereken iddet hakkında âyet-i kerime
indirmiş ve boşanan kadınlar için iddet gerektiğine dâir, hakkında âyet indirilen ilk
r5051

kadın olmuştur.
Açıklama

İslâmm ilk yıllarında kadının iddet beklemesi gerektiğine dâir bir hüküm yoktu. Fakat
Hz. Esma kocasından

boşandıktan sonra Allah teâla ve tekaddes hazretleri "boşanmış kadınlar üç kur'(üç ay

r5061

veya üç temizlik süresi) bekleyip kendilerini gözetlerler.." buyurarak
kocalarından boşanan kadınların iddet beklemeleri gerektiğini bildirdi. Bu ayet-i
kerimenin inmesinden sonra kocasından boşanan kadınların iddet beklemesi meşru*
oldu. Bilindiği gibi iddet meselesi ulemâ arasında ihtilaflıdır. Bazılarına göre iddet
beklemekten maksad, üç temizlik süresi beklemektir. Bu meseleye inşallah ileride
15071

tekrar döneceğiz.
Bazı Hükümler

Kocasından boşanan kadınların iddet beklemeleri meşrudur. Bu meşruıyyet ve
mecburıyyet ki tab, sünnet ve icmâ' ile sabittir. Kitabdan delili; * 'yaşlılıklarından



dolayı âdetten kesilen kadınlarınızın (bekleme sürelerinden) şüphe ederseniz, bilin ki

r5081

onların bekleme süresi üç aydır..." âyet-i kerimesiyle, "içinizden ölenlerin geriye

[5091

bıraktıkları eşleri, dört ay on gün bekleyip kendilerini gözetlerler." âyet-i
kerimesidir.

Sünnetden delili ise, 2284 ve 2300 numaralı hadis-i şeriflerle benzeri pek çok hadîs-i
şerîfdir. Ayrıca, bütün mezhepleri, temsil eden ulemânın tümü kocasından boşanan bir
kadının iddet beklemesi gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir.

Kocası vefat eden veya kocasıyla bir yatakta yattıktan sonra ondan ayrılan bir kadının
iddet adıyla bir süre bekleyerek, bu süre sona erinceye kadar evlenmekten kaçınması
bir vecîbedir. Bu vecibeye riâyet etmenin hikmeti, akılla bilinemeyen (teâbbüdî) bir
görevdir. Bununla beraber idde-tin meşru' kılmışının hikmeti bize tamamen kapalı da
değildir. Bu hikmetleri şöylece sıralamak mümkündür:

1. Kadının eski kocasından hamile olup olmadığım tespit ederek, neslin karışmasını
önlemek ve asim ve asaletin muhafazasını sağlamaktır.

2. Nesebin, asim ve asaletin muhafazası insanlara has bir şereftir. însanm
hayvanlardan ayrıldığı özelliklerden biri de haseb ve nesebinin muhafazasıdır,

3. Nikâhın önemine ve ciddiyetine dikkatleri çekip onun basit bir birleşme olmadığım
kavratmak.

4. Vefat eden kocasının hatırasına bağlılığını ve sadakatini isbat için kadına bir fırsat
vermek.

5. Boşanıp tekrar evlenmeyi güçleştirerek, aile bağını korumak ve su-istimalleri
önlemek.

6. Ric'î talakla erkeğe bir düşünme fırsatı vermek ve evlilik hayatına tekrar ve kolayca
dönebilme imkânı sağlamak.

İbni Kayyim'm beyânına göre, iddete beş hak taallûk eder;

1. Kocanın hakkı,

2. Allah'ın hakkı,

3. Çocuğun hakkı,

4. Kadının hakkı,

5. Kadının yeni evleneceği kişinin hakkı.

İddete taalluk eden bu beş hak mevzu'unu biraz daha açalım;

1. Kocanın hakkı; iddet sayesinde düşünüp tekrar eski karısına kolayca dönme imkânı
bulmasıdır. Cenâb-ı Hâk; "...kocaları da bu arada barışmak isterlerse, onları geri

[5101

almağa daha çok hak sahibidirler..." buyurarak kocanın bu hakkını ifâde
buyurmuşlardır.

2. Allah'ın hakkı; kadının, Allah'ın emrettiği şekilde iddete, kocasının evinde devam
etmesidir. İmâm Ahmed ile İmâm Ebû Hanife (r.a.) bu
görüştedirler.

3. Çocuğun hakkı ise; nesebinin korunmasıdır.

4. Kadının hakkı da iddet süresi içerisinde nafakasının teminidir. Çünkü ric'i talâkla
boşanmış olan kadınlar henüz kocalarının nikâhı altında sayılırlar. Bu bakımdan iddet

mu

süresi içerisinde kadınla kocası arasında miras hükümleri de bakîdir.

Hakkında iddet âyeti inen Esma bint Yezîd el-Ensâriyye, ashâbdan Yezîd b. es-Seken-



el-Eşhelî'nin kızı olan Esmâ'dır ki, sahâbi kadınlarının faziletlilerindendir.
Bir gün sahabeden diğer kadınlar tarafından Rasûlullah'm huzuruna gönderildi ve
şöyle dedi; "Anam babam sana feda olsun ey Allah'ın Rasûlü! Ben kadınlar tarafından
gönderildim. Hak teâlâ hazretleri seni bütün erkeklere ve kadınlara peygamber olarak
göndermiştir. Biz kadınlar sana ve senin Rabbine îman ettik. Lâkin biz kadınlar olarak
sizin evlerinizde kapanıp kalmış, sizin şehvetlerinizi tatmin ediciler olmuş, çocukları-
nızı karnımızda taşımak durumunda kalmışızdır. Siz ise, Cuma namazları kılmak,
camilere ve cem'ata çıkmak, hastalara gidip hatır sormak, cenazelerde bulunmak,
defalarca hac edebilmek, bunlardan daha faziletlisi' Allah yolunda muharebe ve cihâd
edebilmek için faziletlerle bizden üstün olmuşsunuzdur. Lâkin erkek kısmı hac veya
umre etmek yahut kafirlerle mücâ-hede ve muharebe eylemek üzere evinden çıktığı
hallerde sizin mallarınızı biz korur ve iplik eğirip elbiselerinizi dokuruz. Çocuklarınızı
besleriz. O halde bizler o hayırlı ve sevaplı işlerin ecirlerinde sizlere ortak olamaz
mıyız?"

Hz. Peygamber Esmâ'nm bu sözlerini dinledikten sonra yanlarında bulunan ashabına
dönerek;

"Siz hiçbir kadından dini işleri konusunda olan sorusunda bunun ifâdelerinden daha
güzel söz işittiniz mi?" buyurdu. Onlar da: "Ey Allanın Rasûlü, biz zannetmeyiz ki, bir
kadın böyle güzel ifâdeye yol bulabilsin" dediler. Rasûl-i Ekrem (s. a.) tekrar ona hitâb
ederek;

"Ey hatun, anla ve taraflarından gelmiş olduğun kadınlara da anlat ki; kadın kısmının
kocası ile iyi geçinip, kocasının hoşnutluğunu kazanması o faziletlerin hepsine mu

[5121

a' dil olur" buyurmuşlardır.

[5131

İbn Kesîr bu hadîsin hasen-garib olduğunu söylemiştir. ve senedinde, çeşitli

£5141

yönlerden cerh edilen Süleyman b. Abdilharnid ile İsmail b. Ayyaş vardır.

37. Boşanıp da İddet Beklemekten İstisna Edilen Kadınlarla İlgili İstisna
Hükmünün Sonradan Nesh Yada Tahsis Edilmesi

2282. ...İbn Abbas (r.a.)'dan; demiştir ki: "Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç kur

[5151

(üç adet veya üç temizlik süresi) beklerler." ve "Yaşlılıklarından dolayı âdetten
kesilen kadınlarınızın bekleme sürelerinden şüphe ederseniz, (bilin ki) onların

[5161

bekleme süresi üç aydır." Bunların hükmünden şu buyrukta belirtilenler neshe-
[5171

dildi; "Eğer onları nikahlayıp da, henüz onlara dokunmadan bo-şarsanız, onların

15181

üzerinde sayacağınız bir iddet hakkınız yoktur."
Açıklama

"el-Mutallakât" kelimesinin başında bulunan "el" harf-i tarifi, ulemânın bazılarına
göre, cins ifâde ettiğinden bu



âyet-i kerîmenin hükmüne sadece normal olarak hayız görmüş olup da kocası ile cinsî
münâsebette bulunan fakat hâmile olmadan boşanan kadınlar girmektedir. Bu görüşte
olan ulemaya göre, âyet-i kerîmede nesh veya tahsis yoktur. Nitekim âyet-i kerîme de
geçen "...kendilerini gözetlerler..." sözü de bu görüşü teyîd etmektedir.
Hazreti İbn Abbas'a göre ise, "el-Mutallakât" kelimesinin başında bulunan "el" harf-i
tarifi, istiğrak ifâde eder. Bir başka ifadeyle yukarıda sözü geçen kadınlarla birlikte,
kocasından boşanmış olan diğer kadınlar da bu kelimenin şümulü içerisine girer.
Binaenaleyh "el-Mutallekât" kelimesinin kapsamına normal olarak hayız görmüş olup
da kocasıyla birleştikten sonra veya birleşmeden önce boşanan kadınlar girdiği gibi
hayız çağma girmeden Önce veya hayızdan kesildikten sonra boşanan kadınlar da
girerler. Bu görüşe göre yukarıda mealini sunduğumuz Bakara sûresi-, nin 228. âyet-i
kerimesi, "âdetten kesilen kadınlarınızın bekleme sürelerinden şüphe ederseniz bilin ki
onların bekleme süresi üç aydır. Henüz adet görmeyenler de böyledir. Gebe olanların

£5191

bekleme süresi yüklerini bırakmalarına kadardır." âyet-i kerimesiyle tahsis
edilerek henüz hayız çağma gelmeden kocasından boşanan kadınlarla, hayızdan
kesilmiş olan kadınlar bu âyetin hükmü dışında bırakılmış, bunların boşandıktan sonra
üç ay iddet beklemeleri gerektiği bildirilmiştir. Bu âyetin devamında da; "İçinizden

'15201

vefat edenlerin geride bıraktıkları kadınlar dört ay on gün iddet beklerler."
buyurularak, hâmile iken kocasından boşanan kadınların dört ay on gün iddet
beklemeleri gerektiği belirtilmiştir. Ayrıca, "Ey inananlar, inanan kadınları nikahlayıp
da henüz onlara dokunmadan bosarsanız, onların üzerinde sayacağınız bir iddet

[521]

hakkınız yoktur." âyet-i kerimesiyle de kocasıyla cinsî münâsebette

bulunmaksızın boşanan kadınların iddet beklemeleri gerekmediği hükmünü
getirmiştir.

Cumhuru ulemâya göre, "el-Mutallakât" kelimesinin başındaki "el", istiğrak ifâde
eder. Daha sonra bu mevzuda nazil olan mealini sunduğumuz âyet-i kerimeler, "el-
Mutallakât: boş anmış kadınlar" kelimesinin hükmünü tahsis etmiştir. İbn Abbas
(r.a.)'a göre ise, Talâk Sûresinin dördüncü âyeti daha hayız çağma gelmeden,
kocasından boşanan kadınlarla ha-yızdan kesildikten sonra ya da hâmile kaldıktan
sonra boşanan kadınları "el-Mutallakât" kelimesinin şûmûlü dışında bırakmış, Ahzâb
sûresinin 49. âyeti de bu hükmü neshedip kocasıyla cinsî münâsebette bulunmadan bo-
şanan kadınlar hâriç, kocasından boşanan bütün kadınları yine "mütallakât"

[522]

kelimesinin kapsamı içine sokmuştur.
Bazı Hükümler

1. Kocasıyla bir yatakta yattıktan sonra boşanan kadınların ıddetı uç kuru dur. Ancak
kuru kelimesinin temizlik mânâsına mı yoksa hayız mânâsına mı geldiği ulemâ
arasında ihtilaflıdır.

Hanefî ulemasıyla İmâm Ahmed'e göre âyet-i kerimede geçen kuru' sözü hayız
mânâsında kullanılmıştır. Sahâbînin ileri gelenlerinden dört halife ile, İbn Mesud, Ebû
Musa el-Eş'ârî, İbn Abbas, Muaz b. Cebel (r.a.) da bu görüşte oldukları gibi Said b.
Cübeyr, Tavus, Said b. el-Müseyyeb de bu görüştedirler. Delilleri ise, "Peygamber



(s.a.)'in hayız görmeye başlayan Ümmü Habibe'ye kar' günlerinde namazını
bırakmasını, bu hali geçtikten sonra güçlenip namazını kılmasını emrettiği"ni ifâde
eden 281 numaralı hadis-i şerifle "Boşanmış kadınlar, üç kar' kendilerini gözetir-
[523]

ler..." âyet-i kerimesinin zahiridir. Çünkü bu âyet-i kerîmenin zahiri, kar'm üç
tam kar' olmasını emretmektedir. Kar'm temizlik anlamında kullanıldığını kabul
edersek kadının üç tam kar' beklemesi imkansızlaşacaktır. Çünkü eğer kadın temizlik
halinde boşanmışsa ve içinde bulunduğu temizliği de sayarsak -bir kaç günü geçmiş
olacağından- bekleme müddeti eksik olacaktır. İçinde bulunduğu temizliği saymazsak
ve onu takib eden temizlikten itibaren hesâb etsek o zaman da bekleme müddeti üçten
fazla olacaktır. Şu halde kar' kelimesini temizlik manasına alınca üç tam kar'ı
gerçekleştirmek mümkün olmuyor. Ayrıca "yaşlılıklarından dolayı adetten kesilen

[5241

kadınlarınızın (bekleme sürelerinden) şüphe edersiniz..." âyet-i kerimesinde
hayızdan kesilen kadınların ay hesabıyla iddet beklemeleri gerektiğinden bahsedilmesi
de iddette hayızm asıl olduğunu ortaya koymaktadır.

İmâm Mâlik ile Şafiî'ye ve Yedi Fakih diye anılan Said b. Müseyyeb, Urve b. ez-
Zübeyr, el-Kâsım b. Muhammed, Ebû Bekr b. Abdirrahman, Hârice b. Zeyd b. sabit,
Ubeydullah b. Abdillah b. Utbe b. Mesud, Süleyman b. Yesâr'a göre ise, âyet-i
kerîmede kar' sözü temizlik anlamında kullanılmıştır. Bu görüş İmâm Ahmed'den de
rivayet olunmuştur. Delilleri ise; "...kadınları boşadiğiniz zaman iddetleri içinde
I525J

boşaym..." âyet-i kerîmesiyle, Hz. Peygamberin hanımını hayızlı iken boşayan
İbn Ömer için; "Hanımına geri dönsün, sonra temizlenip tekrar hayız görünceye, daha
sonra tekrar temizleninceye kadar yanında tutsun..." manasmdaki 2179 numaralı
hadîs-i şeriftir.

2. Hayızdan kesilen ve kocasından boşanan bir kadının iddeti üç aydır. Ulemâ kadının
kaç yaşında hayızdan kesileceği konusunda ihtilâf etmişlerdir.

Hanefî ulemâsının meşhur olan görüşüne göre, kadınlar ellibeş yaşma vardıkları
zaman hayızdan kesilirler. Fetva da buna göre verilmektedir.

Mâlikî ulemâsma göre ise, hayızdan kesilme yaşı elliden yetmişe kadar devam
edebilir. Elli yaşından sonra gelen kan tecrübeli kadınlara sorulur, onlar hayız kanı
olduğuna hükmederlerse bu kanın hayız kanı olduğu kabul edilir. Hayız kanı
olmadığım söylerlerse kadının hayzınm kesildiğine hükmedilir. Eğer kadının hayız
yaşı elli yaşından sonra kesilecek olursa, onun hayızdan kesildiğine hükmedilir. O
zaman kadın iddetini ay hesabıyla bekler ki bunda ittifak vardır,
fmâm Şafiî'ye göre ise; kadının hayızdan kesilme yaşı altmış ikidir.
İmâm Ahmed'den bu mevzuda çeşitli rivayetler vardır. Birinci rivayete göre kadın elli
yaşma varınca hayızdan kesilir. Çünkü Hz. Aişe, "kadın elli yaşma girdikten sonra bir
daha karnında çocuk bulamaz." demiştir. İmâm Ahmed'den gelen ikinci rivayete göre
ise, Arap kadınlarının dışındaki kadınlar elli yaşında, Arap kadınları ise altmış yaşında
hayızdan kesilirler. Gerçek olan şudur ki elli yaşından sonra genellikle kadınların hay-
zı kesilir. Bununla beraber bir kadında elli yaşından sonra kan gelecek olursa o kanın
hayız kanı olduğuna hükmedilir. Çünkü kan hayzm alâmetidir. Fakat altmış yaşından
sonra gelen kanın hayız kanı olmadığına hükmedilir. Çünkü altmış yaşından sonra
hayız kanının gelmesi mümkün değildir.



15261

3. "...Henüz hayız görmeyenlerin iddetleri, şüphelenirseniz -biliniz ki-üç aydır."
âyet-i kerîmesi küçük olduğundan dolayı henüz hayzı görmeyen kadınların boşanma
veya tefrikten sonra iddetinin üç ay olduğunu ifâde etmektedirler.

Ebu Hayyan'a göre ölünceye kadar hiç hayız görmeyen kadınlarla, hayız çağma
girdiği halde hayız görmeyen kadınlar da bu âyet-i kerîmenin şümulüne girdiklerinden
hayız çağma girmediği için henüz hayız görmeyen kızlar gibi üç ay iddet beklerler.
£5271

Yaşı, onbeş ile hayızdan kesilme yaşı arasında olup da, bilinmeyen bir arızadan
dolayı hiç hayız görmeyen bir kadının iddeti on iki aydır. Bu görüş îmam Mâlikindir.
Cumhura göre böyle bir kadın elli beş yaşma kadar bekler ve kocası bu müddet
içerisinde ona nafaka verir. Hz. Osman ile Hz. Ali, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Mes'ûd,
îmâm Şafiî ve Hanefî ulemâsı bu görüştedirler. Hz. Ömer'in böyle bir kadının dokuz
ay iddet beklemesi gerektiği görüşünde olduğu rivayet edilmiştir. Hasan el-Basri'ye
göre ise, bu durumda olan kadın bir sene bekler eğer yine de hayızi gelmezse o zaman

[528]

üç ay daha beklemekle iddeti sona erer ve başka bir kocayla evlenebilir. Bu
mevzuda cumhuru ulemâ yukarıda naklettiğimiz âyetin zahirî manâsına dayanırken,
imâm Mâlik ve tâbîleri bu anlayışın gerek yıllarca kocasız kalacak kadın ve ona
nafaka ödeyecek eski kocası için büyük güçlükler getireceğini göz önüne alarak âyet-i
kerîmeyi şöyle anlamışlardır: "İhtiyarlık çağma gelmedikleri halde hayızları kesilen
kadınların ne kadar beklemeleri gerektiği mevzûsunda şüpheye düşerseniz onların
iddeti üç aydır." Buna, hâmile olma ihtimâline binâen dokuz ay daha ekleyince on iki
£5291

ay olmuştur. Hanefîler de tatbikâtda îmâm Malikin bu görüşüyle amel

etmişlerdir.

4. "Ey inananlar, inanan kadınları nikahlayıp da henüz onlara dokunmadan bo sarsan

r5301

iz, onların üzerinde sayacağınız bir iddet hakkınız yoktur..." âyet-i kerîmesi ise

kocayla cinsî münasebette bulunmadan boşanan bir kadının iddet beklemesi

gerekmediğine delâlet etmektedir. Eğer bu kadın kocası ile halvette bulunmamışsa ö

zaman iddet beklemesi gerekmediğinde ulemânın ittifakı vardır. Fakat kocasıyla

halvette bulunup da cimâ'da bulunmamış olması halinde ulemâ ihtilaflıdır.

Hanefî ulemâsı ile İmâm Mâlik, Sevrî, Zührî, Atâ, Evzâî, Ahmed ve İshak'a göre bu

durumda olan bir kadının iddet beklemesi gerekir. İmâm Şafiî'nin eski mezhebi de

budur. İbn Kudâme'nin beyânına göre bu mevzuda Sahabenin icmâı vardır.

İmâm Şafiî'nin yeni mezhebine göre» "bu durumda olan bir kadının iddet beklemesi

gerekmez. Çünkü bu mevzûdaki âyet-i kerîme mutlaktır. Binâenaleyh bu kadının da

diğer kadınlar gibi iddet beklemesi gerekmez."

Bilindiği gibi "kimsenin göremeyeceği ve ansızın gelemeyeceği bir yerde evlilerin
başbaşa kalmalarına "Halvet-i sahîha" denir. 'Ualvet-i sahîhamn mukabili ise, onun
şartlarını taşımayan "Halvet-i fâ5ı4e"dir. Evlilerin sokakta, insanların içinde, kapı ve
penceresi açık evde yanyana gelmeleri fasit halvetin, örnekleridir.
Sahîh halvetin gerçekleştirilmesi için şu şartların bulunması gerekir:
a. Tabiî bir engelin bulunmaması. Yâni a'mâ veya uykuda bile olsa aklı başında
üçüncü bir şahıs gibi insanların birleşmesine engel teşkil edecek bir durumun
olmaması.



b. Birleşmeye engel teşkîl edecek hastalık ve iktidarsızlık gibi sıhhî, maddî ve hissî bir
engelin bulunmaması,

c. Hayız, lohusahk, ramazan orucu, ihram gibi dinî-şer'î bir engelin bulunmaması.
[531]

36-38. Erkeğin Boşadığı Karısına Dönmesi

2283. ...Ömer (b. el-Hattab r.a.)'den rivayet olunduğuna göre, Nebî (s.a.) Hafsâ

[5321

(r.anha)'yı boşamış, sonra da (iddet süresi içinde) ona dönmüştür.
Açıklama

Rasûl-i Ekrem'in, Hz. Hafsa'yı boşaması şöyle olmuştur; Hz. Peygamber günlerini,
hanımları arasında taksim eder, adalet ölçüleri içerisinde hergün birinin yanında
kalırdı. Nöbet sırası Hz. Hafsa'ya geldiği gün Hz. Hafsa anne ve babasını ziyaret
etmek üzere izin istedi. Rasûl-i Ekrem ona izin verdikten sonra cariyesi Mariye'-yi Hz.
Hafsa'mn odasına çağırıp onunla başbaşa kalmıştı. Bu esnada Hz. Hafsa, ziyaretini
tamamlayıp dönmüş ve odasında Rasûl-i Ekrem'le Hz. Mâriye'nin bulunduklarını ve
odanın kilitli olduğunu görmüştü. Bunun üzerine Hafsa kapının önüne oturup
ağlamaya başladı. Rasûl-i Ekrem alnından terler dökülerek dışarı çıktı. Hafsa, Mâriye
ile başbaşa kalmak maksadıyle kendisine izin verildiğini iddia ediyordu. Rasûl-i
Ekrem aslında Hz. Mariye ile kalmasının Allah'ın kendine tanımış olduğu bir hak
olduğuni ifâde ettikten sonra, Hz. Hafsa'yı memnun etmek için bir daha Hz. Mariye ile
başbaşa kalmayacağına söz verdi ve bunun aralarında kalmasını istedi. Hz. Hafsa ise,
Rasûl-i Ekrem gider-gitmez Hz. Aişe'nin odası ile kendi odası arasındaki duvara vurup
Hz. Aişe'yi çağırdı, olanları ona anlattı. Daha sonra bunu öğrenen Hz. Peygamber Hz.

f5331

Hafsa'mn yaptıklarına öfkelenip onu boşadı.

Tahrim Sûresinin şu ayeti bu hadiseye işaret etmektedir. "Peygamber eşlerinden birine
gizli bir söz söylemişti. Fakat eşi o sözü haber verip, Allah da onun bu davranışını o
(peygamberi)ne açıklayınca (peygamber hanımına) bu (söyledikleri)nin bir kısmım
bildirmiş (şunları filâna söyledin demiş) bir kısmından da vaz geçmişti. (Peygamber)
bunu O'na haber verince eşi, "bunu sana kim söyledi?" dedi (Peygamber): (herşeyi)

[5341

bilen, haber alan (Allah) bana söyledi" dedi."

Kays b. Zeyd'in rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber Hz.- Hafsa'yı böşaymca dayıları
Kudâme b. Mazûn ile Osman b. Mazûn Hz. Hafsa'mn yanma gelmişler. Hz. Hafsa
ağlamış ve, "Allah'a yemîn ederim ki o beni bana ihtiyacı olmadığından dolayı
boşamış değildir" demiş tam bu esnada Hz. Peygamber oraya gelip "Cibril bana-
Hafsaya dön. Çünkü o çok oruç tutar ve geceleri namaza çok kalkar o cennette senin

r5351

zevcen olacaktır" dedi," buyurmuş.



Bazı Hükümler



Karısını ric'î talakla boşayan bir kimse, yani bir nikaha ve mehire lüzum kalmadan ona
ıddetı içerisinde iddet sona ermeden dönebilir. Bu husus kitap, sünnet ve

icmâ' ile sabittir. Kitaptan delili şu âyet-i kerîmelerdir: "Kocaları da bu arada

r5361

barışmak isterlerse, onları geri almağa daha çok hak sahibidirler..." "Kadınları
boşadığmız zaman, bekleme sürelerini bitirdiler mi, ya onları iyilikle tutun, ya da
iyilikle bırakın."

Sünnetden delili ise mevzûmuzu teşkil eden hadis-i şerifle daha önce tercümesini
sunduğumuz 2186 numaralı hadis-i şeriftir.

Kurtûbî'nin beyâmna göre, kendisiyle cinsî münasebette bulunduğu karısını iki (ric'î)
talâkla boşayan hür bir kimse, karısı istemese bile iddet süresi sona ermeden o'nu
tekrar geri alabilir, fakat karısına dönmeden iddet süresi sona erecek olursa, artık bir
daha ona dönemez. Çünkü kadın ona tamamen yabancı bir kadın. olmuştur. Şayet
onunla yeniden evlenme durumu ortaya çıkarsa o zaman yeni bir nikâha, veliye ve

1537]

şâhidlere ihtiyaç vardır. Bu mevzûyu 2186 numaralı hadisin şerhinde ayrıntılı

r5381

olarak ele alıp açıklamış bulunmaktayız.

37-39. Bâin Talâkla Boşanan Kadının Nafakası

2284. ...Fâtıma bint Kays'dan rivayet edildiğine göre Ebû Amr b. Hafs, Fâtıma'yı
gıyaben bâin talâkla boşamış da O'na (nafaka olarak) vekîli ile (bir mikdar) arpa
göndermiş. Fâtıma da buna öfkelenmiş. (Ebû Amr'm vekîli de Fâtıma'ya);
Vallâhî senin bizde bir hakkın yoktur cevâbını vermiş. Bunun üzerine Fâtıma
Rasûlullah (s.a.)'e gelerek bu meseleyi ona anlatmış Peygamber (sallâllahü aleyhi ve
sellem de) O'na;

"Senin onda nafaka hakkın yoktur." buyurmuş ve iddetini Ümmü Şerîk'in evinde
geçirmesini emretmiş. Sonra;

"Ümmü Şerik ashabımın daima ziyaretine gittikleri bir kadındır. Sen İbn Ümmü
Mektûm'un evinde iddet bekle, çünkü o âmâ bir adamdır. (Yanında) çarşafını
çıkarabilirsin! (Nikâh için) helâl olduğun zaman bana bildir!" buyurmuşlardır.
(Daha sonra Fâtıma şunları) söyledi; Helâl olduğum vakit kendilerine, Muâviye b.
Süfyân ile Ebû Cehm'in £eni istediklerini söyledim. Rasûlullah (s. a.);
"Ebû Cehm'e gelince O, sopasını boynundan indirmez. Muâvye ise, yoksuldur hiç
malı yoktur. Sen Üsâme b. Zeyd'le evlen" buyurdular. (Daha sonra Fâtıma şunları
söyledi); Ben buna razı olmadım. Sonra (Rasûl-i Ekrem bana tekrar); "Üsâme b.
Zeyd'le evlen!" dedi. Bunun üzerine ben de onunla evlendim. Allah onda hayır yarattı.

£5391

Ben de ona gıpta ettim.
Açıklama

Fâtıma'yı kocası daha önce iki defa boşamıştı.Bu defa da üçüncü ve sonuncu talâk
hakkını kullanarak boşamıştı. Hz. Fâtıma'nm kocası bu son talâkla üç talâk hakkını
kullandığı ve karısını üç talâkla boşamış olduğu için bâzı rivayetlerde onun Hz. Fâtı-
ma'yı üç talâkla boşadığı ifâde edilmektedir. İmâm Nevevî bu rivayetlerin arasını



şöyle birleştiriyor: "Rivayetlerin bazısında Hz. Fâtıma'nm üç talâkla, bazılarında talâk-
ı bâinle boşandığı bildirildiği gibi, bir rivayete üç talâkın sonuncusu ile, başka bir
rivayette de kalan bir talâk ile boşandığı ifâde olunmaktadır. Hatta mutlak olarak
"boşadı" şeklinde dahî rivayet vardır. Bu rivayetlerin arası şöyle bulunmuştur: Kocası
Hz. Fâtıma'yı daha önce iki defa boşamıştır. Son defa boşamakla talâk adedi üç
olmuştur. İşte üç talâkla boşadığmı söyleyenlerle "bir talâk", "üç talâkın sonuncusu"
gibi ta'birler kullananların ve keza mutlak olarak "boşadı" diyenlerin maksadları
budur. "Talâk-ı bâinle boşadı" ifâdesinden de aynı mana kastedilmiştir. Çünkü üç defa

15401

boşamak talâk-ı bâindir." Mevzûmuzu teşkil eden Ebû Davud hadisinde Ebû
Amr'm karısı Hz. Fâtıma'yı gıyaben boşadığı ifâde edilirken Tahâvî'nin bir rivayetinde

[54i]

de savaşta boşadığı ifade ediliyor. Bu iki rivayetin arasını şu şekilde birleştirmek
mümkündür: Aslında Hz. Ebû Amr, Hz. Fâtımayı'yı Medine'de Hz. Fâtıma'nın
yanında iken boşamıştır. Fakat bunu halktan gizli tutmuştur. Nihayet Hz. Ali'yle
birlikte sefere çıkmıştır. Karısına vekiller gönderip de nafaka mevzuunda aralarında
anlaşmazlık çıkınca Hz. Ebû Amr'm karısını gıyabında boşadığı zannedilmiştir. Ayrıca
Hz. Ebû Amr'm iki defa sefere çıkmadan önce, bir defa da Hz. Ali ile Yemen'e sefere
çıktıktan sonra gıyaben boşamış olması da mümkündür. Nitekim 2290 numaralı hadîs-
i şerîf de bu ihtimâli kuvvetlendirmektedir. Hz. Ebû Amr'm iki vekili vardı. Ayyaş b.
Ebî Rabia ve el-Haris b. Hişâm, Müslim'in rivayet ettiği bir hadîste Hz. Ebû Amr'm

[542]

karısına vekîl olarak Ayyaş b. Ebî Rabia'yı gönderdiği ifade edilirken Müslim'in

[543]

diğer bir rivayetinde ikisini birden gönderdiği rivayet edilmiştir. Metinde geçen
vekîl kelimesi her ne kadar müfred ise de muzâf olduğu için her iki vekîle de şâmildir.
Rasûl-i Ekrem'in Hz, Fâtıma'ya, hayzli dönemini Ümmü Şerîk'in evinde geçirmesini
emrettikten sonra, "Ümmü Şerik ashabımın daima ziyaretine gittikleri bir kadındır.
Sen İbn Ümmü Mektûm'un yanında iddet bekle!" diye emir buyurmasını imâm Nevevî
şöyle açılıyor: "Ümmü Şerik bir rivayette Kureyş'ten, diğer bir rivayete göre Ensârdan
salâh ve takvası ile meşhur bir kadındı. İsmi Guzeyye yahud Güzeyle bint Dâvud'dur.
Bâzı ulemâya göre Peygamber (s.a.)'e kendini hibe eden kadın budur. Rasûlullah (s.a.)
ashabının bu kadını anneleri gibi hürmet göstererek sık sık ziyaret ettiklerini, bu
sebeple onun evinin iddet beklemeye müsâid olmadığını, çünkü iddet bekleyen bir
kadının yabancı erkeklere görünmesinin ve onları görmesinin iddetin ruhuna aykırı
oduğunu düşünerek sonradan bu tavsiyesinden vazgeçmiş ve Fâtıma'ya Abdullah b.
Ümmü Mektûm'un evinde iddet beklemesini emir buyurmuştur. Çünkü Abdullah b.
Ümmü Mektûm âmâ idi. Kendisini göremeyeceği gibi ,evine de fazla giden gelen
yoktu. Bu sebeple erkeklerden tesettür meşakkati de yoktu.

Bazıları, Peygamber (s.a.)'m Hz. Fâtıma'ya iddetini beklemek için îbn Ümmü
Mektûm'un evine göndermesini delîl getirerek "kadın ecnebi erkeğe bakabilir, fakat
erkek bakamaz" demişlerse de bu söz doğru değildir. Sahîh olan kavle göre kadının da
yabancı bir erkeğe bakması haramdır. Ekser-i sahabe ile cumhuru ulemânın görüşü
budur. Çünkü Allah teâ-la hazretleri erkekler için "Mü'minlere söyle, gözlerine sahib
£5441

olsunlar" buyurduğu gibi kadınlar hakkında da "inanan hanımlara da söyle onlar



15451

da gözlerine sahib olsunlar..." buyurmuştur. Bir de, fitne erkekle kadın arasında
müşterektir. Erkekten geleceğinden ne kadar endişe edilirse, kadından gelmesinden de
o kadar korkulur. Nitekim Ebû Dâvud ile Tirmizfnin rivayet ettikleri bir hadiste beyân
olunduğuna göre Ümmü Seleme ile Meymüne (r.an'ha) Peygamber (s.a.)'m yanında
bulundukları bir sırada İbn Ümmü Mektûm yanlarına gelmiş de Peygamber (s.a.);
"Bunun yanında örtünün!" buyurmuş. Kadınlar;
O âmâdır, görmez demişler, fakat Rasûlullah (s.a.) kendilerine;

"Siz de mi âmâsınız, onu görmüyor musunuz?" mukabelesinde bulunmuştur. Tirmizî
bu hadisin hasen olduğunu söylemiştir. Fâtıma binti Kays hadisinde onun İbn Ümm-i
Mektûm'a bakabileceğine dâir söz yoktur. O yalnız Fâtıma (r.anha)nm başkalarının
kendisini görmesinden emîn olacağım bildirmektedir. Kendisi erkeklere bakmamakla
me'murdur.

Ebû Cehm'in sopasını koynundan indirmemesi iki şekilde te'vîl edilmiştir: Birinci
te'vîle göre bu cümlenin manası "çok sefer eder." demektir. İkinci te'vîie göre maksat
kadınları çok döğmesidir. Bu te'vîl daha sahîh görülmüştür. Çünkü hadîsin bir
rivayetinde Ebû Cehm'in kadınları çok dövdüğü bildirilmiştir. Bu, Ebû Cehm

£5461

Encâbiyye hadîsinde ismi geçen Ebû Cehm b. Huzeyfetü'l-Kurâşî'dir.

Teyemmüm bahsinde ve namaz kılanın önünden geçme babında bir de Ebû'l-

1547]

Cüheym'den bahsedilmektedir ki o başka bir zâttır.
Bazı Hükümler

1. Gıyaben kadın boşamak caizdir.

2. Alıp- verme muamelelerinde vekil tayın etmek caizdir.

3. Kendisinden fetva istenen bir kimsenin fetva isteyen yabancı bir kadının sesini
işitmesi caizdir.

4. Bir fitne tehlikesi bulunmamak ve halvet olmamak şartıyla, yabancı erkeklerin
salîha bir kadını ziyaret etmeleri caizdir.

5. Talâk-ı bâinle boşanmış olan bir kadının iddetini malının, canının ve namusunun
emîn olduğu bir yerde geçirmesi caizdir.

6. Bir kimsenin diğer bir kimsenin kusurunu dile getirip ondan kurtulmak için tavsiye
istemesi caizdir.

7. Bir kimseye dinî veya dünyevî menfaatlerine erişmesi için yol göstermek
müstehabdır. Yol gösterecek kimse eğer ilim, irfan ve fazilet sahiplerinden ise
karşısındaki hoşlanmasa bile ona nasihatta bulunması caizdir.

8. Fazilet sahibi kimselerin nasihatlerini kabul etmek gerekir çünkü sonunda hayır
vardır.

9. Rasûl-i Ekrem'e uymak ve takvaya sarılmak insanın derecesini yükseltir.

10. Bâin talâkla boşanan bir kadını ta'riz yolu ile kocaya istemek caizdir.

11. Konuşurken mecazlı sözler kullanmak caizdir.

12. Bain talâkla boşanan bir kadına kocasının nafaka te'mîn etmesi gerekmez. Bu

1548]

mevzûyu 2290 numaralı hadîs şerhinde inşallah etraflıca ele alacağız.



2285. ...Ebû Seleme b. Abdirrahman'dan rivayet edildiğine göre, Fâtıma bint Kays,
ona Ebû Hafs b. el~Muğire'nin kendisim üç talakla boşadığmı söyledi. (Hadîsin
bundan sonraki kısmında Yahya b. Ebî Kesir bu mevzuda Ebû Seleme vasıtasıyla
Fâtıma bint Kays'dan bir önceki) hadîsi nakletmiştir ve rivayetin sonunda şu cümleler
de vardır: Halid b. Velid'le benî Manzum'dan bir kişi, Peygamber sallallâhû aleyhi ve
selleme geldiler ve;

Ey Allah'ın peygamberi Ebu Hafs b. el-Muğîre karısını üç talakla boşadı ve ona az bir
nafaka bıraktı dediler.
Rasûl-i Ekrem de;

"Ona nafaka yoktur" buyurdu. Daha sonra Yahya b. Ebî Kesir hadîsin kalan kısmını

£5491

sonuna kadar nakletti. Bir önceki Mâlik hadîsi bu hadîsten daha tamdır.
Açıklama

Bu hadîs-i şerîf, Müslim'in Sahîh'inde şu manaya gelen lafızlarla rivayet edilmiştir:
"Ebu Hafs b. Muğire el-Mahzûmî kendisim üç talâkla boşamış sonra Yemen'e gitmiş.
Aile efradı Fâtıma'ya;

Senin bizde nafaka hakkın yoktur, demişler. Bunun üzerine Halîd b. Velîd birkaç kişi
ile kalkarak Meymûne'nin evinde bulunan Rasûlullah (s.a.)'e gelmişler ve;
Gerçekten Ebû Hafs, karısını üç talâkla boşamıştır. Acaba bu kadına nafaka var mıdır?
diye sormuşlar. Rasûlullah (s. a.);

"Ona nafaka yoktur ama iddet vardır." buyurmuş. Fâtıma'ya da;

"Nefsin hakkında benden önce bir iş yapma!" diye haber göndermiş ve Ümmü Şerîk'in
evine taşınmasını emir buyurmuş. Sonra tekrar haber göndererek:
"Ümmü Şerîk'e ilk muhacirler ziyarete gelirler, sen, âmâ İbn Ümmi Meklûm'un yanma
git! Çünkü başörtünü attığın vakit seni görmez." buyurmuşlar. Bunun üzerine Fâtıma
onun yanma gitmiş. İddeti geçince Rasûlullah (s.a.) kendisini Üsâme b. Zeyd b.
Hârise'ye nikâh etmiş. Mevzûmuzu teşkil eden Ebû Davud hadîsinde, "az bir nakafa"
diye nitelendirilen ve Ebû Hafs tarafından Hz. Fâtıma'ya gönderilen nafakanın mikdârı
Müslim'in bir rivayetinde "Beş ölçek kuru hurma ile beş ölçek arpa" diye ifâde
[5501

ediliyor.

2286. ...Fâtıma bint Kays'dan rivayet edildiğine göre, Ebû Amr b. Hafs kendisini üç
talâkla boşamış. Bu hadîsi (Yahya ve Ebû Seleme zinciriyle Fâtıma'dan) nakleden
(Ebû Amr el-Evzâî) hadîsin bundan sonraki kısmında (2284 numaralı hadîsle 2285
numaralı) Halid b. Velîd'in haberini rivayet etti. Ebû Amr el-Evzâî dedi ki; Peygamber
(s.a.), "Ona nafaka da yoktur, ev de yoktur" buyurdu. Daha sonra (Ebû Amr el-Evzâî
bu mevzu ile ilgili bir hadîs daha rivayet etti ki bu hadîste) şu cümleler vardır:
Rasûlullah (s.a.) Fâtıma'ya "Nefsin hakkında benden önce (bana sormadan) bir karar

1551]

verme" diye haber gönderdi.
Açıklama



Bu hadîs-i şerifte, bir önceki hadisten fazla olarak, "onun için mesken yoktur"



cümlesi ile "Nefsin hakkında ben-
den önce bir iş yapma" cümlesi bulunmaktadır. Bu ikinci cümleye istinaden ulemâ,
bâin talâkla boşanan bir kadını sarahaten değil tariz yoluyla istemenin caiz olduğunu
söylemişlerdir. Nitekim Alan teâlâ Hazretleri "Böyle iddelini bekleyen kadınlara
evlenmek istediğinizi üstü kapalı biçimde bildirmenizden yahut içinizde tutmanızdan

[552] ' [5531
dolayı size bir günah yoktur." buyurmuştur.

2287. ...Fâtıma bint Kays'dan; demiştir ki: "Ben, Mahzûm oğullarından bir adamla evli
idim. Beni üç bain talâkla boşadı." Râvî (Muhammed b. Amr, hadîsin bundan sonraki
kısmında Ebû Seleme vasıtasıyla Fâtıma' dan, 2284 numaralı) Mâlik hadîsinin bir
benzerini nakletmiştir. (Muhammed b. Amr) Bu hadiste (Hz. Peygamber'-in Hz.
Fâtıma'ya); "Beni geçip de kendi kendine bir iş yapma" buyurduğunu da rivayet
etmiştir.

Ebû Dâvud dedi ki: Bu hadîsi (Ebû Seleme b. Abdurrahman'm doğrudan doğruya
Fâtıma bint Kays'dan rivayet ettiği gibi) aynı şekilde eş-Şa'bî ile el-Behiyy doğrudan
doğruya, Ata, Abdurrahman b. Asım vasıtasıyla; Ebu Bekr b. EbVl-Cehm, doğrudan
doğruya (almak kaydıyla) hepsi de Fâtıma' dan "Onu kocası kesin olarak boşadı" diye
1554]

rivayet ettiler.
Açıklama

Musannif Ebû Davud'un bu hadîs-i şerifin sonuna bu taliki jmve etmekten maksadl)
bu hadîsle 2284, 2285, 2286

ve 2288 numaralı hadîslerin çeşitli rivayetlerle teyîd edildiklerini, binaenaleyh bu
hadislerin sahîh olduklarını ifâde etmektedir. Hadîste ismi geçen râvüerden; Atâ b. Ebî
Rehâh hâriç, pehsi de bu hadîsi bizzat Fâtıma' dan rivayet ettiler "kocası onu üç talâkla
boşadı" tabirini kullandılar. Bu hadisle ilgili fıkhı açıklama 1284-1286 numaralı hadis-

f5551

i şeriflerin şerhinde geçmiştir.

2288. ...Fâtıma bint Kays'dan rivayet olunduğuna göre, kocası onu üç talâkla boşamış

f5561 '

da Rasûl-i Ekrem ona iddet süresi içinde nafaka ve mesken hakkı tanımamıştır.
Açıklama

Bu hadîs-i şerif, "üç talâkla boşanan bir kadına nafa-ka ve mesken verilmez" diyen
İbn Abbâs, Hasan el-Basrî, Atâ ve Şa'bî (r.a.)'nin delilidir. İmâm Ahmed'in de bu
görüşte olduğu rivayet edilmiştir. Hz. Ömer b. el-Hattâb ile Ömer b. Abdilazîz,
Iraklılar, Hanefî ulemâsı, bir rivayette İmâm es-Sevri ve diğer birçok ulemâya göre ise
üç talâkla boşanan bir kadına iddet süresi içinde nafaka ve mesken temîn etmek,
kocası üzerine vâcibdir. Delilleri ise, "Onlara doğuruncaya kadar nafaka verin... Onları

£5571

kendi oturduğunuz yerde iskân edin." âyet-i kerimesidir. îmâm Mâlik ile İmâm
Şafiî, Hz. Aişe ve fukahayı seb'aya göre ise, "üç talâkla boşanan bir kadına yalnız



T5581

nafaka verilir, mesken verilmez." Delilleri ise "Boşanan kadınlara meta* vardır."
âyet-i kerimesidir. 2290 numaralı hadîsin şerhinde bu mevzûyu daha ayrıntılı olarak

£5591

inşallah tekrar ele alacağız.

2289. ...Fâtıma bint Kays'dan rivayet edildiğine göre, kendisi Ebû Hafs b. el-Muğıre
ile evli idi ve kocası Ebû Hafs b. el-Muğire onu üç talâkın sonuncusu ile boşadı.
Fatıma hadîsin bundan sonraki kısmında, kocasından boşandıktan sonra, iddet
beklerken Rasû-lullah'a varıp, evinden dışarı çıkması hakkında fetva istediğini Rasûl-i
Ekrem'in de O'na, "âmâ olan îbn Ümm-i Mektûm'un evine taşınmasını tavsiye ettiğini"
ifâde etmiştir. Fakat Mervân b. el-Hakem üç talâkla boşanmış bir kadının evinden
çıkması hakkındaki Fâtı-ma'nm bu sözünü kabul etmekten çekinmiştir.
Urve dedi ki; Aişe, Fâtıma bint Kays'm bu sözünü reddetti.

Ebû Dâvud dedi ki; Bu hadîsi Ukayl b. Hâlid'in İbn Şihâb ez-Zührî'den rivayet ettiği
gibi yine aynı şekilde Salih b. Keysân ile İbn Cüreyc ve Şuayb b. Ebî Hamza da bu
hadîsi İbn Şihâb ez-Zührî'den rivayet etmişlerdir.

Ebû Dâvud dedi ki: Şuayb b. Ebî Havza'nın babası Ebû Ham-za'nm adı Dînârdır ve

r5601

Ebû Hamza Ziyâd'm azâdlı kölesidir.
Açıklama

Rivayetlerin bazısında Hz. Fâtıma'nm üç talâkla, bazılarmdâ da talâk-ı bâinle
boşandığı bildirildiği gibi, bazı rivayetlerde üç talâkın sonuncusu, bir rivayette de,
"kalan bir talâkı ile boşadı" denilmektedir. Hatta bâzı rivayetlerde mutlak olarak
"boşadı" tâbiri geçmektedir. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Hz. Fâtıma'yı kocası ayrı
ayrı zamanlarda üç defa boşamıştır. Mevzûmuzu teşkil eden hâdis-i şerifte üçüncü
boşama söz konusu edilmektedir. Hz. Fâtıma'nm iddet beklerken kocasının evini
terketmek istemesinin sebebi bir hadîs-i şerifte şöyle ifâde ediliyor: "Fâtıma; "Ya
Rasûlallah, kocam beni üç defa boşadı; zorla yanıma girer diye korkuyorum" dedi.

[56i]

Bunun üzerine Peygamber (s. a.) emir buyurdu, o da oradan taşındı. Musannif
Ebû Dâvud, hadîsin sonuna ilâve ettiği ta'lıkta bu hadîsin buradaki senetle
rivayetinden başka birisi Salih b. Keysan, diğeri İbn Cüreyc, diğer biri de Şuayb b. Ebî
Hamza olmak üzere üç ayrı râvî tarafından daha rivayet edildiğini ifâde ederek bu
hadîsin başka hadîslerle takviye edildiğini vurgulamak istiyor. Bu râvilerden İbn

1562]

Keysan'm rivayet ettiği muallak hadîsi muttasıl olarak Müslim; İbn Cüreyc'in

r5631

muallakım muttasıl olarak Ahmed b. Hanbel ile Dârekutnî ; Şuayb b. Ebî

[5641

Hamzâ'nm muallâkını da yine muttasıl olarak Nesâî rivayet etmişlerdir.
Mevzûmuzu teşkil eden bu Ebû Dâvud hadîsinin delîl olma niteliği taşımadığını idiâ
eden ulemâya göre bu hadîs dört cihetten tenkîd edilmiştir:

1. Bunun râvîsi kadındır ve bu râvinin Rasûlullah'm, kendisine hadîste ifâde edildiği
şekilde fetva verdiğine dâir iki şahidi yoktur. Bu yüzden Hz. Ömer onun bu hadîsini



T5651

kabul etmemiştir.

2. Bu rivayet Kur'an-ı Kerim'in zahirine aykırıdır. Nitekim Hz. Ömer de bu hadîsi Hz.
Fâtıma'dan işitince; "Aynı sözü Rasülullah (s.a.)den duyan iki kişiyi şâhid olarak
getirirsen ne âlâ, yoksa, biz bir kadının sözü üzerine Allah'ın kitabını terk etmeyiz.
Çünkü Allah teâlâ "Apaçık bîr kötülük yapmadıkları müddetçe onları evlerinden

r5661 ' ' r5671

çıkarmayın." buyuruyor." diyerek, Hz. Fâtıma'nm bu sözünü reddetmiştir.

3. Onun evinden çıkması mesken hakkı olmadığı için değil, kocasının aile fertlerine
dili ile eziyet verdiği içindir.

4. Hz. Fâtıma'nm bu rivayeti 2291 numaralı Hz. Ömer hadîsine aykırıdır.

Hz. Fâtıma'nm rivayet ettiği bu hadîsi delîl kabul eden ulemâ ise bu tenkîdlere şöyle
cevâp vermişlerdir:

1. "Râvînin kadın olması hadîsin sıhhatine zarar vermez. Çünkü nice sünnetler
kadınların rivayeti ile sabit olmuştur. Nitekim bu husus siyer kitapları ile sahâbe-i
kirâm'm hayatlarını okuyanların malûmudur."

2. "Hz. Fâtıma'nm bu rivayetinin Kur'an-ı Kerîm'e aykırı olduğu İddiası da doğru
değildir. Çünkü hadîs-i şerîf, âyet-i kerimeyi tahsis etmiştir. Hernekadar ahad tarikiyle
sabit olan bir hadîsin kur'anı tahsis edip edemeyeceği ihtilaflı ise de biz tahsis
edebileceği görüşündeyiz."

3. "Hz. Fâtima'nm evinden çıkış sebebini, kocasının aile fertlerine diliyle eziyet
yermesine bağlamak doğru değildir. Çünkü hadîs-i şerifte buna delâlet eden bir söz
yoktur."

4. "Fâtıma hadîsinin 2291 numaralı Hz. Ömer hadîsine aykırı olduğu iddiasına
gelince, Hz. Ömer'in yaptığı ziyâdeliği yani "Allahımızm kitabını ve Peygamberimizin
sünnetini" ibaresini İmâm Ahmed inkâr etmiş ve yemîn ederek, "Hani kitabull-ah.da
üç defa boşanan kadına nafaka ve mesken vermenin vâcib olduğu nerede?" diyerek
sözü geçen ziyâdenin Hz. Ömer'den sahîh rivayetle gelmediğini söylemiştir.

r5681

Bunu Dârekutnî nakleder.

2290. ...Ubeydullah'dan; demiştir ki: Mervân b. Hakem, Hz. Fâtıma'ya Hz. Kabisâ'yı
gönderip vaktiyle kocasıyla arasında geçen hadiseyi sormuş, Hz. Fâtıma şöyle
anlatmış "Kendisi Ebû Hafs'la evli iken Peygamber (s. a.) Ali b. EbîTâhVi
Yemen'(inibir|bölgesin)e (vali olarak) göndermiş. Kocası da onunla beraber (Yemen
yolculuğuna) çıkmış ve (Yemen'de bulunduğu sırada) Hz. Fâtıma'ya, kendisini bakî
kalan üçüncü talâkla boşadığı haberini göndermiş, Ayyaş b. Ebî Rabiâ ile Haris b.
Hişâm'a da Fâtıma'ya nafaka vermelerini emretmiş. Onlar da bu emri alınca;
Vallahi hâmile olmadıkça Fâtıma için nafaka yoktur, demişler. Bunun üzerine
(Fâtıma) Peygamber (s.a.)'e müracaat etmiş. Rasûl-i Ekrem de ona;
"Hâmile olmadıkça sana nafaka yoktur", cevâbını vermiş. Bunun üzerine Hz. Fâtıma
(iddet süresi içinde kocasının evinden başka bir yere) taşınmak için Hz.
Peygamber' den izin istemiş. Hz. Peygamber ona izin verince Hz. Fâtıma;
Ey Allah'ın Rasûlü, nereye taşmayım? diye sormuş. Rasûl-i Ekrem de;
"İbn Ümm-i Mektûm'un yanma!" diye cevâp vermiş. -İbn Ümm-i Mektûm âmâ imiş-
(bu sebeple) Onun yanında örtüsünü omu-zundan indirebilirmiş,. ve örtüsüz haliyle
İbn Ümm-i Mektûm onu göremezmiş. Fâtıma iddeti bitinceye kadar orada kalmış.



(İddeti bitince) onu Peygamber (s. a.) Üsâme'ye nikahlamış.

(Hz. Fâtıma'dan bunları dinleyen) Kabisâ dönüp Mervân'a bunları nakletmiş. Mervân
da;

Biz bu hadîsi bir kadından başka hiçbir kimseden işitmedik. Biz insanları üzerinde
bulduğumuz, kuvvetli ve sahîh hükümle amel edeceğiz, demiş. Bu söz kendisine
ulaşınca Fâtıma;

Sizinle benim aramda Allah'ın kitabı vardır. Zira Yüce Allah Kur'an-ı kerîmesinde "Ey
Peygamber, Kadınları boşadığımz zaman iddetleri içinde âdetten temiz oldukları
£5691

sırada boşaym..." buyurmuştur demiş ve bu âyet-i kerîmeyi "Bilmezsin belki
Allah, bundan sonra yeni bir iş ortaya çıkarır" âyetine kadar okumuş ve;
Üç talâktan sonra ne gibi bir iş olabilir? demiş.

Ebû Dâvud dedi ki: Bu hadîsi (Ma'mer'in rivayet ettiği gibi) Yunus'da ez-Zuhrî'edn
rivayet etti. Zübeydî de, (2290 numaralı) Ma'-mer hadîsi ile aynı manâda olan
Vbeydullah hadisini ve (2289 numaralı) Ukayl hadîsi ile aynı manada olan Ebu
Seleme hadisini, ez-Zuhrî'den rivayet etti.

Ebû Dâvud dedi ki; Muhammed b. îshâk da bu hadîsi, ZührV-den; "Gerçekten Kâbisa
bu haberi Zühri'ye anlattı." şeklinde ve Vbeydullah b. Abdillah'm, f(Kâbisa Mervân'm
yanma döndü de bunu ona haber verdi" diyerek rivayet ettiği haberin manâsına uygun
[5701

olarak rivayet etti.
Açıklama

Bu hadîs-i şerîfı Musannif Ebû Dâvud altı senedle mut-taşıl olarak, sekiz senedle de
muâlak olarak rivayet etmiştir. Bu rivayetlerin hepsi de sahîhdir. Ayrıca bu hadîsi
Müslim'de çeşitli senedlerle rivayet ederken Hanefî ulemâsından et-Tahâvî onaltı

15711

senedle rivayet etmiştir. Bu rivayetlerin hepsi de sahihtir.
Bazı Hükümler

1. Üç talâkla boşanmış olan bir kadına, kocası nafaka ve mesken te mm etmekle
mükellef değildir. İbn Abbâs ile Hasan el-Basrî, Amr b. Dînâr, İkrime, eş-Şa'bî, İmâm
Ahmed, İshâk, bir rivayete göre Zâhiriyye ulemâsı ve tüm hadîs ulemâsı bu
görüştedirler. İmâm Mâlik ile el-Evzâî, el-Leys b. Sa'd ve Şafiî'ye göre ise, kocasından
üç talâkla boşanan bir kadın, hâmile değilse, kocası ona nafaka ve mesken te'mîn
etmekle mükellef değildir. Fakat kadın hâmile ise, kocası, ona çocuğunu dünyaya
getirinceye kadar nafakasını te'mîn etmekle mükelleftir. Delilleri ise, "Onları kendi

£5721

oturduğunuz yerde iskân edin." âyet-i kerîmesidir. Bu görüşte olan ulemâya göre
Hz. Peygamber'in, Hz. Fâtıma'ya kocasının evinden İbn Ümm-i Mektûm'un evine
taşınmaya izin vermesi onun mesken hakkını ibtâl etmek anlamına gelmez. Bu sadece
Hz. Fâtıma'nm kendi kalacağı yeri kendinin seçmesinden ibarettir. Hz. Fâtıma'nm
kocasının evinden çıkıp iddet süresi içinde başka bir yerde kalmayı ihtiyar etmesinin
sebebi hakkında ise muhtelif rivayetler vardır. Hz. Aişe'ye- göre bunun sebebi, Hz.
Fâtıma'nm, kocasının evini çok ıssız bulduğu için orada kalmaktan korkmasıdır.



Delilleri ise 2292 numaralı hadîstir. Hz. Sa'd b. Müseyyeb'e göre ise, bu tebdîH
mekânın sebebi Hz. Fâtıma'nm diliyle kocasının ev halkını incitmesidir. Nitekim
"Onları evlerinden çıkarmayın. Kendileride çıkmasmlar. Ancak apaçık bir edepsizlik

1573]

yaparlarsa başka..." âyet-i kerimesinden de anlaşılan budur.
En-Nehâî ile Sevrî ve Hanefî ulemâsına göre ise, kocasından üç talâkla boşanan bir
kadına iddet süresi içinde kocası nafaka ve mesken te'mîn etmekle mükelleftir. Bu
durumda olan bir kadına kocasının nafaka te'mîn etmesi gerektiğine dâir delilleri

£5741

"Onlara doğuruncaya kadar nafaka verin." âyet-i kerîmesidir. Bu mevzuda
kadının hâmile olması ile olmaması arasında bir fark yoktur. Bu görüşte olan
ulemânın, sözü geçen kadına mesken te'mîn etmesi gerektiğine dâir delilleri ise,

[575]

"onları kendi oturduğunuz yerde iskân edin" âyet-i kerîmesidir.
Hz. Ömer ile ibn Mesud (r.a.)'da bu görüştedirler. Hz. Peygamber' in üç talâkla
boşanmış olan Hz. Fâtıma'ya, nafaka ve mesken hakkı tanımadığını ifâde, eden ve
mevzûmuzu teşkîl eden Ebû Dâvud hadîsini delîl olarak kabul etmeyen kimseler ise,
bu hadîsin pek çok sahâbi tarafından reddedildiğini ileri sürerler ve iddialarını isbat
için şu hadîsleri gösterirler;

Fatıma bint Kays dedi ki: "Rasûlullah zamanında kocam beni üç talâkla boşadı ve
bunun üzerine Rasûl-i Ekrem; "Sana nafaka ve mesken yoktur" buyurdu deyince, Hz.

[5761

Ömer bu rivayete itimâd edemedi ve onu kabuî etmedi."

Ebû îshâk dedi ki; Esved b. Yezid'le Ulu Câmi'de oturuyorduk. Şâ'bî de yanımızda idi.
Derken Şa'bî, Fâtıma bint Kays hadîsini ve Rasûlullah (s.a.)'in ona mesken ve nafaka
vermediğini rivayet etti. Bundan sonra Esved bir avuç çakıl taşı alarak onun üzerine
attı ve şunları söyledi;

Yazık sana! Böyle birşeyi rivayet ediyorsun! Ömer, "biz Allah'ın kitabını ve
Peygamberimiz (s.a.)'in sünnetini belleyip bellemediğini bilmediğimiz bir kadının
sözü ile terk etmeyiz; Ona mesken de vardır, nafaka da. Allah azze ve celle "Onları
evlerinden çıkarmayın. Kendileri de çıkmasmlar. Meğer ki aşikâr bir kötülük işlemiş
[5771

olsunlar" buyurmuştur, dedi. İbn Abbâs (r.a.)'ya göre kadının aşikâr olan
kötülüğünden maksat, ağzının bozuk olması ve diliyle etrafını incitmesidir. Bu tefsire
göre Hz. Fâtıma'nm kocasının evinden başka bir yere taşınmasının sebebi nafaka ve
mesken olmadığından değil, diliyle kocasının ev halkını incitmesinden-dir. Nitekim
2294 ve 2296 numaralı hadîs-i şeriflerde bu görüşü doğrulamaktadır.
2. Kocasından üç talâkla boşanmış olan bir kadın iddetini dilediği yerde geçirebilir.
Hz. îbn Abbâs ile Câbir, Atâ, Tavus ve İkrime bu görüştedirler, imâm Mâlike göre
kocası ölen bir kadın iddet süresi içerisinde gündüzün dışarı çıkar ve geceleyin el-
ayağm çekilip ortalığın sükûnute erdiği yatsı vaktine kadar dışarıda kalabilir, ondan
sonra evine döner, el-Leys ile İmâm Şafiî ve İmâm Ahmed (r.a.) bu görüştedirler.
İmâm Ebû Hanife'ye göre ise, kocası Ölen bir kadın iddet beklerken gündüzün evin-
den dışarı çıkabilirse de geceleyin dışarı çıkamaz, geceyi kendi evinde geçirmek
mecburiyetindedir. Kocasından üç talâkla boşanmış olan bir kadın ise, iddet süresi
içinde gündüz ve gece dışarı çıkamaz. Hanefî imamlarından Muhammed b. el-Hasan'a
göre ise, kocası ölen, kadm da, kocasından üç talâkla boşanmış olan kadın da iddet



süresi içinde gündüzün ve geceleyin asla dışarı çıkamaz. îbn Mesud, Aişe, Said b. el-
Müseyyeb, Süleyman b. Yesâr (r.a.) gibi ulemâ iddet bekleyen bir kadının kocasının
kendisini boşamış olduğu evde geçirmesi gerektiğini söylemişler, iddet süresi içinde o
evden bir başka yere çıkmasını asla caiz görmemişlerdir. Bu hadîsin sıhhati ile ilgili
münakaşaları bir önceki hadîsin şerhinde nakletmiş olduğumuzdan burada tekrara

[578]

lüzum görmüyoruz.

38-40. Fatıma Bint Kaysın Rivayetini Kabul Etmeyenler

2291. ...Ebû îshâk'dan; demiştir ki: Ben (Kûfe'de) el-Esved'le birlikte Ulû câmiîde
idim. el-Esved şöyle dedi: "Fâtıma bint Kays, Ömer b. el-Hattâb'a geldi (ve
kocasından boşandıktan sonra Hz. Peygamberin ona: "sen kocandan nafaka ve mesken
alamazsın" dediğini anlattı.) Hz. Ömer de ona; "Biz duyduğu bir haberi iyice belleyip
bellemediğini bilmediğimiz bir kadının sözüyle Rabbimizin kitabını ve

[5791

Peygamberimiz (s.a.)'ln sünnetini bırakacak değiliz" diye cevap verdi.
Açıklama

Hz. Fâtıma, üç talâkla boşandıktan sonra, kocasından nafaka ve mesken elde etmek
maksadıyla Rasûl-i Ekrem'e gittiğini ve Rasûl-i Ekrem'in de ona böyle bir hak
tanımadığını Hz. Ömer'e anlatınca Hz, Ömer, Hz. Fâtıma'nm bu anlattıklarını
reddetmiş ve bunun kitab ve sünnete aykırı olduğunu ifâde etmiştir.
Ömer (r.a.) Hz. Fâtıma'nın Hz. Peygamber'den naklettiği bu sözü "Onları evlerinden
r5801

çıkarmayın!" âyet-i kerîmesine aykırı gördüğü için Hz. Peygamber' in böyle bir
sözü söylemiş olabileceğine ihtimal vermemiştir. Hz. Ömer'e göre bu âyet-i kerîmenin
ifâdesi genel olduğundan ric'î talâkla boşanan kadınlara da bâin talâkla boşanan
kadınlara da şâmildir. Hz. Fâtıma'mn rivayeti ise, kocasından bâin talâkla boşanan
kadınları bu âyetin şumûlü dışında bırakmaktadır. Bir başka ifâdeyle âyetin hükmünü
sadece kocasından ric'î talâkla boşanan kadınlara tahsis etmekte, bâin talâkla boşanan
kadınları ise, bu hükmün dışında bırakmaktadır. Bunu kabul etmek ise, Kur'an
âyetlerinin haber-i âhadla'tahşîşj edileceğini kabul etmek anlamına gelir. Bu sebeple
Hz. Ömer, Hz. Fâtıma'nm bu hadîsi Hz. Peygamber'den duyduğuna dâir iki şahid

[581]

getirmesini istemiştir. Eğer Hz. Fâtıma iki şâhid getirebilseydi, Hz. Ömer onun
bu rivayetini kabul edecekti. Bu da Hz. Ömer'in haber-i âhadla Kur'an âyetlerini tahsîs
etmenin caiz olmadığı görüşünde olduğunu gösterir. Dârekutnî'nin beyânına göre
metinde geçen "Peygamberimizin sünnetini bırakacak değiliz" cümlesi, sağlam
rivayetlere aykırıdır. Bü cümlenin aslı, "Biz rabbımızm kitabını bırakmayız"
şeklindedir. Çünkü metinde geçen bu cümle rivayetlerin pekçoğunda yoktur. Gerçi bu
durumun hadîsten çıkan hükme olumsuz yönde bir te'sîri yoktur. Fakat Hz. Ömer'in
gerçekten bu sözü söylemesi ve bu cümlede geçen sünnet kelimesiyle belli bir hadîsi
değil de talâk sûresinin 1. âyetinin ahkâmını açıklayan hadîs-i şerifleri kastetmiş
olması mümkündür. Bazılarına göre ise, Hz. Ömer metinde geçen bu, "Peygamberi-
mizin sünnetini bırakacak değiliz" sözünü söylemiş ve bu sözüyle Hz. Fâ-tıma'mn bu



rivayetinin Hz. Peygamber'in şu sözüne aykırı olduğunu ifâde etmek istemiştir:

15821

"Kocasından bâin talâkla boşanan bir kadın için mesken ve nafaka hakkı vardır."

2292. ...Hişâm b. Urve'nin babası (Urve)'den; demiştir ki: Ai-şe, Fâtıma'mn bu sözünü
şiddetle reddetti ve; "Gerçekten Fâtıma ıssız bir yerde idi ve etrafından korkuluyordu
da Rasûlullah (s. a.) onun için kendisine îbn Ümm-ı Mektûm'un evine taşınması için

r5831 r5841
izin verdi" dedi.

Açıklama

Bu hadîs-i şerif, üç talâkla kocasından boşanmış olan bir kadının, kocasından mesken
ve nafaka taleb etme hakkı olduğunu iddia eden ilim adamlarının delilidir. Çünkü bu
hadîs, Hz, Fâtıma'mn iddet beklerken kocasının evinden Hz. Ümm-i Mektûm*: un
evine taşınmasının sebebini, onun kocasından mesken ve nafaka taleb etme hakkı
bulunmadığına değil de, kocasının evinin ıssız oluşuna bağlamaktadır. Biz üç talâkla
boşanmış bir kadına kocasının iddet süresince nafaka ve mesken te'mîn etmekle
mükellef olup olmadığı konusunda ulemânın görüşlerini 2290 numaralı hadîsin

[5851

şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.

2293. ...Urve b. ez-Zübeyr'den rivayet olunduğuna göre Hz. Aişe'ye "Sen Fâtıma'mn
sözünü bilmiyor musun?" denmiş de Hz. Aişe "Bana bak! bunu anmak da ona hiç bir

f5861

hayır yoktur" diye cevâp vermiştir.
Açıklama

Bu hadîs-i şerif Müslim'de şu manaya gelen lâfızlarla rivayet edilmiştir: "urve b. ez-
Zubeyr Aışe ye;

Hakem'in kızı filânı görmedin mi? kocası onu talâk-ı bâinle boşadı da evinden çıktı
dedi? Aişe buna;

Ne çirkin iş yapmış, mukabelesinde bulundu. Urve;

Sen Fâtıma'mn söylediklerini işitmedin mi? dedi. Aişe de;

Bana bak! Bunu anmakta ona hiç bir hayır yoktur, cevâbını verdi. Bu hadîs-i şerif bîr
müftînin, kitâb ve sünnete aykırı olarak ya da özel bir meseleyi genelleştirerek fetva
veren diğer bir müftînin fetvasını reddetmesinin caiz olduğuna delâlet etmektedir.
Çünkü kocasından üç talâkla boşandığı için kocasının evinde iddet beklemekte olan
Hz. Fâtıma'mn ıssız olduğu için kendisine kocasının evinden Hz. İbn Ümm-ı
Mektûm'un evine taşınması için izin verilmesi olayını genelleştirip, "kocasından üç
talâkla boşanan bir kadın iddet beklerken kocasının evinde kalamaz diyerek verdiği

15871

fetva Hz. Aişe tarafından reddedilmiştir.

2294. ...Süleyman b. Yesâr, Fâtıma (bint Kays)m (iddetini beklemekte olduğu
kocasının evinden başka bir eve) çıkmasının sebebi hakkında şöyle demiştir; "Bu



T5881

sadece, Hz. Fâtıma (bint Kays)'m huysuzluğundan dolayı meydana gelmiştir."



Açıklama

Bu hadis-i şerîf Hz.Fâtıma'nın iddetini geçirmekte olduğu kocasının evini
terketmesinin sebebini, kocasının evinde kalma hakkı olmadığına değil de onun

[5891

huysuzluğuna bağlayan ulemânın delilidir.

2295. ...el-Kasım b. Muhammed ile Süleyman b. Yesâr'dan rivayet edildiğine göre;
Yahya b. Sâid b. el-As, Abdurrahmân b. el-Hakem'in kızını üç talakla boşadı da
Abdurrahman onu alıp kendi evine götürdü. Bunun üzerine Hz. Aişe, o sırada Medine
Valisi bulunan Mervân b. el-Hakem'e haber gönderip; "Allah'dan kork ve kadını evine
geri gönder" dedi. Süleyman'ın hadîsinde Mervân'm Hz. Aişe'ye şöyle cevâp verdiği
ifâde ediliyor; "Abdurrahmân bana üstün geldi". el-Kâsım'm hadîsinde ise, Mervân'm
Hz. Aişe'ye şöyle cevâp verdi(ği ifâde ediliyor): "Sana Fâtıma bint Kays'm durumu
ulaşmadı mı?" Hz. Aişe de "Fâtıma hadîsinden bahsetmemen sana bir zarar
vermez" (Onu hatırlamanın sana bir faydası yoktur) diye cevâp verdi. Mervân da şöyle
karşılık verdi; "Eğer Hz. Fâtıma'nm evinden çıkmasını gerektiren şer, sana ma'lûm
olsaydı, Yahya ile karısı Amre arasında bulunan şerr'(in, Amre'nin, Yahya'nın evini

[5901

terketmesini meşru kılacak bir sebep teşkil ettiğini) sana anlatmaya yeterdi.
Açıklama

2290 numaralı hadîs-i şerifte geçtiği üzere, Mervân aslında Hz. Fâtıma'nm başından
geçen söz konusu hâdiseyi Kabisâ'dan öğrendiği zaman Hz. Fâtıma'nm sözlerini, "Biz
bu haberi bir kadından başka hiç bir kimseden işitmedik. Binâenaleyh insanları üze-
rinde bulduğumuz mu'temed ve sahîh hususla amel edeceğiz" diye reddetmişti. Burada
ise Mervân Hz. Amre'nin kocasının evinden babasının evine taşınması mevzûsunda
Hz. Aişe'nin kendisine yönelttiği soruya cevâp verirken Hz. Fâtıma'nm iddet süresi
içerisinde meşru bir sebepden dolayı kocasının evinden Hz. İbn Ümm-i Mektûm'un
evine taşınması olayını delîl getirmektedir. Bu durum, Mervân'm daha sonra fikir
değiştirerek Hz. Kabisâ'dan duyduğu Hz. Fâtıma ile ilgili hadîsin doğruluğuna
inandığını ve bu hadîsi kocasından boşanan bir kadının iddet süresi içerisinde geçim-
sizlik ve kadm için bir tehlikenin belirmesi gibi özel sebeplerle kocasının evinden

I591J

çıkabileceğine dâir bir delîl niteliğinde gördüğünü ortaya koymaktadır.

2296. ...Meymûn b. Mihrân'dan; demiştir ki: Medine'ye gelmiştim. Sâid b. el-
Müseyyeb'in yanma götürüldüm ve (ona);

Fâtıma bint-i Kays üç talâkla boşandı, (iddet süresi içerisinde) evinden çıkarıldı (Buna
ne dersiniz?) dedim. Sâid şöyle cevâp verdi;

Bu kadm halkı fitneye düşüren bir kadındır. Kendisi diliyle etrafmdakileri inciten

; [5921
birisiydi de bu yüzden âmâ İbn Ümm-ı Mektûm'un yanma bırakıldı.



Açıklama



Hz. Sâid b. El-Müseyyeb'de üç talâkla boşanmış olan bir kadına iddeti içerisinde
kocasının mesken ve nafaka te'mîn etmekle mükellef bulunduğu, fakat geçimsizlik
gibi özel sebeplerden dolayı bu kadının kocasının evinden başka bir eve taşınarak
iddeti-ni orada geçirebileceği görüşündedir. Hadîs-i şerîf bunu ifâde etmektedir. Bu
hadîs-i şerîf hakkında Şafiî (r.a.) şunları söylüyor: "Hz. Aişe ile Mer-vân ve İbn
Müseyeb bu hadîsi bilmektedirler. Hepsi de Hz. Peygamber'in, Hz. Fâtıma'ya,
kocasının ev halkını diliyle rahatsız ettiği için, kocasının evinden çıkıp iddetini Hz.
İbn Ümm-ı Mektûm'un evinde geçirmesine izin verdiği kanaatindedirler.
Netice olarak şunu söylemek mümkündür: Hz. Aişe ile Süleyman b. Yesâr, Saîd b. el-
Müseyyeb'e göre, "kocasından üç talakla boşanan bir kadının, iddet süresi bitinceye
kadar kocasından mesken ve nafaka te'mîn etmek hakkı olmadığını ifâde eden bu
hadîsle amel edilemez. Çünkü aslında üç talâkla boşanan bir kadının iddet süresi
içinde kocasından nafaka ve mesken taleb etme hakkı sağlam delillerle sabittir. İlim
adamları Hz. Fâtıma'nm iddetini beklerken kocasının evinden Hz. İbn Ümm-ı
Mektûm'un evine taşınmasının sebebinde ihtilâf etmişlerdir. Hz. Aişe'ye göre, Hz. Fâ-
tıma'nm iddet beklediği esnada kocasının evini terketmesine sebep, o evin çok ıssız ve
dolayısıyla kötü niyetli insanların oraya bir saldırı düzenleyerek Hz .Fâtıma'nm
malına, canına ya da ırzına bir zarar vermelerine müsait olmasıdır. Rasûl-i Ekrem, bu
sebeple ona kocasının evini terketme izni vermiştir. Süleyman b. Yesâr ile Sâid b. el-
Müseyyeb'e göre ise Rasûl-i Ekrem'in ona, kocasının evinden taşınmasına izin
vermesinin sebebi, huysuzluğu ve kocasının ev halkını diliyle rahatsız etmesidir. Bu
hadîs-i şerîf, kocasından üç ta'Iâkla boşanan bir kadının iddet süresi içerisinde
kocasından nafaka ve mesken isteme hakkı olduğunu ifâde etmektedir. Hanefî ulemâsı
ile ulemâdan bâzı kimseler bu görüştedirler. Nitekim 2290 numaralı hadîs-i şerifin

£5931

şerhinde anlatmıştık.

39-41. Üç Talakla Boşanmış Olan Bir Kadın İddet Beklerken Gündüzün Dışarı
Çıkabilir

2297. ...Câbir (r.a.)'den; demiştir ki: Teyzem üç talâkla boşanmıştı. Birgün kendisine
âit bir hurma ağacının hurmalarını kesmek için evinden dışarı çıkmıştı. Karşısına
çıkan bir adam onu (evinden dışarı çıkmaktan) nehyetti. Bunun üzerine teyzem
Peygamber (s,a.)'e gelip durumu anlattı. Rasûl-i Ekrem de ona; "Çık, hurma ağacının

15941

hurmalarını kes, belki onlardan sadaka verir, yahut da bir hayır işlersin" buyurdu.
Açıklama

Metinde geçen "Belki sadaka verirsin" cümlesindeki sadaka kelimesi farz olan zekât
manasında, "hayır işlersin" cümlesindeki "hayır" da hediye ve borç vermek ve bağışta
bulunmak gibi nafile olarak yapılan hayırlı işler anlamında kullanılmıştır. Binâenaleyh
sadaka vermek de bir hayır olduğuna göre, sadaka kelimesiyle birlikte hayır
kelimesinin zikredilmesine ne lüzum vardı diye düşünmek doğru değildir.



Hattâbî'nin beyânına göre, hurmalar genellikle gündüz toplandığı için Ebû Dâvud bu
hadîste hurma toplamaya gittiğinden ve kocasından üç talâkla boşandığından
bahsedilen kadının, hurma toplamak için gündüzün dışarı çıktığını kabul ederek bu
hadîsi, "üç talâkla boşanmış olan bir kadın iddet beklerken gündüz dışarı çıkabilir"
başlığı altında rivayet etmiş ve bu hadîsin kocasından üç talâkla boşanan bir kadının
gündüzün evinden dışarı çıkmasının caiz olduğuna delâlet ettiğini ifâde etmiştir. Yine
Hattâbî'nin beyânına göre kocasından üç talâkla boşanan bir kadın hakkındaki hüküm
böyle ise de, ric'î talâkla boşanan bir kadın iddet süresi içinde geceleyin veya
gündüzün asla evinden dışarı çıkamaz. İmâm Ebû Hanife'ye göre üç talâkla boşanmış
olan bir kadın da iddet süresi içerisinde geceleyin evinden dışarı çıkamadığı gibi
gündüzün de evinden dışarı çıkamaz. İmâm Şafiî'ye göre ise, geceleyin dışarı çıkamaz,

[5951

fakat gündüzün çıkabilir.
Bazı Hükümler

1. Kocasından üç talâkla boşanmış olan bir kadın iddet beklerken ihtiyaç duyduğu
zaman gündüzün evinden dışarı çıkabilir. İmâm Mâlik ile İmâm Şafiî, Ahmed, Sevrî,
el-Leys bu görüştedirler. Delilleri ise, mevzûmuzu teşkil eden bu hadîs-i şeriftir.
İmamlara göre mevzûmuzu teşkîl eden bu hadîs-i şerîf "Onları evlerinden

[5961

çıkarmayın." âyet-i kerimesinin genel olan hükmünü tahsis etmiştir. Hanefî
ulemâsına göre ise, kocası ölen bir kadın" iddet beklerken ihtiyâcını görmek için
gündüzleri dışarı çıkabilirse de kocasından üç talâkla boşanan bir kadın, mal, can, ırz
tehlikesi ile karşı karşıya kalmadıkça gündüz veya gece evinden dışarı çıkamaz.
Delilleri ise, "Onları evlerinden dışarı çıkarmayın" âyet-i kerîmesidir.

2. Hasat mevsiminde hurma toplayan bir kimsenin topladığı hurmalardan farz olan
zekâtın dışında hediyeler vermesi müstehâb olduğu gibi hurma toplayan kimseleri

£5971

ta'riz yoluyla hayır işlemeye teşvik etmek de müstehâbdır.

40-42. Kocası Ölen Bir Kadına Bir Yıllık Nafaka Ve Mesken İhtiyacının Kocası
Tarafından , Temin Edilmesi (İçin Vasiyet Etmesi) Hükmü Miras Ayeti İle
Neshedilmiştir

2298. ...Ibn Abbas'dan rivayet edildiğine göre; "İçinizden ölüp de geriye eşler bırakan
erkekler, eşlerinin evlerinden çıkarılmaksızm bir yıla kadar geçimlerinin sağlanmasını
£5981

vasiyet etsinler.." âyet-i kerîmesi, rtıiras ây etiyle "Allah'ın kendilerine takdir
buyurduğu dörtte bir ve sekizde bir hisse olarak (belirlenmekle neshedildiği gibi) bir

~ 1599]

sene iddet bekleme süresi de dört ay on gün olarak takdir edilmekle neshedildi.
Açıklama

Metinde geçen Bakara sûresinin 140. âyet-i kerîmesinin Tâif ten Medine'ye göç edip
orada vefat eden Hâkim b. el-Haris isimli bir adam hakkında indiği rivayet edilir. Bu



zâtın yanında hanımından başka çocukları, anne ve babası vardı. Bu zât Medine'de ve-
fat edince Hz. Peygamber onun terekesinden çocuklarıyla anne ve babasına miras
verdiği halde hanımına miras olarak hiçbir şey vermemiş ancak ona kocasının
mirasından bir senelik nafaka verilmesini ölünün çocuklarıyla anne ve babasına
emretmişti. Bu tatbikat islâmm ilk yıllarında uygulanmaya kondu. Bu yıllarda kadın
kocasının mirasından bir pay alamıyordu ve kadım bir senelik iddet süresi içinde
dışarıya çıkarmak kocanın vârisleri için haramdı. Bu süre içerisinde kadının nafakasını
ve meskenini te'mîn etmekte kocanın vârisleri üzerine vâcibti. Eğer kadın bu süre
içerisinde kendiliğinden dışarı çıkacak olursa nafaka ve mesken hakkını kaybederdi.
Bu sebepten erkeklere ölürken arkalarında bıraktıkları kadınlara bir yıllık geçimlerinin
kendi bırakacakları terekeden verilmesini vasiyyet etmeleri emredilmişti. Bu
uygulama devam ederken, "...sizin de çocuğunuz yoksa yapacağınız vasiyyet ve
borçtan sonra bıraktığınızın dörtte biri onlarındır. Çocuğunuz varsa, bıraktığınızın

r6001

sekizde biri onlarındır..." âyeti indiği için bu tatbikat yürürlükten kaldırıldı.
Kadının bir sene iddet beklemesi hükmü de; "İçinizden ölenlerin bıraktıkları eşleri

[60İI

dört ay on gün bekleyip kendilerini gözetlerler" âyet-i kerîmesi ile neshedilerek

r6021

yeni iddet şekli belirlenmiş oldu.
Bazı Hükümler

1. İslâmm ilk yıllarında kocanın ölümünden önce, gende bıraktığı karısının bir senelik
nafakasını terekesinden ona verilmek üzere vasiyyet etmesi vacipti. Sonra Allah Teâlâ
miras âyetiyle bu hükmü yürürlükten kaldırdı. Bu meselede ulemâ ittifak etmiştir.

2. îslâmm ilk yıllarında kocası ölen bir kadın tam bir sene iddet beklerdi. Sonra bu
hüküm yürürlükten kaldırılarak dört ay on gün iddet bekleme hükmü getirildi. Bu
meselede de icmâ' vardır. Ancak kocası ölen bir kadının iddetini beklerken hiç dışarı
çıkmaması hükmünün nesh edilip edilmediği ulemâ arasında ihtilaflıdır. Ulemânın

r6031

büyük çoğunluğuna göre bu hüküm de nesh edilmiştir.
41-43. Kocası Ölen Bir Kadının Bir Süre Yas Tutması

2299. ...Humeyd b. Nâfi'den rivayet edildiğine göre, Zeyneb bint Ebî Seleme ona şu
üç hadîsi şöyle anlatmıştır;

Ben, babası Ebû Süfyan öldüğü zaman Ümmü Habibe'nin yanma girdim. İçinde halûk
sarısı bulunan bir koku yahut da başka bir şey istedi; ve onu önce bir cariyeye sürdü,
sonra kendi yanaklarına sürdü ve şunları söyledi:

Vallahi benim kokuya hiçbir ihtiyacım yoktur fakat ben Rasûlullah (s.a.)'i minber
üzerinde: "Allah'a ve âhiret gününe imân eden bir kadına, ölü için (üç gün ve) üç
geceden fazla yas tutmak helâl değildir. Yalnız koca için dört ay on gün yas
müstesna!" derken işittim.

Zeyneb bint Ebi Seleme, ikinci hadîsi de şöyle anlatmıştır; Erkek kardeşi öldüğü
zaman Zeyneb bint-i Cahş'm yanma girdim. Bir koku isteyip ondan süründü sonra
şöyle dedi;



Vallahi kokuya hiçbir ihtiyacım yok; ancak ben Rasûlullah (s.a.)'i minber üzerinde;
"Allah'a ve ahiret gününe imân eden bir kadına ölü için üç gün ve geceden fazla yas
tutmak helâl değildir.Ancak koca için tutulan dört ay ongun yas müstesna!" derken
işittim.

Üçüncü hadîsi anlatırken Hz. Zeyneb dedi ki; Annem Ümmü Seleme'yi Şöyle derken
işittim; Bir kadın Rasûlullah'a geldi ve;

Ey Allah'ın Rasûlü! Kızımın kocası vefat etti. Kendisinin de gözü ağrıyor. Ona sürme

çekebilir miyim? diye sordu. Rasûlullah (s. a.) iki veya üç defa;

"Hayır olmaz", cevabını verdi. Sonra Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:

"Bu iddet topu topu dört ay on gündür. Halbuki sizden biriniz câhiliyye döneminde

tezeği senenin sonunda atardı." (Bu hadisi Zey-neb'den nakleden) Humeyd dedi kî;

Zeyneb'e;

"Tezeği senettin sonunda atardı" ne demektir? diye sordum. Zeyneb şu cevâbı verdi;
Kadın kocası öldüğü zaman küçük bir eve girer, en kötü elbisesini giyer, bir sene
geçinceye kadar, koku ve hiçbir şey sürünmez-di. Sonra kendisine bir hayvan; eşek
veya koyun yahut kuş getirilir de onunla silinirdi. Silindiği şey ekseriya Ölürdü. Sonra
dışarıya çıkar, kendisine bir hayvan tezeği verilerek onu atardı. Ondan sonra dilediği
koku ve saireye avdet ederdi.

T6041

Ebû Dâvud dedi ki: Metinde geçen el-Hıfş kelimesi "küçük bir ev" demektir.
Açıklama

Halûk karışık maddelerden yapılan sarı renkli bir nev'i esanstır. Ümm-ü Habibe
(r.anha) bundan ellerine sürmüş; çok olduğunu görünce bir kısmını yanındaki bir
cariyeye sürmüş; kalanını da kendisi sürünmüştür. Bunu kokuyu sevdiği için değil,
yaslı kılığında görünmemek için yapmıştır. İhdâd veya hidâd: Men' etmek manasına
gelen hadd'den alınmıştır. Zinetlenip kokulanmayı terk etmek, matem tutmak
demektir. Bu hususta fıkıh kitâblarmda tafsilât vardır. Hanefîlere göre İhdâd: Kocası
ölen yahud talâk-ı bâinle boşanan âkil, balîğ, müslüman, hür veya câriye bir kadına
ihdâd vâcibdir. İhdâd: Nikâh ni'meti elden gitmekle kadının başına gelen musibete
üzüldüğünü ifâde İçin iddeti içinde zîneti, kokuyu terk etmesidir. İhdâd halinde kadın
koku sürünemez; sürme çekinemez; kına yakmamaz. Bunlara ancak özür halinde
ruhsat verilir.. Usfur ve safran gibi kokulu şeylerle boyanmış elbise dahi giyemez.
İhdâd bir ibâdet olduğu için âkil baliğ ve müslüman olmayan kadınlara vâcib değildir.
İmâmı Azam, evli cariyeye de ihdâd lâzım gelmediğine kail olmuştur. Annesi veya
babası yahut evlâdı vefat eden kadın bunlara kocasını kaybetmekten daha çok
üzüldüğü halde üç günden fazla yas tutamaz. Çünkü hadîs-i şerîf sarihtir. Hatta İmâm
Muhammed; "Kadının babası, oğlu, amcası veya kardeşi ölürse yas tutması helâl
değildir. Bu iş hassaten koca hakkında meşru olmuştur" demiştir. Hazret-i îmâm bu
sözü ile üç günden fazlayı kast etmiştir, deniliyor.

Şâfıîlerle diğer birçok ulemâ: "Vefat iddeti bekleyen büyük, küçük, bakire, seyyibe,
hurre, câriye, müslime, veya kafire her kadına ihdâd vâ-cibdir. Bu husûsda cimâin
vâki' olup olmaması da müsavidir" demişlerdir.. Ebû Sevr ile bazı Malikîlere göre
müslüman olmayan zevceye ihdâd vâcib değildir. İmâm Mâlik, Şafiî, Leys, Atâ, Rabiâ
ve İbn Münzir, üç talâkla boşanan kadına ihdâd vâcib değildir. Sahihleri ölen Ümm-ü
Veled ve Cariyelere ve keza talâk-ı ric'î ile boşanan kadınlara bi'l -ittifak ihdâd yoktur



demişlerdir. Küfe ulemâsı ile Ebû Sevr ve Ebû Ubeyd ise, böyle bir kadına ihdâd'm
vâcib olduğunu söylemişlerdir. Bu kavil İmâm Şafiî'den de rivayet olunmuşsa da zayıf
görülmüştür.

Kaadî Iyâz, Hasan el-Basri'den şâzz ve garîb bir kavi rivayet etmiştir. Mezkûr kavle
göre kocası ölen kadınlara ve boşananlara ihdâd vâcib değildir. Sâhibleri ölen Ümm-ü
Veled ve cariyelere ve keza talâk-ı ric'î ile boşanan kadınlara bi'l-ittifâk ihdâd yoktur.
Kaadî Iyâz diyorki: "Kocası ölen kadına ihdâdm vâcib olması ulemânın ittifâken bu
hadîsi vücûb manasına hamletmelerinden çıkarılmıştır. Hadîsin lâfzında vücûba
delâlet eden bir şey yoktur, ama ulemâ bi'l-ittifâk vücûba hamletmişlerdir..."
"Dört ay on gün" ifâdesi hadîste,, "dört ay on gece" şeklindedir. Ancak bütün ulemâ
buna gündüzlerin de dahil olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre kadın, on birinci gece
girmeden iddetten çıkamaz. Yahya b. Ebî Kesîr ile el-Evzâî, hadisten yalnız gecelerin
murad edildiğine kail olmuşlardır. Araplarca gece gündüzden evvel geldiği için onlar
kadının onuncu gün iddetten çıkacağını söylemişlerdir. Ancak ceninin 120 günde
tekâmül etmesi ve kendisine ondan sonra ruh verilmesi ve hilâl hesabı ile dört ay, tam
120 gün olamadığı için aradaki noksanlık ihtiyaten on gün ilavesiyle kapatılmıştır.
Hadisin muhtelif rivayetlerinden anlaşıldığına göre kızının göz ağrısını şikâyet için
Peygamber (s.a.)'e gelen kadının ismi Atike bint-i Nuaym b. Abdillah olup, Kureyş
kabilesine mensûbdur. Atike (r.anha) vefat iddeti bekleyen kızının gözüne sürme çekip
çekemeyeceğini sormuş; Rasûlullah (s. a.) iki veya üç defa "Hayır; çekemezsin!"
buyurmuşlardır.

Kirmanı bu nehyin tahrim için vârid olmadığını söyleyenler bulunduğuna işaret
ettikten sonra, "tahrim için vârid olduğunu kabul etsek bile zaruret bulundu mu
Allah'ın dini kolaylıktır." diyerek sürme çekmenin caiz olduğunu anlatmak istemiştir.
Ona göre hadîsin;

"Zinet olacak şekilde sürme çekinmesin" manasına gelmesi de ihtimal dahilindedir.
Nevevî: "bu hadîste yas tutan bir kadına ihtiyacı olsun veya olmasın sürme
çekinmenin haram olduğuna dâir delîl vardır" demişse de onun bu mutlak sözü kabul
edilmemiş; şeriatta zaruret halinin müstesna olduğu hatırlatılmıştır.
"el-Muvatta" da Rasûlullah (s.a.)'m kadına; "Sürmeyi geceleyin çek, gündüzün sil!'*
buyurduğu rivayet edilmiştir. Bu iki rivayetin arası şöyle bulunur: Kadının ihtiyacı
yoksa, sürme çekinmesi helâl değildir. İhtiyacı olduğu zaman da ancak geceleyin
sürebilir. Bu bâbda bir hayli sözler söylenmiş, ezcümle bâzıları, sürmenin içinde koku
bulunsa bile çekinebileceğine kail olmuş, hadîsteki nehyi kerâhat-i tenzihiyyeye
hamletmişlerdir. Bir takımları nehyin süs için kullanılan sürmeye mahsûs olduğunu
söylemişlerdir.
Rasûlullah (s. a.):

"Bu iddel topu topu dört ay on gündür. Halbuki sizden biriniz Cahiliyye Devrinde
tezeği senenin sonunda atardı" buyurmakla; "Siz bu iddeti çok görmeyin; çünkü bu
müddet azdır; eskiden bir sene beklerdiniz; Allah size rahmet olmak üzere onu dört ay
on güne indirdi/' demek istemiştir.

Nevevî kocası ölen kadının bîr sene iddet bekleyeceğini bildiren Bakara Sûresi
âyetinin bu hadîsle sarahaten neshedildiğini söylüyor.

Sene sonunda tezek atmaktan muradın ne olduğunu Hz. Zeyneb izah etmiştir.
Mamafih ulemâ bu izahatın üzerinde durmuş; onu muhtelif şekillerde
manalandırmışlardır.Hıfş kelimesini Ebû Dâvud "Küçük ev" diye tefsîr etmiş,
Nesâî'nin rivayetinde bu kelimenin "Kamış veya ağaçtan yapılan ev" manasına geldiği



bildirilmiştir. Bu hususta bir çok sözler söylenmişse de netice itibariyle bunların hepsi
"küçük ve dar ev" manasında birleşirler.
WjÜ&) tâ'biri Hattabî'ye göre:

"Kadın içinde bulunduğu matem halini bu hayvanla kırardı," demektir; zîrâ kelimenin
adı olan "fadd" kırmak, dağıtmak manasına da gelir. Ah-feş bunun: "O hayvanla
temizlenirdi," manasına kullanıldığını söylemiştir. Ona göre kelime "gümüş" demek
olan "fıdda"dan alınmış ve temizlik; beyaz renk ve safiyet hususunda gümüşe
benzetilmiştir.

İbn Kuteybe diyor ki; "Ben bu meseleyi Hicazhlar'a sordum da şu cevâbı verdiler:
Cahiliyye Devrinde iddet bekleyen kadın yıkanmaz, su yüzü görmez, tırnak kesmez,
bir sene sonra, olanca çirkinliği ile meydana çıkar ve içinde bulunduğu iddet halini bir
kuş ile kırar, onunla önünü silerek atardı. Bir daha o hayvan hemen hemen
yaşamazdı." İmâm Mâlik mezkûr tâbiri; "O hayvanla cildini silerdi," manasına tefsir
etmiş, îbn Vehb ise; "Kadın eliyle hayvana ve onun sırtına dokunurdu," şeklinde izah
etmiştir. Aynı tâbir bâzılarına göre: "Kadın hayvana dokunur, sonra tatlı su ile gümüş
gibi bembeyaz oluncaya kadar yıkanırdı," manasını ifâde eder. Bu hususta daha başka
sözler de vardır.

Mutarrıf ile îbn Mâcişûn'un tmâm Mâlikten naklettikleri rivayette, "Kadın bir koyun
veya deve tezeği atardı. Tezeği önüne atar; bu onun iddetten çıkışı olurdu," deniliyor,
îbn Vehb'in rivayetinde ise: "Bir koyun tezeğini arkasına atardı." denilmiştir.
Bâzılarına göre bunun mânâsı; îddeti hayvan tezeği atar gibi attığına işarettir. Bir
takım ulemâ; "Bundan murâd; kadının bunca zaman beklemesi ve çektiği belâya karşı
gösterdiği sabr-u tahammülü sona erince bu çileleri tahkir, kocasının hakkını ta'zîm
için; çektiği bunca sıkıntının kendi nazarında o attığı tezek mesabesinde ehemmiyetsiz
şeyler olduğunu göstermek istemesidir." demişlerdir. Kadının tezeği tefe'ül için yâni
başımdan ırak olsun; bir daha böyle hâl görmeyeyim, maksadıyla attığını söyleyenler
r6051

de olmuştur.

42-44. Kocası Ölen Bir Kadın (îddetini Beklerken Kocasının Evinden Başka Bir
Yere) Taşınabilir Mi?

2300. ...Ebû Said el-Hudrî'nin kızkardeşi el-Fürey'a bint Mâlik b. Sinan'ın haber
verdiğine göre; kendisi Rasûlullah (s.a.)'e gelip, Hudre oğullanndaki ailesine dönüp
dönemeyeceğini sormuş. O günlerde kocası kaçan kölelerini aramaya çıkmış, nihayet
Kaddûm tarafında onlara yetişince köleler onu öldürmüşler. Bunun üzeririe Fürey'a
Rasûlullah (s.a.)'e;

Ben aileme gideceğim çünkü kocam bana sahîb olduğu bir ev ve sadaka bırakmadı,
diye izin istedi. Hz. Fürey'a (hadîsin bundan sonraki kısmında şunları söyledi)
Rasûlullah (s. a.);

"Evet" diye cevâp verdi. Ben de çıktım gittim. Odama, yahut da mescide varmış idim
ki, Rasûl-i Ekrem bana seslendi, yahut da benim çağrılmamı emretti ve çağrıldım.
Bunun üzerine bana;

"Nasıl demiştin?" buyurdu. Ben de kocam hakkında anlattığım hikâyeyi kendisine
tekrarladım. (Rasûlullah (s. a.); "Farz olan iddet müddeti doluncaya kadar evinde kal"
buyurdu. Dört ay on gün orada iddete girdim. Osman b. Affan Halife olunca bana
adam göndererek benden bunu(n hükmünü) sordu ve kendisine bildirdim.



T6061

O da bu hükme, uydu ve ona göre hüküm verdi.
Açıklama

Metinde geçen, "Kaçan köleleri aramaya çıkmıştı" sözü İbn Mâce ile İmâm Ahmed'in
rivayetinde; "Kocam kendisine ait acem kâfirlerinden birtakım kaba adamları aramaya
çıkmıştı," şeklindedir ki sözü geçen rivayetteki kaba adamlardan maksad yine
kölelerdir.

Kölelerin sâhiblerini öldürdükleri Kaddûm denilen yer; Kadûm ismiyle de anılan
Medîne-i Münevvere'ye altı mil uzaklıkta bir mevkî'dir.

"Odama yahut da mescide varmıştım" cümlesi ile "Bana seslendi -yahutta- Benim
çağrılmamı istedi" cümlesindeki geçen ve tereddüt ifade eden yahut da kelimesi
râvîlerden birine aittir. Râvî iki kelimeden hangisini işittiğini iyice hatırlayamadığını
ifâde etmek maksadıyla bu kelimeyi kullanmıştır. Ayrıca odama yahut da mescide
varmıştım." cümlesindeki "oda" kelimesiyle evin giriş kısmının kastedilmiş olması
muhtemeldir. Yine metinde geçen "iddet bitinceye kadar evinde kal" cümlesi "...ve

[607]

farz olan bekleme süresi dolmadan nikâh bağını bağlamaya kalkmayın..." âyet-i
kerîmesinin ışığında söylenmiştir.

Rasûl-i Ekrem'in Hz. Fürey'a'ya, önce ailesinin yanma gitme izni verdiği halde sonra
bundan vaz geçerek, iddetini yine kocasının mülkünde olmayan eski bir evde
geçirmesini emretmesinin sebebini bu şekilde açıklamak mümkündür. Kadın
durumunu arzettiği zaman Rasûl-i Ekrem onun sözü geçen evden taşınmasını zarurî
görmüş, bu yüzden ailesinin evine taşınmasına izin vermiştir. Fakat daha sonra onun
halini daha yakından inceleyince ailesinin evine taşınmasını zarurî kılan bir durumun
olmadığını görmüş ve bu hükmünden vaz geçerek, eski evinde iddetini geçirmesini
r6081

emretmiş olabilir.
Bazı Hükümler

Kocası ölen bir kadın iddetini kocasının ölüm haberini aldığı evde bekler. Dört
mezheb imamı ile Evzâî, İshâk, ve Tabiîn ile Ashâb-ı Kirâm'dan bir cemaat bu
görüştedirler. Hz. Ömer ile Hz. Osman, tbn Ömer, tbn Mesûd, el-Kâsım b. Mu-
hammed, Salim b. Abdillah ve Sâid b. el-Müseyyeb de bu görüşü benim-
seyenlerdendir. Hattâbî'nin beyânına göre bu hadîs, kocası ölen bir kadının iddet süresi
içerisinde kalacağı evin, kocasının mallarından te'mîn edileceğine ve iddetini bu evin
dışında bir yerde geçiremeyeceğine delâlet etmektedir.

imâm Ebû Hanife'ye göre bu durumda olan bir kadının, içerisinde iddet bekleyeceği
evin kendisine te'mîn edilmesini isteme hakkı vardır. Kadın artık geceleri bu evde
kalmak zorundadır. Fakat isterse gündüzleri dışarı çıkabilir. İmâm Malîk ile es-Sevrî,
eş-Şâfıî ve Ahmed de bu görüştedirler. Hanefî İmamlarından Muhammed b. Hasen'e
göre, kocası ölen bir kadın iddeti süresince evinden dışarı çıkamaz. Atâ ile Câbir, el-
Hasen, AH, İbn Abbas ve Hz. Aişe (r.anha)'ye göre ise, istediği yerde İddetini bekler.
r6091



43-45. "Kocası Ölen Bîr Kadın İddetini İstediği Yerde Geçirir" Diyenlerin
Delilleri

2301. ...İbn Abbas (r.a.) demiştir ki: Şu (..."şayet kendileri çıkarlarsa, kendi haklarında

IMOl

uygun olanı yapmalarında sizin için bir günah yoktur...") âyeti (kocası ölen) bir

Mil

kadının, iddetini kocasının ailesi yanında geçirmesini emreden âyet-i kerîmeyi
neshetti. Binâenaleyh, kocası vefat eden bir kadın istediği yerde iddetini bekler. O,
(hükmü neshedilen âyet-i kerîme) ise, azîz ve celîl olan Allah'ın; "(dışarıya)

I6İ21

çıkanlmaksızm" mealindeki sözüdür. (Ayetin baş kısmı son kısmıyla neshedilmiş
olmaktadır. Bu hadîs-i şerîf üzerinde) Atâ da şunları söyledi; (Bu kadın) isterse
kocasının ailesi yanında iddet bekler. İsterse, ("İçinizden ölüp geriye eşler bırakan
erkekler eşlerinin evlerinden çıkanlmaksızm bir yıla kadar geçimlerinin sağlanmasını
£6131

vasiyyet etsinler") (âyeti gereğince) kocası tarafından kendisine vasiyyet edilen
evde ikâmet eder, isterse, aziz ve celîl olan Allah'ın "...Şayet kendileri çıkarlarsa,
kendi haklarında uygun olanı yapmalarında sizin için bir günah yoktur..." âyet-i
kerîmesi icâbı kocasının evinden çıkar, istediği yerde iddetini bekler. Atâ sözlerine
devamla dedi ki; Daha sonra mîras âyeti indi de, süknâ (bir erkeğin ölmeden önce
geride bıraktığı karısına iddet süresince içinde ikâmet edeceği bir mesken vasiyyet
etme mecbûriye-ti)tneshedildi. (Artık kadın muhayyer bırakıldığı için) dilediği yerde
[6141

iddetini bekler.
Açıklama

2298 numaralı hadîs-i şerifin şerhinde de ifâde ettiğimiz gibi islâmm ilk yıllarında
erkekler, ölmeden önce kendilerinden sonra arkalarında bırakacakları kadınlar için bir
senelik iddet-lerini içerisinde geçirecekleri bir evle birlikte bir senelik nafakalarını
vasiyyet etmekle mükellef idiler. Sonra bu; "...Sizin de çocuğunuz yoksa, yapacağınız

[6151

borçtan sonra bıraktığınızın dörtte biri onlarındır..." mealindeki mîras âyetiyle bu
mecburiyet neshedildi. Kocası vefat eden hanımların bir sene iddet beklemeleri
mecburiyeti de, "İçinizden ölenlerin, geriye bıraktıkları eşleri dört ay on gün bekleyip

[6161

kendilerini gözetlerler..." âyet-i kerîmesiyle neshedilmiştir. Bu hususlarda ulemâ
ittifak etmişlerdir. Ancak İbn Kesîr'e göre Bakara sûresinin 240. âyetinde cumhuru
ulemânın iddia ettiği gibi, kocası ölen bir kadının tam bir sene iddet beklemesi
gerektiğine delâlet eden bir mânâ yoktur. Sözü geçen âyet-i kerîme bu durumda olan
bir kadının istediği takdirde kocasının evinde kalabileceğini ifâde etmektedir.
Binâenaleyh yukarıda tercümesini sunduğumuz, Bakara sûresinin 234. âyeti dul
kadının kocasının evinde dört ay on gün beklemesi gerektiğini, 240. âyet ise,
kocasının evinden çıkmak istemeyen dul kadına bir yıl süre ile evde kalma hakkının
verilmesini ve geçiminin sağlanmasını emretmektedir. Binâenaleyh iki âyetin hükmü



birbirine zıt olmadığından birinin diğerini nsehetmesî söz konusu değildir. Çünkü iki

16171 '

âyetin hükmü birbirine aykırı değil, birbirini tamamlar niteliktedir.
Bazı Hükümler

1. Bakara sûresinin 240. âyetinin "içinizden ölüp geriye eşler bırakan erkekler
eşlerinin, evlerinden çıkarılmaksızm bir yıla kadar geçimlerinin sağlanmasını vasiyyet
etsinler..." mealindeki âyetin baş tarafı "...şayet kendileri çıkarlarsa kendi haklarında
uygun olanı yapmalarında sizin için bir günah yoktur..." mealindeki son tarafı ile
neshedilmiştir. Binâenaleyh kadın iddetini dilerse, kendi ailesinin yanında, dilerse
kocasının evinde bekleyebilir.

2. İslâmm ilk yıllarında, kocası ölen bir kadının bir yıllık iddet süresi içerisinde
nafakasını te'mîn etmek kocanın vârisleri üzerine düşen bir görevdi. Fakat bu hüküm

£6181

"...çocuğunuz varsa bıraktığınızın sekizde biri onlarındır..." âyetiyle
neshedilmiştir. Binâenaleyh kadının kocasının vârislerinden ev taleb etmek hakkı
kalkmıştır. Kadın kocasının mirasından payını aldıktan sonra iddetini dilediği yerde
geçirir. Hz. Ibn Abbas ile Hz. Ali, Câbir, Aişe, Tavus, Atâ, Hasan el-Basrî ve Ömer b.
Abdülaziz bu görüştedirler. Delilleri ise mevzûmuzu teşkil eden bu hadîs-i şeriftir. Bu
görüşte olan ilim adamlarına göre, kocası ölen bir kadının iddetini kocasının evinde
geçirmesi gerektiğini ifâde eden ve cumhuru ulemânın delilini teşkil eden 2300
numaralı hadîs-i şerif zayıftır. Çünkü bu hadîsin râvîlerinden Zeyneb bint-i Ka'b'm
kimliği meçhuldür. Fakat bu iddia cûm-hûru ulemâ tarafından tenkîd edilerek Zeyneb
bint-i Ka'b'm sika bir râvî olduğu isbatlanmıştır.

2300 numaralı hadîsin râvîlerinden Sa'd b. İshâk da tenkîd edilmişse de bu râvînin
hadîs ulemâsı tarafından güvenilir bir râvî olarak bilindiği ortaya konularak bu

16191

tenkîdler cevaplandırılmıştır.

44-46. Kocası Ölen Bir Kadının İddeti İçinde Kaçınması Gereken Davranışları

2302. ...Ummu Atiyye (r.anha)dan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s. a.) şöyle
buyurmuştur; "Kadın, kocasından başka hiçbir ölü için üç günden fazla yas tutamaz.
Kocası içinse dört ay on gün yas tutar. Bu süre içerisinde boyalı elbise giyemez, fakat
(boyalı bir yemen kumaşı olan) asb kumaşını giyebilir. Sürme çekinemez ve koku
sürünemez. Ancak hayızhyken temizlik yaklaşınca, kust veya azfar denilen
buhurlardan biraz sürünebilir.

Bu hadîsi Ebû Davud'a nakleden iki râvîden biri olan Yakub hadîste geçen, "Asb
kumaşı" yerine "yıkanmış kumaş" kelimesini rivayet etmiş ve hadise, "kına

r6201

yakmama/" cümlesini de eklemiştir.
Açıklama

Bilindiği gibi "ihdâd" veya hidâd menetmek manasına gelen hadd'dan alınmıştır.
Zînetlenip kokulanmayı terketmek, matem tutmak demektir.



Metinde geçen "asb" bir çeşit yemen kumaşıdır. Bunun ipliği bir/araya toplanarak
bağlanır, sonra boyanır ve yayılır. Bu suretle bağlanan yerlere boya işlemediğinden
kumaş alacalı kalır.

"Kust" ise, bir nevi güzel buhur veya öd ağacıdır; "Ezfâr" da onun başka bir çeşididir.

Hayızdan yıkandıktan sonra pis kokuyu gidermek bazı yerlerde âdettir.

Hadîs-i şerifte kocasından boşanan bir kadının iddetini beklerken temizlik haline

girmesi yaklaşırken bu kokuyu sürünebileceği ifâde edilmektedir. İmâm Ahmed'in

Müsned'in ile Nesâî'nin Sünen'inde ise, temizlik haline girince sürünebileceği ifâde

edilmektedir. Nesâî'nin ifâdesinde ayrıca taran a m az ifadesi de vardır.

Metinde geçen "sürme çekinemez" sözüyle kocası ölen bir kadının gözde süs teşkil

eden ve süs için bulunan sürme çeşitlerini kullanamayacağı fakat göz ağrılarını

kesmek için kullanılan sürme çeşitlerini kullanabileceği ifâde edilmek istenmiştir.

mn

Bazı Hükümler

1. Kadın, anne veya babasının veya başkalarının olumu dolayısıyla uç günden fazla
yas tutamaz. Ancak kocasının ölümünden dolayı dört ay on gün yas tutabilir. Nitekim
bu mes'eleyi 2299 numaralı hadîs-i şerifin şerhinde açıkladık.

2. Kocasının ölümü sebebiyle yas tutan bir kadının, bu yas süresi zaferan, aspur gibi
zînet teşkil eden boyalarla boyanmış elbiseler giymesi caiz değildir. Fakat süs teşkil
etmeyen bazı alacalı Yemen kumaşlarını ve benzerlerini giymesinde herhangi bir
sakınca yoktur. Siyahla boyanan veya boyası solmuş olan kumaşları giymesinde de bir
sakınca yoktur,

Ibnü'l-Münzir'in beyânına göre ulemâ, kocasının ölümünden dolayı yas tutan bir
kadının aspur ile boyanmış bir elbiseyi giymesinin caiz olmadığında ittifak etmişlerse
de İmâm Mâlik ile tmâm Şafiî böyle bir kadının siyah renkte boyanmış bir elbiseyi
giyebileceğine cevaz vermişlerdir. Çünkü o yas elbisesidir. Cumhuru ulemaya göre
ise, yas tutarken beyaz elbise giymesinde de bir sakınca yoktur. Mâlikîlerden bazı
müteahhirîn ulemâsı, süs teşkil eden siyah veya beyaz ipten dokunmuş kumaşları
giyemeyeceğini, Şafiî ulemâsı da zînet teşkil etmeyen boyalı elbiselerin tümünü
giyebileceğini söylemişlerdir.

Yas tutarken kadının ipek giymesi ihtilaflıdır. Şâfulerden nakledilen en sahih rivayete
göre, ipek elbise giymesi caizdir. Altın ve gümüşten ma'-mûl zînetleri takınması
r6221

haramdır.

3. Kocası vefat eden bir kadın yas süresince sürme çekinemez. Hadîs-i şerifin mutlak
olan ifâdesinden, yas tutan bir kadının ihtiyaç halinde bile olsa sürme çekinemeyeceği
anlaşıhyorsa da 2305 numaralı hadîs-i şerifte Rasûlullah (s.a.)'m; "geceleyin sürme
çekersin, fakat gündüzleri gözünden sürmeni silersin" buyurması şu sonucu ortaya
çıkarıyor: Kadın ihtiyaç duyduğu zaman geceleri sürme çekinmesinde bir sakınca
yoktur. Gündüzleri ise, ihtiyaç duysa bile çekinemez. Ancak ihtiyâç ânında geceleri
sürme çekinmesi caiz olmakla beraber geceleyin bile sürme çekinmeyi ter-ketmesi
evlâdır. Binâenaleyh bu mevzuda gelen yasaklayıcı hadîsler ihtiyaç duyulmadığı
hallerle ilgilidir. 2299 numaralı hadîs-i şerifte gözü ağrıyan bir kadını, yas tuttuğu için
Rasûl-i Ekrem'in sürme çekinmekten men' etmesi ise, ihtiyaç anında sürmeyi geceleri



bile terk-etmesinin evlâ olduğunu ifâde eder. Bâzılarına göre ise, Rasûl-i Ekrem'in
2299 numaralı hadîsteki nehyi, gözüne sürme çekmek için izin isteyen o kadının
aslında sürme çekmeye muhtaç olmaması ve sürme çekinmediği takdirde gözüne bir
zarar gelme tehlikesi bulunmaması ile ilgilidir.

4. Yakın akraba için azâmi yas üç gündür.

5. Kocası ölen balîğ olmamış kızlar bu hükmün dışındadır. Metindeki kadın tâbirinden

1623]

anlaşılan budur.

2303. ...Bir önceki hadîsi Musannif Ebû Davud'a bir de Harun b. Abdullah ile Mâlik b.
Abdilvâhid, Yezid b. Harun, Hişâm, Hafsa, Ümm-ü Atiyye zinciriyle Peygamber
(s.a.)'den nakletmişlerdir. Ancak bu hadîs Yakub ile Abdullah'ın rivayet ettikleri bir
önceki hadîsin tamamını içine almış değildir. (Bu hadîsin râvîlerinden) el-Mismaî'nin
dediğine göre, (hadîsi kendisine rivayet eden) Yezid şöyle demiştir; Hişam'm bu
hadîste ancak (kocası ölen bir kadın yas tutarken) "kına yakmamaz" dediğini
biliyorum.

Harun b. Abdillah bir önceki hadîse şu cümleyi de ilâve etti: "Boyalı elbise giyemez

[624J

ancak (Yemen'in bir nev'i boyalı kumaşı olan) asb kumaşını giyebilir."
Açıklama

Bu hadîs bir önceki hadîsten kısadır. Bir önceki hadîs-işerîf tam olduğu halde bu hadîs
tam değildir. Ahmed b. Haribel de bu hadîsi Yezîd b. Harun -Muhammed b.
Abdirrahman zinciriyle tam olarak rivayet etmiştir. Bu hadîs Musannif Ebû Davud'a
bir defa Şeyhi Harun b. Abdillah yoluyla bir defa da Mâlik b. Abdillah yoluyla
erişmiştir. Fakat rivayetlerin lâfızları biribirinden farklıdır. Şöyle ki: Mâlik'in
rivayetinde "kmalanamaz" cümlesi, Harun'un rivayetinde de "Asb kumaşından başka
boyalı bir elbise giyemez'*, ibaresi bulunmaktadır. Musannif Ebû Davud'un burada bu
hadîsi rivayet etmekten maksadı bu konuda kendisine ulaşan metinlerin arasındaki

1625]

farka işaret etmektir.

2304. ...Peygamber (s.a.)'in hanımı Ümm-ü Seleme'den rivayet edildiğine göre,
Peygamber (s.a.);"Kocası vefat eden bir kadın aspurla ve kırmızı çamurla boyanmış
elbise giyemez. (Altın ve gümüş) zînet takmamaz ve sürme çekemez." buyurmuştur.
[6261



Açıklama

1. Kocası vefat eden bir kadın dört ay on gün iddet bekler ve iddet süresi içerisinde
zinet takınmayı, süslü boyalı yeni elbiseler giymeyi, güzel kokular sürünmeyi, makyaj
yapmayı terketmek suretiyle mu'tedil bir yas tutar. Bu süre içerisinde kına yakma-
madığı gibi zînet teşkil edecek sürme çeşitlerini de kullanamaz. Eğer gözünün tedavisi
için sürme çekmek zorunda kalırsa geceleri sürünüp gündüzleri siler. Zînet teşkîl
etmeyen sürme çeşitlerini kullanmakta bir sakınca yoktur.



2. Hasan el-Basrî ile Şa'bî'ye göre üç talâkla boşanan veya kocası ölen kadınlar iddet
süresi içerisinde sürme çekinebildiği gibi taranıp, koku sürünebilir, gerdanlık takınıp
boyalı elbise giyebilirler. Delilleri ise, İmâm Ahmed'in tahrîc ettiği İbn Hibban'm da
sahih bulduğu Esma bint-i Umeys hadîsidir. Mezkûr hadîste Hz. Esma (r.anha),
"Ca'fer b. Ebî Tâlib'in katlinin üçüncü günü Rasûlullah (s. a.) benim yanıma geldi ve

£6271

"Bugünden sonra yas tutma" buyurdu. demiştir. Bu görüşte olan ulemâya göre bu
hadîs-i şerîf mevzûmuzu teşkil eden Ümm-ü Seleme hadîsini neshetmiştir. Çünkü
Ümm-ü Seleme'nin kocası Hz. Ca'fer' in katliden önce ölmüştür. 120 Cumhuru ulemâ
Esma hadîsim çeşitli yönlerden tenkîd etmiştir.

3. Bu hadîs kocası ölen bir kadının iddet süresi içinde yas vâcib olduğuna delâlet
etmektedir. İddet süresinin dört ay on gün olarak ta'ym edilmesindeki hikmet hakkında
bazıları şu mütalâayı yürütürler: "Ana rahmindeki çocuğun yaratılması ve kendisine

r6281

ruh verilmesi gün geçtikten sonra olur. Bu müddet, ayların noksan oluşu
sebebiyle dört aydan fazladır. Binâenaleyh ihtiyaten kesir ondalıkla tamamlanmıştır.
[6291

4. Metinde geçen "kocası ölen bir kadın" tabiri boşanan kadınları bu hükmün dışında
bırakmaktadır. Bu sebeple ulemâ kocasından ric'î talâkla boşanan bir kadının yas
tutması gerekmediği hususunda ittifak etmişlerse de, talâk-ı bâinle boşanan bir kadının
yas tutup tutmaması konusunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Hanefılerle diğer birtakım
ulemâ bâin talâkla boşanan kadına dahî iddet süresince ihdâd yas lâzım geldiğini
söylemişlerdir.

5. Hattâbî mevzûmuzu teşkil eden hadîsle ilgili görüşleri şöyle açıklıyor: "Kocası ölen
bir kadının hangi elbiseleri giyip hangilerini giyemeyeceği mevzûsunda ulemâ ihtilâf
etmişlerdir. İmam Şafiî'ye göre süslü veya süs teşkil eden boyalarla boyanmış olan
alacalı ve çizgili yemen kumaşlarından dikilmiş elbiseleri kocası ölen bir kadın yas
süresi içerisinde giyemez. Bu elbisenin kaim veya ince olması bu hükmü değiştirmez.
İmâm Mâlik'e göre ise, alaçehre, aspur, ya da za'ferân ile boyanmış olan bir elbiseyi
bu süre içerisinde giyemez.

Ulemânın büyük çoğunluğuna göre alacalı ve çizgili yemen kumaşlarından dikilen
elbiseleri giymesinde bir kerâhat yoktur. Hadîs-i şerife en uygun düşen görüş de
budur. Yine ulemânın büyük çoğunluğuna göre söz konusu kadm anılan süre
içerisinde altın ve gümüşten zînetler takmamaz.

İmâm Mâlik'e göre yüzük takmamaz ve yeni elbise giyinemez. Ulemânın ekserisine
göre kına yakınması mekruhtur.

6. Hafız ibn Kesîr "Bu hadîsin isnadı iyidir" demişse de, Beyhâkî onu Ümm-ü

r6301

Seleme'den mevkuf olarak rivayet etmiştir.

2305. ...Ümm-ü Hakîm bint-i Esîd'in annesinden rivayet olunduğuna göre, kocası
vefat ettiği zaman gözünden rahatsız olmuş da ismid denilen sürme taşıyla
sürmelenmiş Ahmed b. Sahîh'e göre doğru olan ifâde ismid sürmesiyle sürmelendi
ifadesidir. -Bunun üzerine kendi kölesini Ümm-ü Seleme'ye gönderip ona ismid
sürmesi çekinmenin hükmünü sormuş, o da; "senin için kaçınılmaz bir durumun
dışında kesinlikle ismid taşından sürme çekinme, kaçınılmaz bir durum ortaya çıkarsa



o zaman gece çeker, gündüz silersin" diye cevap vermiş, sonra sözlerine devamla
şöyle demiştir; "Kocam Ebû Seleme vefat ettiği zaman Rasûlullah (s.a.) yanıma girdi.
Bense gözlerime sarı sabır denilen bir ilâç koymuştum. Rasûlullah (s.a.).
"Ey Ümmü Seleme bu nedir? diye sordu. Ben de:

Ey Allah'ın Rasûlü o san sabırdır, içinde esans yoktur! diye cevap verdim.
"Gerçekten san sabır yüze renk verir ama sen onu yalnız geceleyin sürün gündüzün
çıkar. Koku ve kına ile de taranma çünkü kına boyadır." buyurdu. Ben:
Neyle taranayım ey Allah'ın Rasûlü? diye sordum.

1630

"Başının her tarafını kaplarcasına başına koyacağın sidr yaprağı ile." buyurdu.
Açıklama

2299 ve 2303 numaralı hadîs-i şeriflerin şerhinde ifâde ettiğimiz gibi kocası ölen bir
kadın yas tutma süresi içerisinde süs teşkil eden sürme çeşitlerini gözüne çekemez,
zaruret halinde ise ilaç vazifesi gören sürme çeşitlerim geceleri çekinip gündüzleri
gözünden siler.

Mevzûmuzu teşkil eden bu hadîs yas tutmakta olan kadına koku sürünmenin yasak
olduğuna delildir. Bütün kokular bu hükmün kapsamı içerisine girmektedir. Fakat
2302 numaralı hadîste kadının temizlik hali yaklaşınca küst ve ezfâr denilen kokuları
kullanmasında bir sakınca olmadığı ifâde edilmişti. Şu halde hadîsin bütün kokulara
şamil olan hükmünü bu istisnaya göre mütâlâa edip küst ve ezfârı bu hükümden istisna
etmek icâb eder.

Başı kaplarcasına sidrle sarıp taranmak, başa sidr yapraklarının çokça ve bütün başı
kaplarcasına koyup yeteri kadar beklettikten sonra suyla yıkayıp ondan sonra saçları
taramakla olur. Sidr Arabistan kirazı denilen bir ağaçtır. Yemişi hoş ve lezzetli olur.

I632J

Yaprağı ile de yıkanılır. Sabun yerine kullanılır.
Bazı Hükümler

1. Kocası ölen bir kadın yas tutarken zaruret karşısında kaldığında gecelen sürme
çekinebilir. Fakat gündüzleri onu silmesi gerekir. Bunun dışında gözlerine sürme
çekemez.

2. Kocası ölen bir kadın yas tutarken gündüzleri silmek şartıyla geceleri yüzüne sarı
sabır sürebilir.

3. Kocası ölen bir kadın yas tutarken başının tuvaleti için sidr yapraklarından başka bir

r6331

madde kullanamaz.

45-47. (Kocası Ölen) Hamilenin İddeti

2306. ...Ubeydullah b. Abdülah b. Utbe'nin haber verdiğine göre, babası Abdullah b.
Utbe, Ömer b. Abdülah b. el-Erkâm ez-Zührî'ye mektup yazarak ondan Sübey'a bint-i
Haris el-Eslemiyye'nin yanma varıp ona kendi macerasını ve Rasûlullah (s.a.)'e fetva
sorduğu vakit kendisine Rasûlullah'm ne cevap verdiğini sormasını istemiş. Ömer b.
Abdülah da, Abdullah b. Utbe'ye mektup yazarak; Sübey'â'nm kendisine şunları haber



verdiğini bildirmiş;

Sübey'a, Amr b. Lüey oğulları kabilesinden Sa'd b. Havle ile evliymiş. Bedir gazasına
iştirak edenlerden biri olan bu zât veda haccmda vefat etmiş. Onun vefatından sonra
çok geçmeden Sübey'a doğurmuş. Nifâsmdan temizlendiği vakit kendisini isteyecekler
için süslenmiş. Bu sırada yanma Abdüddâr oğulları kabilesinden Ebu's-Senâbil b.
Ba'kek isminde bir adam girerek; "Hayret doğrusu! seni neden giyinmiş kuşanmış
görüyorum? Galiba evlenmek istiyorsun. Allah'a yemin olsun ki senin üzerinden dört
ay on gün geçmedikçe sen evlenemezsin" demiş. Sübey'a diyor ki: "O kimse bana
bunları söyleyince, geceleyin elbiselerimi giyerek Rasûlullah (s.a.)'e varıp bu meseleyi
kendisine sordum. Bana doğurduğum andan itibaren evlenmemin helâl olduğunu
söyledi ve bana evlenme imkânı çıktığı zaman evlenmemi tavsiye etti.
İbn Şihâb (ez-Zührî), "Doğurduğu vakit evlenmesinde bir sakınca görmüyorum,
isterse nifâs halinde olsun. Ancak temizlenmedikçe kocası ona yaklaşamaz." demiş.

[6341
Açıklama

Hz. Sübay'a'nm kocası Sa'd b. Havle (r.a.) bâzılarına göre Benî Amr b. Lüey
kabîlesindendir. İbn Hişâm onun Yemenli olduğunu, Benî Amr'ın müttefiki
bulunduğunu söylemiştir. Aslen İranlı olduğunu söyleyenler de vardır. Vâkıdî'nin
beyânına göre kendisi Habeşistan'a hicret eden ikinci kafiledendir. İbn Cerîr et-Taberî,
Sa'd (r.a.)'m yedinci hicrî yılda vefat ettiğini bildiriyorsa da doğrusu bu hadîste beyân
edildiği veçhile veda haccmda vefat etmiştir. Bâzıları Sübey'a'mn kocasının vefatından
bir ay, birtakımları yirmi beş gün sonra doğurduğunu söylemişlerdir. Bu müddetin
daha az olduğunu iddia edenler de vardır.

Hz. Sübey'a'mn, Hüdeybiye anlaşmasından sonra müslümanlığı kabul eden ilk kadın
olduğu söylenir.

Ebu's-Senâbîl'in ismi Amr'dır. İbn Abdilberr bu zâtın künyesi ile meşhur olduğunu,
isminin Habbe b. Ba'kek el-Kureşi el-Amirî olduğunu kaydetmektedir. Rivayete göre
r6351

şâir bir zât imiş.
Bazı Hükümler

1. Hamile iken kocası ölen bir kadının iddeti çocuğunu doğurunca sona erer. Hanefî
ulemasıyla İmâm Mâlik, Şafiî, Ahmed, Süfyân es-Sevrî, Ömer, Abdullah b. Ömer ve
İbn Mes'ûd (r.a.) bu görüştedirler. Delilleri ise mevzûmuzu teşkil eden Ebû Dâvud
hadîsidir. Bu hadîs aynı zamanda "Sizlerden vefat edip de geride karılarını bırakanlar

T6361

yok mu? O kadınlar bizzat dört ay on gün iddet beklerler." âyet-i kerîmesinin
hükmünü tahsis ederek, hamile kadınların iddet süresini bu âyet-i kerîmenin
kapsamının dışında bırakmakta ve hamile iken kocası ölen kadınların hükmünün

[637]

"Hamile kadınların bekleme süresi, yüklerini bırakmalarına kadardır." âyetinin
şümulü içerisine girdiğini açıklamaktadır.

Görülüyor ki -tercümesini, sunduğumuz bu iki âyet-i kerîmenin genel olan ifâdeleri



arasında zahirde bir tearuz vardır. Usûl-ı fıkıh ve usûl-ı tefsirde açıklandığı üzere bu
gibi durumlarda iki âyetten birinin hükmünü tahsis edecek bir muhassıs aranır. Burada
muhassıs Sübey'a hadîsidir. Çünkü bu hadîs boşanan kadınların iddet süresinin
yüklerini bırakmalarına kadar devam ettiğini ifâde eden âyet-i kerîmenin hamile

r6381

kadınlara mahsûs olduğunu ortaya koymaktadır.

Hz. Ali ile Hz. îbn Abbâs (r.a.) iki âyetten birini diğerine tahsis etme yoluna gitmeden
önce iki âyetin arasını te'Iîf etme gerektiği esâsından hareket ederek ve her iki âyette
birden amel etmiş olmak için "Hamile iken kocası ölen bir kadının kendisi için iki
iddet süresinden en uzunu hangisi ise ona göre iddet beklemesi gerektiğini,
binâenaleyh söz konusu kadının, kocası öldüğü andan itibaren çocuğunu doğurması
için geçecek olan zaman dört ay on günden fazla ise doğuruncaya kadar, kısa ise dört
ay on gün iddet bekleyeceğini" söylemişlerdir. Fakat bu görüş, Talak sûresinin
dördüncü âyeti Bakara sûresinin 234. âyetinden sonra indiği için ve mevzûmuzu teşkil
eden hadîsin, kocası ölen kadınların dört ay on gün iddet beklemesi gerektiğini ifâde
eden Bakara sûresinin 234. âyetinden sonra vukua gelen bir hadîse ile ilgili bulunduğu
r6391 ^ r6401

ve icma'dan sonra meydana gelmiş bir hılâf olduğu gerekçesiyle
reddedilmiştir. Nitekim 2307 numaralı hadîs-i şerîf de bu görüşü desteklemektedir.

2. Hamile iken kocası ölen bir kadın çocuğunu dünyaya getirdiği andan i'tibâren nifâs
kanı henüz kesilmemiş bile olsa evlenebilir. Fakat nifâs kanından temizlenmedikçe
kocasıyla cinsî münasebette bulunamaz. Halef ve seleften cumhuru ulemâ bu
görüştedirler.

Metinde geçen, "Bana doğurduğum andan i'tibâren evlenmemin helâl olduğunu
söyledi" cümlesi, "hamile iken kocası ölen bir kadın nifâs-tan temizlenmedikçe

£6411

evlenemez" diyen eş-Şa'bî, en-Nehaî ve Hasan el-Basrî aleyhine bir delildir.

3. Sahâbe-i kiram, Rasûl-i Ekrem hayatta iken fevtâ verirlerdi.

4. Bir müfti kendi arzusu istikâmetinde fetva vermekten son derece sakınmalıdır.

5. Kocası ölen bir hamile kadın çocuğunu, organları tam ve diri olarak dünyaya
getirirse evlenmesi caizdir. Çocuğunu, organları belirmemiş, et veya kan pıhtısı
halinde dünyaya getirmiş olmasıyla da evlenmesi caiz olur. Çünkü Rasûl-i £krem söz
konusu kadının evlenebilmesi için çocuğunu organları tam olarak dünyaya getirmiş
olmasını şart koşmamıştır. Zaten iddetten maksat da kadının rahminin
temizlenmesidir. Kadının yükünü canlı veya ölü olarak bırakmasıyla bu maksada

16421

erişilmiş olur.

2307. ...Abdullah İbn Mes'üd'dan; demiştir ki; Kim isterse onunla Kısa Nisa (Talâk)
sûresinin (kocası ölen bir kadının iddet süresinin) dört ay on gün (olduğunu ifâde

f6431 " " f6441

eden) âyetten sonra indiğine dair haksıza lanet okuma yarışma girebilirim.

Açıklama



Metinde geçen "kısa Nisa sûresi" ifâdesinden maksat "gebe kadınların bekleme süresi



16451

yüklerini bırakmalarına kadardır." âyet-i kerîmesinin dahil olduğu Talâk

Suresi'dir. İbn Mes'ûd (r.a.) bu âyetin "içinizden ölenlerin geriye bıraktıkları eşleri dört

f6461

ay on gün bekleyip kendilerini gözetirler..." âyetinden sonra geldiğini ve bu
hususta tartışmaya hazır olduğunu söylemekle, "iki âyetin arasını te'lif ederek her
ikisiyle de amel etmek gerekir. Bunun için kocası ölen hâmile bir kadın iddet
beklerken iki âyetin belirttiği iki sürede kendisi için en uzun süreyi beklemesi gerekir"
diyen Hz. Ali'ye cevâp vermek istemiştir.

Hz. İbn Mes'ûd'un bu sözünden onun, kocası ölen kadınların çocuklarını dünyaya
getirmekle iddetlerinin sona erdiği görüşünde olduğu anlaşılır. Cumhuru ulemâ da bu
görüştedirler. Nitekim bir önceki hadîs-i şerifin şerhinde de açıklamıştık.
Ayrıca bu hadîs-i şerîf Talâk sûresinin dördüncü âyetinin Bakara sûresinin 234.

16471

âyetinin genel olan hükmünü tahsis ettiğini ifâde etmektedir.

46-48. Efendisinden Çocuk Dünyaya Getiren Cariyenin İddeti

2308. ...Amr b. el-As'dan; demiştir ki: "Peygamber (s.a.)'in sünnetinde bize karışıklık
çıkarmayınız." İbmVl-Müsennâ bu hadîsi şöyle nakletti: "Peygamberimiz (s.a.)'in
sünnetinde bize karışıklık çıkarmayınız. Kocası ölen bir kadının iddeti dört ay on
gündür." (Bu hadîsin râvîlerinden biri şu açıklamayı yaptı); Yani kocası ölen kadından

r6481

maksad Ümmü Veled'dir.
Açıklama

Ümmü Veled, efendisinden çocuk dünyaya getiren câriye demektir. Hattâbî'nin
beyânına göre metinde geçen sünnet kelimesiyle şu iki manadan biri kasdedilmiş
olabilir;

1. Bu kelime bizzat Rasûl-i Ekrem'den nakledilen hadîsler anlamında kullanılmış
olabilir. Fakat Amr b. el-As, eğer sünnet kelimesiyle bu mânâyı kastetmiş olsaydı,
kocası ölen ümmü veledin iddetinin dört ay on gün olduğuna dâir Rasûl-i Ekrem'den
bir hadîs-i şerif naklederdi oysa burada böyle bir hadîs-i şerif nakletmemiş, sadece
kendi fikrini ifâde etmekle yetinmiştir. Binâenaleyh sünnet kelimesinin bu manada
kullanılmış olması ihtimali zayıftır.

2. Kocası ölen hür kadınların dört ay on gün iddet bekleyeceklerini ifâde eden
hadîslere kıyas edilerek yapılan ictihad anlamında kullanılmış olabilir. Nitekim
metinde geçen karışıklık kelimesi de buna delâlet eder. Çünkü hadîslerin metninde bir
karışıklık söz konusu olamayacağına göre, metinde geçen karışıklık kelimesiyle ancak
hadîsler üzerinde yapılan ictihadlarda meydana gelen karışıklıkların kastedildiği,
dolayısıyla metinde geçen sünnet kelimesinin de sünnet üzerinde yapılan kıyaslar ve

r6491

ictihâdlar mânâsında kullanıldığı anlaşılır.



Bazı Hükümler



1. Efendisinden çocuk dünyaya getiren bir câriye, efendisinin ölümüyle hur kadınlar
gibi dört ay on gün iddet bekler. Said b. el-Müseyyeb ile îbn

Cübeyr, İbn Şirin, Mücâhid, el-Evzâî, tshâk b. Rahûye bu görüştedirler. Bu görüş
tmâm Ahmed'den de rivayet edilmiştir. Delilleri ise, mevzûmuzu teşkil eden bu hadîs-i
şeriftir. Çünkü ümmü veled, kocası Ölünce hürriyetine kavuşacağından "sizlerden
vefat ederek zevcelerini bırakanların zevceleri, bizzat dört ay on gün iddet
T6501

beklerler." âyet-i kerîmesinin hükmü içerisine girerler.

2. imâm Mâlik ile İmâm Şafiî'ye göre ise, efendisinden çocuk doğuran bir câriye,
efendisinin ölmesiyle bir hayız süresi iddet beklerler. Hz. Osman ile İbn Ömer, Aişe
ve el-Hasan (r.a.)'da bu görüştedirler. Bu görüş imâm Ahmed'den de rivayet edilmiştir.

[651]

Delilleri ise, "Ümmü Veled'in iddeti bir hayızdır." mealindeki hadîs-i şeriftir.
Çünkü ümmü veled efendisinin ölmesiyle, diğer hür kadınlar sınıfına girmiş olur.

3. Hanefî ulemâsıyla, Atâ, Sevrî ve en-Nehâî'ye göre ise, Ümmü Veled efendisi
tarafından âzâd edilmekle veya efendisinin ölmesiyle üç hayız süresi iddet bekler.

16521

Eğer hayız görmüyorsa üç ay iddet bekler. Çünkü Hz. Ömer ve diğer bazı

r6531

sahâbîler "ümmü veledin iddeti üç hayızdır" demişler, dir.

47-49. Üç Talakla Boşanmış Olan Bir Kadın Başka Bir Kocayla Evlenmedikçe
İlk Kocası Ona Dönemez

2309. ...Aişe (r.a.)'den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.)'e;

Bir adamın üç talâkla boşadığı karası başka bir kocayla evlenir de kadının yeni kocası
onunla gerdeğe girip cinsî münâsebette bulunmadan onu boşarsa bu kadının ilk
kocasıyla evlenmesi helâl olur mu? diye soruldu da, Peygamber (s.a.);
"Kadın öbür (yeni) kocanın balcağızmdan o da kadının balca-ğızmdan (atmadıkça

1654]

birinci kocaya helâl olmaz," buyurdu.
Açıklama

Karısını boşayan kişi Rifâa b. Semûel el-kurâzî'dir. Ni-tekim Buhârî'nin rivayetinde
bu-ıftihr açıkça belirtiliyor. Karısının ismi ise Temîme el-Kurazîyye'dir. Kadının
evlendiği ikinci erkek, Abdurrahman b. Ez-Zûbeyr (r.a.)'dir. Abdurrahman b.ez-
Zûbeyr (r.a.) bu kadınla evlendikten sonra onunla gerdeğe girip kimsenin kendilerini
rahatsız etmesine imkân kalmayacak şekilde onunla baş başa kaldıktan sonra cinsî
münâsebette bulunmadan onu boşamıştır. Ancak Rasûl-i Ekrem Efendimiz "sen onun
balcağızmdan o da senin balcağızmdan tatmadıkça ilk kocana helâl olmazsın"
buyurarak kocasından üç talâkla boşanan bir kadının başka bir kocayla evlenip de
onunla cinsî münâsebette bulunmadıkça ilk kocasına dönemeyeceğini veciz bir şekilde
ifâde etmiştir. Binâenaleyh bu durumda olan bir kadının ilk kocasıyla tekrar evlenebil-
mesi için hiç bir art niyet olmaksızın ikinci bir kocayla evlenmesi ve onunla cinsî
münasebette bulunması gerekir. Böyle bir evlilik gerçekleştikten sonra eşler normal
olarak boşanırlarsa o zaman kadın ilk kocasıyla evlenebilir.



İslâm dini bu şartları koymakla ilk kocanın karısını boşarken iyi düşünmesini ve

r6551

birdenbire boşamaya karar vermesini önlemeyi hedeflemiştir.
Bazı Hükümler

1. Üç talâkla boşanmış olan bir kadın sahih bir nikahla başka bir kocayla evlenip,
onunla cinsi münâsebette bulunmadıkça ilk kocasına dönemez.

2. Bu mevzuda Kurtubî şunları söylüyor: Bizim Mâliki ulemâsına göre bu hadîste
geçen "ikiniz de birbirinizin balçağızmızdan tatmadıkça"

anlamına gelen ifâdelerden erkeğin kadına uyurken yaklaşmasıyla bu şartın yerine
gelmediği anlaşılır. Çünkü uyuyan kimse uyanık olan kimse kadar cimâm tadını
alamaz. Oysa bu cümle karı kocadan her ikisinin de bu birleşmenin tadını eşit şekilde

f6561

almaları gerektiğini ifâde etmektedir.

3. Hafız İbn Hacer, "Bu hadîs üç talâkla boşanan bir kadının ikinci kocasıyla cinsî
münasebette bulunduktan sonra ondan da boşanmak suretiyle birinci kocasına
dönebileceğine ifâde etmektedir" derken Mâliki ulemâsı kadının ikinci kocasıyla
evlenirken onunla ilk kocasına dönebilmek için bir pazarlığa girmemiş olmasını,
binâenaleyh bu durumda olan bir kadının ilk kocasına dönebilmesi için, ikinci bir
kocayla, ileride boşanıp ilk kocasına dönmesini sağlamak gayesi olmadan evlenip
cinsî münâsebette bulunduktan sonra yine anlaşmasız olarak boşanmış olmasını şart
kılmışlardır. Bu konuda Hanefî ulemâsı da, "üç talâk ile boşanan bir kadın sahîh bir
nikâh ile bir başka erkekle evlenip onunla cinsî ilişkide bulunmadıkça ve ondan ayrılıp

[6521

iddeti bitmedikçe eski kocasına varamaz, demişlerdir.

Hz. Osman'la Zeyd b. Sabit de bu görüştedirler. Ulemânın ekseriyetine göre eğer
kadının ikinci evliliğinde birinci kocasına dönmesi şart kıh-nırsa bu nikâh fâsid olur.
Böyle bir şart ileri sürülmeden kıyılan nikâh ise, geçerlidir. Söz konusu kadının ilk
kocasına dönebilmesi için fasit bir nikâhla yapacağı ikinci evliliğin, birinci kocasına
dönmesini helâl kılmayacağı mevzuunda ulemâ ittifak etmişlerdir. Ayrıca ulemâ, bir
câriye ile evlendikten sonra onu boşayan bir kimsenin, ileride ona tekrar sahip olması
halinde câriye ikinci bir kocayla normal olarak evlenip boşanmadıkça onunla cinsî
münasebette bulunamayacağında da ittifak etmişlerdir. Ancak Hz. İbn Abbâs ile
Hasan el-Basrî o kimsenin bu cariyeye sahib olmasıyla câriye ile cinsî münâsebette

T6581

bulunmasının helâl olacağını söylemişlerdir.
48-50. Zinanın Büyük Günah Olduğu

2310. ...Abdullah b. Mes'ûd (r.a.)'dan; demiştir ki: Ey Allah'ın Rasûlü, en büyük günah

hangisidir? diye sordum da Rasûl-i Ekrem;

"Seni yaratmış olduğu halde Allah'a şirk koşmalıdır," buyurdu.

Sonra hangisidir? dedim. (O);

"Seninle beraber yemesinden korkarak çocuğunu öldürmendir," diye cevâp verdi.
Sonra hangisidir? dedim.

"Komşunun helâliyle zina etmendir," buyurdu. Abdullah b. Mes'ûd dedi ki, Yüce



Allah Peygamber (s.a.)'in bu sözünü doğrulamak için şu âyet-i kerîmeyi indirdi;
"Allah'ın hâlis kullan o kimselerdir ki, Allah'la beraber başka bir tanrıya dua etmezler,
Allah'ın (öldürülmesini) haram kıldığı nefsi haksız yere öldürmezler. Zînâ da

[6591

etmezler. Her kim de bunları yaparsa ağır cezaya çarpar."
Açıklama

Günah, faili şer'an zemme müstehâk olan ma'siyete denir. Dört çeşit günah vardır:

1. Tevbe etmedikçe afvedilmeyen günah. Bu şirktir.

2. İstiğfar etmekle ve diğer hasenat ile bağışlanması umulan günahtır. Bunlar küçük
günahlardır.

3. Tevbe ile de tevbe etmeden de bağışlanması umulan günahlar. Bunlar namaz veya
zekât gibi farizaları terketmekle ve sadece Allah hakkıyla ilgili günahlardır.

4. Sadece kul hakkıyla ilgili günahlar. Bunlar ya hakkı sahibine iade etmekle veya
onunla helâlleşmekle bağışlanmış olur.

Eğer mazluma hakkı dünyada verilmezse hak sahibi öbür dünyada Allah huzurunda

[6601

zâlimden davacı olacaktır. Nitekim şu hadîs-i şerifte bu gerçek açıkça ifâde

edilmektedir. Rasûlullah (s.a.);

"Müflis kimdir bilir misiniz?" buyurdu. Ashâb;

Bizce müflis hiçbir dirhemi ve eşyası olmayan kimsedir, dediler. Bunun üzerine
Rasûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurdu;

"Gerçekten benim ümmetimden müflis, kıyamet gününde namaz, oruç, ve zekâtla
gelecek olan kimsedir. Ama şuna sövmüş, buna zînâ isnadında bulunmuş, şunun
malını yemiş, bunun kanını dökmüş, diğerini de dövmüş olarak gelecek ve buna
hasenatından şunla hasenatından verilecektir. Şayet davası görülmeden hasenatı
biterse, onların günahlarından alınarak bunun üzerine yüklenecek, sonra cehenneme

[6611

atılacaktır."

Mevzûmuzu teşkil eden Ebû Dâvud hadîsinden anlaşılıyor ki rızık endişesiyle çocuk
öldürmek büyük günâhlar içerisinde şirkten sonra ikinci sırayı almaktadır. Çocuğu
rızık endişesiyle öldürmekse ayrı bir günâhtır. Rızkın Allah'dan geldiğinden gaflet
etmektir.

Bilindiği gibi bir mü'mini haksızca öldürmek büyük günâhlardandır. Mü'mini
öldürmekten doğan günâhlar içerisinde en ağır olan mü'min bir akrabayı öldürmektir.
Mü'min akrabalardan öldürülmesi en büyük günâh olan da babayı ve anneyi
öldürmektir. Ondan sonra çocuğu öldürmenin günâhı gelir. Bir başka ifâdeyle bir
kimsenin kendi babasını öldürmesinin günâhı çocuğunu öldürmenin günâhından daha

f6621

büyüktür. Nasıl ki Allah Teâlâ Hazretleri, "Anne ve babaya öf bile demeyin."
âyetinin delaletiyle anne ve babayı dövmenin de haram olduğunu ifâde buyurmuşsa,
Rasûl-i Ekrem Efendimiz de, bir kimsenin çocuğunu öldürmesinin en büyük gü-
nâhlardan olduğunu söylemekle babanın da bu hükmün içerisine girdiğini delâlet
yoluyla ifâde buyurmuştur. Çünkü çocuğu öldürmek büyük günâhlardan olduğu sabit
olunca, günâhı ondan daha büyük olan baba katlinin de bu hükme evleviyetle girdiği
rahatça anlaşılır.



"Komşunun helâlinden murad, karışıdır. Zînâ mutlak surette haram ve büyük günâh
olmakla beraber burada, "komşunun karısı ile" diye kayıtlanması, onunla zînâ etmenin
daha da çirkin ve büyük suç olduğunu göstermek içindir. Bir de komşunun karısını
hassaten zikretmesi, ekseriyetle zînâ, komşular arasında yapıldığmdandır. Zira
evlerinin biribirine yakın olması görüşüp buluşmayı kolaylaştırır.
Hadîs-i şerifte komşunun karısı ile yapılan zinanın büyük günâh olarak gösterilmesi
komşu kızı, gelini ve nikâhlısı olmayan herhangi bir komşu kadını ile zina etmenin
hükümden hariç kaldığına delâlet etmez. Çünkü burada "kansı" tâbiri bir kayd-ı
ihtirazı değil, kayd-ı eksendir. Yâni ekseriyetle komşu kadınları hükümde
müsavidirler. Fakat "komşu" ta'bîri bir kayd-ı ihtirâzidir. Binâenaleyh komşu kadınla
yapılan zina komşu olmayan kadınla yapılan zinadan daha çirkin ve daha büyük
suçtur. Çünkü kişi, komşudan sadâkat bekler. O, evde yokken komşusu onun malını
ve ailesini koruyacak, ona her nev'i zararın gelmesine mâni' olacak, onun gözlerini
ardında bırakmayacaktır. Zîrâ komşuya ikramda ve ihsanda bulunmak hem Allah
teâlânm hem de Rasûl-i Zîşânm emirlerindendir. Bu cihet nazar-ı i'tibâre alınarak bir
de kçmşunun karısı ile zînâ meselesi düşünülürse, onun ne derece çirkin bir fıîl ve

r6631

büyük bir günâh olduğu kendiliğinden meydana çıkar.
Bazı Hükümler

1. En büyük günâh Allah'a şirk koşmaktır. Ulema bu görüşte ittifak etmişlerdir.
Nitekim; Lokman oğluna öğüt vererek demişti ki: Yavrum Allah'a ortak koşmak bü-

r6641

yük bir zulümdür." âyet-i kerîmesi de bu gerçeği ifâde eder. Allah teâlâ ve
tekaddes hazretleri diğer bir âyet-i kerîmesinde de bu gerçeği şöyle ifâde buyuruyor:
"Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine bağışlar.

r6651

Allah'a c lak koşan da gerçekten büyük bir günâh işlemiştir"

2. Fakirlik korkusuyla çocuğu Öldürmek en büyük günâhlardandır. Büyüklükte
küfürden daha sonra İkinci sırayı aLf. Nitekim Yüce Allah Kur'ân-ı Kerîm'inde şöyle
buyuruyor; "Her kim bir mü'mini kasden öldürürse onun cezası, içinde ebedî kalmak
üzere gideceği cehennemdir. Allah ona gazâb etmiş, la'net etmiş ve onun için büyük

r6661

bir azâb hazırlamıştır."

Bu sebeple Hz. tbn Abbâs bu âyet-i kerîmenin bir mü'mini öldüren kimsenin
ebediyyen cehennemde kalacağına delil teşkil ettiğim söylemiştir. Fakat cumhuru
ulemâ ise, "Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bundan başkasını

16671

dilediğine bağışlar..." âyet-i kerîmesine bakarak "Bir müslümanı öldürdüğü için
ebedî olarak cehennemde kalacak olan katilden maksat, onu öldürmenin helâl
olduğuna inanarak bu katli işleyen kimselerdir. Yahut da mü'mini öldüren kimsenin
cehennemde ebediyyen kalması, onun uzun süre cehennemde kalmasından kinayedir,"
demişlerdir.

3. Komşusunun karısıyla zina etmek en büyük günâhlardandır. Nitekim Rasûl-i Ekrem
Efendimiz; "Bir kimsenin komşu olmayan on kadınla zina etmesi bir komşunun



T6681

karısıyla bir defa zina etmesinden günâh i'tibâ-riyle daha hafiftir." buyurmuştur.

2311. ...Ebu'z-Zûbeyr, Câbir b. Abdullah'ı şöyle derken işittiğini söylemiştir:
"Ensârdan birisine ait bir câriye olan Müseyke Hz. Peygamber'e gelerek;

Efendim beni zinaya zorluyor diye şikâyette bulundu. Bunun üzerine Yüce Allah;
"...Dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için, namuslu cariyelerinizi fuhşa

r6691 " r6701
zorlamayın. . . " âyet-i kerîmesini indirdi.

Açıklama

Bu hadîs-i şerif Müslim'in sahihinde şu manaya gelen lafızlarla rivayet edilmiştir:
Abdullah b. Übey b. Selûl'ün Müseyke denilen bir cariyesi vardı. Ümeyme denilen
başka bir cariyesi daha vardı. İbn Selûl bunları zinaya zorladı. Onlar da bunu
Peygamber (s.a.)'e şikâyet ettiler, bunun üzerine Allah:

"Cariyelerinizi fuhşa zorlamayın." âyet-i kerimesini "gafurdur, rahimdir" Kavl-i
kerîmine kadar inzal buyurdu.

Âyet-i kerîmede geçen "namuslu cariyeleriniz" kaydı ihtirazı değildir. Bu bakımdan
âyet-i kerîmeden namuslu olmayan cariyeleri fuhşa zorlamakta bir sakmca
bulunmadığı manası çıkarılamaz. Buradaki kayıt kayd-ı vukûîdir. Binâenaleyh bu
kayıt cariyelerin ekseriyyetinin iffetli oluşundan dolayı getirilmiştir. Binâenaleyh âyet-
i kerîmeden maksat "kadın iffetli olsun, olmasın zorla zina ettirilmesinin haram

[67ü

olduğunu beyândır."

2312. ...Mu'temir b. Süleyman'ın babası (Süleyman)'dan; demiştir ki: Sâd b. Ebi'l-
Hasen, "Kim onlan (fuhşa) zorlarsa, şüphesiz (Allah) fuhşa zorlanmalarından sonra (o

£6721

kadınlara karşı) bağışlayıcı, esirgeyicidir." âyet-i kerîmesini, "Allah o, (fuhşa)

[673]

zorlanan cariyeleri bağışlayıcıdır" diye açıkladı.
Açıklama

Sâid b. Ebi'l-Hasen Hasen el-Basrî'nin kardeşidir ve Hz.Ali, İbn Abbâs, Ebû Hureyre,
Abdurrahman b. Semûre ve daha pekçok sahâbiden hadîs rivayet etmiş, kendisinden
de, kardeşi Hasen el-Basrî, Katâde ve mevzûmuzu teşkil eden hadîsin râvilerinden Sü-
leyman et-teymî, Hâlid el-Hazzâ ve İbn Avn gibi kimseler hadîs rivayet etmiştir. Nesâî
ve Ebu Zür'â onun güvenilir bir râvî olduğunu söylemiştir, îbn Hıbbân da onu es-Sıkat
(güvenilir râvîler) arasında zikretmiştir, el-Iclî'ye göre bu zât tabiînden güvenilir bir
râvîdir. Nevevî Takrîb isimli eserinde onun güvenilir bir râvi olduğunu söylemiştir.
Fâris'te hicretin yüzüncü senesinde vefat etmiştir. Sâid b. Ebi'l-Hasen'e göre Nûr
suresinin 33. âyeti dünyalık menfâat te'mîni için cariyelerini zinaya zorlayan kimse-
lerin bu zinanın günâhını yükleneceği ifâde edilmektedir. Çünkü cariyeler bu günâhı

[674]

irâdeleri dışında işlemişlerdir.



m

el-Bakara (2) 229.

m

Muvatta, talak 80; Tirmizi, talak 16.

m

Karaman H., Mukayeseli İslam Hukuku, I, 292.

IH

bk. en-Nisa(4), 19.

[5]

bk. en-Nisa (4), 35.

[6]

en-Nisa (4), 34.

m

Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ, I, 304.

[Ş]

bk. 2178 no'lu hadis.

[9]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/333-336.
£101

Ahmet b. Hanbel, II, 397; V, 352, 355; Ebû Dâvud, edeb 126; Hakim, Müstedrek, II, 196.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/336.

Lül

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/336-337.

ri21

Buharî, nikâh 53, buyu' 58, şurût 8; Müslim, nikâh 38, 39, 5 1, 52; Muvatta, Kader 7; Ahmed b. Hanbel, II, 238, 311,410, 489, 508, 5 16; Tirmizî,
talâk 14; Nesâî, nikâh 20, buyu' 19, 21.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 8/337.

Lül

İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, XI, 127.

T141

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/337-338.

ri5i

Beyhaki, es-Sünenü'l-kübrâ, VII, 322; Hâkim, Müstedrek, II, 196.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/338-339.

ri6i

Ibn Mâce, nikâh 1; beyhaki, es-Sünenü'l-kübrâ, VII, 322; Hakim, Müstedrek, II, 196.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/339.

rnı

bk. İbnu'l-Hümâm, Fethü'l-Kâdir, III, 22.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/339.

risı

Buhari, talak 1, 3, 44, 45, tefsir, ahkam 13; Müslim, talak 1,14; Nesâî, talak .13, 15, 19; tbn Mace, talak 1,3; Darimî, talak 1, 2; Muvatta, talak 53;
Ahmed b. Hanbel, I, 4; II, 26, 43, 51, 54, 58, 61, 63, 64, 74, 78, 80, 128, 130, 146; III, 386.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/340.
£191

bk. ibn Mace, talak 2; Nesaî, talak 2.

£201

A. Davudoğlu, tbn Abidin tercüme ve şerhi, VI, 153.

IHI

Nesâî, talak 3.

£221

İbn Abidin tercüme ve şerhi, VI, 158.

£231

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/340-342.

£241

Aynî, el-Binâye, IV, 384.

£251

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/342-343 .

£26J

Müslim, talak 1 .
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 8/343.
£271

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/344.

£281

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/344.

£291

Buharî, talak 1, 3, 44, 45; ahkam 13; Müslim, talak, I, 14; Nesâî, talak 13, 5, 19; İbn Mâce, talak 1,3; Dârimî, talak, 1, 2; Muvatta', talak 53;
Ahmed b. Hanbel, I, 4; II, 26, 43, 51. 54, 58, 61, 63, 64, 74, 78, 80, 128, 130, 146; III, 386.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/344-345.

mm

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/345.



et-Talak (66), 1.

£321

A. Davudoglu, Sahih-İ Müslim Tercüme ve Şerhi, VII, 437.

[33]

A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim tercüme ve şerhi, IV, 439.

[341

el-Bakara (2), 228.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/345-346.
[35]

Buhari, talak 1, 3; 44, 45; ahkâm 13; Müslim, talak 1, 14; Nesâî, talak 1, 3, 5, 19; ibn Mâce, talak 1, 3; Darimî, talak, 1, 2; Muvatta', talak, 53;
Ahmed b. Hanbe% I, 4; II, 26, 43, 51, 54, 58, 61, 63, 64, 74, 78, 80, 128, 130, 146; III, 386.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/346-347.
[36J

İbn Hacer, FethuM-Bâri, XI, 262.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/347.
[371

Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/347-348.
[381

Müslim, talak 1 .

[391

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/348.

[401

Buharı, talak 2,3, 45; Müslim, redâ' 74, 76, 78, talak 9, 11, 12; Tilmizi, talak 1; Nesaî, talak 5, 76; İbn Mâce, talak 2; Ahmed b. Hanbel, I, 44.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/348-349.
[411

Müslim, reda' 78, talak 11; Ahmed b. Hanbel, I, 44.

[421

A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, VII, 435.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/349.
[431

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/349-350.

[441

et-Talak (66), 1.

[451

Müslim, talak 14; nesaî, talak 1; el-Fethü'r-rabbanî, XVII, 6.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/350-352.
[461

İbn Hacer, Fethü'l-Bârî XI, 269; (Hadisi Said b. Mansur Sünen'inde de rivayet etmiştir.)

[471

İbn Hazm, el-Muhalla X, 163.

[481

et-Talak (66), 1.

[49J

el-Bakara (2), 229.

[501

Bu hadisin tahkiki İçin bk. Müslim, talak 14; Nesaî, talak 1.



İbn Kudame, Mugnî, VII, 97.

[521

Müslim, talak 1 1 .

[531

Buharî, talak 2.

[541

Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübra, VII, 331.

[551

Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübra, VII, 326.

[561

Beyhakî, es-Şünenü'l-Kübra, VII, 330.

1571

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/352-354.

[581

ibn Mâce, talak 5.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/354-355.
1591

et-Talak (66), 2.

[601

el-Bakara (2), 228.

[611

et-Talak (66), 2.



[621

el-Bakara (2), 228.



bk. 2088 numaralı hadis.

[641

bk. İbn Rüsd, Bidâyetü'l-Müctehid, II, 113, 114 (trc. A. Meylânî).

[651

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/355-358.

[661

Nesâî, talak 19: İbn Mâce, talak 32; el-Fethü'r-rabbânî, XVII, 12.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/358-359.
[671

Hattâbî, Meâlimü's-Sünen, III, 23.

[68J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/359.

[691

Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.

LM

bk. Nesâî, talak 19; ibn Mâce, talak 32.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/359-360.



Bidâyetü'l-Müctehid, II, 82-83 (Trc. A. Meylanî).

[721

İbn Mâce, talak 32; Nesâî talak 19.

[IH

Neylü-1-evtarVII, 25.

LZÜ

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/360-362.

[751

Tirmizî, talak 7; İbn Mâce, talak 30; Dârimî, talak 17-18; Muvatta talak 69, 91; Ahmedb. Hanbel VI, 117.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/362.
[761

Tirmizî, talak 7.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/362-363.
[721

Fethü'l-Kadir III, 43.

[781

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/363.

[791

Tirmizî, talak 6; îbn Mace, talak 17; Ahmed b. Hanbel, II, 190; Beyhaki, es-Simenü'l-kiibra, VII, 318; Hakim, Müstedrek, II, 205.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/364.
[M

el-Fethü'r-rabbânî, XVII, 11.

[811

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/364.

[821

Zeylaî, Nasbu'r-râye, II, 233.

[831

Darekutnî, Sünen, IV, 16.

[841

Zeylâî, Nasbü'r-râye, III, 23 1 .

[851

Darekutnî, Sünen, IV, 35-36.

[861

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/364-366.

[821

Tirmizî, talak 6; İbn Mâce, talak 17; Ahmed b. Hanbel II, 190; Darekutnî, Sünen, IV, 15.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/366-367.
[88J

Müriâvi, Feyzü'l-Kadir VI, 118, {hadis No: 8641).

[M

Hattabî, Meâlimü's-sünen, III, 242.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/367.
[901

el-Maide (5), 89.

[£11

Münavî, Feyzü'l-Kadir, VI, 118.

[921

Kâsânî, Bedâyiü's-Sanâyi, III, 17.

[931

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/368.

[941

Tirmizî, talak 6; îbn Mâce, talak 17; Ahmed b. Hanbel, II, 190.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/369.



[95J

bk. 3289 no'lu hadis.

[961

M.Zihnî, Nimeti İslam 553.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/369.
[921

İbn Mace, talak 16; Ahmed b. Hanbel, II, 276; Beyhakî, es-Sünenii' 1 -kübra, VII, 357; Hakim, Müstedrek, II, 198.

[981

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/370.

[991

İbn Hacer, Fethü' 1 -Bâri, XI, 306.

nooı

İbnu'l-Kayyim, Zadü'l-meâd, IV, 42.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/370-371.

rıoıı

İbnu'l-Kayyim, Zâdül-meâd IV, 41; İbnu'l-Hümam, Fethü'l-Kadir, III, 38; Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih Tercümesi; XI, 465.

[102]

İbn Mace, talak 16.

[103]

en-Nahl(16), 106.

[1041

et-Talak (66), 1.

ri051

İbnu'l-Hümam, Fethü'l-Kadir, II, 39, Zeylaî, Nasbü'r-râye, II, 222.

ri061

İbn Kudame Muğnî, VII, 120.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/371-372.
[107]

Tirmizîğ, talak 9; İbn Mâce, mukaddime 7, talak 13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/373.
[108]

Mecmeu'z-zevâid, IV, 335.

rıo9i

el-Bakara (2), 227.

rııoı

Seharenfuri, Bezlü'l-mechud, X, 285.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/373-374.
[111]

el-Bakara (2), 228.

[mı

el-Bakara (2), 229.

rı 131

Nesâî, talak 75.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/374-375.

rı i4i

el-Ahzâb (33), 49.

[1151

Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmil Kur'an, III, 118.

LU61

el-Bakara (2), 229.

[117]

Tirmizî, talak 16; Taberî, Cami'ül-beyan, II, 456.

n ısı

îbn Kesir, Tefsir, I, 371.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/375-376.

n i9i

Ahmed b. Hanbel, I, 265; Beyhakî, es-Sünenü' 1 -kübra, VII, 339.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/376-378.

um

el-Bakara (2) 229-230.

11221

bk. 2199 numaralı hadis.

[1231

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/378-380.

[1241

et-Talak (66), 2.

[1251

et-Talak (66), 1.

11261

Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.

11271

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/380-382.



[128]

et-Talak (66), 1.

[129]

M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, VII, 5051.

11301

ikinci haber için bk. Darekutnî, Sünen, IV, 13-14, 430; Beyhakî, es-Sünenü' 1 -kübra, VII, 337;
Üçüncü haber için bk. Darekutnî, Sünen, IV, 13-14.
Dördüncü haber için bk. Beyhakî, es-Sünenü 1 1 -kübra, VII, 337.
Beşinci ve altıncı haberler için bk. Beyhakî, es-Sünenü 1 1 -kübra, VII, 337.

ri3iı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/383-384.

[1321

Muvatta, talak 37.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/384-385.
[133]

Muvatta, talak 37.

[134]

Muvatta, talak 38.

[1351

TekmiletuT-Menhel, IV, 133.

[1361

Buhari, büyü' 79; Müslim, müsâkât 86, 102, 105; Nesâî, buyu' 50; îbn Mace, ticâret 49; Darimî, buyu' 43; Ahmed b. Hanbel, V, 200-202, 204,
206, 208, 209.
[137]

Müslim, müsâkâk 103.

[138]

Selamet yollan, III 77 (Trc. A.. Davudoğlu)

11391

a.g.e. s. 78.

[140]

Hakim, Müstedrek, II, 42-43.

üül

Avnü'l-mâbud, VI, 272.

[1421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/385-388.

[1431

Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/388-389.
[144]

el-Fethü'r-rabbânî, XVII, 7.

[1451

bk. 2200 numaralı hadis-i şerif.

[1461

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/389.

[1471

Nevevî, Şerhü Müslim, X, 70-71.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/389.
[148]

Müslim, talak 16; Nesâî, talak 8.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/390.
[1491

Müslim, talak 15; el-Fethü'r-rabbânî, XVII, 336.

[150]

İbnu'l-Kayim, I'lamü'l-muvakkiîn, III, 49.

rışıı

el-Bakara (2), 229.

[1521

Mecmeü'z-zevâ'id, IV, 339; Beyhakî, es-Sünenü' 1 -kübra, VII, 257.

[1531

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/390-393.

[154]

Buhârî, Bedüt-vahyl, iman 41, nikah 5, talak 1 1; menakîbü'I-ensar 45, ıtk 6, hiyell 1; Müslim, imâre 155; Tirmizî, cihad 16; Nesâî, tahâre 59,
talak 24, eymân 19; İbn Mâce, zühd 26; Ahmed b. Hanbel, I, 25, 43.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/393.
11551

Nevevî, Şerhü'l-Müslim, XIII, 54.

11561

bk. 2481 numaralı hadis.

[1571

Aynı, Umdetu'l-Kâri, I, 28.

£1581

Mecmeu'z-zevâid, I, 61.

£1591

Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 118.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/394-395.
[160]

el-Bakara (2), 228.

T1611

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/396-398.

ri621

Buhârî, meğâzî 79; Müslim, tevbe 53; Tirmizî, tefsir sûre (9), 17; Nesaî, talak 18, 33; Ahmed b. Hanbel, III, 458.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/398.
[163J

Müslim, tevbe 53.

T1641

et-Tevbe, (9), 117.

11651

Tirmizî, tefsir sure (9), 17.

[166]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/399-400.

[167]

Ö.Nasuhî Bilmen, Hukuk-i Islamiyye, II, 188-189.

11681

es-Şuara (26), 4.

[169]

er-Rahman (55), 27.

[170]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/400-402.

[171]

Buharı, talak 5; Müslim, talak 26-30, reda 91, 95; Tirmizî, talak 4; Nesaî, nikah 2,22; İbn Mâce, talak 20; Dârimî, talak 5; Ahmed b. Hanbel, VI,
45, 47, 48, 153, 171, 173, 185, 202, 205, 239, 240, 248, 264, 274.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/402.
[172]

Müslim, talak 27.

[173]

el-Fethü'r-rabbânî, XVII, 8.

ri741

el-Ahzâb (33), 28-29.

[175]

Müslim, talak 29.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/403-404.
[176]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/404-405.

[1771

Tirmizî, talak 3; Nesaî, talak II, Beyhakî, es-Sünenü'I-kübra, VII, 349.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/405-406.
[1781

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/406-407.

[1791

Tirmizî, talak 3 .

11801

ÖN. Bilmen, Hukuku Islamiye ve Istılahat-ı Fıkhıyye Kamusu, XXV, 258-260.

11811

Muvatta, talak 12.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/407-408.
[1821

Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/409.
[183]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/409.

[184]

Tirmizî, talak 2; İbn Mâce, talak 19.

11851

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/410-41 1.

[186]

Dârekutnî, Sünen, IV, 33; Hâkim, el-Müstedrek, II, 199; Dârekutnî, Sünen, IV, 33.

[1871

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/41 1 .

[188]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/411-412.

[189]

Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, VII, 342.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/412.
[190]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/412.

£1911

Tirmizî, talak 2; ibn Mâce, talak 19.



[192]

bk. 2196 no'lu hadis.

[193]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/412-413.

[194]

Hakim, el-Müstedrek, II, 199.

[195]

Tekmiletu'l-Menhel, IV, 157.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/413-414.
[196]

Nesâî, talak 1 0.

[1971

el-Münteka Şerhü'l-Muvatta Ii'l-Bâci, IV, 6-7.

11981

Tirmizî, talak 2.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/414-415.
[1991

Buharı, eymân 15, talak II; Müslim, iman 201, 202; rü'ya 15; Tirmizî, talak 8, tefsir sure (2) 37; İbn Mâce, talak 14; Ahmed b. Hanbel, I, 255,
393,425,474,481,491.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/416.
12001

A. Hamdi Aksekili, Ahlak Dersleri, 53.

12011

Hasan Hüsnü Erdem, İlâhi hadisler, 33.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/416-417.
[2021

el-Bakara (2), 286.

12031

İbn Kudame, el-Muğni, VII, 241.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/417-418.
[2041

Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, VII, 366.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/419.
[2051

İbn Hacer, Fethül-Bari XI, 305.

[2061

Bilmen Ö. N., Hukuku İslâmiyye, II, 310.

[2071

İbn Hacer, Fethü'l-Bâri, XI, 305.

T2081

İbn Hacer, Fethü'l-Bâri, XI, 305.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/419-420.
[2091

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 8/420.

12101

Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, VII, 366.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/421.
[211]

İbn Hacer, Fethü'l-Bâri, XI, 305.

12121

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/421.

[2131

Buharî, enbiya 8, nikâh 12; Müslim, fedail 154; Tirmizî, tefsir sure (21); Ahmed b. Hanbel, II, 403.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/422-423.
[214]

el-Enbiya(21), 51.

[2151

el-En'âm (6), 76-79.

[2161

el-En'âm (6), 80-86.

[2171

Meryem (19) 42,49.

[218]

es-Şuara (26), 75,77.

[2191

es-Şuâra (26), 78, 81.

12201

el-Bakara (2), 258.

[2211

el-Enbiya (21), 57.

T2221

el-Enbiya (21), 58.

T2231

el-Enbiya (21), 66.



[2241

el-Enbiya (21), 68,70.

[2251

Buharı, buyu' 100; Tecrid-i Sarih Tercemesi, Hadis no: 1017.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 8/423-429.
f2261

Nevevî, Şerhu Müslim, XV, 124.

[2271

Nahl(14), 106.

[2281

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/429-430.

f2291

tbn Mâce, talak 25; Tirmizî, talak 20; Ahmed b. Hanbel, VI, 411; Darimî, talak 9.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/43 1-433.
f2301

Ö.N. Bilmen, Hukuk-i Islamiyye ve Istılahat-i Fıkhıyye Kamusu, II, 310, 312.

[23i]

el-Mücâdele (58), 3,4.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 8/433.
f2321

en-Nisâ (4), 92.

[2331

Tirmizî, talak 20.

[2341

İbn Kudame, Mugnl, III, 58.

[235]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/433-435.

[2361

el-Mücadele (58), 1.

[237]

Ahmed b. Hanbel, VI, 410; Beyhaki es-Sünenü'l-kübrâ, VII, 391.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 8/435-436.
[238]

el-Mücadele (58), 1,4.

[2391

bk. 2215 numaralı hadis.

F2401

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/436-438.

[241]

Ahmed b. Hanbei, VI, 410; Beyhaki, es-Sünenü'l-kübrâ, VII, 392.

[242]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/438.

[243]

Tirmizî, talak 20.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/438.
[244]

Tirmizî, talak 20.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/439.
[2451

Tirmizî, talak 20.

[2461

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/439.

[2471

Beyhaki, es-Sünenü'l-kübrâ, VII, 391.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 8/439-440.
[2481

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/440.

[2491

Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, VII, 392.

[2501

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/440-441.

[2511

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/441.

[2521

Beyhakî, es-Sünenii' 1 -kübrâ, VII, 382; Hakîm, el-Müstedrek, II, 481.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/441-442.
[2531

el-Mücâdele (58), 3-4.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 8/442.
[2541

Hakim, el-Müstedrek, II, 481; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, VII, 382.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/442.
[2551

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/443.



T2561

Nesâî, talak 33.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/443.
[2571

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/443-444.

[258]

Tirmizî, talak 1 9.

T2591

Tirmizî, talak 1 9.

T2601

el-Mücâdele (58), 3.

12611

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/444.

[2621

Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 8/445.
[263]

Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 8/445.
[264]

Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 8/445.
[265]

Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.

[266]

Nesaî, talak 33; Tirmizî, talak 19; îbn Mâce, talak 26, Hâkim el-Müstedrek, II, 204.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/446.
12671

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/446-447.

[268]

et-Tahrim (66) 1-2.

T2691

İbn Kudame, Muğnî, VII, 342, 344.

12701

el-Mücâdele (58), 3-4.

12711

Tirmizî, talak 19; Nesaî, talak 33; İbn Mâce, talak 26.

12721

el-Mücâdele (58), 2.

[273]

et-Tahrim (66), 1-2.

[274]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/447-450.

[275]

İbn Mâce, talak 21; Tirmizî, talak 11; Dârimî, talak 6; Beyhakî, es-Sünenü' 1 -kübrâ, VII, 316; Hakim, el-Müstedrek, II, 200.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/451.
[276]

Ö.N. Bilmen, Istılâhat-ı Fıkhiyye, II, 270.

[277]

el-Bakara (2), 229.

12781

Buharî, talak 12; Nesâî, talak 34.

12791

en-Nisâ (4), 35.

12801

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/451-452.

[281]

Nesâî, talak 34; ibn Mâce, talak 22; Muvatta, talak 31; Beyhakî, es-Sünenü' 1 -kübrâ, VII, 3 12.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/453.
12821

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/454.

12831

el-Bakara (2), 229.

[284]

en-Nisa (4), 4.

[2851

Muvatta, talak 32.

[2861

Zeyâî, Nasbu'r-râye, III, 344.

12871

en-Nisa (4), 20.

12881

Zeylaî, Nasbu'r-râye, III, 344.



T2891

el-Bakara (2), 229.

T2901

el-Bakara (2), 229.

[291]

el-Bakara (2), 230.

T2921

Darekutnî, Sünen, IV, 46; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, VII, 316.

[293]

Zeyiaî, Nasbu'r-râye, III, 243.

[2941

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/454-456.

[295]

Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, VII, 315.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 8/456-457.
[2%1

Buharı, talak 12; Nesaî, talak 34; îbn Mace, talak 22.

T2971

İbn Mace, talak 22.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/457-458.
f2981

el-Bakara (2), 229.

T2991

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/458-459.

f3001

Tirmizi, talak 10; Muvatta, talak 32-33; Hakim, el-Müstedrek, II, 206.

T3011

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/459-460.

[302]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/460.

[303]

el-Bakara (2), 229.

[3041

el-Bakara (2), 229.

T3051

el-Bakara (2), 229.

T3061

Buhari, talak 12.

[3071

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/460-461.

f3081

Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 8/461.
f3091

İbnu'ly-Kayyim, İ'lâmü'l-muvakkiîn, III, 218-219.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/461.
HM

Hatib Bağdâdî'nin tertibine göre Sünen-i Ebü Davud'un 1 4. cüzti buradan başlanmaktadır.

[3Ü1

Buhârî, talak 16; Tirmizi, reda 7; tbn Mâce, talak 29.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/462-463.
[3121

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/463.

[3131

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/463.

HM

Buharı, talak 16; Tinnizî, reda' 7; İbn Mâce, talak 29; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, VII, 45 1 .
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/464.
[315]

İbn Mâce, talak 29.

[3161

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/464.

[3171

Müslim, ıtk 9: Tirmizi, redâ 7; Nesaî, talak 31.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/464-465.
[318]

Nesâî, talak 3 1 .

[3191

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/465-466.

T3201

Müslüm, ıtk 9; Nesaî, talak 31.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/466.
[321]

İbn Hacer, Fethii'l-Bâri, XI, 329.



13221

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/466.

[323]

Buhari, ta lak 16; Tirmizî, reda' 7; Nesaî, talak 30; İbn Mâce, talak 29.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/467.
[3241

Beyhakî, es-Sünenü'I-kübra, VII, 223.

[325]

Aynî, Umdetu'l-Kâri, II, 267.

[326]

Nevevî, Şerhü'l-Müslim, X, 141.

13271

İbn Hacer, Fethü'l-Bâri, XI, 33 1.

T3281

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/467-468.

[329]

Tirmizî, reda' 7: Muvatta, talak 26; Ahmed b. Hanbel IV, 65; V, 78.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/469.
13301

İbn Hacer, Fethü'l-Bâri, XI, 330.

[3311

Tirmizî, reda' 7; Muvatta, talak 26; Ahmed b. Hanbel, IV, 65; V, 78.

13321

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/469-470.

[333]

Nesâî, talak 28, İbn Mâce, ıtk 10.

[3341

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/470-471.

[335]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/471.

[336]

Tirmizî, nikah 43.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/472.
[337]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/472.

13381

İbn Mâce, nikâh 60.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/472-473.
[339]

Mübârekmrî, Tuhfetu'l-ahvezi, IV, 296.

[340]

el-Fethü'r-rabbânî, XVI, 202. Hattabî'den naklen.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/473-474.
[341]

Tirmizî, nikah 43; ibn Mâce, nikah 60.

[3421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/475.

[3431

el-Mümtehine (60), 10.

[3441

Mecmeu'z-zevaid, IX, 213.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/476.
[345]

el-Bakara (2), 221.

13461

Tirmizî, reda' 43; el-Fethu'r-rabbanî, XVI, 201.

[3421

el-Fethu'r-rabbanî, XVI, 202.

13481

tirmizî, reda' 43.

13491

İbn Hacer, Fethü'l-Bâri, XI, 343.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/476-477.
13501

ibn Mâce, nikah 40; Beyhakî, es-Sünenü'I-kübra, VII, 183.

[3511

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/478.

[3521

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/479.

[3531

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/479.

[3541

Beyhakî, es-Sünenü' 1 -kübra, VII, 183.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/479-480.



T3551

el-Fethu'r-rabbanî, XVI, 199; Hakim, Müstedrek, II, 193; Beyhakî, es-Siinenü'l-kübra, VII, 181.

[356]

en-Nisâ (4), 3.

T3571

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/480.

13581

İbn Mâce, nikah 39; Tirmizî, nikah 34; Ahmed b. Hanbel, IV, 232.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/480-481.
[3521

en-Nisâ (4), 23.

T3601

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/481.

[361]

Nesâî, talak 52; İbn Mâce, ahkâm 22.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/482-483.
[362]

en-Nisa(4), 141.

T3631

İbn Mâce, ahkam 22.

[3641

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/483.

[365]

Sâd (38), 78.

T3661

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/484.

[367]

Buharı, Salât 44, tefsir sûre 24 talak 29, ahkâm 18; Müslim, liân 1,3; Nesâî, talâk 7; İbn Mâce, talâk 27; Dârimî, nikâh 39; Muvatta, talâk 34;
Ahmed b. Hanbel, I, 265; V, 331.
T3681

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/484-486.

[369]

en-Nûr (24), 6-9.

[370]

Davudoğlu, A. Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, VII, 517-518.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/486-487.
[371]

Nevevî, Şerhu Müslim, X, 21.

[372]

Bk. Davudoğlu, A. Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, VII, 523-524.

[373]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/487-490.

[374]

Ahmed b. Hanbel, V, 335.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/490.
[375]

Nesâî, talâk 36.

[376]

el-Fethu'r-rabbanî, XVII, 31.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/490-491.
[377]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/491.

[378]

bk. İbn Hacer, Fethü'l-Bâri, XI, 370.

13791

bk. 2273 numaralı hadîs.

13801

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/491-492.

[38U

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/492.

[382]

Buharı, tefsir sûre (24), talâk 30, hudûd 43, i'tisam 5; ibn Mâce, talâk 27; Ahmed b. Hanbel, V, 334.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/492.
[383]

bk. Nesâî, talâk 37.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/492-493.
[3841

Buhârî, tefsir sûre (24).
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/492-493.
[3851

Beyhakî, es-Sünenü'l-kübra, VII, 401.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/493-494.
13861

bk. Miras Kâmil, Tecrid-i Sarili Tercümesi, XI, 159-160.



[3821

bk. İbn Hacer, Fethü'l-Bâri, XI, 369.

T3881

İbn Kudâme, Muğni, VII, 412.

[3891

Aynî, el-Binâye, IV, 740-743.

[3901

İ'lâü's-sünen, II, 240.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/494-496.
[3911

Beyhakî, es-Sünenü'l-kübra, VII, 40 1 .
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/496-497.
f3921

bk. Dârekutnî, Sünen, III, 275.

[3931

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/497.

[3941

Buhârî, tefsir sûre (23), 2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/497-498.
[3951

bk. Aynî, Umdet-ül-kârî, XIX, 77.

[3961

bk. Nevevî, Şerhu Sahîh-i Müslim, X, 123.

[3971

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/498-499.

[3981

en-Nûr (24), 6.

T3991

Müslim, liân 10; tbn Mâce, talâk 27.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/499-501.
ROOl

en-Nûr, (24), 4.

[40U

en-Nûr, (24), 8-9.

T4021

en-Nûr, (24), 8-9.

[4031

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/501-502.

r4041

en-Nûr, (24), 6.

[405J

Buhârî, tefsîr Sûre (24), 1,3; Tirmizî, tefsîr Sûre (24), 3; îbn Mâce, talâk 27; Ahmec b. Hanbel, I, 239; V, 294.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/502-504.
[4061

en-Nûr (24), 4-5.

T4071

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/504-505.

f4081

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/505.

[4091

Nesâî, talâk 40.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/505.
[4101

bk. el-thtiyâr Tercümesi, s. 233.

[üil

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/506.

[412]

en-Nûr, (24), 6-7.

[4131

Ahmed b. Hanbel, I, 239; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübra, VII, 409; Tayalisi, Müsned, s. 347; Hakim, el-Müstedrek, II, 202.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/506-509.
[4141

et-Tevbe(9), 118.

[4151

bk. İbn Hacer, Fethü'l-Bâri, XI, 378.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/509-510.
[4161

en-Nûr, (24), 8.

[im

en-Nûr, (24), 2.

[4181

M. Zihnî Efendi, Nî'met-i İslâm, II, 223.

[4191

Buhârî, talâk 3 1 .



T4201

bk. Eş-Şeyh Ahmed, eş-Şerhu'l-kebîr, II, 459.

[421]

en-Nûr (24), 6.

T4221

İbn Kayyim, Zadu'i-Meâd, IV, 95.

[4231

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/511-514.

[424]

Bühârî, talâk, 3, 53; Müslim, Hân 5; Nesâî, talâk 44; Ahmed b. Hanbel, II, 11.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/514-515.
[4251

en-Nûr, (24), 6.

[4261

bk. Nevevî, Şerh-u Müslim, II, 105-126.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/515.
[4271

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/515.

14281

Buhârî, talâk 33,53; Nesâî, talâk 41; Ahmed b. Hanbel, II, 1 1 .
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/516.
[429J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/516.

[4301

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/516-517.

[4311

Buhârî, nikâh 36, talâk 35, ferâiz 17; Müslim, liân 8: Tirmizî, talâk 22; Nesâî, talâk 45; Ibn Mâce, talâk 47; Dârimî, nikâh 39; Muvatta, talâk 35;
akdiye 21; Ahmed b. Hanbel, II, 38, 64, 71, 126.
[4321

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/517.

[4331

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/518-519.

[4341

Buhârî, talâk 26, hudûd 41, 1'tisâm 12; Müslim, Hân 18, 20; Tirmizî, velâ 4; Nesâî; talâk 46; îbn Mâce, nikâh 58; Ahmed b. Hanbel, II, 233, 237,
239, 279.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/519-520.
[4351

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/520.

[4361

Ta'riz hakkında bilgi için bir numara sonra gelecek olan hadîsin şerhine bakılabilir.

[4371

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/520-521.

[4381

Müslim, Hân 19.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/521.
[4391

bk. Tâhir Olgun, Edebiyat Lügati, 161.

r4401

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/521-522.

[441]

Müslim, Hân 20.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/522.
[4421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/522-523.

[4411

Nesâî, talâk 47; İbn.Mâce, ferâiz 13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/523.
f4441

Mecmeu'z-zevâid, V, 15; el-Fethu'r-rabbanî, XVII, 42, Ahmed b. Hanbel, III, 440.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/524.
14451

Ahmed b. Hanbel, I, 362.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/524-525.
f4461

bk.el-Fethu'r-rabbanî, XVII, 18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/525.
[4421

İbn Mâce, ferâiz 14; Dârimî, ferâiz 45; Ahmed b. Hanbel, III, 181,219.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/525-527.
f4481

el-Azîmâbâdî, Avhü'I-Ma'bûd, VI, 357.

T4491

el-İhtiyâf Tercümesi, 255.

[450]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/527.



[451]

Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/527-528.
[452]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/528.

[453]

Buhari, feraiz 5; Nevevi, Şerhu Müslim, II, 52; el-Mubarekfuri, Tuhfetü'l-ahvezi, III, 180.

[454]

Bk. 2907 numaralı hadis.

[455]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/528-529.

14561

Buhârî, ferâiz, 31; Müslim, reda' 39; Tirmizî, velâ 5; Nesâî, talâk 51; İbn Mâce, ahkâm 21; Ahmedb. Hanbel, VI, 86, 226.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/7-8.
[4571

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/8.

[458]

Buhâri, ferâiz 31; Müslim, redâ 38; Nesâî, nikâh 51.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/8-9.
[459]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/9-10.

r4601

el-İsrâ(17), 36.

[461]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/10-11.

[462]

Nesâî, talâk 50; el-Fethu'r-rabbani, XVII, 38.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/11-12.
[463]

İbn Mâce, ahkâm 1 .

T4641

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/12.

[465]

Nesâî, talâk 50; İbn Mâce, ahkâm 20; Ahmed b. Hanbel, IV, 373.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/13.
14661

Nesâî, talâk 50.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/13-14.
14671

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/14.

f4681

Usûl hakkında ayrıntılı bilgi için 2267 numaralı hadise bakılabilir.

[469]

Günümüzde ilmî metodlarla çocuğun nesebini tayîn etmek bir mesele olmaktan çıkmış ve dolayısıyla bu mesele kesin bir şekilde halledilmiştir.

[470]

Şevkânî, Neylu'l-evtâr, VI, 316-317.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/15-16.
[471]

Buhârî, nikah 36.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/17-19.
[472]

en-Nisa (4), 25.

[473]

bk. Darekutnî, Sünen, III, 218.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/19.
[474]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/19-20.

[475]

Buharı, vesâyâ 4; büyü 3, 10; meğâzî 53; ferâiz 18, 28; hudûd 23; ahkâm 29; Müslim, veda, 36, 38; Tirmizî, redâ 8; vesâya 5; Nesâî, Talak 48;
İbn Mâce, nikâh 59; vesâya 6: Darîmî, nikâh 41; ferâiz 45; Muvatta, akdiye 20; Ahmed b. Hanbel I, 59, 65, 104; IV, 186, 187, 238, 239; V, 267, 326;
VI, 129,200,237,247.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/20-21.
[476]

Ahmet b. Hanbel, I, 193,

[4771

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/21-22.

[478]

Nevevî, Şerhu Müslim, X, 37.

[479]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/22-23.

r4801

Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/24.



[481]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/24.

[482]

el-Fethu'r-rabbânî, XVII, 36.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 9/24-26.
[483]

en-Nisâ (4) 25.

14841

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/26.

[485]

Ahmed b. Hanbel, II, 182; Beyhakî, es-Sünenü'l -kübrâ', VIII, 4; Hakim, el-Müstedrek, II, 207.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 9/26-27.
14861

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/27.

[487]

Muvatta', vasiyye, 6.

[488]

İbnu'l-Kayyım, Zadu'l-Meâd, IV, 123

14891

bk. tbnü'I-Kayyim, Zadu'l-Meâd, IV, 122.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 9/27-29.
[490]

Nesâî, fey 1, talak 52; Dârimi, talak 16; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ', VIII, 3.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 9/29-30.
[491]

bk. Tekmiletu'l-Menhel, IV, 288.

[492]

İbn Kudâme, el-muğnî, VII, 615.

14931

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/31-32.

14941

Beyhakî, es-Sünenü'l -kübrâ', VIII, 6.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/32-33.
[495]

Buhârî, Meğâzî 43 .

14961

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/34-35.

14971

bk. 2276 numaralı hadis.

14981

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/35-37.

14991

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/37.

15001

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/37.

[50ü

Ahmed b. Hanbel, 1,98.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 9/37-38.
[5021

Sehârenfurî Bezlü'l-Mechûd, XI, 22.

15031

ez-Zeylâî, Nasbu'r-Râye, III, 266.

[5041

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/38-39.

[505]

Beyhakî, es-Sünenü'l -kübrâ', VII, 414.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 9/40.
[506]

Bakara (2), 228.

[5071

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/40-41.

[508]

Talâk (65), 4.

[5091

Bakara (2), 234.

[5M

el-Bakara (2), 228.

rşııı

İbn Kayyım, ZâduT-Meâd, IV, 209-210.

[512J

Meşâhir-u'n-nisâ I, 46-47.

[513]

Tefsîru İbn Kesîr, I, 532.



[514]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/41-43.

[515]

el-Bakara (2), 228.

[5161

el-Talâk (65), 4.

[517]

Nesâî, talak 75.

[5j8]

el-Ahzab (33), 49.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 9/43-44.
[5191

et-Talâk (65), 4.

[5201

et-Talâk (65), 4.

[521]

el-Ahzâb (33), 49.

[5221

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/44-45.

[5231

el-Bakara (2), 228.

[5241

et-Talâk (65), 4.

[5251

et-Talâk (65), 1.

[5261

et-Talâk (65), 4.

[5271

Ruhu'l-Meanî, IX, 88.

[5281

el-Hâzîn, LubâbuT-te'vîl, IV, 300.

[5291

İbn Rüşd, Bidâyetu'l-Müctefaîd, II, 75-76.

[İM

el-Ahzâb (33), 49.

[5311

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/45-48.

[5321

Dârîmi, talâk 2.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/48-49.
[5331

Haşiyetü's-Sâvî alâtefsîri'l-Celâleyn, IV, 2 1 9

[5341

Tahrim (66), 3.

[5351

Mecmeu'z-zevâid, IX, 245.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/49-50.
[5361

Bakara (2), 228.

[5371

bk. Kurtubî, el-Câmi'liahkâmiT -Kurân, III, 120.

[5381

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/50.

[5391

Müslim, talâk 37-54; Nesâî, nikâh 22, talâk 15; Muvatta, talâk 67; Dârimî, nikâh 7; Ahmed b. Hanbel V!, 412; Tirmizi, talâk 5; İbn Mâce, talâk

10.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/50-52.
[5401

Nevevî, Şerhu Müslim, X, 95.

[5411

et-tahavî, Şerh meâni' 1 -âsâr, II, 38.

15421

Müslim, talâk 48.

[5431

Müslim, talâk 41.

[5441

en-Nûr (24), 30.

[5451

en-Nûr (24), 31.

[5461

Buhârî, libâs 19; ibn Mâce, libas 1.

[5471

Davudoğlu, A., Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, VII, 483.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/52-54.



T5481

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/54.

[5421

Müslim, talâk 38; Ahmed b. Hanbel, VI, 413.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 9/55.
r5501

Müslim, talâk 48.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 9/55-56.
[551]

el-Bakârâ (2), 235.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 9/56.
[552]

Tahavî, Şerhu meâniT-âsâr, II, 37.

[553]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/57.

[554J

Müslim, talâk 39; Ahmed b. Hanbel, VI, 413.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/57-58.
[555]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/58.

15561

Müslim, talâk 44, İbn Mâce, talâk 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/58.
[5571

et-Talak (66), 6.

[558]

el-Bakara (2), 241.

[559]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/58-59.

15601

Müslim, talâk 40; Nesâî, talâk 70.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/59-60.
[56U

Müslim, talâk 53; Nesâî, talâk 70; İbn Mâce, talâk 9.

[5621

Müslim, talâk 40.

[5631

Ahmed b. Hanbel IV, 416.

15641

Nesâî, talâk 70.

15651

bk. 2291 no'Iu hadis.

[5661

et-Talâk (65), 1.

[5671

Nesâî, talâk 70.

[5681

Davudoglu, A., Selâmet Yollan, III, 426-427.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/60-61.
[5691

et-Talâk (65), 1.

[5701

Buhârî, talâk 41; Müslim, talâk 40, 41; Ahmed b. Hanbel, VI, 415; Beyhakî, es-Sünenül-kübrâ, VII, 472.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/62-64.
[5711

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/64.

[5721

et-Talâk (65), 6.

15731

et-Talâk (65), 1.

[5741

et-Talâk (65), 6.

[5751

et-Talâk (65), 6.

15761

bk. Tirmizî, talâk 5.

[5771

et-Talâk (65), 1 ; Ayrıca bk. Müslim, talâk 46.

[5781

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/64-66.

[5791

Müslim, talâk 46; Tirmizî, talâk 6; Nesâî, talâk 70; Darimî, mukaddime 24; talâk 1; Muvatta, kader 3; Ahmed b. Hanbel, I, 75; III, 212, 286; IV,
206; V, 30.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/66-67.



[580]

et-Talâk (65), 1.

[58U

Nesâî, talâk 70.

[582]

bk. Tahâvî, Şerhu Meâni 1 1 -âsâr, HI, 65.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/67-68.
[583]

Buhârî, talâk 42; îbn Mâce, talâk 9.

[5841

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/68.

[585]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/68-69.

[586]

Müslim, talâk 54.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/69.
[587]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/69.

15881

Beyhakî, es-Sünenu'l-kübrâ, VII, 433.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/70.
[589]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/70.

15901

Müslim, talâk 52-54; Buhârî, talâk 41.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/70-71.
[591]

ibn Hâcer; FethuT-Barî, XI, 403.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/71.
[592]

Tahâvi, Şerhti Meâni'l-âsâr, II, 40. Beyhâkî, es-Sünenu'l-kübrâ, VII, 433.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/72.
[593]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/72-73.

[594]

İbn Mâce, talâk 9; Nesâî, talâk 71; Müslim, reda' 122, talâk 57; Dârimî, talâk 14; Ahmed b. Hanbel, 1 1 1, 321.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/73-74.
[595]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/74.

[596]

et-Talâk (65), 1.

[5971

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/74-75.

[5981

el-Bakârâ (2), 240.

[5991

Nesâî, talâk 69.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/75-76.
[6001

en-Nisâ (4), 12.

[60M

el-Bakârâ (2), 234.

r6021

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/76.

[6031

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/76-77.

16041

Buharı, cenâiz 31, hayz 12, talâk 46-49; Müslim, talâk 58; Tirmizî, talâk 18; Nesâî, talâk 58-59; İbn Mâce, talâk 35; Dârimî, talâk 12, 13;
Muvatta', talâk 101-102; Ah-medb. Hanbel, VI, 37, 184, 249, 281, 286, 287, 324, 325, 326, 408, 426.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/77-79.
r6051

Davudoğlu, A. Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, 7/506-509.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/79-82.
[6061

Tirmizî, talâk 23; Nesâî, talâk 60; İbn Mâce, talâk 8; Dârimî, talâk 14; Muvatta,talâk 87; Ahmed b. Hanbel, VI, 370.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/82-84.
[6071

el-Bakârâ (2), 235.

r6081

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/84.

[6091

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/84-85.

[6101

el-Bakârâ (2), 240.



[611]

el-Bekârâ (2), 240.

[612]

el-Bakârâ (2), 240.

[6j3]

el-Bakârâ (2), 240.

[6141

Nesâî; talâk 61; Buhârî, talâk 50.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/85-86.
[615]

en-Nisâ(4), 12.

[616]

el-Bakârâ (2), 234.

[617]

Tefsîru tbn Kesir, I, 588. Görülüyor ki İbn Kesir bu mevzuda Cumhura ulemâdanfarklı bir görüşe sahiptir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/86-87.
[618]

en-Nisâ (4), 12.

16191

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/87.

16201

Buharî, hayız 12, talâk 48, 49; Müslim, talâk 67; Nesâî, talâk 64; tbn Mâce, talâk 35; Dârîmi, talâk 13; Ahmed b. Hanbel, V, 85; VI. 408.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/88-89.
[62U

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/89.

[622]

Nevevî, Şerhu Müslim, X, 118.

[623]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/89-90.

[624]

Ahmed b. Hanbel, V, 85.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/90-91.
[625]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/91.

16261

Nesâî, 64-65, Ahmed b. Hanbel, VI, 302.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/91-92.
[6271

Ahmed b. Hanbel, VI, 369; Davudoğlu, Selâmet Yollan, III, 430.

[6281

Davudoğlu, Selâmet Yollan, III, 430.

[629J

Davudoğlu, Selâmet Yollan, III, 430.

[630]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/92-93.

[63U

Nesâî, talâk 66.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/93-94.
[632]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/94-95.

16331

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/95.

16341

Buhârî, talâk 39; Müslim, talâk 56; Nesâî, talâk 56.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/95-97.
[6351

Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, VII, 501-502.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/97.
[6361

el-Bakara (2), 234.

[6371

et-Talâk (65), 4.

[6381

Nevevî, Şerh-u Müslim, X, 109.

[6391

Kurtubî, el-Câmi'li-ahkâmi' 1 -Kur'an, III, 175.

[6401

îbn Hacer, Fethu'1-Bâıi, XI, 399.

[6411

Kurtubî, el-Câmi'li-ahkâmi' 1 -Kur'an, III, 175.

[6421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/97-99.

[6431

el-Bakara (2), 234.



16441

Nesâî, talâk 56; îbn Mâce, talâk 7.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/99.
[6451

et-Talâk (65), 4.

16461

el-Bakara (2) 234.

[6411

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/99-100.

[6481

İbn Mâce, talâk 33; Ahmed b. Hanbel, IV, 203.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/100.
16491

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/100-101.

[6501

el-Bakara (2), 234.

[651]

Muvatta, talâk 92.

16521

el-Hidâye, II, 29; Aynî, el-Binâye, IV, 769.

16531

el-Bedâyî, III, 193; Zeylâî, Nasbu'r-râye, III, 258.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/101.
16541

Buhârî, şehâdet 3, talâk 4, libâs 6, 23, edeb, 68; Müslim, talâk 1, 2, 4, 5; Tirmizî, nikâh 27; Nesâî, nikâh 43, talâk 9, 10, 12; îbn Mâce, nikâh 32;
Dârimî, talâk 4; Muvatta; nikâh 17, 18; Ahmed b. Hanbel, I, 214; II, 25, 62, 85, 279; III, 284; VI, 24, 37, 38, 42, 96, 193, 226, 229.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/102.
16551

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/102-103.

16561

bk. el-Câmi' li-ahkâm-H-Kur'ân III, 148.

[6571

Aynî, el-Binâye, IV, 617.

16581

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/103-104.

[659J

el-Furkan (25), 68; Buhârî, Tefsir sûre (2), 3; (25), 2, edeb 20, hudûd 20, diyat 1, tevhîd 40, 46; Müslim, imân 141, 142; Tirmizî, tefsir sûre (25)
1, 2, Nesâî, eymân 6, tahrîm4; Ahmed b. Hanbel, I, 280, 431, 434, 462, 464.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/104-105.
16601

Aliyyu'l-Kâri, Mirkâtu'l-Mefâtih, I, 102.

[6611

Müslim, birr 60.

[6621

el-İsrâ(17), 23.

T6631

Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, I, 366-367.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/105-107.
16641

Lokman (31), 13.

[6651

en-Nisâ (4), 48.

T6661

en-Nisâ (4), 93.

[6671

en-Nisâ (4), 48.

16681

Ahmed b. Hanbel, VI, 8.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/107.
16691

en-Nûr(23), 33.

16701

Müslim, tefsir 27.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/108.
[67T[

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/108.

[6721

en-Nûr(24), 33.

[673J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/109.

[6741

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/109.



I. TEMİZLİK BÖLÜMÜ

Ebû Dâvûd'un Sünen 'inin Rivayet Senedi
Temizlik Çeşitleri:

a. Ruh Temizliği

b. Beden Temizliği

c. Çevre Temizliği

1. Abdest Bozarken Uzak Bir Yere Çekilmek

2. Küçük Abdest Bozmak İçin Yer Aramak

3. Helaya Girmek İsteyenin Yapacağı Dua

4. Abdest Bozarken Kıbleye Yönelmenin Mekruh Oluşu

5. Abdest Bozarken Kıbleye Yönelme Veya Sırtını Dönme Ruhsatı

6. Abdest Bozarken Nasıl Soyunmak Gerekir?

7. Abdest Bozarken Konuşmanın Mekruh Oluşu

8. Küçük Abdest Bozarken Selam Alınır Mı?

9. Abdesti Olmayanın Allah'ı Anması

10. Üzerinde Allah Yazılı Yüzükle Helaya Girmek

11. Sidikten Temizlenme (İstibra)

12. Ayakta Küçük Abdest Bozmak

13. Kişinin Geceleri Bir Kaba Küçük Abdest Bozması Sonra Onu Yanına Koyması

14. Nebî (S.A.) ' nin Küçük Abdest Bozmayı Yasakladığı Yerler

15. Banyolarda Abdest Almak

16. Delik Ve Çatlaklara Küçük Abdest Bozmak

17. Kişinin Heladan Çıktıktan Sonra Ne Söyleyeceği?

18. İstibra Ederken Erkeklik Organına Sağ El İle Dokunmanın Keraheti

19. Abdest Bozarken Gizlenmek

20. Taharette Kullanılması Yasaklanmış Olan Şeyler

21. Taşlarla Taharetlenmek

22. İstibrâ

23. Su İle İstincâ (Taharetlenme)

24. Taharetten Sonra Eli Toprağa Sürmek

25. Misvak Kullanmak

26. Misvakın Nasıl Kullanılacağı

27. Başkasının Misvağını Kullanmak

28. Misvağı Yıkamak

29. Misvak Kullanmak Fıtrat (Yaratılış) İcâbıdır

30. Geceleyin (Namaza) Uyanan Kişinin Misvak Kullanması

31. Abdestin Farziyeti

32. Abdest Üzerine Abdest Almak

33. Suları Pisleyen Şeyler
34 Buzâ'a Kuyusunun Suyu

35. Suyun Cünüp Olmayacağı

36. Durgun Suya Küçük Abdest Bozmak

37. Köpeğin Artığı İle Abdest Almak

38. Kedi Artığı

39. Kadının Abdest Suyu Artığı İle Abdest Almak

40. Kadın Ve Erkeğin Birbirinin Abdest Artığı Su İle Abdest Almalarının
Nehyedilmesi

41. Deniz Suyuyla Abdest Almak

42. Nebîz (Şıra) İle Abdest Almak

43. Abdesti Sıkışık Kişi Bu Halde Namaz Kılabilir Mi?



44. Abdest İçin Yeterli Su Miktarı

45. Abdest Suyunda İsraf

46. Noksansız Abdest Almak

47. Tunçtan Yapılmış Kaplardan Abdest Almak

48. Abdeste Baslarken Besmele Çekmek

49. Yıkamadan Elini Su Kabına Daldıran Kimse

50. Elini Yıkamadan Önce Su Kabında Dolaştırmak

51. Peygamber (S.A.)'in Abdest Alış Şekli



I. TEMİZLİK BÖLÜMÜ



Ebû Dâvûd'un Sünen'inin Rivayet Senedi

- Bize imam ve Hafız Ebû Bekr Ahmed b. Ali b. Sabit el-Hatîb el-Bağdâdî (463/1071)
haber verdi. (Dedi ki);

- Bize tmam ve Kadı Ebû Amr el-Kâsım b. Ca'fer b. Abdulvâhid el-Hâşimî (413/1022)
rivayet etti. (Dedi ki);

- Bize Ebû Ali Muhammed b. Ahmed b. Amr el-Lu'laî (333/944) rivayet etti. (O da
dedi ki);

- Bize Ebû Davud Süleyman b. el-Eş'as es-Sicistânî 275 senesi Mu-harrem'inde

[2] [3]

rivayet etti ve şöyle dedi:

Kitap ve Sünnette teşvik edildiği için, musannif Ebû Dâvud Sü-nen'ine besmeleyle
başlamıştır. İmam Mâlik'in Muvatta'mda Abdur-rezzak'ın Musannef inde, îmam
Ahmed'in Müsned'inde ve BuhârF-nin Sahih'inde görüldüğü gibi hamdele ve salvelede
bulunmamıştır.

Her ne kadar Deylemî'nin Hz. Ebû Hureyre'den rivayet ettiği ham-delesiz ve salvelesiz
başlanılan önemli işlerin sonuçsuz ve bereketsiz kalacağına dair:
"Allah'a hamdedilmeden ve bana salât getirilmeden başlanılan her önemli iş, sonuçsuz
güdük (hayırdan) kesik, bereketten yoksundur"

anlamında bir hadis-i şerif varsa da Hafız er-Ruhâvî (612/1215) bu hadisin garib ve
zayıf olduğunu söylemiştir.

Musannifin Hz. Ebû Hureyre'den naklettiği "Allah*a hamd ile başlanmayan her

141

önemli iş güdük, (hayırdan kesiktir" ve "Şehâdet ile başlanmayan her hutbe kesik el
151

gibidir" anlamındaki hadis-i şeriflere gelince, bunların sahih ve delil olma niteliği
taşıdıkları kabul edilebilse bile; bunlarda, bir eser yazarken onun başına hamdele, sal-
vele ve şehâdetin yazılmasına delâlet eden bir mânâ bulunmamaktadır. Binaenaleyh
bir eser yazarken başına hamdele, salvele ve şehâdetin konulmasını gerektiren açık bir
emir yoktur. Fakat yine de bu hadisler nazar-ı itibara alınarak hamdele, salvele ve
şehâdet dil ile sösfenir, nitekim Hatîb'in zikrettiğine göTe, tmam Ahmed hadis
yazarken dili ilç satavât getirir, fakat salavâtı yazmazrmş. Belki de bu âlimler, hamde-
le, salvele ve şehâdetin sadece hutbelere ait olup kitap yazmakla flgili olmadığı
görüşüne sahiptiler.

Öte yandan Resûl-i Zişân Efendimiz'in, kırallara yazmış olduğu mektuplara
besmeleyle başlamakla yetinip hamdele, salvele ve şehâ-deti yazmaması da bu

M

ihtimali kuvvetlendirmektedir.

Fıkıh kitablannda açıklandığı üzere besmele, "bismillah" (Alla'm adıyla) veya
"bismillahir-rahmanir-rahim" (Rahman ve Rahîm olan Allahm adıyla) cümlesinden
ibarettir. Besmele, "Berâe (Tevbe)" Sûresi hâriç, bütün sûrelerin başında yer alır.
Ayrıca Nemi Sûresi'nin 30. âyetinde de, âyetin bir bölümü olarak yer almaktadır.
Dinimiz, mânevi temizlik olan inanç meselesine ne kadar önem vermişse maddi



121

temizliğe de o derece önem vermiştir. Peygamberimiz "Temizlik imanın yansıdır"

£81

buyurarak temizliğin, müminlerin hayatındaki yerini belirtmiştir.
Temizlik Çeşitleri:

Temizlik ruh, beden ve çevre temizliği olarak üçe ayrılır:

a. Ruh Temizliği

Ruh temizliğinin birini derecesi, kalbin bâtıl inançlardan temizlenmesiyle kazanılır.
İkincisi ise, haset, kibir, riya, hırs ve düşmanlık gibi kötü duygulardan kalbi
arındırmakla elde edilir. Tevazu, kanaat ve sevgi, kalbten bu kötü duyguların
atılmasıyla kazanılır.

Kur' ân, ruh ve kalb temizliği hususunda şöyle buyurur: "İnsanların kabirlerinden
kalkacakları o gün, ne mal fayda verir ne de oğullar. Ancak Allah'a selim bir kalb ile

" m

varan müstesna."

b. Beden Temizliği

Bu hususta Peygamberimizin pek çok hadisi vardır. Bunlardan iki tanesi şöyledir:

£101

"Cuma günü yıkanmak her bfittg olan kimseye vft-clb (gibi)dir."

Besmele, yerine göre mendub, sünnet veya vacibtir. Bunun yanında: "üzerlerine

fiil

Allah'ın ismi anılmayanlardan yemeyin." âyet-i kerimesi gereğince, kasten
besmele çekilmeden boğazlanan bir hayvanın etinden yemek haramdır. Abdest alırken
besmele çekmek sünnet, zina etmek, şarap içmek gibi kesin haram olan işlerin başında
besmele cekmekse, haramdır.

Görünen ve görünmeyen pisliklerden arınma demek olan temizlik, ibadetin temel
şartlarından biridir.

İslâm Dini, insanın maddî-mânevî bütün kirlerden temizlenmesini ister.

£121

Peygamberimize "Oku!" âyetinden sonra, ikinci olarak gelen âyet, temizlenme ile

[131

ilgilidir; "Elbiseni temizle"

Kur'ân-i Kerîmin bir çok âyetinde temizliğe teşvik edildiği gibi, başlı başına temizliği
emreden âyetler de çoktur:

"Şüphesiz ki, Allah çok tevbe edenleri de sever, (pisliklerden) temizlenenleri de

£141

sever." Yine Mâide Sûresinin 6. âyetinde, ibâdet yapabilmek için şart olan abdest,
gusül ve teyemmümün lüzumu ve şekli" anlatıldıktan sonra, "Allah'ın, kullan arıtmak
istediği" kaydedilir.

Diş temizliği ile ilgili diğer hadiste de şöyle buyurulur: "Ümmetime (yahut insanlara)
güçlük verecek olmasaydım, onlara, her namaz vakti mutlaka dişlerini, misvakla



£151

temizlemelerini emrederdim."

Cemiyet içerisinde iyi bir tesir meydana getirebilmek için mutlaka kıyafetin temiz ve
intizamlı olması gerekir. Kıyafetimiz ruhumuzun aynasıdır. Ağırbaşlı bir kıyafet,
mutlaka bize karşı bir saygı uyandıracaktır. İşte bunun için Kur'ân-i Kerîm şöyle

061

buyurur: "Ey âdem oğullan, her mescide gelişte güzel elbisenizi giyiniz."
c. Çevre Temizliği

Bir müslüman, çevresinin temizliğine de son derece dikkat eder. Zira pislikler,
çevremizden evimize, evimizden vücudumuza, vücudumuzdan da ruhumuza akseder.
Evin, sokağın ve işyerinin temizliği, kişinin temizliğe karşı hassasiyetini gösterir.
Çeşmelerin, kuyuların, dere sularının ve deniz sahillerinin temiz tutulması insanın
görevi olmalıdır. Zira Peygamberimiz yollardan sıkıntı âmillerini gidermeyi iman

UZL

gereği saymıştır.

Bu mevzuda İmam Gazzalî şöyle der; temizliğin dört mertebesi vardır:

a. Dışı abdestsizlikten, pisliklerden temizlemek

b. Azaları kötülüklerden ve günahlardan temizlemek.

c. Kalbi yerilen huylardan ve pis duygulardan arındırmak.

d. İç bünyeyi, Allah'tan başka her şeyden pâk etmek.

Bu dördüncüsü, peygamberlerin ve siddîklerin mertebesidir. Kulun bu yüksek
dereceye ulaşması, ancak alt tabakaları geçtikten sonra mümkün olur. Kul iç bünye
temizliğine, kalbini kötü sıfatlardan temizleyip güzel hasletlerle donatmadıkça
erişemez. Kalb temizliğine de organlarını kötülüklerden temizlemeyen ve ibâdetlerle
onarmayanlar vasıl olamazlar.

Elde edilmek istenen şey, kıymetli ve değerli olduğu zaman, onu elde etme yollan
güçleşir, engeller çoğalır. Sanma ki, bu iç bünyeyi temizleme işi akılla elde edilir.
Evet, iç gözü bu mertebeler arasındaki farkı görmekten kör olan kimse, taharetten,
ancak gaye olan meyvenin içini, Özünü değilde, o meyvenin kabuğu seviyesindeki en
aşağı mertebeyi, dış temizliğini anlar, yalnız kabuğa bakar. Bütün vakitlerini iyi
taharet etmekle, elbisesini temizlemekle, dışını pâk etmekle, bolca akan sular
aramakla geçirir. Vesvesenin etkisi ve akim hayal gücüyle istenilen gerçek temizliğin

£181

sadece bu olduğunu sanır.
I- Temizlik Bölümü

1. Abdest Bozarken Uzak Bir Yere Çekilmek

£191

l....el-Muğîre b. Şu'be 'den demiştir ki; "Peygamber sallella-hü aleyhi veseliem

1201

abdest bozacağı zaman (halkın gözünden) uzaklaşırdı"



Açıklama



Bu hadis-i şerif, abdest bozmak isteyen bir kimsenin, insanların kgjKjjgini
göremeyecekleri, abdest bozma esnasında hasbelbeşer kendisinden çıkacak sesleri
işitmeyecekleri ve kokulan duymayacakları kadar uzaklaşamısımn, abdest bozmanın
edeplerinden olduğuna delâlet etmektedir.

Abdest bozmak için, insanların gözlerinden uzak, tenhâ bir yeri seçmekle bu edeb
yerine getirilmiş olabileceği gibi, abdest bozan kimseyi insanların gözünden
koruyacak ve kendisinden çıkacak sesleri ve pis kokulan insanların işitip rahatsız
olmalarına imkân vermeyecek şekilde özel olarak inşa edilmiş tuvaletlere gitmekle de
yerine getirilmiş olur. Çünkü Resûl-i Ekrem Efendimizin abdest bozmak için böyle
halkın gözlerinden uzak yerleri seçmesinin sebebi önce, Allah'ın "mükerrem varlık"
olarak yarattığı insanlann saygınlığını korumak ve onların rahatsız olmalarını
önlemektir. Aynı zamanda da abdest bozan kimseyi utanıp rahatsız olmaktan
kurtarmaktır. Bu gayelere uygun olan tuvaletle de -halktan uzak olmasalar bile- abdest
bozmakta bir sakınca yokur. Abdest bozan kimseyi halkın gözünden gizlemekle
beraber, zuhur edecek seslerin işitilmesine engel olamayan yerlerde'abdest bozmak

[21]

ise, edebe aykırıdır.
Bazı Hükümler

1. Abdest bozacak kimsenin abdest bozmak için ken-dişinden çıkacak seslen insanlann
işitmeyecekleri ve kendisini göremeyecekleri kadar uzak ve tenha bir yeri tercih
etmesi abdest bozmanın âdâbmdandır.

2. Hz. Peygamber, hayalı insanlara çok saygılı idi. Onları rahatsız etmekten son derece

[22]

kaçınırdı. İnsanlara önemli işleri açıklamak üzere gönderilmişti.

123]

2....Câbir b. Abdillah 'dan, demiştir ki; "Peygamber sallellahü aleyhi vesellem
abdest bozmak istediği zaman kendisini hiç bir kimse göremeyecek kadar (gözlerden

[24]

uzaklaşıp) giderdi."
Açıklama

El-Beraz: Ağaçsız geniş arazi manasına gelirse de kinaye yoluyla abdest bozmak
anlamında kullanılır. Hattabî bu kelimenin banın kesriyle el-birâz şeklinde okunması
gerektiğini söylemişse de, Cevheri gibi lügat âlimleri kelimenin bu şekilde okunduğu
zaman savaşta cengâverlik gösterisi yapmak anlamına geldiğini söyleyerek kendisine
karşı çıkmışlardır. İmam Nevevî de bu meselede Hattâbî'in haklı olduğunu ve
Tehzibü'I-esmâ gibi meşhur lügat ki t abların in Hattâbî'yi desteklediğini ifâde
[25]

etmiştir.



Bazı Hükümler



1. Kırda, bayırda abdest bozmak isteyen bir kim-senin insanlardan uzaklaşıp
görunmeyecek şekilde bir

sütrenin arkasına gizlendikten sonra abdestini bozması müstehabtır.

2. İnsanın görülmesi uygun olmayan yerlerini gizlemesi ve insanları rahatsız edecek
hareketlerden ve hoşa gitmeyecek davranışlardan kaçınması icab eder.

1261

3. Kişi küçük abdest bozmak için uygun bir yer seçmelidir.
2. Küçük Abdest Bozmak İçin Yer Aramak

[271

3....Ebû't Teyyâh hocalarından birinin kendisine şöyle dediğini nakletti:

1281 £291

"Abdullah b. Abbâs Basra'ya geldiğinde Basralılar Ebû Mûsâ 'dan nakiller
yapıyorlardı. Bunun üzerine Abdullah, bir mektup yazarak Ebû Musa'dan bazı şeyler
sordu. Ebû Musa, kendisine şu cevabı verdi: "Ben bir gün Resulüllah (s.a.v.)'ie birlikte
idim. Küçük abdest bozmak istedi. Bir duvarın dibinde, toprağı yumuşak bir yere gelip
idrarını yaptı. Sonra da; "Sizden biriniz küçük abdestini boz-irtak İstediği zaman idrarı

İM

(nm üzerine sıçramaması) için yumuşak bir yer arasın*' buyurdu.
Açıklama

Abdullah b. Abbâs (r.a.) Basra'ya geldiği zaman Basrahlann Ebû Musa'dan çeşitli
konulardan duymadığı bilmediği hadisler naklettiklerini görünce bu nakledilen
haberlerin doğruluk derecesini öğrenmek maksadıyla Ebü Musa el-Eş'ârî*ye bir
mektup yazar. Ebû Musa da sorulan meselelerin cevabını bir mektupla bildirir. Verilen
cevaplar arasında yukarıda geçen hadis-i şerif de bulunmaktadır. Ancak diğer
cevablann hangi konularla ilgili olduğu açıkça zikredilmemektedir. Bununla beraber
verilen cevabın sadece bevletmekle ilgili olması ihtimali de vardır.
Hattâbî'nin açıklamasına göre hadis-i şerifte adı geçen duvarın sahibi yoktu; çünkü
idrar duvarın. temeline zarar vereceğinden, sahibinin izni olmadan sahipli bir duvarın
dibine abdest bozmak caiz değildir.

Bu hadis-i şeriften sahabenin nakletmek istedikleri hadisleri bir kâğıda veya deftere
yazarak, hadis öğrencilerine rivayet ettikleri anlaşılıyor, ki buna hadis ilminde kitabet



denir. Hadis rivayet metodlarmdan birini teşkil eder.
Bazı Hükümler

1. Kitabet (yazma) yoluyla hadis rivayet etmek caizdir.

2. Küçük abdest bozmak isteyen kimse, kendini idrar damlacıklarından korumak için-
azamî titizliği göstermesi gerekmektedir. Şayet kırda, dağda, bayırda küçük abdest
bozmak mecburiyetinde kalırsa, yumuşak bir yer aramalı bulamazsa, yeri kazarak
toprağı yumuşatmali, yumuşak toprak üzerinde su dökmelidir. Çıkan sidiğin elbisesine
sıçramaması için bu son derece önemlidir. Esasen her hâl ve hareketiyle rehber olan



[32]

Allah Resulünün tavsiyesi beden ve ruh temizliği yönünden çok mühimdir.



3. Helaya Girmek İsteyenin Yapacağı Dua

[33]

4....Hammâd Ibn Zeyd(in) Abdülaziz b. Suhayb yoluyla enes îbn Mâlik den
(rivayetine göre) Resûlullah (s.a.v) helaya girmek isteğinde, "Attanım ben, hubus ve
habâisten sana sığınırım" diye dua ederdi.

Abdulvâris'in yine AbdiÜaziz Enes'den naklettiğine göre ise, "hu-bus ve habâisten

134]

Allah'a sığınırım'* diye dua ederdi.

Ebû Davûd şöyle dedi: "Bu hadis-i şerifi Şu 'be Abdulaziz'den (bir seferinde) "Aüahım
ben sana sığmırım9*, bir keresinde de "Allah'a sığınırım" lâfızlanyla rivayet etti.

135]

"Vuheyb ise, "Hadis, Allah'a sığınsın (lâfızlanyla da) rivayet edilmiştir" dedi.
Açıklama

Hadisin sonunda musannif Ebü Dâvûd merhum, Abdülaziz b. Suhayb»den gelen
rivayet farklarına şöyle işaret ediyor:

a. Bu Hadis-i Şerifi Hammâd İbn Zeyd, Abdulaziz'den lâfızlanyla başlayarak rivayet
ederken, Abdülvâris sadeçe lafzıyla başlayarak rivayet etmiştir.

b. Aynı Hadisi, Şu'be, bir keresinde Hammâd'm, bir keresinde de Ab-dulvâris'in
lâfızlanyla rivayet etmiştir.

Hadiste geçen hubs kelimesini sarih Hattâbî hubus şeklinde (birinci ve ikinci
harflerinin Ötresiyle) okumuş, hubs şeklinde (ikinci harfi sakin) okumanın yanlış
olacağım İddia etmişse de, Aynî ve tbn Seyyidinnâs tarafından reddedilerek her iki
şekilde de okumanın caiz olduğu söylenmiştir,

Hattâoî'ye göre hubus, habîs'in çoğuludur; "Erkek şeytanlar*' anlamına gelir. Habâis
ise, habise'nin çoğuludur, (dişi şeytanlar) demektir, lbnü'l-Arabî'ye göre bu kelime
çirkin şeyler için kullanılır. Hubs genellikle sözde sövmeyi, inançta küfrü,

£361

yiyeceklerde haramı, içeceklerde zararlı şeyleri ifâde eder.
Bazı Hükümler

1. Helaya girmek isteyen kimse hadis-i şerifte geçen duayı duyarak Allah'a
sığmmahdır. Bu, bütün âlimlere göre müstehabtır. Helalar, Allah'ın açıkla zikredilmesi
uygun olmayan yerlerden olduğu için şeytanlar buralarda çokça eğleşir ve insanoğluna
daha çok tebelleş olurlar. Helaya girerken şeytanlardan Allah'a sığınmak bu yüzden
gereklidir. Açık arazide abdest bozmak da helada abdest bozmak gibi Allah'a
sığınmayı gerektirir.

Helaya girerken Allah'a sığınmayı unutan kimse, tslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre,
girdikten sonra kalben Allah'a sığınır. Mâliki mezhebinden bazıları helada dil ile
Allah'a sığınmayı caiz olacağı görüşünde iseler de, Hanefî âlimlerinden Aynî dil ile
Allah'a sığınmanın mekruh olduğunu benimsemekte ve bu görüşün aynı zamanda İbn



Abbâs'dan rivayet edildiğini ifade etmektedir.

Helada aksıran kişi ancak çıktıktan sonra "Elhamdülillah" diyebilir. Hadisin zahirine
bakılırsa Resul-i ekrem (s.a.) söz konusu duayı açıktan dil ile yapmıştır. Said b.
Mansûr'un Sünen'inde yer alan bir hadise göre helaya girerken bu duayı okumadan
önce besmele çekmek sünnettir.

2. Hz. Peygamberin abdest bozacağı yere girerken Allah'a sığınması, kulluğunu
göstermek, ümmetine abdest bozmanın edebierini öğretmek içindir. Aslında O, bütün

[371

kötülüklerden ve şeytanlardan korunmuştur.

5. ...Şu'be, Abdülazizb. Suheyb vasıtasıylaEnesb. Mâlik'tenşu (bir önceki) hadisi (bir
de): "Allahım, (Hubus ve habâlsten) sana sığınırım** diye rivayet etti. (Yine) Şu'be
(şeyhi Abdülaziz'in diğer bir rivayetini kast ederek) dedi ki, (Şeyhim abdilaziz bu

[38]

hadisi) bir defasında da: "Allah'a sığınırım" diye rivayet etti.
Açıklama

Bir önceki hadisin farklı rivayet yollarım ve lâfızlarını açıklayan bu hadisle ilgili

[391

açıklama bir önceki hadiste geçtiği gibidir.
[40]

6....Zeyd b. Erkâm dan, Peygamber (s.a.)*în şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Şu abdest bozulan yerler, (cin ve şeytanların) bulunacağı yerlerdir. Onun için sizden
biriniz belâya girmek İstediği zaman "Erkek ve dişi şeytanlardan Allah'a sığınırım"

£411

desin.
Açıklama

Bu hadis-i şeriften anlaşılıyor ki, kazayı hacet yerleri şeytan ve cinlerin bulunabileceği
yerlerdir. Önceki hadis-i şerifte açıklandığı gibi bunların şerlerinden korunmak Allah'a
sığınmakla mümkündür.

Cin ve şeytanlar gözle görülmeyen varlıklardır. Allah'ın anılmadığı yerlerde daha çok
bulunurlar. Lügat âlimlerinin beyân ettiği Üzere kelimesi, "gizlilik" mânâsım ifâde
eder.Meselâ ve kelimeleri, "onu örttü, gizledi" anlamına gelir, denilince, "gece
karanlığı onun üzerini örttü, bürüdü" mânâsı anlaşılır. Cünne kalkan; cenin, henüz
doğmamış, ana rahminde gizli çocuk yahut kabir; cenan göğüsteki kalb; cennet,
zemini bitkilerle örtülü bağ ve bostan veyahutta duyu organlarına kapalı ve Allah'ın
mü'minler için hazırladığı yer, yani cennet; cünûn, nefs ile akıl arasına giren delilik
demektir.

Görüldüğü gibi bütün* bu kelimelerde bir "gizlilik'* anlamı vardır.

Râğıb'm Mufredât'taki beyânına göre "cin" ismi iki mânâda kullanılır:

Birincisi: Genel mânâsıdır ki, "insan" mukabili olarak duyu organlarından gizli kalan

varlıklardır. Melâike ve şeytan dahi bu mânâya dâhildir.



[421

İkincisi: Cin böyle varlıkların hepsi değil, bir kısmıdır. Bunlar da üçe ayrılırlar:

a. Meleklerdir ki, hepsi de hayırlı varlıklardır. Yanlış iş yapmaz, insanı aldatmaz,
Allah'ın emrinden dışarı çıkmazlar.

b. Hepsi şerli olan yaratıklardır ki, şeytanlardır. İnsanı aldatırlar, şerre ve fenalığa
çalışırlar.

c. Hayırlısı da şerlisi de bulunan cinlerdir.

Cinle melek arasındaki farklar da şöyle belirtilmiştir:

1. Melekler nurdan, cinler ise ateşten yaratılmışlardır.

2. Cinler erkeklik ve dişilikleri icabı evlenirler ve coğalırlarsa'da meleklerde böyle bir
durum yoktur.

3. Melekler günah işlemeyen varlıklardır. Cinler arasında ise, itaatkâr olanlar da,
isyankâr olanlar da vardır. Dolayısıyla mü'minleri ve kâfirleri mevcuttur. Kâfir
cinlerin azgın olanlarına "şeytan" denir.

4. Cinler iyi-kötü bütün kılıklara girdikleri halde, melekler sadece insan kılığı gibi iyi
kılıklara girerler. Meselâ yılan kılığına girip görünmezler.

5. Melekler, yer-gök ve ikisi arasında bulunan her yerde bulunduktan halde cinler
sadece yerde eğleşirler.

6. Melekler ilim ve zikir meclislerine rağbet eder, Peygamber (s.a.)'e sa-lâvât
getirirler. Yer yüzünde yaşayan mü'minJere hayır dua ederler. Hastaları ziyaret

143]

edenlerden memnun, ilim yolcularından razı olurlar.

Şeytan, azgınlıkta fevkalâde ileri giderek benzerleri arasında seçilmiş inatçı anlamında
cins isimdir. Gerek insan ve hayvan gibi maddî varlıkların, gerekse manevi varlıkların
zararlı ve kötü olanlarına denir. "İnsan şeytanı", "cin şeytanı" gibi. Allah'ın
rahmetinden uzak varlık manasına da gelir.

Iblîs, Allah'ın rahmetinden ümidini kesmiş, demektir. Şeytanların atası olan âsî
varlığın özel ismidir.

Zamanımızda yaygın bazı yanlış inançlara kaynak olan cin konusunda özellikle şu üç
hususu belirtmek yerinde olacaktır:

1. Cinlerle Evlilik

Cinlerle insanların özellikleri ve yaratılışları ayrıdır. Bu bakımdan ayrı yaratılış ve
hususiyetlere sahip bu varlıklardan birinin diğeri ile evlenmesinin caiz olmadığı fıkıh
kitaplarımızda zikredilmektedir. Nitekim Fetevâ-yı Sirâdyye'de bu husus açıkça
belirtilmiştir. Munyetu'l-Muftf ve Feyz gibi eserlerin sahipleri de bu görüşü
savunmuşlardır. Hasan Basrî'den, konu ile ilgili soru soranın ahmaklığından dolayı
azarlanacağı nakledilmiştir. Delil olarak da şu mealdeki âyet gösterilmiştir:
"Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı. Eslerinizden de size oğullar ve torunlar
yarattı ve sizi güzel (ve helal) nzıklaria besledi. Böyle iken bâtıla mı inanıyorlar,

1441

Allah'ın nimetini inkâr mı ediyorlar?"

2. Cinlerden Haber Alıp Verme

Halk arasında "cinci hoca" veya "cin hocası" diye tanınmış, cinlerden haber verdiğini
söyleyen kişilerin bulunduğu, halkın bunlara büyük ilgi gösterdiği, böylelerinin
sözlerini dindenmiş gibi kabul ettiği bilinmektedir. Aslında cinlerden haber vermenin
caiz olmadığı, cinlerden denilerek verilen haberlere itibar edilmemesi gerektiği' fıkıh
âlimlerince bildirilmiş, sebep olarak da, cinlerin müminlerinin olduğu gibi kâfirlerinin



de bulunduğu gösterilmiştir. Bununla birlikte bu meselede mümin cinlerin de yalan
söyleyebilecekleri nazar-ı dikkate alınırsa, cinlerden haber verdiklerini iddia edenlerin
sözlerinin doğruluğuna delil bulunamayacaktır.

Cinci hocaların söyledikleri genellikle müslümanlan fitneye sürükler. Gaybı da
Allah'tan başka kimse bilmez. O halde bu durum iman yönünden de ayrı bir mahzur
taşır. Bu yönüyle de zararlı görülmüştür.

3. İnsanlar gibi, cinnileri öldürmek de yasaklanmıştır. Hafız Zeylâî'nin açıklamasına
göre fıkıh âlimleri eğilip bükülmede, akıp gitmekte olan beyaz yılanın Öldürülmemesi
gerektiğini, çünkü bu şekildeki yılanların cinnî olduklarım kabul etmektedirler.
Nitekim "iki çizgili ve kısa kuyruklu yılanları öldürünüz. Fakat beyaz yılanları

1451

öldürmeyiniz." mealindeki hadis-i şerif de bunu ifâde etmektedir.

Fakat Hanefî ulemasından Ebû Câ'fer et-Tahâvî, "yılanların istisnasız hepsi

öldürülebilir. Çünkü Peygamber (s. a.) evlere girmemeleri üzerine onlardan söz

almıştır. Onlar evlere girip insanlara kendilerini göstermekle bu ahidlerini bozmuş,

olacaklarından masuniyetlerini kaybetmiş olurlar" görüşündedir.

Evlere giren cinnileri öldürmekte bir sakınca olmamakla beraber evlâ olan onları

görünce hemen öldürmek değil, "Yüce Allah'ın izniyle buradan çekilip git,

müslümanlann yolundan çekil" diyerek onu ikâz etmektir. Eğer çekilip gitmezse o

zaman Öldürülmelidir. Ancak cinnîlere yapılacak olan bu nevi ihtarların yeri namazın

haricidir.

îbn Ebi'd-Dünya'nm rivayetine göre Hz. Aişe validemiz bir gön evinde bir yılan görüp,
onun öldürülmesini emretmiştir. Bunun üzerine yılan öldürülmüş, sonra bu yılanın Hz.
Peygamberden vahy dinlemeye gelmiş bir cinnî olduğunu öğrenince, Yemen'e birini
gönderip kırk köle satın aldırıp (diyet olarak) azat etmiştir.

îbn Ebî Şeybe A nin Musannef inde de Hz. Âişe'nin bu cinninin diyeti olmak üzere

[461

fakirlere on ikibin dirhem dağıttığı kaydı yer almaktadır.

4. Abdest Bozarken Kıbleye Yönelmenin Mekruh Oluşu

[471

7....Selmân (r.a)Jdan rivayet olunduğuna göre, kendisine: "Peygamberiniz size
abdest bozarken nasıl oturulacağına kadar her şeyi öğretti (öyle) mi?" diye sorulmuş
[481

da; "Evet, salat ve selâm üzerine olsun (Allah Resulü) bizleri büyük abdest
bozarken, su dökerken kıbleye yönelmekten, sağ elle, üçten az tasla, hayvan tezeği

[491

veya kemikle taharetlenmekten men' etti" diye cevap vermiştir.
Açıklama

Hırae: Büyük abdest bozmak için oturmak ve büyük abdest bozmak manalarına gelir.
Hattâbt bu kelimenin "ha" harfini fethah (üstünlü) olarak okuduklarım, fakat bu
telâffuzun yanlış olduğunu söylemiştir.

Cevheri ise, bu harfi fethalı olarak okumanın daha doğru olacağım ifâde etmektedir.
Ibnu'1-Esîr "Nihâye" isimli eserinde bu iki telâffuzun arasım şöyle te'-lif ediyor: "Bu



kelime ilk harfinin fethah olarak okunması halinde mastar, kesre ile okunması hâlinde
de isim olur.

"Gâit" çukur yer demektir. Hâll-mahall alakasıyla mecazen necaset anlamına gelir.
Hz. Selman kazuratın ismini söylemeyi edebe aykırı gördüğünden necaset yerine bu
kelimeyi kullanmıştır. Bevl kelimesini söylemek ise ayıp sayılmadığından onu açıkça
zikretmekte bir sakınca görmemiştir.

Metinde Uz. Selmân'a yöneltildiğinden bahsedilen soru, aslında bir müşrik tarafından,
Hz. Selman'la alay etmek gayesiyle sorulmuştur. Hz. Selmân onun maksadım çok iyi
anladığı halde mevzunun onun zannettiği kadar Önemsiz olmadığını aksine çok
önemli ve ciddî olduğunu kendisine hissettirebil-mek için bu yola başvurmamış, fırsatı
değerlendirerek mevzuyu olanca ciddiyetiyle ona anlatmayı ve îslâmiyetin bu
mevzuda koymuş oluduğu edeb kuralını açıklamayı daha uygun bulmuş ve öyle
yapmıştır.

Büyük abdest bozarken kıbleye karşı yönelmedeki sakıncanın nereden kaynaklandığı
üzerinde ulemâ uzun uzun durmuştur.

Bir kısmı bu sakıncayı Ka'be'ye saygıyla ilgili görürken, diğer bir kısmı da kırlarda
devamlı surette kıbleye karşı namaz kılan kullar bulunduğundan onlardan birinin
kıbleye yönelerek büyük abdestini bozan bir kimseyi o haliyle arkasından görmesi
tehlikesidir. Halbuki büyük abdestini bozan kimse, böyle bir zamanda kıbleye önünü
ya da arkasını döneceğine kıbleyi sağma ya da soluna alırsa, obada, kırda namaz
kılanlardan hiçbiri onu bu halde göremez. Onu ancak ya sağtarafmdan,ya da sol
tarafından görebilirler. Su-râka b. Mâlik'in rivayet ettiği Peygamber (s. a.) "Biriniz
abdest bozacağı yere vardığı zaman Aziz ve Celil olan Allah'ın kıblesine saygı
[501

göstersin" (de ona karşı yönelmesin) hadis-i şerifinin zahiri de bu sakınmanın
kıbleye saygıyla ilgili olduğunu söyleyenlerin görüşünü desteklerken, İsa el-Hennât'm
Nâfı senediyle İbn Ömer (r.a.)'dan rivayet ettiği "Ben Resuliillah (s.a.)'i etrafı kapalı

[51]

bir tuvalette kıbleye yönelmiş bir halde iken gördüm." mealindeki hadîs-i şerifi
ise, ikinci görüşün sahiplerini desteklemektedir.
Nitekim bu iki hadisle ilgili olarak İsâ el-Hennat şöyle demiştir:
Ben Şâ'bî'ye îbn Ömer'den rivayet edilen bu İkinci hadis: i şerifle zahiren ona aykırı
gibi görünen: "Sizden biriniz helaya vardığında önünü veya arkasını kıbleye
çevirmesin" mealindeki (8 numaralı) Ebû Hureyre hadisini sordum. Bana, "Bunlardan
îbn Ömer hadisi etrafı kapalı olan helalarda abdest bozan kimselerle; Ebu Hüreyre
hadisi de kırlarda abdest bozan kimselerle ilgilidir, çünkü Allah'ın kırlarda namaz
kılan nice kulları vardır" cevabını verdi.

Her ne kadar Isa el-Hennat bu mevzuda böyle demişse de, Dârekutnî, İsâel-Hennât'ın
zayıf bir râvî olduğunu söylemektedir. Binaenaleyh bu mev-zudaki görüşlerden birine
göre bir kimsenin etrafındaki sütrelerden yararlanarak iyice gizlendikten sonra kıbleye
yönelip abdest bozmasında bir sakınca yoksa da; diğerine göre, abdest bozarken
kıbleye dönmek kıbleye saygısızlık olacağı için, kişinin abdestini bozarken iyice
Örtünmüş olması onu bu saygısızlıktan kurtaramaz.

Bu mevzudaki ihtilâfın ikinci yönünü de sözkonusu sakıncanın mahalli teşkil
etmektedir. Bu yöndeki görüşler de temelde-yine iki kısma ayrılır:

a. Bu sakınca, abdest bozan kimseden bir takım pisliklerin çıkması ile ilgilidir.

b. Kişinin abdestini bozarken avret mahallinin açık olması ile ilgilidir.



Bu iki görüşten birincisine göre, bir kimsenin avret mahalli kapab iken kıbleye dönük
olarak hanımıyla cinsî münâsebette bulunmasında bir sakınca yoksa da; ikinci görüşe
göre münâsebet esnasında meni zuhur edeceği için kıbleye karşı yönelerek cinsi
münâsebette bulunmak sakıncalıdır.

Metinde geçen kelimesinin başında bulunan harfinin zâid olduğu anlaşılmaktadır.
Çünkü Müslim ve Nesâî'nin rivayetlerinde bu harf yoktur. Biz de tercümeyi buna göre
yaptık.

İstincâ: Büyük ve küçük abdestlerden sonra temizlenmek demektir, ts-. tincâ sırasında
taş kullanmaya da "isticmâr" denir. Buraya kadar verdiğimiz bilgileri bir neticeye
bağlamak istersek şöyle diyebiliriz:

İhtiyacı olan kimse sol ayağı île tuvalete girer, üzerinde evrak, yazılı âyet, yine âyet
yazılı yüzük varsa onları çıkarır. "Allah'ım pisliklerden sana sığınının" diye duada
bulunur. İçerde fazla kalmaz, konuşmaz, öteye beriye bakmaz, verilen selâmı almaz,
okunan ezanı takib etmez. İhtiyacını giderdikten sonra temizliğe başlar. Su varsa sol
elini yıkar. Ondan sonra yine sol elle tenasül uzvunu yıkar. Ardından st>l elin orta
parmağı ile elin ayasına göre biraz yukarı çıkık şekilde makat, yani dışkı yerini
yıkar .Temizliğin gerçekleştiği kanaatine varıncaya kadar yıkamaya devam eder.
Temizlik yapan oruçlu ise daha dikkatli olur ve yıkamayı mümkün olduğu kadar azda
tutmaya gayret eder. Çünkü bu yolla suyun vücuda kaçması ihtimali vardır.
Temizlendikten sonra bezle veya yazı için kullanılmayan kâğıtla kurulanır. Eller
sabunla yıkanır. Dışarı çıkarken sağ ayakla çıkılır ve Allah'a hamd edilir. Bundan
sonra da abdest almadan bir müddet beklenir. Bu bekleme, tenasül uzvunda sidiğin
kalmış olma ihtimalinden dolayıdır. 'Durgun ve akarsulara, çeşme ve su kenarlarına,
meyve altlarına, ekin tarlalarına hacet gidermek mekruh t ur. Bu tür yerler insanların
devamlı kullandıkları yerlerdir. Ayakta idrar yapmak da mekruhtur. Bu durumda
sidiğin insanın üzerine sıçraması ihtimali vardır. Ayrıca oturulduğu zaman sidik
torbası daha fazla sıkıştığından tenasül uzvunda sidiğin kalması ihtimali de oldukça
azalır.

Hacet gidermek sırasında ön ve arkadan kıbleye dönük olmamak gerekir. Çocuklara
hacet gördürürken ana-baba da bu duruma dikkat etmelidir.

Sol eli olmayan kişi sağ eliyle istincâda bulunabilir. Hasta olan kişi kadınsa kocası,
erkekse karısı kendisine istincâ yaptırabilir. Yabancıların istincâ yaptırmaları pek
[521

doğru olmaz.
İstincânın Hükümleri

1. Vacip istincâ: Cünüplük, hayız ve nifaştan gusledileceği zaman, avret yerlerindeki
pisliklerin yıkanması vâcib olduğu gibi, abdest aldıktan sonra az da olsa pisliklerin
avret yerlerine taşması halinde istincâ yapmak vacip olur. Yoksa temizlik yapılmış
olmaz.

2. Sünnet İstincâ: Pislik, çıkış yerinin dışına taşmazsa içte kalırsa bu durumda istincâ
sünnettir.

3. Müstehab tstincâ: Yalnız küçük abdest alındığı zaman tenasül uzuvlarını yıkamak
müstehaptır.

[53]

4. Bid'at İstincâ: Yapılması lüzumsuz olandır. O yüzden bid'at kabul edilmiştir.



Bazı Hükümler



Kıbleye yönelik abdest bozmayı yasaklayan bu hadıs-ı şerifin hükmü üzerinde ulema

ihtilaf etmiştir. Bu mev-

zudaki görüşleri şu şekilde özetleyebiliriz:

1. Kırda abdest bozarken kıbleye yönelmek haramdır. Fakat evlerde bulunan etrafı
kapalı helalarda abdest bozarken kıbleye yönelmekte bir sakınca yoktur. Hz. îbn
Abbâs ile Abdullah b. Ömer, Eş-Şâ*bî, İshâk b. Râhûye, İmam Mâlik, Şafiî bu
görüştedirler.

Ahmed b. Hanbel'den rivayet edilen bir görüş de böyledir. Delilleri ise yukarıda
mealini sunduğumuz îbn Mâce'nin rivayet ettiği İbn Ömer hadisi ile ileride mealini
sunacağımız (11J ve (13.) numaralı hadisler ve (evlerde abdest bozarken) "Kabe'ye
doğru yönelmeyi çirkin gören bir kavim Resû-lüllah (s.a.)'in yanında anıldı da "Bu
kavmin hakikaten kıbleye yönelmekten hoşlanmadığım sanıyorum. Benim abdest

[541

bozmak için oturduğum yeri kıble cihetine çevirin" buyurdu.

Sözü geçen ulemâya göre bu hadislerin hepsi de sahihtir ve evlerde bulunan helalarda
abdest bozarken kıbleye doğru yönelmenin caiz olduğunu açıkça ifâde etmektedir.

2. Gerek kırda ve gerekse evlerdeki helalarda abdest bozarken kıbleye yönelmek caiz
değildir. Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a.) ile Mücâhid, Ebû Hanife de bu görüştedirler. Bu
görüş Ahmed b. Hanbel ile sahabe ve tabiinin bazılarından da rivayet olunmuştur.
Mâlikî ulemasından İbnu'l-Arâbî de bu görüşü tercih etmiştir.

Delilleri ise mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifle 8, 9, ve 10 numaralı hadis-i şerifler

155]

ve "sakın hiç biriniz kıbleye karşı abdest bozmasın" mealindeki hadis-i şeriftir. Bu
ulemâya göre birinci görüşün mesnedini teşkil eden hadisler zayıftır.

3. Kırda da evlerde de kıbleye yönelerek abdçst bozmakta -bir sakınca yoktur. Urve b.
ez-Zübeyr ile İmam Mâtik'in şeyhi rabîa b. Abdurrahman bu görüştedirler. Delilleri:
"Ben Hz.Peygamber'i (sırtı kıbleye yönelik) Kudüs'e dönük bir halde (abdest
bozarken) gördüm" mealindeki 12 numaralı hadisle, birinci görüşü benimseyenlerin
delilini teşkil eden îbn Mâce hadisidir.

Bu görüşte otan ulemâya göre ikinci görüşte olanların delilini teşkil eden 9 numaralı
hadis-i şerif şudur: "Resulüllah (s. a.) bizim kıbleye dönerek ab-dest bozmamızı
yasaklamıştı. Kendisini vefatından bir yıl önce kıbleye doğru abdest bozarken
1561

gördüm."

Fakat şunu belirtmek isteriz ki, bu görüşü benimseyen ulemânın delil diye sarıldıkları
9 numaralı hadis-i şerifte kendilerini destekleyen bir ifâde olmadığı gibi, ikinci
delillerim teşkil eden İbn Mâce hadisi de zayıf olduğu için delil olma niteliğinden
uzaktır.

Nesh iddiasına gelince, hadîs usûlünde mukarrer olduğuna göre zahiren birbirine
aykırı gibi görünen hadislerin arasım te'lif mümkün iken nesh yoluna gidilemez.
Burada ise, bu mevzudaki hadislerin arasını te'lif etmek mümkündür. Nesh'e gerek
yoktur. Çünkü bunların nâsih kabul ettikleri Hz. Peygamberin bir fiilî hadisidir. Onun
Hz. Peygambere ait özel bir durumla ilgili olması mümkündür. Mensûh kabul ettikleri
hadisler ise, ümmeti mu-hatab alan hadislerdir. Binaenaleyh bu gibi fiilî hadislerin,



ümmeti muhâ-tab alan kavlî hadisleri neshettiği görülmemiştir.

Aynı şekilde bunların delilini teşkil eden tbn Ömer hadisi ile nâsıh kabul ettikleri
Cfıbir hadîsinin, Hz. Peygamberin tamamen bir sütre içerisinde abdest bozmasıyla
ilgili olmaları da mümkündür. Nitekim Hz. Peygamberdin ahlâkı da bunun böyle
olması ihtimalini son derece kuvvetlendirmektedir. Kıbleye yönelerek abdest bozmayı
yasaklayan hadislerin de kırda, açıkta, abdest bozmayla ilgili olduğu düşünülürse, bu
mevzudaki zahiren çelişkili görünen hadislerin arasını şu şekilde telif etmek
mümkündür: Kıbleye yönelerek abdest bozmayı yasaklayan hadisler, açıkta kıbleye
dönerek abdest bozmakla ilgilidir. Bunun caiz olduğunu ifâde eden hadisler de etrafı
kapah helalarda abdest bozmakla ilgilidir. Her ne kadar İmam Ebû Hani-fe'den bu gibi
helalarda da kıbleye dönülemeyeceğini ifâde eden bir rivayet varsa da caiz gördüğüne
dâir de bir rivayet vardır. Bu mevzuda îbn Âbidîn şöyle diyor:

"Kıbleye önünü dönmek mekruh olduğu gibi arkasını dönmek de mekruhtur. Sahih

[511

olan kavi budur. İmam A'zam'dan bir rivayete göre arkasını dönmek helâldir."
Bu mevzudaki diğer görüşleri şöyle sıralayabiliriz:

a. Sadece binalar içerisinde kıbleye sırtını dönerek büyük abdest bozmak caizdir.
Hanefî imamlarından Ebû Yusuf bu görüştedir. Delili ise 12 numaralı İbn Ömer
hadisidir.

b. Kırda da evlerde de kıbleye yönelerek abdest bozmak caiz değildir. Fakat, evlerde
kıbleye sırtını dönerek bbdest bozmakta bir sakınca yoktur. İmam Ahmed ile Ebû
Hanife bu görüştedirler. Deliller i ise,mevzumuzu teşkil eden hadis-i şeriftir.

c. Kıbleye ve Kudüs'e karşı yönelerek veya sırtını dönerek büyük abdest bozmak
haramdır. İbrahim en-Nehaî ile İbn Şîrîn bu görüştedirler. Delilleri ise, 10 numaralı
hadis-i şeriftir. Bu görüş 1 0 numaralı hadisin şerhinde değerlendirilecektir.

d. Kıbleye karşı yönelerek ya da sırtını dönerek büyük abdest bozma yasağı sadece
Medinelilerle, kıblesi Medinelilerle aynı yönde bulunan memleketler halkına aittir, el-
Müzenî'nin arkadaşı Ebû Avâne bu görüştedir. Delili ise 9 numaralı hadis-i şeriftir. Bu
görüşün zayıflığı bütün açıklığıyle meydândadır.

e. Bu hadis-i şerifte geçen büyük abdest bozma esnasında kıbleye yönelme ve sırt
dönme ile ilgili nehiyler kerâhet-i tenzihiyye içindir. Kasım tbn İbrahim bu görüştedir.
el-Müeyyed-BÜlah ile, Ebû Tâlib'in de bu görüşte olduğunu söylemiştir. îmam Ebû
Hanife ile İmam Ahmed, Ebû Sevr, Ebû Eyyûb el-Ensârî bu görüştedirler. Binnci
görüşüri delilini teşkil eden hadisler 12 ve 13 numaralı hadislerle yukarıda mealini
sunduğumuz Hz. Aişe validemizin hadisidir.

Bu son görüşü benimseyen ulemâya göre, "Her ne kadar kıbleye yönelerek veya sırt
dönerek büyük abdest bozmayı yasaklayan hadis-i şerifler varsa da, sözü geçen İbn
Ömer, Câbir ve Hz. Aişe hadisleri nehiydeki hafamhğı, kerahet-i tenzihiyyeye
çevirmişlerdir."

4. Sağ elle istincâ yasaklanmıştır. Cumhur-u ulemaya göre bu yasağın hükmü tenzihen
£581

mekruhtur.



[59]

8. ...Ebû Hureyre (r.a.)'den, demiştir ki; Resûlüllah sallallahü aleyhi vesellem:
"Ben sizin babanız yerindeyim, sizlere (gereken her şeyi) öğretiyorum. (Sizden)
biriniz helaya vardığında önünü veya arkasını kıbleye çevirmesin, sağ eliyle de



taharetlenmesin" buyurdu.

Ebû Hureyre (r.a.) rivayetine devamla dedi ki: Allah Resulü bize üç tas ile
(taharetlenmemizi) emreder, tezek ve çürümüş kemiklerle (taharet yapmayı)
1601

yasaklardı."
Açıklama

Bu hadisin izahı 7. hadiste geçmiştir. Ancak burada şunu ilâve edelim ki, Resûlüllah
(s.a.)'in: "Hayvan tersi ve kemikle taharetlenmeyiniz, çünkü hayvan tersi pistir, kemik
de kardeşiniz cinlerin yiyeceğidir" buyurması sonucu, necaset ve yiyecek cinsinden
şeylerle taharetlenmenin caiz olmadığı anlaşılmaktadır. Hayvan vücudunun bütün par-
çaları ve üzerine yazı yazılan kâğıt gibi saygıya lâyık maddeler de bu hükme girerler.
Önemli olan, insan ve hayvan yiyecekleri, taharete zararı olan ve maddi kıymeti olup
da özellikle bu iş için hazırlanmamış olan şeylerle taharet edilemeyeceğinin
bilinmesidir.

[M]

9. ... Ebû Eyyûb (r.a.)'m rivayet ettiğine göre Resul-i Ekrem (s. a.) şöyle

buyurmuştur:

"Helaya vardığınızda, büyük abdest bozarken de küçük abdest bozarken de kıbleye
yönetmeyiniz. Lâkin doğuya veya batıya y öneliniz."

Ebû Eyyûb dedi ki: Daha sonra Şam'a geldik, orada kıbleye karşı yapılmış helalarla
karşılaştık. Artık oralarda kıbleden yönümüzü çeviriyor ve Allah'dan af
1621

diliyorduk."
Açıklama

Bu hadis her zaman kıbleye saygı göstermenin lüzumuna, gerek büyük, gerekse

küçük abdest bozarken kıbleyi arkaya ve karşıya almamak ve mümkün mertebe âdaba

riâyet etmek lâzım geldiğine delâlet eder. Ulemanın beyanına göre "şarka veya garba

dönünüz" emri, Mekke ve Medine istikametinde olan beldeler içindir.

Ebû Hanife hadisin zahirini esas alarak her nerede olursa olsun gerek küçük, gerekse

büyük abdest bozarken kıbleye dönmenin nehyedildiğini söylemiştir.

Mücâhid, İbrahim en-Nehâî ve Sü'fyân es-Sevri de 7 numaralı Selmân hadisinin

şerhinde açıkladığımız, "kıbleyi arkanıza veya karşınıza almayın*' yasağının zahirini

esas alan ikinci görüşü benimsemektedirler.

Süyûtî, Kadı Ebû Bekr İbn el- Arabi'nin "tercih edilen görüş budur" dediğini nakleder,
tbnü'l-Arabî mevzu muzu teşkil eden bu hadisler hakkında şöyle demektedir:
"Biz bu hususta mevcut rivayetlere baktığımız zaman şu neticeye varıyoruz: Ebû
Eyyûb (r.a.) hadisi umûm ifâde eden kavlî bir hadistir. İbn Ömer hadisi gibi fiilî
hadislerin bu hadise ters düşmesi neticeye tesir etmez. Çünkü fiilî hadisler bir olayın
hikâyesidir. O olay bir özür sebebiyle o şekilde cereyan etmiş olabilir. Kavlî
hadislerde ise, böyle bir ihtimal yoktur."

İbn Dakîki'l-îd ise, Şerhu'l-Umde isimli eserinde şöyle diyor: Ebû Eyyûb el-Ensârî
hadisinin kırlara ait olabileceği te'viline gidilirse, hadisin umûm ifâde etme özelliğine



ters düşülmüş olur. Çünkü hadiste "Şam'da kıbleye karşı bina edilmiş helalarla
karşılaştık da yönümüzü helaların yönlerinden sağa sola çevirdik" denilmektedir.
"Allah'dan af diliyorduk" cümlesindeki istiğfar sebebinin ne olabileceği üzerinde şu
görüşler ileri sürülmüştür:

Ibnü'l- Arabi'ye göre sahabenin istiğfarı şu üç sebebten birine bağlı olabilir:

a. Yanlışlıkla kıbleye yönelmesi.

b. Helaların kıbleye karşı yapılmış olması hatasının kendi eski hatalarını hatırlatması,

[63]

c. Bu hatayı yapanlar için istiğfar etmek arzusu.

[641

10. ...Ma'kıl ibn Ebî Ma'kıl el-Esedî'den denmiştir ki;

"Resûlullah (s. a.) bizi büyük abdest bozarken de küçük abdest bozarken de Ka'be'yeve

[651

Beyt-i Makdis'e (Kudüs'e) yönelmekten neh-yetti."

Ebû Dâvûd dedi ki; "(Hadisin senedinde yer alan) Ebû Zeyd, Benû Sa'lebe'nin
[661

azatlısıdır."
Açıklama

Bu hadis Kâbe-i Muazzama ve Kudüs'e dönerek küçük veya büyük abdest
bozulmamasını tavsiye etmektedir. İbn Şîrîn ve İbrahim en-Nehâî hadisin zahirine
bakarak abdest bozarken bu iki beyt-i şerife yönelmenin haram olduğu hükmüne
varmışlardır. Bununla birlikte râvî Ebû Yezid'in kimliği meçhul olduğundan hadis
zayıftır. Sahih olduğu kabul edilse bile, hadisle murad, Medineliler ve o cihette
bulunan kimselerdir. Çünkü Medine'den Kudüs'e yönelince Kâbe-i Şerife sırt çevirmiş
olur ki burada nehye konu olan budur; Kudüs'e yönelmek değildir.
Hattâbî ve Nevevî "Kudüs'e yönelmenin, Ka'be'yi muazzamayı arkaya almamak
şartıyla yasak olmadığında icmâ vardır" demişlerse de, bu görüşlere ihtiyatla bakmak
lâzımdır. Cumhura göre buradaki nehy, Kabe için tah-rim, Kudüs için kerâhet-i
tenzihiyye ifâde eder Abdest bozarken Kudüs'e yönelmenin men edilişinin hikmeti ise,
oranın evvelce kıble oluşudur.

[671

ll....Mervân el-Asfar şöyle demiştir: îbn Ömer hayvanını kıbleye doğru
çöktürmüş bir halde gördüm. Sonra da oturup (kendisiyle kıble arasında çökmüş olan)
hayvanına doğru küçük abdest bozmaya başladı. "Ya Ebû Abdirrahman, böyle
(kıbleye karşı abdest bozmak) yasak değil mi?" dedim.

"Evet, ancak bu yasak kırdadır. Kıbleyle aranda bir sütre bulunuyorsa sakınca yoktur"
£681

cevabını verdi.
Açıklama

Bu hadis'i şerifte dinî bir müşkili olan kişinin ehil bir kimseye danışması gerektiğine,
bu hususta utanma gibi duyguların onu sormaktan alıkoymasının doğru olmadığına



delil vardır.

Hadisin zahiri, evlerde kıbleye karşı oturmaya cevap verip de açık arazide bunu caiz
görmeyenleri te'yid etmektedir. Bu hususta mezheplerin nokta-i nazarları 7 numaralı
Hz. Selmân hadisinde geçmiştir.

Abdullah, Hz. Hafsa'nm evinde Hz. Resul-i Ekrem'i kıbleye sırtı dönük abdest
bozarken gördüğü için abdest bozarken kıbleyi karşıya almanın ya da arkaya almanın
sadece kırlarda abdest bozmakla ilgili olduğu, evlerdeki abdest bozmalarla ilgili
olmadığı hükmüne varmışsa da, fiilî hadisler tevile muhtaçtır. Tevil ihtimali olan
nasslar ise, delil olmaya yeterli değildir. Bu bakımdan Hz. Abdullah'ın vardığı bu
hüküm münakaşa edilebilir. Hanefî imamlarından Ebû Yusuf da bu mevzuda Hz.
Abdullah gibi düşünmektedir. Mevzumuzu teşkil eden bu hadisi aynı zamanda İbn
Huzeyme Sahih'in-de tahric etmiştir. Dârekutnî, Beyhakî ve Hâkim de tahric
etmişlerdir. Hakim, "Buhârî'nin şartına göre şahindir" demiştir. Hâzimî ise, "hasen
derecesindedir" demiştir. Menhel müellifi, hadisin râvîlerinden el-Hasan b. Zekvfin'ın

1691

tenkid edildiğini, binaenaleyh hadisin zayıf olduğunu söylemiştir.

5. Abdest Bozarken Kıbleye Yönelme Veya Sırtını Dönme Ruhsatı

12.... Abdullah b. Ömer (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir:

"Bir gün evin damına çıkmıştım. Resûl-i Ekrem (s.a)'i, önü Beyt-i Makdise dönük

im

olarak iki kerpiç üzerinde abdest bozarken gördüm"
Açıklama

Bu hadis-i şerif Resul-i Ekrem'in insanların gözlerinden uzak bulunduğu anlardaki

davranışlarının bile tüm insanlar için mümûne-i imtisal olduğuna delildir.

Diğer insanların gizli halleri araştırılırsa fevkalâde nefreti mucîb ve sahibini ebedî

hicaba gark edecek davranışlara rastlamak mümkün iken, Peygamberlerin gizli de ve

açıkta işlediği fiiller ve söyledikleri sözler tüm insanlar için en güzel örneklerdir.

Yine bu hadis Hz. Abdullah'ın Resul-i Ekrem (s.a.)'in ahvaline muttali olarak sünnet-i

seniyyeye hizmet etmek için ne kadar harîs olduğuna delâlet eder.

Resul-i Ekrem'in muttali olunan bu gibi gizli ahvâlini söylemek caizdir.

Bu hadisten evlerde abdest bozarken kıbleye sırtını dönmenin caiz olduğu anlaşılır.

Fıkıh imamlarının bu mevzudaki görüşleri 7. hadisin şerhinde özetlenmiştir.

13. ...Câbir b. Abdillah'dan, demiştir ki; "Nebî sallellahu aleyhi ve sellem küçük
abdest bozarken kıbleye yönelmeyi yasaklamıştı. Ancak ben vefatlarından bir yıl



(kadar) önce küçük abdest bozarken kendilerinin kıbleye yöneldiğini gördüm."

6. Abdest Bozarken Nasıl Soyunmak Gerekir?

14.... İbn Ömer (r.a.)'dan nakledildiğine göre o demiştir ki; "Resul-i Ekrem (s. a)
abdest bozmak istediğinde yere yaklaşmadan (çö melmeden) elbisesini toplamazdı.



[72]



Ebû Dâvûd dedi ki: "Bu hadis-i şerifi aynı zamanda A bdusselâm b. Harb, A 'meş'den,

[73]

o da Enes. b. Mâlik'ten rivayet etmiştir. Fakat o (rivayet) zayıftır.
Açıklama

Süyûtî, "Ebû Davud'un, bu ikinci rivayet hakkındaki "zayıftır"sözünden kastı,
Abdusselâm'm zayıf (bir ravl) olduğunu söylemek değildir; çünkü Abdüsselâm,
Buhârî ve Müslim râvilerin-den güvenilir bir hadis hafızıdır. Bu "zayıf sözünden
maksadı, Enes'den naklen A'meş'in zayıflığını söylemek olsa gerektir. Çünkü A'meş,

1241

Enes'den veya herhangi bir sahâbîden hadis işitmemiştir" demektedir.
Bazı Hükümler

1. Özellikle açıkta büyük ve küçük abdest bozarken ayakta avret yerleri
açılmamalıdır; çünkü bu vaziyette

avret yerlerinin görülmesi ihtimali fazladır.

2. Resül-i Ekrem (s. a) abdest bozmak istediği zaman elbisesini birden bire toplayıp
(bize göre indirip)de o vaziyette çömelmezdi. Bilakis" böyledir vaziyetten son derece
haya ettiğinden, elbisesini ancak çömelince toplardı, (bize göre indirirdi). Bu tutum
Efendimizin avret mahallini gizlemek hususunda ne kadar dikkat ve itina sahibi
olduğunu, kapalı açık her yerde Allah saygısının gereğince davrandığını gösterir.

3. Ayrıca bu hadis zaruret halinde kişinin, kendi başına iken avret mahallini açmasının
caiz olduğuna, fakat zaruret olmadıkça tek başına da olsa açmasının uygun olmadığına

£751

delâlet eder.

7. Abdest Bozarken Konuşmanın Mekruh Oluşu

İM

15. ... Ebû Sa'îd dedi ki: Peygamber (s.a.)'i şöyle buyururken

dinledim: "Konuşarak ve avret yerleri açık olarak iki kişi birlikte abdest bozmağa

[771

çıkmasmlar, çünkü Allah Teala böyle bir duruma gazab eder."

Ebû Dâvûd, "bu hadisi îkrime b. Ammâr'dan başka kimse müs-ned olarak rivayet
1781

etmemiştir" dedi.
Açıklama

Bu hadis-i şerifte iki kişinin avret yerleri açık iken, yani birbirlerinin avretini görerek
konuşmalarının gazab-ı İlâhîyi mûcib olduğu beyan ediliyor.

Avret, açıldığı zaman, fıtrat-i selime sahibi kimsenin utanacağı uzuvlar demektir. Bu
erkeklerde göbekle diz kapağı arasıdır. Hür kadınlarda ise, el ve yüzlerinden ba§ka



bütün bedenidir. Kadının ayaklarında ihtilaf vardır. Cariyelerin avreti erkeklerinki
gibidir. Erkeklerden fazla olarak sırtları ve karınları da avrettir.

Namazda ve namaz dışında avret mahallinin örtülmesi farzdır. Ancak yalnız kalındığı
zaman zaruret olmadan açılıp açılamayacağı konusunda ihtilâf vardır.
Bu hadis-i şerif avret mahallini örtmenin farz, ihtiyaç giderme esnasında konuşmanın
ise, haram oluşuna bir delildir. Çünkü Allah Teâlânm gazabı haram olmayı (veya farz
olmayı) gerektirir.

Şevkânî, Neylu'l-evtâr'mda şöyle diyor: "Her ne kadar imamu*l-Mehdî "gays" isimli
eserinde burdaki avret mahalli açıkken konuşmakla ilgili yasağın haram değil,
kerâhet-i tahrîmiye ifâde ettiğini, çünkü bu halde konuşmanın mekruh olduğuna dair
icma bulunduğunu ve bu icmam da buradaki yasağın hükmünü haramhktan
mekruhluğa çevirdiğini söylemişse de bu doğru değildir. Çünkü Allah'ın azabını veya
gazabını mucib olduğu bildirilen yasaklar, haram ifâde ederler. Burada Allah'ın gazabı
söz konusu olduğundan, avret mahalli açık iken konuşmanın haram olması gerekir."
Bu mevzuda Menhel müellifi de şu görüşü ileri sürüyor: "Bence buradaki yasağın
keraheti, gerçeği ifâde etmekten uzak değildir. Çünkü hadiste zikredilen gazab-ı ilâhî
ihtiyaç giderme sırasında konuşma ve avret mahalline bakmakla ilgilidir. Sadece
konuşmakla ilgili değildir. Binaenaleyh, ab-dest bozma esnasında avret mahalline
bakmadan sadece zarûretsiz konuşmak mekruhtur. Zaruret halinde, meselâ körün
tehlikeye düşmesi akreb tehlikesi görülmesi gibi hallerde konuşmak, tehlikenin
büyüklüğüne göre, baza n caiz, bazan da vacip olur."

Musannif Ebû Dâvûd hadisin sonuna ilâve ettiği "Ebû Dflvûd dedi ki" diye başlayan
sözleriyle bu hadisin zayıf olduğunu söylemek istemiştir. Çünkü lkrime hadisi bu
şekilde müsned olarak rivayette yalnız kalıyor. Şekvânî'-nin beyânına göre İklime'nin
hadisini Müslim tahrîc etmiş ve Buhârî'nin Yahya'dan gelen hadisini şâhid getirmiştir.
Bu bakımdan hadisin sahih olması gerekir. Ancak bu hadisin râvîsi Hilâl b. Iyaz
üzerinde ihtilâf vardır. Bazılarına göre bunun ismi Iyaz b. Hilâl olmalıdır. Menhel
yazarının açıklamasına göre hadisin sonuna ilâve edilmiş olan ve hadisin zayıflığını
ifâde eden sözlerin Ebû Davud'a ait olması mümkün değildir. Bu söz buraya yanlışlık-

[791

la kâtipler tarafından ilâve edilmiş olsa gerektir.
8. Küçük Abdest Bozarken Selam Alınır Mı?

16. ... İbn Ömer (r.a.)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Peygamber (s. a.) küçük
abdestini bozarken bir adam çıkageldi, selam verdi. Hz. Peygamber o adamın selâmını
JM

almadı."

Ebû Dâvûd dedi ki:

"İbn Ömer ve başkalarından rivayet edildiğine göre Resûl-i Ekrem (s,a) önce

mı ~

teyemmüm etti, sonra o adamın selâmını aldı."
Açıklama

Nesâî'nin rivayetinde Hz. Peygambef in kendisine abdest bozarken verilen selamı
almadığı, ifade ediliyorsa da, aslında orada da Hz. Peygamber'in bu selamı anında



almadığı, abdest alıncaya kadar te'hir ettiği kast edilmektedir. Nitekim 18 numaralı
hadis-i şeriften de açıkça anlaşılan budur. "Muhakkak İd selâm, Allah'ın isimlerinden

[821

yere indirilmiş (size bildirilmiş) bir isimdir. Onu aranızda yayınız." hadisi şerifi de
selâmın Allah'ın isimlerinden biri olduğunu bildirmekte ve müslümanlarm onu
aralarında yaymalarım emretmektedir.

Hz. Peygamberin, kendisine selâm veren zâtın selâmını o vaziyetteyken derhal değil
de geciktirerek almaktan maksadı, bu şekilde selâm vermenin doğru olmadığına ait o
kimsenin dikkatini çekerek kendisini ikaz ve te'dib etmektir.

Nitekim şu hadis-i şerif de bu gerçeği açıkça ifâde etmektedir. "Resu-lüllah (s.a.)
küçük abdestini bozarken bir adam, onun yanından geçti ve selâm verdi. Hz.
Peygamber de ona,

"Bir daha beni bu halde gördüğün zaman sakın selim verme. Çünkü eğer şelfim

183] £841
verirsen ben senin bu selâmını almam (alamam)" buyurdu.

Bazı Hükümler

1. Aslında farz olan selâm almak, abdest bozma esnasında mekruhtur.

2. Abdest bozana selâm veren bir kimsenin selâmının alınmasını beklemeye hakkı
yoktur. Bu konuda âlimler görüş birliği içindedirler.

Peygamber Efendimiz, o adamın selâmını almakla mükellef olmadığı halde
teyemmüm ettikten sonra bu selâmı alması, onun yüksek ahlâkı cümlesindendir.
Hz. Peygamber o kimsenin selâmını almakla mükellef olmadığını "öz'r daha bu halde
selâm verirsen selamını almam" sözleriyle ifade buyurmuştur.

3. İhtiyaç giderme esnasında aksıran "elhamdülillah", karşısındaki de "yerhamükellah"
diyemez. Ezana İcabet edemez. Cima hâlinde de durum böyledir. Ancak dil hareket
ettirilmeyerek kalben "elhamdülillah" ve "yerbamükellah" denilebilir. Bu zikirlerin
helada dil ile söylenmesi âlimlerin çoğuna göre tenzihen mekruhtur. Her ne kadar
İbrahim en-Nehaî ile İbn Şîrîn ihtiyaç giderme esnasında zikrin caiz olduğunu
söylemişlerse de delilleri yoktur.

4. Abdest bozduktan sonra abdestsiz olarak selâm almak, Allah'ın isimlerinden birini
anmak, bir başka ifâdeyle zikretmek caizdir. Nitekim 1 8 numaralı hadis-i şerif de bunu
ifâde etmektedir. Ancak abdestli olarak zikretmek daha faziletli olduğundan Hz.
Peygamber abdest bozarken kendisine selâm veren zatın selâmını, abdest bozduktan
hemen sonra almamış, ancak teyemmüm ettikten sonra almıştır.

Musannif Ebû Dâvûd, Hz. Peygamber'in bu selâmı teyemmüm etmeden almadığını
iyice vurgulamak İçin metnin sonuna bunu ifâde eden bir talik eklemiş ve bu talik 329
numaralı hadiste Ebu'l-Cüheym yoluyla, 330 numaralı hadiste îbn Abbas yoluyla 331
numaralı hadiste de İbn Ömer yoluyla, muttasıl bir senetle Hz. Peygamber'e
ulaşmıştır.

İmam Nevevî musannif Ebû Davud'un rivayet ettiği 320 numaralı hadis-i şerifi
açıklarken: "Hz. Peygamber'in bu selâmı almak için abdest yerine tel yemmüm
etmesi, o sırada suyun bulunmayışı sebebiyle olmuştur. Çünkü su varken onu
kullanmaya muktedir kimse için teyemmüm etmesi caiz değildir, isterse vaktin
çıkması söz konusu olsun. Bu hususta bayram ve cenaze namazları ile diğer namazlar
arasında bir fark yoktur. Ulemanın ekserisinin görüşü budur" demektedir.



Ancak Nevevî'nin bu açıklaması, abdestsiz yerine getirilemeyen ibadetler için geçerli
ise de, abdeste bağlı olmayan taatlar için geçerli değildir. Selâm da abdeste bağlı
olmayan taatlardandır.

Nevevî, Müslim Şerhi'nde bu mevzuda şöyle diyor: "Bu hadis farz namazlar için
teyemmüm etmenin caiz olduğu gibi nafile namazlar ile şükür ve tilâvet secdesi gibi
fedâil için de teyemmümün câîz olduğuna delâlet etmektedir. Ulemânın büyük
çoğunluğu bu görüştedir."

Bilindiği gibi Hanefî ulemâsına göre abdest almadığı takdirde namazın geçeceği
anlaşılırsa, cenaze ve bayram namazları için geçerli olmak üzere su varken teyemmüm
etmek caizdir.

[851

17. ... el-Muhacir b. Kunfuz 'dan rivayet edildiğine göre O, Nebi küçük abdestini
bozarken yanma gelip selâm verdi. Resul*i ekrem (s. a.) selâmını almadı. Abdest
aldıktan sonra özür beyân ederek, "Ben aziz ve celil olan Allah'ı tahâretsiz olarak

İM

ağzıma almayı uygun görmedim" buyurdu.
Bazı Hükümler

1. Bu hadis-i şerif abdest bozarken Allah'ın isimlerinden birini ağza almanın mekruh
olduğuna delâlet eder.

Zira es-Selâm, esman hüsnâ'dandır.

2. İhtiyaç giderme sırasında, kendisine selâm verilen kimsenin selâm almak için işini
bitirinceye kadar beklemesi gerektiği de hadisin ihtiva ettiği hükümlerdendir. Fakat,
selâm vermenin cevap beklemeğe hakkı yoktur. Aslında, Allah'ı zikir iki kısımdır:

a. Belli bir zamana bağlı olarak yapılan zikir,

b. Belli bir zamana bağlı olmadan yapılan zikir, (selâm almak gibi). Birinci kısma
giren zikirlerin abdestli veya abdestsiz fakat zamanında yapılması daha faziletli ve
müstehaptır. Helaya girerken ve çıkarken yapılan dualar gibi. Bunların efdal vakti
tuvaletten çıkınca olduğundan hemen o anda yapılır. İkinci kısım ise, belirli bir vakte
bağlı olmayan zikirdir. Bunda efdal olan temiz iken zikretmektir. Zira genellikle

£871

abdestsiz ve temiz olmayan kişi zikredebilir.
9. Abdesti Olmayanın Allah'ı Anması

. ısa

18.. ..Hz. Aişe (r.anha)'dan rivayet edildiğine göre, demiştir ki: "Resûlullah (s. a.)

İM

her halinde Allah'ı zikrederdi."
Açıklama

"Her hali" ifâdesi temizlik, abdestsizlik, gusülsüzlük oturma,ayakta durma, yatma,
uyuma ve uyanıklık hallerinin hepsine şâmildir.Bu itibarla mevzunumu teşkil eden bu
hadis-i şerif Fahr-i Kâinat Efendimizin bütün bu hallerinde zikre devam ettiğini ifâde



etmektedir. Ancak burada zikirden maksadın lişanen yapılan zikir olduğu kabul
edilirse, o zaman bundan cünüblük hâlini istisna etmek gerekir. Çünkü Hz. Ali'den

İM

gelen bir rivayete göre Resul-i Ekrem (s.a.) cünüp iken Kur'ân okumazdı.
Keza cima' halinde avret mahalli açık iken ve abdest bozarken de zaruret olmaksızın
konuşmaktan kaçınırdı. Zikrin ancak abdestli iken yapılıp, abdestsiz yapılamayacağı
görüşü fazilet cihetindendir. Hadiste geçen zikir'-den maksat, Menhel müellifine göre,
kalbî zikirdir. Çünkü Efendimiz (s.a.) daima tefekkür hâlinde idi. Uyanık iken de
uyurken de hiç bir an kalbi zikirden uzak kalmazdı. Mirkât'ta beyân edildiğine göre:
Zikir iki kısımdır: a. Kalbî zikir, b. Lisanı zikir.

Efdal olanı kalbî zikirdir. Nitekim Cenab-ı Hak, Kur'ân-ı Kerim'de "Allah*! çok
zikrediniz*' buyurmaktadır. Bunun anlamı "Allah'ı hiç bir an hatırdan çıkarmayınız**
demektir. Allah Resulü zikrin her iki çeşidinden de en büyük payı almıştır. Ancak
cünüblük halinde. eline alarak Kur'ân okumazdı, helada ise, sadece kalbî zikirle
yetinirdi. Helada kaldığı müddetçe zikri diğer şekillerinden uzak kaldığı için de

£911

heladan çıkar - çıkmaz istiğfar ederdi.
Bazı Hükümler

1. Bu hadis-i şerif Resul-i Ekrem (s.a.)'in, abdestli abdestsiz iken de gusülsüz iken de
ayaktayken, otururken, yatarken, yürürken ve bir şeye binmişken devamlı zikr hâlinde
olduğuna delildir. Zikir kelimesi, tehffl (lâilâhe illallah) tekbir (Allah'ü Ekber), tahmîd
(Elhamdülillah), tesbîh (sübhanellah) ve istiğfar (Estağfırüllah) gibi zikrin bütün
nevilerine şâmildir. Bu manada zikrin pislik mahallerinin dışında her yerde
yapılabileceğinde icmâ' vardır. Pislik mahallerinde ve cima' hâlinde zikretmek ise
mekruhtur.

Hayız ve cenabet hallerinde Kur'ân okumaksa cumhura göre haramdır. Hanefîler bu
1921

görüştedir.

Bu iki hâlin dışında Kur'ân okumaya bir engej yoktur. Nitekim Hz. Peygamber,

[93]

"Hayızlı ve cüniib olan Kur'ân okuyamaz" buyurmuştur.

2. Ayrıca bu hadis her an zikir hâlinde bulunmanın Jüzûmuna delâlet etmektedir.

1941

Çünkü dünya ve âhiret hayırlarının meydana gelişine en büyük vesile zikrullahtır.
10. Üzerinde Allah Yazılı Yüzükle Helaya Girmek

19. ...Enes (r.a.)'den, demiştir ki;

1951

"Nebî (s.a.) helaya gireceği vakit yüzüğünü (çıkarır) bir yere koyardı."
Ebû Dâvûd dedi ki, "Bu hadis münkerdir. Mâruf olan tbn Cureyc tZiyâd b. Sa'd-ez-
Zuhri tariki ile Enes'den rivayet olunan hadistir ki, buna göre, Resulullah (s.a.)
gümüşten bir yüzük takardı. Sonra onu attı."

Bu rivayetteki (münker 'lik sebebi olan) vehim Hemmâm 'dandır. Bu hadisi Enes*den



1961

Hemmam'dan başkası (bu lafızla) rivayet etmemiştir. "



Açıklama

Resul-i Ekrem (s. a.) helaya girmek istediği zaman ism-i Celâli mahallerinden korumak

1971

maksadıyla üzerinde yazılı yüzüğünü çıkarırdı.
Bazı Hükümler

1. İhtiyaç gidermek isteyen kimsenin üzerinde, Allah'ın isimlerinden biri veya
Peygamber ve melek ismi yazılı bulunan bir eşya bulunursa, helaya girerken onu
çıkarması gerekir. Bu, Hanefîlerin, Malikîlerin, Şafiîlerin ve Hanbelîlerin görüşüdür,
buna uymamanın hükmü kerahettir. Ancak çıkardığı zaman o eşyanın kaybolacağın-
dan korkan kimse çıkarmayabilir.

2. Şayet bu eşya üzerinde Kur'an-ı Kerim'den bir tam âyet veya âyetten bir kısım
bulunursa, onunla helaya girmek ve kaza-yi hacette bulunmak haramdır. Ancak
kaybolma korkusu olduğunda veya bu âyet muska halinde üzerine dikili olduğunda bu
sakınca ortadan kalkar. Bu durumda o âyetlerin üstü Örtülerek veya cebe konularak
gizlenmesi gerekir.

İnşallah, 4218 ve 4221 numaralı hadis-i şeriflerin şerhlerinde bu konu tekrar ele
MI

alınacaktır.

11. Sidikten Temizlenme (Istibra)

20. ... İbn abbâs (r.a.) dedi ki: ""Resûl-i Ekrem (s.a.) iki kabrin yanından geçiyordu:
" Bakın dikkat ediniz, bunlar azap görüyorlar. Azap görmelerinin sebebi de büyük bir
şey değildir; Şu sidikten sakınmazdı, şu da kuğuculuk yapardı" buyurdu. Sonra yaş bir
hurma dalı isteyerek ikiye ayırdı, bir parçasını kabirlerinin birinin üzerine, diğerini de
öbürünün üzerine dikti ve "Bu dallar kurumadıkça onlardan azabın hafifletileceğini
umarım" buyurdu."

1991

Ravi Hennâd, rivayetinde "sakınmazdı" yerine "örtünmezdi" demiştir.
Açıklama

Hadiste geçen "bunların azap görmelerinin sebebi büyük bir şeyde değildir." beyânı
iki şeküde te' vil edilebilir:

a. Terki zor ve büyük olmayan şeylerden dolayı azap görüyor değiller. Çünkü bevl'den
sakınmakla gıybet ve koğuculuktan uzak durmak zor bir iş değildir.

b. İnsanlar nazarında büyük olmayan şeylerden dolayı azap görüyorlar. Halbuki onlar
dinî açıdan önemli ve büyük meselelerdir. Buhârî'deki rivayet bu mânayı
desteklemektedir.

Kadî îyad üçüncü bir te'vilde daha bulunmuştur, ona göre bu cümlenin manası:

c. "Büyük olmayan günâhlar sebebiyle azap görüyorlar" şeklindedir.



Aslında sidikten sakınmamak, adam öldürmek, zina etmek gibi günahların en
büyüklerinden sayılmazsa da, namazın sıhhatine mâni olduğu için kabir azabına sebep
olmaktadır. Namazın terki büyük günahlardandır. Onsuz namaz kılınamayacağına
göre böyle kılman namazlar terk edilmiş demektir.

Koğuculuk, zarar vermek kasdryla insanlar arasında söz taşımaktır. Ya devamlı
yapıldığı için veya insanlar arasında büyük felâketlere sebep olduğu için kabir azabına
sebep olmuştur. Fakat koğuculuk terk edildiği zaman başkaları zarar görecek, işlendiği
zaman umumî bir menfaate sebep olacaksa haram değildir. Burada kastedilen,
yasaklanmış olan koğuculuktur.

İslâm âlimlerine göre Resul-i Ekrem (s. a.) Efendimiz hurma dallarını kabirlerin
üzerine dikmekle azap gören kebir sahiplerine şefaatçi olmak istemiştir. Yani bu
hareketiyle kendisinin şefaatçi kılınması için fiilen niyazda bulunmuştur.
Nitekim Müslim'in Hz. Câbir'den rivayet ettiği ettiği bir hadiste Resû-lullah (s. a.):
"Ben azab gören iki kabrin yanından geçtim de şefaatim sayesinde bu dallar yaş

rıooı rıon

durdukça onlardan azabın hafifletilmesini diledim." buyurmuştur.
Bazı Hükümler

1. Kabir azabı hakür.Ona inanmak farzdır. Ehl-i Sünnetin görüşü buduf Mûtezüenin
bu konuda Ehl-i sünnete muhalif olduğu rivayet edilirse de Mûtezilen'in ileri
gelenlerinden çokları kabir azabını kabul etmişlerdir .Geniş bilgi için "Kabir Azabı"
bölümüne bakılmalıdır.

Ehl-i sünnete göre Allah Teâlâ kulu diriltir, bedenine ve vUcûdunun bir kısmına
ruhunu ve aklım iade eder. Saadet veya şekavet ehlinden olduklarını idrâk etmeleri
için küçüklerin aklı kemâle erdirilir. Haberlerde beyân edildiğine göre, büyükleri
olduğu gibi küçükleri de kabir bütün ağırlığı ile sıkar.

2. Hadis-i şerif, az olsun çok olsun, bütün idrar çeşitlerinin mutlak surette necis
olduğuna delildir. Her ne kadar konumuz insan idrarı ile ilgili isede, bu Hadis, insan
ve hayvan idrarlarının necis olduğuna delil olabilir. Zira itibar sebebin özelliğine
değil, mânanın gen el ligi nedir. Nitekim başka bir hadiste ayırım yapılmaksızın

[102]

"sidiğin her çeşidinden sakının. Çünkü kabir azabının çoğu ondandır"
buyrulmaktadır.

3. Buhârî şârihi îbn Battâl'a göre bu hadis-i şerifte sadece insan sidiğinin necis
olduğuna delâlet vardır. Diğer hayvanların idrarlarının pis veya necis olduğuna dair
herhangi bir delâlet yoktur. Çünkü Ay lâfzından anlaşılan insan bevlidir. Şeklindeki
elif-lâm'lı rivayetlerde ise, harf-i tarif zamirden ivaz olarak (bedel) gelmiştir ki, insan
bevline ve bu özelliği taşıyan eti yenmeyen hayvanların bevline delâlet eder. Bu
hadiste eti yenen hayvanların idrarının temiz veya pis olduğuna dair herhangi bir
delâlet yoktur. Eti yenen hayvanların idrarının temiz olduğunu kabul edenlerin delili
başka bir hadis-i şeriftir.

4. Bu hadiste kabirlerin üzerine ağaç dikilmesinin müstehab olacağına dair bir delil
yoktur. Sahâbe-i kiramdan Büreyde bu hadisi örnek alarak kendi kabri üzerine hurma
dalı dikilmesini vasiyet etmişse de, Resûl-i Ekrem'den ve hulefa-i râşidinden böyle bir
uygulama görülmemiştir. Unutulmamalıdır ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz "Sünnetimi ve



£1031

hidâyet rehberi hâlifelerimin yolunu tutun. Onlara dört elle sanlın" buyurmuştur.
Kendisinin ve Râşit halifelerinin yapmadığı bir işi yapmak doğru değildir.

5. Hattâbi "Bu hadiste kabirlerin başında Kur'ân-ı Kerim okumanın müstehab
olduğuna delil vardır. Zira ağacın teşbihi sayesinde ölünün azabının hafifletileceği
umulursa, Kur'an-ı Kerim okumak bu hususta umut bağlamaya daha lâyıktır"
demektedir.

6. İtstincâ vâcibtir. Zira hadiste geçen "İdrardan korunmazdı" cümlesinden maksat
budur. Aynî, istinca ile birlikte, örtünmenin de vacib olduğunu söylemektedir.

7. Koğuculuk haramdır. Bu hususta icma vardır.

£1041

8. Resul-i Ekrem Kabirlerde azab görenlerin seslerini (mucize olarak) işitmiştir.

21. ... Ibn Abbas (r. anhuma) Hz. Peygamber (s.a)'den (bir önceki hadisin) manasını
rivayet etmiştir. (Hadisin râvilerinden) Cerîr cjedi ki (bundan önceki A'meş
hadisindeki) "sidikten sakınmazdı" kelimesinin yerine Mansûr, rivayetinde
"gizlenmezdi" kelimesini kullanmıştır. Ebû Mûaviye de (A'meş'den

£1051

rivayetinde) tabirini kullanmıştır.

[1061 [1071
22.... Abdurrahmân b. Hasene (r.a.) şöyle demiştir: (Bir gün) Amr b. As ile
birlikte Nebiyyi Ekrem (s. a.) Efendimizi ziyarete varmıştık. Peygamberimiz, yanında
sığır derisinden bir kalkanla çıktı. Sonra onun (arkasına) gizlenerek küçük abdestini
bozdu. Biz "dikkatle bakınız Peygamberimiz kadınlar gibi oturarak (ve gizlenerek)
abdestini yapıyor (bozuyor)" dedik.
Resul-i Ekrem (s. a.) bunu işitti ve şöyle buyurdu:

"îsrailoğullarından birinin başına gelenleri bilmiyor musunuz? Onlar (elbiselerine)
bulaştığı zaman idrarın isabet ettiği kısmı keserlerdi. İşte, Benu Israilden bir kimse
bundan (idrarın değdiği yeri kesmekten) onları nehyetti. Neticede (idrarın elbise
üzerinde kalmasına sebebiyet verdiği, onları doğru olanı yapmaktan alıkoyduğu için)

Lİ081

kabir azabına uğratıldı."

Ebû Dâvûd dedi ki: "Mansur Ebû vâ'il'den, o da Ebû Musâ'l-Eş'arî'den bu hadisi
rivayet ederken Ebû Musa (r.aj'nm (hadisteki) "elbiselerine idrar bulaşınca** sözü
yerine '"derilerine idrar bulaştığında" dediğini söylemiştir."

Asim ise Ebû Vâil'den, o Ebû Musa'dan, o da Hz. Peygamber (sm.) den rivayet
ederken Resulü ilah'm sözü geçen tabirler yerine "onlardan birisinin cesedine (idrar

LİM

bulaştığında)" dediğini rivayet etmiştir.
Açıklama

Abdurrahmân b. Hasene ve Amr b. As hazretleri câhiliye âdetleri içinde
yetiştiklerinden, Fahr-i Kâinat Efendimizin idrardan sakınmak için yere oturarak ve
gizlenerek küçük abdest bozmasını ilk defa görünce, birden bire yadırgamışlar ve
hayrete düşerek kendi aralarında konuşmaya, "Bak hele Nebiyy-i Ekrem oturarak
kadınlar gibi bevl ediyor" demeye başlamışlar. Aslında onların bu sözlerinde alay ve



hakaret kastı yoktur ve zaten sahâbiden böyle bir hareket de beklenemez.

Nebiyyi Ekrem'in bu fiilini yadırgamaları câhiliye hayatında ayakta işemenin erkeklik

ve kahramanlık alâmeti sayılmasmdandır.

Bu iki sahâbî yeni müslüman olduklarından cahiliyye döneminden yeni
kurtuluyorlardı. Fahr-i Kâinat Efendimiz de gayet yumuşak bir tavırla işin ciddiyetini
tarihî misallerle anlattı. Hadiste geçen "Benu tsrailden bir kişi*' den kasıt, herhangi bir
kişidir denilirse, hadisi anlamakda bii güçlük yoktur. Ancak Aynî'nin dediği gibi bu,
Mûsâ (a.s.)'dır, denilirse, o zaman hadis-i şerife şöyle mana vermek gerekir: "Mûsâ
(a.s.) bevlden sakınmaları konu* sunda onları uyardı; bu uyarıyı, dikkate almayanlar
kabirde azaba uğratıldı."

Şu da var ki bu iki sahabinin "Peygamber'e bakın kadınlar gibi abdest bozuyor" sözü
"kadınlar gibi gizlenerek, edep yerlerini açmadan, sakınarak abdest bozuyor'*
manasana da hami edilebilir. O takdirde bu, Rasûlul-lah*m edebine, hayasına

£1101

hayranlık ifadesini taşır.
Bazı Hükümler

1. Bu hadis-i şerif, herhangi bir sütre arkasına gizlenildiği zaman kazayi hacet için
uzağa gitmenin gerekmediğine delâlet eder. Ancak birinci hadis-i şerifte de
açıklandığı üzere, Resulüllah (s. a.) abdest bozacağı zaman genellikle insanlardan
uzaklaşmayı tercih ederdi.

2. Kişi bilmediği bir dini konuda konuşmamalıdır.

3. Öğreticilik görevini üzerine alan kişi hitaplarında nezâket ve mülâye-met üzere
bulunmalıdır.

4. Yine bu hadis necasetten sakınmak hususunda titizliği emreder.

5. Ayrıca bu hadis-i şerif insanlara yakın bir yerde abdest bozarken ÖT-tünmenin
lüzumuna da delalet eder.

6. Dinî emirlere aykırı hareket etmenin insanın helakine ve felâketine sebep olacağı bu
hadis-i şerifin ihtiva ettiği hükümlerdendir.

7. Sert zemin üzerinde sıçrama ihtimaline binaen idrarın oturarak yapılması icab eder.
Ebû Dâvûd, bu iki hadisin rivayet farklarına işaret ettiği gibi aynı zamanda Ebû
Musa'nın ilk rivayetinin mevkuf olduğuna da dikkati çekiyor. Ancak Kurtubî, hadiste
geçen deriden maksadın deriden yapılan elbise olması gerektiğini, aksi takdirde
insanın kendi derisini kesip atmasmm,teklif-i mâ-lâyutak kabilinden olacağını ileri

JJJLU

sürmektedir.

12. Ayakta Küçük Abdest Bozmak

£1121

23....Huzeyfe (r.a.)'dan; şöyle demiştir:

"Hz. Peygamber bir kavmin çöplüğüne geldi, ayakta küçük ab-dest bozdu ve su istedi.

£113]

(O su ile abdest aldı. Sıra ayaklarına gelince) mestlerinin üzerine mesh yaptı."

Ebü Dâvûd der ki: Müsedded'in bildirdiğine göre Huzeyfe (r.a.) demiştir ki ben, Hz.

Peygamberin abdest bozarken yalnız kalmak isteyeceğini düşünerek oradan



uzaklaşmak istediğimde, Resulüllah beni çağırdı. Ben de hemen arkasında

LlMi

(Resulüllah'a sütre olması için) durdum."



Açıklama

Peygamber Efendimizin ayakta abdest bozuşunun sebebi üzerinde aimler ihtüâf
etmişlerdir

İmam Şafiî hazretlerine göre bunun sebebi şudur: Arablar bel ağrısından dolayı ayakta
bevl ederlerdi. Belki de Cenab-ı Fahr-i Kâinât'da böyle bir ağrı vardı (onun için ayakta
abdest bozmuştu.)

Bu konuda şöyle diyenler de vardır: Çöplük, necaset mahalli olduğu için oturmaya
müsait değildi. Bundan dolayı Resul-i Ekrem, devamlı oturarak küçük abdest bozması
âdet-i seniyyeleri olduğu halde böyle ayakta bevl etti. Fakat sidiğin sıçramayacağı
yerlerde ayakta bevl etmenin caiz olduğunu göstermek için böyle hareket etmiş olması
ihtimâli daha da kuvvetlidir.

el-Askalânî'nin Fethu'l-Bâri'de beyân ettiğine göre Ebû Avâne ve İbn Şahin Hz.
Aişe'den gelen şu hadislerle ayakta bevl etmenin neshedildiğine hükmetmişlerdir:
"Resul-i Ekrem (s. a.) Kur'an kendisine nazil olalidan beri, hiç ayakta
£1151

bevletmemiştir."

"Kim size Resul-i Ekrem ayakta bevletti derse, inanmayın,- o ancak oturarak
£1161

bevlederdi."

Fakat gerçekte bu hadisin neshedildiği kanaati yanlıştır. Çünkü Hz. Aişe, Resûlullah'ın
sadece evdeki halini bilir. Halbuki sahâbinin büyüklerinden Hz. Huzeyfe'nin
şehâdetine göre Allah Resulü Medine'de bir çöplükte ayakta küçük abdest bozmuştur.
Keza Hz. Ali Hz. Ömer ve Hz. Zeyd b. Sâbit'in de ayakta bevl ettikleri sabittir. Bütün
bu durumlar ayakta bevletmenin mekruh olduğunu fakat sidik çisintisinden emin
olunduğu zaman kerâhetsiz olarak caiz olduğunu gösterir. Hanefî ve Şafiî fakihlerinin

imi

görüşü de budur.

Nitekim Resul-i Ekrem'den bu hususta herhangi bir yasaklama duyulmamıştır.
Tirmizî'nin Cami'inde beyanına göre âlimlerden bir kısmı ayakta bevletmeye izin
vermişlerdir. Bu hususta nehy, haram ifade etmeyipibaha ifâde eder. Dârîmi
Sünen'inde ayakta bevletmenin mejtruh olduğunu bilmediğini söylemektedir.
Nevevî, "Alimler, Hz. Aişe hadisine istinaden, "ayakta bevletmek mekruhtur"
demişlerse de, bu kerametten muradın kerâhet-i tenzihiyye olduğuna, bir özürden
dolayı ayakta bevletmekte ise, herhangi bir sakınca bulunmadığına hükmetmişlerdir"
der.

İbn Mes'ûd, Şa'bî ve İbrahim b. Sa'd ayakta bevl etmeyi kerih görürler, ayakta bevl
edenin şahitliğini kabul etmezlerdi. İbn Munzir: "Ayakta bevl etmek her ne kadar
mübahsa da oturarak bevl etmek bana daha hoş geliyor" derdi.

İmam Mâlik, tenha bir yerde ayakta bevl etmekte bir sakınca görmemiş "aksi takdirde
mekruhtur" demiştir.

Sonuç olarak ayakta bevletmek, Hanbelî mezhebinde mubah, Malikî-lere göre sıçrama
ihtimali yoksa caiz, aksi takdirde mekruhtur. Alimlerin çoğu "özürsüz olarak ayakta



bevletmek mekruhtur, ancak buradaki kerahet tenzihi kerahettir" demişlerdir.
Nevevî'nin ve Bezlü'l-mechûd yazarının açıklamalarına göre Hanelilerin görüşü de
JIİ81

budur.

Bazı Hükümler

1. Yukarıda zikredilen meşru sebebler bulunduğu zaman ayakta bevletmek câizdir.

2. Seferde olduğu gibi hazarda da mesh câizdir. Çünkü bu çöplük Medine'de idi.

3. Lüzumunda başkalarından yardım istenebilir.

4. Küçük abdest bozan bir kimseye yakın olmak câizdir.

5. Küçük abdest bozarken tesettüre yani edeb yerlerini gizleyip kimsenin görmemesini

0191

temine riâyet etmek gerekir.

13. Kişinin Geceleri Bir Kaba Küçük Abdest Bozması Sonra Onu Yanına
Koyması

[120]

24. ... Hukeyme bint Umeyme annesi Umeyirie bint Rukayka ' nın şöyle

dediğini rivayet etmiştir:

"Nebî (s.a.)'in sedirinin altında hurma ağacından yapılmış bir kap vardı. Geceleyin ona

[121] ri221

küçük abdest bozardı."
Açıklama

Resûl-i Ekrem Efendimizin geceleyin böyle bir kabı kullanması sadece gece vaktine
ait bir hadisedir. Gündüzün buna izin yoktur. Çünkü genellikle geceleri dışarıya çıkıp
uzaklara giderek abdest bozmaya engel çok olur. Işıkların kesildiği veya hiç olmadığı
zamanlarda bu engeller daha da artar. Resul-i Ekrem (s. a.) böyle meşakkatli anlarda
ümmetine bir kolaylık yolu göstermiştir.

Her ne kadar Irakî, "bu uygulama evlerde hela bulunmadığı dönemlere aittir" demişse
de, meşakkat ve mazereti nazara almak lâzımdır. Umumiyetle geceler, meşakkatle
dolu olduğundan hadisin zahir manası ile her zaman amel edilebilir.
Bu hadisin sıhhati üzerinde söz edilmişse de onun değişik senetlerle başkalarından da
rivayet edilmesi sıhhatinde şüphe bırakmamıştır. el-Hasan b. Süfyân'm Müsned'indeki
rivayeti Hâkim Dârekutnî, Taberânî ve Ebû Nu-aym'in Ebû Malik en-Nehaî el-Esved
b. Kays-Nubeyh el-Anezî senediyle Ummu Eymen'den naklettikleri hadis, üzerinde
durduğumuz hadisi takviye eden rivayetlerdendir.

Hurma ağacının mübarek ve saygıya lâyık bir ağaç olduğuna dair hadisle bu hadis
arasında çelişki bulunduğu itirazı yersizdir .Çünkü hurmanın mübarek olduğunu ifâde

£1231

eden hadis, zayıftır. Zayıf ise kaviye mukabele edemez.

Uzun süre bekletilmiş sidik bulunan eve meleklerin girmeyeceğini ifâde eden hadis de
mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerife aykırı değildir. Çünkü kaplarda olan sidikler
uzun bir süre bekletilmek için değil, en kısa zamanda dışarı atılmak için kaba alınır.



£124]



Bazı Hükümler

1. Gecelevm kucük abdest bozmak için evlerde kab bulundurmak caizdir.

2. Kişinin ailesi yanında (adabına riâyet etmek şartıyla) küçük abdest bozması caizdir.

3. Hadis, karyola üzerinde yatılabileceğine delildir. Bunun zühd ve ka-naata aykırı

£1251

olmadığı da bu hadis-i şerifin ihtiva ettiği hükümlerdendir.

14. Nebî (S.A.) ' nin Küçük Abdest Bozmayı Yasakladığı Yerler

25....Ebû Hureyre (r.a.)'den, demiştir ki, Nebî (s.a.) "iki mel' undan sakininiz"
buyurdu. "Ey Allah'ın Resulü, bu iki mel'un nedir?" dediler. Peygamber (s.a.)
"İnsanların gelip geçtiği yol üzerine veya gölgeliklerine abdest bozanın (yaptığı iş)

ri261 ^ ' [127]

dir." cevabını verdi.

Açıklama

"İttika" vikaye kökünden "korunmak" anlamındadır. Birinci ta'nm aslı vav dır.
"Melunlardan sakınınız" sözünden maksat "onların yaptığı işten sakınınız" demektir.
Bu iş ise, yollara ve insanların gölgelendiği ağaçların altına abdest bozmaktır.
Gölgelerinden istifade edilmeyen ağaçların altına abdest bozmakta tabiatıyla bir
sakınca yoktur. Nitekim Allah Resulü böyle bir hurma ağacının altına abdest
bozmuştur.

Laîn, la'net eden, koğan uzaklaştıran ve söven anlamına gelirse de burada başkalarının
söğüp saymasına sebeb olduğundan bu fiil işleyene izafe edilmiştir. Yahut da ism-i
mef ul anlamında kullanılmış bir ism-i faildir. Hat-tâbî bu görüşü tercih etmiştir. Biz

[128]

de tercemeye bunu esas aldık.
Bazı Hükümler

Hadis, sözü geçen yerlere kaza-yi hacette bulunmanın haram olduğuna delalet eder.
Çünkü yerleri pislemek ve kokutmak müslümanlara eziyettir. Şafîîlerden Nevevî ve
Râfıî bu görüştedirler.

[129]

İbn Hacer el-Heytemî, ez-Zevâcir'de bunu büyük günahlardan saymıştır. Mekruh
olduğunu söyleyenler varsa da zahir olan haram oluşudur. Çünkü "onlardan sakınınız"
emrinde "onları işlemeyiniz" nehyi vardır. Nitekim Beyhakî'nin ve taberânî'nin el-
Evsat'ta rivayet ettikleri "Kim mü si limanların gidip geldikleri bir yol üzerine kaza-yi
hacette bulunursa, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine
[İM

olsun" hadis-i şerifi de bu işin haram olduğuna delâlet eder. Çünkü lanet,
haramlar için kullanılır. Bu yerler belli bir şahsın özel mülkü ise, buralara abdest



bozmanın haram olduğunda şüphe yoktur. Bu hususta ittifak vardır.

2. Bu hadis, bu işi yapan belli olmadığı zaman ona lanet etmenin caiz olduğuna da
delildir. Yapan belli olursa, lanet edilip edilemeyeceği hususunda ihtilaf vardır. Caiz
olmaması daha sahihtir.

Hâzin'de denilmiştir ki, âsi mü'minlere adını anmadan lanet caizse de, belli bir şahsı
hedef alarak lanet etmek caiz değildir. Çünkü hadiste ad anılmadan lanet edilmiştir.
Buhârî, Müslim ve Ahmed'in rivayet ettikleri "Allah'ın laneti o hırsızın üzerine olsun

imi

ki, yumurta veya ip çalar da eli kesilir" hadisi de bu hususu teyid etmektedir.

3. Lanet konusunda ulemâ demiştir ki, muayyen bir kâfire bile lanet caiz değildir.
Çünkü son deminde iman nasip olup olmayacağı bilinmez. îmanlı olarak gitmesi
mümkündür. Zayıf bir kavle göre de öldürülmeleri caiz olduğuna göre, lanet
edilmeleri de caizdir. Ama isim tayin etmeden kâfirlere lanet edilmesinin caiz
olduğunda ittifak vardır. Nitekim Buhârî ve Müslim'in rivayet ettiği bir hadis-i şerifte
isim zikredilmeden şöyle lanet edilmiştir: "Allah yahudilere ve hristiyanlara lanet

£1321

etsin; onlar peygamberlerinin mezarlarını mescid yaptılar."

4. Talebe tarafından hükmün iyice kavranabilmesi ve öğrenciyi derse teşvik için derli-
toplu ifadelerin kullanılması lâzımdır.

5. Kişinin mü'minlere eziyet verecek hallerden ve insanların lanetini gerektirecek
davranışlardan kaçınması lâzımdır.

£133]

26. ... Muâz b. Cebel (r.a.)'den demiştir ki;

Resulullah (s. a.): "La'jıet vesilesi olan üç şeyi yapmaktan; su yollanna ve kaynaklarına
(insanların uğradığı ve toplandığı yerlere) yol ortasına, gölgelik yerlere abdest

[134] ^ L135]
bozmaktan sakınınız." buyurdu.

Açıklama

Hadis-i şerifte zikredilen "Melâ'in" kelimesi sözlükte "mel-ane" kelimesinin
çoğuludur. "Mel'an" ise, "lanete vesile olan şey" anlamına gelir. Burada bu kelimeyle
kasd edilen; yol, gölgelik, güneşlik gibi insanların istifâdesine yarayan yerlerdir.
Buralara abdest bozulduğu zaman insanlar, oralardan istifâde edemeyecekleri için, bu
işi yapana lanet ederler, söverler, sayarlar.

Misbah'da beyan edildiğine göre, melâin, insanların kendilerine zarar verilmesi ve
rahatsız edilmeleri sebebiyle zarar veren kimselere lanet ettikleri yerlerdir. Buna göre
bu cümlenin mânâsı şöyle olabilir: "Buralarda başkalarının lanetini celbedecek
şeylerden kaçınınız. Çünkü buraları kirleten ve insanların menfaatlerine engel olan
kimselere lanet edilir. Halkın menfaatini İhlâl eden zâlimdir, zâlim ise, mel'undur."
Diğer bir mana da söyledin "Mel'ane" lanete sebep olan fiildir. Öyleyse hadis, "lanete
sebep olan fiillerden sakınınız" demektir ki, müsebbeb zikredilmiş sebeb
kasdedilmiştir. Mecaz-i mürseldir.

"Mevârid" su kanalları, su yollan Kâri'atu't-tarîk yolun ortası, "zili" ise, insanların

£1361

istirahati için tahsis edilen gölgeliklerdir.



Bazı Hükümler



Bu hadis-i şerif su yollarına, su kaynaklarına ve bilumûm yolla ve gölgeliklere,
insanları rahatsız edeceği için, abdest bozmanın haram olduğuna delildir. Bu hususta

[1371

yeterli izahat bir evvelki hadiste verilmiştir.
15. Banyolarda Abdest Almak

£1381

27. ...Abdullah b. MuğaffelMen demiştir ki; Resûlüllah (s. a.) şöyle buyurdu:
"Hiç biriniz yıkanacağı yere küçük abdest bozup sonra da orada yıkanmaya (Ahmed b.
Hanbel rivayetinde: "abdest almaya") kalkmasın. Çünkü gönle dolan vesveselerin

£1391

çoğu bundan ileri gelir."
Açıklama

Hadis-i şeriften geçen istib'âd ifâde eder. Yani, "akıllı bir kimsenin küçük abdestini
bozduğu yerde yıkanması ihtimal dahilinde değildir" demektir. Biriniz gusledeceği
yere işerse; sonra, nasıl olur da orada gusledebilir, manasına da gelir.nün mahzûf bir
müb-tedânm haberi olarak mahallen merfu' olması, nin üzerine atfedilerek sükûnu ve
muzmar bir ile nasb, caizdir. Buna göre hadis-i şerjfm manası şöyle ifâde edilebilir:
"Sizden biri yıkanacağı yere bevletmesin. Eğer bevlederse, artık orada yıkanmasın"
Nevevî, kelimesinin mensûblu (sonu üstün) okunmasına itiraz ederek, "Böyle
okunması halinde yıkanmak ile abdest bozmak beraber yasaklanmış olur ki,
yıkanmaksızın yalnız abdest bozmaya izin verildiği manası anlaşılır. Halbuki bunu hiç

£140]

kimse söylememiştir"

Hadis-i şerifte, bevletmenin yasaklanışının sebebi, oradan sıçrayan çisintiler
yüzünden, yıkanan kimsenin vesveseye düşmesidir. Demek ki yıkanmakla
bevletmenin bir arada yasaklandığı manası bu hadisten anlaşılabilir. Binaenaleyh
buradan yıkanılmadığı takdirde gusulhânede küçük abdest bozmanın caiz olduğu
manasım çıkarmak yanlıştır. Nevevî merhumun anladığı bu mananın doğruluğu kabul
edilse bile bu, lâfız yoluyla (mantık) değil, ancak mefhûm yoluyla anlaşılan bir
manadır. Bir başka ifâdeyle hadis-i şerifte bu manayı dile getiren bir kelime yoktur.
Hem de bu mana hadis-i şerifte belirtilen yasak sebebine ters düşer. Zira idrar
sıçramasından herkes vesveseye kapılır. Oraya birisi küçük abdest bozup da yine aynı
yerde başka birisi yıkansa o da aynı şekilde vesveseye kapılır. Yani sadece küçük
abdest bozan kişi kendi yıkanmasa bile orada yıkanan başkalarına da vesvese verebilir.
İbn Dakîki'l-îd demiştir ki: "Evet bu hadîs-i şeriften, bevletmekle yıkanmanın beraber
yasaklandığı 'nin mensûb okunuşuna bağlı olarak anlaşılır. Yıkanılan yerlere sadece
abdest bozmanın yasaklandığı ise başka hadis-i şeriflerden anlaşılır. "
Buradaki nehy, kerahet-i tenzihiye ifâde eder. Hadis-i şerifte geçen visvâs
"hadisünnefs" denilen insanın içine dolan fakat karar haline gelemeyen (iç kuruntusu,
vehm) düşüncelerdir.



İnsanın gönlüne gelen düşünceler sırasıyla şunlardır: 1) Hâcis, 2) Hatır, 3) Hadîsü'n-

Nefs, 4) Hemm, 5) Azm.

Bu beş düşünce şöyle anlatılır:

Hâcis: Bir fikrin kalbe ilk defa gelmesine;

Hatır: Bir fikri kalbe geldikten sonra kalbde biraz eğleşip o işin yapılması veya
yapılmaması için kalbin onunla meşgul olması;

Hadfsü'n-Nefs: Kalbe gelen bu fikrin yapılıp yapılmaması hususunda tereddüde düşüp
bir kararsızlık içine girmek;

Hemfli: Bundan sonra yapıp yapmamak cihetlerinden bir tarafı tercih etmek safhası
gelir ki, buna da "hemm" denir.

Daha sonra da Azm: -buna azm-i musammem de derler- mertebesi gelir. Gönle gelen
fikrin son mertebesidir. İnsanlar ancak bu mertebeden mesuldürler. Bunun içindir ki,
bazı müfessirler:

"Siz içinizdekileri açıklasanız da, gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker;

£1411

dilediğine bağışlar, dilediğine azab eder, Allah her şeye hakkıyla kadirdir." âyet-i

kerimesini "azm-i musammem mertebesidir" diye tefsir etmişlerdir.

"Cenab-ı Allah ümmetimi kainlerine gelen düşüncelerden dolayı affeyledi. Söz ve fiil

haline gelmedikçe onlardan dolayı hesaba çekmeyecektir" hadisi de bu mevzuya ışık

tutmaktadır.

Abdullah b. Abbâs (r.a.) hazretlerinden rivayet edilen şu kudsî hadis de bütün bu
mertebe ve safhaları izaha kâfi gelmektedir. Peygamber (s. a.) Efendimiz, Allah'dan
naklederek şöyle buyurmuştur: "Allah iyilikleri de kötülükleri de takdir etti." sonra
bunları açıklayarak buyurdu ki; "Her kim bir iyilik yapmaya niyetlenir de yapmazsa
Cenab-ı Hak onu kendi katında tam bir iyilik olarak yazar. Eğer hem niyetlenir, hem
de o iyiliği yaparsa on İyilik sevabı yazdırır. Ve bu sevabı yedi yüz hatta daha da fazla
arttırır. Her kim de fenalık yapmaya niyetlenir de sonra vazgeçerse Allah (Teâla) onun
için tam bir iyilik sevabı yazdırır. Eğer fenalığı kasdeder ve işlerse onu bir günah
£142]

olarak yazdırır."

Eğer bu kelime vesvfıs diye vâvm üstünü ile okunursa, o zaman insana vesvese veren
şeytânın ismi olur ki, böyle okumak da caizdir. O takdirde mana; "Şeytanların verdiği

£1431

vesveseler ekseriyetle yıkanılan yerlere bevletmekten ileri gelir" şeklinde olur.
Bazı Hükümler

1 Bu hadis-i şerif temizlik yapılan yerlere küçük abdest bozmanın yagak olduğuna
delâlet eder..

2. Yine bu hadis, emir bi'l-ma'ruf, nehiy ani'l-münker yapan kimsenin sözünün kabul
görmesi için telkin ettiği meselelerin sebeplerini ve neticelerini iyice açıklaması
gerektiğine delildir,

3. İnsanın kendisine zarar verecek şeylerden uzak durması gerekir.

4. Halkın yönetimim elinde tutan kişilerin onları hayırlı işlere iletip zararlı işleri terke
teşvik etmesi gerekir.

28....İbn Abdurrahman Humeyd el-Himyeri dedi ki: "Ben, Ebû Hureyre gibi (3-4 sene)



Resulullah (s. a.) ile sohbette bulunmuş bir sahabiye rastladım. O zat: "Resulullah (s.a.)
bizim herhangi bîrimiz sık sık taranmasını ve yıkandığı yere küçük abdest bozmasını
yasakladı"
£1441

dedi.

Açıklama

Hadis-i şerifte geçen ve ismi verilmeyen kimse sahâbî olduğu için hadisin sıhhatine
zarar vermez. Çünkü ehl-i sünnete göre sahâbîlerin hepsi itimada şayan âdil kişilerdir.
Bununla beraber bu kişinin Hakem b. Amr el-Gifarî, Abdullah b. Sercis ve Abdullah
b. Mugaffel olduğuna dâir rivayetler de bulunmaktadır.

"Ebû Hureyre gibi sohbet etmiş" olmasından maksat, müddet bakımındandır.
Nesâî'nin rivayeti: "Ben Resul-i Ekremle 4 sene sohbet etmiş bir kimse ile karşılaştım"
£145]

şeklindedir.

Resûl-i Ekrem'in her gün sık sık taranmaktan nehycdişinin hikmeti; erkeğin bunu bir
zevk haline getirerek, şahsiyeti ile bağdaşmayan ölçülere varacak mübalağalı
süslenmelere yol açması ve sık taranma sebebiyle saçların döküleceği, ihtimalidir. Zira
erkekler daha büyük görevler için yaratılmışlardır.

îbn Hacer, Şemail Şerhi'nde: "Resûlullah (s.a.) her gün saç taramaktan nehyetti. Bir
gün ara ile taranmakta ise sakınca yoktur. Hergün sık sık yapılması ise süslenmede
aşırılığa ve ancak kadınlara yakışan bir süs düşkünlüğüne yol açar" demiştir.
İbnü'l -Arabî ise aynı konuda şunları söylemiştir: "Her gün taranmak gösteriştir,
yapmacık bir harekettir. Hiç taranmamak ise insanın yaratılışmdaki nezafeti değiştirip
kendisini başka bir şekle sokması demektir. Bir gün arayla taranmak ise, sünnettir."
Nitekim (4159) numaralı hadis-i şerif de bunu te'yid eder: "Resûl-i Ekrem (s.a.)
taranmaktan nehyetti; ancak bir gün arayla taranmak müstesna. "Bu Hadis-i şerif,
Nesâî'nin rivayet ettiği "Ebû Katade'nin uzun kâkülü vardı. Resul-i Ekrem (s.a.) "onu
her gün tara" cevabını verdi" hadisine zıd değildir. Çünkü oradaki nehy, karışık
olmayan, hergün taranmaya muhtaç olmayan saçlar içindir. Amma Ebû Katâde
Hazretierininki gibi karışan veya hergün taranmaya muhtaç olan saçlar bu yasağın
içine girmezler. Keza bu hadis-i şerif Tirmizi'nin Şemâil'de rivayet ettiği, Allah
Rasulünün sık sık tarandığına dair olan hadise de zıt değildir. İhtiyaç varken hergün
saç taramak saçları sık sık taramak demek değildir. İbyâ'da yer alan Allah Resulünün
günde iki defa tarandığına dair haberin hiç bir muteber hadis kitabında bulunmadığını
İhya sârini Ez-Zebîdî haber veriyor. Netice olarak yasağa konu olan taranma, hastalık
haline gelen sebepsiz taranmadır. Bu konu (4161) numaralı hadis-i şerifle

£1461

tamamlanmaktadır.
Bazı Hükümler

1. Bu hadîs-i şerif erkeklerin ihtiyaç yokken her gün taranmasının mekruh olduğuna

0421

delâlet eder. Çünkü bunda süse düşkünlük ve mübal ağa vardır. Bu ise erkeklik
vakarına yakışmaz. Ancak kadınlar böyle değildir. Onlar hakkında zinet yasak



değildir. Üstelik onlar zinet mahallidir.

2. Bu hadis insanın vaktini dince matlûb olmayan işlerde zayi etmemesini emreder.

3. Keza insanın temizlik yaptığı mahalleri kirletmemesi de bu hadis-i şerifin ihtiva
ettiği hükümlerdendir. (Bu üçüncü madde ile ilgili açıklama bir evvelki hadiste
geçmiştir.)

16. Delik Ve Çatlaklara Küçük Abdest Bozmak

29.... Abdullah b. Sercis'den rivayet edildiğine göre, Resûl-i Ekrem (s.a.) deliklere
işemekten menetmiştir. Hişam'm dediğine göre Katâde'ye "deliklere küçük abdest
bozmak niçin çirkin sayılıyor?" dediler. O da cevaben; "Onların cinlerin barınağı

[148] [149]
olduğu söylenirdi" dedi.

Açıklama

Cin konusunda dördüncü hadisin şerhinde tafsilat verilmişti.Ancak burada şunu ilâve
edelim ki, cin gözle görülmeyen şeylere denildiğinden burada kasdedilen daha ziyâde
yarıklara ve deliklere saklanan zararlı böcekler ile malum cinlerdir. Onlara zarar

£1501

vermemek ve zarara da uğramamak için oralara bevletmek hoş görülmemiştir.
Bazı Hükümler

1. Bu hadis-i şerif zararlı böceklerin eğleştikleri delikye çatlaklara küçük abdest
bozmanın kerahetine delâlet eder. Çünkü burada hayvanlara zarar vermek ve onlardan
zarar görmek mümkündür. Bu kerahet, zarar verecek bir hayvanın veya öldürülmesi
yasak olan bir hayvanın bulunması ihtimali dolayısıyla söz konusudur. Orada zararlı
bir hayvanın bulunduğu kesinlikle bilinirse, o zaman oraya bevletmek haram olur.

2. Zararından korkulan yerlerden uzak durmak lâzımdır.

3. Resûlüllah (s.a.)'in ümmetine olan şefkatine, bu hadis-i şerifte açık bir delâlet
vardır.

4. Bir toplumun idaresini üzerine alan kişinin onları toplumun zararına olan işlerden

Lİ5U

nehyetmesi, faydasına olan işlere teşvik etmesi lâzımdır.

17. Kişinin Heladan Çıktıktan Sonra Ne Söyleyeceği?

30....Ebû Burde dedi ki: "Bana Aişe'nin rivayet ettiğine göre, Nebiyy-i Ekrem (s.a.)

ri521 ri531

heladan çıktığında; "(Ey Allahım) affını isterim" derdi.
Açıklama

Bu hadis-i şerifte "belâdan çıkmak" kelimesiyle mutlaka ihtiyaç gidermek için tahsis
edilmiş tuvaletlerden çıkmak kasdedilmiş değildir. Burada kast edilen kaza-yi hacet
edilen yeri terk etmektir. Binaenaleyh insan kırda da olsa abdest bozulan yeri terk



edince demelidir.

Resul-i Ekrem (s.a.)'in abdest bozduktan sonra mağfiret talebinde bulunmasının
hikmeti üzerinde çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bunları şöyle özetlemek
mümkündür:

1. Kaza-yi hacet esnasında zikri terk etmek mecburiyetinde kaldığı ve zikri terk ettiği
için istiğfar etmiştir. Bu görüşe "iyi ama Hz. Peygamber abdest bozarken zaten
zikretmemekle yükümlü idi. Binaenaleyh o burada zikri terketmekten dolayı sorumlu
değil ki bu yüzden istiğfar etsin" diye itiraz edenlere şöyle cevap verilebilir: "Abdest
bozmaya sebep olan şey, yiyip içmektir, o da bir şehvetin eseridir.İşte bu şehvet
neticesinde helâya gitmek ve orada zikri terk etmek durumunda kaldığı için kendisini
kusurlu görüp istiğfar etmiştir."

2. Allah Resulü Cenab-ı Hakkın verdiği nimetleri hazmetmek, menfaatlerini vücutta
tutup zararlı kısımlarını dışarı atmak gibi nimetlerine şükürden âciz kaldığı için
mağfiret dilemiştir. Uygun olan da budur.

3. Kazayı hacet anında ve onun dışında Allah'tan asla gafil olmayan Resûl-i Ekrem

£1541

Peygamber olarak ümmetini eğitmek için böyle davranmıştır.
Bazı Hükümler

1. Bu hadis-i şerif kazayı hacet eden kişinin ister helada ister kırda olsun "Gufrâneke"
demesinin sünnet olduğunu,

2. Sahabe hazretlerinin, Resûlüllah'm sünnetini tesbit uğrunda ne kadar hırslı
olduklarını, özel hayatında bile onu çok yakından takib ettiklerini açıkça ifâde

£1551

etmektedir.

18. İstibra Ederken Erkeklik Organına Sağ El İle Dokunmanın Keraheti

£1561

31. ...Ebû Katâde dedi ki: Resulüllah (s.a.) "Sakın sizden biriniz küçük abdestini
bozarken erkeklik uzvuna sağ eliyle dokunmasın. Helaya gittiğinde sağ eliyle

0521

silinmesin. Su içtiğinde de bir nefeste içmesin" buyurdu.
Açıklama

Resûlullah (s.a-) âdet-i seniyyeleri icâbı sağ elini yiyeceğine ve içeceğine, sol elini de
temizlik işlerine tahsis etmişti. İnsan buna dikkat etmediği takdirde, yeme-içme
anında bu eliyle daha evvel temizlediği pisliği hatırlar ve iğrenebilir. Bu hususta arka
ve kadının ferci de aynıdır. Zahirîlere göre buradaki nehy, haram ifâde eder.
Binaenaleyh sağ elle zaruret olmadıkça taharetlenmek haramdır. Bu şekildeki taharet
makbul değildir, iadesi lâzım gelir. Şâfıîlerle, Hanbelîlerden bazıları da bu
görüştedirler. Taharet esnasında sağ elle silinmenin hükmü ise, cumhura göre tenzihen
mekruhtur. Zahirîler bunun da haram olduğu görüşündedirler.

Hadis-i şerifin hükmü acaba sadece küçük abdest bozma anma mı aittir, yoksa bunun
dışında da zekere dokunmak yasak mıdır? Bu konu ulemâ arasında tartışmalara sebep



olmuştur. Hadis metnindeki "bevlederken" tâbiri, her ne kadar bu hükmün ancak
küçük abdest bozmaya ait olduğu kanaatini hasıl ediyorsa da Müslim, Tirmizî ve
Nesâî'nin rivayet ettikleri hadislerde aynı konu "bevlederken" tâbiri kullanılmadan
anlatılmıştır. Binaenaleyh mevzumuzu teşkil eden hadisteki bevletme anıyla kayıtlı
olarak zikredilen zekere dokunma yasağı, diğer hadislerde kayıtsız olarak
zikredildiğinden bevlin dışında da söz konusu olur mu? Bazıları bu yasak sadece
bevletme anına hastır, bevletmenin dışında sağ elle dokunmada bir beis yoktur
demişlerdir. Munâvî bu görüşü benimseyenlerdendir.

Bazıları ise, sağ elle zekeri tutmak her zaman yasaktır demişlerdir, Nevevî
bunlardandır. Cumhura göre, ilerde geleceği gibi taharet anında avret yerlerine sağ elle

£1581

dokunmak tenzihen mekruhtur.

Suyu bir nefeste içmek ise, su içme âdabına uymayan bir harekettir, ts-lâmî edebe göre
su üç nefeste içilir ve her defasında mesmele çekilir ve sonunda "elhamdülillah" denir.
Bir defada içmek ise, aradaki besmele ve hamdeleleri terke sebeb olacağından
mekruhtur. Resul-i Ekrem (s.a.)'in sünnet-i seniyyeleri bu şekildedir.
Bir nefeste içmekte, ağızdan ve burundan gelen akıntının suya karışması ve ağız
kokusunun kaba sinmesi ve neticede o kabdan su içenlerin iğrenmesi söz konusudur.
Aynı zamanda bir nefeste içilen su mideye çöküp kalacağından hem mide için
zararlıdır, hem de ciğer ağrılarına sebeb olur. Bir hadiste beyân edildiğine göre, "ciğer

£1591

ağrısa bir solukta su içmektendir." Resûl-i Ekrem pek çok hadis-i şeriflerinde bir
defada su içmekten nehyetmiş bunun şeytan içişi olduğunu söylemiştir. Müsned-i
Firdevs'te yer alan merfu bir hadiste Efendimiz, "suyu emerek içiniz, bir defada

£1601

içmeyiniz, çünkü ciğer ağrısı bundandır" buyurmuştur.
Bazı Hükümler

Bu hadis abdest bozarken avret yerini sağ el ile tutmanın, sağ elle taharetlenmenin
nehyedildiğine, bir nefeste su içmenin kerahetine ve sağ eli pisliklerden korumanın
gereğine delâlet etmektedir.

£161]

32.. ..Resûl-i Ekrem (s.a.)'in zevcesi Hafsa (r.anha)'dan, demiştir ki; "Nebi (s. a.)
sağ elini yemek, içmek ve giyinmekte, sol elini de bunların dışındaki işlerde
[162]

kullanırdı."
Açıklama

Resul-i Ekrem (s. a.) Efendimiz şerefi ve kerametinden dolayı yemek, içmek ve elbise
giymek gibi işlerde sağ elini kullanırdı. Taharetlenmek ve burun temizlemek gibi
işlerde ise, sol elini kullanırdı. Resul-i Ekrem'in sağ elini tahsis ettiği işler sadece bu
üçü zannedilmemeli-dir. Aslında bütün şerefli işlerde sağ elini kullanmayı ve sağdan
başlamayı severdi. Nitekim bir hadis-i şerifte ifâde edildiği gibi "Resul-i Ekrem (s.a.)
taranırken, ayakkabısını giyerken, abdest alırken ve bütün şerefli işlerini yaparken,



sağı kullanmak hoşuna giderdi" (bk. 4140 numaralı hadis).

Nevevî der ki, din-i mübin-i islâm'da sağı kullanma devamlı bir kaidedir. Şerefli
işlerde buna riâyet edilir. Elbise giymek, mest giymek, mescide girmek, misvak
kullanmak, sürme çekmek, tırnak kesmek bıyık kırpmak, saç taramak, koltuk altını ve
başı tıraş etmek, namazın sonunda selâm vermek, abdest uzuvlarını yıkamak, heladan
çıkmak, musafaha etmek, yemeği yerken kaşığı, su içerken bardağı sağ elle tutmak,
Hacer-i Esved'i selâmlamak gibi... Bunların zıddı olanlarda ise, sol el kullanılır. Elbise

[İ63]

ve mest çıkarmak gibi...
Bazı Hükümler

1. Bu hadis iyi işlerde sağ el kullanmanın gereğine delâlet eder.

2. Örnek alınması kastiyle ehl-i ilmin Allah Resulü'nün hadislerini Ümmet-i
Muhammed'e nakletmelerinin ehemmiyetine bu hadis-i şerif delildir.

33. ...Hz. Aişe, (r.anhâ)'dan rivayete göre demiştir ki; "Resûlul-lah (s.a)'in sağ eli,
temizliği ve yemek yemesi içindi. Sol eli ise, hela (dakileri ve diğer pislikleri)

Lİ641

temizlemesi (ve çirkin şeyler) içindi."

Bu hadis-i şerif ile ilgili açıklama bir evvelki hadiste geçmiştir.
34. ...Hz. Aişe (r.anha)'dan bir başka senedle bir önceki hadisle aynı anlamda (ayrıca)
£165]

rivayet edilmiştir.

19. Abdest Bozarken Gizlenmek

35....Ebû Hureyre'nin (r.a.) rivayet ettiğine göre Fahr-i Kâinat Efendimiz şöyle
buyurmuştur: "Gözlerine sürme çeken kimse tek sayıda çeksin. Böyle yapan iyi yapmış
olur. Yapmayana da günah yoktur. Taşla taharetlenen de tek sayıya riâyet etsin. Böyle
yapan iyi yapmakla beraber yapmayana günah yoktur. Yemek yiyen dişlerinin
dibinden ayıkladığı kırıntıları dışan atsın. Ağzındakini de dili ile toplarsa yutsun.
Böyle yaparsa iyidir. Yapmazsa zorluk yoktur. Abdebt bozmak isteyen gizlensin.
Gizlenecek yer bulamayan kimse kum biriktirerek onu arkasına alsın. Çünkü şeytan
insan oğullarının oturaklarıyla oynar. Kim böyle yaparsa iyi yapar, yapmazsa, zorluk
[1661

yoktur."

Ebû Dâvud der ki; Bu hadisi bu şekilde Ebû Asim Sevr'den rivayet etmiş ve ancak
seneddeki el-Husayn el-Hubrânîyerine Husayn EI~ Hımyerî demiştir.
Yine Ebû Dâvud dedi ki: Bu hadis-i şerifi bir de Abdülmetik b. El-Sabbah, Sevr'den
rivayet etmiştir. O da Ebû Saîdyerinde, Ebu Sa-id el-Hayr demiştir. Ebû Dâvud dedi

£1671

ki; Ebû Saîd el-Hayr ashâb-i Kiramdandır.
Açıklama



Sürme çeken kişinin tek sayıya riayet etmesi iki şekilde olur.Birincisi her göze üstüste



üç kere sürme çekmekle olur ki, bu Nebiyy-i Zişan'm sünnetidir. Şemâil'de beyân
edildiğine göre Efendimizin bir sürmeliği vardı. Her gece üç defa sağ gözüne üç defa
da sol gözüne çekerdi.

İkincisi: Her iki göze çekilenlerin toplamının tek sayı olmasıdır. Üçlemek Nebiyy-i
Ekrem'in uygulamasıdır. Yoksa bîr defa çekmekle tek sayıya riâyet edilmiş olurdu.
Aynî merhum, "burada kast edilen (1, 3, 5) gibi mutlak tek sayıdır" diyor.Hadisteki
emir nedb için olduğu gibi irşâd için de olabilir. Yani "yapılırsa sevabı var" demektir.

£1681

Zira Resûl-i Ekrem (s. a.), "Allah tektir, teki sever" buyurmuştur.
Eğer buradaki emr irşâd içinse, faydası dünyevîdir, nedb içinse faydası uhrevîdir.
Çünkü irşâd iie nedbin farkı budur. Nedb, sevabı ahirette olan işleri; irşad; menfaati
dünyaya ait olan tavsiyelerdir. Binaenaleyh Sünnet-i Seniyyeye uymak gayesiyle bu
hadisle amel etmek mendûp, tıbbî faydalar sağlamak gayesiyle amel etmek de irşâddır.
Sürmenin tıbbî faydaları vardır. Gözün hararetini alır, gözde kurumayı önler, göz
nurunu arttırır, zararlı maddeleri imha eder. Nitekim bir hadis-i şerifte buyurulmuştur
ki, "Size sürme taşı lâzımdır. Çünkü o gözün nurunu arttırır ve kirpikleri
£1691

geliştirir." Hadis-i Şerifteki emirlerin hiç birisi farziyyet ifâde etmiyor. Bunu
hemen emrin arkasında gelen "Eğer yapamazsanız günah yoktur" beyânından an-
lıyoruz.

Hadiste sözü geçen İsticmâr: Taş ile taharetlenmek demektir. Bunda da tek sayıya
riayet mendubtur. Terkinde günah yoktur. Eğer bir taşla taharet hasıl olmuşsa,
üçlemeye lüzum yoktur. Fakat kişinin durumuna göre bazı hallerde beş veya yedi de
kullanılabilir. Bu Ebû Hanife hazretlerinin ve talebelerinin görüşüdür.
Mak'ad, hadis metninde bulunan kelimesiyle kast edilen, insanın oturağı veya kaza-yi
hacet edilen yerdir. İnsan açık bir yere oturursa insanların dikkatini çeker, avret
mahallini görürler veya rüzgâr eser de idrar çisintileri onun bedenini ve elbisesini
batırır. Bütün bunlar şeytanın oyunudur. Çünkü şeytan insan için ancak kötülük
düşünür. Kazayı hacet yerleri zikrden uzak olduğu için şeytanların oynaştığı yerlerdir.
Kum yığını ve benzeri sütrelerin arkasına gizlenen evvela farzı yerine getirir. Çünkü
setr-i avret farzdır.Bu itibarla mazeretsiz olarak onu açamaz, imkân bulamaz da

[170]

mecburen açıkta abdest bozarsa günah, yapana değil, bakanadır.
Bazı Hükümler

1. Sürme çekmek menduptur. Çekilirse âhirette sevabı vardır Terk edilirse günah
yoktur.Aynı zamanda tek sayıya riâyet menduptur.

2. Taş ile taharetlenmek meşrudur. Tek sayıda olması menduptur.

3. Dişlerin aralarının ayıklanması ve çıkan şeylerin dışarı atılması da menduptur. ayet
dilin ağızda dolaştırılmasıyla dişlerin üstünden ve damaktan bir şey çıkarsa, bunların
yutulması mendubtur.

4. Keza hadis, abdest bozma esnasında insanın bir sütre arkasına gizlenmesi
gerektiğine, zikrullahdan uzak olduğu ve kaza-yi hacet mahalli olan yerler cinlerin
oynaştığı yerler olduğundan, oralarda insanlara zarar verebileceklerine delâlet eder.

um

Bu husus 6. hadiste de açıklanmıştı.



20. Taharette Kullanılması Yasaklanmış Olan Şeyler



36....Şeybân el-Kıtbânî'den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: "Mesleme b.

um

Muhalled Ruveyfî b. Sâbit'i Mısır'ın aşağı kısımlarına emir tayin etti, Şeybân

der ki, Alkam denen yere gitmek isteyen Ruveyfî* ile Kümü Şeriyk'den Alkamâ'ya,
yahut Alkamâ'dan Küm-i Şeriyk'e kadar beraber yolculuk yaptık. Ruveyfî dedi ki:
Bizlerden birisi Resul-i Ekrem (s. a.) devrinde cihaddan elde edeceği ganimetin yarısı-
nı ona vermek ve yansım da kendisinin olmak şartıyla bir din kardeşinin arık devesini
isterse alıp cihada giderdi. Şayet kendisine ganimetten bir pay düşerse okun temreni
ile tüyü kendisinin olur; ağaç kısmı da din kardeşinin olurdu. Ruveyfî' der ki: Resul-i
Ekrem (s.a.) bana dedi ki:

"Ey Ruveyfî' umanın ki sen, benden sonra uzun zaman yaşarsın. Şu insanlara söyle ki;
kim sakallarını bağlarsa veya boynuna (nazar için ip veya boncuk) takarsa yahut
hayvan tezeği ile veya kemikle taharet yaparsa Muhammed (s.a.) ondan
[173]

beridir."
Açıklama

Hadis-i şerifte geçen ganimet, harp sonucu müslümanlarm eline geçen maldır.Fey' ise,
harb yapmadan ele geçendir.

Hadis-i şerifte geçen ganimetten elde edilen malın yansı karşılığında hayvan
kiralamak hâdisesi ise, bu ücreti olduğu gibi caiz gören Evzaî ve îbn Hanbel için bir
delildir. Fukahâmn ekserisi bu görüşü kabul etmemişler ve bu dununda, Mücâhid'in,
hayvan sahibine ücret-i misi ödemesi gerektiğini söylemişlerdir.Hattabî'de bu
görüştedir.

Bu konuda hadis-i şeriften anlaşılan şudur: Bazan elimize çok ganimet geçerse de
bazan da bir ok gibi çok az bir şey geçerdi ve bunu aramızda paylaştırdık. Okun tüy ve
demir kısmım birimiz alırsa , ağaç kısmını da diğerimiz alırdı, İslâmiyetin
başlangıcında durum böyleydi. Bu sözleriyle Ruveyfî' ilk müslümanlardan olduğunu
hatırlatmak, dolayısıyla, söyleyeceği sözün dikkatle ve kabul kulağıyla dinlenmesi için
ikazda bulunmak istemiştir.

Hattâbî'ye göre, ganimet, bölüşülmesi mümkün ve fayda sağlayan bir mal ise,
bölüşülmelidir. Değilse taksimini istemek uygun değildir. Meselâ okun parçalan olan
tüy ve demirden her biri yalnız başına işe yarayabilir. İnci tanesi ise, bölüşüldüğü
takdirde hiç kimsenin işine yaramaz.

"Benden sonra uzun zaman yaşarsın" sözü, ResuM Ekrem (s.a.)'in mucizelerindendir.
Hakikaten Ruveyfî' (r.a.) hazretleri, uzun zaman yaşamıştır. Çok ihtilâflara şâhid
olmuştur. Hicretin 56. senesinde Afrika'da vefat etmiştir.

Sakalı düğümlemek, umumiyetle onu kıvırcık hale getirip güzelleştirmek için,
câhiliyye araplanmn yaptığı bir işti. Bir rivayete göre de araplar bunu harpte
yaparlardı. Acemlerin âdeti olduğunu söyleyenler de vardır. Eb-herî der ki, eskiden
araplar arasında bir zevcesi olan sakalına bir düğüm, iki zevcesi olan da sakalına iki
düğüm atardı.Resûlullah (s.a.) bu hali hangi sebeble olursa olsun yasaklamıştır. Bu
durum sünnete muhaliftir. Sünnet, sakalı güzelce taramaktır.



"Boyuna ip bağlamak" sözü ile muska takmak veya nazar boncuğu takmak
yasaklanmıştır. Hanefî ulemasından Aynî, bu iplerin muska takmak için kullanılan
ipler olduğunu söylemiştir.

Tezek ve kemiklerle taharetlenmenin yasaklanması, bunların, cinlerin azığı
olmasındandır.

Allah Resulü'nün "ben onlardan beriyim" demeyip de "Muhammed onlardan (yani bu
fiilleri işleyenlerden) beridir." diye Muhammed ismini zikredişi ise, işin ehemmiyetine

Lİ741

dikkat çekmek ve nehyde şiddet göstermek içindir.
Bazı Hükümler

1. Bu hadis-i şerif mühim işlerde başkalarından yardım istenebileceğine delildir.

2. Hayvanın yaptığı işten doğacak kazancın bir kısmı karşılığında kiraya verilmesi
caizdir.

3. Ortak bir mal telef olmadan ve işe yarayacak bir şekilde bölünmeye müsait olması
halinde, ortaklardan birinin isteğiyle bölüşülebilir.

4. Sakalı düğümlemenin, boyuna ip takmanın, tezek ve kemikle taharetlenmenin
yasaklığma ve bu tür suçları işleyenlerden Resulüllah'm sünnetinden uzak düşeceğine
bu hadis delildir.

37....Şüyeym b. Beytan bu (36 numaralı) hadisi Ebû Salim el-CSyşânî'den, o da

Abdullah b. Amr'dan naklen Ayyâş'a bildirmiş ki, Abdullah bu hadisi, Ebû Sâlim'e

Elyon Kapısı Kalfasında kendi yanında murâbıt iken rivayet etmiştir.

Ebû Dâvûd, "Elyon Kalesi: Fustât'da bir dağ üzerindedir. (Bir evvelki hadiste ismi

geçen) o (Şeyban) da Ebû Huzeyfe künyesi ile tanınan Şeybân b. Ümeyye'dir" dedi.

£175]

Açıklama

Murâbıtm hadis-i şerifte kasdedilen mânâsı, hudutta veya cephede düşmanı her an
kollamakla görevli hazır süvari birliğidir.

Elyon Kalesi Sasaniler (Eski İranlılar) tarafından Nil kenarında yapılmaya başlanmış,
sonra Rumlar tarafından ikmal edilmiş içi heykel ve ateşgedelerle dolu bir kaledir.
Şimdi yerinde bir kilise vardır. Mum Köşkü veya Maricercis kilisesi denilir.Daha
sonra Mısır Amrb. As (r.a.) tarafından fethedilince bu kale de müslümanlarm eline
geçmiştir.Elyon ise Mısır'da bir beldenin ismidir. Müslümanlar buraya Fustât ismini
vermişlerdir. Amr b. As (r.a.) burayı feth edince Fustat'mı (çadırını) bugün kendi
ismiyle mâruf câmi'nin bulunduğu yere kurmuş o günden sonra da buranın ismi Fustftt
kalmıştır. Aslında Fustât kıl çadır demektir. Zemahşerî'ye göre binalara Fustât denilir,
dolayısıyle şehirlere de Fustât ismi verilmiştir.

38....Ebu'z-Zübeyr, Câbir b. Abdillah'ı şöyle derken dinlemiştir: "Resûlüllah (s.a.) bizi

£1761

kemik veya hayvan tezeği ile taharetlenmekten men'etti."



Açıklama



Resûlullan (s. a.) hayvan tersi, ve kemikle taharetlenmeyi yasaklamıştır. Hayvan tersi
pistir, cinlerin ve hayvanlarının yiyeceğidir. Kemik ise, cinlerin yiyeceğidir. Bu hadis
pis ve yenecek şeylerle taharetlenmenin caiz olmadığına delalet eder. Hayvan uzuvları
ve diğer yiyecek cinsleri de buna dahil olduğu gibi üzerine yazı yazılabilen hürmete
lâyık şeyler de dahildir.

Ulemâdan bazıları on şeyle istincanm mekruh olduğunu söylerler: 1. Kemik, 2.
Necaset, 3. Hayvan tersi, 4. Yiyecek, 5. Kömür, 6. Cam, 7. Kâğıt, 8. Kumaş parçası, 9.
Ağaç yaprağı, 10. Çiçek. Bununla ilgili özet bilgiler 8. hadisin açıklamasında
verilmişti.

um

39....İbn Mes'ûd 'den demiştir ki; taifesinin heyeti Resul-i Ekrem Efendimizin

huzuruna geldiler; "Ya Muhammed ümmetine kemik, tezek ve kömürle
taharetlenmeyi yasak et. Zira Allah Teâlâ onları bize rızık kıldı" dediler. Bunun

[1781

üzerine Resulüllah (s. a.) bunlarla taharetlenmeyi yasakladı.
Açıklama

Bu hadis-i Şerifte geçen cin kelimesi üzerinde 6 nolu hadis-i şerifin açıklamasında
bilgi verilmişti. Oraya müracaat edilmelidir. Hadiste bahis konusu olan heyet,
Nusaybin cinlerinden 7 veya 9 cinden ibaretti. Nusaybin, Musul'un kuzey batısında
Dicle nehrinin kaynağı yakınında bulunan bir beldededir. Buranın cinleri cinlerin ileri
gelenlerin-dendir. Semada meleklerden kulak hırsızlığı yaparak istikbâle ait edindikleri
bilgilere biraz da kendileri bir şeyler ilâve edip insanları aldatan şeytanlar, birden bire
sema kapılarının kendilerine kapanması üzerine telâşlanıp yardımcılarına,
"yeryüzünün şarkını garbını gezin, bize göğün kapılanın kapayan mühim hadiseyi
öğrenin" demişlerdir. Nusaybin cinleri de gelip Resûlüllah'ı (s. a.) dinlemişler, iman
etmişler ve birer davetçi olarak kavimlerine dönmüşlerdir. Cenab-ı Hak, Kur'an-ı

[İ791

Kerîm'inde bu hadiseyi "Biz sana cin taifesinden bir cemaat gönderdik"
mealindeki âyetiyle haber vermektedir.

Bu karşılaşma Nahle denilen yerde vukua gelmiştir. Hadiseyi İbn Abbâs (r.a.) şöyle
anlatıyor: Resûlullah (s. a.) cinlere ne Kur'an okudu ne de onları gördü (mesele şundan
ibarettir): Allah Resulü (s. a.) ashabından bir cemaatle birlikte Ukaz panayırına gitmeyi
kast ederek yola çıktı. O tarihte şeytanlara semadan haber almak yasaklanmıştı.
Üzerlerine yanan kitleler "eş-Şuhub" gönderildi. Bunun üzerine şeytanlar kavimlerinin
yanma dönmüşler, kavimleri onlara: "size ne oldu, demişler" şeytanlar: "Semadan
haber almaktan men'edildik. Üzerlerimize yanan kitleler gönderildi" diye cevap
vermişler. Kavimleri: "Bu mutlaka, yeni zuhur etmiş bir şey dolayısı ile olacak, siz
hemen yeryüzünün şarkını garbını dolaşın da bakın. Semâdan haber almanıza engel
olan şey nedir?" demişler. Şeytanlar da yerin şarkını, garbını, dolaşmaya başlamışlar,
Tihâme taraflarına giden cinler, Ukaz panayırına gitmekte olan Peygamber'e (s.a.)
Nahle denilen yerde sabah namazını kıldırırken rastlamışlar. Cinler Kur'an sesini
işitince onu iyice dinlemişler ve (kendi kendilerine): "Semâdan kulak hırsızlığına mani



olan işte bu hâdisedir" demişler. Sonra da kavimlerine dönerek: "Ey kavmimiz! Biz
hâ-rikülâde güzel bir Kur'ân dinledik. O doğru yola iletiyor, ona inandık. Artık
Rabbimize hiç bir şeyi ortak koşmayacağız" demişlerdir. Bunun üzerine Allah Teâla
Peygamberine; "De ki: Bana cinlerden bir takımın, okuduğum Kurl ânı dinledikleri

UM

vahy olundu'* âyet-i kerimesini indirdi.

Ibn Mes'ûd'dan gelen bir rivayette ise, hâdise şöyle anlatılır:

Amir der ki, Alkame'ye sordum, Ibn Mes'ud'a Resûlullah (s. a.) ile birlikte Cin
Gecesi'nde bulundun mu? dedim. İbn Mes'ud: "Hayır, lâkin bir gece biz Resûlullah
(s.a.) ile birlikte bulunduk. Bir ara onu kayb ettik ve kendisini vadilerde dağ yollarında
aradık. Acaba cinniler tarafından uçuruldu, ya da gizlice öldürüldü mü, dedik. Ve
böylece bir kavmin geceleyebileceği en kötü geceyi geçirdik. Bunun üzerine
Resûlullah (s.a.):

"Bana cinlerin davetçisi geldi. Onunla gittim de cinlere Kur'ân okudum" buyurdular ve
bizi götürecek cinlerin izlerini, ateşlerinin izlerini bize gösterdi. Cinler kendilerinin
azıklarını sormuşlar; O da; "Elinize geçen üzerine besmele çekilmiş her kemik son
derece bol etli olarak sizindir. Her deve tezeği de hayvanlarınıza yemdir"
081]

buyurmuşlar. Müteakiben bize dönerek "Binaenaleyh siz bunlarla

[182]

taharetlenmeyin. Çünkü onlar din kardeşlerinizin yiyeceğidir" buyurdu.
Bazı Hükümler

1. Kişinin, menfaatine olan şeylerin tahsili ve zararlı
olan şeylerin de zararını önlemek için çalışması caizdir.

2. Hakkı yenen bir kişinin hakkını elde etmek için yetkili makamlara baş vurması
caizdir.

3. Cimrilerin de insanlar gibi mahkemelere intikal edebilen haklan vardır.

4. Başka yaratıklara zarar vermekten kaçmıldığı gibi cinnilere de zarar vermekten
kaçınılmalıdır.

5. Necaset ve kemikle taharetlenmek yasaktır. Yenilebilen şeyler kemik hükmündedir,
taharette kullanılmaz.

Pislenen ve sonra da temizlik kabul etmeyen şeyler kömür hükmündedir. Bunlarla
taharetlenmenin cevazı hakkında ihtilaf vardır. Nevevî: "Kemikle taharetlenilirse,
iadesi lâzımdır" demiştir. Bütün yiyecekler ve kâğıt gibi hürmete lâyık şeylerin de
aynı olduğunu söylemiştir. Tekrar su ile yıkanmak gerekir taş kâfi gelmez. Yiyecek
şeylerle taharetlenen de yeniden taharatlenmelidir. Ancak bu ikinci taharetin taşla
olması kifayet eder.

Mâlikîlere göre ise, bu sayılan şeylerle tahâretlenildiğinde temizlik hasıl olmuşsa,
haram olmakla beraber iadesi gerekmez. Temiz kemikle ve tezekle temizlenmek
kerahetle caizdir. îmam-ı A'zam'm görüşü de budur.

Lİ83]

6. Cinler de İnsanlar gibi yiyip içerler.



21. Taşlarla Taharetlenmek



40.... Hz. Aişe (r.anha) dan rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem (s. a.) şöyle
buyurmuştur: "Herhangi biriniz, kaza-yi hacet yerine gitmek istediğinde temizlik için

[184] HM]

yanına üç taş alsın. Bu taşlar ona yeter."
Bazı Hükümler

1. Bu hadis-i şerif kaza-yi hacet yerine gitmek istediğinde üç taş kullanmamn gerekli
olduğuna delildir.

2. Mesele ihtilaflıdır. İmam Şafiî, Ahmed, İshak, İbn Rahûye ve Ebû Sevr istincânın
yapılabilmesi için mutlaka taş adedinin üç olması gerektiği göyüzü bulunan bir taşla
da taharetlenmenin kâfi gelebileceğini söylerler. İmam da şer'î mânâda istinca
sayılabilecek bir temizlik için üç taş kullanma şartı vardır. Bu görüşleri için bu hadis-i
şerifle 7 ve 8 numaralı hadis-i şerifleri delil getirirler. Şayet istinca hem ön ve hem de
arkadan yapılacaksa 6 taşın kullanılması lâzım geleceğini; 6 taş kullanmak efdal
olmakla beraber, altı yüzü bulunan bir taşla da taharetlenmenin kâfi gelebileceğini
söylerler. İmam Mâlik, Ebû Hanife ve Dâvud (ez-Zahirî) ise, sayı üzerinde durmazlar.
Bu meselede asıl olan, istincanm hasıl olmasıdır. Muayyen bir sayı üzerinde durmak
gerekmez, derler. Bu aynı zamanda, Hz. Ömer (r.a.) in de görüşüdür. İmam Nevevî'ye

11861

göre Şâfiîyyeden bazılarının kavli de budur. Bu hususta üç taş istediği halde
kendisine iki taş bir tezek getirildiği için tezeği atan ve iki taşla İktifa eden Resul-i

Lİ821

Ekrem'in İbn Mes'ûd'dan rivayet edilen fiilî sünnetini delil getirirler. Hattabî ise
"bu İbn Mesûd hadisi iki taşla iktifa edilebileceğine delil olamaz, üç taş kullanmak
vaciptir" demektedir. Hanefî ulemasından Buharî sârini Aynî, "Burada üç adedi tatbiki
vacip olan bir sayı değil, ekseriyetle istincânın kendisiyle mümkün olduğu için
kullanılmış bir sayıdır. Eğer üç taşla temizlik hasıl olmazsa dörde de çıkarılabilir, beşe
de. Eğer temizlik hasıl olmuşsa 2 veya bir taşla da yetinilebilir. Bu itibarla hadis-i
şerifin zahirî mânâsı maksud değildir. Hatta 3 yüzü plan bir taşla da temizlik

£1881

yapılabileceğinde icmâ vardır" demiştir.

İbn Mesûd (r.a.) hadisiyle de delil getiren Allame Aynî: "Nebiyy-i Ekrem (s. a.) kaza-
yi hacet mahalline giderken orada taş bulunmadığını bildiği için üç taş istemiştir.
Tezeği de kullanmadığına göre iki taşla yetinmiştir. Çünkü orada başka taş yoktur"
sözünü delillerle takviye etmiştir.

Bu da gösteriyor ki, bu hususta önemli olan temizlenmedir. Üç taraflı bir taşla
temizlenmede taş adedi değil, temizlenmeye işaret edilmektedir. Buna göre de üç taş
olması lâzımdır, şeklinde varid olan hadis-i şeriflerdeki emirlerden maksat vücup
değildir, diyenlerin görüşünü takviye etmektedir.

3. Yine bu hadis-i şerif istincanm vücubuna delildir. Şafiî, Ahmed, Ebû Sevr ve İshak
hazretleri de bu görüştedirler.

Ebu Hanîfe, İmam Mâlik, Şafiîlerden Müzenî, istincanm sünnet olduğu
görüşündedirler.

Fakat bu İhtilâf, necaset çıkan mahallin namaza mâni olacak miktara ulaşmaması

[1891

halindedir. Aksi takdirde su kullanmak ve o mahalli yıkamak, farzdır.



UM

41....Huzeyme b. Sabit ' ten rivayet edildiğine göre, o şöyle demiştir.

Resûl-i Ekrem (s. a.) istincâda (kullanılacak taş adedi hakkında) soruldu. O (s. a.) şöyle

buyurdu. "(îstinca) içlerinde tezek bulunmayan üç taş iledir."

Ebû Dâvud dedi ki: Bu hadisi Ebû Muâviye Hişam 'dan naklettiği gibi Ebû Usâme ile
îbn Numeyr de Hişam 'dan rivayet etmişlerdir.

Açıklama

Hadis-i Şerifte geçen istitâbe kelimesinden maksat, bir evvelki hadis-i şerifte üzerinde
durduğumuz istinca olabileceği gibi ismi merfû' manasına "istinca edilen taşlar" da
demek olabilir.

İstinca kelimesi pislik anlamına gelen "necv" kökündendir. Pisliği dışarı atıp
temizlemek demektir. Dinî bir terim olarak istinca şer'an necis sayılan şeylerin
çıktıkları mahalleri temizlemektir. Bu temizleme su ile yapılabileceği gibi, çıkış yerini
namaza mani olacak şekilde aşmazsa; taşla da yapılabilir. Evlâ olan önce taş ile sonra
da su ile yapılmasıdır.

Erkeklerin bevl ettikten sonra sidik eserinin tamamiyle kesilmesini beklemeleri
lâzımdır. Buna da "istibra" denir. Bu, insanların âdet ve tabiatlarına göre biraz
yürümek, öksürmek veya ayakları biraz kımıldatmak gibi bir tarzla olur. Sidik
tamamıyla kesildiğine kanaat geldikten sonra istinca yapılmalıdır. Çünkü sidik abdeste
manîdir.

tstinca'da temizliğe fazla dikkat edip bevl v.s. eseri bırakmamaya istinka
denir. İstinca' dan sonra ayağa kalkmadan temiz bir bez parçasıyla kurulanıp bedendeki
kullanılmış suyu mümkün mertebe azaltmalıdır.

Kadınlara istibra icap etmez onların bir müddet beklemeleri yeter. Taharetlenmede su
yerine taş kullanmaya da isticmar denir.

Hulâsa; ihtiyacı olan kimse sol ayağıyla tuvalete girer, üzerinde âyet vazıh yüzük veya
evrak varsa onları çıkarır, diye duada bulunur. İçerde fazla kalmaz, konuşmaz, sağa
sola bakmaz, verilen selâmı almaz, okunan ezanı tekrar etmez, ihtiyacını giderdikten
sonra sol eliyle tenasül uzvunu yıkar. Ardından sol elin orta parmağı ile elin ayasına
göre biraz yukarı çıkık şekilde makat yâni dışkı yerini yıkar. Temizliğin gerçekleştiği
kanaatine varıncaya kadar, yıkamaya devam eder. Temizlik yapan oruçluysa, daha
dikkatli olur. Yıkamayı mümkün olduğu kadar az tutmaya dikkat eder. Çünkü bu yolla
suyun içeriye kaçma ihtimali vardır. Temizlendikten sonra bezle kurulanır. Dışarı

0911

çıkarken sağ ayakla çıkar ve der.
22. Istibrâ

42. ...Hz. Aişe 'den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: "Resûlüllah (s. a.) küçük
abdest bozdu. Arkasında su kabı ile ayakta bekleyen Hz. Ömer (suyu uzatınca),
Bu nedir yâ Ömer? buyurdu.

Temizleneceğiniz sudur, dedi. Nebi (s. a.) de cevaben,

"Ben her bevledişimde su ile temizlenmekle emrolunmadım. Eğer böyle yapsaydım
(ümmetime her abdest bozmadan sonra) su ile taharetlenmek sünnet olurdu." buyurdu.



[192] [193]



Açıklama

Hadis-i şerifte geçen, "Taharet yapacağın sudur" sözündeki "taharet" hem hadesten
taharet (abdest), hem de su ile yapılan istincâ (necasetten taharet) manalarına gelirse
de, bu kelime ile burada su ile yapılan istincâ (taharetlenmek) kast edildiği kanaatine
varmışlardır. Yani "ben, her abdest bozduktan sonra mutlaka su ile istincâ yapmakla
emrolunmadım. Pislik, dışkılığı namaza mani olacak şekilde tecâvüz etmediği zaman
su olmaksızın sade taşlarla da taharetlenebilirim." demektir.

"Ben bu işi devamlı yaparsam sünnet olur" cümlesinde geçen sünnet lâfzı şu manalara
gelebilir:

Uyulması Farz olan yol, îmam-ı Nevevî' ye göre bu hadis-i şerifte geçen "sünnet"
sözüyle kast edilen mânâ budur. Yani Hz. Peygamber "Ben bu tahareti devamlı
yaparsam bu sizin üzerinize farz olur. Halbuki yüce Allah kullarına bir güçlük
£1941

yükleme iniştir. 97 Bu sebeble ben bunu devamlı yapmıyorum" demek istemiştir.
Menhel yazarı da bu görüştedir. İbn Res-lân'm da dediği gibi.bu görüşte "su varken
taşla istincâ caiz değildir" diyen bazı şiîleri red anlamı vardır.

Sünnet-i Müekkede: Hanefi ulemasından Bezlü'l-Mecbûd yazarına göre bu hadis-i
şerifte geçen "sünnet" kelimesiyle kast edilen mana budur. Nitekim ulema necaset
eseri namaza mani olan miktara ulaşmadıkça istincanm müstehab (sünnet-i gayr-i
müekkede) olduğunda ittifak etmişlerdir.

Sünnet aslında yol manasına ise de şeriatte "Allah Resulünün, Kur'an-ı Kerimde
olmayan emirleri yasaklan ve teşvikleri anlamına gelir. Bazı kerre de sünnetle
müstehab kast edilir. Bazan da farz veya vacib olmadığı halde Peygamberimizin
(s.a.v.) çoğu kez yaptığı ve bizlere tavsiye ettiği işler manasına gelmektedir.
"Ben bu işi devamlı yaparsam sünnet olur" sozu "Ben bir kerre böyle su ile
taharetlenecek olursam bir daha devamlı su ile taharetlenmem gerekir" anlamına
gelebilir. Çünkü Resul-i Ekrem (s.a.) bir işi bir kere yapınca artık ona devam ederdi.
Münâvî ise, bu görüşe itiraz ederek, "Buradaki taharetten maksat abdesttir" demiştir.
£195]

Bazı Hükümler

1. Kaza-yi hacet eden kimseye ihtiyacını vermek için avret mahallini görmeyecek
şekilde yaklaşmak caizdir.

2. Fazilet sahibi kimselere hizmet etmek caizdir. Hizmet eden kişi kâmil bir kişi de
olsa, bu onun kemâline zarar vermez.

3. Hadis-i şerif su bulunsa bile sadece taşla taharetlenmenin kâfi geleceğine bir
delildir. (Ancak burada pisliğin namaza mani miktara ulaşmaması gerekir.)

4. Peygamberimiz (s.a.) in sözlerine uymaya itina gösterildiği gibi, fiillerine de
uymaya dikkat edilmelidir.

5. Peygamber Efendimizin yaptığı bir işin hükmü kendisi için ne ise, bizim için de
odur. Meselâ o iş kendisi için farz ise, bizim için de farz, kendisi için sünnetse, bizim



için de sünnet, kendisi için haramsa, bizim için de

haramdır.Ancak kendisine has bir fiil olduğuna delil bulunursa, o zaman onun hükmü
yalnız kendisini ilgilendirir. Dokuz kadınla evlenmek gece farz olarak namaz kılmak,
zekât almamak gibi. Bu özel haller "Hasâis" isimli kitaplarda toplanmıştır.

6. Makamı ne kadar yüksek olursa olsun Hz. Peygamber de kulluk görevi île
mükelleftir.

7. Aksine bir delil bulunmadıkça Hz. Peygamber'in fiillerine uymak farzdır.

8. Hükmü farz olmasa bile onun sünnetine uymakla memuruz.

9. Bir karine bulunmadıkça mutlak emir vücûb ifâde eder.

10. Hz. Peygamber, ümmetine kolaylık olsun diye evlâ olanı terk ederdi.

£196]

11. İslâm dinindeki emirlerin temelinde kolaylık vardır.
23. Su İle Istincâ (Taharetlenme)

43....Enes b. Mâlik (r.a.) şöyle demiştir: Resûlullah (s.a.) ibrik taşıyan bir çocukla
birlikte duvarla çevrili bir bahçeye girdi. Bu çocuk bizim en küçüğümüzdü. ibriği
(Arabistan kirazı denilen) Sidre ağacının yanma koydu. Resûlullah (s.a.) de abdest

[197] ri981

bozduktan sonra su ile taharetlenerek bizim yanımıza geldi.
Açıklama

Müellif aynı konuyu daha evvel "İdrardan temizlenme" (bk. Babll)
"Taharetienme" (bâb 22) başlıkları altında işlediği halde, üçüncü defa aynı konuya
"su ile taharetlenme" başlığı altında tekrar dönmüştür. Bu başlıklar arasında görünüşte
bir fark yokken acaba?bu tekrara neden lüzum görmüştür? sorusu akla gelebilir. İyi
dikkat edilirse görülür ki, birinci başlıkta insanın idrardan vücudunu ve elbisesini
korumasının lüzum ve ehemmiyeti üzerinde titizlikle durulmuştur. Bunun neticesinde
insanın kafasında taharetin su ile yapılmasının farz olduğu zannı hasıl oluyor. İşte bu
yanlış kanaati silmek, mutlaka su ile taharetlenmenin farz olmadığını açıklığa
kavuşturmak için ikinci başlığa yer veriyor. '

İkinci başlıkta su ile taharetlenmenin farz olmadığı açıklanınca, bu sefer acaba su ile
tahareti terk ederek sadece taşla taharetlenmek sünnet midir, diye bir başka soru akla
gelebilir. İşte bu yanlış kanaati de silmek için müellif üçüncü kere konuya dönmüş.
Dübürde kalan pisliğin dirhem miktarını geçmemesi halinde sadece taşla
taharetlenmenin caiz, sadece su ile taharetlenmenin de müstehab olduğunu
delillendirmiştir.

Ayrıca bu üçüncü başlıkla suyun bir gıda olduğu için taharette kullanılmaması lâzım
geldiğini iddia edenlerin delilleri de red edilmek istenmiştir. Çünkü, su temiz ve
temizleyici olarak yaratılmıştır. Temizleyicilik vasfı olmayan diğer içecekler ve
hürmete lâyık gıda maddeleri su ile mukayese edilemezler. Aksi takdirde su ile hiçbir
temizlik yapılmaması lâzım gelir ki bu ümmetten hiç bir âlim böyle bir görüş ortaya
atmamıştır. Her ne kadar İbn Ebî Şeybe, Huzeyfe İbnu'l-Yemân ile İbn Ömer ve
Ibnu'z-Zübeyr'in su ile istinca etmediklerini rivayet etmişse de şu hadis-i şerifler Hz.
Peygamberdin su ile istinca ettiğini ifade etmektedirler:

Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerif ileride gelecek olan (53) numaralı hadis ile a.



Tirmizî, edeb 14; b. Müslim, Tahâre 56; c. Nesâî, Ziyne 1; d. İbn Mâce, tahâre 8; e.
Ahmed b. Hanbel, VI 138. de yer alan hadisler aynı mealdedir.

İbn Hacer'e göre Hadis-i Şerifte Hz. Peygamber'e ibrik taşıdığından bahsedilen
çocuğun Abdullah İbn Mes'ûd olması mümkün görülmektedir. Çünkü yaşlı
kimselerden mecazen çocuk diye bahsedilmiş olabilir. Nitekim "Aramızda iki nalin
0991

sahibi yok mu?" rivayeti de bu zatın Abdullah İbn Mes'-ud olması ihtimalini

r2001

kuvvetlendirmektedir. Çünkü iki na'lin sahibi sözü Hz. Abdullah için kullanılırdı.
Ancak mevzumuzu teşkil eden hadiste bulunan "Bu çocuk bizim en küçüğümüzdü"
sözü bu ihtimali ortadan kaldırmaktır. Çünkü Buhârî'nin rivayet ettiği bir hadis-i
şerifte Hz. Enes bu çocuğun kendilerinden, yani En-sârdan olduğunu ifade etmektedir.

£2QU

Bu bakımdan söz konusu çocuktan maksat Hz. Ebû Hureyre'dir. Nitekim 45
numaralı hadis-i şerif bu gerçeği ortaya koymaktadır. Hz. Ebû Hureyre İslâm'a geç

f2021

girdiği için kendisinden çocuk diye söz edilmiş olabilir.
Bazı Hükümler

1. Abdest bozmak isteyen kimsenin insanların gözlerinden uzaklaşması müstehaptır.

2. İstinca (taharetlenmek) sünnet-i müekkededir. Ancak bunun hükmü duruma göre
değişir. İstinca sünnet olmakla beraber, pisliğin çıktığı yerde kalan necaset dirhem
miktarı ise, istinca vacib; eğer dirhem miktarım geçerse farz; dirhem miktarından az
ise, sünnet-i müekkede; bevlden sonra sadece ön tarafı yıkamak müstehab; yellenince

T2031

ve benzeri hallerde taharetlenmekse bid'attir.

3. Abdest alırken (ibrik, leğen v.s. gibi) lüzumlu ihtiyaçların temini hususunda yardım
istemek ve helaya bir kab içinde su götürmek caizdir.

4. Tahareti su ile yapmak meşru ve sadece taşla taharetlenmekten efdaldir. Bu
mevzuda İbn Abd'in şöyle der: "Su ile taşlan birlikte kullanmak .efdaldir. Fazilet
itibariyle bundan sonra yalnız su ile taharetlenmek, daha sonra yalnız taşlarla iktifa
etmek gelir. Fazilet dereceleri ayrı olmakla beraber bunların her biri ile sünnet yerini

r2041

bulur.

Bu dördüncü madde üzerinde ihtilâf vardır. Cumhur'a (ekseriyete) göre efdal olan
Önce taş, sonra da su kullanarak taşla suyu birleştirmektir.

Eğer taş ve sudan bir tanesiyle yetinmek gerekirse, su tercih edilmelidir. Ancak pislik
namaza mâni olacak miktara ulaşırsa su kullanmak farzdır. Bazıları sadece taş
kullanmak, sadece su kullanmaktan daha faziletlidir demişlerse de bunun zayıflığı
açıktır.

5. Kişinin ihtiyacı anında arkadaşına hizmet etmesi caiz, salihlere hizmet müstehaptır.

13051



44.... Ebû Hüreyre, Nebi (s.a.)den naklen O'nun şöyle buyurduğunu haber verdi:



"Orada temiz olmayı arzu eden ve seven kişiler vardır" (Tevbe (9), 108) âyeti,
Kubâ'daki muslümanlar hakkında nazil olmuştur". Ebû Hureyre "su ile

r2061

taharetlenmelerinden dolayı bu âyet onlar hakkında nazil oldu" dedi.
Açıklama

Kûbâ Mescidi, islâmiyette inşa edilen ilk mesciddir. Başta Ebû Seleme İbn Abdulesed
olmak üzere Medine'ye ilk hicret edenler, Küba'ya indikleri zaman, orada içinde
namaz kılacakları bir mescid yapmışlardı.Kubâ'ya geldiğinde Hz. Peygamber de bu
mescidde namaz kılmıştı.

Peygamberimiz gelinceye kadar, Ebû Huzeyfe'nin azadlısı Salim, içlerinde Hz. Ömer
de bulunduğu halde bu mescid de bütün muhacirlere imam olup namazlarını
kıldırmıştı.

Bir başka rivayete göre ise, Peygamberimiz Küba'ya kuşluk vakti gelince, Ammâr Ibn
Yasir: "Resulullah için istediği zaman, gölgesinde yatıp dinleneceği, gölgeleneceği ve
içinde namaz kılacağı bir yer yapsak olmaz mı?"

demiş ve taş toplayarak Küba'da Peygamberimiz için ilk mescidi yapmıştır.
Peygamberimizin Küba'da yalnız pazartesi, sah, çarşamba ve perşembe günleri kaldığı
rivayet edildiği gibi 23 gece kalarak Kubâ mescidini yaptırıp içinde namaz kıldığı da
r2071

rivayet edilmiştir.

Kubâ mescidinin fazileti hakkında birçok hadis-i şerif vardır. Bunlardan bazılarının
mealleri şöyledir.

1. "Kim (evinden) çıkar da Kubâ mescidine gelerek orada namaz kılarsa, onun için
umre sevabı hasıl olur" (Nesâî, Mesâcid 8, 9.)

2. "Resulullah (s.a.) her cumartesi günü binitli ya da yaya olarak Kubâ mescidini
ziyaret ederdi." (bk. BuMrî Mescid Mekke 2; Müslim, hac 515; Ahmedb. Hanbel
U/5.)

Ayette geçen "temizlenmeyi çok seven..." sözü "abdest bozduktan sonra
taharetlenmede aşırılığı severler" anlamındadır ki, büyük abdestten sonra pislik,
dübürün dışma taşmadığı zaman bile taşla silinmekle yetinmeyip suyla taharetlenirler,
demektir.

Rivayete göre metinde geçen Tevbe Sûresi'nin 108'inci âyet-i kerimesi inince Hz.
Peygamber ensârı çağırıp "Ey Ensar topluluğu! Şüphesiz ki temizlik hakkında Allah
sizi övdü* Sizin bu Övgüye lâyık olan temizliğiniz nedir?" diye sormuş da ensarîler:
"Biz namaz için abdest alırız. Cünüblükten dolayı guslederiz ve (abdest bozunca da)
su ile taharetleniriz" diye cevap vermişlerdir. Bunun üzerine Hz. Peygamber de; "İşte

r2081

budur temizliğiniz. O halde bu temizliğe devam ediniz!" buyurmuştur.

Bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında başka rivayetler de vardır. Bunlardan

bazıları şöyledir:

1. Kubâ halkının büyük abdest bozduktan sonra suyla taharetlenmeleridir. Nitekim
mevzumuzu teşkil eden hadis de bunu ifade etmektedir.

2. Tevbe Sûresinin 108. âyet-i kerimesi inince, Hz. Peygamber Kubâ mescidine varıp
Kubâ halkına, "Gerçekten temizliğinizden dolayı Allah sizi Övdü. Bu sizin yaptığınız
temizlik nedir?" dedi.



Onlar da: "Ey Allanın Resulü, bizim yahudi komşularımız vardı. Onlar suyla

r2091

taharetleniyorlardı. Biz de öyle yapıyoruz. İşte bizim yaptığımız budur" dediler.

Bu hadisi İbn Huzeyme Sahih' inde rivayet etmiştir. Bir rivayete göre de bu âyet-i

mm

Kerime istincada hem taş hem de su kullanan Kubâ halkı hakkında inmiştir.
Her ne kadar bu hadis-i şeriflerin ifadesinden de anlaşılacağı gibi takva, üzere kurulan
mescidin Kubâ mescidi olduğunda şüphe yoksa da, Hz. Peygamberin Medine'deki
mescidi "Takva üzere kurulan mescid" denmeye Kubâ mescidinden daha da lâyık
olduğundan, "takva üzere kurulan mescid" deyince ilk akla gelen mescidin Hz.
Peygamberin Medine'deki mescidi olmalıdır. Nitekim şu hadis-i şerif de bu gerçeğe
işaret etmektedir:

Resûlullah zamanında iki kişi takva üzere kurulan mescid konusunda ihtilaf ettiler.
Birisi:

"O Allah Resûlu'nun mescididir"derken, diğeri de:

"O Kubâ mescididir" demiştir. Hz. Peygamber (s.a.)e gelip sorduklarında, Nebi (s.a.):

[2in

" O benim mescidimdir" buyurdu"

Binaenaleyh bu haberler arasında bir çelişki söz konusu değildir. Ayet-i kerimenin her
iki mescide de şumûlü vardır. Şurasını da unutmamak gerekir ki, aslında takva,
manevî temizliği ifade ettiğinden, Kubâ halkının maddî temizliğini ifade eden hadis-i
şerifleri, onların temizliğinin sadece manevî temizliğe münhasır kalmayıp maddî
temizliğe de son derece önem verdiklerini açıklayan hadisler olarak anlamak gerekir.
Binaenaleyh mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte, hadesten ve necasetten
tahâretleme birlikte kalbi temizliğe sevk etmeğe, ayrıca maddî temizliğin önemli bir
kısmını teşkil eden istin-caya gerekli önemi vermeye teşvik vardır. Ayrıca, Hadis-i
Şerif, su ile taharetlenmenin sabit olduğuna ve bunu yapanların temizliğinin tam

£2121

olması dolayısıyla Övgüye lâyık olduklarına da delâlet etmektedir.
24. Taharetten Sonra Eli Toprağa Sürmek

45....Ebû Hüreyre (r.a.)'den, şöyle demiştir:

"Nebî (s.a.) helaya gitmek istediği zaman tevr yahut rekve denilen kaplardan biriyle su
götürürdüm. Resûlullah (s.a.) onunla taharetlenir ve elini toprağa silerdi. Sonra bir
başka kapla su getirirdim, (onunla da) abdest alırdı."

Ebu Dâvud dedi ki: Hadisin (ilmi senedinden) "El-Esved b. Amir tarikiyle gelen

[213] r2141

rivayeti daha tamdır."
Açıklama

Hadis-i şerifte geçen "tevr" kelimesi bakırdan veya taştan oyulmuş, su içmeye ve
abdest almaya yarayan küçük kap demektir. "Rekve" kelimesi de aynı maksatla
kullanılan deriden yapılmış küçük kap demektir.

Resûl-i Ekrem'in (s.a.) elini toprağa sürmesi, temizliğe gösterdiği titizlikten ve
toprağın eldeki pis kokulan gidereceğinden dolayıdır. Her ne kadar Resûlullah (s. a.)' m



bedeninde pis koku bulunmazsa da ümmetine öğretmek gayesiyle böyle davranmıştır.
Peygamberimiz, bu hareketi ile pis kokuyu ve elde kalan necaseti giderecek bütün

I2İ5J

vasıtaların kullanılmasının uygun ve gerekli olduğuna işaret etmek istemiştir.
Bazı Hükümler

1. Bu hadis-i şerif taharetlendikten sonra pis kokuların giderilmesi için eti toprağa
silmenin müstehap olduğuna delildir.

2. Yine bu hadis-i şerif, -her ne kadar taharet için kullanılan- ibrikteki suyla abdest
almak caiz ise de, taharette kullanılan kaptan başka bir kapla abdebt almanın daha hoş
(müstehap) olacağını ifade eder.

3. Resûlullah (s. a.)' m toprağa elini silmesi, günümüzde temizleyici olan ve insan
vücuduna zararlı olmayan sabun ve benzeri temizleyicilerin kullanılmasının daha

12161

uygun olacağına işarettir.
25. Misvak Kullanmak

46. ...Ebû Hüreyre' den (r.a.) rivayet edildiğine göre Resûlullah (s. a.) şöyle
buyurmuştur: "Eğer mü'minlere zorluk vermeyecek olsaydım yatsı namazını

mu

geciktirmelerini ve her namaz (başm)da misvak kullanmalarım emrederdim."
Açıklama

Misvâk, dişleri temizlemek için kullanılan lifli bir ağacın dallarına denir. Bunların bir
karış boyunda kesilerek ucundan kabuğu soyularak lifleri çıkarılır ve bu kısımla dişler
fırçalanır.

Abdest alırken ağzın yıkanması sırasında misvak kullanılması sünnettir.

Misvakın en iyisi Erâk ağacından olanıdır. Bununla mîsvâklenince su ile birleştiğinde

mikrop öldürücü bir madde oluştuğu bilinmektedir.

Hz. Peygamber muhtelif hadis-i şeriflerinde müslümanları misvak kullanmaya teşvik
etmiştir. Bunlardan bazıları şu mealdedir:

"Biriniz geceleyin namaz kılmaya kalkarsa misvak kullansın. Çünkü, o namaz kılmağa
kalkınca kendisine bir melek gelerek ağzını onun ağzına temas ettirir. Artık o kulun

12181

ağzından çıkanlar melâikenin ağzına girer"

[2191

"Misvak Allah'ın rızasını kazandırır ve ağzı temizler"

"Misvak kullanarak kılman namazın fazileti; Misvak kullanmadan kılınan namazdan

r2201

yetmiş kat fazladır"

[2211

"Size misvakı tavsiye ederim"

Misvak kullanmanın fazileti hakkındaki görüşlerden bazılarını da şöylece
sıralayabiliriz:



Evzâî, "Misvak abdestin yansıdır. Bilhassa namaz kılınacağı zaman, abdest alırken,
Kur'an okurken, uykudan uyandıktan sonra ve ağız kokusu bozulunca, misvak
kullanmanın ehemmiyeti artar. Gece namazlarına kalkınca, cuma günü ve keza uykuya
yatarken, vitir namazından sonra, sabahleyin ve yemekten önce misvak kullanmak
mustehaptır" demiştir.

îbn Dakiki'l-İd ise misvak kullanmanın hikmetini şöyle açıklamıştır: "Namaz
kılınacağı zaman misvak kullanmanın müstehap oluşundaki hikmet, Allah'a yaklaşma
hali oluşundandır. Binâenaleyh ibâdetin şerefini göstermek için bu hâlin kemal ve
temizlikle muttasıf olması icab eder."

Bezzâr'm Hz. Ali (k.v.)'den rivayet ettiği bir hadiste misvak kullanmanın Kur'an-ı
Kerim dinleyen melâike ile ilgili olduğu, melâikenin ona, ağzını ağzına değdirecek
kadar yaklaştığı beyan edilir.

Misvakın nasıl kullanılacağına gelince, misvak, sağ ele alınır, serçe parmağının
üstünden geçirilir, baş parmakla altından tutulur. Islatılan ağzın sağ tarafından
başlanır, dişlere enine sürülür.
Oruca mâni değildir.

Misvak bulunmaz veya abdest esnasında dişleri kanatırsa yerine parmak kullanılabilir.
Şöyle ki, başparmak ağzın sağ tarafına, şehâdet parmağı-da sol tarafına salınarak üst

f2221

ve alt dişler ovalanır.
Bazı Hükümler

1. Misvâk kullanmak, Resulü Ekrem için farz ise de ümmeti için mendubtur. Çünkü
farz kılmmayışmm sebebi açıklanmıştır: Zorluk korkusu... Binaenaleyh Davûdu Zahirî
gibi farz diyen alimler varsa da hadis-i şerif onların aleyhine delildir.

Bazı kimseler misvakın dînin sünnetlerinden olduğunu, diğer bazılarının ise abdestin,
bir takımları da namazın sünnetlerinden olduğunu söylerler. Bazı kimselere göre ise,
dinin sünnetlerinden olması abdestin sünnetlerinden olmasına mâni değildir.
Cumhurun görüşü de budur.

2. Hanefi âlimlerin çoğuna göre, abdest alırken misvaklanmak sünnettir. Namazdan
önce misvak kullanmak ise uygun değildir. Zira abdestin bozulması ihtimali vardır.
Namazdan önce misvak kullanılmasını teşvik eden hadisler abdest öncesi
kullanılmaya hamledilmelidir.

3. Şafiî uleması ise, bu hususta abdestten önce ve namazdan önce misvaklanmayı
teşvik eden hadisleri ayrı ayrı mütelaa ederek "hem abdestten önce, hem de namazdan
önce misvaklanmak müstehabtır" derler.

İmam A'zam'a göre misvak kullanmak, dinî bir sünnet olduğundan her zaman

kullanılır. Tatarhâniyye'de nakledildiğine göre şu vakitlerde misvak kullanmak

müstehabtır: a .Namaza kalkılacağında, b. Abdestten Önce, c. Ağzın kokusu

değiştiğinde,

d. Uykudan kalkınca.

Ibnu'l-Hümâm bu maddelere ilâveten "dişler sarardığı zaman da misvak kullanmak
f2231

müstehaptır" der.

4. Misvak kullanmanın sayısı hakkında. muayyen bir adedi yoktur. Dişlerin
temizlendiğine kanaat getirilinceye kadar sürtülür.



5. Bu hadis-i şerif, Peygamber (s.a.)in ümmetine olan sonsuz şefkat ve merhametine
delildir.. Zira misvak kullanmayı farz kılmaması ancak onlara sıkıntı vermemek
içindir.

6. Hadis-i şerifin hükmü umûmî olduğu için, bütün namazlar için abdest alındığında
misvak müstehaptır. Bu

hususta farz ve nafile namaz müsavidir.

7. Bu hadisle Nesâî oruçlu bir kimsenin öğleden sonra misvak kullanmasının
müstehap olduğu hükmüne varmıştır.

8. Bazıları da bu hadis-i şeriften mescidde dahi misvak kullanılabileceği kanaatine
varmışlardır. Zira her namaza kalkışta misvak kullanmak söz konusudur. Mescitlerse,
namaz kılman yerlerdir.

9. Mutlak emir vücub ifâde eder.

10. Bu hadis-i şerif yatsı namazını, gecenin ilk üçte birine kadar veya yarısına kadar
geciktirmenin mendub olduğuna da delildir. Bu sayede kişi namazı bekleme sevabı
alır. Çünkü insan namazı beklediği müddetçe namaz-daymış gibi sevap alır.
Buhârî'nin rivayet ettiği bir hadiste, "Siz namazı beklediğiniz müddetçe namazdasınız"

f2241

buyurulur.

12251

47....Zeyd b. Hâlid el-Cühenî ' den, demiştir ki; Resûlullah (s.a.)ı, şöyle
buyururken işittim: "Mü'minlere sıkıntı vermeyecek olsaydım, her zaman (basm)da
misvak kullanmalarını emrederdim"

(Hadisi Zeyd'den rivayet eden (Ebû Seleme de dedi ki: "Ben Zeyd'i kulağına -
kâtiplerin kulaklarına kalem koydukları yere misvak koymuş olarak mescidde

T2261

otururken gördüm. Her namaza kalkışında misvak kullanırdı."
Açıklama

İbn Cerîr misvakın kulak üzerine, kalem mahalline konulmasının hikmetini şöyle
açıklamıştır: Bu halde kullanılması oldukça kolay ve sahibine devamlı misvaklanmayı
hatırlatır. Bu sayede o da sünneti ihmal etmemiş olur. Ayrıca mescidde saç sakal
taramak da caizdir. Caiz değildir diyenler vücuttan ayrılan küm pis olduğunu kabul
edenlerdir. İmam Mâlik, Ebû Hanife, Ahmed ve Şafiî'den sahih olan kavle göre kıl te-
mizdir ve dolayısıyla mescidde saç taramakta da bir sakınca yoktur. Zira Nebiyyi
Ekrem saçım mescidde taramış, yarısını Ebu Talha'ya, diğer yarısmı da orda
bulunanlara vermiştir.

Buna dayanarak bugün müslümanlar misvakı uygun bir cebe koymak suretiyle bu
sünneti kolayca yerine getirebilirler.

İbn Reslân gerek kulak üzerinde misvakı taşıma ve gerekse namaza kalkarken
misvaklanma sünnetlerinin unutulduğunu, bu yüzden müslümanlarm mes'ul

r2271

olacaklarını yana yakıla anlatır.



Bazı Hükümler



1. Her namaz kılınacağı zaman misvak kullanmak sünnettir.

Fıkıh ulemasının bu mevzudaki görüşlerini bir önceki hadisin şerhinde açıklamıştık.

2. Her ne kadar Mâliki ulemasından bazıları mescidi kirleteceği düşüncesiyle
"Mescitlerde misvaklanmak mekruhtur" demişlerse de, bu hadis-i şeriften caiz olduğu
anlaşılmaktadır.

Mescidde misvak kullanma ve taranma konusunda Şeyhülislam Takıyyuddin İbn
Teymiyye Fetâvâ'da şunları söylemektedir:

"Mescidde misvak kullanmanın mekruh olduğunu iddia eden hiçbir âlime tesadüf
etmedim. Bilâkis bütün nakledilen haberler selef-i sâlihinin mescidde misvak
kullandıklarına delâlet ediyor. Mendil vesaire ile ağız, burun temizlemek sünnetle ve
ulemanın ittifakıyla sabittir. Keza mescidde abdest almak da caizdir. Abdest alırken
misvak kullanılacağına göre misvakın mescidde kullanılmasının mekruh oluşu nasıl
iddia edilebilir? Mescidlerde namaz kılındığı ve namaza kalkarken misvak
kullanmanın müstehap olduğu göz önüne getirilirse, mescitlerde misvak kullanmanın
mekruh olduğu iddiasının ne kadar tutarsız ve mesnetsiz olduğu ortaya çıkacaktır."

T2281

48....Muhammed b. Yahya b. Hibbân, Abdullah b. Ömer'in oğlu Abdullah 'dan
rivayet ettiği hadiste dedi ki; "Abdullah b. Ömer'in oğlu Abdullah'a: dedim ki "Sen (in
baban) İbn Ömer'in abdestli ve abdestsiz iken her namaz için abdest almasının sebebi
nedir? dedim. Abdullah da; "(Amcasının kızı) Esma bint-i Zeyd b. El-Hattâb*'ın
kendisine, Abdullah b. Hanzala b. Ebî Amir **'in şöyle dediğini nakletti: "Resûlullah
(s.a.) abdestli ve abdestsiz iken her namaz için abdest almakla emrolundu. Bu ona zor
gelince her namaz için misvak kullanmakla emredildi." İbn Ömer'e gelince "O,
kendinde bu gücü bulduğundan dolayı her namaz için abdest almaya devam etti."
Ebû Dâvûd dedi ki, "Bu hadisi İbrahim, tbn Sa'd, yine Muham-med b. İshak'tan
rivayet etmiş, ancak ibrahim, Abdullah b. Abdullah yerine "Ubeydullah b. Abdullah"
f2291

demiştir.
Açıklama

Mekke'nin Fethinden önceki tarihlerde Cenab-ı Peygamber (s.a.) ve ümmeti "Ey İman
edenler namaza kalkacağınız zaman yüzünüzü ve ellerinizi (dirsekleriyle beraber)

r2301

yıkayın ve başlarınıza mesnedin, iki topuğa kadar ayaklarınızı da yıkayın"
âyetinin zahiriyle amel ederek her namaza kalkışlarında abdestli bile olsalar yeniden
abdest alırlardı.

171 numaralı hadis-i şerifte de açıklanacağı gibi Hz. Enes (r.a.) "Ne-biyyi Ekrem (s.a.)
her namaz için abdest alırdı da biz(abdestimiz bozulma-dığı müddetçe) bir abdestle
istediğimiz kadar namaz kılardık" demiştir. Bu da gösteriyor ki her namazdan önce
abdest alma emri sadece Efendimiz (s.a.)e yöneliktir. Nitekim açıklamakta olduğumuz
hadis-i şerifte de "her namaz için abdest İle emrolundu" cümlesi bu emrin sadece
Peygamberimize ait olup ümmetine ait olmadığını ortaya koymaktadır.
Daha sonra da bu durum Abdullah İbn Hanzala hadisi (yani üzerinde durduğumuz

1231]

hadîs) ve Büreyde hadisleriyle nesh edilmiştir. Hz. Bürey-de'nin rivayeti



şöyledir: "Peygamberimiz (s. a.) her namaz için abdestli bile olsa yeniden abdest alırdı.
Bu durum Mekke'nin fethine kadar devam etti. Bu amel zor gelmeye başlayınca
neshedildi de Resûlillah (s. a.) Fetih yılında bir abdestle bir kaç namaz kıldı. Ancak
abdest bozulunca abdest alınmakla yetinildi ve her namaz için misvak kullanma emri
geldi."

İbn Ömer Hazretleriyse kendinde her namaz için abdest almak gücünü görünce eskisi

f2321

gibi (her namaz için abdest almaya) devam etti.

Netice: Bu emrin sadece Peygamber Efendimize yönelik olduğunu söyleyenler
bulunduğu gibi, Ümmeti için de geçerli olduğu görüşünde olanlar da vardır. Nitekim,
Dârimî'nin Sunen'inde beyân edildiğine göre Hz. Ali (k.v.) de her namaz için abdest
alırdı ve (delil olarak) Mâide Sûresinin 6. âyetini okurdu.

Hattâbî, "Bu hadis bir teyemmümle iki farklı namaz kılınamaz diyenler için bir
delildir. Çünkü her namaz için abdest alınmak emredilince ona bağlı olarak
teyemmüm de emredilmiş oldu. Fakat abdestle ilgili nesh geldiğinde teyemmüm
zikredemediği için, teyemmüm eski hali üzere kaldı. Bu, Hz. Ali (k.v.) İmam Mâlik,

r2331

Şafiî, Ahmed ve İshak'm görüşüdür" demektedir.
Bazı Hükümler

1. Her namaz için abdest tazelemek müstehaptır.

2. Bu hadis her abdest alırken misvak kullanma sünnetini kuvvetlendirmektedir.

3. Bir de bu hadis, Allah Teâlâ hazretlerinin, hükümlerden istediğini neshettiğine
delildir. Ayrıca bu nesih ve benzerleri ile Resulüne son derece merhametli olduğuna

12341

da bir işarettir.

12351

26. Misvakın Nasıl Kullanılacağı

49....Müsedded'den rivayet edildiğine göre Ebû Bürde'nin babası Ebû Musa el-Eş*ar
Abdullah b. Kay s şöyle demiştir.

"Bizi (Tebûk gazvesine) götürecek bir binit temin etmesi için Resûl-i Ekrem'in (s.a.)
huzuru saadetine vardık. Onu dilinin üzerine (doğru) misvakı sürterken gördüm"
Süleyman* b. Dâvûd'dan gelen rivayette Ebû Mûsâ el-Eşâri'nin şöyle dediği yer
almaktadır: "Misvakı dilinin ucuna koymuş olduğu halde diline sürterken Hz.
Peygamber Efendimizin huzuruna girdim, öö, ööö diyordu." Yani Resul-i Ekrem sanki
midesi bulanmış da kusuyormuş gibi ses çıkarıyordu.

Ebû Davûd Müsedded'in Hadis daha uzundu ben onu özetledim, dediğini haber
f2361 r2371

vermektedir.
Açıklama

Hadis-i şeriften anlaşıldığına göre Ebû Mûsâ el-Eşârî arkadaşlarının isteği üzerine
kendilerini Tebûk gazvesine götürecek bir binek hayvan istemek için huzur-u



Resûlullah'a vardıklarında Resûlullah'm misvakı dilinin üzerine uzunluğuna sürterken
görülüyor. Misvakı ağzının en iç kısımlarına kadar sürtmesinden dolayı mide
bulantısını gösteren sesler çıkarıyordu. Bu durum Cenab-ı Peygamberin (s.a.)
midesinin bulanmasına aldırış etmeden ağzının en iç kısımlarına kadar misvakı

r2381

eriştirdiğini gösterir.
Bazı Hükümler

1. Bu hadis misvakın sadece dişlere ait, ağızdaki kokulan gidermek için olmayıp
bunun ötesinde ağzı tam

manâsıyla temizlemek gayesiyle de kullanıldığını, bu itibarla ağzın en iç kısımlarına
kadar misvakı eriştirmek lâzım geldiğine delildir.

2. Bu hadisten başkasının yanında misvak kullanmanın caiz olduğu anlaşılır.
Dolayısıyla başkalarının yanında dişlerin fırçalanmasının âdaba aykırı olmadığına da
işaret vardır,

3. Ağzın misvâklanmasmm uzunluğuna olacağı bu hadis-i şeriften anlaşılmakla
beraber dişlerin enine fırçalanacağı Ebû Nuaym'in rivayet ettiği Hz. Aişe (r.a.)
hadisinden ve Ebu Davud'un mürsel olarak naklettiği Atâ hadisinden anlaşılmaktadır.
r2391

27. Başkasının Misvağını Kullanmak

50.... Aişe (r.a.)3dan şöyle demiştir. "Resûlullah (s.a.) yanında biri öbüründen daha
yaşlı iki kişi varken dişlerini misvaklıyordu. Misvakın fazileti hakkında "büyült" yani

f2401 [241]

"onlardan yaşça büyüğüne misvakı ver" diye vahy geldi.
Açıklama

Müslim'in rüya bölümünde rivayet ettiği hadis-i şerifte bu hadisenin rüyada olduğu
nakledilmişse de Buhârî rüyadan bahsetmemiştir.

Demek ki, Resûlullah (s.a.) bu hâdiseyi uyanıkken yaşamış, ancak kendisine daha
evvel rüyada, yaşlı kimselere misvak ikram edilmekte öncelik tanınması vahy
edildiğniden dolayı misvağı önce yaşlı kişiye verdiğini ifade buyurmuştur. Fakat bazı
kişilerin dikkatinden rüya kelimesi kaçtığı için bu kelime rivayetlerin bazısında
geçmemiştir.

Peygambere, uyur ve uyanıkken Allah'tan vahy gelirdi. Nitekim Hz. İbrahim'in oğlunu
kurban etmesiyle İlgili emir de rüyada gelmiştir.

Buna göre hadisin hükmü, rüya halinde veya uyanık olduğu halde gelmesi ile
değişmez. Burada, uyanıklık veya rüya halinden bahsedilmesi muhtelif rivayetlerin
açıklanması içindir.

Büyüğe misvak vermekte öncelik tanınması, misvağm faziletinden dolayıdır. Nitekim
yemek, İçmek, yürümek ve konuşmak bakımından da büyüklerin öncelik hakkı vardır.
Ancak bir mecliste oturan toplulukta ise, sağ tarafın öncelik hakkı bulunmaktadır.



f2421



Bazı Hükümler

1. Bu hadis-i şerif misvak kullanmanın meşruluğuna ve faziletine delildir.

2. Misvak ikram edilmek istendiğinde yaşça büyük olanlara öncelik tanımak sünnettir.

3. Sahibinin izniyle başkasının misvağmı kullanmak caizdir. Ancak bundan sonra
gelen hadiste belirtildiği gibi o misvakın iyice temizlenmesi ve daha önceki
sahibinden en küçük bir iz kalmayacak kadar yıkanması gerekir.

Günümüzde kullanılan, kişilere ait tarak, fırça, sürme mili ve buna benzer diğer özel
eşyaların birer temizleme ve ziynet âleti olmaları itibariyle başkaları tarafından
kullanılamayacağı alışkanlığı yanlıştır. Esas olan onların, temiz ve mikrop
taşımayacak hâle getirilmesi ve temizlenmesidir. Bu hâle geldikten sonra
kullanılmasında sakınca yoktur.

51....Mikdâm b. Şurayh, babası Şureyh'in şöyle dediğini haber vermiştir: Aişe'ye,
"Resûlullah (s. a.) evine girdiği zaman ilk iş olarak ne yapardı?" diye sordum.

f2431 f2441

"Dişlerini misvaklardı" cevabını verdi.
Açıklama

Bu hadis-i şerif şu iki noktaya işaret etmektedir:

1245]

a. Resûluüah (s. a.) nafile namazları mutlak surette evde kılardı. Eve girdiklerinde
misvakla işe başlamaları nafile namaz için hazırlık olduğuna işaret etmektedir.
Kurtubî de bunu ifade etmektedir. Eve girince ilk işinin misvak kullanmak olmasını
vahye hazırlanmakla izah edenler de

vardır.

b. Evine döndüğü zaman ağız kokusunda bir bozulma olabileceği ihtimalinden dolayı
ev halkını rahatsız etmemek için misvâklandığma delâlet eder.

Bu da gösteriyor ki, insanların günde birkaç kez fırça kullanmaları hem diş sağlığı ve
hem de başkalarını rahatsız etmeme bakımından gereklidir.

Bu hadis-i şerif elimizdeki Bezlii'l-Mechiıd, Menhel ve Avnu'l-Mâbud adlı şerhlerde

12461

30. babın son hadisi olarak yer almaktadır.
Bazı Hükümler

1. Başkasını rahatsız etmemek için ağız temizliğine riayet edilmeli.

2. Her ne kadar başkalarının yanında diş temizliği yapılabileceğine yukarıda işaret
edilmişse de bu hadisten temizliğin, evde ve özel yerlerde yapılması daha uygun
olduğu anlaşılmaktadır.

r2471

3. Resûlüllah diş temizliğindeki titizliğiyle de bize en güzel örnektir.



28. Misvağı Yıkamak



52....Anbese b. Saîd el-Kufî dedi ki, bir çok kişi bana Hz. Aişe'-nin şöyle dediğini
rivayet etmiştir: "Resûl-u Ekrem (s. a.) misvak kullanır sonra da misvakı yıkamam için
bana verirdi. Ben de Önce onunla misvâklanır sonra yıkayıp kendisine geri
[2481 [2491

verirdim."
Açıklama

Beyhakî bu hadîsi Ebu Dâvud'dan nakletmiştir.Aliyyü'l-Karî, Mirkat'da bu hadis için
ceyyid demiştir.

Aişe validemizin (r.a.) kendisine yıkaması için Hz. Peygamber tarafından uzatılan
misvakı yıkamadan önce ağzına götürüp dişlerini onunla rais-vaklaması Resûlullah

[2501

(s.a.)'m mübarek ağzının değdiği o misvaktan bereket ve şifa umduğu içindir.
Bazı Hükümler

1. Sahabinin rızası ile başkasına ait misvakın kullaml-ması caizdir. Ancak sünnete
uygun olan gen vermeden önce onu iyice temizlemektir.

2. Eşler bazı eşyaları ortaklaşa kullanabilirler.

12511

3. Teberrüken salihlerin eşyasını kullanmak meşrudur.
29. Misvak Kullanmak Fıtrat (Yaratılış) İcâbıdır

53. ...Hz. Aişe (r.a.) dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s. a.) şöyle buyurmuştur:
"On şey fıtrattandır:Bıyığm kırpılması, sakalın bırakılması, dişlerin temizlenmesi,
buruna su çekilip temizlenmesi, tırnakların kesilmesi, parmak eklemlerinin yıkanması,
koltuk altı kıllarının yolunması, eteklerin tıraş edilmesi, Su serpmek (yani necasetten
su ile temizlenmek)"

Râvîlerden Zekeriyyâ diyor ki: Mus'ab şöyle dedi: "Onuncuyu unuttum, ancak bu
[2521 [2531

mazmaza olabilir."
Açıklama

Fltrat insanlığın ilk yaratılışında getirdiği insana has özeüik-lerdir. Masdar-i nevi'
olduğu düşünülürse, insanlığa ait bir yaratılış nevi olduğu kolayca anlaşılır. Allah, bu
özellikleri insan olmak haysiyetiyle bütün insanların yaradılışlarında esas ve müşterek
olarak yaratmıştır. Dıştan tesirlerle fertlerin kazandıkları bir kısım özel seciyye ve
huylar değildirler. Meselâ insanoğlunun iki gözünün bulunması asıldır. Fakat bununla
beraber anadan kör olarak doğanlar da bulunabilir. Fakat körlük umumiyetle
insanların yaratıldığı fıtrat-ı asliyye değildir. Ferdin hilkatindeki bozuklukları aslî
hilkatle karıştırmamak lâzımdır. Nasıl insan nevi için böyle bir aslî yaratılış kanunu
varsa, organların yaratılışında da bir gaye vardır. Yaratılışın gayesi yaratıcıyı tanımak,
gözün yaratılış gayesi hakkı hakikati görmek; midenin acıkmasının hikmeti, bedene



lüzumlu gıdayı te'min edip hayatın devamını sağlamayı hatırlatmaktır. Yoksa mide,
zehir yutmak, ya da bir zevk uğruna tıkabasa doldurulmak için yaratılmış değildir. O
zaman fıtrat bozulmuş, dalâlete (sapıklığa) düşülmüş olur.
Hadis-i şerifte gecen fıtrat kelimesine ulemâ iki şekilde mânâ vermişlerdir:

1. Ekseri âlimlere "bu kelime ile kast edilen sünnettir" demişlerdir. Yani bu kelime ile

12541

kast edilen "Onların yoluna oy" âyet-i kerimesinde uyulması emredilen ve

Peygamberlerin hiç bir değişikliğe uğratmadan uygulaya geldikleri "tevhid, iman,
ikan, istikâmet, salah, fazilet, ihsan, kitab hikmet, nübüvvet" gibi akla ve delile

1255]

dayanan ve körü körüne taklidden uzak olan hidâyet yoludur. Bu görüş, hadis-i
şerifin vurûduna (gelişine) daha uygun olduğu için cumhuru ulema tarafından
benimsenmiştir.

2. Allah (c.c.) katında değişmeyen dini esaslardır. Dini muhafaza, nesli ' muhafaza,
aklı muhafaza, malı muhafaza, nefsi muhafaza ve imanın altı esası

gibi.

3. Hz. İbrahim aleyhisselâmm ve onun neslinden gelen Peygamberlerin sünnetleridir.
"Bıyıkları kesmek, sünnet olmak, etek tıraşı ile koltuk altlarını tıraş etmek, tırnak
kesmek, sakal koymak gibi" Buradaki lafzı "ba'z" ifâde ettiğinden İbn Hacer bu
fıtratın zikredilenden ibaret olmadığım İbnü'l-Arabî'nin bunun otuz kadarını saydığını

[256]

kaydediyor.

Bunlarla ilk görevlendirilen Hz. ibrahim olmuştur. Bu husus âyet-i kerimede şöyle
beyân edilmiştir: "Hani İbrahim'i Rabbi bir takım kelimelerle (emirlerle) imtihan edip
de o bunları tamamen yerine getirince "seni insanlara imam (rehber) yapacağım"

12571

buyurmuştu"

İbn Abbas (r.a.)'m beyânına göre, Cenab-ı Hak Hz. İbrahim'e bazı emirler vermiş, Hz.
İbrahim bunları hakkıyla yerine getirince Cenab-ı Allah "Seni insanlara imam
yapacağım" buyurmuştur.

Ümmet-i Muhammed de diğer ümmetler gibi bu emirlere uymakla mükellef olmuştur.
Nitekim ümmet-i Muhammed'in bu mükellefiyeti şu âyet-i Kerimede açıkça beyan
buyurulmuştur:

"Sonra sana, "Muvahhid olarak İbrahim'in dinine uy, o hiç bir zaman müşriklerden

12581

olmadı" diye vahyettik.

Ulemâdan bazılarına göre, Allah'ın Hz. İbrahim'e emredip de Hz. İbrahim'in yerine
getirmeye muvaffak olduğu emirlerin sayısı otuzdur. Bunlardan onu Tevbe Sûresinin
112. âyetinde olan âyetlerde, onu Ahzab Suresinin 35. âyetinde, onu da Mü'minûn
suresinin 1 . âyetinden beşinci âyetine kadar olan kısımlarda ve Mearic Suresinde 22-
34 numaralı âyetleri arasındadır.

Abdurrezzak'm Ma'mer tarikiyle İbn Tâvûs'tan rivayet ettiği bir hadis-i şerife göre, İbn
Abbâs: Bu emirler on adettir. Beşi başta, beşi de cesettedir. Başta olanlar, bıyıklan
kesmek, mazmaza, istinşak, misvak, saçları ayırmaktır. Cesette olanlar da, tırnak
kesmek, kasıkları kazımak, sünnet olmak, koltuk altlarını traş etmek, taharetlenmektir.

12591

Ayetin zahirine en uygun olan görüş de budur. demiştir.



Bıyıklan kırpmak, sakal salmak, Hanefî ulemâsından Aynî'nm beyanına göre bıyıkları
keserken sağdan başlamak müstehabtır. Kendi kesebildiği gibi, başkalarına da
kestirebilir. Fakat soltuk altını ve kasıkları ancak kendisi tıraş edebilir.
Tahâvî'nin beyânına göre ise, bıyıklan kesmek iyi ise de kökünden tıraş etmek
sünnettir, kırpmaktan yani kısaltmaktan daha iyidir, bu İmam-ı Azam ve Ebû

[2601

Yusuf un görüşüdür.

Mâlikler ise, bıyıkları, kökünden kazımayı uygun görmemişlerdir.
Bıyıkları kesmekten maksat, üst dudaklarını kırmızısı görününceye kadar, sarkan
kısımları kesmektir. İmam Mâlik, "Bıyıklarım kesenlerin tazir edileceklerini bunun bir
bid'at olduğunu" söylemiştir.

Şafii Mezhebinde de esas olan üst dudağın üzerinden sarkan kısımları kesmektir.
Kısacası hadis-i şeriflerde bazan "kazıyınız" bazan da "kesiniz" tabirleri geçmekte,
bunun ikisiyle de amel edilebilmektedir. Nitekim Hanefi ulemasının da görüşü budur.
Hanefîlerden bazıları ve İbn Hazm, bıyığı kesmek farzdır, demişlerdir. Delil olarak da

12611

"Kim bıyığını kesmezse bizden değildir" hadisini göstermişlerdir.

Sakal: "Sakalları uzatınız" emrinin hükmü farzdır. Te'vil etmek için bir karine mevcut

değildir.

Hanefilere göre: Hanefî mezhebinin görüşleri Durrü'l-Muhtar'aa şöyle
zikrolunmaktadır: "Erkeklere sakal kesmek haramdır"

Hidâye şerhi Nihâye'de sakalın bir tutamdan fazlasının kesilmesinin vacip olduğu
zikrolunmaktadır. Fethü'l-Kadîr'de ise, şu bilgiler verilmektedir. "Ka-dmlaşan
erkeklerin ve bazı mağriblilerin yaptığı gibi sakalın bir tutamdan az bırakılmasını hiç
bir âlim, "sünnet yerine geldi" şeklinde mutalea etmemiştir. Sakalın tamamen

f2621

kesilmesini ise fukahanm cumhuru ruhsat kabul etmemiştir."

Nihâye müellifi de sakaldan bir tutamdan fazlasının kesilmesinin vâcib olduğunu
söyler. Tirmizî'nin de Cami'inde rivayet ettiği gibi, "Hz. Peygamber sakalının eninden

12631

ve boyundan alırdı."

Maliki mezhebinde de sakal kesmek haramdır. Eğer sakalı kısaltmak çirkinlik
meydana getiriyorsa, kısaltmak da haram olur.

Şafii mezhebinden imam Nevevî ve imam Râfîî, sakalı traş etmenin mekruh
olduğundan bahsederler. Fakat bazı fukahâ, "imam Şafii'nin el-Umm isimli eserinde
haram olduğuna dair açık ifâdesinin bulunması bu iki âlimin verdikleri hükme ters
düşmektedir" demişlerdir. Ancak Şafiî fukahasmm bu iki yetkili imamının
görüşlerine, başka bir görüş tercih edilemiyeceğinden, mezheb içinde şeyhayn lâkabı
ile tanınan bu iki imamın görüşüne göre, Şafiî Mezhebi'nde sakal kesmek mekruhtur.
Hanbelîlere göre de sakal kesmek haramdır. Ancak onlardan bîr kısmı, sakalı
kesmenin haram olduğu görüşünün en kuvvetli bir görüş olduğunu zikrederek bunun
dışında Hanbelî imamlara ait başka görüşler bulunduğuna işaret ederken, diğer bazıları
da Sakal kesmenin haram olduğunu yegâne görüşmüş gibi zikretmektedirler.
Sakalların fazla uzayıp da çirkin bir manzara arzetmeleri halinde yanlarından ve
sarkan kısımlarından kesilebileceği hakkında ittifak vardır. Kesmenin haddi
hususundaki görüş, bir kabzadır. Bir kabzayı geçen kısımlar kısaltılabilir.
Netice: Sakal kesmek haramdır. Fakat çirkin bir hal almamasına da dikkat etmek



gerekir. 4198-4200 numaralı hadislerin şerhinde bu konuyu tekrar ele alacağız,
inşaallah.

Tırnaklar, parmaklara zarar vermemek şartıyla dipten kesmek müstehaptır. Tırnalc
kesilirken tertibe riâyet olunacağına dair hadislerin hiç birinde bir kayıt yoktur.
Nevevî, Müslim Şerhi'nde tırnakların kesiliş sırasını şöyle tarif etmiştir: Evvelâ sağ
elin şehâdet parmağı, sonra orta parmak, sonra yanındaki yüzük parmağı, sonra küçük
parmak kesilecek, ondan sonra da baş parmak kesilmelidir. Bu müstehaptır. Sol elde
ise, küçük parmaktan başlayarak şehâdet parmağına doğru gidileceğini bildirmiştir.
Ayak tırnakları kesilirken sağ ayağın küçük parmağından başlayarak sıra ile ötekilere
gidilecek. Sol ayakta ise baş parmaktan başlayarak atlan-' madan sırasıyla hepsi
kesilecektir. Ancak, her ne kadar imam Nevevî bu tertibin Müstehap olduğunu
söylemişse de, îbn Dakiki'l-tyd haklı olarak "bu tertibin müstehab olduğuna dair hiç

[2641

bir delil yoktur" demiştir.

Aynı şekilde Birgivî merhum Kırk Hadis Şerhi'nde bu hususta ve tırnak kesmenin
zamanı üzerinde hayli durmuşsa da sağlam bir kaynak göstermemiştir.
Görülüyor ki, bu hususta kadm-erkek genç-ihtiyar ayırımı yapılmamıştır. Hal böyle
iken günümüzde bir çok hanımların moda ve süs diyerek tırnak uzatmalarının İslâm
âdabı ile bağdaşan bir hareket olmadığı, tırnak altında bir takım kirlerin birikebileceği
hatta kir olmasa bile manzaranın çok kerih olduğu gözden kaçmamaktadır.
Hele müslüman örfüne göre, mutfağa giren, yemek yapan kadınların misafirleri
üzerindeki menfi te'sirî düşünülürse tırnak uzatmanın hoş bir durum olmadığı, karı-
koca arasındaki sevgi bağının zayıflamasına vesile olabileceği anlaşılacaktır. Ayrıca
yavrularına ilk dini eğitimi vermesi beklenen annelerin bu gibi hallerle genç
kızlarımıza kötü Örnek olması, anneden beklenen İslâmî görevlere de ters
düşmektedir.

İslâmiyet kadınların kocalarından başkasına karşı süslenmesini yasak kıldığına göre,
uzun tırnakların karı-koca arasında sevgi bağlarım zayıflatmaya vesile teşkil
edeceğinden meşru bir zinet olarak mütalaa edilmesi mümkün değildir.
Savaş sırasında düşman heybetli görünmek maksadıyla erkekler tırnak uzatabilirler.
Bunun dışında, ister süslenmek, ister bir başka maksatla olsun tırnak uzatmak İslama
göre haramdır.

Hadis-i şerifte geçen tabiri çeşitli şekillerde açıklanmıştır. Aslında bu kelimeyi Vekî' ,
taharet diye tefsir etmiştir.

Bazılarına görede su kullanarak bevlin akıntısını kesmek demektir. Böyle tefsir
edildiği zaman, istibrâ şekilleri içine gireceğinden yukardaki şerh gayeye daha uygun
görülmektedir.

Berâcim: Parmak boğumlandır. Maksat, buralar kirin birikebileceği yerler
olduğundan, insan vücudundaki bütün boğum ve kıvrımların temizlenmesidir ve bu
sünnettir.

Ane'den kast edilen ise, erkek ve kadınların (etek) mahrem yerlerindeki kıllardır.
Bunun haftada bir defa yapılması uygun olmakla beraber, kırk günü aşmaması gerekir.
Zira Hanefî fakihleri kırk günü aştığı takdirde tahrimen mekruh olacağını

£2651

söylemişlerdir. Nitekim Hz. Enes îbn MâhVin rivayet ettiği hadis-i şerifde bunu
ifâde etmektedir. Traştan maksat, kılların izâle edilmesidir. Bunun jilet, macun, nevra
ve vücuda zarar vermeyecek herhangi bir ilâçla yapılmasında da mahzur yoktur.



Özellikle etek kıllarının pislik ve mikrop toplaması dolayısıyla deri altı haşerelerinin
meydana gelmesine sebeb olacağı İçin tedavisi güç durumlar meydana getireceği
dikkate alınırsa, İslâm'ın bu hususta gösterdiği titizliğin önemi açıkça anlaşılacaktır.
Gidörek yaygınlaştığı bilinen etek traşı olmamanın ne tıbben ne de dinen tasvib
edilmediğinin belirtilmesine rağmen, bunda ısrar edilmesi körü körüne bir batı
taklitçiliğinden başka birşey değildir. Bu da bir fayda sağla-mayıp aksine zarar
getirdiğinden ve bir sünneti terke sebeb olduğundan haramdır.

Koltuk, altlarını yolmak: Aslında traş etmekle de sünnet yerine gelirse de Aynî'nin
beyânına göre, gücü yetenler için yolmak daha iyidir. Acı çekenlerse, traş ederek bu
sünneti yerine getirirler. İşe sağdan başlamak mus-tehaptır. Gazali merhum
"başlangıçta yolmak zor gelirse de sonra kolaylaşır, acı çekilmez" demiştir. Gerek
etek, gerekse koltuk altlarının temizliğinde ateşle kılları yakmak doğru değildir. Hele
zor işlerde çalışıp terleyen, sonra da yıkanamayan kişilerin buralarım traş etmemeleri
halinde meydana gelecek kokular, karı-koca arasında bulunması gereken ülfet ve
yakınlığa gölge düşürebilecektir. Bunun için sık sık bu temizliğin yapılması gerekir.
f2661 '

Bazı Hükümler

1. Hadis-i şerif, sözü geçen on işin yapılmasının dinî bir görev olduğunu gösterir.

2. Bunlar yalnız ümmet-i Muhammed'e ait olmayıp, diğer bütün peygamberler ve
ümmetleri için de sünnettir.

54.... Musa b. İsmail'in Muhammed b. Ammâr'dan, Davûd b. Şebîb'in ise Ammâr b.
1267]

Yâsir'den naklen bildirdiklerine göre Resûlüllah (s. a.) şöyle buyurmuştur:

r2681

"Muhakkak ki ağza ve buruna su çekmek peygamberlerin sün-netindendir."
Ammâr b. Yâ'sir Önceki hadisi aynen nakletti, ancak "sakal bı-rakmak"tan söz etmedi
ve "sünnet olma"yı ekledi. Ve"intikasu'l-ma" yani istincâ yerine de "intidah"
kelimesini kullandı.

Ebû Davud dedi ki: (Seleme tbn Muhammed hadisinin) bir benzeri tbn Abbas'dân da
rivayet edilmiştir. Fakat tbn Abbâs (r.a.): "Beş tane sünnet vardır ki beşi de baştadır"
demiş ve saçları ortadan ayırmayı bunlar arasında saymış, sakalları uzatmaktan hiç
bahsetmemiştir.

Ebû Dâvud dedi ki: Hammad hadisinin benzeri Talk b. Habtb, Mücâhid Bekr b.
Abdillah el-Müzenî'den de nakledilmiş fakat bunlar sakal bırakmaktan
bahsetmemişlerdir.

Muhammed b. Abdillah b. Ebt Meryem' in Ebû Seleme vasıtasıyla Ebû Hüreyre'den
rivayet ettiği (merfû') hadiste ise, sakal uzatmak sözü geçmektedir.
İbrahim en-NehaVden de Muhammed b. Abdillah hadisinin benzeri rivayet edilmiş,

r2691 r2701

sakal uzatmak ve sünnet olmaktan bahsedilmiştir.



Açıklama



Hadis-i Şerifte geçen, aynı zamanda müellif Ebû Davud'un şeyhleri (nocalan) oıan
Mûsâ b. İsmâîl ve Dâvud b. Şebîb'in farklı rivayetlerine işaret edilmektedir.
Buna göre (Seleme'nin, babası Muhammed'den rivayet ettiğine göre) hadis roürsel
demektir. Çünkü Muhammed, sahâbî değildir. Davud'un dediği gibi, Seleme'nin
dedesi Ammâr'dan rivayet ettiği kabul edilirse, hadis munkatı' demektir. Çünkü
Seleme dedesini görmemiştir.

Hadis-i şerifte geçen meselenin izahı bundan Önceki hadis-i şerifte geçmişti. Ancak
burada karşımıza yeni bir mesele olarak sünnet olma konusu çıkıyor. Bu mes'elenin
hükmü mezheb imamları arasında ihtilaflıdır.

Ebû Davud'un Ammâr b. Yasir veya oğlu Muhammed'den rivayet ettiği bu hadisi yine
aynı kişilerden tbn Mâce'de tam olarak: "Mazmaza istin-şak, misvak, bıyıklan kırpma,
tırnak kesme, koltuk kıllarını yolma, eteği bıçakla traş etme, parmak boğumlanın
yıkama su serpme (intidâh) ve sünnet olma fıtrattandır" şeklinde rivayet etmiştir.
İmam Şafiî ve taraftarlarının büyük çoğunluğuna göre sünnet olmak kadın ve
erkeklere farzdır. Aynı zamanda bu görüş Atâ'nm, İmam Ahmed'in ve Mâlikiyye'den
bazı imamların görüşüdür.

Ebû Hanife Hazretlerinden gelen bir rivayete göre, sünnet olmak farz değil vacibtir.
Mezhebinde meşhur olan görüşe göre ise, lslâmm alâmetinden sayılan bir sünnettir,
terki halinde yetkililerce kuvvete baş vurulup ihyası sağlanır.

Sünnetli olarak doğan çocuğu tekrar sünnet etmek çok acı verecekse, olduğu gibi
bırakılır. Sünnetlenmeye dayanamayan kimseler de hâli üzere bırakılırlar. Bir kimse
sünnetlendiği zaman kabuğun yandan fazlası kesil-mişse sünnet yerine gelmiş sayılır.

[2711

Fakat ancak yarısı veya daha azı kesile-bilmişse yeniden kesmek lâzımdır.
İmâm Mâlik'e göre sünnet olmanın hükmü: Erkekler hakkında sünnet kadınlar
hakkında ise mendubdur. Bir kısım âlimler de sünnet olmadıkça yeni İslama giren
kişinin müslümanlığmm noksan olacağına, sünnetsizin namazının caiz olmayacağına,

f2721

kestiğinin yenilmeyeceğine, Kabe'yi tavaf edemeyeceğine hükmetmişlerdir.

Bir hadis-i şerifte de : "İslam'a girince küfür tüyünü at, sonra sünnet ol" diye

emredilir.

Sünnetin zamanı hususunda görüşler çeşitlidir. Bu hususta bazı hadisler doğumun
yedinci gününü sünnet günü tayin etmekle beraber ulemânın ekserisi bunu müstehab
manasında anlayarak belli bir gün tayini gerekmediği, hele süt emen çocuğu
sünnetlemenin vacib olmadığı hükmüne varmışlardır. Bazıları ise, çocuğu namaz için
düğmenin bile on yaşından önce olamayacağına bakarak, bulûğdan Önce çocuğu

[2731

sünnet etmenin haram olacağı kanaatine varmışlardır.
Mâverdî'ye göre sünnet için iki vakit mevcuttur:

1. Vücûb vakti, ki bulûğ çağıdır;

2. Müstehab olan vakit, bu da bulûğdan önceki vakittir.

Bu mevzuda Menhel yazarı: "Şafıîlere göre çocuğu bulûğ çağma ermeden önce sünnet
ettirme velisi üzerine farzdır; doğumunun ilk haftasında sünnet ettirmek müstehabtır"
diyor.

Ebû Hanife Hazretleri bu mevzuda sükûtu tercih etmiş, "bu hususta malumatım yok*'
demiştir. İmam Ebû Yûsuf ve Muhammed hazretlerinden de bu hususta bir rivayet
yoktur.Bu yüzdendir ki, Hanefi mezhebinde bazı kaynaklarda, 7, 9,10,12 yaşlan ve



bulûğ zamanı sünnet vakti olarak zikredilir, özetleyecek olursak Hanefi mezhebine
göre sünnet doğumun 7. gününden bulûğ çağma kadarki zaman içinde yapılabilir.
Kişinin abdestten sonra üzerine su serpmesi ise, üzerinde göreceği herhangi bir
ıslaklıktan dolayı kalbe gelecek vesveseyi önlemek İçin eteğine hafif su serpmektir.

r2741

Bazılarına göre de bu, taharetlenmektir.

30. Geceleyin (Namaza) Uyanan Kişinin Misvak Kullanması

55....Huzeyfe (r.a.)'den, şöyle demiştir: "Resûlullah (s. a.) geceleyin uykudan

r2751 f2761

kalktığında mutlaka ağzını misvaklardı."
Açıklama

Bu hadis-i şerifin zahirine bakılırsa Resûlu Ekrem (s. a.) in gece hangi maksatla
kalkarsa kalksm, dişlerini misvakladığı anlaşılıyor. Binaenaleyh misvak kullanmak
için teheccud namazı kılmak maksadıyla kalkmış olmak şart değildir. Zaten misvaktan
maksat temizlik olduğuna göre uykudan Ttalkan kişinin dişlerini misvajdamasi için
başka bir sebeb aramaya lüzum kalmaz. Nitekim Hz. Aişe'den gelen bir hadis-i şerifte
(bk. hadis 57): Resûl-i Ekrem gece veya gündüz her uykudan kalkışında dişlerini
misvakladığı haber verilmektedir.

Bu bakımdan Müslim'in rivayetinde zikredilen Resûlullah'm gece teheccud namfhvnfl
kalktığı zaman dişlerini misvâklaması meselesi, misvak kullanmanın ancak teheccüd
namazıyla ilgili olduğuna delâlet etmez. Bu hadisten anlaşılan şudur ki, Resûl-i Ekrem
(s.a.) gece daima teheccüd namazı kılmak için kalkardı ve her kalkışında da dişlerini
misvaklardı. Binaenaleyh gündüz veya gece hangi maksatla kalkarsa kalksın dişlerini
misvakla temizlerdi. Çünkü uyku ağzın kokusunu bozar.

Bundan dolayı uykudan kalkınca temizlik için ağzın misvaklanması müs-tehabdır.
Fıkıh ulemâsının bu mevzudaki görüşlerini 46. hadisin şerhinde açıklamıştık.

[2771

56.... Sa'd b. Hişâm fr.a)dan rivayet edildiğine göre Aişe validemiz şöyle

buyurmuştur:

"Resulü Ekrem (s.a.) Efendimizin abdest suyu ve misvağı (yatmadan önce hazırlanıp
belli bir yere) konurdu. Gece kalkınca, önce abdest bozar sonra da dişlerini
[2781

misvaklardı."
Açıklama

Bu hadis-i şerif ile bundan önce geçen ve Resül-i Ekrem (s.a.)' in uykudan kalkmca
ağzını misvâkladığmı bildiren hadis arasında bir çelişki yoktur. Çünkü insanın hemen
uykudan kalkar-kalkrnaz dişlerini misvâklaması ile abdest bozduktan sonra abdest

[2791

alırken misvâklaması arasında fark yoktur.



Bazı Hükümler



1. Gece uykudan kalkınca abdest almak ve dişleri mis-vaklamak mustenabtır.

2. Misvağı ve abdest suyunu yatmadan önce hazırlamak da mustenabtır.

3. Abdest suyu ve misvâğm hazırlanmasında başkasından yardım istemek caizdir.

57....Aişe (r.anha)dan, şöyle demiştir: "Nebiyy-i Ekrem (s. a.) gece veya gündüz her

r2801

uykudan kalkışında mutlaka abdestten önce ağzını misvaklardı."
Açıklama

Hadis-i şerif uykudan kalkınca Resûl-i Ekrem'in abdest almadan önce misvâklandığmı
ve bunun hiç bir şarta bağlı olmadığını açıkça ifâde ediyor. Bu bakımdan namaz
kılmsa da kıhnmasa da ağız kokusu uykuda bozulduğu ve bu koku yayılarak
başkalarını rahatsız edeceği için Rasûlüllah misvak kullanmıştır. İnsan ağzının
kokusunu bozacak bir yemek yediği zaman da dişlerini misvaklamalıdır. Bu, islâm
[281]

âdabmdandır.
Bazı Hükümler

1. Gece veya gündüz uykudan her kalkışta abdestten önce ağzı mısvaklamak
müstenaptır.

2. Resûlullah'm her fırsatta misvak kullanması, misvakın îslâmda kuvvetli bir sünnet
olduğunu göstçrir.

58.... Abdullah b. Abbâs (r.a.) dan şöyle demiştir: "Nebi (s.a.)'in yanında bir gece
geçirdim. Uykudan uyanınca önce abdest suyunun yanma geldi, sonra misvağmı aldı
ve dişlerine sürttü. Sonra şu âyet-i Kerimeleri okumaya başladı; "Gerçekten göklerin
ve yerin yaratılışında gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde temiz akıl sahipleri
için elbet ibret verici deliller vardır." Sûreyi sonuna yaklaşmcaya kadar veya sonuna
kadar okumaya devam etti. Abdest alarak, namaz kılacağı yere gelip iki rekât namaz
kıldı. Nihayet yatağına dönüp Allah'ın dilediği kadar uyudu. Sonra tekrar uyandı ve
önceki yaptıklarını aynen (eksiksiz olarak) yaptı; dişlerini misvâkladı ve iki rekât

r2821

namaz kıldı, sonra da vitri kıldı." '

Ebû Dâvûd der ki: Bu hadisi bir de îbn Fudayl, Husayn'dan şu manaya gelen lâfızlarla
rivayet etmiştir: îbn Abbâs dedi ki: "Resûl-i ekrem ağzım misvâkladı şu âyetleri
okuyarak abdest aldı; "gerçekten göklerin ve yerin yaratılışında... "(Al-ilmrân 190)

r2831

diye başlayarak sûreyi sonuna kadar okudu."
Açıklama

Hadis-i şerifteki "sûreyi sonuna yaklaşmcaya kadar veya sonu|na k|dar okudu. "
sözlerindeki şüphe, hadisin râvilerinden Huşeym'e aittir. Nitekim Ebû Dâvûd, Hadisin



sonunda düştüğü notta Hu-sayn'dan gelen rivayette aynı hadisin "Sûreyi sonuna kadar
okudu" diye kesin lâfızlarla nakledildiğini bize açıklamaktadır.

Resûlullah (s.a.)'in gece okumak için bu âyet-i kerimeyi seçmesindeki hikmetlerden
biri, bu âyet-i kerimede Allah'ın kudret ve azametine, sıfat ve isimlerine büyük bir
delil teşkil eden gece ve gündüzle yer ve göklere dikkat çekilmesidir. Çünkü gece ve
gündüzün düzenli olarak biribirlerini takib etmeleri dünyanın nâmütenahî hikmet
sahibi bir yaratıcı tarafından özel olarak vfe hikmetle canlıların yaşamasına müsait bir
şekilde yaratıldığına, hayatın kör bir tesadüfün eseri olamayacağına büyük bir delil
teşkil eder. Hiç bir akıl ve insaf sahibi bunu görmezlikten gelemez.
Göklerin ve yerin yaratılışı ise, akıllan hayrete düşürecek kadar esrarengiz ve
dehşetlidir. Bunlar arasındaki âhenkte en ufak bir değişiklik, korkunç infilâk ve
zelzelelerle hayatın mahv-ü perişan olup gitmesine sebep olur. Akıllı ve düşünen
kimseler bu açık delilleri görür ve yaratıcısının kudret ve azametini ayne'l-yakîn
müşahede eder de "Yarattıklarında akılların bile dona kalacağı kudret, kuvvet sahibi
Allah'ı her türlü nakışlardan tenzih eder ve onu teşbih ederim" demekten kendini
alamaz.

Hadis âlimlerimiz bu âyetle ilgili olarak Atâ'dan şu hadisi rivayet etmişlerdir. Atâ bir
gün Hz. Aişe validemize:

"Resulüllah'm yaptıklarından en hayran bırakıcı olanını söyler misin?" diye sormuş. O
da şu cevabı vermiş:

"Resulüllah'm hangi işi hayran bırakıcı değildi ki! Bir gece yatmıştık. Resûlullah
yorganı üzerinden iterek kalktı, bana: "Bırak beni Rabbime ibâdet edeyim" dedi.
Abdest aldı namaza durdu. Yaşlar göğsünü ıslatmcaya kadar ağladı, rukûa vardı
ağladı, secdeye vardı ağladı, başını kaldırdı ağladı. Bilâl sabah namazı için gelinceye
kadar bu böylece devam etti. Bunun üzerine:

"Ey Aişe Allah'a çok şükür eden bir kul olmayayım mı? Cenab-ı Hak bu âyeti (Al-i

tmran 190) bana bu gece indirdiği halde ben niçin ibadet etmeyeyim?" dedi ve "Seni

tenzih ederim. Cehennem azabından bizi koru" âyetini bitirerek:

"Bu âyeti okuyup da onun (muhtevası) üzerinde düşünmeyenlere yazıklar olsun"

buyurdu.

Âyet-i kerimede "yer"den tekil olarak, "Arz" diye söz edilirken, gökten de "gökler"
diye çoğul olarak söz edilişindeki hikmete temas eden Men-hel sahibi, "göklerde
insanlığın yararlanacağı şeyler pek çoktur. Yer ise, böyle değildir. Göklerin yerden
önce zikredilişi yerden daha şerefli olduklarmdandır" diyorsa da, Bediüzzaman Said
Nursî bu konuyu şöyle açıklıyor:

İnsan hayat ağacının gayesi ve meyvasıdır ve Allah'ın en güzel, en aziz ve en lâtif bir
mucizesi olduğundan meskeni olan yer de kâinata nisbetle madde olarak küçük
olmasına rağmen mâna ve sanat itibariyle kâinatın kalbi, merkezi ve bütün insan üstü
sanat eserlerinin sergilendiği bir panayır ve bütün ilahî isimlerin tezahür ettiği bir yer
ve bütün nimetlerin pazara çıkarıldığı bir çarşı olması itibariyle yedi kat göğe denk bir
kıymeti vardır. Nitekim dâima akan bir çeşme,nehirlerle beslenmeyen bir göle nisbetle
daha büyüktür.

Her sene kat kat ve katmerli yüzbin tarzda san'at eserleriyle dokunmuş gömleklerini
değiştirdiği ve çok defa dolup maziye boşaltarak gayb âlemine döktüğü dikkate
alınırsa, arzın büyük gelmezse de yedi kat gökten küçük de gelmeyeceği anlaşılır.
İşte bunun İçindir ki ilâhî ölçü bütün gökleri bir kefeye koyarken yeri de bir kefeye



r2841 f2851

koymuştur.



Bazı Hükümler

1. Gece namazı için uykudan kalkınca 190. âyetten itibaren Âl-i İmran Sûresini
sonuna kadar okumak müstehabtır.

2. Abdestsiz olarak ezbere Kur'ân okumak caizdir. Bu hususta iemâ* vardır.

3. Teheccüd namazına kalkmak niyyetinde olanlar için vitr namazım gecenin sonuna
kadar te'tıir etmek müstehaptır.

4. Kişinin mümeyyiz mahreminin de bulunduğu bir odada ailesiyle birlikte yatması
caizdir.

r2861

5. Örnek almak maksadıyla herhangi bir âlimin ahlâkını gözetlemek caizdir.
31. Abdestin Farziyeti

[2871

59....Ebu'l-Melîh Amir, babası Üsâme b. Umeyr'den Resûlullah (s.a.)'m şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir: "Allah haramdan verilen hiçbir sadakayı ve abdestsiz

r2881 f2891

(su veya toprakla temizlenmeden) de hiç bir namazı kabul etmez."
Açıklama

Ğulûl: kelimesinin asıl anlamı, taksim edilmeden önce ganimetten mal çalmaktır.
Başkasına, ait olan bir malı habersiz almak manasına da gelir. Hadisin metnindeki
"gulûl" ise "mutlak haram mal" demektir. Bu mânânın genel olması bakımından
terceme buna göre yapılmıştır.

Bu itibarla haram bir maldan verilen sadakayı Cenab-ı Hak kabul etmez. Ancak
sahibinin razı olmasıyla kabul eder. Şunlar da bu hükme girer:
Kadının, kocasının malından izni olmadan sadaka vermesi,
Vekilin, müvekkilinin malından izinsiz sadaka vermesi,
Kişinin, ortağının maundan izinsiz sadaka vermesi,

Vâsî'nin sadaka olarak vermesi gereken malı kendinde harcaması veya harcanması,
gereken yerlerin dışında harcaması,

Vakfa bakan kimselerin vakfın gelirlerini haksızlıkla ele geçirip sadaka olarak
vermeleri.

Binaenaleyh bü durumda olan kişiler bu mallan sahiplmerine, sahipleri yoksa onun
varislerine iade etmedikçe mesuliyetten kurtulamazlar. Keza usûlüne uygun olmayan
alış-verişlerle ele geçen mallan sahiplerine geri vermek mümkün değilse, sevap
beklemeden fakirlere vermelidir.

Bu hadis-i şerif namaz için abdestin farz olduğunu ifâde eden bir nass-dır. Far2 olsun,
nafile olsun her namaz için abdest şarttır. Bu hususta icmâ vardır.
Kadı Iyaz diyor ki; "Namaz için abdestin ne zaman farz kılındığı konusu ihtilaflıdır.
İbn Cehm'e göre îslâmiyetin ilk yıllarında abdest almak sun? net idi. Ancak daha sonra
teyemmüm âyetinin inmesiyle farz oldu. Ulemânın çoğunluğuna göre ise abdest,



teyemmüm âyeti inmeden evvel de farz idi. Bir de her namaz kılmak isteyene mi,
yoksa sadece abdestsiz olanlara mı farz olduğu konusunda da ihtilâf vardır. Seleften
bazılan, "her namaz için ab-dest almak farzdır" demişler ve "Namaza kalkmak

f2901

istediğiniz zaman yüzlerinizi yıkayın" âyetini delil göstermişlerdir. Ulemânın
çoğunluğu "Başlangıçta her namaz kılmak isteyen kimse için abdest almak farz idi,
ama sonra bu âyetin hükmü neshedildi" demişlerdir. Bazılarınca her namaz için abdest
almak menduptur. Bazıları da "âyeti kerimedeki emir abdesti olmayanlar içindir,
abdestli kişiler için abdest yenilemekse mustehabtır" demişlerdir. Fetva ehli bu görüş
Üzerinde birleşmişler ve aralarında ayrılık kalmamıştır. Buna göre âyetin mânâsı şöyle
olur; "Eğer siz abdestsiz iken namaza kalkarsanız abdest alın."

İmam Nevevî şöyle der: "Abdest almadan veya teyemmüm etmeden namaz kılmanın
haram olduğunda ulema arasında ittifak ve icma vardır. Bu hususta farz namazla nafile
namaz arasında fark yoktur. Şükür secdesi, secdc-i tilâvet ve cenaze namazı da
aynıdır. Şa'bî ile Ibn Cerir et-Taberî cenaze namazının abdestsiz kılınabileceğini
söylemişlerse de bu görüş bâtıldır. Bir kimse özürsüz olarak kasten namazı abdestsiz
kılsa, bizim mezhebe (Şafiî mezhebi) ve cumhur-u ulemâya göre kafir olmaz. Ebû
Hanife'den kâfir olacağına dair bir rivayet vardır. Çünkü abdestsiz namaz kılmak,
namazla alay etmektir. Bizim delilimiz şudur: Küfür ittikaddan doğar» yani abdestin
farz olmadığını itikad ederse kâfir olur. Halbuki biz itikadı sağlam olan kimsenin
abdestsiz namaz kılmasını sözkonusu ediyoruz. Bütün bunlar abdestsiz namaz kılan
kimsenin özrü bulunmadığı hali ile ilgilidir."

İmam Nevevî, su veya toprak bulamayan kişi hakkında da Şafiî ulemasının dört kavli
bulunduğunu, bunların en sahihinin o kişinin içinde bulunduğu hal ile namazını kılıp

1291]

sonra suyu bulunca abdest alıp namazım iade edeceği görüşü olduğunu söyler.
Bu konuda Menhel yazarı şöyle diyor: Özründen dolayı abdestsiz olarak namaz krlan
kimseye gelince bu kimse su, ya da su yerine geçen toprak cinsinden bir şey
bulamayan kimse gibidir. Bu hususta delil bakımından en kuvvetli görüş su ya
datoprak bulamayan kimsenin bulunduğu hal üzere namazını kılıp iade etmeyeceğine
dâir olan görüştür. Bu kimsenin bu haliyle namazını kılması icab ettiğinin delili, "ben

[292]

size bir şey emrettiğim zaman onu gücünüz yettiği ölçüde yapınız" hadisidir.
İade etmemesinin sebebi ise, iade edeceğine dair bir delilin bulunmamasıdır. Ahmed
b. Ahmed ile Şafiî'lerden Müzeni bu görüştedirler. Şâfıîyyeden meşhur olan görüşe
göre bu kimse namazını kılar, sonra taharete imkân bulunca iade eder.
"Mâlikîlerden bazıları da bu görüştedir. Mâlikîlerin mutemed olan görüşüne göre bu
kimsenden namaz edâen ve kazaen sâkit ohır".

"İmam Ebû Hanife'ye göre su ya da toprak cinsinden bir şey bulamayan kimsenin
abdestsiz olarak namaz kılması küfürdür. İmam Ebû Yûsuf a göre ise, bu kimse suyu
buluncaya kadar namaza niyet etmeden namaz kılıyormuş gibi rükû' ve secde eder

f2931

fakat suyu bulunca iade eder"
Bazı Hükümler

1. Haram maldan verilen sadaka kabul edilmez.



2. Özürsüz olarak abdestsız veya gusulsuz kılman namaz kabul edilmez. Bu hususta
nafile ile fark arasında herhangi bif fark yoktur.

3. Abdestsiz namaz kılan kâfir olmazsa da ekseri ulemâya göre günahkâr olur.

60....Ebû Hureyre (r.a.) den, demiştir ki: Resulüllah (s. a.) şöyle buyurdu: "Abdestsiz
olduğu zaman, abdest alıncaya kadar (abdest almadıkça) Allah, hiç birinizin namazını
f2941 f2951

kabul etmez.
Açıklama

Hadis-i şerifte geçen "hades" kelimesi ile abdestsizlik, gusülsiüzlük ve nayız
hallerinin hepsi kast edilmiştir. Binaenaleyh namazdan evvel veya namaz içerisinde bu
hallerden birinin meydana gelmesiyle namaza devam etmek caiz değildir.
Nitekim Ebû Hûreyre Hazretlerine hadesin ne olduğu sorulduğu zaman:
"yellenmektir" diye cevap vermiş olması, işin en hafifini zikrederek daha ağır hallerin
hades sayılmasının pek tabii olacağını ifade etmek içindir.

Burada namazın kabul edilemeyeceğinden maksat da, sahih olmayacağıdır. Yoksa

12961

"Kim bir kâhini tasdik ederse onun namazı kabul olmaz" Ve, "Eteğini yerde

T2971

sürüyen kişinin ve efendisinden kaçan kölenin namazı kabul olmaz. Hadis-i
şeriflerindeki gibi namazın semeresi olan sevabı olmaz anlamında değildir. Bir ilâhî
emir şartlan yerin egetirilerek yapıldı mı kabul edileceği umulur ve mecazen "kabul
edildi" denilir. Binaenaleyh namaz kılacak kimse abdestsiz ise, mutlaka abdest
almalıdır.

Burada "abdest almayınca" denilmesinin hikmeti, taharette suyun asıl oluşundandır.
Yoksa su bulunmadığı veya kullanmak mümkün olmadığı zaman teyemmüm
edilebilir. Nitekim Ebû Zer (r.a.)'den gelen bir hadis-i şerifte "On sene bile su

r2981 f2991

bulunmasa temiz toprak müshimanm abdest suyudur" buyurulmuştur.
Bazı Hükümler

1. Abdestsizlik veya gusülsüzlük hallerinden temizlenmedikçe kılınan namaz sahih
olmaz.Bu hallerden birisi kendisinde bulunan kimsenin temizlenmesi şarttır.

2. Abdest, namazın sıhhatinin şartlarmdandır. Abdestli olan kişinin tekrar abdest
alması vacip değildir.

Bu mesele, inşallah "hadeste şüphe" konusunda daha genişçe ele alınacaktır.
T3001

61. ...Ali (r.a.)'den demiştir ki; "Resûiullah (s. a.) şöyle buyurmuştur: "Namazın
anahtan, temizlik (abdest-teyemmüm) dir. Girişi, tekbir almak; çıkışı selâm
[301] f3021

vermektir"



Açıklama



Metindeki "tuhûr"dan maksat, su ile veya toprak ile temizlenmektir.Bu da hem
abdesti, hem de guslü içine almaktadır. Hadis-ı şerifte namaz, kilitli bir hazineye
benzetilmiştir. Binaenaleyh ab-destsiz ve gusülsüz kimseler bu hazineyi açamazlar.
Ancak bu mânevi pislikten temizlenen kişiler namaz hazinesinin kilidini açarak o
kıymetli mücevherleri elde edebilirler. Taharet namazın şartıdır.
Namaza giriş ise "tabiîm" kelimesiyle ifade edilmiştir. Tahrim haram kılmak demektir.
Zira namaza "Allahü ekber" diyerek başlayan kimseye, artık namazın dışında
(konuşmak, yemek, içmek gibi) bir işle meşgul olmak haram olur. îşte bu sebepten
iftitâh tekbirine tahrîm tekbiri de denir. Namaza tekbir ile girilmesi hususunda ittifak
olmakla birlikte, rükünden mi, yoksa şarttan mı olduğunda ihtilâf vardır.
Namaz için şart ve rükün nedir?

Hadesten taharet, necasetten taharet, sert-i avret... gibi. Namazın dışında olup da
lüzumlu olana "şart; kıyam, kıraat... gibi namazın içinden olup da terk edilmesi
halinde namazı bozana da rükün denir. Bunların böyle olduklarında ittifak vardır,
îftitâh (namaza giriş) tekbirlerinin alınması ile namaza başlanacağına göre, onu
namazın dışında sayan Hanefî fukahasımn çoğunluğunca iftitâh tekbiri namazın
şartmdandır. Rükündendir (namazın içindendir) diyenlere göre ise, tekbîr ile namaz
arasında bir fasıla olmadığı için namazın içinden, yani rükünlerinden sayılmıştır.
Bu sebeble cemaatle namaz kılanların, imamdan evvel iftitâh tekbirini almaları
halinde ihtidalarının sahih olmadığında ittifak edilmiştir. Çünkü imama uymamış
sayılırlar.

Namaza giriş tekbiri'ne gelince: Bu mevzuda Menhel yazarı şöyle diyor: "Cumhuru
ulemaya göre bu hadis-i şerif namaza ancak Allahü Ekber sözüyle girilebileceğine, bu
lâfzın dışında bir lafızla girilemeyeceğine delâlet etmektedir. îmam Ebû Hanife'ye
göre ise, Allah'ı tazim ifâde eden lâfızlarla da namaza girilebilir."
Ancak bu lâfızlar içerisinden Allahu ekber lâfzını seçerek namaza onunla başlamak
vacib olduğundan bu lafzı terketmek mekruh olur. Delili ise "Al-lahü ekber sözüyle

r3031 r3041
başlamayan kimsenin A namazı tamam olmaz." mealindeki hadis-i şeriftir

r3051

ve: "Rabbİnin ismini anıp namazı kılan" âyet-i kerimesi de buna delâlet eder.

Çünkü burada geçen zikir kelimesi tekbirden daha kapsamlıdır.

îmam-ı Mâlik ile İmam Ahmed ve selef ulemâsının ekserisine göre ise, namaza ancak

"Allahü ekber" lâfızıyla başlanabilir. İmam-ı Şafiî'ye göre ise, "Allahu ekber*' ve

"Allahu'I-Ekber" lafızlarından biriyle başlanabilir. Bu iki lafzın dışında bir lafızla

başlamak caiz değildir. Delili ise, mevzumu-zu teşkil eden hadis-i şeriftir. Bu hadisten

anlaşılan budur. Çünkü Ekber lâfzının başına "el" harf-i tarifini ilâve etmek hadis-i

şerifte yerine getirilmesi emredilen "Allahu ekber" lafzına bir noksanlık getirmez,

ancak bu lâfız yerine başka bir lâfız kullanmak, bu emre aykırı düşer.

"Allahu ekber" lafzından başka bir lâfızla namaza başlamanın caiz olmadığını

söyleyen cumhur-u ulemanın delilleri ise, şunlardır:

Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte geçen "et-tekbir" kelimesinin başında bulunan
harf-i tarifin "and" için olması dolayısıyla "Allahu ekber** lâfzına delâlet etmesi.
856 ve 857 numaralı hadisler;

Hz. Peygamberin bütün namazlarında devamlı "Allahu ekber" sözüyle başlamış
olması.



Hanefi fakihlerinden Ebû Yûsufa göre, tekbir köjtünden gelen "Allahu ekber",
"AUahu'I-Cebîr" Ie de girilebilir.

İmam Ebû Hanife ve İmam Muhammed "Cenab-ı Hakk'ı tazim ifâde eden bütün
lâfızlarla namaza girilebilir" demektedirler. "er-Rahmanu Ekber" "Allahu Ecel*',
"Allahu Azam" gibi, ancak "Allahu Ekber" lafzı ile girmek vaciptir. Yukarıda
zikredilen lafızlarla da namaza girilir ise de, namazın vacibi terk edilmiş olur.
Namazdan selâmla çıkma: Hanefi Mezhebinde, teşehhüd miktarı oturduktan sonra,
namazdan isteyerek çıkmak, imam-ı Azam'a göre farz, İma-meyne göre vâcibtir.
Ancak, namazdan çıkışın selâmla olması, ittifakla vâcibtir. Çünkü Hanefî Mezhebine
göre "tek kişinin naklettiği (ahad) hadisle ancak vâcib sabit olur" Binaenaleyh bu
hadisde âhâd bir hadis olduğundan, Hanefılerce, selâm vererek namazdan çıkmanın
hukmu vâcib olmakla beraber, mâlikiler ve Şâfiîlerce farzdır.

Hanefî Mezhebinde namazdan selamla çıkılmasının vâcib oluşuna delil, Ibn Mes'ud
hadisidir. Resul-i Ekrem (s.a.) Ibn Mes'ud (r.a.) a teşehhüdü öğretirken, "İşte bunu,
bunu, yaptın mı namaz borcundan kurtuldun"

dediğine ve namazın tamamlanması için selâmdan soz etmediğine delâlet eden 857
numaralı hadistir. Ancak cumhura göre Hz. Peygamber'in Ibn Mes'-üd'a selâmdan

[3061

bahsetmemesinin sebebi, onun selâm lâfzında kusur etmemiş olmasıdır.
Bazı Hükümler

1. Namazın sıhhati için taharet şarttır.

2. Namaza girmek ancak ıftıtah tekbmyle olur. Tekbîr farzdır.

3. Namazdan çıkış ancak selâmladır. Hanefilere göre selâmla çıkış vâcibtir. Diğer

r3071

mezheblere göre farzdır.

32. Abdest Üzerine Abdest Almak

62... Ebû Gutayf el-Huzelî şöyle demiştir: Abdullah b. Ömer (r.a.)'m yanında idim,
öğleyin ezan okununca abdest aldı ve narnaz kıldı. İkindi vakti ezan okununca (tekrar)
abdest aldı. Sebebini sordum, şöyle dedi:

Resûlullah (s.a.) "Kim abdestli olduğu halde tekrar abdest alırsa, Allah o kimseye on

□081

iyilik sevabı yazar" diye buyurdu.

[3091

Ebû Dâvûd der ki; bu, Müsedded'in hadisidir. Tam olanı da budur.
Açıklama

Allah Teâlâ'mn güzel ameller karşılığında verdiği mükafata sevab denir. Bir güzel
amele verilen en az karşılıksa, on sevabtır. Bu 700 ve hatta daha fazla olabilir. Kulun
ihlâsma ve Cenab-ı Hakk'm takdirine göre bu miktar değişir.

Ebû Davud'un beyânına göre, Müsedded vasıtasıyla gelen bu hadis diğer ravi
Muhammed İbn Yahya'nın rivayetinden muhteva bakımından daha tamdır. Fakat
aslında İbn Mâce'nin Muhammed İbn Yahya'dan rivayet ettiği hadis



1310]

Müsedded'inkinden de daha tamdır.



Bazı Hükümler

1. Her zaman için abdestli de olsa kişinin abdest tazelemesi mustehaptır. Bu hususta
yolcu ile yolcu olmayan arasında fark yoktur. Ulemânın çoğunluğu bu görüştedir.
Ancak Zahirî Mezhebine ve Şiilere göre ise, mukîm olanlara her namaz için abdest
almak farzdır.

Bu hususta şu hadis-i şerif delil olarak gösterilmektedir: "Resûl-i Ekrem (s. a".)
Mekke'nin fethine kadar her namaz için bir abdest alırdı. Fetih günü ise, bütün
namazlarını bir abdest ile kılınca Hz. Ömer bunun sebebini sordu:
"Ya Resulüllah bu güne kadar hiç yapmadığınız bir iş yaptınız. Acaba bunu bile bile
mi yaptınız" dedi. Resul-i Ekrem (s. a.) de:

[3JÜJ

" Evet, bile bile yaptım" cevabını verdi.

Bu görüş reddedilmiştir. Çünkü Resul-i Ekrem (s. a.) önceki uygulamasını farz olduğu

[3121

için değil, sevab umarak öyle yapmıştı.
33. Suları Pisleyen Şeyler

63. ...Abdullah b. Ömer'den demiştir ki, Nebî (s,a.)'e ehlî yabanî hayvanların uğrağı
olan suyun durumunu sordular.Resûlullah (s. a.) şöyle buyurdu: "İki külle miktarında

13131

olan su pislik tutmaz"

Ebû Dâvüd dedi ki; Bu Ibnu'l*Alâ'nm rivayet ettiği metindir, Osman b. Ebî Şeybe ve
Hasan b. Ali, (Seneddeki Muhammed b. Cafer yerine) "Muhammed b.Abbâdb.

[3141

Cafer'den"diyerek rivayet ettiler. Ebâ Dâvûd "doğrusu da budur" dedi.
Açıklama

Bu hadis-i şerifin gerek rivayet edilen metinleri ve gerekse se-netleri çeşitli blup birini
diğerine tercih etmek mümkün olmadığından manası ve hükmü üzerinde imamlar
arasında görüş ayrılıkları vardır.

İmam Malik, bir kavlinde, İmam Ahmed ve Zahirîler, Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.)'nin
rivayet ettiği:

1315]

"Su muhakkak ki temizdir; onu hiç bir şey pislemez" Hadis-i şerifine bakarak;
"Su az olsun çok olsun temizdir, ancak karışan pislik suyun üç özelliğinden birini
değiştirirse ancak o zaman (su) pis olur. Çünkü bu konuda icmâ vardır" dediler.
Hanefî ve Şafîîlere göre ise, bu durum, suyun çokluğuna ve azlığına göre değişir. Az
suyu pislik mutlaka murdar eder, çok su ise, renk.koku ve tat gibi üç özelliğinden biri
bozulmadıkça pislenmez. Ancak Hanefîlerle Şafiî-ler, çok suyun miktarını tayin
hususunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir.

Şafîîlere göre, hecr küpleriyle iki küp su, çok sudur. Hadîs-i şerifte geçen "külle" işte



bu küptür. İki kulle'yi ulemâ, S tulum olarak takdir etmişlerdir. Kimi de "iki külle,
408'Htre eder** demiştir ki buna göre.bir kuüe 204 litre oluyor. İki külle 408 litrelik
iki küp eder.

Hanefî mezhebinde ise, çok su (Havz-ı Kebîr) yun miktarı hakkındaki görüşler
şöyledir: Ebû Hanife'ye göre bir tarafı dalgalandığı zaman bu dalga karşı tarafa
erişemeyecek kadar büyük olan göl, büyük, suyu çoktur. Ebû Yûsuf ve Muhammed'e
göre ise (10 x 10 arşın) boyutları olan gölün suyu çok, göl ise büyüktür. Daha azı ise,
az su (havz-ı sağır) dur.

Bir arşın 68 cm.dir. Eğer suyun çevresi daire şeklinde olursa, havz-i kebîr
sayılabilmesi için çevresinin 36 arşın olması lâzımdır. Suyun derinliği hakkında kimisi
bir arşm,kimisi bir karış demişse de Zeylaî su avuçlandığı zaman taban görünmeyecek
kadar yerin yüzünü örtmuşse su çok, havuz da büyüktür. En doğru görüş budur,
demiştir.

Ebû Hanife'den zahir olan, rivayete göre, kullananın kanaati mühimdir. Avuçladığı
zaman necasetin suyun bir ucundan öbür ucuna erişemeyeceği kadar çok olduğuna
hükmederse, su çoktur. Yani havz-ı kebîr'dir. Yoksa su az, havuz küçüktür. Her
insanın kanaat belirtmesi mümkün olmayacağına göre 10 x 10 arşın görüşü Hanefî

[3161

mezhebinde ağırlık kazanmıştır.
Bazı Hükümler

1. Yırtıcı hayvanların artıkları pistir.

2. Yine bu hayvanların sidikleri de pistir.

3. İki külle miktarına ulaşan bir su, kokusu ve tadı değişmedikçe içine pislik düşmekle
pis olmaz. Fakat bunlardan biri değişirse, pis olur. imam Şafiî ile İmam Ahmed ve
Ebû Sevr bu görüştedirler. Ancak bu görüşün dayanağı olan mevzumuzu teşkil eden
hadis, senedi ve metin cihetiyle muzda-rib sayılarak tenkid edilmiştir.

4. Az olan suyun içine herhangi bir pisliğin düşmesiyle -üç özelliğinden biri değişse
de, değişmese de- o su pis olur.

64.... Abdullah b. Ömer (r.a.)'in rivayet ettiğine göre, Resûl-i Ekrem (s.a.)'e çölde
bulunan suyun hükmünü sordular da Efendimiz cevaben yukarıdaki hadisi irad
buyurdu.

65. ...Ubeydullah'dan, dedi ki; "Babam Abdullah b. Ömer bana Resûlullah'ın şöyle

13121

buyurduğunu haber verdi: "Su iki kulleye ulaştığında pis olmaz."

Ebû Dâvûd, Mammâdb. Zeyd (bu hadisi) Asım'dan mevkuf olarak nakletti demiştir.

[3181
Açıklama

Bu hadisin açıklaması bu hadis içinde geçerlidir. Hadis-i şerif, "çok suyun 2 kulleden
(yaklaşık olarak 408 litre) ibaret olduğunu söyleyen İmam Şâfiî'nin delilidir.
Hanefî âlimleri külle hadisleri'ni muzdarib olmaları itibariyle delil olarak
almamışlardır. Zira İmam Ahnied ve Dârukutnî'nin iki veya üç külle şeklinde, İbn



Mâce'nin Sünen'inde İmam Şafıînin hocası Vekî'in de iki veya üç kulleye ulaştığında
Dârakutnî'nin diğer bir rivayetinde "su 48 kulleye ulaştığında necaset taşımaz" gibi
çeşitli rivayetlerin bulunması sebebiyle hadisi muzdarib görüp delil olarak kabul
etmemişlerdir. Bunun için de diğer hadislerden istifade ederek durgun suların ölçüleri
hakkında yukarıda beyân ettiğimiz görüş ve ictihadlarda bulunmuşlardır. Şafiî, "bu
hadis muzdarip de olsa, diğer rivayetler arasında en sahih olanıdır" diyerek onunla
13191

amel etmiştir.

34 Buzâ'a Kuyusunun Suyu

66....Ebû Sa'îd el-Hudrî (r.a.) den rivayet edilmiştir ki; Resû-İullah (s.a.)'e hayız
bezlerinin, köpek leşlerinin ve kokmuş nesnelerin atıldığı bir kuyu olan Buzâ'a
kuyusundan abdest alabilir miyiz? diye soruldu. Resûlullah (s. a.) "Su temizdir, onu hiç

r3201

bir şey pisletmez" buyurdu.

Ebû Dâvûd dedi ki: Bazı râvîler, senedde geçen Abdullah b. Rafı yerine Abdurrahman

[32i]

b. Râfî demişlerdir.
Açıklama

Zikri geçen Buzâ'a kuyusu Medine'de meşhur bir kuyu idi.Bulunduğu yer, çevresinden
oldukça alçak olduğundan halkın çöplüklerini, köpek, leşlerini ve diğer pislikleri sel
suları sürükler getirir buraya doldururdu. Hatta kadınlar hayız bezlerini de atarlardı.
Bütün çevrenin suları bu çukurda kalan kuyuya aktığı için büyük bir havuz teşkil ede-
cek kadar da çok su birikirdi.

Tirmizî şârihi Mubarekfûrî, bu hadis-i şerifle ilgili açıklamasında, bu sellerin aktığı
yerin bir kuyu olduğunu, yoksa Hidâye müellifi Merğmânî'-nin zannettiği gibi
bostanlar arasında akıp giden bir su olmadığını söylemiş ve eğer öyle olsaydı, kuyu
ismi verilmezdi, üstelik ağzının çapı da altı arşın idi, demiştir.

Bu hadisin getirdiği hüküm ile kulleteyn (iki külle) hadisi'nin arasında bir çelişki var
gibi ise de, gerçekte hiç bir çelişki bulunmamaktadır. Muhtelif mezheb âlimleri
zahirde var gibi görülen bu çelişkinin giderilmesinde aşağıdaki te'villere baş
vurmuşlardır:

1. Maliki ulemâsına göre yukanda da beyân edildiği gibi, az olsun çok olsun, akar
olsun durgun olsun vasıflarından birini kaybetmedikçe (necasetin eseri üzerinde
görülmedikçe) su pis olmaz. Binaenaleyh Buzâ'a Kuyusun-daki suyun evsâfı da
değişmediği için onun suyu temizdir.

2. Şafiî ulemasına göre ise, durgun sular iki kulleyi aştığı takdirde pis olmaz. "Buzâ'a
Kuyusundaki sular bu miktarı aştığı için pis değildir"

3. Hanefüere göre ise, Ebû Dâvûd Sarihlerinden Hattâbî ve İbn Res-lân'm açıkladıkları
gibi Buzâ'a Kuyusu, bilinen mu'tad kuyulardan biri değil; Beni Sâîde bostanlarına
suyu akan bir pınardır. Buna göre Buzâ'a kuyusu, akan su hükmünde olduğundan ve
necaset eseri görülmediğinden bu kuyunun suyu temizdir.

Buna rağmen bazı âlimler, böyle bir kuyu suyunun kullanılması insan tabiatı ve
temizlik kaideleriyle bağdaşmayacağından bu kuyuya gelen nesâcetlerin yine sel suları



ile akıp gittiğini, kalan suyun temiz bir su olduğu te'-viline gitmişler ve Mâliki ve Şâfîi
ulemasının te'viüerinde zorlama görmüşlerdir.

Hadis-i şerifte geçen "hayz bezlerinin, köpek leşlerinin atıldığı" tâbirlerine bakarak o
zaman müslümanların bu kuyuya bu pislikleri kendi elleriyle attıkları sanılmamalıdır.
Yukanda da işaret edildiği gibi, bu pislikleri oraya sel sulan veya rüzgâr sürükleyip
getiriyordu. Tabii ki, o zaman Medine münafıklarının da böyle pislikleri buraya
atabilecekleri düşünülebilirse de sulara ve ağaç altlarına abdest bozmaktan nehyedilen

D221

müslümanların bu işi yapacakları prensip olarak düşünülemez.
Bazı Hükümler

1. Buza'a kuyusunun suyu temizdir.

2. Su ister az olsun, ister çok olsun vasıfları değişse bile içine bir pislik düşmesiyle
pislenmiş olmaz.

Hz. İbn Abbas ile Ebû Hüreyre, Hasan Basrî, tbnü'l-Müseyyeb, İkri-me, İbn Ebi
Leylâ, Sevrî, Davûd-u Zahirî, Nebat, Câbir ibn Zeyd, Mâlik ve Gazâlî bu hadis-i
şerifin zahirine dayanarak, "Su ister az, ister çok olsun içine düşen bir şeyle pislenmiş
olmaz,. Vasıflarının değişip değişmemesi de önemli değildir" demişlerdir. Oysa bir
necasetle vasıflarından biri değişen suyla taharet yapılamayacağına dair icmâ' vardır,
ibn Ömer (r.a.) ile Mücâ-hid, İshâk Ehl-i Beytten, el-Müeyyedbillâh, Ebû Tâlib, Nasır,
Mezheb İmamlarından imam Ahmed, Şafiî uleması ve Hanefî uleması ise; su
kullanıldığı zaman içindeki pisliğin de kullanılmış olacağı düşüncesinden hareket
ederek ve aşağıdaki hadis-i şeriflere dayanarak "İçine necaset düşen az su, vasıflan
değişse de değişmese de pis olur" demişlerdir.

"Herhangi biriniz uykudan kalktığı zaman elini yıkılmadıkça (su) kab(m)'a sokmasın,
çünkü elinin nereden geleceğini bilemez" (bk. 104 nolu hadis)

"Birinizin kabını köpek yaladığı zaman İçindekini döksün. Sonra onu yedi defa
yıkasın" (bk. 74 nolu hadis)

"Sakın hiç biriniz durgun suya işemesin" (bk. 69 ve 70 nolu hadisler) "Müftüler sana

f3231

fetva verseler bile sen fetvayı kalbinden al." "Şüphe vereni bırak, şüphe
£3241

vermeyene bak" "Su iki kütleye ulaşınca pis olmaz" (bk. 65 nolu hadis)

Bu görüşte olan ulemâya göre bu hadis-i şerifler açıklamakta olduğumuz 1 hadisin

hükmünü tahsis edmişlerdir.

Birinci görüşü savunanlara göre ise ikinci görüşü savunanların dayandığı hadislerde
kendi görüşlerini destekleyen kesin bir ifâde yoktur.

67.... Ebû Sa'îd el-Hudrî'den rivayet edilmiştir, dedi ki: Resûlül-lah (s.a.)'e köpek
leşlerinin, hayız bezlerinin ve insan pisliklerinin atıldığı (bir kuyu olan) Buzaa
kuyusundan sana çekilen su hakkında ne dersiniz? diye sorulduğunu işittim.
Resûlullah (s. a.) de; "Muhakkak kî su temizdir ona hiç bir şey pisleyemez"
1325]

buyurdular. Ebû Dâvûd der ki: "Kutebye b. Said'i şöyle derken işittim: "Ben Bu-
zâa kuyusunun kayyimine (bekçisine) kuyunun derinliğini sordum; "Bu kuyuda su en
çok olduğu zaman insanın kasığına (kadar) çıkar*' Ben de azaldığı zamanki halini



sordum. "Bana avret mahallinin aşağısına kadar çıkar" diye cevap verdi.
Ebû Dâvûd der ki: "Ben Buzâa kuyusunu cübbemle ölçtüm. Onu kuyunun Üzerine
serdim, sonra çıkarıp ölçtüm de eninin altı arşın olduğunu gördüm. (Bir zira (arşın)
dirsekten orta parmağın ucuna kadar olan uzunluktur) Kapıyı açıp da beni içeriye
sokan kapıcıya, bu kuyunun eski kapısında bir değişiklik oldu mu? diye sordum,

[3261

"hayır" cevabını verdi. Kuyudaki suyun renginin bozuk olduğunu gördüm."
D271

Açıklama

Hadis-i şerifte geçen, "avret mahalli" nden maksat, İbn Reslan'a göre,"diz kapağf'dır.
Kuyudaki suyun uzun zaman kuyuda kalması ve içine ağaç yapraklarının düşerek
çürümesiyle renginin bozulmuş, olduğu düşünülebilir. Ancak uzun süre kalmaktan ve
yosun bağlamaktan, içinde yaprakların çürüyüp dağılarak rengini veya kokusunu
bozmasından dolayı su temizleyicilik vasfını kaybetmez. îbn Sîrin'in görüşü ile İmam
Mâlik'den gelen bir rivayet istisna edilirse, bu gibi sularla abdest alınabileceği
hususunda ittifak vardır.

Hanefî mezhebinde de, yapraklar suyun incelik ve akıcılığını bozmadığı müddetçe
böylesi su ile abdest alınabilir. Suyun tabiatı denilen incelik ve akıcılığı bozulduğu
takdirde su, mukayyed su hükmüne geçeceğinden hadesten taharette kullanılamaz.
r3281

Bazı Hükümler

1. Her ne kadar bu hadis suyun içine necaset düştüğünde suyun pis olmayacağına
delâlet etmekte ise de

böyle bir suyun pis olacağına dair icmâ' ve hadisler vardır. (Bir önceki hadisin şerhine
bakınız.)

2. Pisliklerin topluma ve mahalle sakinlerine zarar vermeyecek uzak bir yerde
toplanmasında bir sakınca yoktur.

3. Kadınlar, özel hallerinde kullandıkları, kullanılamayacak hale gelmiş bez
parçalarını atabilirler. Ama bunların herkesçe görülmeyecek bir yere bırakılması
uygun olur.

4. Meclis olduğu kesinlikle bilinmediği takdirde kuyu ve pınar sulan kul-
lanılabilirler.

5. Şüpheli olan durumlarda, bilen bir kişi varsa, malûmat edinmek için soru
sorulabilir. Özellikle böyle bir titizlik abdest alınacak sular hakkında gösterilmelidir.
f3291

35. Suyun Cünüp Olmayacağı

68.... İbn Abbâs'dan, şöyle demiştir: Resûlullah (s.a.)'m hanımlarından biri Cefne
denilen büyük bir kapta gusletti. Sonra da Resul-i JEkrem o kaptan abdest almak veya



gusletmek için gelince
"Ya Resulellah ben cünüp idim" dedi.
Bunun üzerine Resûlallah şöyle buyurdu:

r3301 D311

"Su cünııp (pis) olmaz."
Açıklama

Hadis-i şerifte sözü geçen hanımın, mü'minlerin annesi ve İbn Abbas'm teyzesi
Meymûne (r.anhâ) olduğunu Dârakutnî haber vermekte ve bu hadisi şöyle rivayet
etmektedir: "İbn Abbas teyzesi Mey-mûne'nin şöyle dediğini nakleder: Cünuptüm, bir
kapta yıkandım, biraz su artırmıştım. Hz. Peygamber geldi, yıkanmak istedi de: "Yâ
Resûlallah ben o sudan yıkanmıştım" dedim. Peygamber (s.a.) de "Su cümıp olmaz"

r3321

dedi ve o sudan gusletti. Ayrıca bu hadisi İbn Mâce de rivayet etmiştir.
"Cefne'de yıkandım" sözü, "cefneden su alarak yıkandım" anlamına gelmektedir.
Meymûne (r.a.) cefnedeki su ile yıkandığı için elinin girip çıkmasından dolayı suyun
pis olduğunu zannederek, Resûlullah'a durumu haber vermiş, bunun üzerine de Resûl-i
Ekrem "Su cünup olmaz" buyurmuşlardır. Bilindiği gibi cünuplük manevî pislik
olduğundan maddi pislikle kıyas edilemez. Cünup olan bir organın dokunduğu su pis
olmaz. Resul-i Zişan Efendimizin bu sözüyle açıklamak istediği husus budur.
Cünup, uzak demektir. Nitekim memleketinden uzak kalan kimselere de "cünup"
denir. Gusl icâbeden kişiye cünup denilmesinin sebebi, namazdan, Kur'ân okumaktan
ve mescidlerden uzak kalmak durumunda olduğundandır.

Hadis-i şerifteki "su cünup olmaz" sözüyle "su pis olmaz" demek istendiğinden
terceme de bunu da göstermeye çalıştık.

Nihâye'de îbn Abbâs'dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte: "Dört şey cünup olmaz:

r3331

İnsan, toprak, elbise, su" buyurulmuştur. Binaenaleyh insan cenabet halinde de
pis olm az, onunla musâfaha edenin eli pislenmez, artığı pis olmaz. Toprak da
Üzerinde bir cünup yıkanmakla pis olmaz. Cü-nup bir kimsenin terinden ıslanmakla
elbise ve üzerinde cünubun yıkanma-sıyla da toprak pis olmaz. Ayrıca Meymûne (r.a.)
validemizin Resûluİlah'm sünnetine uyarak elini kaba sokmadan yıkamış olduğu
muhakkaktır. Eliyle su alarak yıkanmış olması da mümkündür. Bu durumda cünub
olan kişinin elini kaba batırarak kaptan su alıp ellerini dışarıda yıkaması suyu
pislemez. Dolayısıyla kaptaki su müstamel olmaz. Fakat elini dışanda,temizlemeden,
cenabetten temizlenmek maksadıyla kaba soksaydı, suyun sadece eline temas eden
kısmı müstamel (kullanılmış) su olur ve temizleyicilik vasfını kaybederdi. Fakat bu
durumda da suyun yarıdan fazlası tahir ve mutahhir (temizleyici) olduğundan suyun
temizleyicilik vasfı yine kaybolmazdı.

Her ne kadar, daha sonra gelecek olan Humeyd Hadisinde, kadının artığı ile gusül
yapılamayacağı bir mânâ sezilirse de aslında hadiste açıkça böyle bir mânâ yoktur.
Buna göre Humeyd Hadisindeki hüküm "evlâ olan yıkanılmamasıdır" şeklinde te'vil
edilerek, Humeyd hadisiyle mevzumuzu teşkil eden hadis arasındaki zahirî tearuz
13341

giderilmiştir.



Bazı Hükümler

1. Kadının guslünden arta kalan su temizdir. Dolayısıyla cünup olan kişi gusul
âdâbma riâyet ederek yıkanan bir kimseden arta kalan suyla gusledebilirjmam Ebû
Hanife, imam Mâlik ve Şafiî ile cumhuru ulemâ bu görüştedirler.

2. İnsanın cenâbetliği hakiki bir necaset değil, hükmî bir necasettir.

3. Abdest ve gusülde kullanılan su temiz ve temizleyicidir, imam Mâlik ile Nehâ'î,
Hasan Basri ve İmam Sevrî bu görüştedirler. Fakat abdest ya da gusülde kullanılmış
olan suyun temizleyicilik vasfının kalmadığına hükmeden fıkıh ulemâsı, Hz.
Meymûne'nin bu suyun içine girerek yıkanmadığını, suyu kaptan alıp dışanda
yıkandığını ve Hz. Peygamber'in yıkandığı artık suyun kullanılmış su olmadığını

D351

söyleyerek bu gjörüşe itiraz etmişlerdir.
36. Durgun Suya Küçük Abdest Bozmak

69.... Ebû Hüreyre (r.a.) Resûlullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu haber verdi.
"Sîzden biriniz sakın durgun suya abdest bozmasın, (ola ki) biraz sonra ondan
D361

gusleder"

70.... Ebû Hureyre (r.a.) Resûlullah (s. a.) şöyle buyurmuştur, dedi:
"Sakın sizden biriniz durgun suya küçük abdest bozmasın, ve cünuplükten dolayı

r3371 r3381

ondan gusletmesin!'
Açıklama

Hadis-i şerifte geçen "küçük abdest bozmasın" ifadesiyle durgun suya bevletmenin
yasaklanmasının sebebi, o suya abdest almak veya gusl etmek için ihtiyaç
iduyulacağmdandır.

Görüldüğü gibi hadis-i şerifte hem suya bevletıhekten, hem de o suyla yıkanmaktan
ayrı ayrı nehy vardır. Zira,

a. 65 numaralı hadis-i şerifin açıklamasında da geçtiği gibi, durgun sular az olduğu
zaman içine düşen necasetle pis olur:

D391

b. İnsanların istifade edebilecekleri herhangi bir yere bevletmek yasaklanmıştır.
Binaenaleyh suya bevletme ile suçja yıkanma birbirinden farklı şeylerdir. Az olan su
içerisine bevledilmekle pis olduğu gibi abdest veya gu-sülde kullanılmakla da
müstamel olur.

Hanefî Mezhebinde sahih olan görüşe göre müstamel (kullanılmış) su temizdir.
Temizleyici değildir. Yani bu sudan üzerimize bir sıçrama olursa Üzerimiz pislenmez.
Fakat bu su ite ne abdest alınır ne de gusledilir.

Fukahâmn beyânına göre müstamel su, insanın üzerine sıçradığında vesveseye

13401

sebebiyet verir. Bu yüzden sıçratmamaya dikkat edilmelidir.



Bazı Hükümler



1. Hadis-i şerif havz-ı köbir olmayan durgun suya bevl etmenin haram olduğuna
delâlet etmektedir. Lâkin daha Önce 63 no'lu hadiste ve onu takib eden hadislerde
beyân edildiği üzere havz-ı kebîrolan sulara bevletmek o suları pisletmez. Büyük
abdestin hukmu de küçük abdest gibidir. Lâkin evlâ olan çok suya da bevletmekten
sakınmaktır. Bu mevzuda İmam Nevevt şöyle der;

a. Akan çok su içinde küçük abdest bozmak, haram değildir. Çünkü yasak, durgun
suya attir. Fakat akan ve çok olan su içinde küçük abdest bozmaktan sakınmak daha
iyidir.

b. Akan su az ise, Şâfiîlerden bir cemaate göre içinde işemek mekruhtur. Fakat muhtar
kavle göre haramdır. Çünkü Şafiî ve başka müctehidlerin mezheblerine göre o su necis
olmuş olur, kirletilmiş olur. Başka adamlar o suyu temiz sanarak kullanabilir ve
aldanmış olabilirler.

c. Eğer su durgun ve çok ise Safîlere göre içinde işemek mekruhtur, haram değildir.
Haram sayılması da tamamen isabetsiz değildir... Çünkü muhakkak âlimlere ve
usûlcülerin ekserisine göre yasaklama haram kılınmayı gerektirir. Aynca yasaklama
nedeni olan kirletme burada da mevcuttur. Yasaklamanın diğer sebebi olan
pislenme'ye gelince; eğer işeme ile bu suyun evsafı değişmiş ise, necis sayılması,
icmâ' ile sabittir. Ebû Hanife ve ona muvafakat eden âlimlere göre bir tarafı
hareketlendirildiği takdirde karşı tarafında da hareket görülen su, içine necasetin
düşmesi ile pis olmuş olur.

d. Durgun ve az su içinde abdest bozmaya gelince, Şâfîüerden bir cemaate göre
mekruhtur. Fakat doğru ve muhtar olan kavle göre haramdır. Çünkü, böylesi suya
karışan sidik, onu necis eder, kullanılmaz hâle getirmekle mâ (su) olmaktan çıkarır,
bilmeden başkasının onu kullanıp aldanmasına sebep olur.

Alimler demişler ki suda büyük abdest bozmak küçük abdest bozmak gibidir; hattâ
daha çirkindir. Bîr kab içinde abdest bozup onu su içine dökmenin hükmü de su içinde
abdest bozmak gibidir. Keza bir su kenarında küçük abdest bozmak suretiyle sidiğin
akıp suya karışmasına sebebiyet vermenin hükmü de aynıdır. Bütün bunlar mezmum,
çirkin ve yasaklanmış fiillerdir.

Hatta âlimler, su yollarında ve suya yakın yerlerde suya kanşmasa bile abdest bozmayı

I34Ü

mekruh görmüşlerdir.

2. Az suyun içine girerek yıkanmak yasaktır.

3. Az otsun çok olsun durgun suyun kirletilmemesi, çevre sağlığı bakımından oldukça

0421

önemlidir.

37. Köpeğin Artığı İle Abdest Almak

71....Ebu Hureyre (r.a.)fden rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s. a.) şöyle
buyurmuştur: "Sizden birinin kabını köpek yaladığı zaman onun temizlenmesi,
(birincisi toprakla olmak şartıyla) yedi kere yıkanmasıdır".

Ebû Dâvûd dedi ki: "Bu hadisi "birincisi toprakla olmak" ilâvesiyle Eyyûb ve Habtb b.

[3431

Şehid, Muhammenden rivayet etmişlerdir."



Açıklama



"Vüluğ" köpeğin dilinin kenarıyla su içmesi anlamındadır. Bu mevzuda farkh akı
rivâyet vardır, rititün btf rivayetler şu dört hususu ihtiva etmektedir:

1. Birinci yıkayışta toprakla ovunuz.

2. Yedincisinde, toprakla ovuverirseniz de caizdir. Ancak birincide toprakla ovmanız
daha iyidir.

3. Bu yıkayışların herhangi birisinde toprakla ovmanız yeterlidir.

4. Sekizincide toprakla ovunuz.

Menhel yazan bu rivayetlerin arasını şöyle birleştirmiştir:

"Birinci yıkayışı toprakla yapmak en iyi ve en mükemmel olanıdır. Yedinciyi toprakla
yıkamak en iyisi olmamakla beraber caizdir. Geriye kalan yıkayışların herhangi birini
toprakla yapmak da yeterlidir."

Nevevî, "Sekizincide toprakla ovun" rivayeti bizim(şâfîilerin) ve aynı zamanda
cumhurun mezhebidir. Zira hadisten murad, kabı yedi defa yıkayın ama bunların
birinde suyla toprağı karıştırarak yıkayın, demektir. Bu bakımdan toprak su yerine

13441

geçmiş ve ona sekizinci yıkama denmiştir" görüşündedir.

Lâkin îbn Dakiki'l-lyd buna itiraz ederek, "Sekizinci yıkayışı toprağa bulayarak
yapınız" emri bu hususta herhangi bir te 'vile imkân vermeyecek kadar açıktır. Eğer ilk
yıkayış toprakla olmuşsa sekizinci yıkayış da su ile olmuştur" demektedir.
Bazıları "Hanefüerle Mâlikfler bu hadisin zahirine muhalefet ederek toprakla
yıkamaya itiraz etmekte fakat yedi kere yıkamayı kabul etmektedirler" demişlerse de,
kendilerine şu cevap verilmiştir: "Toprakla sürtmek imam Mâ-lik'in rivayetinde
yoktur. Fakat yedi kere yıkamak ona göre mendubtur. Çünkü İmam Mâlike göre
köpek pis değildir."

Mâliklerden bazılarına göre, çoban ve av köpeklerinin yaladığı kabı yıkamak
gerekmez. Ancak beslenmesine izin verilmeyen köpeklerin yaladığı kabı yıkamak
menduptur.

Mâlikîlerden bazılanda "kuduz köpeğin yaladığı kap yıkanır, diğerleri yıkanmaz"
derler.

Hanefîlere göre ise, kabı yedi kere yıkamak ve toprakla ovmak icabet-mez. Ebu Cafer
"et-Tahâvî, Hanefîlerin bu konudaki görüşünü şöyle özetlemiştir: "Köpek ağzını kabın

£3451

içine sokarsa o kabı hemen dök, sonra üç kere yıka" hadisini de Hz. Ebu Hüreyre
rivayet etmiştir. Yedi defa yıkamanın vücubu bu hadisle kaldırılmıştır. Çünkü yedi
defa lâfzını daJEbû Hurey-re rivayet etmiştir. Hiç bir sahâbinin Efendimizden
işittiğinin tersine amel etmesi veya fetva vermesi helâl olmaz. Demek ki, ikinci hadis
birincinin hükmünü kaldırdığından ikinciyle amel etmiştir. Ebû Hureyre'den rivayet
eden râviler için bu hadis haber-i âhad obuası bakımından zayıf sayılabilirse de haberi
bizzat Resûlullah (s.a.)'dan işiten Ebû Hureyre (r.a.) için zayıflık mevzuu bahs

£3461

değildir. Zaten onunla amel etmiştir.
Bazı Hükümler

1. Köpek pistir. Çünkü salyasının pis olduğu kabul edilince, salyanın çıktığı bedenin



de pis olduğunu kabul etmek gerekir ki cumhurun görüşü de budur.

2. Maliklerin köpeğin temiz olduğuna dair delili bu hadis değil, "Avcı hayvanların size

[3421

tutuverdiklerinden de yeyin" mealindeki âyet-i kerîmedir.

"Mademki onların tuttukları av temizdir, öyleyse köpeklerin avlar üzerine akıttıkları
salyaları ve dolayısıyla kendileri de temizdir" diyorlar. Bir de Buhârî'deki Hz.
Peygamber zamanında köpeklerin mescide serbestçe girip çıktığım ifâde eden hadisi
delil getiriyorlar.

Halbuki âyette köpeğin yaladığı hayvanın helal kılınması, köpeğin av Üzerine akan
salyasının da temiz olmasını ve yıkanmamasını gerektirmez. Salyanın pisliği ve
yıkanması gerektiği, temizlikle ilgili umûmî hükümler içerisinde ifâde edilmiştir. Avı
yıkamanın gerekmediği kabul edilse bile, bu, avlara ait özel bir durum olabilir.
Köpeğin mescide girmesi de onun temizliğine delâlet etmez. Hafız İbn Hacer bunun,
İslâm'ın ilk günlerinde böyle olduğu: mı, sonra köpeklere kapıların kapatıldığını
söylüyor.

3. Köpeğin yaladığı şey pistir.

4. Köpeğin yaladığı şeyi yedi kere veya üç kere yıkamak vaciptir. Kuduz mikrobunu
öldürmekte en te'sirli ilâcın, onun bulunduğu yeri toprak ve su karışımıyla sürtmek

[3481

olduğundan hadis-i şerifte geçen köpeğin bandığı kabı su ve toprakla ovmak
emrine uymak tıbbî yönden daha ihtiyatlıdır.

5. Pisliğin içine düşdüğü kabın içindeki sıvı ise, pislik olduğu yerde kalmaz, hepsim
kirletir.

72. ...İki ayrı senedle, aynı mânâda Ebû Hureyre'den mevkuf olarak bir hadis daha
nakledilmiştir. Ancak onda Ebû Hureyre: "Kedinin su İçtiği kap bir kez yıkanır"

f3491 r3501

cümlesini ilâve etmiştir.
Bazı Hükümler

1. Bu hadis bir kedinin su içtiği kabın yıkanmasını em-retmektedir. Ancak bu, kedinin
salyasının pis olduğundan değil, sadece temizliğe riâyet içindir. Nitekim 75 numaralı
hadis-i şerif de buna delâlet etmektedir.

2. Hanefîler bu hadisle yabanî kır kedisinin artığının, sütünün ve salyasının pis
olduğuna hükmetmişlerdir. Çünkü bu kediler dağlarda pis etlerle beslendiklerinden,
pis etlerden meydana gelen salya ve sütün de pis olacağı tabiidir. (Bu konu 75
numaralı hadisin şerhinde ele alınacaktır).

73. ...Ebû Hureyre (r.a.) hazretlerinden rivayet edildiğine göre, Peygamber (s. a.) şöyle
buyurmuştur: "Köpek bir kaba bandığı zaman yedincisi toprakla (olmak şartıyle) onu
yedi kere yıkayınız."

Ebû Dâvûd; "bu hadisi Ebû Salih, Ebû Rezîn, el-A 'rac ve Sabit el~Ahneft Hemmâm
b. Münebbih ve Ebu's-Sûddî Abdurrahman Ebû Hureyre'dert rivayet ettiler ama
topraktan bahsetmediler" dedi.

Bu hadisin hükümleri, yukarıdaki hadiste verildiği gibidir.

74.... Abdullah b. Muğaffel'den, dedi ki; Resûlullah (s. a.) köpeklerin öldürülmesini



emretti. Sonra da "Bu insanlara ne oluyor ki (bütün) köpekleri öldürüyorlar?"
buyurdu. Koyun ve av köpeğinin öl-dürülmemesine ruhsat verdi. Sonra şöyle
buyurdu: "Köpek bir kabı yaladığı zaman onu yedi kez (su ile) yıkayın, sekizincide

1351]

toprakla ovuşturun!"

[352]

Ebû Dâvâd dedi ki: "îbn Muğaffel böyle dedi."
Açıklama

Köpeklerin öldürülmesinin sebebi Müslim'de şöyle açıklanmıştır: "Cebrâil
(aleyhisselam) Resulüllah (s. a.) ile belli bir saatte buluşmak üzere sözleşmişti. Saat
geldiği halde Cibril gelmedi. Resulüllah (s. a.) in elinde bir sopa vardı, onu elinden
bıraktı ve: "Ne Allah vadini bozar, ne de Resulleri" dedi. Sonra bakındı, bir de ne
görsün sedirin altında bir köpek eniği!

"Ya Alşe; bu köpek boraya ne zaman girdi?" diye sordu. Aişe;

"Vallahi bilmiyorum, dedi. Derhal köpek çıkarıldı. Ve hemen arkasından Cibril geldi.
Resûlullah (sallallahü aleyhi vesselem)

"Benimle sözleştin, ben seni bekledim. Ama gelmedin" dedi. Bunun üzerine Cibril:
"Bana senin evindeki köpek mani oldu. Biz içinde köpek ve resim bulunan eve
girmeyiz" dedi.

Resûlullah ogün sabah olur olmaz köpeklerin öldürülmesini emir buyurdu. Hatta

r3531

küçük bahçe köpeğini öldürüp, büyük bahçe köpeğini bırakıyordu.
Bunun sebebi "o zamanki halkın, gönlünü köpek besteme sevdasına kaptırmağıdır"
diyenler de vardır. Fakat hadis-i şerifte belirtildiği gibi, daha sonra bu köpekleri
öldürme emri yürürlükten kaldırıldı. Ancak bu emir siyah ve yırtıcı köpekler için
geçerli oldu. Ulemânın bir kısmı bu görüştedir, ulemânın ekserisi ile Imam-Mâük ve
taraftarları ise, "Beş şey vardır ki Haremi Şerifde de öldürtilebilir" mealindeki 1846-
1848. hadis-i şeriflere dayanarak beslenmelerine izin verilen çoban, av ve ziraat
köpekleri dışında bütün köpeklerin öldürüleceğine hükmetmişlerdir. Yırtıcı köpeklerin
öldürülmeleri günümüzde de görülen bir hâdisdir. Bu sebeble yırtıcı köpeklerin
öldürülmelerine itiraz söz konusu değilse de siyah köpeklerin Öldürülmesindeki
hikmeti soranlar her yerde bulunmaktadır.

İbn Kuteybe konuyu şöyle açıklamaktadır: "Çünkü köpeklerin alaca-sız siyah olanları,
insanlara en zararlı olanı ve en ısırganıdır. Köpekler de diğerlerinden ziyâde onlara
saldırırlar. Bununla beraber o faydası en az olan ve bekçiliği en kötü olandır.

13541

Avlamaktan en uzak (kabiliyetsiz) olan ve en çok uyuklayan da odur.
Hz. Peygamber "Siyah köpek şeytandır" (bk. 702 nolu hadis) beyânı ile siyah köpeğin,
köpeklerin en kötüsü olduğunu ifade etmek istemiştir. Tıpkı, "O azgın şeytandan
başka bir şey dejildir", "O ancak parçalayıcı bir ars-landır", "o parçalayıcı bir kurttur"

r3551

denildiği gibi... Bu sözler ile sadece o kimsenin bunlara benzediği kast edilir.
Resûlullah'm Medine'nin köpeklerini öldürtmeğine gelince bunda onun, "Eğer
köpekler ümmetlerden bir ümmet olmasaydı onların öldürülmelerini



T3561

emrederdim." beyânını nakz edecek bir şey yoktur. Çünkü Medine onun
zamanında, meleğin vahy indirdiği yer idi. Rahmet melekleri ise, içinde köpek veya
resim bulunan eve girmediğinden, Medine'de evlerde köpek beslemek yasaklandı. Bu
yasağa aldırış etmeyerek köpek besleyen kimseler de evleri rahmet meleklerinden
mahrum kalmak suretiyle cezalandırıldı. Ancak Azrail aleyhisselam ve Hafaza
Melekleri ise, her eve girerler.

Ulema metinde gecen "Köpeklerden banlara ne?" sözünden, "niçin evlerinde köpek
besliyorlar?" manasım çıkararak ihtiyaç olmaksızın sadece zevk için köpek
beslemenin haram olduğunda ittifak etmişlerdir. Fakat ihtiyaç duyulduğu zaman köpek
beslemekte bir sakınca görmemişlerdir.

Avcılık için, hayvanları ve ekinleri beklemek için köpek bir ihtiyaçtır. Binaenaleyh bu
durumlarda köpek beslemek caizse de, tâlim için ve evleri beklemek için beslemekte
ihtilâf vardır. Bu hususta mezheblerin görüşü şöyledir:

1. Şâfıî ulemâsından Nevevî şöyle demektedir: Bizim mezhebimize göre, ihtiyaç
yokken köpek edinmek haramdır. Ama av, ziraat ve hayvan muhafazası gibi işler için
köpek edinilmesi caizdir. Evleri, sokakları ve bunlara benzer yerleri muhafaza için
köpek edinilip edinilemeyeccği hususunda iki görüş vardır. Birinci veçhe göre caiz
değildir. Çünkü hadislerin zahirleri ziraat, av ve çoban köpeğinden maadasını
sarahaten yasak etmektedir. Esah olan görüşe göre, bu üç nevi köpeğe kıyas edilerek
diğerlerini edinmek de caizdir. Acaba köpek yavrusu edinerek av, ziraat ve hayvan
muhafazası hususlarında eğiterek yetiştirmek caiz midir? Bu meselede de iki görüş
vardır. Doğru olanı ise caiz oluşudur.

2. Mâükîlerden bazıları, edinilmesi câlz olan köpeğin hangi köpek olduğuna bu hadisi
delil getirmişlerdin Binaenaleyh çoban köpeği, av köpeği ve ekinleri bekleyen köpeğin
beslenmesinde bir sakınca yoktur, demişlerdir. Aynı zamanda bu cins köpeklerin
temiz oldukları görüşünü de benimsemişlerdir.

3. Hanefî mezhebinden Kemaleddin Ibnu'l-Hümüm, Fethü'l-Kadîr adlı eserinde,
"köpeği av, yahut hayvan, ev ve ziraat muhafazası için edinmek icma ile caizdir.
Lâkin hırsız, yahut düşman korkusu olmadıkça onu eve sokmamalıdır" demektedir.
[3571

Bazı Hükümler

1. Hadis'i şerif Allahu Teâlâ'nm kullarına lutüf ve mer-hametle muamele ettiğine bir
delildir. Çünkü Resulünün diliyle ihtiyaç duydukları av köpeğine, çoban köpeğine ve
ekin bekleyen köpeğe izin verdi de melâikenin eve girmesine mâni olan ve insanları
korkutan köpeklerin beslenmesini, aynı zamanda insanların sevabını da azaltacağı için
yasakladı.

2. Köpek taşıma, bir gayeye matuf olduğundan, insanların menfaatma olmayan, süs

r3581

köpeği ve faydasız bütün köpeklerin taşınması yasaktır.
38. Kedi Artığı

75....Ka'b b. Mâlik'in kızı Kebşe'den rivayet edilmiştir: Kebşe, Ebû Katâde'nin



oğlunun nikâhlısı iken Ebû Katâde onun yanma geldi ve (gelin) Kebşe de O'na abdest
suyu getirdi. Hemen bir kedi gelip o sudan içmeye başlayınca, Ebû Katâde kabı eğdi
ve kedi suyu içip bitirdi. Kebşe dedi ki; Ebû Katâde, benim kendisine baktığımı
görlince, "Ey kardeşimin kızı, acâib mi buldun?" dedi. "Evet" dedim. O da: Rasulüllah
(s.a.), "Kedi pis değildir. Çünkü o devamlı olarak etrafınızda dolaşan hayvanlardandır"
[3591 [3601

buyurdu, dedi.
Açıklama

Buradaki "Ey kardeşimin km" sözünden Kebşe'nin Ebû Kebşe' nin Ebu Kadate o!
dUğu manası çıkanlmanuhdır. Çünkü araplar arasında her hangi bir kimseye "Ey
kardeşimin oğlu", "yeğen, emmioğhı" v.s. diye çağırtnakk bir âdettir. Islâmî gelenekte
de bu şekilde hitab caizdir. Zira bütün mü'minler kardeştirler. Bu hadis-i şerif
hakkında Tirmia "hasen-sahîh" demiştir.

Bu hadis-i şerife göre kedinin ağzı ve artığı temizdir. İmam Mâlik Şafiî, Ahmed, Ishâk
ve Sahâbe-i kiram'm ekserisinin görüşü budur. Ancak Ebû Hanife ve taraftarlarının
görüşü ise, şöyledir: Ev kedisi devamlı etrafımızda dolaştığı için onun pisliğinden
insanların korunması imkansızdır. Bu yüzden şeriat onu temiz saymıştır. Bu bakımdan
ev kedisinin ağzı ve artığı temizdir. Binaenaleyh İmam Azam ve Muhammed'e göre;
"başka bir su varken kedinin artığım kullanmak tenzihen mekruhtur, Başka su yoksa,
bu kerahet kalkar." Gerçekten de kedi ağzını pislikten korumaz. Bu husus aynen sa-
bahleyin kalkan kimsenin gece elinin pislenmesi ihtimalinden dolayı elini yıkamadan
kabuı içine sokmasının yasaklanmasına benzer. Bu açıdan bakılırsa, kedinin artığı
tenzihen mekruhtur. Fakat kedinin bir pisliği yaladığı görülerek ağzının pisliği kesin
olarak bilinirse artığının da pisliğine; fakat su içerek ağzım temizlediği de kesin olarak
bilinirse, artığının temizliğine hükmedilir. İşte Hz. Peygamberin kedinin artığından
abdest aldığım İfâde eden hadisler de bu manaya hamledilmiştir.
Diğer bir rivayete göre kedinin eti pis olduğundan dolayı artığı mekruhtur. Bu açıdan
bakılınca da kerahet-i tahrimiye ile mekruhtur. Fakat bu hususta en kuvvetli görüş
tenzihen mekruh olduğudur.

Kedilerden sakınmak imkânsız olduğundan İslâmiyet bunları pis saymamıştır. Bu
aynen, başkalarına hiç bir zaman izin istemeden evlere girmek caiz olmadığı halde her
zaman evde bulunduklarından dolayı üç vaktin dışında evin baliğ olmamış çocuklarına
ve hizmetçilerine izinsiz olarak evlere girme ruhsatının verilmesine benzer.
Binaenaleyh bu hadis-i şerifte her ne kadar kedilerin arttığının temizliği belirtilmişse
de temiz su varken kullanılmamalıdır.

Eğer kedinin su içip ağzının temizlendiği görülürse, artık o kedinin artı-ğı temizdir.
Hadiste ifade edilen kedinin içmesi için kabın eğilmesi hâdisesi- , nin sebebi budur.
Bu durumda, o suyu kullanmakta kerahet yoktur. Çünkü kedinin ağzının pis olması
ihtimali kalmamıştır. Fakat ağzının pislendiği ke- i sinlikle bilindiği zaman, artığının

£3611

da kesinlikle pisliğine hükmedilir.
Bazı Hükümler



1. Kişi bilmedigmi bir bilene sormalıdır.



2. Zararsız olan hayvanlara merhametli davranılmalıdır. Zararlı olan hayvanlara
işkence çektirmeden öldürülmesine cevaz verilmiştir.

3. Kedinin artığı temizdir.

76....Dâvûd b. Salih annesinden rivayetle dedi ki; Birgün eski hanımefendim benimle
Aişe (r.a.)'ye keşkek gönderdi. O'nu namazda buldum. Bana, elimdekini yere
koymamı işaret etti. (Koydum) ve birden bire bir kedi geldi keşkek'ten bir parça yedi.
Aişe (r.a.) namazı bitirince, kedinin yemiş olduğu yerden yemeye başladı ve:"Rasûlul-
lah (s. a.): "Kedi pis değildir. O ancak sizin etrafınızda dolaşan hayvanlardandır"

1362]

buyurmuştur. Ben Resulüllah'ı (s.a.) kedi artığıyla abdest alırken de gördüm"
r3631

dedi.

Açıklama

Hadis-i şerifte geçen "herîse" ttirkçede keşkek denilen, döğülmüş etle buğdaydan
yapılan bir yemektir. Ümmü Dâvûd' un ismi kitablarda açıkça zikredilmemiştir. Ancak
Zehebî Mizanü'l-İ'tidâl'da şu kadarcık bir malumat vermektedir:
"Bu hanımın ismi açıklanmamış olup Dâvûd b. Salih et-Temmâr'm an-nesidir.
Kendisini Hz. Aişe'ye gönderen de onu hürriyetine kavuşturan ha-nımefendisidir."
Hz. Aişe validemizin, kedinin yediği yerden yemesi, kedinin artığının yenilebileceğini
göstermek, bu hususta dinin hükmünü açıkça bil-fül ortaya koyarak onun yayılıp
bilinmesine hizmet etmek gayretinden ileri gelmektedir. Eğer kedinin ağzının değdiği
yeri atsa ve yemeseydi, kedinin artığı pis zannedilecekti.

Hz. Aişe validemizin namazda işaret etmesi hususu ise, namaz içinde yapılıp da
"amel-i kesir" derecesine varmayan küçük hareketlerin namazı bozmadığının
işaretidir.

Bilindiği gibi "amel-i kesîr" çok iş, "amel-i kalîl"de "az iş" anlamına gelir. Amel-i
kesir namazı bozar; amel-i kalil (az iş) ise, bozmaz.

Amel-i kesîr; namaz kılan şahsın dışarıdan bakan kimselere namazda olmadığı
kanaatini verecek derecede namazla ilgisi bulunmayan işlerle meşgul olmasıdır. Amel-

£3641

i kesirin en güzel tarifi budur.

Amel-İ kalil: Bu dereceye varmayan ve namazla ilgili olmayan fiil ve hareketlerdir.
Abdesti bozulan şahsın abdestini yenilemek, namaz kılmaya devam edemeyen bir
imamın yerini almak, salat-i havf (korku namazm)da saf değiştirmek için yapılan fiil
ve hareketler amel-i kesîr sayılmazlar.

Namaz kılarken düşen fesi başa koymak da amel-i kesir değildir. Peş peşe yapılan üç
hareket amel-i kesir, bundan daha az hareket amel-i kalil-dir. Özür yokken peş peşe üç
adım yürünmesi, namaz kılan emzikli bir kadının bir çocuk tarafından emilmesi ve
kadından süt gelmesi, bir elle yapılması lâzım gelen işin iki elle yapılması amel-i
kesirdir. Namaz kılanın keyfî olarak yaptığı iş amel-i kesir; mecbur olarak yaptığı iş
ise, amel-i kalildir. Namaz kılan bir kimsenin elbisesini ve seccadesini düzeltmesi, bir
yerini kaşıması, kendini rahatsız eden bir sineği defetmesi amel-i kesir değildir.
Bazı haller namaz kılan şahsın takdirine bağlıdır. Bu şahıs yaptığı bir işin amel-i kesir



[3651

olduğuna kanaat getirirse o iş amel-i kesirdir; aksi halde değildir.
Bazı Hükümler

1. İnsanlar arasında hediyeleşmek caizdir.

2. Namaz küan kimsenin, namaz esnasında eliyle, gözüyle ve başıyla işarette
bulunması caizdir.

3. Kedi ve artığı temizdir. Onu içmek ve ondan abdest almak mekruh değildir. (Bu
hususta mezheb imamlarının görüşleri bir önceki hadis-i şerifin izahında verilmiştir.)

4. Bazı âlimler bu hadisden, evde kedi besleyip terbiye etmenin müste-hab olduğu

D 661 D 671

hükmünü çıkarmışlardır.

39. Kadının Abdest Suyu Artığı İle Abdest Almak

77.... Aişe (r.anha)dan, şöyle demiştir; "Ben ve Resûlullah (s.a.)cünup iken aynı

[3681 [3691

kaptan guslederdik"
Açıklama

İslâm, kadmlan erkeklerin bir parçası olarak görmüş, cenneti annenin ayaklan altına
sermiş, kadını mübarek ve saygıya lâyık bir varlık bilmiş, onu, kadınlığına uygun
bütün haklan bahşederek mukaddes bir varlık kılmıştır.

Kadınlığın tarihde çeşitli dönemlerde uğradığı haksızlık ve hakareti bilmeyenler belki
şu hadis-i şerifte, kadının abdest aldığı kaptan arta kalan suyun temizliğinin
zikredilişindeki önemi kavrayamazlar. Bu bakımdan eski dinlerde ve devirlerde kadına
ait düşünce ve telakkilerden bazı örnekler sunmak faydalı olacaktır.
Romalılarda kadının hukukî ehliyeti yoktu. Tanrılarını memnun etmek için her sene
kadın ve kızlarını kurban eden eski Hindlilere göre, "acıya, sabır, rüzgâr, ölüm, ateş,
zehir, haşerat ve cehnenem, kadından daha kötü değillerdir."

Tevratta şöyle yazılıdır; "Kadın ölümden acıdır. Allah nezdinde iyi kimse kadından
kurtulandır."

Hıristiyanlarda; İlk hıristiyan din adamları Roma toplumundaki yaygın fuhuş ve
rezalete bakarak bütün bunlardan sorumlu kişinin kadın olduğuna hükmettiler.
Kadının (pis olduğuna) ve ondan uzaklaşılması lâzım geldiğine ve bekârlığın Allah
yanında evlilikten daha şerefli olduğuna karar verdiler.

İslâmiyet bütün bâtıl fikirleri kökünden yıkarak hakkı ve Fıakikati kafalara
yerleştirdiği halde İngiliz kanunları daha 1 805 yılma kadar erkeğin karısını satmasına
[3701 [3711

müsaade ediyordu.
Bazı Hükümler

1. Cünub pis değildir. Cünub kelimesinin anlamı lügâtta uzak demektir. Namaz
kılmak, Kur'ân okumak,mescide girmek v.s. gibi faziletlerden uzak kaldığı için



kendisinden meni çıkan kimselere cünub denir.

2. Durgun suya cünub bir kimsenin girerek yıkanmasının yasaklanmasının hükmü ise,
tenzihen mekruhtur. Çünkü o cünub kişinin vücuduna temas eden sular temizdir, fakat
temizleyici değildir. Böyle cünub kimsenin vücuduna temas eden sular, içine dalman
suyun yarısını teşkil ettiği zaman suyun hepsi kullanılmış su (müstamel) durumuna
geleceğinden dolayı cünûb kimsenin durgun suya girerek yıkanması yasaklanmıştır.

3. İki kişinin aynı kaptan avuçlayıp üzerine dökerek gusletmesi caizdir. Daha fazla
kişilerin hükmü de böyledir.

4. Az bir suya cünub bir kimsenin elini sokarak avuçlaması o suyu temizlikten
çıkarmaz. Bu hususta kadınla erkek arasında fark yoktur.

5. Halk arasında yaygın olan "karı kocanın guslettikten sonra,bir birlerinin mahrem
yerlerini görmeleri tekrar gusletmeyi gerektirir" sözü yanlıştır, dînî hiç bir mesnedi
yoktur..

78. ...Ümm-ü Subeyye el-Cuheniyye'den rivayet edildiğine göre, O, şöyle demiştir:
"Resûlullah (s.a.) ile birlikte bîr o, bir ben ellerimizi suya batırarak aynı kaptan abdest
r3721 r3731

alırdık."
Açıklama

Hadis-i şerifte geçen Ümmü Subeyye el-Cüheniyye'nin Havle bint-i Kays oldyğu
söylenir Havle (r..anna) Hârice bin Haris'in ninesidir. Efendimize biat eden bahtiyar
kadınlardandır. Kendisinden Nâfî' ve Salim rivayette

bulunmuşlardır.

Hadis-i şerifte geçen Ümm-ü Subeyye (r.a.) Hazretlerinin aralarında mahremiyyet
veya nikâh bağı olmadığı halde Resülullah'la bir kaptan su almasını bazıları, "bu
hadise örtünme âyetleri gelmeden olmuştur'* diye açıklarken; bazıları da "Resûlullah
(s.a) ile Ümm-ü Subeyye aralarında birbirlerini görmelerine engel bir örtü olduğu
halde aynı kaptan aynı zamanda sıra ile avuçlayarak abdest alıyorlardı'* diye
yorumlamışlardır. Üçüncü bir görüşe göre ise, aynı kaptan peş peşe su almaktan
maksat, Önce Resûluüah (s.a.) söz konusu İcaptan abdest alması sonra da Hz. Ümmü
Subeyye'nin aynı kaptan abdest almasıdır. Ancak bute'vil hadisin zahirine uygun
değildir.

Bazı ilim adamları mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif ile 81 ve 82 numaralı
hadisler arasındaki zahirî çelişkiye bakarak sözü gecen hadislerin zayıf olduğunu ve
mevzumuzu teşkil eden hadîsin onlara tercih edilmesi gerektiğini, şayet 81 ve 82
numaralı hadislerin sıhhati kabul edilse bile, mevzumuzu teşkil eden hadisle
neshedilmiş oldukları cihetle hükümsüz kaldıklarım söyleyerek bu çelişkiyi gidermeye
çalışmışlardır. Ancak Hafız tbn Hacer'in de ifâde ettiği gibi, böyle zahiren biribirlerine
aykırı gibi görünen hadislerin aralarını te'Iif etmek mümkün olduğu zaman tercih
edilip, nesh yoluna gitmemelidir. Burada da 8 1 ve 82 nolu hadislerdeki nehyi, kerahat-
i tenzihiye-ye hamlettiğimiz zaman, söz konusu* tezat ortadan kalkmış olacaktır.
Binaenaleyh mevzumuzu teşkil eden hadisteki cevazı mutlak câizliğe; 81 ve 82-
hadislerdeki nehyi de kerâhet-i tenzihîyyeye yormak bu hadisler arasındaki tezadı
ortadan kaldırmak için eh isabetli yol olmalıdır.



79.... Abdullah b. Ömer (r.a.)' den rivayet edildiğine göre O şöyle demiştir: Resulullah
(s.a.) zamanında kadınlar ve erkekler (bir arada) abdest alırlardı. "Râvi Müsedded,

r3741 r3751

"Hep birlikte aym kaptan" dedi.
Açıklama

Kadmlarra ve erkeklerin toplu halde bir kaptan abdest almalanndan maksat, aralarında
bulunan nikâh bağı veya mahremiyet sebebiyle birbirlerine haram olmayan kadınlar ve
erkeklerin beraberce abdest almalarıdır. Eğer yabancı kadınlarla erkekler aynı anda ve
beraberce bir kaptan aldıkları kabul edilirse aralarında, bir perdenin bulunması gerekir.
Çünkü bu mevzuda gelen nasslar bunu emretmektedirler. Yahutta burada anlatılan
hadisler örtünme âyeti inmeden öncesine aittir.

Bu hadiste geçen "bir kaptan" sözü hadisin sadece Müsedded yoluyla gelen

rivayetinde bulunmakla beraber rivayet sahih olduğundan bu sözü nazar-ı itibara

almak ve hadisi açıkladığımız şekilde anlamak gerekir, kanaatindeyiz.

Bununla beraber iki veya daha fazla kişinin aynı kaptan avuçlayarak abdest almaları

caizdir.

80.... Abdullah b. Ömer (r.a.) şöyle demiştir; "Biz (erkekler) Peygamber (s.a.)
sağlığında kadınlarla beraber bir kaptan abdest alır, ellerimizi aynı kaba
D761 D771

batırırdık."
Açıklama

Sünen-i Ebî Davud'un bazı nüshalarında bu hadis-i şerifte geçen "abdest alırdık"
kelimesinden sonra "ve gusiederdik" sözü yer almaktadır. Yabancı bir erkekle yabancı
bir kadının beraberce yıkanmaları müslümanlarca hicab âyetinden önce bile caiz
görülmediğinden bu hadiste anlatılan kadın ve erkeklerin beraberce abdest almaları ve
gusletmeleri hâdisesinin aralarında nikâh bağı bulunan kadınlarla erkekler arasında
meydana gelmiş olması icâb eder. Dolayısıyla bu hadis bu babda geçen bu mevzu ile
ilgili tüm hadislerin bu istikâmette te'vil edilmesini gerektirmektedir. Nitekim, Menhel
yazarının da açıkladığı gibi hadiste geçen "en-nisâ" kelimesinin başında bulunan "el"
takısı mahzûf ve muzafün ileyh durumunda olan bir "nâ" zamirinden bedel
olduğundan, hadisi; "Biz Hi. Peygamber zamanında hanımlarımızla birlikte bir kaptan

[3781

beraberce abdest alırdık" şeklinde anlamak lazımdır.
Bazı Hükümler

1. Karı-koca aynı kaptan abdest alıp gusledebilirler.

2. Dini herhangi bir mahzur bulunmadığı takdirde ıkı kişi aynı kabı kullanabilirler.
f3791



40. Kadın Ve Erkeğin Birbirinin Abdest Artığı Su İle Abdest Almalarının



Nehyedilmesi



81....Humeyd el-Hımyerî'den rivayet edilmiştir, demiştir ki; "Ben Ebû Hüreyre (r,a.)
gibi dört sene Resûlüllah (s. a.) ile sohbet etmiş biriyle karşılaştım", bana şöyle dedi:
"Resûlüllah (s. a.) kadımn erkekten arta kalan suyla, erkeğin de kadından arta kalan
suyla yıkanmasını nehyetti" Râvî Müsedded bu hadisi rivayet ederken "Kadın ve

D 801 [381]

erkek suyu beraber avuçlasmlar" sözünü ilâve etti.
Açıklama

Hadis-i şerifte Humeyd el-Himyerî'nin karşılaştığı ifade edilen sahabinin ismi
bazılarına göre el-Hakem b. Amr'dir. Abdullah İbn Sercîs olduğuna dâir rivayetler de
vardır. Bilindiği gibi râvî sahâbi olunca isminin bilinmemesi rivayet ettiği hadisin
sıhhatine zarar vermez.

Bu hadis-i şerifte, bir kadımn yıkandığı sudan arta kalan suyla bir erkeğin
yıkanmasının ve bir erkeğin yıkandığı sudan artakalan suyla da bir kadının
yıkanmasının yasaklandığı ifâde edilmektedir. Ancak bu yasağın haram mı, yoksa
karâhet mi ifâde ettiğini ortaya koyabilmek için Hz. Peygamber'-in hanımı ile aynı,
kaptan yıkandığım ifâde eden hadis-i şerifle, suyun abdest almakla veya gusletmekle
pislenmeyeceğini belirten 68 numaralı hadis-i şerifi birlikte mutalca etmek icab eder.
Gerçekten meseleye çeşitli yönden açıklık getiren bu hadis-t şerifler bir arada mütalea
edildiği zaman, söz konusu olan bu hadisteki yasağın kerâhet-i tenzihiye için olduğu
anlaşılır. Bu yasağın kerahet-i tenzihiye ifâde ettiğine hükmedince de bu hadis ile 68
numaralı hadis arasında var gibi görülen çelişki de ortadan kalkar. Yalnız şu noktaya
dikkat edilmelidir, kadın ve erkek bir arada yıkanmak ve suyu kaptan avuçlayarak
almak zorunda kaldıkları zaman bu kerahetten kurtulabilmeleri için metinde geçen
"suyu aynı anda avuçlasmlar" emrine uymaları gerekmektedir. Aksi takdirde bir

r3821

birinin artığı olan suyla yıkandıkları için kerahet işlemiş olurlar.
Bazı Hükümler

1. Erkek veya kadının birbirlerinin abdestinden arta kalan suya abdest almaları veya
gusletmeleri caiz olmakla beraber tenzihen mekruhtur.

2. İmam Nevevî 77, 78 ve 79 ile 80 numaralı hadisleri delil getirerek, "Kadının
erkekle bir kaptan yıkanması caiz olduğunda icma' vardır. Erkeğin yıkandığı sudan
artakalan suyla kadının yıkanmasının câizliğinde de yine icmâ' vardır. Kadının
yıkandığı sudan artan suyla erkeğin yıkanması ise biz Şâfiîlerle Ebu Hanîfe ve
Cumhuru ulemâya göre caizdir. Bu hususta kadının erkekten Önce yıkanması ile
erkekle birlikte yıkanması arasında bir fark yoktur, tmam-ı Ahmed'le Dâvud-ı
ZâhirTye göre ise, kadının erkekten önce yıkandığı sudan arta kalanla erkeğin

D831

yıkanması caiz değildir." demiştir.

Ancak Hafız îbn Hâcer İmam Nevevf nin bu sözüne itiraz ederek, şöyle demiştir:
"Nevevî'nin, erkeğin artığından kadının abdest almasının caiz olduğunda ittifak varsa
da, aksinde yoktur" sözünün tenkidi gerekir. Çünkü imam Tahâvî bu mevzuda ihtilâf



bulunduğunu tfesbit etmiştir. Ayrıca tbn Ömer'le Şa'bî ve EvzaTde bir erkeğin hayizlı
bir kadından artan suyla abdest alamayacağını söylemişlerdir. Erkeğin kadının,
artığıyla temizlenmesine gelince, bu mevzu İmam Nevevî'nin dediği gibi ihtilaflıdır.
Nitekim sahabeden Abdullah tbn Serds; TabiTnden Said îbn el-Müseyyeb ve Hasan-ı
basrî (r.a.) erkeğin, kadından artan suyla yıkanmasını caiz görmemişler. Keza İmam
Nevevî "Kadınla erkeğin aynı kaptan yıkanmalarının caiz olduğunda ittifak vardır"
demişse de bu da ihtilaflıdır. Çünkü İbn Münzir ile tbn Abdi'I-Berr'in Hz. EbU
Hureyre'den rivayet ettikleri hadis bu görüşün aksini ifade etmekte ve bu görüşte
olanların aleyhinde bir hüccet teşkil etmektedir. Bu mevzudaki hadisler arasında
görülen zahirî çelişkiyi kaldırmak ve ihtilâfların ortak noktasını bulmak ancak bu
yasak hadislerinin kerâhet-i tenzihiyye ifade ettiklerini kabul etmekle mümkündür.
Hattâbî ise bu ihtilâfı artıktan maksat kullanılmış sudur diyerek çözmeye
£3841

çalışmıştır."

Hanefî ulemâsından Aynî de Hafız îbn Hacer'in bu görüşünü tenkid ederek; "Bu sözün
sahibi ittifak kelimesiyle icma' kelimesi arasındaki farka dikkat etmelidir" demiş ve
îmam-ı Nevevî'nin bu mevzudaki sözlerini tasvib etmiştir.

3. Erkek veya kadınların aynı kaptan aynı zamanda abdest almaları caizdir. Ancak bu
mevzuda mezheb imamlarının görüşü şöyledir:

a. Kadının erkekten artan su ile yıkanması ittifakla caizdir.

b. Erkeğin kadından artan su ile yıkanması İmam Mâlik ve EbU Hanife'ye ve cumhur-
u ulemâya göre caizdir."

c. İmam Ahmed b. Hanbel ile Dâvud-i Zâhirî'ye göre, evvelâ kadın yalnız başına suyu
kullanarak yıkanırsa, ondan artan su ile erkeğin yıkanması caiz olmaz.

d. Bir rivayette Ahmed b. Hanbel de bu su ile erkeğin yıkanmasının veya abdest
almasının caiz olduğuna kaildir.

e. Hasan Basrî ile Said b. Müseyyeb kesinlikle mekruh olduğu kanaatmdedirler. Bu
hususta itibar edilen cumhurun görüşüdür. Bu konuda ileride geniş açıklama
yapılacaktır; inşaallah.

T3851

82....el-Hakem b. Amr'm rivayet ettiğine göre, demiştir ki; "Resûluüah (s. a.)

r3861 r3871

erkeğin, kadının abdestinden artan su ile abdest almasını nehyetti."
Açıklama

Hattâbfnin beyânına göre, buradaki nehyden maksat» bazı fakihlerce kerâhet-i
tenzihîyyedir, tahrîm değildir.

"Artık su" dan maksat da kadının bizzat kullanıp uzuvlanndan akıp dökülen sudur.
Yoksa kullanılmayıp kapta kalan veya üzerinden içilerek artık .kalan su değildir.
Abdullah b. Ömer (r.a.) bu yasağın hayız veya cünup kadından arta kalan abdest
suyuyla ilgili olup temiz kadından arta kalan abdest alma veya gusletmede hiç bir
mahzur olmadığını söyledi.
Bu hususta fıkıh ulemâsının görüşleri şöyledir:

1. Erkekle kadının bir kaptan abdest almaları veya yıkanmaları men edilmiştir. Bu
hususta kadınla erkeğin aynı zamanda bir kaptan temizlenmeleriyle önce kadın, sonra



erkeğin temizlenmesi arasında da fark yoktur. Bu Hz. Ömer b. el-Hattâb, Abdullah b.
Sercis, el-Hakem b. Amr, Saîd b. el-Müseyyeb ve İbn Hazm'm görüşüdür. Delilleri ise
8 1 numaralı hadisle, bu hadistir.

2. Önce kadının yıkanıp da sonra erkeğin aynı kaptan yıkanması men*-edilmiştir.
Ancak beraber temizlenirlerse herhangi bir sakınca yoktur. (Erkek ve kadından
maksadın karı-koca olduğu daha önce izah edildi). Bu görüş Dâvûd, İshâk ve bir
rivayette îmam Ahmed'in görüşüdür.

İmam Ahmed, "bu hadis-i şerifler kadının temizlendiği su ile temizlenmenin caiz
olduğuna delâlet ettikleri gibi, caiz olmadığına da delâlet ettiklerinden kesin bir
neticeye varmak ve bîr tercih yapmak mümkün olmadığından muzdaribdirler. Lâkin
sahabeden gelen pek çok sahih rivayetler, kadının temizlendiği sudan arta kalanla
temizlik yapmanın caiz olmadığım ortaya koyuyor" demişse de bu görüşe şöyle cevap
verilmiştir:

Hadisteki ızdırap (kesin hüküm vermeye engel olan durumlar) hadisler arasını
birleştirmek mümkün olmadığı zaman söz konusudur. Burada ise hadislerin arasını
birleştirmek ve te'lif etmek mümkün olduğundan hadisler-deki ızdırap zarar vermez.
Bu hadislerdeki nehy, tenzihen mekruha delâlet eder. Caiz olduğuna delâlet eden
hadisler de mutlak cevaz ifâde ederler. Ancak özel durumlarda bu cevaz kalkar;
denmek suretiyle hadislerin araları birleştirilmiş ve ızdırabm te'siri kaldırılmıştır. Bu
su ile temizlenmenin caiz olduğu sahabeden İbn Abbâs, Câbir,Hz. Aişe, Enes, ÜmmÜ
Seleme vs. gibi bir cemaat tarafından rivayet edilmiştir.

3. Kadının temizlik yaptığı suyla erkeğin yıkanması ancak kadın cünup veya hayzlı
olduğu zaman men edilmiştir. Bunun dışında caizdir. Bu görüş İbn Ömer, Şa'bî ve el-
Evzaî*y A aittir. Ancak bu yasakhğı cünup ve hayızhya tahsis etmelerinde herhangi bir
delilleri yoktur.

4. Erkeğin, kadının artığıyla ve kadının, erkeğin artığıyla temizlenmesi men'edilmiştir.
Fakat karı-koca beraberce aynı kaptan temizlik yapabilirler. Delilleri ise, bir önceki
hadiste geçen "Beraberce avuçlasmlar" cümlesidir. Ancak bu görüş evvelce izahı
geçen "su pis olmaz" mealindeki 68 numaralı hadis-i şerife ters düşmektedir.

5. Kadın ve erkek asla birbirlerinin artığıyla temizi* yapamazlar. Bu görüş Hz. Ebû
Hureyre île îmam Ahmed'e nisbet edilmiştir. Bu görüşü îbn Abdilberr de bir cemaatten
rivayet etmiştir.

6. Her ikisi de birbirinin artığıyla temizlik yapabilirler. Bu cumhurun (ekseri
ulemânın) görüşüdür. Aynı zamanda İmam Ahmed de bir rivayete göre "bu görüş
tercih edilen görüştür" demiştir, çünkü Resulûllah (s. a.) pek çok sahih hadislerde
geçtiği Üzere, hem hanımlarından birinin temizlik yaptığı kaptaki artan sudan
yıkanmış ve hem de biriyle aynı kaptan aynı zamanda beraberce yıkanmıştır. Bu
görüşü benimseyen cumhur, nehiy ifâde eden hadislertfeki "artık su"dan maksat, kapta
artan su değil, kendisiyle yıkanılan ve vücuddan dökülen, kullanılan (müstamel)
sudur" diye te'vil etmişlerdir.

İkinci bir te'vil şekli de şudur; buradaki nehyin hükmü haram değil, tenzihen
mekruhtur.

Hattâbî, eğer nehye delâlet eden hadisler sahihse, mensûhturlar, (hükümleri
kendilerinden sonra gelen hadislerle kaldırılmıştır) demektedir.

Şâfıî ulemâsından Nevevî, kadının, erkeğin artığıyla temizlenmesinin caiz olup
aksinin caiz olmadığım nakletmişse de Hafız İbn Hacer, "Kadının artığından erkeğin
de temizlik yapabileceğini ekseri ulemânın kabul ettiğini Tehavî nakletmîştir" diyerek



NevevTyi tenkid etmektedir.

Gerçekten de erkek ve kadının beraberce aynı kaptan abdest almalarının caiz
olduğunda İttifak bulunduğu Tahâvî, Kurtubî ve Nevevî tarafmda A rivayet edilmişse
de îbn Münzir aksi görüşlerin de bulunduğunu, Ebû HÜ-reyre (r.a.)den ve tbn

r3881

AbdiPberr de bir cemaatten nakletmelerdir.
41. Deniz Suyuyla Abdest Almak

83....Saîdibn Seleme, Muğîra îbn Bürde'nin, Ebû Hüreyre (r.a.) yi "Şöyle derken
dinledim" dediğini haber verdi: Bir adam Resûlul-lah (s. a.) e:

"Ya Resûlallah, biz deniz yolculuğu yaparız ve beraberimizde pek az su taşırız.
Onunla abdest alırsak susuz kalırız. Bu durumda deniz suyundan abdest alabjjir
miyiz?" diye sordu. Resûlullah (s.a.) de:

P891 r3901

"O (denizin) suyu temiz, ölüsü helâldir" buyurdu.
Açıklama

Hadis-i şerifte Resul-ü Ekrem'in kendisine deniz suyunun hükmü sorulduğu halde,
denizdeki yaşayan hayvanların ölüsünden de bahsetmesi, şüphesiz Üzerinde durulması
gereken bir mes'eledir. Deniz suyunun hükmünü soran kimsenin şüphesizdeniz
suyunun tadının ve kokusunun değişik olmasından ileri gelmektedir. Tuzlu ve
kokusunun bozuk oluşu sebebiyle içilmesi mümkün olmadığından temizlikte 4e
kullanılmasının caiz olamayacağını zannetmiştir. Diğer taraftan deniz suyunun bu açık
olan temizleyicilik vasfını bilmeyen kişinin deniz hayvanlarının temiz olup olmadığını
ise hiç bilmediği anlaşıldığından Rasul-i Ekrem (s.a.) bu hususu da açıklamaya lüzum
görmüş ve o anda suya olan ihtiyaçları balığa olan ihtiyaçlarından fazla olduğu için
cevaba suyun hükmünü bildirerek başlamıştır.

Usulcüler arasında meşhur olan "cevab suale uygun olmalıdır" sözünün anlamı,
"sorulan şeyin hükmünü eksiksiz İfâde etmelidir" demektir. Yoksa "cevabta fazlalık
olmamalıdır" demek değildir.

Deniz hayvanlarının ölçüsü hakkında ulemâ arasında çeşitti görüşler vardır. İmam
Mâlik, şâfıî ve Ahmed'e göre "denizde yaşayan bütün hayvanları yemek helâldir".
Şâfı'î ve İmam Ahmed'den gelen bir rivayette ise, "kurbağadan başka bütün deniz
hayvanları helâldir". Ayrıca Şâfîî, Mâliki ve Hanbelî'lere göre, denizde yaşayanların
hükmü, karada yaşayanların hükmüne benzer. Yani şeklen karada yaşayan temiz
hayvanlara benzeyenler helâldir; temiz olmayan kara hayvanlarına benzeyenler de
haramdır.

Hanefi ulemasına göre, suda yaşayan, hayvanlardan her nevi balık etleri helâldir.
Kalkan balığı, sazan balığı, yunus balığı, yılan balığı bu cümledendir. Fakat diğer su
hayvanları haram sayılır. Meselâ yengeçler, midyeler, istiridyeler, İstakozlar, helal
değildir. Etleri yenilmez. Deniz aygın, deniz domuzu gibi balık suretinde olmayan
denir hayvanlarının yenilmeleri helâl olmadığı gibi avlanmaları da helâl
görülmemiştir.

Suda kendi kendine zahiren sebebsiz olarak ölüp de suytm yüzüne çıkan balıklar
yenilemez. Fakat suyun çekilip kurumasından, fazla sıcaktan, soğuktan dolayı ölen



veya kuşlar tarafından öldürülen, su içinde bağlı tutulmakla öldürülen, buz arasında
sıkışarak ölen balıklar helâldir.

"üzerinden suya" çekilmesiyle "suyun kenara atmasıyla ölen (balığı) yiyin, ama
sebebsiz ölüp su yüzüne çıkan yemeyin" mealindeki hadis 3815 numarada gelecektir.
Balıklar temiz olmayan suların içinde bulunmuş olsalar da etleri yenilebilir. Avlanan
bir balığın içinden çıkan balık sağlam ise yenilir. Diğer mezheb imamlarının delili
mevzumuzu teşkil eden bu hadistir. Hanefîlerin delili ise,"V o (Resul-i Mükerrem)

1391]

onlara (domuz eti ve ölmüş hayvan eti gibi) habis olan şeyleri haram kılar"
âyetiyle İmam Ahmed ve İbn Mâce'nin riva yet ettikleri, "Bize iki ölü, iki de kan helal

f3921

kılındı. İki ölü, çekirge ile bank; iki kan ise karaciğer ile dalaktır" hadis-i
şerifidir. Çünkü bu hadis, mevzuumuzu teşkil eden hadisteki "meyte (ölü)" kelimesini
"balık" olarak açıklamaktadır.

Timsah gibi hem karada hem de denizde yaşayan hayvanlara gelince; bu husus Maliki
ulemâsı arasında ihtilaflıdır. Bu mevzuda el-Bâcî Muvattâ Şerhi'nde şöyle diyor:
Deniz hayvanı iki kısımdır; bir kısmı karada yaşayamaz. Balık türleri gibi. Diğeri
karada da yaşayabilir: kurbağa, yengeç ve kaplumbağa gibi. Balık ne şekilde ölürse
ölsün tahîrdir ve yenilir. Mâlik ve Şafiî böyle hükmetmişlerdir. Ebû Hanife ise, kendi
kendine ve sebebsiz Ölen balık yenilemez demiştir. "Deniz avı ve taamı sizler için
P931

helâl kılındı" âyeti ve (bu babta geçen) hadis bizim delilimizdir. Lügat ehli olan
Ömer b. el-Hattab (r.a.) âyetin tefsirinde; "Deniz avı senin avladığındır. Taamı da
denize atılandır", demiştir. Meyte kelimesi kayıtsız olarak Şer-i şerifte kullanıldığı
zaman boğazlanmadan Ölen hayvan demektir.

Deniz kurbağası ve kaplumbağası gibi karada da hayatını sürdürebilen hayvan
Mâlike göre temiz ve helâldir. Boğazlanması gerekmez. îbn Nâfi ise, bunlar sebebsiz
Ölürse pistir ve haramdır, demiştir. İmam Mâlike göre

bunlar balık gibi deniz hayvanı olup boğazlanmasına ihtiyaç yoktur, İbn Nâfi' ise

13941

bunlar kuş gibi karada yaşayabilen hayvanlardır.

Hanbelî âlimlerine göre deniz hayvanlarından kurbağa, yılan ve timsah yenilmez

diğerlerinin hepsi yenilir.

Şafiî âlimlerine gelince genel hüküm şudur:

Yalnız denizde yaşayan ve karada yaşayamayan hayvanlar fealık şeklinde olmasa bile
yenilir. Deniz köpeği ve deniz domuzu gibi... Fakat hem denizde hem karada
yaşayabilen hayvanların yenilmesi haramdır. Kurbağa yengeç, yılan, kaplumbağa ve
timsah gibi... Minhâc'm şerhi Nihfiyetü'l-Muhtâc Müellifi Allame Muhammed er-
Renüt konu hakkında şöyle der: "Karada yaşayamayan deniz hayvanlarından balık
türü nasıl ölürse Ölsün yenilir. Çünkü Cenab-ı Allah; "Deniz avı ve taamı sizin için
helâl kılındı"

[395]

buyurmaktadır. Sahâbîlerin ve tabiinin cumhuru âyetteki "taam"ı "su yüzünde
kalan" diye yorumlamışlardır. (Bu babta geçen) hadis de sahihtir. Ancak su yüzünde
kalan balık, şayet şişerek sıhhî yönden zarar verecek durumda ise yenilmesi haramdır.
Karada yaşayan diğer deniz hayvanları da nasıl Ölürse ölsün, en sahih kavle göre,
balık gibi helâldir. er-Ravda'da belirtildiği gibi karada yaşayamayan bütün deniz



hayvanlarına "semek (balık)" denilir.

Balıktan başka deniz hayvanlarının helâl olmadığına dair bir gnrüş vardır. Bu görüşün
delili; "Bizim için iki meyte helâl kılındı. Bunlar da balık ve çekirgedir" hadisidir.
Fakat" semek(balık)" kelimesinin bütün deniz hayvanlarına verilen bir isim olduğu
gerekçesi ile bu görüş reddedilmiştir.

Şâfîî mezhebindeki diğer bir kavle göre deniz hayvanı, eğer karadaki benzeri yenilen
cinsten ise yenilir. Aksi takdirde yenilmez. Buna göre deniz merkebi ve deniz köpeği
yenmez.

Kurbağa yengeç, yılan ve kaplumbağa gibi hem denizde hem de karada .yaşayabilen
hayvan yenilmez. Çünkü bunlar hem habistir, hem de zararlıdır. Mûtemed olan görüş
r3961 D971

de budur.

Bazı Hükümler

1. Bir meselevi bilmeyen kimse, Onu Öğrenmek için bilen bir kimseye sormalıdır.

2. Deniz yolculuğu yapmak caizdir. "Hac, umre ve savaş haricinde gemiye binilemez"
mealindeki 2489 numaralı hadiş-i şerif ise, sahih değildir.

3. Susuzluk korkusu, içme suyunun taharette kullanılmasına mânidir. Yani o suyun
abdest ve gusülde kullanılması gerekmez.

4. Deniz suyu ile taharet caizdir. Cumhurun görüşü, budur.

5. Deniz hayvanlarının etleri helâldir. Konuyla ilgili açıklama yukarıda geçmiştir.

6. Balığın helal olması için boğazlanması gerekmez.

7. Müftiye bir mesele sorulduğu zaman fetvasının anlaşılması için lüzumlu gördüğü

P981

yardımcı bilgileri de aktarması müstehabdır.
42. Nebîz (Şıra) İle Abdest Almak

84.... Abdullah b. Mes'ûd (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s. a.) (dinlerini
öğretmek üzere) cinlere gittiği gece İbn Mes' ûd'a: "Mataranda ne var?" diye sormuş, o
da "nebîz var" deyince» Nebi (s. a.) "hurma (hoş ve) temiz, su (yu) temizleyicidir"
f3991

buyurmuş.

Ebu Dâvûd dedi ki: Süleyman b. Dâvûd, "Ebû Zeyd'den" yahud "Zeyd'den" diye bu
hadisi rivayet etmiştir. Şerik de aynı tereddüde düşmüştür. Hennâd ise rivayetinde "cin

[400]

gecesi'nde" kaydını zikretmemiştir.
Açıklama

Cin gecesi, Hacûn denilen ve Mekke'de bulunan bir dağda Rasûlü Ekrem (S.a.)'le
cinler arasında geçen görüşmenin vuku bulduğu gecedir. Rasûlü Ekrem (s. a.)
efendimiz bu görüşmeyi herkese açıkjj tutmuş, ancak konuşmaya sâdece İbn Mes'ûd
(r.a.) hazretleri katılmıştır. Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettiği bir hadîs-i şeriften
anlaşıldığına göre Abdullah b. Mes'ûd (r.a.) hazretleri bu buluşmaya katılmak
isteyince yanma içinde, su olduğunu zannettiği bir matara alır ve Rasülullah'la birlikte



yola düşer. Yüksek bir tepeye vardıkları zaman Rasûlü Ekrem (s. a.) bir çizgi çizerek
bu çizginin dışına çıkmamasını söyler. Rasûlü Ekrem (s.a.) bir takım karatet larla
haşir-neşir olup sabaha kadar onlarla sohbet eder.Sabâh olunca gelip İbn Mesud'dan
abdest almak için su isteyince o da içinde su olduğuna zannettiği matannın hemen
ağzını açıp su vermeye davranır. Bir de ne görsün matannın içindeki su değil de
Nebîz'dir. Bunun üzerine, "Ya Rasûlallah (s.a.) ben bunun içinde su var
zannediyordum, meğer nebîz varmış" der. Rasûlü Ekrem (s.a.) "hurma güzel su(yu)
temizleyicidir*' buyurur ve bu suyla abdest alır. İbn Mes'ûd'la birlikte, o cemaatten
gelen iki kişiye namaz kıldırır. Namazdan sonra İbn Mesud (r.a) geceki gördüğü
kimseleri sorar, Rasûlti Ekrem (s.a.) de "onlar Nusaybin ellileriydi" cevabını verir.
Tirmizî Şerhi el-Kevkebu'd-düm de beyân olunduğuna göre, Rasûlü Ekrem (s.a.)'in
cinnilerle görüşmesi altı kene vuku bulmuştur.



Nebîz: Su içine. atılarak az bir müddet pişirilmiş üzüm veya hurma suyudur.
İlim adamlarından bazıları, şıra ile abdest alınabileceği görüşündedirler. Süfyân es-
Sevrî bunlardandır. İmam Şafiî, Ahmed ve Ishak ise, şıra ile abdest almanın caiz
olmadığı görüşündedirler.

îmam Nevevî, el-Mecmu isimli eserinde (I, 93) "Bize göre Nebîz çeşitlerinin hiç
biriyle abdest almak caiz değildir. Hangi vasıfta olursa olsun. Se-kir vereni ise içilmesi
haramdır ve haddi gerektirir."

Cumhurun görüşü bu olduğu gibi, imam Malik, Ahmed ve Ebû Yusuf da bu
görüştedirler.

İmam A'zam Ebu Hanife (r.a.) ile Süfyân es-Sevrî ise, Mevzumuz olan hadis-i
şerifteki beyâna bakarak "su bulamayan kimse uzuvlar üzerinde akabilen (incelik
vasfını hâiz) sarhoşluk vermeyen ve pişmemiş tatlanmış hurma nebîz'i bulursa
bununla abdest alabilir. Teyemmüme de lüzum kalmaz" demişlerdir.
İmam Muhammed "böyle bîr nebizle abdest almak yeterli değildir. Bu abdestle
birlikte teyemmüm de edilmesi gerekir" diyor.

İmam Ebu Yusuf ise, "abdest almaz, sadece teyemmüm eder" demektedir. Yani
nebîzle abdest almanın caiz olmadığı görüşündedir.

Bu görüş aynı zamanda cumhurun ve diğer üç imamın görüşüdür ki, sonradan Ebu
Hanife hazretleri de bu görüşü benimsemiş ve bu görüş Hanefî mezhebinin de görüşü
olmuştur. Çünkü müetehid ilk kavlinden döndükten sonra artık evvelki kavli ile fetva
verilemez.

Hanefi imamlarından Tahavî de bu son görüşü benimsemiş, "İbn Mesûd hadisinin aslı
yoktur" demiştir ki, bir numara sonra gelecek olan hadis de bu sözü doğrulamaktadır.
Gerçekten de bu görüş Kitâb'a en uygun görüştür. Çünkü Allah Teala Kur'an-ı

r4021

Kerîmi'nde "Su bulamazsanız temiz toprağa teyemmüm ediniz" buyurmaktadır.
Ancak burada şu hususa dikkat etmek gerekir ki, münakaşa tatlı ve ince, sarhoşluk
vermeyen pişmemiş hurma nebîzi üzerindedir. Tatlanmadan önceki hurma suyu ile
abdestin caiz olduğunda ittifak olduğu gibi sarhoşluk veren ve İnceliği olmayan pişmiş
hurma şırası ile abdestin caiz olmadığında da ittifak vardır.

Hurmanın dışındaki nebîzlerle abdest almak ise, sahih olan kavle göre caiz değildir.
Çünkü bazı hurma nebîzleriyle abdest almanın caiz olması kıyasa aykm olarak hadisle
sabit olmuştur. Bu bakımdan diğer nebîzler ona kıyas edilemezler. Nitekim "alâ hilaf-i



1403]

kıyas sabit olan şey, şâire makisün aleyh olamaz.

Bahrü'r-râik'de deniliyor ki: "İmamların görüşü böyle olunca, esasen sıhhati üzerinde
çok şeyler söylenen İbn Mes'ûd hadisi üzerinde durmaya hiç lüzum yoktur. Şayet
sahih olduğu kabul edilse bile, teyemmüm âyetiyle nesh edilmiştir. Çünkü, teyemmüm

[404]

âyeti daha sonra gelmiştir."
Bazı Hükümler

1. Resûl-ü Ekrem (s. a.) aynv zamanda cinlerin de peygamberidir.

2. İnsan bilhassa ibâdet konusunda ihtiyaç duyacağı şeyleri önceden hazır
bulundurmalıdır.

3. Küçüğün büyüğe hizmet etmesi caizdir.

4. Allah'ın verdiği nimeti medhetmek caizdir.

85....Alkame'den rivayet. edildiğine göre, dedi ki: "Ben Abdullah b. Mes'ûd' a, sizden
kim cin.gecesinde Resulüllah (s. a.) ile birlikte bulundu? dedim. O da "Bizden hiç

r4051 r4061

kimse O' nunla bulunmadı" diye cevap verdi.
Açıklama

Musannif Ebû Davud'un bu hadis-i şerifi rivayet etmekten maksadı, bir önce geçen
hadisi, sıhhat yönünden tenkid etmektir. Nevevî merhum, Müslim Şerhi'nde diyor ki;
bu hadis-i şerif, Ebû Dâvud' da ve diğer bazı kitaplarda cin gecesi'nde îbn Mesûd'un
Resul-i Ekrem (s.a.)'le beraber bulunduğuna ve nebizle abdest almanın cevazına dâir
zikredilen hadisi çürütmekte açık bir delildir. Çünkü bu hadis sahibdir. "Nebiz hadisi"
ise ulemanın ittifakıyla zayıftır. Eğer o hadisin sağlam olduğu kabul edilirse şu iki
hadisin arasını uzlaştırmak mümkündür. Şöyle ki İbn Mes'ûd (r.a.) o gece Resul-i
Ekrem (s. a.) in cinlerle konuştuğu yerde bulunmamıştır da oradan hayli uzakta

[4071

kendisine çizilen çizgi içinde bulunmuştur. İmam Nevevî bu sözüyle mevzumuzu
teşkil eden bu hadisin sahih olabileceği ihtimaline yer vermişse de bu ihtimal onun
nesh edilmiş olmasına mâni değildir. Aynı şekilde îbnu'I-Hümâm'da bu hadisin sahih
hadislere aykırı olmadığını ifade etmiştir, lbnu'l Hümân'm bu mevzudaki sözleri şu
mealdedir: "îbn Mes'ûd hadisinde bulunan "Onunla beraber bizden hiç kimse
bulunmadı" cümlesini: "O gecede bizden, benden başka, hazır bulunan olmadı"
şeklinde anladığımızda iki hadis arasında tearuz kalmaz.

Ayrıca "İki hadîs arasında te'vil ve te'lif imkânı olmadığı kabul edilirse, "işbat eden
görüş, nefyeden görüşe mukaddemdir" kaidesince isbat edilen görme olayı
"bulunmadı ve görmedi" şeklindeki hadise nisbetle öncelik kazanır. Böylece görme

r4081

olayı tesbit edilmiş olur.

Ayrıca bu dimilerle buluşma eş-Şiblî'nin beyânına göre altı defa vuku bulmuştur.
Şöyle ki:

1. Peygamberimizin, hilekârlar tarafından kaçırıldığı zannedildiği gece ki İbn Mes'ûd



T4091

bu gecede bulunmadı.

2. Hacûn'da vuku bulmuştur ki, Mekke'de bir dağdır.

3. Mekke'nin en yüksek yerin de olmuştur.

4. Medine'de vuku bulmuştur. Bu üç gece devam etmiş ve Hz. İbn Mes'ûd da hazır
bulunmuştur.

5. Medine'nin dışında olmuştur.Bunda da Zübeyr b. Avvâm hazır bulunmuştur.

6. Resûl-i Ekrem (s.a.)'in bir yolculuğunda olmuştur ki, bunda da Bilâl İbn Hâris hazır

14101

bulunmuştur.

Binaenaleyh cin gecesi hadisinde anlatılan "nebîzle abdest alma" olayı daha sonra

1411]

Medine'de inen teyemmüm âyetiyle neshedilmiştir.

86....Atâ b. Ebi Rebah'dan nakledildiğine göre O, süt ve nebizle abdest almayı hoş
görmez ve şöyle derdi: "Teyemmüm etmek, nebizle veya sütle abdest almaktan daha

14121

çok hoşuma gidiyor."
Açıklama

Bu hadisin râvisi Ata, tabiinin büyüklerinden olan Atâ b. Ebî Rebah'dır.Ebû Hanife
(r.a.) kendisinden Hadis rivayet etmiştir. Büyük bir âlim, Hadis ilminde güvenilir
râvidir.

Abdullah ibn Abbâs onun hakkında şöyle demiştir. "Ey Mekkeliler, siz bir müşkilinizi
hallettirmek için benim etrafımda toplanıyorsunuz. Halbuki sizin içinizde, Ata b. Ebî
Rebâh gibi bir âlimin bulunduğunu unutuyorsunuz."

Sarihlerin beyânına göre, Atâ b. Ebî Rebâh süt ve nebîz ile abdest almayı mekruh
saymış, teyemmüm etmenin daha iyi olduğunu söylemiştir.

Halbuki su karışmamış sütle abdest alınmayacağında icmâ vardır. Nebîz hakkındaki
görüşler ise 84 nolu hadiste beyân edildi ve orada Ebu Hanife'nin ikinci görüşünün
buna cevaz vermeyen cumhurun görüşü ile birlikte olduğu açıklandı. Ebû Davud'un bu
eseri burada zikretmesinden maksat, nebîz ile abdest almanın caiz olmadığını te'yid
içindir. Ancak, bu görüşün aksini te'yid edenler yukarıda açıklandığı gibi Hz. Ali, İbn

J4131

Mes'ud ve îbn Abbas gibi sahâbilerden vârid olan cevaz delillerini ileri
sürmektedirler. Ancak buradaki sütten maksat su ve sıvı karışımı olan süt ise, bu
hususta fukahânm görüşü şöyledir:

Buhârî Şârihi ve meşhur Hanefi âlimi Ayni merhum der ki; "Sütle abdest almak iki
şekilde düşünülebilir:

a. Ya sade ve katışıksız süt ile abdest alınmıştın.

b. Veya rjyla karışık sütle abdest alınmıştır.

Birinci durum, yani sırf süt ile abdest almak, bütün mezheb imamlannca ittifak caiz
değildir. İkinci duruma gelince, bize göre caizse de Şâfıîye göre câiz değildir."
Ancak Aynî'nin: "bize göre suyla karışmış sütle abdest almak caizdir" sözü, 'sütün
rengi suya galip gelmemek şartıyla bu karışımla abdest almak caizdir" şeklinde
anlaşıldığı zaman doğrudur. Aksi takdirde bu su mukayyed su olur ki Hanefî



mezhebinde mukayyed suyla abdest almak caiz olmaz. Bilindiği gibi Hanefî
ulemasının bu mevzudaki görüşü şöyledir: Suya bir sıvı karıştığı zaman, bu karışan
sıvının özelliklerine bakılır; eğer süt gibi suya muhalif üç özelliği bulunan bir sıvı
karışmışsa,bu özelliklerden birinin, suyun özelliğine üstün gelmesi hâlinde o karışımla
abdest almak caiz değildir. Suyun rengi gâlibse caizdir. Bilindiği gibi suyun
Özellikleri, rengi, tadı, kokusu ile bilinir. Sütün suya muhalif olan özellikleri ise tadı,
14141

rengidir. Tabii sabun ve deterjan bunun dışındadır. Zira, bunlar suyun

temizleyicilik vasfını artıran şeflerdir. Fakat bunların da suyun tabiatını bozacak kadar
çok olmaması gerekir.

2. Temiz bir sıvı suya karışırsa suyun vasfına galib gelirse o suyla abdest alınamaz,
imam Mâlik'e göre suya vasıflarından birini azıcık bile değiştirecek bir sıvı karışırsa o
suyla abdest almak caiz olmaz. Şâüîlerle Hanbelilere göre ise, içine vasıflarından
birini birazcık değiştiren temiz bir sıvı karışan suyla abdest almak caizse de bir vasfın
tümünü ya da tüm vasıfları değiştiren bir sıvıyla karışan suyla abdest alınamaz.
Hanbelilere göre bu karışımda değişiklik temizlik anında ve temizlik mahallinde
olursa suyun temizleyicilik vasfına zarar vermez.

87. ...Ebû Halde dedi ki: Ebû Aliye'ye:

"Cünub olup da yanında nebîzden başka su bulunmayan kimse nebîzle gusledilebilir
mi?" diye sordum.

[415] [416]

"Hayır" cevabım verdi.

43. Abdesti Sıkışık Kişi Bu Halde Namaz Kılabilir Mi?

[4171

88.... Abdullah b. Erkam'dan rivayete göre, Abdullah (r.a.) imamlığını yaptığı bir
cemaatla hacca veya umreye gitmek üzere yola çıktı. Bir gün sabah namazı için
kaamet getirdi. Sonra "biriniz öne geçsin" diyerek helaya yöneldi ve şunları söyledi:
"Ben Resûlullah (s.a.)'i şöyle buyururken işittim: "Sizden biriniz namaza dururken he-

[4JL81

laya gitmek ihtiyacı duyarsa önce helaya gitsin."

Ebû Dâvûddediki; (tBu hadisi Vüheyb b. Hâlid, Şuayb b. I s hak ve Ebû Damre,
Hişam b. Urve'den o babasından babası da bir kişinin kendisine Abdullah b.
Erkam'dan naklettiğini bildirmiştir. Hadisi Hi-şâm'dan rivayet eden ekseriyet birinci
senetteki Züheyr'in rivayet ettiği gibi (an racülin kaydı olmaksızın) rivayet ettiler.
[4191

Açıklama

Bu hadis-i şerif abdesti sıkışmış olarak namaz kılan bir kimsenin bu namazı iade
etmesi gerektiğini söyleyen Malikîlerin delilidir. Maliki âlimlerinden "el-Bâci Muvatta
Şerhi'nde şunları naklediyor:

"Eğer kişi sıkışmış vaziyette namaza devam ederse, kalbi meşgul olup namazı bir an
evvel bitirmek için acele edeceği ve namazın ruhu olan huşûu kaybedeceği için



namazını iade etmesi gerekir. Çünkü huşu gittikten sonra geriye kalan iskelettir.

r4201 "

Nitekim: "Ümmetimden ilk kayb olacak haslet huşu' dur. buyurulmuştur."
İmam-Mâlik bu namazın o anda veya sonra iade edilmesini daha isabetli bulmaktadır.
Nitekim mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif de bu görüşü te'yid etmektedir.
Çünkü, bu hadis-i şerifte namazı tehir edip öncelikle helaya gitmek emredilmektedir.
Bu, namazı öncelikle kılmanın nehyedilmesi demektir. Binaenaleyh namaz önce
kılmırsa, fasit olur. Çünkü sıkışık bir.vaziyette namaz kılmaya çalışmakbir bakıma
amel-i kesir demektir. Diğer amel-i kesitler gibi bu, da namazı bozar. İnsanın sıkışık
bir vaziyette namazı devam ettirebilmesi kabalarını sıkması ve birleştirmesiyle
mümkündür ki, bu ağır bir yük taşımak kadar zor ve kalbi meşgul eden bir iştir.
İbn Nâfı'in Mâlikten rivayet ettiği bir hadis-i şerifte "Kim nama/da sıkışırsa elini
burnunun üzerine koysun sanki burnu kanamış gibi dışarı çıksın" buyruluyor.
Namazı sıkışık vaziyette kılmanın namazı bozmayacağı görüşünde olanlar ise "Hadis-i
şerifteki nehy, namazın dışındaki kişilerle ilgilidir. Bizzat namazla ilgili değildir.
Binaenaleyh namazın hiç bir farzını terk etmeden edâ eden kimse için iade gerekmez"
derler. Şâfıîler ve Hanbeliler bu görüştedirler.
Önce ihtiyacın giderilmesi sonra namaza durulması mendubtur.
Hanefilere göre, farzlara ve vâciblere riâyet edilmesi şartıyla bu halde kılman namaz
sahihdir. Ancak namazda gerekli huzurun sağlanmaması sebebile mekruhtur. Zira
namazda aranan husus huzur-ı kalb ile namazın edâ edilmesidir. Bu bakımdan
cemaatle namaz kılarken abdestine sıkışan kimse, ikinci bir cemaat bulamama ihtimali
bile olsa namazı bozup tuvalet ihtiyacmı giderdikten sonra abdest alıp namazını
[4211

yeniden kılar. Şafıîlerle Hanbeliler bu görüştedirler. İnsan gönlünün arzu ettiği bir
yemek hazırken de yme namaza durmamalıdır, Nitekim Müslim'in bu mevzuda rivayet
ettiği bir hadiste şöyle buyuruluyor: "Yemek hazır olduğu zaman bir de büyük ve

f4221

küçük abdest sıkıştığında namaz kılınmaz."

[423]

Bu konu için 89 numaralı hadisin şerhine de bakılabilir.
Bazı Hükümler

1. Yolculukta Cemaat câizdİr"

2. Açık ifade yerine kapalı ifade kullanmak yani kinâyeli lâfızlarla maksadı beyân
etmek caizdir.

3. Namazda huşu içinde bulunulmalı ve namazın ruhuna zıt davranışlardan
sakmılmalıdır.

4. Kişi yaptığı bir işin garip karşılanması halinde o fiilin meşru olduğunu dinî bir
delille açıklamalıdır.

5. Namazda iken abdestine sıkışan kişi namazım bozup yeniden kılmalı ve sıkışmış
halde namaza durulmamahdır.

6. İmamın kaamet etmesi caizdir. Ancak imamdan başka birinin kamet etmesi daha
faziletlidir.

89.... Kasım b. Muhammed'in kardeşi Abdullah b. Muhammed b. Ebî Bekr'den,



demiştir ki; Aişe'nin yanında idik. Sofra hazırlandı, bu sırada Kasım namaz kılmak
üzere kalktı. Bunun üzerine (Hz.) Aişe; ben Resulüllah (s,a.)'ı şöyle buyururken işittim
dedi: "Yemek hazırken, büyük veya küçük abdeste sıkışmışken namaz kılınmaz".
f4241 f4251

Açıklama

Hadis-i şerifin beyânından anlaşıldığına göre sofra kurulmuşken veya yemeğin sofraya
getirilmesi kolaysa, farz veya nafile herhangi bir namaza durulmamalıdır. Ancak
karnın çok aç olması sebebiyle kalbin yemekle meşgul olması ihtimalinden dolayı
yemeğin namaza takdim edilebilmesi için yedikten sonra namaz kılmak için zaman
müsait ol- malıdır. Bundan maksat namazın huzur ve huşûunu sağlamaktır. Bazıları
"yemekten biraz yedikten sonra namazı kılıp sonra da karnını doyurmalı" demişlerse
de bu hadis-i şerif, böyle bir te'vile âçık kapı bırakmayacak kadar açıktır.
Ulemâ buradaki yeme emri üzerinde ihtilâf etmişlerdir. Cumhura göre, buradaki emr
nedb içindir. Yani bu emre uymak mendubtur. (İşlenmesi iyi hoş karşılanan fiillere,
uyulması dinen tercih edilen fakat terki yasaklanma- yan davranışlara mendub denir.
Mendubu terk, tenzihen mekruhtur.) Binaenaleyh karnı aç olan bir kimse sofra hazır
bulunduğu takdirde evvela yemek yerse iyi bir iş yapmış olur. Bazıları buradaki emrin
farz ifâde ettiğini söylerler. Zahirîlerden İbn Hazm diğer ulemadan Ebû Sevr ve bir
cemaat da bu görüştedirler. "Şayet önce namaz kılınacak olursa batıl olur" derler.
Şev- kânî, Şâfıîlerden bazılarının da bu görüşte olduğunu söyler. Hadisin zahiri de bu
görüşü doğrulamaktadır. Cumhura göre ise, vakit daralmışsa namaz önce kılınmalıdır.
Bu hususta İmam-ı Azarri "bütün yemeğimin namazolması, benim için bütün
namazımın yemek olmasından hayırlıdır" demiştir. Hazret-; İmam bu sözü ile vakit
müsait olması halinde yemeğin öne alınmasının isabetli olacağına işaret etmiştir.
Begavî'nin ŞerhuVSünne'de rivayet ettiği ve EbÛ Drvûd'un da 3758 numarada
zikrettiği bir hadis-i şerifte Efendimizin (s. a.): "Yemek veya başka bîr şey için namazı
geciktirmeyiniz" buyurmasını Hanefî ulemâsından İbn Melek "vakit müsait olmadığı
ve fazla açlık hissedilmediği zaman namaz öne alınır" diye te'vil etmek suretiyle iki
hadisin arasını te'lif etmiştir.

Bazıları yemeğin öne alınmasını kul hakkının Allah'ın hakkına tercih edilmesi
şeklinde anlamışsa da bu yanlıştır. Çünkü yemeğin öne almışı, namazı hakkıyla edâ
etmek gayesiyle yapıldığından burada Allah'ın hakkını titizlikle korumak söz
konusudur. Abdesti sıkışık iken namaz kılmanın hükmü bir önceki hadisin şerhinde

14261

geçmiş bulunmaktadır.
Bazı Hükümler

1. Kişinin şiddetle ihtiyaç duyduğu bir yemeğin hazır olması halinde namaza durması
mekruhtur. Namazda huşûa mâni olan kalbî meşgul edici her şey bu hükme girer.

2. Abdesti sıkışmış olan kimse o haliyle namaza durmamalıdır.



T4271

90....Sevbân (r.a.)'m rivayet ettiğine göre; Resulüllah (s. a.) şöyle buyurmuştur.



"Yapılması hiç kimseye helal olmayan üç şey vardır:

Bir topluluğa imam olan kimse sadece kendisi için dua edip de onlara dua etmemezlik
yapmasın. O takdirde o topluma ihanet etmiş olur.Kişi izin almaksızın bir evin içine
bakamaz, eğer bakarsa o eve (izinsiz) girmiş gibi olur. Kişi yükünü hafıfletmedikçe

r4281 r4291

sıkışmış olduğu halde namaz kılamaz."
Açıklama

İslâmda cemaatle namaz kılmanın temelinde birlik beraberlik ruhu vardır. Bu ruh
içerisinde cemaata imam olan kişinin, cemaati ayırarak enâniyet duyguları içerisinde
yalnız kendisine duâ edemeyeceği aksi halde cemaatle kılman namazın gayesine ters
düşeceği aşikârdır. Bunun için bir kimsenin bir topluluğa imam olup da cemaati
yaptığı duaların dışında bırakması hadis-i şerife göre uygun değildir. Ancak bu durum
açıktan yapılan dualarda söz konusudur. Yoksa gizli yapıan dualarda söz konusu
değildir. Çünkü açıktan yapılan dualarda cemaat imamın sesine, gizli yapılan dualarda
da kalbinin sesine kulak vermekle memurdur. Nitekim Resul-i Ekrem (s. a.) Efendimiz
namaza başlarken kendisi için şöyle duâ etmiştir:

"Ey Allah'ım hatalarımı benden doğu ile batı arasındaki mesafe kadar uzak kıl. Ey
Allahım beyaz elbisenin kirli paslı(elbise)den ayıklandığı gibi beni de günahlarımdan

14301

pâk eyle. Ey Allah'ım beni (katında bulunan mânevi) kar, su ve dolu ile yıka"

Rükû ile secdede yaptığı duası ile iki secde arasında yaptığı duası ve namazın

sonunda yaptığı duaları buna örnek gösterilebilir.

Bazıları bu mevzuda çeşitli görüşler ileri sürmüşlerse de işin esası şudur: İmanın bütün
müslümanları kapsaması gereken duası açıktan yaptığı duadır. Bir de imamı hâin
duruma düşüren duâ, bedevi arabm "Ey Allahım bana, bir.de Muhammed'e (s.a.)
merhamet et, bizimle birlikte başkasına merhamet etme!" duasına benzeyenlerdir,
Duaların bütün mü'minleri kapsar mâhiyette olması duâmn âdabmdandır.
Burada imamın zikredilişi, bu görevin sadece imama ait olduğundan değildir. Belki
umumiyetle toplu dualarda imâmın bulunuşundandır. Yoksa cemaat de namazdan
sonraki dualarında mü'min kardeşlerini duadan unutmamalıdır. Her ne kadar gizli
yapılan dualarda sadece kendisine duâ etmesi caizse de, namazların toplu halde
kılmışının hikmeti, elde edilen feyz ve bereketin dualar vasıtasıyla mü'min kardeşlere
de taşmasıdır.

Hadis-i şerifte üzerinde durulan diğer mühim bir mesele de içeri girmek için izin
verilmeden kapı aralarmdan veya benzeri yerlerden evin içine göz atmaktır. Bu
davranış hüküm bakımından aynen izinsiz bir eve girip mü'-minlerin mahrem işlerine,
araştırılması haram olan sırlarına muttali olmak gibidir. Aslında izin istemekden
maksat, bu yasaktan sakınmaktır. Binaenaleyh bu yasağı işleyen kimse de mü'min
kardeşinin namusuna saygısızlık ve ihanet etmiş olur.

Hadis-i şerifte üzerinde durulan üçüncü husus da sıkışık abdestle namaz kılmanın
doğru olmayışıdır. Bilindiği gibi namaz kılan kimse münacât halindedir. Cenab-ı
Hakk'a yakındır. Eğer namazı sıkışmış halde kılarsa, bu sıkışıklık kendisini namazda
hissedilecek huşûdan mahrum edeceği için nefsine ihanet etmiş olur.
Evlere girmek için izin istemenin namazla beraber zikredilmesinin hikmeti, kul
hakkıyla Allah hakkının birlikte hatırlatılmasıdır.



Bir kimse kul hakkına dikkat ederse, Allah'ın hakkına kesinlikle Rikkat edeceğinden
burada kul hakkıyla ilgili olan izin isteme mevzuu özellikle zikredilmiştir.
Hanefî ulemâsından Aynî'nin açıklamasına göre bu hadis-i şerifte geçen üç yasaktan
birincisinin hükmü, tenzihen mekruh, ikincisinin hükmü tahrimen mekruhtur. Üçüncü
yasak ise, insanlara cenâb-ı peygamberin şefkat ve merhametindendir. Buna şefkat
yasağı denilir. Çünkü insan namazı sıkışıkken kılsa namazı sahihtir, ama o kişi nefsine
zulmetmiştir. Nitekim 88 ve 89 numaralı hadislerin şerhinde bu konuyu açıklamıştık.
"Bu işlerden birini yapmak helâl olmaz" sözü, bu üç işten şiddetle sakınmanın

[431]

lüzumunu ifâde eder.
Bazı Hükümler

1. İmamın sadece kendisine duâ etmesi mekruhtur. Eğer böyle yaparsa cemaate jhânet
etmiş olur.

2. Girmek için izin almadan başkasına ait evin içine göz atmak tıaramdır.

3. Sıkışan kimse yükünü atmadan namaza girmemelidir.

4. Toplumda görev üstlenen kişinin toplumu ihmal ederek kendi menfaatine hareket
etmemesi gerekir.

91....Ebû Hureyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre: Rasulullah (s,a.) şöyle
buyurmuştur: "Allah'a ve âhiret gününe inanan bir kimsenin sıkışıklığını gidermeden
sıkışmış haliyle namaz kılması helal olmaz."

Sonra Sevr b. Yezîd, Habîb b. Salih'in rivayet ettiği (90 numaralı) hadise benzeyen şu
lâfızlarla sözlerine devam etti: "Allah'a ve âhiret gününe iman eden kimseye, izinleri
olmaksızın bir topluluğa imam olması asla helâl olmaz ve duayı sadece kendisine
yapıp o toplumu duanın dışında bırakması da helâl olmaz. Eğer böyle yaparsa onlara
1432]

ihanet etmiş olur."

Ebû Dâvûd, "bu hadis-i şerif Şamlıların rivayetidir, râvileri arasında Şamlılardan

[433]

başka kimse yoktur'" dedi.
Açıklama

Bu hadis-î Şerifin mâna itibariyle bir benzeri 90 numarada zikredilmişti. Müellif Ebû
Dâvûd bu iki hadisin râvîlerinin sıra ile birinin Habib b. Salih, diğerinin ise Sevr b.
Yezid olduğunu ve bunların ikisinin de hadisi şeyhleri Yezid b. Şüreyh'den aldıkları
ve mânaları da aynı olduğu halde lâfızlarının farklı okluğunu; "Sonran Sevr b. Yezid,
Habib b. Salih'in rivayet ettiği hadisine benzeyen şu lafızlarla sözlerine devam etti"
diyerek ifâde etmiştir. Ancak bu hadisten başka 90 numaralı hadis-i şerifte ayrıca bir
de "ev sahibinin izni olmadan evin içine bakmanın o ev sahibinin harim-i ismetine bir
tecâvüz ve dolayısıyla İhanet olduğu"nu belirten üçüncü bir madde daha vardır ki, bu
hususların hükmü orada açıklanmıştır.

Hattâbî bu hadis-i şerifle ilgili olarak şunları söylüyor: Kişi cemaatin Kur'an-ı Kerimi
en iyi okuyanı ve namaz-meselelerini en iyi bileni değilse,rızaları olmadan onlara
imam olması caiz olmaz. Amma gerek Kur'ân okumakta gerek namaz meselelerini



bilmekte onlardan üstün olup imamlık vasıflarım hakkıyla üzerinde taşıyorsa, onların
izni söz konusu olmaksızın Öne geçmek hakkına sahiptir. Zaten bu durumda cemaat
onun imamlık yapmasını kendiliklerinden arzu ederler.

Bazıları da derler ki; bu izin başkasına ait bir evde namaz kıldıran kişi için lâzımdır.
Amma evin dışında ise, imamlık vasıflarını taşıyan kimse için cemaatin rızasını almak
söz konusu değildir.

Netice olarak kişinin hangi şartlar içinde olursa olsun, imamlığa talip olması, aslında
kendine güvenin ve kendini beğenmenin bir neticesidir, insan imamlığa geçmekte
acele etmemeli ve bu hususta atılgan olmamalıdır. İmâmet-i suğra (namaz imamlığı)
nın hükmü böyledir. İmâmet-i kübrâ (devlet başkanlığı) ise, mutlaka ehl-i hal ve akdin
tasvibiyle tâyin edilir.

Bİr hadis-i şerifi sadece bir belde ahalisinin rivayet etmesi o hadisin zayıf hadis
çeşitlerinden "garib" hadis olması demektir ki, müellif Ebu Dâvûd hadisin sonunda bu
hususa dikkati çekmiştir. Ancak bir önceki hadis bu hadisi takviye ettiğinden
hadisimiz, zayıflıktan kurtulup hasen li-ğayrihî derecesine yükselmektedir. İşte bu

1434]

sebeble musannif bu hadisi Sünen' ine almıştır.
Bazı Hükümler

1. İmamın sadece kendisine dua etmesi mekruhtur.

2. Kışının, cemaatin rızası olmadan imamlık yapması caiz değildir. (Bu iki maddenin
izahı bir evvelki hadis-i şerifte geçmiştir).

3. Bazı âlimler "sıkışık iken namaz kılmak haramdır" hükmünü bu hadisten
çıkarmışlardır. Ekseri ulemaya göre bu halde kılman namaz mekruhtur. Nitekim

1435]

mes'ele bir önceki hadisin şerhinde etraflıca açıklanmış bulunmaktadır.
44. Abdest İçin Yeterli Su Miktarı

92....Aişe (r.anha)dan demiştir ki; "Nebi (s. a.) bir sa'(mikdarı) su ile gusleder, bir

1436]

müdd(mikdarı) su ile de abdest alırdı."

Ebû Dâvûd dedi ki; hadisin Ebân rivayetinde Katâde "ben Safıyye'den işittim" diye

[437]

(aralarında sema' bulunduğunu) açıklamıştır.
Açıklama

Hadis-i şerifte geçen ölçüler merhum Ahmed Nâîm tarafm-dan şöyle açıklanmaktadır:
"Sa": Beş rıtl-i Bağdadî ile üçte bir ntl (1/3) alan kaba denir. Bir miidd de bir sa'm
dörtte biri mikdarıdır. Bu Şâfıîlerden Nevevî'nin verdiği ölçüdür. Ancak bu ölçek pek
ihtilaflı olduğundan ihtilafların derecesini anlamak isteyenler Kamus Tercemesi'nden
"müdd, sa', rnekkuk, ntl" kelimelerine müracaat edebilirler. Aleyhisselâtü vesselam
efendimiz hazretlerinin muhtelif mikdarjarda su ile abdest alıp guslettiklerine dair
diğer pek çok rivayetler de vardır. Buradaki mikdarlar orta yapılı bir kimsenin
yıkanacak azası üzerinden akacak suyun en az mikdanm gösterir. Bedenin azası



üzerinden su aktıkdan sonra bu mikdarlardan da az su ile caiz olduğu halde, israf
dedirtmeyecek ziyadesiyle de caizdir.

Medine-i Münevvere'de kullanılan müd -ki fukaha arasında müdd-ü nebevi diye
bilinir- (i ) ntl mikdarı alan bir hacim Ölçüsüdür. Dört müd bir sa'dır. Ancak müd ile
sa'm mikdarlarmı anlamak ölçü alman ritim ne mikdar olduğunu bilmeye bağlıdır.
Ritim ise Bağdadîsi, Şâmîsi vardır. Yani birinin İran, diğerininki Roma ölçüleri olup
hesap edilince takribi bir mikdar gösteren iki ölçektir.

Rıtl-i Biağdadî (130), daha doğrusu, imam Nevevî'nin tahkikine göre ( 128 )
dirhemdir. Esah olan ikinci takdir ise de kesirli olduğundan buna (1 ) dirhemi; diğer
tabirle, bir miskal kesirsiz 130 dirhem itibar edilmiştir, deniliyor,
(ı ) ntl olan bir müd-ü nebevi bu hesaba göre ( ı ), veya 130 dirhem hesabına göre ( )
dirhem eder ki en doğru hesap ve takdire göfe bir dirhem (3,898) gram ettiğinden bu
miktar (0,530) yani yarım litre: den biraz ziyade tutar. Bu mikdar bugün sucuların
kullandıkları su bardaklarından üçünün aldığı sudan azdır. Bu İmam Şafii ile Hicaz
fukahâsı takdiri olup Ebû Hanife ile Irak fukahâsma göre ise müd iki ntl olduğundan

1438]

(1,6) litre eder ki beş kadehten biraz ziyâdedir.

Netice olarak Peygamber (s. a.) (3,328) kilo gram su ile gusleder, (832) gram su ile de
abdest alırdı.

Günümüzde geçerli olan gram itibariyle yukarda geçen ölçüler şöyledir:

1) Sa' = 8 ntl = 3,328 kgr.

2) Rıtl = 416gr.

3) Müd = 832 gr.

4) Sa' = 3,328 kgr.

5) Dirhem = 3,2 gr.

6) Okka = 1,30943 kgr dır.

Rasûlü Ekrem (s. a.) in bir sa' mikdarı su ile gusletmesi ve bir müd mikdarı su ile
abdest alması bu mikdarlann ğusl ve abdest için değişmeyen mikdarlar olması demek
değildir. Çünkü Resul-ü Ekrem (s. a.) bazan bu miktarlarda su kullanırken bazan de
bunlardan daha fazla veya eksik su kullanmıştır.

tbn Dakik' 1-îyd diyor ki; ğusülde vâcib olan suyun organlar üzerine dökülüp
akmasıdır. Bu olunca vacib yerine getirilmiş olur. Tabii ki bu durum şahıslara göre
değişir. Guslün yerine gelmesi iri vücutlu kişiler için daha çok, küçük cüsseli kişiler
içinse, daha az su kullanmayı gerektirir.

İmam Şafiî (r.a.) hazretleri de buyuruyor ki; "bazan az su gusle veya abdeste yeter,
bazan da çok su yetmeyebilir. Binaenaleyh gusülde bir sa'dan aşağı, abdestte de bir

1439]

müdden aşağı su kullanmamak müstehabdır."

Nitekim hadîs-i şerifler değişik ölçüler vermektedir. Herhalde bu içinde bulunulan
zamana ve duruma göre insanın ihtiyacının değişebilmesinden ileri gelmektedir.
Yine Nevevî şöyle demektedir: "Abdest veya gusle yetecek su için belirli bir miktar
tayin edilmiş değildir. Burada gerekli olan suyun azlığı veya çokluğu değil, organlarm
yıkanmasıdır. Yıkanmada ise gerekli olan suyun organlar üzerinden akmasıdır.
Binaenaleyh insan abdest alırken veya guslederken ihtiyacına uygun olarak bazan bu
hadiste belirtilen miktardan biraz fazla ya da az su kullanılabilir."
Nitekim şu hadis-i şerifler bu gerçeği doğrulamaktadır: "Resûlüllah (s.a.) bir sa' veya
beş müdde kadar olan su (miktarı) ile gusül abdestini alır, abdest için de bir müd



T4401

(miktarı) su kullanılırdı." "Nebi (s. a.) ile Aişe (r.anha) üç müd su alan bir kaptan

I441I

yıkanarak gusül abdesti almışlardır."

Şevkânî ise mevzumuzu teşkil eden bu hadisin şerhinde: "Abdest veya gusül için
yeterli olan su miktarında ölçü, organların şüphe kalmayacak şekilde iyice
yıkanmasıdır. Suyun bir sa'dan çok veya az olması Önemli değildir" diyor. Yeter ki,
suyu kullanan kişinin abdest almadığı veya gusletmediği söylenemiyecek kadar az
veya israf derecesinde çok su kullanılmış olmasın.

Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Resûl-ü Ekrem (s. a.) bir sa' miktarı su ile gusül
eder, bir müd miktarı su ile de abdest alırdı. Ümmetine gerekli olan da bu hususta ona
uymak, şeytanın ve cehaletin mahkûmu olmuş kişilerin düştüğü suda israf etme
hatasına düşmemektir. Bu kişiler temizlik esnasında israf derecesine varan su
sarfiyatında akılları sıra isabetli hareket edip kusursuz bir şekilde abdest almanın
gereğini yaptıklarını zannederler de dinen yasaklanan israfa kaçtıklarını anlayamazlar.
Halbuki deniz kenarında bile olsa, abdest ve gusül için yeterli olan sudan fazlasını
kullanmak mekruhtur. Nitekim 96. hadisin şerhinde açıklanacaktır. Ancak ihtiyaca
mebni olarak bu miktarı geçmek israf olmayacağı gibi ihtiyaç duymadığı için bu
miktardan daha az su kullanmakta da bir sakınca yoktur. Abdest ve gusül-de
kullanılacak su miktarının ihtiyaca göre nasıl değişeceği meselesi 95 numaralı hadisin

f4421

şerhinde gelecektir.
Bazı Hükümler

1. Bir müd su ile abdest almak, bir sa' dolusu su ile gusül etmek sünnete uymak olur

2. Bu miktarın dışında ihtiyaç olmadan fazla su harcamak israftır. Akar veya göl suyu
da olsa hüküm aynıdır, değişmez.

3. Müslümanların hareketleri dengeli olmalıdır.

93....Câbir b. Abdullah (r.a.)'dan şöyle demiştir: "Resûlullah (s. a.) bir sa' su ile gusül

[443]

eder, bir müd su ile de abdest alırdı."

Bu hadis-i şerif ile ilgili açıklama 92 numaralı hadisin izahında geçmiş bulunmaktadır.

f4441

94....ÜmmüUmâre 'den rivayet edilmiştir ki: "Resûlullah (s. a.) kendisine

1445]

getirilen ve içinde bir müddün üçte ikisi su bulunan bir kaptan abdest almıştır."
f4461



Açıklama

Fahr-i kâinat Efendimizin bir müdden daha az bir suyla abdest aldığım, ifâde bu
hadîsi şerif Mâkîlerden İbn Şa'bânin abdest için yeterli suyun bir müdd (832 gr),
gusül için bir sa' (3.328 gr) olacağına dair iddiasını reddetmektedir.
Ulemânın ekserisi ise bu miktarlara riâyet etmek müstehabtır, demişlerdir. Ancak bu



daha fazla kullanmayı, gerektirecek bir durum bulunmamasına ve kişinin cüssesinin
mutedil olmasına bağlıdır. Nitekim bu durum, 92 numaralı hadisin şerhinde
açıklanmıştır. Tafsilat için bundan sonraki 95 numaralı hadis-i şerifin şerhine de
bakılabilir.

95. ..Enes (r.a.) den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: "Resulüllah (s. a.) iki ntl su

r4471

(alan kab) ile abdest alır, bir sa* (dolusu) su ile de gusül ederdi."
Ebû Dâvûd der ki: Bu hadis-i şerifi aynı zamanda Yahya b. Adem Şerik'den rivayet
etmiştir. Ancak şerik "îbn Cebr b. Atîk'den" diyerek hadisi sevketmiştir. Yine aynı
hadisi Süfyan'da Abdullah b. İsa'dan, onun "Bana Cebr b. Abdullah haber verdi ki"
dediğini kaydederek rivayet etmiştir.

Yine Ebû Davud'un belirttiğine göre aynı hadisi Şube, "Bana A b-dullah b. Abdullah
b. Cebr (Enes'den şöyle duydum) dedi" diyerek rivayet etmiştir. Fakat Şu'be hadis-i
şerifte geçen "iki rıtl'ı zikretmeksizin, "Resulü Ekrem (s.a.) birmekkûksu ile abdest
alırdı" demiştir.

Yine Ebû Dâvud dedi ki: "Ben Ahmed b. Hanbel'i "bir sa' , beş rıtl'dır" derken
işittim.

Ebû Dâvûd dedi ki: Gerçekten de bu miktarda olan sa' îbn Ebî Zi'b'in sa'ıdır. îbn

r4481

EbtZi'b'in saU da Nebiyy-i Ekrem (s.a.) Efendimizin sa'ınm ta kendisidir.
Açıklama

Hadis-i şerifte geçen Mekkûk kelimesi (11) rıtla denk bir hacim ölçüsüdür.İbn Esîr'e
göre ise mifctan bölgelere

göre değişir .Nevevî'ye ve bu hadis-i şerifdeki zahirî mânaya göre "Mekkûk birmüdd
(832gr)dür.

Übbî, "Iraklıların kullandıkları bir ölçektir ki, Medine'lilerin Medine sa'ı ile bir buçuk
sa' alır" diyor.

İbn Esîr "Burada Mekkûk ile Müd kasdedilmiştir. Çünkü diğer hadisler mckkûk'ü
müdd ile açıklamıştır" diyor ki; Müslim ve Nesâi'nin Abdullah b. Cebr kanalıyla Hz.
Enes'den rivayet ettikleri "Resûlüllah (s.a.) beş mekkûk ile yıkanır, bir mekkûk ile de
abdest alırdı" mealindeki hadis de bu görüşü doğrulamaktadır.

Eğer bu hadis-i şerifteki Mekkûk'ü te'vil etmeden hakiki manada kullanıldığını kabul
edersek Resul-i Ekrem (s.a.)'in ( 5 ) ntl su ile gusül ettiğini söylemiş oluruz ki, bunu
hiç bir kimse söylememiştir. 92 ve onu tâkibeden diğer hadis-i şerifler de açıklandığı
gibi abdest veya gusulde kullanılan su için Resulü Ekrem'in her zaman riayet ettiği ve
bizim de riayet etmemizi gerektiren bir ölçü tayin edilmiş değildir.
Hadislerde Resulü Ekrem (s.a.)'in bazan en çok kullandığı, bazan da en az kullandığı
ölçüler nakledilmektedir ki, bu duruma göre söz konusu ölçülerin hepsinden istifâde
edilebilir.

Hanefî ulemâsından ve Buhâri sarihlerinden allame Aynî merhum bu hususta şunları
nakletmektedir:

a. Orta boylu ve orta cüsseli bir kişi, orta boylu ve orta cüsseli olan Resulü Ekrem
(s.a.)'in abdest ve gusulde kullandığı su ölçülerine uymalı, ondan daha az veya çok
kullanmaktan kaçınmalıdır.



b. Bedenleri, Resul-Ü Ekrem (s.a.)'in bedenine uymayan zayıf cüsseli kişiler ise,
Resulü Ekrem (s. a.) in vücuduna nisbetle ne kadar cılız olduklarını hesap edip
kullandıkları suyu da o nisbette azaltmalıdırlar. Bu onlar için müstehaptır.

c. Resulü Ekrem (s. a.) in mübarek vücuduna nisbetle çok daha iri olan kimseler ise,
Resûlullah'm kullandığı suyun miktarını göz önünde bulundurarak irilikleri nisbetinde
bu Ölçüyü artırmalıdırlar. Bu da bu kimseler için mustehabtır.

Ahmed b. Hanbel'in "bir sa' 5 ntldır" açıklamasının aslı (5 ) rıtl olması lâzımdır.
Ancak bu rivayette (1/3) miktannm yanlışlıkla düşdüğü diğer rivayetlerden
anlaşılmaktadır. Yine bu açıklamada adı geçen îbn Ebî Zi'-b'in kimliği hakkında iki
ihtimal vardır:

1. İsmi geçen îbn Ebi Zi'b'in; yanında Resûlu Ekrem (s. a.) in kullandığı rıtlı saklayan
ve ntl imal eden kişilerin ölçü için müracaat ettiği îbn Ebî Zi'b olması ihtimali vardır.
Bu ihtimale göre bu zatın, rıtl imal eden bir kimse olması gerekir. Bu yüzdendir ki
rıtılar "tbn Ebî-Zi'b ntli" şeklinde ona nisbet edilmiştir.

2. Yine îbn Ebî Zi'b isminde tarihte bir emîr vardır ki o ismi geçen îbn Ebî Zi'b'in
sakladığı Resulü Ekrem (s. a.) e ait ntla uyulmasını emrederdi. Bu bakımdan ntl
ölçüsü"ibn Ebî Zi'b ntlı" diye bazan da bu kişiye nisbet edilir.

Bu hadis-i şerifte geçen ölçülerin grama çevrilişine dair izahat 92 numaralı hadis-i

r4491

şerifin açıklamasında geçmiştir.
45. Abdest Suyunda İsraf

96....Ebû Neâme (r.a.) den nakledilir ki: Abdullah b. Muğaffel, oğlunun; "Ey Allah'ım
muhakkak ki ben senden cennete girdiğimde sağ tarafındaki beyaz köşkü istiyorum"
diye duâ ettiğini duyunca şöyle demiştir: Allah'dan cenneti iste ve cehennem ateşinden
de O'na sığın (yeter). Zira ben Resûlullah (s.a.)'i "İleride bu ümmet içinde abdestte ve

r4501 r4511

duada aşırılık yapacak bir topluluk gelecektir" , buyururken işittim."
Açıklama

Abdullah b. Muğaffel hakkında 27. hadis-i şerifin izahında bilgi verilmiştir. Oğlunun
ismi hakkında Said, Ziyad, Yezid gibi çeşitli rivayetler vardır. Hadis-i şerifte geçen
"Beyaz köşk" cennette bulunan malum bir köşktür ki, Peygamberlere aittir. İçi cennet
hurileri ile doludur. Cennetin sağında olmasından maksat Cennetin dışında ve sağ
tarafında olması değil bilakis içinde ve sağ tarafında olmasıdır. Binaenaleyh insanın,
amellerinin ulaşamayacağı, ancak peygamberlerin erişebileceği nimetler istemesi
duada aşırılıktır. Bu bakımdan Rasûlü Ekrem (s. a.) Efendimiz daha sağlığında, böyle
aşırılık yapacak kimselerin ileride zuhur edeceğini haber vermiş ve ümmetini bundan
sakındırmışım Bazı Ulemâ da duadaki aşırılığı, isteklerin, yapılan amellerin çok
fevkinde oluşuna değil de, belli şeyleri istemeye bağlamışlardır. Çünkü o belli şeyi
belki cenab-ı hak başka kimselere verecektir. Binaenaleyh bu hadîs-i şerifteki gibi
mutlaka cennetin sağ tarafındaki beyaz köşkü istemek yerine herhangi bir beyaz köşk
istenmelidir.

Aynı zamanda güna h olan bir şeyi istemek ve duada feryad-ü figan etmek de aşırılığa
girer. Aşırılık, yapılan duada edebi terk, kendini peygamberler seviyesinde görmek



gibi bir büyüklerime korkusunun bulunmasıdır.

Abdestte veya abdest suyu kullanmakta aşırılık gösterecek bir topluluğun zuhur
edeceğini de habib-i kibriyâ (s. a.) haber vermektedir. Hadîs-i şerifte geçen ()
kelimesinin birinci harfi zamme okunursa, "abdest alma fiilinde aşırılık göstermek"
kasdedilmiş olur ki, abdest organlarının yıkanışında ve mesh edişte sünnetle tayin
edilen ölçüyü aşmak demektir. Şayet birinci harf fetha ile okunacak olursa, "abdest
suyu" anlamına gelir ki o zaman da kastedilen ölçüsüzlük, abdest suyunda meydana
gelir. O taktirde de 92. ve 95. hadîs-i şerifler de açıklanan ölçülere dikkat etmeyerek
israfa kaçmakla, aşırılık gerçekleşmiş olur.

Nitekim Ahmed b. Hanbel ve îbn Mâce'nin Abdullah b. Ömer'den rivayet ettikleri bir
hadiste Hz. Peygamber, abdest almakta olan Sad'a rastladığında "Bu israf da nedir, ya
Sa'd" buyurdu. Sa'd da:

"Abdestte israf olur mu ya Resulullah?" dedi, Resuluüah da
"Evet, akan bir nehir kenarında bile olsan" buyurdular.

îbn Ömer'in bir başka rivayetinde de abdest alan birini görünce Hz. Peygamber
(s.a.)'irıi "İsraf etme, israf etme" buyurduğu, kaydedilmektedir.

Nevevî merhum der ki; "Deniz kenarında bile olsan israftan kaçınılması lâzım geldiği
hususunda âlimler görüş birliğindedirler. Bu hususta kuvvetli olan görüş tenzihen
mekruh oluşudur. Şafiî ulemasından bazıları da "israf haramdır" diyerek su

I452J

kullanmada aşın gitmenin haram olduğunu ifade etmişlerdir."

Bu husustaki israfın tenzihen mekruh olduğu görüşü cumhurun da görüşüdür. Ancak
bu kerahet herhangi bir zarara veya bir malın telef olmasına sebeb olmamasına
bağlıdır. Eğer böyle bir durum varsa o zaman haram olur. Abdestte yeterliden fazla su

1453]

kullanmanın israf olduğunu ifade eden hadisler ise, zayıf olduklarından delil
olmak niteliğinden uzaktır.

Hanefî ulemasına göre abdestte israf tahrimen mekruhtur. Bu hüküm de herkese
mubah olan veya kendisine ait olan sulardadır. Vakıf suyu veya parası mescitlerden

[4541

Ödenen sularla bu şekilde abdest almak haramdır.
Bazı Hükümler

1. Allah Teâlâ Peygamberlerine ileride vukua gelecek hadiselerden bazılarını haber
verir.

2. Hiçbir vakit Ümmet-i Muhammed toptan yolunu şaşırmayacaktır. Bu Ümmet
içinden bazı topluluklar ve hatta büyük kitleler yolunu sasırsa bile, kıyamete kadar hak
yolda bulunan cemaatler mevcut olacaktır. Nitekim bu hadis-i şerifte "Ümmetim
abdestte ve duada aşın gidecektir" denmeyip de "onların içinden bir topluluk abdestte
ve duada aşın gidecektir" buyurulması bunu göstermektedir. Hâkim'in Hz. Ömer'den
rivayet ettiği ve îbn Mâ-ce'nin de doğruladığı şu hadis-i şerif bu hususa delildir.
"Kıyamete kadar ümmetim içinde, haktan yana olan bir topluluk bulunacaktır."

3. Abdestte, gusülde, temizlikte, duada haddi aşmamak dininizin bir gereğidir.

[4551

Aşırılığa kaçmak Velhân adlı şeytanın verdiği vesvesenin mahsulüdür.



46. Noksansız Abdest Almak



97.... Abdullah b. Ömer (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre; Resûlullah (s. a.) ökçeleri
kuruluktan parlayan (abdest almış) bir topluluk gördü de; "Ökçeleri cehennemde

r4561 r4571

yanacakların vay haline!... Abdesti tam alın" buyurdu.
Açıklama

Hadis-i şerifte zikredilen topluluğun ökçelerinin parlamasından maksat, ökçeleri
yıkanmadığından kuruluğunun göze çarp maşıdır. Bu cemaat ya "bir abdest uzvunun
ekseriyetinin yıkanmasının abdest için yeterli olduğu" inancını taşıdıklarından,
veyahut da ikindi namazına yetişmek üzere acele etmeleri sebebiyle ökçeleri göze
batacak şekilde kuru kalmıştır. Resulü Ekrem (s. a.) Efendimiz de ilk bakışta bu
durumu fark etmiş ve işin tehlikesini her zamanki i'cazkâr ifadesiyle dile getirmiştir.
Müslim'in rivayet ettiği aşağıdaki şu hadis-i şerif bu topluluğun ikindi namazına
yetişmek için abdestlerini acele olarak almaları sebebiyle ökçelerinin bir kısmının
kuru kaldığını gösteriyor:

"Abdullah b. Amr rivayet etmiştir; Resûlullah (s.a.) ile birlikte Mekke'den Medine'ye
döndük. Nihayet yol üzerinde bir suya varınca cemaat ikindi zamanı acele ederek
çarçabuk abdest aldılar. Biz de onların yanma vardık. Ökçelerine suyun değmediği
görülüyordu. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.) "Vay Ökçelerin ateşten başına gelene...

1458]

Abdesti doğru dürüst alın" buyurdular.

Bu hâdise büyük bir ihtimalle Veda Haccmda olmuştur.

Hadisteki "veyl" kelimesi ise helak, şiddetli azab anlamına gelen ve fiilî olmayan bir
mastardır. Bu kelimenin irinden ve kandan meydana gelmiş cehennemdeki bir dağ,
cehennemde bir vadi gibi daha başka mânaları da vardır. "Veyl o ökçelere" denilince
yıkanmayan ökçeleri bu azab ve tehlikelerin beklediği anlatılmış olur.
Abdesti tam almaktan maksat ise, farzlarına ve sünnetlerine ayrıca âdabına riâyet
ederek almaktır. Yukarıdaki tehdit her ne kadar sadece ökçeler İçin olmuşsa da
burada, sadece "ökçelerinizi yıkaym",denmeyip"abdesti dosdoğru, tastamam alınız"
buyurulması, "bütün abdest organlarını aynı titizlikle yıkayın yoksa sizin için "veyl"
vardır" demektir ki, genellikle bu çeşit tehditler farzların terkinden dolayı vuku bulur.
[459]

Bazı Hükümler

1. Abdestte yıkanması farz olan organların her tarafına suyu eriştirmek farzdır. Takva
ehli olan fıkıh ulemâsının tümü abdest alırken ayakları topuklara kadar yıkamanın farz

r4601

olup çıplak ayağa meshetmenin caiz olmadığında ittifak etmişlerdir. Hafız îbn
Hacer'in Fethü'l-Bâri'deki açıklamasına göre sahabeden Hz. îbn Abbas ile Hz. Ali
dışında bu görüşe itiraz eden yoktur. Sonradan onlar da bu görüşe dönmüşlerdir.
Abdurrahman tbn Ebi Leylâ sahabenin bu konuda ittifak ettiklerini söylerken, İbn



I46İI

Hanbel ile Tahâvî çıplak ayağı meshetmenin sonradan neshedildiğini söylemiştir.

2. Abdest organların üzerinde yıkanmadık küçük bir yerin kalması abdeste mânidir.

3. Cahili öğretmek ve kendisi için daha hayırlı şeylere yöneltmek dinen makbul bir
iştir.

4. Dinî konulara ters hareket eâenler ibir âlim gördüğü zaman ikaz edip uyarmalıdır.
Başkalarının da duyması için bu uyan yüksek sesle yapılabilir.

5. Bu hadis cumhuru ulemâya göre, abdestte çıplak olan ayakların yıkanmasına bir

£4621

delil olduğu gibi aksini söyleyenlerin görüşlerini de çürüten bir delildir.
47. Tunçtan Yapılmış Kaplardan Abdest Almak

98 Aişe (r.a.) demiştir ki, "Ben Resûlullah'la beraber tunca benzeyen bir madenden

f4631 f4641

(pirinç) yapılmış kabdan yıkanırdım."
Açıklama

Hadis-i Şerifte geçen "tevr" kelimesi, tunçtan veya taştan yapılmış bir kaptır ki
umumiyetle ondan su içilir, bazan abdest alınır, bazan da yemek yenir. el-Muhtâr'da
"bir bakır çeşididir" diye tarif edilirken el-Misbah'da "bakır renginde bir madendir"
deniyor. Aftterî'de ise, "bakır ki ondan kap yaparlar" dedikten sonra onun bakırla
pirinç karışımından meydana gelen ve tunç denilen bir nesnenin de adı olduğunu söy-
ler. Terceme buna göre yapılmıştır. Bakır renginden anlaşılan sarı renktir ki altın
rengidir. Altın kap kullanmak caiz olmayınca, acaba altın renkli kaplardan abdest
almak da böyle midir, diye akla bir soru gelebilir, işte bu hadis-i şerif bu şüpheyi
gideriyor.

Müellif Ebû Davud'un bu hadis-i şerifi nakletmesinden maksadı eskiden beri bu
mevzudaki ihtilâfa ışık tutmaktır.

îbn Kudâme, İbn Ömer (r.a.)*den, "sarı kaptan abdest almanın kerahetini"
nakletmiştir. el-Kanfuriyye Şerhi'nde, Suyutî ve Ebü Hüreyre' den Resulü Ekrem'in
bakır kaptan abdest almayı sevdiğine dair nakiller vardır. Nitekim ihya'da Gazzâlî
merhum da ' 'bakır kabın kokusundan melekler rahatsız olur. Binaenaleyh bu
kaplardan abdest almak mekruhtur" demektedir.

Eğer bu hükme esas teşkil eden İbn Ebî Şeybe hadisi sahih ise, şu durum ortaya çıkar:
Her ne kadar, bu kaplardan abdest almak sahih ise de, evlâ olan bunları imkân
nisbetinde kullanmamaktır. Madem ki melekler bu kapların kokusundan rahatsız
olmaktadır, öyleyse, bakırın kokusu sinecek kadar kapta kalmış suları kullanmamak
âdaba uygun bir hareket olur. Şerhü's-Sünne'de bakır kaptan değil de topraktan mamul
kaplardan su almanın abdestin âdabından olduğu nakledümektedir.Şir'a isimli meşhur
kitapda da Gazzâlî merhum'un görüşlerine yer verilmektedir. Nitekim asrımızın fıkıh
âlimlerinden merhum Ömer N. Bilmen Efendi de Büyük İslâm İlmihali isimli eserinin

1465]

79. sahifesinde toprak ibrik kullanmayı abdestin âdabından saymıştır.



Bazı Hükümler



1. Kadın ve kocasının aynı kaptan yıkanmaları caizdir.

2. Yıkanmak için kaptan avuçlamaya niyyet etmek gerekmez.

3. Gusül ve abdest için bakır ve tunç gibi kaplar kullanmak caizdir.

99....Urve babası (Zübeyr) den rivayet ettiğine göre Aişe (r.anha) validemiz

f4661

Resulullah (s. a.) Efendimizden yukarıdaki hadis-i şerifin benzerini nakletmiştir.
Açıklama

Önceki hadisle bunun farkı sadece râvilerindedir 98. hadisi Hişâm rivayet etmiştir.
Halbuki Hişâm, Hz. Aişe'yi görmemiştir. Bu bakımdan 98. hadis munkati'dir. Bu
hadisi ise, Hişâm'in babası Urve (r.a.) rivayet etmiştir ki, muttasıl bir rivayettir. Her iki
rivayette de ismi zikredilmeyen bir şahıs varsa da bu, hadisin sıhhatine zarar vermez.
Zira bu şahsın Şu'be olduğu bilinmektedir.

100.... Abdullah b. Zeyd (r.a;) şöyle demiştir: "Bir keresinde Rasulullah (s. a.) bize

[4671

geldi. Biz kendisine tunçtan bir kapla su takdim ettik de o suyla abdest aldı."
Açıklama

Açıklaması yukarıdaki iki hadisin açıklamalarıyla aynı olan bu hadisten şu hükümler
çıkarılabilir.

1. Abdest almakta yardımlaşmak caizdir.

2. Her ne kadar renk bakımından altına benzerse de bakır kapdan abdest almak caizdir.
Hz. Abdullah b. Ömer'in bakır kaplardan abdest almanın mekruh olacağına dâir
rivayet ettiği hadîsin dışında umumiyetle müslümanlarm bakır kaplardan abdest
almaları hususunda ruhsat ve genişlik vardır. Bu mevzuda Hanefî ulemâsından Allame
Aynî şunları nakletmektedir: "îbn Ömer'in bakır kapdan su içmediği ve abdest
almadığı rivayeti varsa da bu, onun bakırın kokusunu sevmediğinden ileri gelmiş
olabilir. Rasülü Ekrem (s. a.) efendimizin bakır kaplardan abdest aldığına binaenaleyh
bakır kaplardan alman abdestin kerâhetsiz olarak caiz olacağına delâlet eden hadislere
ters düşmez." Aynî merhum sözlerine şöyle devam ediyor: "Ulemâdan pek çok kimse
bakır kapdan abdest almanın caiz olacağına hükmediyor, es-sevrî, lbnü'l-Mübârek, Eş-
Şâfıî ve Ebû Sevr bunlardandır. Ben bakır ve benzeri sarı kaplardan abdest almanın
mekruh olduğunu söyleyen bir âlimi gördüğümü hatırlamıyorum. Esasen eşyada asıl
olan mübahlıktır. îbn Ömer (r.a.)'dan mevkuf olarak rivayet edilen haber bü ruhsatı

r4681

kaldırıp haram hükmü getiremez."

48. Abdeste Baslarken Besmele Çekmek

101. ...Ebû Hureyre (r.a.),"Resulullah(s.a.) şöyle buyurdu" demiştir:

"Abdest olmayanın namazı, abdeste başlarken besmele çekmeyen kimsenin de abdesti



f4691 r4701

yoktur."



Açıklama

Hadis-i Şerifin senedinde geçenYa'küb'ımbabası, Selemetü'l Leysî'dir. Hafız İbn
Hacer'in beyânına göre SelemeEbû Hüreyre'den hadis rivayet etmiş, oğlu Yakûb da
kendisinden rivayet etmiştir. Ebü Dâvûd ve îbn Mâce de Seleme'nin oğlu Yaküb'dan
hadis rivayet etmişlerdir.

Hafız Zehebî ise, oğlu Yaküb'dan başka Seleme'den hadis rivayet eden bir kimsenin
bilinmediğini Buhârî de Seleme'nin Ebû Hüreyre'den hadis işittiğinin sabit olmadığım
söylemektedir.

Aliyyü't-Kaarî'nin Kâdî'dan naklettiğine göre bu hadis-i şerifteki "yoktur" anlamına
gelen "la" kelimesi; a. Hakiki manasında kullanıldığı zaman, bir şeyin yok olduğunu
ifâde der, b. Fakat mecazen, bir şeyin sahih olmadığından dolayı nazar-i itibara
almaya değmediği anlamına gelir. c. Yine mecazen o şeyin "kâmil olmadığı" mânâsım
da ifâde eder.

Binaenaleyh "abdesti olmayanın namazı yoktur" cümlesinde "lâ" kelimesi, hakiki
manasında kullanılmıştır ki, abdesti olmayan kimsenin gerçekte namazı da yoktur.
"Besmele çekmeyenin abdesti yoktur" cümlesinde ise, mecazi anlamda kullanılmıştır
ki, "abdeste başlarken besmele çekmeyenin abdesti kâmil değildir" demektir.

I42İI

"Mescide komşu olanın mescid dışında namazı yoktur" cümlesinde olduğu gibi...
Bununla beraber besmele ile ilgili cümledeki "lâ" kelimesi üzerinde ulemâ arasında
görüş farkları vardır:

Zahirîlere, îshâk'a ve Ahmed b. Hanbel'e göre: "Kasden besmele çekilmeyen abdest
sahih değildir, iadesi gerekir."

Şafîîlere, İmam Malik'e ve Hanefilere göre ise, besmele çekmeyenin ab-destinin
kemâli yoktur. Fakat sahihtir.

Birincilerin delili, üzerinde durduğumuz hadis-i şerif ve onu te'yid eden diğer
hadislerdir. İkincilerin delili ise, Dârakutnî ve Beyhakî'nin naklettiği şu hadis-i şeriftir:
"Kim besmeleyle abdest alırsa, bütün vücudunu temizlemiş olur, kim de besmelesiz

T4721

abdest alırsa sadece abdest organlarım temizlemiş olur." Ancak bu hadis-i

şerifin senedinde Abdullah b. el-Hakan ez-Zahirî vardır ki hakkında hadis uydurduğu
söylentileri vardır. Fakat bu hadis-i şerif yine Dârakutnî ve Beyhakî tarafından başka

[473]

senetlerle rivayet edilerek kuvvet kazanmıştır.

tbn Seyyidi'n-Nâs'm Tirmizî'de bu hadis Üzerinde yaptığı açıklamaya göre
mevzumuzu teşkil eden bu hadisi bazı râviler: "Besmele çekmeyenin abdesti kâmil
değildir" şeklinde rivayet etmişlerdir ki, eğer bu rivayet sabit-se, bu ikinci görüşün
doğruluğunda şüphe yoktur. İmam Tahâvî, Resûlullah (s.a.)'in Allah'ın ismi olan
selâm kelimesini abdestsiz ağzına almayı çirkin gördüğünü ve selamı abdestli olarak

r4741

almak arza ettiğini, ifâde eden hadisi delil getirerek abdest için besmelenin şart
olmayıp sünnet olduğunu söylemiştir.

Menbel yazarının açıklamasına göre "besmelesiz abdest olmaz" hadisinin besmeleyi



kasden terkedenlere yukarıda tercemesini sunduğumuz Darakutnî ile Beyhakî'nin
rivayet ettikleri hadisin de besmeleyi unutarak terk edenlere ait olduğunu kabul
ettiğimiz zaman, hadisler arasında bir çelişki kalmaz.

İbnu'l-Hümâm ise, bu mevzuda şunları söylemektedir: "Abdestin başında besmeleyi
unutan kimse sonra onu hatırlar da abdestin ortasına besmele çekerse, sünneti yerine
getirmiş olmaz. Ama yemek ortasında çekilirse, sünnet işlenmiş olur."
Keza Hidâye şerhlerinden tnâye'de de şöyle denilmektedir: "Abdest tek bir iş
olduğundan ortasında çekilen besmele yetmez ama yemeğin her lokması ayrı bir iş
olduğundan besmelesiz yenen lokmaları telâfi edemezse de yemek arasında çekilen
besmele, çekildiği andan itibaren yenecek olan lokmaların sünnet üzere yenilmiş
olmasına kifayet eder."

îmam Nevevi'nin açıklamasına göre besmelenin, abdestin sıhhatinin şartı olmayıp
kemâlinin şartı olduğunun en büyük delili "Besmeleyle başlamayan biç bir önemli iş
£4751

tam değildir" hadis-i şerifidir. Çünkü bu hadiste besmeleyle başlanmayan işin
sahih olmadığı değil, kâmil olmadığı ifâde edilmektedir.
Besmele'nin hükmü hakkında fıkıh ulemasının görüşleri şöyledir:
Zahirîlere göre besmele çekmek abdestin sıhhati için farzdır. Ahmed b. Hanbel'den
gelen bir rivayete göre ise besmele, hatırlayan kimse için abdestin sıhhati bakımından
farzdır. Binaenaleyh besmeleyi kasten terk edenin ab-desti sahih değildir. Fakat
unutarak terk etmek abdestin sıhhatine zarar vermez. Besmelenin yerini de hiç bir şey
tutmaz. Bir kimse meselâ, "bismi'lkuddûs" dese besmele çekmiş olmaz.
Besmele aynı zamanda gusül ve teyemmüm için de farzdır.

Hanefi, Mâliki ve Şâfîîlere göre ise, besmelenin hükmü sünnettir. Bir rivayete göre,
Ahmed b. Hanbel'in de görüşü budur. Besmele şu lâfızlardan ibarettir. Bismillah,
velhamdülillah, Hanefi kitaplarından Fethü'l-Kadir'de şöyle deniliyor: "Besmelenin
lâfzı ashab-ı kiram, tabiîn ve tebe-i tabiînden nakledilegelmiştir. Buna göre, abdest
alırken Bismillahilazim, velhamdülillahi alâ dini'l-İslam denilmelidir. Efdal olanın
(eûzü)'den sonra Bismillahir-rahmanirrahîm demek olduğuna da işaret edilmiştir, el-
Müctebâ isimli eserde bu iki şekil birleştirilmiştir. el-Muhît isimli eserde ise, eğer bir
kimse Lâ ilahe illallah ve elhamdülillah veya eşhedü enlâilahe illallah dese, besmele

[4761

yerine geçer" denilmektedir.

Şâfıîlerde bismillah yeterlidir, fakat Bismillahirrahmanirrahim demek daha faziletlidir.
T4771

Bazı Hükümler

1. Abdestsiz namaz olmayacağı hususunda ittifak vardır.

2. Alimlerin çoğunluğuna göre abdestin başında besmele çekmek sünnettir.

T4781

102....Rabîa (b.Ebî Abdurrahman) dan "AbdestebaşlaFken besmele çekmeyen
kimsenin abdesti yoktur" hadisini "âbdest alıp da namaz abdestine niyyet etmeyen,
yıkanıp da cünuplüğü gidermeye niyyet etmeyen kişi" olarak yorumladığı



T4791

nakledilmiştir.



Açıklama

Merhum musannif Ebû Davud'un bu hadisi rivayet etmekten maksadı Rabia'nm bir
önceki Ebu Hüreyre'hadisi üzerindeki görüşünü nakletmektir. Rabiaya göre hadisten
geçen "besmele çekmek"ten maksat, abdeste niyyet etmektir. Yoksa sadece besmele
okumak değildir. Bu bakımdan bir kimse abdest alır ve gusül eder, aynı zamanda
ibâdet için mânevi pislikten temizlenmenin idrak ve niyyeti içinde olursa, o kişi,
Allah'ın ismini zikr etmiş sayılır. Rabia'ya göre Allah'ın ismini anmaktan murat, Al-
lah'ı Şaiben hatırlamaktır, lisanen telaffuz etmek değildir. Bunun için besmeleyi
niyetle tefsir etmiştir. Ancak bu tefsir lâfızları karinesiz olarak zahirî manalarından
çıkararak bir tefsir olduğu için hatalı bir tefsirdir.
Niyyetin mezheblere göre hükmü şöyledir:

Hanbelilere ve Rabi'aya göre niyyet abdestin şartıdır. Maliki ve Şâfiîlere göre abdestin
rüknüdür,

[4801

Hanelilere göre ise sünnet-i müekkededir. Yüzü yıkamadan önce niyet edilir.
49, Yıkamadan Elini Su Kabına Daldıran Kimse

103. ...Ebû Hureyre (r.a.) Resulüllah'm (s. a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Biriniz gece uykusundan kalktı mı elini üç kere yıkamadan sn kabına daldırmasın.

[481] [4821

Çünkü elinin nerede gecelediğini bilemez."
Açıklama

Bu hadis-i Şerifte uykudan kalkan kimsenin elini yıkaması emrediliyor. Yıkamadan
elini abdest alacağı kaba sokmaması isteniyor. Bu husus tabii ki, elde ibrik gibi bir
kabın bulunmaması halinde söz konusu oluyor. Ancak bu yıkama emrinin hükmü ve
sebebi üzerinde ulemâ çeşitti görüşler ileriye sürmüşlerdir. Yıkama emrinin sebebleri
üzerinde konuşanlar şu görüşleri ileri sürmüşlerdir:

İbn Kayyım gibi bazı âlimlere göre yıkama emri teabbüdîdir. Yani bunun hikmetini
akıl kavrayamaz, sadece kulların kulluklarını göstermeleri için verilmiş bir emirdir.
Ancak, hadis-i şerifte yıkama emrinin sebebi açıklanmış olduğundan bu görüş
reddedilmiştir.

Hadis-i şerifte açıklanıldığı üzere bu emrin sebebi, insanın gece ellerinin nerelerde
gezindiğini bilememesidir. Gerçekten de ellerin nerelerde dolaştığı bilinemez.
Geceleyin eller vücudun pis yerlerinde dolaşarak ya da sivilceli ve yaralı yerleri
kaşıyarak pislenebilirler. Basur gibi hastalığa mübtelâ olan kişiler için bu durum daha
çok söz konusudur. Binaenaleyh kaba sokmadan önce elleri yıkama emrinin hikmeti
budur. Bu emrin hükmü mevzuunda fıkıh ulemasının görüşü şöyledir:
1. Bu emre uymamak ulemânın ekserisine göre tenzihen mekruhtur. Uykudan uyanır
uyanmaz etini suya sokan kimse elinde bir pislik olmadığından eminse, o su pis
olmadığı gibi o kimse günahkâr da olmaz. Fakat bu emre uyarak yıkaması



müstehabtır.

2. Hanbelîlere göre gece uykusundan kalkan kimsenin etini yıkaması vâcibtir.
Yıkamadan etini su kabına sokmak tahrimen mekruhtur. Gündüz uykusudan kalkan
kimsenin elini suya sokması ise, tenzihen mekruhtur. Nitekim Dâvud-ı Zâhirî'nin
görüşü de budur.

3. Şafiî, Mâliki ve Hanefî ulemasına göre ise, su kabına daldırmadan ellerini yıkamak
sünnettir. Çünkü kişinin ellerinin nerede gezdiğini bilmemesinin bu yıkamaya sebeb
olarak gösterilmesi, eÜerin temiz olup olmaması şüphesinin bu emrin sebebi olduğunu
gösterir ki, bu emrin hakiki manası olan vücûb ifâde etmekten çıkması demektir. Bu
bakımdan mezkûr imamlar uykudan kalkıp da abdest almak isteyen kişinin ellerini

1483]

kaba sokmadan yıkamasının hükmünün sünnet olduğunu söylemişlerdir.
Bazı Hükümler

1. Uykudan uyanan kimsenin elini üç kere yıkamadan kaba sokması nehyedilmiştir.

2. Kişinin dünya işlerine dalarak kendini unutmasından dolayı elini yıkaması
gerekmez.

3. Ellerin üç kere, yıkanması müstehabtır.

4. İbâdetlerde vesveseye varmayan bir ihtiyat üzere olmak lâzımdır.

5. Sadece ellerin üzerine su serpmek temizlik için yeterli değildir. Bu bakımdan
Efendimiz (s. a.), "Üç kere üzerine su serpmedikçe elini sokmasın" dememiş üç kere
yıkamadıkça sokmasın" buyurmuştur.

6. Sarih lâfızların kullanılmasının istihza ile karşılanması tehlikesi karşısında kinayeli
lâfızlara baş vurulabilir. Ancak kinayeli lâfzı, dinleyenin anlayabilecek seviyede
bulunması gerekir.

104....Müsedded'in Ebû Muâviye, el-A'meş, Ebû Rezîn ve Ebû Salih kanalıyla Hz.
Ebu Hureyre'den rivayet ettiği önceki hadisi yine Müsedded, bir de İsâ b. Yûnus,
A'meş, Ebû Salih kanahyteEbû Hureyre'den nakletmiştir. Ancak bu rivayete göre (bir
evvelki hadisten farklı olarak) Peygamber Efendimiz (s. a.) "Ellerini İki kere veya üç
kere yıkasın" buyurmuştur. Bir de bu rivayette A'meş, Ebû Rezîn'i zikretmemiştir.
r4841 f4851

Açıklama

1 03 nolu hadis-i şerifin aynısı yine müsedded tarafından rivayet edilmiştir. Ancak bu
iki rivayet arasında iki yerde farklılık bulunmaktadır. Birincisi seneddedir; 103 hadis-i
şerifle A'meş ile Ebû Salih arasında zikredilen Ebû Rezîn, 104 numaralı hadisin
senedinde yoktur. Bir de metinde farklılık vardır; 103. hadiste "Ellerini üç kere
yıkasın" buyurulurken, burada "iki veya üç kere yıkasın" deniliyor. Ancak bu
rivayetteki "veya" kelimesi, Peygamber Efendimizin sözü müdür yoksa râviye ait bir
söz müdür, burası kesin değildir, ikisine de ihtimali vardır.

105.... Ebû Meryem dedi ki; "Ben Ebû Hüreyre (r.a.) yi, Resûlullah (s. a.) şöyle
buyurmuştur derken dinledim:



"Sizden biriniz uykudan uyandığı zaman elini üç kere yıkamadan su kabıma sokmasın.
Çünkü elinin gece nerelerde bulunduğunu, veya nerelerde dolaştığını bilemez"

r4861

Bu hadis-i şerifle ilgili izahat 103. hadis-i şerifte geçmiştir.

50. Elini Yıkamadan Önce Su Kabında Dolaştırmak

(Not: Concordance'a göre burada bu başlığı taşıyan bir bâb bulunmakta ise de
tercüme'ye esas alman Sünen'de böyle bir bâb mevcut değildir. Sonraki bab sayımında
Concordance'Ia uyumsuzluğu önlemek için biz de sadece bab olarak koymayı uygun
r4871

bulduk.)

51. Peygamber (S. A.) 'in Abdest Alış Şekli

106... Osman b. Affân'm hürriyetine kavuşturduğu Humrân b. Ebân demiştir ki: "Ben
Osman b. Affân'm abdest aldığını gördüm. Önce ellerine üç defa su döküp onları
yıkadı, sonra ağzına su alıp çalkaladı, sonra burnuna su verip dışarı attı, sonra üç defa
yüzünü yıkadı, sonra sağ elini dirseğiyle beraber üç defa ve sol elini aynı şekilde
yıkadı, başını meshedip önce sağ, sonra sol ayağını yıkayınca şöyle dedi: "Ben,
Resulullah'm aynen şu benim abdest aldığım gibi abdest aldığım gördüm ve şöyle
buyurduğunu duydum": "Kim benim abdest aldığım gibi abdest alır da gönlünden hiç
bir şey geçirmeyerek iki rekât namaz kılarsa, Allah onan geçmiş günahlarını
r4881 r4891

affeder"
Açıklama

Hadis-i Şerifte geçen mazmaza kelimesinin anlamı, suyu ağzında çalkalamak
demektir. Bunun aslı suyu ağzına alarak ağzında çalkaladıktan sonra döndürmek,
sonra dışarıya atmaktır.

Oruçlu olmayanlara mazmaza ve istinşâkda mübalağa göstermek sünnettir.
İstinşâk: Buruna su çekmek, istinsâr da burundan suyu dışarı atmaktır.
Vech:Yüz demektir. Uzunluğuna yüzün hududu, saçın bittiği yerden alt çenenin
aşağısına kadar; genişliğine hududu da, iki kulak yumuşağının arasıdır. Ağıza ve
buruna suyun Üçer defa verilmesi mevzuu bahs ediliyor ki, bu sayıya uymak
Hanefîlere göre sünnettir. Hadis-i şerifte geçen ( ) sonra kelimesi, takib edilecek
sırayı gösterir ki, Şâfıîlere göre bu sırayı takib farz ise de, Hanefî ulemâsına göre
sünnettir.

Binaenaleyh kişi önce suyu görmekle suyun rengini görür, sonra ağzına alarak tadını
alır, sonra da burnuna çekerek kokusunu tetkik eder.

1. Mazmaza ve istinşâkm hükmü hakkında mezheb imamlarının görüşleri farklıdır.
Şöyle ki:

a. Malikîlere ve Şâfiîlere göre gusülde de abdeste de mazmaza ve istin-şâk sünnettir.
Seleften Hasan Basrî, Zührf, Hakem b. Uteybe, Katâde, Rabîa, Yahya b. Sa'd el-
Ensârî, Leys b. Sa'd, İbn Cerir et-Taberî ehl-i beytten en-Nasr (r.a.) bu görüştedirler.



T4901

Delilleri ise, "...Yüzlerinizi yıkayınız..." âyet-i kerimesiyle, "Allah'ın emrettiği

L49JJ

gibi abdest al" hadis-i şerifi ve 54 ile 55 numaralı hadis-i şeriflerdir. Çünkü bu

iki hadis-i şerifte mazmaza ve istinşâkm sünnetten olduğu ifade edilmektedir.

b. İstinşâk abdest ve gusülde vâcibtir. Mazmaza ise sünnettir. Bu görüşün sahipleri
şunlardır: Ebû Sevr, Ebû Ubeyd, Dâvud-ı Zahirî, Ebû Bekr İbnü'l-Münzir ve bir
rivayete göre Ahmed b. Hanbel (r.a.)... Bunlar Buhâ-rî'nin rivayet ettiği ve ileride
gelecek, olan "Sizden biriniz abdest aldığında suyu önce ağzına alsın sonra da burnuna
çekip dışan atsın" mealindeki 140 numaralı hadis-î şerifle Dârakutnî'nin tbn Sîrin'den
rivayet ettiği "Resul-i Ekrem (s. a.) cenabetten temizlenmek için üç kefe buruna su
çekmeyi emretmiştir" mealindeki hadis-î delil getirirler. Bu hadislere bakarak diyorlar
ki; "Mazmaza Resulü Ekrem'in fiiliyle sabit olmuştur. Sözü ve emriyle sabit
olmamıştır. Oysa istinşâk, Resul-ü Ekrem'in kavlî sünnetiyle sabit olmuştur."

c. Abdestte de gusülde de mazmaza ve istinşâk farzdır. Bunlar olmayınca abdest ve
gusül sahih değildir. Bu görüşün sahipleri: Meşhur olan bir rivâyete göre Ahmed b.
Hanbel, İbn Ebi Leylâ, İshâk b. Râhûye'dir. Delilleri ise, Mâide Sûresi'nin altına
âyetinde yüz yıkamanın emredilmiş olmasıdır. Ağız ve burun da yüzden olduğuna
göre ağız ve burun da bu emre dahildir.

d. Abdestte sünnettir, gusülde ise, amel bakımından farzdır. (Amelî farz)in işlenmesi
diğer farzlar gibidir. Yapılmadığı takdirde ise, vacib hükmündedir. Farzı inkâr edenin
imanı olmaz. Vacibi inkâr edene ise bu hüküm verilemez. Bu görüşün sahipleri ise
Ebû Hanife ve ashabı ile Süfyan-ı Sevrî ve Zeyd b. Ali'dir. Delilleri ise, "Eğer cümıp

\492~\

iseniz hemen temizleniniz" âyetidir. Çünkü bu âyet-i kerimede bütün bedenin
temizlenmesi istenmektedir. Ancak suyun eriştirilmesi imkânsız değildir. Gusülde
ağzın içine suyun eriştirilmesi imkânsız değildir. Binaenaleyh güsulde ağzın içini ve
burnun içini yıkamak amelî farzdır. Abdestte ise, yüzü yıkamak emredilmiştir, ama
ağız ve burun yüzden değildir. Zira yüzün sının, yüzün karşıdan görülebilen kısmıdır,
ağız ve burunun cepheden görülmesi mümkün olmadığından bu sınırın dışında
kalırlar. Nitekim İbn Abbas (r.a.) "Maz-maza ve istinşâk gusülde farz, abdestte

[4931

sünnettir" buyurmuştur.

2. Mazmaza ile istinşâkm sırasını, hükmünü ve mahiyetim beyân ederken Nevevî
şunları söylemiştir:

a. Üç avuç su ile mazmaza ve istinşâk yapılır. Her avuçta önce ağıza sonra buruna su
verilir.

b. Bir avuç su ile mazmaza ve istinşâk yapılır. Yani bir avuç su ile üç defa mazmaza
sonra üç defa da istinşâk yapılır. Zayıf bir senetle Hz. Peygamber' den Ali b. Ebî Talib
(r.a.) rivayet etmiştir.

c. Bir avuç sudan hem mazmaza hem de istinşâk yapılır. Şöyle ki, Evvela bir defa
mazmaza sonra istinşâk yapılır, tkinci ve üçüncü defalarda da aynı şekilde hareket
edilir. Bunu Tirmizî, hasen ve garip diyerek rivayet etmiştir ki, bu babda en güzel ve
sahih hadîsin bu olduğunu iddia etmiştir.

d. Altı avuç su ile mazmaza ve istinşâk yapılır. Bunların üçü ayrı ayrı mazmazada üçü
de istinşakda kullanılır. Ancak bu babdaki rivayet zayıf dır.

e. İki avuç su ile mazmaza ve istinşâk yapılır. Bunların biri üç defa mazmazada diğeri



de üç defa İstinşakda kullanılır.

Şâfıî fukahasmdan Nevevî: "Sahih olan vecih, birincisidir. Buhâri, Müslim ve diğer

r4941

sahih hadis kitaplarında rivayet edilen hadisler bunu göstermektedir." diyor.

3. Hanefîlere göre her mazmaza için ayrı ayrı üç avuç, her istinşak için de aynı şekilde
üç avuç su kullanılır. Delilleri Taberânî'nin rivayet ettiği şu hadîstir: "Rasûlullah (s.a.)
abdest aldı ve üç defa mazmaza, üç defa da istinşak yaptı. Bunların her biri için ayn

14951

ayrı su aldı."

4. Mazmazanm, istinşakdan öne alınmasının hükmüne gelince bu hususta iki görüş
vardır:

a. "Abdestte sıra farz'dır" diyenlere göre önce mazmaza sonrada istinşak yapılması
şarttır.

b. Sırayı şart koşmayanlara göre, mazmazanm öne almması müstehabtır. Hanefîler bu
görüştedir.

5. Yüzün abdest alırken yıkanması ise, bütün imamlarca farzdır. Yüzün yıkanmasının
Üç defa tekrar edilmesi ise yine ittifakla sünnettir.

6. Abdestte kollar dirseklerle beraber yıkanır. Kolların yıkanmasında alimler arasında
görüş birliği varsa da dirseklerin buna dahil olup olmamasında çeşitli görüşler vardır.
Dört büyük mezheb imamları ile ulemanm ekseriyetine (cumhura) göre dirsekleri
yıkamak da farzdır. Hanefîlerden İmam Züfer'e göre dirsekleri yıkamak farz değildir.
Ebû Bekr b. Dâvud ile bir rivayette İmam Mâlik'in görüşü de böyledir. Ulemanın bu
mevzudaki ihtilâfı abdestin farzlarım bildiren âyet-i kerimedeki (ilâ) edatına farklı
mana verilmesinden ileri gelmektedir. Bu edat bir gaye (sonuç noktası) bildirir.
Gayenin muğayyaya (burada, yıkanan organ) dahil olup olmadığı mevzuu ise
ihtilaflıdır. İşte ulemanın bu konudaki görüşlerinin farklı olması bu ihtilâftan
doğmaktadır.

7. Mesh'te farz ve sünnet olan miktar ile mesh şekli; abdest alırken başı mesh etmek
bütün mezheblerin ittifakı ile farzdır. Ancak başta meshedilmesi farz olan miktar
ihtilaflıdır.

Başta mesh edilmesi gereken miktar: Hadisin zahiri, meshederken bütün başı
kaplamayı gerektirir. İmam Şâfıîye göre, isterse bir kıl miktarı olsun başa değmekle
farz yerini bulur. Buna karşılık imam Mâlik'e ve İmam Ahmed b. Hanbel'den bir
rivayete göre, bütün başı kaplayarak meshetmek farzdır.

Başa meshetmek için önden arkaya gidilir. Hasan b. Salih arkadan öne doğru
gelineceğini söyler. Evzaî ye Leys'e göre başın Ön tarafına meshedilir. Hasılı başa
mesh meselesinde fıkıh âlimlerinin çeşitli görüşleri vardır.
Mesh hakkında Şafiî ulemâsından iki görüş rivayet olunur:

a. Ekseri Şâfıî âlimlerine göre, bir kıl miktarı ile başa dokunmak mesh için kâfidir.
Bunun nasıl olacağını tasavvur için Şafiî ulemâsı şöyle derler; bir kimse başına kına
sürse de kınalanmadık yalnız bir kıl kalsa abdest alırken elini o küm üzerine
değdirmesi kâfidir. Farz olan mesh bununla ifâ edilmiş olur. Fakat bu görüş çok
zayıftır. Çünkü şeriatta böyle tasavvuru bile güç olan nâdir meseleler varid olmamıştır.

b. lbnü'1-Kadî; vâcib olan meshin üç kıl miktarı olduğunu söylemiştir ki, bu
birinciden biraz daha hafiftir. Çünkü yüzü yıkarken bu miktar yüzle birlikte
kendiliğinden ve fazlasıyla yıkanmış olur. Bu da gerçekte başa mesh için kâfidir,
Abdest alırken her uzva sıra geldikçe niyyet etmek şart değildir. Bu hususta Şafiî



âlimleri arasında ittifak vardır. Onlara göre abdest azasını âyette sıralanan tertip üzere
yıkamak ve meshetmek farzdır. Fakat bu mevzudaki delilleri de zayıftır.
Hanefilere göre, başa mesh miktarı hususunda üç rivayet vardır:

a. Başa üç parmak miktarı mesh farzdır. Hişam'm Ebû Hanife'den rivayeti budur.

b. Kerhî ile TahâvTnin rivayetine göre Nâsiye (alın) miktarı mesh etmek farzdır.
Mamafih tmam Züfer'in rivayetine göre Ebu Hanife ile Ebû Yusuf bu miktarın kâfi
gelmediğine hükmetmiş, başın Üçte biri yahut dörtte birinin meshedilmesi lâzım
geldiğini söylemişlerdir.

c. îmam Muhammed'den bir rivayete göre, mesh hususunda muteber olan miktar,
başın dörtte biridir. Ebû Bekr, "Bizde mesh hakkında iki rivayet vardır: Dörtte bir ve
üç parmak miktarı" demiş ve bazı ulemanın üç parmak miktarım, bazılarının da
ihtiyaten dört parmak miktarı rivayetini tercih ettiklerini söylemiştir..

d. "Câmiü'l-Fıkh" adlı eserde îmam Hasan'dan, başın dörtte birini mesh etmenin
vâcib olduğu bildirilmiştir.

Netice olarak Hanefflerin görüşleri iki noktada Özetlenebilir:

1. Başın dörtte birini mesh etmek: Bu görüş Hanefî fukahasmdan müteahhirinin
görüşüdür, uygulama bu görüş üzerine bina edilmiştir.

2. Mesih vasıtası olan elin üç parmağının mesh edebileceği miktar kadar. Bu da
Hanefî fukahasmdan mütekaddiminin görüşüdür.

Bu mevzuda İmam Ahmed b. Han bel'den de iki rivayet vardır:

1. Bütün başı mesh etmek vaciptir. İmam-ı Mâlik (r.a.) de bu görüştedir. Mâlikilerden
bir kısmına göre başın üçte birini, diğer bir kısmına göre de üçte ikisini mesh etmek
gerekir.

2. Başın bir miktarına mesh kâfidir. Kadına sadece başının ön tarafına meshetmek
kâfidir. Binaenaleyh baştan meshedilmesi farz olan kısmın ne kadar olduğu Hanbelî
âlimleri arasında ihtilaflıdır. İmam Ahmed'den bir rivayete göre herkes hakkında başın
bütünün meshetmek farzdır. Diğer bir rivayette bîr kısmını meshetmesi kâfidir. Ebu'l-
Hâris diyor ki: îmam Ahmed'e "Bir adam başına mesh eder de, bir kısmını bırakırsa ne
dersin?" dedim.

"İmkânı olan bütün başını mesh etmelidir" cevabım verdi. İmam Ahmed'den gelen
zahir rivayete göre erkeğin bütün başını meshetmesi farz, kadına ise başının Ön
tarafına meshetmesi kâfidir.

Fıkıh.âlimlerinin bu husustaki delillerine gelince: Aynî'nin beyânına göre Peygamber
(s.a.)'in nasıl abdest aldığını bildiren rivayetler içerisinde İmam Şafiî'nin bu
mevzudaki görüşüne delil olabilecek tek bir hadis yoktur. Fakat "Başına mesnetti ve

r4961

ellerini bir defa öne ve arkaya götürdü" hadisi Mâlikîler'in bu mevzudaki

görüşlerini desteklemektedir. Çünkü bu hadis "Resûlullah (s. a.) abdest aldı ve alnına
mesnetti" anlamına gelir. Hadis-i Şerifi Müslim, Ebû Dâvud, Nesâî ve İbn Mâce
nakletmişlerdir.

Hanefilerin delili ise, Muğîre bin Şu'be'nin rivayet ettiği: "Resûlullah (s. a.) abdest aldı

r4971 ' r4981

ve alnına mesnetti" hadis-i şerifidir.

Bir de Hanefî alimleri şöyle derler: "Başınızı mesh edin" âyeti mücmel (izaha muhtaç)
tır. Resûlullah (s.a-.) m alnına mesh etmesi bu mücmeli açıklamaktadır. Bu hadis-i tek
kişi de rivayet etmiş olsa, Kur'ân-ı Kerimdeki mücmel ifadeleri izaha yeterlidir. Ayet-i
Kerimedeki izaha muhtaç taraf mesh edilecek miktardır. Bu bakımdan meselenin izahı



T4991

şöyledir: "Başınızı mesh ediniz" âyetindeki (b) edatı mâna itibariyle bir şeyi

diğer şeye yapıştırmaktır. Buna hususî tâbiri ile "ılsâk" derler. Mezkûr edat meshin
âleti olan el kelimesinin başına gelirse meselâ: () "elimle duvarı sildim" denilirse
silmek, işi, bütün duvarı kaplar.Eğer mesh âyetinde olduğu gibi mesh edilecek yere
bitişecek olursa, bütün meshedilecek yeri kaplamayı icabettîrmez, mesh âyetinde
olduğu gibi ve şöyle bir mâna ortaya çıkar: "Ellerinizi başlarınıza yapıştırın" burada
mesh bütün mahalli kaplamadığına göre ne miktar yerin mesh edileceği izaha
muhtaçtır ki işte o izah, yukarıda mealini sunduğumuz ve ileride gelecek olan 150
numaralı hadiste yer almaktadır.

Meshte sünnet olan miktar: Mevzumuzu teşkil eden hadiste geçen "sonra başına mesh
etti" cümlesinin muktezası, başa bir defa meshetmektir. Nitekim fıkıh âlimlerinden bir
çokları bunu böyle anladığı gibi, İmam Ebû Ha-nife, îmam Mâlik ve İmam Ahmed b.
Hanbel'in anlayışları da budur. Nitekim başa bir defa meshedileceğine dair olan
r5001

hadisler de bu görüşü desteklemektedir.

İmam Şafiî'ye göre diğer abdest organlarında olduğu gibi başı üç defa mesh etmek
müstahabdır. Şafiî'nin meşhur sözü budur. Buharı sarihi Aynî başa üç defa
meshedileceğini bildiren hadis-i şeriflerin bulunduğunu isbatla-mıştır. Fakat bunun
Şafiî'nin zannettiği gibi üç ayrı suyla olmayıp aynı suyla olduğunu ve İmam Ebû

1501]

Hanife'nin görüşünün de bu olduğunu söylemiştir.

Hanefî ulemasından Burhaneddin el-Mergmânî ise Hidâye isimli eserinde

İmam Ebû Hanife'ye göre başa üç defa meshetmenin mekruh olduğunu söyler ve "Her

ne kadar Peygamber Efendimiz (s. a.) başını üç kez meshederdi"

diye bir rivayet varsa da bu "her birinde elini yeni su ile ıslatırdı", demek değildir.

[502]

Meshetme Şekli: Meshin nasıl yapılacağına dair çeşitli hadisler .rivayet edilmiştir.
Nesaî'nin Abdullah b. Zeyd'den rivayet ettiği bir hadisten, başın ön tarafına
meshedileceği ve iki elle ön taraftan başlanarak arkaya doğru oradan da öne doğru

[5031

gidileceği anlaşılmaktadır.

Taberânî'nin rivayetinde ise; evvela arkadan öne doğru, sonra önden arkaya doğru
yapıldığı bildiriliyor. Bir rivayette de bütün başın mesh edildiği fakat saçlar hareket
ettirilmeyerek hey'eti bozulmadığı, başka bir rivâyet-te de başa meshedildiği fakat

[5041

ellerin ileriye hareket ettirilmediği bildirilmektedir.

8. Abdestte ayakları yıkamak farzdır. Topuklar da hükme dahildir. Dirseklerin
yıkanması hakkında verilen malumat aynen burada da geçerlidir. Topuk manasına
gelen "ka'b" kelimesinden muradın ne olduğu hususunda iki görüş vardır. Ekseri
ulemaya göre, bundan murat; bildiğimiz topuk yani ayağın bacak kemiğine bağlandığı
yerdeki şişkin kemiktir. Ve her ayağın iki tarafında birer topuk bulunur. İmâmiyye ile
çıplak ayağa meshedileceğini söyleyenlere göre, topuktan kast edilen ayakların
üstünde ve biraz yan tarafında kalan hafif çıkıntıdır. Ulemâ abdest âyetindeki
topuklardan muradın bu çıkıntılar olmadığını çeşitli delillerle isbat etmişlerdir.
Nitekim 117 numaralı hadis-i şerifin şerhinde gelecektir; inşaallah.



Mezheblere göre abdestin farzları

Yukarıda abdestin farzlarını, özellikle Hanefîlerce kabul edilen farzları mezhebler
arası görüş farkları ile izaha çalıştık. Mezheb imamlarının abdestin farzları hakkındaki
tespitleri oldukça farklı olduğundan bu mevzudaki görüşleri aynı başlıklar altında
mezheblere göre vermeyi gerekli görmekteyiz.

A. Hanefılere göre: Abdestin farzı dörttür; elleri dirseklerle beraber, yüzü (boy olarak
başın kıl bittiği yerden çene kemiğinin altına kadar) genişlik olarak, kulak
yumuşağından kulak yumuşağına kadar; ayakları, topuklarla birlikte yıkamak; başın
dörtte birini mesh etmektir.

B. Şafiîlere göre: Hanefîlerin görüşüne ek olarak tertibe (yüz, el, baş ayak) riâyet
etmek ve abdestte niyyet etmektir.

C. Mâlikîlere göre ise: Şâfıîlerinkine ek olarak tertip müstesna niyyet ederek dört
azanın yıkanırken ovulması, su dökmekle iktifa edilmemesi, bir de abdest azalarının
arasına zaman koymadan peş peşe yıkanması ki, buna muvâlât denir.

D. Hanbelilere göre: Şâfiilerin görüşüne ek olarak muvalattan ibarettir.

"Aklından hiç bir şey geçirmeyerek iki rekât namaz kılanın geçmiş günahlarının
affolunacağı" hususunu ise ulemâ, inceden inceye tetkik etmiştir. Kâdi îyaz'a göre
bundan murat kasden düşünülerek hatıra getirilen şeylerdir. Ekseriyetle kendiliğinden
hatıra gelen şeyler değildir. Binaenaleyh onlar namazın kemaline zarar vermezler.
Bazıları kasıtsız olarak namazda hatıra gelen şeylerin namaza zarar vermeyeceğini
fakat o namazın hatıra hiçbir şey gelmeksizin kılman namazdan sevap itibariyle daha
aşağı olacağını söylemişlerdir. Çünkü peygamber (s. a.) af edilme meselesinin hatıra
hiçbir şey gelmeksizin kılman namaza mahsus olduğunu bildirmiştir. Böyle namaz kıl-
mak hemen hemen Rasûlullah (s.a.) a mahsus gibidir. Zira hatırına hiçbir şey
getirmeden namaz kılmak pek nâdir kişilere nasip olur.

Bu sözle namazda Allah'a ihlâs kasdedilmiş de olabilir. Bu takdirde mana şöyle olur:
"Sonra halisane iki rekat namaz kılar bununla Allah'dan başka kimseden bir makam
beklemez, namaz kılıyorum diye böbürlenmez bilakis tevazu gösterirse geçmiş
günahları affolur."

Bazıları: "Eğer bununla dünya işlerine ait bir şey düşünmemek kasdedilmişsebu güç
bir şeydir. Ama "dünyaya dair hatırına bir şey gelir de onu hemen terk ederse"
anlamında kullanılmışsa, buna diyecek yoktur. Zira muhlis kulların yapacağı budur"
demişlerdir.

Hanefi âlimlerinden Aynî ise şunları söylüyor:

Hatırdan geçen şeyler iki kısımdır. Bir kısmı istemeyerek hatıra, gelir. Bunları hatıra
getirmemek imkânsızdır. Fakat hatıra geldiği gibi üzerine durmayarak onları hatırdan
çıkarmak mümkündür. İşte bu hadis bu manâdadır.

Namazda âhiret işlerine âit bir şey düşünmek huşû'a mani değildir. Kur'ân-ı Kerimin
manasını düşünerek okumak, dünya ve ahirete âit hayırlı işler düşünmek namazm
faziletine zarar vermez.

r5051 r5061

Geçmiş günahlardan muradsa, küçük günahlardır.
Bazı Hükümler

1. Uykudan kalkmış olsun, veya olmasın, abdestten evvel elleri üç kerre yıkamak
müstehaptır.



2. Abdest organlarım üç defa yıkamak müstehabtır. Ayaklar da bu hükme dahildir.

3. Uygulamalı olarak öğretim yapmak (netice almak bakımından) daha verimlidir.

4. Namazda ihlas, dînen teşvik edilmiştir.

5. Sevapdan mahrum edeceğinden dolayı namaz kılarken dünya ile kalben meşgul
olmaktan sakmılmalıdır.

6. Abdestin sonunda iki rekât namaz kılmak sevabı çok bir iştir. Nevevî merhum, Şafiî
mezhebine göre iki rekat namazın siinnel-i müekkede olduğunu, mekruh vakitlerde
bile kılınabileceğini söylüyorsa da ulemânın büyük çoğunluğu bu namazın sünnet-i
gayr-i müekkede olduğunu mekruh vakitlerde kılınamayacağını söylüyor.

7. İyi ameller, kötü amellerin günahına keffâret olur.

8. İbâdet ve tâat Allah'ın af ve merhametine vesile olacağından dînen teşvik edilmiştir.

9. Abdest organlarım yıkarken hadîs-i şerifdeki sırayı gözetmelidir. Şâfîilere göre
bunu gözetmek farzdır. Hanefî ve Mâlikî ulemâsına göre sünnettir.

Bu hususta 118. hadîsin şerhine de bakılmalıdır.

107.. ..Ebû Seleme b. Abdirrahman, Humrân'in kendisine şöyle dediğini
nakletmektedir: "Ben Osman b. Affan'ı abdest alırken gördüm". Ebû Seleme
rivayetine devamla Atâ b. Yezîd'in Humrân'dan naklettiği hadîsin aynısını nakletti.

15071

Ancak"Mazmaza ve istinşâkî" zikretmedi. Ebû Seleme, Humrân'dan naklettiği bu
hadîsde şunları söyledi: "Osman (r.a,) başını üç kerre mesh etti sonra iki ayağını üç
kere yıkadı. Ve dedi ki: İşte ben Rasûlullah (s. a.) in böyle abdest aldığım (gördüm) ve
O (s.a.) şöyle buyurdu: "Kim bu sayıdan daha az yıkayarak abdest alırsa bu abdest o
kimseye yeter." dediğini duydum. Ancak Ebû Seleme bu rivayette Rasûlü Ekrem

r5081

(s.a.)'in abdestten sonra namaz kıldığını zikretmedi.
Açıklama

Bir önceki hadisi Ata b. Yezid, Humrân'dan rivayet etmişti. Üzerinde durduğumuz
bu hadîsi de Ebû Seleme yine Humrân'dan nakletmiştir. Her iki hadîsi de Humrân,
Osman b. Affan'dan rivayet ediyor.Bu iki hadis birbirine çok benzemekle beraber
aralarında bazı farklar vardır. Şöyle ki:

a. Bu rivayette (mazmaza ve iştinşak) zikredümemiştir. Halbuki önceki rivayette
zikredilmiştir.

b. 8u ikinci hadiste (107. hadis) Resulü Ekrem (s.a.) in başını üç kere meshettiği
ziyâdesi vardır. Birinci hadiste ise, yoktur.

c. Birinci hadisteki, "Kim benim abdest aldığım gibi abdest alırsa" ifâdelerinin yerine
bu hadis-i şerifte, "Kim abdestini, azalarını daha az sayıda yıkayarak alırsa, abdesti
ona yeter" beyânı görülmektedir. Ayrıca bu 107 numaralı hadis-i şerifte Resul-ü
Ekrem (s.a.)'in namaz kıldığı zikredümemiştir.

Bu hadis-i şerif 'başı üç kere mesh etmek sünnettir' diyen imam Şafiî'nin delilidir.
Hanefi mezhebine göre ise, başı bir kerede ve bütününü kaplarcasma mesh etmek
sünnettir. Meshi üçlemek mekruhtur. Hasan'm Ebû Hanife'den bir su ile Üç kere mesh
edileceğine dair de bir rivayeti vardır. Ancak başın bir kere mesh edileceğine dâir olan
hadisler daha sağlamdır. Bir önceki hadis-i şerifin şerhinde de açıklandığı gibi
Hanelilere göre bu hadiste geçen "başını üç defa mesh etti" sözünden maksat, avucuna



yeni bir su almadan tek bir su ile mesh etmektir.

108.. ..Osman b. Abdurrahman et-Teyim'den rivayet edildiğine göre; îbn Ebî
Müleyke'ye abdesti sormuşlar. O da şöyle cevap vermiş; "Ben Osman b. Affân'a

[5091

abdestin sorulduğuna şâhid olmuştum. O (bunun üzerine) su istedi. Kendisine
bir su kabı getirildi. Sonra o kabı eğip (içindeki sudan) sağ eline döktü ve ellerini
yıkadı. Sonra da sağ elini suya daldırıp üç kerre ağzına su verip dışarı attı. Üç kerre
burnuna su verdi, üç kerre de yüzünü yıkadı. Sonra üç kerre sağ elini ve üç kerre de
sol elini (bileklerine kadar) yıkadı. Sonra elini daldırıp suyu avuçlayarak başını ve
kulaklarını mesh etti. Kulaklarının içini ve dışını birer kerre mesnetti. En sonunda da
ayaklarını yıkayıp, "bana abdestten soranlar hani nerede? İşte ben Rasûlullah'ı böyle
abdest alırken gördüm." dedi.

Ebû Dâvud dedi ki: Osman'ın rivayet ettiği sahih hadîslerin hepsi de başın bir kerre
mesh edileceğine delâlet ederler. Osman hadîsini nakleden râviler, rivayetlerinde
abdestin, her uzvun üç kerre yıkanmasıyla olacağını söyledikleri halde, başın sadece
meshedileceğini söylemekle yetinip diğer uzuvlardaki gibi kaç defa olacağını
[5101

zikretmediler.
Açıklama

Bu hadîste geçen meselelerle ilgili açıklama bundan evvelki iki hadîs-i şerifin izahında
geçmiştir. Ancak burada Ebû Davud'un, Hz. Osman (r.a.)'m rivayet ettiği hadîslerin
hepsinin başın bir kerre meshedileceğine delâlet ettiği sözüne İbn Kudâme gibi bazı
alimler itiraz etmişlerdir. Zira Ebü Dâvud bizzat kendisi Rasûlullah (s.a.)'m başını üç
kerre meshettiğine dâir iki hadis rivayet etmiştir. Bunu, Hafız İbn Hacer, Buhârî şerhi
Fethu'l-Bâri'de şöyle izah etmiştir:

"Ebû Dâvud bu sözüyle kendisinin rivayet ettiği iki hadîs-i şerifin dışındaki Hz.
Osman'dan rivayet edilen hadisleri kasdetmiş ve onlar üzerindeki görüşlerini
açıklamıştır."

Bu mevzuda başın bir kerre meshedileceğine dâir en kuvvetli delil İbn Huzeyme ve
başkalarının Abdullah b. Amr b. As kanalıyla rivayet ettiği meşhur hadîsdir ki; bu
hadîse göre Rasûlü Ekrem (s. a.) başını bir kerre meshetmiş ve abdest sona erdikten
sonra da: "Kim benim şu abdestime bir şey ilâve ederse kötülük ve zulmetmiş olur
[511] [512]

buyurmuştur.
Bazı Hükümler

1. Bilmeyen kişi, dîni meselelerini sorarak veya başka vesilelerle öğrenmeye
çalışmalıdır.

2. Kendisine dîni bir mesele sorulan kimse eğer biliyorsa o sorunun cevabını
vermelidir.

3. Bir su kabına sokulmak icabeden el, sokulmadan önce yıkanmalıdır.

4. Abdest alırken sağ el sol elden önce yıkanır ve tertibe riâyet edilir.

5. Başın dışında bütün abdest organları üç kere yıkanır. Kulaklar da baş gibidir.



6. Ayaklar yıkanır, mesh edilmez.

7. Kendisine soru sorulan kişi soranın sorusuna cevap verirken çok dikkatli olmalıdır.

109.. ..Ebû Alkama'den demiştir ki; Osman b. Affan (r.a.) su istedi, abdest aldı. Suyu
önce sağ eliyle sol eline döküp iki elini bileklerine kadar yıkadı. Sonra ağzına ve
burnuna Üç kerre su verip dışarı attı. Ebû Alkame Hz. Osman'ın abdest organlarım üç
kerre yıkadığını söyledi ve şöyle devam etti: "Hz. Osman sonra başını mesnetti ve
daha sonra da iki ayağım yıkayıp şöyle dedi: Ben Rasûlullah (s.a.)'m aynen şu
gördüğünüz benim abdest alışım gibi abdest aldığını gördüm." Sonra (bu hadîsi Ebû
Alkame'den nakleden Ubeydullah, (106 nolu) Zührî hadîsinin aynısını sonuna kadar
[513] r5141

okudu.
Açıklama

Bu hadîs-i arifle ilgili açıklama 106 ncı hadîs-i şerifin izahında geçtiğinden burada
tekrara lüzum görmüyoruz.

110....Şekîk b. Seleme'den şöyle demiştir: "Ben Osman b. Af-fan'm üçer kerre
bileklerini yıkayıp üç kerre de başını meshettikten sonra şöyle dediğini gördüm:

£5151

Rasûlullah işte böyle yaptı."

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadîsi Veki aynı zamanda îsrailden de rivayet etmiştin Ancak
Vek'i bu rivayetinde (tafsilat vermeksizin sadece) söyle demiştir. "Hz. Osman (r.a.)
abdest organlarını üçer kene yıkadı."

lll....Abdü Hayr'dan şöyle demiştir; "Ali (r.a.) bir gün bize uğradı ve namaz kıldı.
Sonra bir de abdest suyu istedi. Biz içimizden, namazı kıldığı halde suyu ne yapacak
ki, dedik. Halbuki onun maksadı bize bir şeyler öğretmekten başka bir şey değilmiş.
Nihayet içinde abdest suyu bulunan bir kapla bir de leğen getirildi. Önce kabı sağ
eline döküp iki elini üç defa yıkadı. Sonra üç kerre ağzına ve burnuna su verip dışarı
attı. Ağzına ve burnuna suyu (kaptan) su aldığı eliyle/Verdi. Sonra Üç defa yüzünü ve
üçer defa da sağ ve sol ellerini yıkadı. Sonra elini kaba daldırıp başını bir kerre
mesnetti. Sonra da sağ ve sol ayaklarını üçer kerre yıkadı ve peşinden şunu söyledi:
Rasûlullah'n abdestini öğrenmek kimi sevindirecekse İşte bu abdest onun abdestinin ta
[516] [517]

kendisidir."
Açıklama

Hadîs'i şerifte geçen "Hz' Ali'nin bize bir şeyler öğretmekten başka bir maksadı yok
idi" sözü, daha evvel içlerinden kendi kendilerine "Namaz kıldığı halde abdest suyunu
ne yapacak ki?" diye sordukları soruya yine içlerinden kendi kendilerine verdikleri bir
cevaptır.

Üzerine su döktüğü el, hadîs-i şerifte açıklandığı üzere sağ eldir. Sağ elle ağza ve
burna su verilmesi ve buruna verilen suyun sol elle dışarı atılması sünnettir. Bu hadîs-i
şerifin uzun bir açıklaması için 106. hadîsin izahına bakılmalıdır.



112....Abdü Hayr'den şöyle demiştir: "Ali (r.a.) sabah namazını kıldıktan sonra
Kûfe'deki Rahbe denilen yere gelip bir abdest suyu istedi. Sonra bir çocuk, içinde su
bulunan bir kapla bir leğen getirdi."

Abdü Hayr sözlerine devamla dedi ki: "Ali (r.a.) kabı sağ eline aldı, suyu sol eline
döküp iki elini üç kerre yıkadı. Sağ elini kaba daldırıp üç kerre ağzına üç kerre de
burnuna su verdi." Sonra bu hadîsin ravîlerinden zaide, bir önceki Ebu Avâne hadîsine
benzeyen sözler naklederek rivayetine şöyle devam etti: "Sonra Ali (r.a.) başının Ön
ve arka tarafını bir kerre mesnetti." Daha sonra da (Zaîde, Ebu Avanenin naklettiği

[518] [519]

1 1 1 no'lu hadisin) aynısını nakletti.
Açıklama

Hz. Ali sabah namazından sonra Kûre'de bulunan ve Rahbe denüen yere gelerek
oturuyor.Halka, Rasulü Ekrem (s.a.)'in abdest alışını öğretmek maksadıyla bir su kabı
isteyip hadîs-i şerifte belirtildiği şekilde kabı önce sağ eline alıp yanma koyuyor,
oradan sağ eli üzerine suyu boşaltıp sağ elden de sol elin üzerine aktararak ellerini
önce bileklerine kadar yıkıyor.

Bazı nüshalara göre ellerim üç kerre yıkıyor. Sonra ellerini kaba daldırıp üç kerre
ağzma üç kerre de burnuna sağ elle su veriyor. Bu hadîsi nakleden Zâîde Hz. Ali'nin
ellerini bileklerine kadar yıkamasından, başını meshedişine kadarki durumu şu
lafızlarla anlatıyor.

"Sonra sağ elini kaba sokup ağzına ve burnuna üçer kerre su vererek dışarı attı. Sonra
sağ elini tekrar kaba sokup üç kerre yüzünü, üç kerre de önce sağ sonra sol elini
dirsekleriyle beraber yıkadı. Daha sonra sağ elini suya daldırıp iyice ıslattıktan sonra
onunla sol elini de ıslatıp önce başının ön tarafından arkaya doğru, sonra da başının
arkasından önüne doğru ellerim kaydırarak başının ön ve arka taraflarını mesh etti."
Zaide bu hadisin sonunda 111 numaralı Ebu Avane hadisini aynen nakletmiştir. 106
numaralı hadisle ilgili açıklamalar bu hadis için de geçerli olduğundan burada daha
fazla bir açıklamaya lüzum görmemekteyiz.

113 Mâlik b. Urfuta dedi ki, Abdü Hayr'm şöyle dediğini işittim: "Ben (bir

defasında) Ali (r.a.) i (Kûfe'de) gördüm. Kendisine bir oturak getirildi ve üzerine
oturdu. Daha sonra bir testi getirildi, önce ellerini üç kere yıkadı ve bir avuç su ile hem
ağzına hem de burnuna su verdi" (Şu'be önceki) hadisi sonuna kadar (eksiksiz)
[520] [521]

nakletti.
Açıklama

Bu hadis-i şerif "bir avuç suyun bir kısmım ağıza kalanını da buruna vererek
mazmaza ve istinşak bir suyla yapmalıdır" diyen İmam Şafiî'nin (r.a.) delilidir.
Tirmizi'nin Sünen'inde belirttiği üzere İmam Şafiî "Mazmaza ve istinşakı bir avuç
suyla yapmak caizdir" demiştir. Şafiî ikinci görüşünde de "eğer iki ayrı suyla
mazmaza ve istinşak yapılırsa bu daha iyidir" demiştir. Bu son görüş aynı zamanda
Ebu Hanife'nin de görüşüdür.



Özet olarak diyebiliriz ki, Hz. Peygamber bazan bir avuç su ile mazmaza ve istinşak
yaparlar, bazan iki avuç su ile mazmaza ve istinşak yaparlar, bazan da üç defa ayrı
ayrı mazmaza ve istinşak yaparlardı. Ancak bir avuç su ile mazmaza ve istinşak
yaptıklarında, aynı suyun yarısı ile mazmaza yansı ile de istinşak yaparlardı.
Hz. Peygamber (s. a.) çoğu kere üç defa mazmaza Üç kere de istinşak için ayrı ayrı su
alırlardı. Hanefî uleması da bu görüşü benimsemişlerdir. Bilgi için 106. hadisin

£5221

açıklamasına bakılabilir.
Bazı Hükümler

1. Abdest alırken sandalye ve benzeri şeyler üzerinde oturulabilir.

2. Bir avuç su ile hem mazmaza ve hem de istinşak caizdir.

114....Minhâl b. Amr'in rivayet ettiğine göre, Zirr b. Hubeyş, "Ali'ye Resûlullah'ın
abdest alışından sorulduğunu işittim" demiş ve (yukarıdaki) hadis-i şerifi nakletmiştir.
(Bu nakil esnasında) Zirr, sözlerine şöyle devam etmiştir:

"Ali (r.a.) başını hiç su damlamayacak şekilde mesh etti, ayaklarını Üçer kere yıkadı
ve;

r5231 r5241

"İşte Resulullah'tn abdesti böyleydi", dedi."
Açıklama

Bu hadis-i şerifte daha evvel geçen hadislerden farklı olarak Hz .Ali'nin başına hiç su
damlamayacak şekilde mesh ettiği ifâdesi vardır. Bu sözün anlamı Hz.Ali'nin başına
bir kere mesh etmiş olmasıdır. Çünkü, eğer basma üç kere mesh etseydi mutlak
başından abdest sularının damladığı görülürdü. Bu bakımdan hadis-i şerif: "Başına
birden fazla mesh edilmez"diyen Hanelilerin delilidir. "Basma hiç su damlamayacak
şekilde mesh etti" ifâdesi aynı zamanda başa mesain az bir su ile yapılmasının
müstehap olduğunu gösterir. Bazıları da bu ifâdeden "neredeyse su damlayacak
şekilde başını bol su ile mesh etti" anlamını çıkarmışlardır.

115....Abdurrahman b. Ebî Leylâ şöyle demiştir: "Ben Ali'yi (r.a.) gördüm, abdest aldı
üç kere yüzünü, üç kere de kollarını yıkadı, bir kere de başını mesh etti. Sonra da

1525]

"Resûlullah işte böyle abdest alırdı" dedi."

116.. ..Ebû İshâk'ın rivayetine göre: Ebû Hayye, Ben Ali'yi (r.a.) abdest alırken
gördüm, demiş ve her abdest organını üçer kere yıkadığını nakletmiş ve demiştir ki:
"Sonra başına mesh etti, sonra ayaklarını topuklarına kadar yıkadı" daha sonra da Hz.
Ali (r.a.):

r5261 r5271

" Resulü Ekrem (s.a.)'in abdest alışım size göstermek istedim de..."
Açıklama

Her iki hadis-i şerifin izahı için 106. hadisin açıklamasına müracaat edilebilir.



117....Ubeydullah el-Havlânî'nin rivayetine göre İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: "Bir
gün Ali b. Ebi Tâlib abdest bozmuş olarak bulunduğum yere girdi ve su istedi. Biz de
ona içinde su bulunan bir kap getirip önüne koyduk. Ali bana "Ey İbni Abbâs, Resulü
Ekrem (s.a.)'in nasıl abdest aldığını sana göstereyim mi?" dedi. Bende, "evet göster"
dedim. Bunun üzerine önce kabı elinin üzerine eğerek (sağ) elini güzelce yıkadı. Sonra
sağ elini suya daldırıp onunla diğer (sol) elini yıkadı. Sonra da bileklerine kadar iki
elini yıkadı. Nihayet ağzına, burnuna su verdikten sonra iki elini birden kaba daldırıp
su ile doldurarak yüzüne çarptı. Baş parmaklarının birini sağ kulağının diğerini de sol
kulağının iç kısımlarına soktu. Yüzünü ikinci ve üçüncü yıkayışında da aym şekilde
yaptı. Sağ eliyle bir avuç su alıp yüzüne akabilecek şekilde alnına döktü, kollarını
dirsekleriyle beraber üçer kere yıkadı. Başını ve kulaklarının dış kısmını mesh etti.
Ellerini suya daldırıp iki elinin dolusu su avuçlayıp ayağı nalınlı iken üstüne dökerek
ovdu, Diğer ayağına da aynı şeyi yaptı. (İbn Abbâs) dedi ki: "Ben (Ali'ye); na-İmli
iken ha!" dedim. (O da): "Evet nalinli iken" dedi (sonra tekrar) "nalinli iken mi?"
dedim, "Evet! Nalinli iken" dedi. (Sonra tekrar) "Nalinli iken mi?" dedim. "Evet!
Nalinli İken" Cevabını verdi.

[528]

Ebû Dâvud dedi ki: İbn Cüreyc'in Şeybe'den rivayeti (106-127 numaralı

hadislerde geçen ve muhtelif râviler tarafından nakledilen) Ali (r.a.) hadisine

[529]

benzemektedir. Ancak Haccâc'm İbn Cüneyc'den rivayet ettiği hadis 'te: "başına
bir defa mesh etti" denilirken, ibn Vehb'in, İbn Cüreyc'den rivayet ettiği (aynı) hadis
r5301

'te: "üç defa mesh etti" denilmektedir. (İbn Vehb tedlisci bir râvi olduğuna göre
onun bu rivayetinin diğer sahih rivayetler karşısında bir kıymeti yoktur demek oluyor.
[531] f5321

Açıklama

1. Hadîs-i şerifte geçen "suyu yüzüne çarpmak" kelimesinden maksat, yüzün
yıkanmasıdır. Ahmed İbn Hanbel Müsned'inde, İbn Hıbbân'da Sahîh'inde her ne kadar
yüze su çarpmak tabirini nakletmişse de Hanefî ve Şafiî ulemâsı suyu yüze çarpmanın
mekruh olduğunu söylemişlerdir. Çünkü, Rasûlu Ekrem'in abdest alışını rivayet
edenlerin hepsi "yüzüne su döktü" tâbirini kullanırken sadece bu hadîs-i şerifte suyu
yüze çarpmak tabiri kullanılıyor. Bu rivayetin yalnızlığı göz önüne alınarak "Suyu
yüze çarpmak" tabiriyle "yüzü suyla yıkama" kastedildiği kanaatine varılmıştır.

2. Rasûlu Ekrem'in yüzünü yıkarken baş parmaklarım kulaklarının içine sokmasına
gelince, Mâverdî buradan kulaklar ile sakal arasında kalan kılsız beyaz kısmın yüzden
olduğu hükmünü çıkarmıştır. Bu görüş aynı zamanda Şafiî mezhebinin görüşüdür.
Binaenaleyh Şâfiîlere göre bu beyaz kısmı yıkamak yüzü yıkamak gibi farzdır. Hanefî
ulemâsının bir kısmı da bu görüştedir. Ancak İmam Ebu Yûsuf: "Bu beyaz kısmı
yıkamak sakalsızlar için farz ise de sık sakallılar için farz değildir" der.
Mâlikilerde ise, bu beyaz kısmın yıkanmasında dört görüş vardır:

a. Yıkanması farzdır. Mezhebin meşhur olan görüşü budur.

b. Yıkanmaması vaciptir.



c. Sakallıların yıkaması vacip, sakalsızlarıma vacip değildir.

d. Kulağın sakal tarafında bulunan ve arapça da "Vetîd" denilen çıkıntının üst
kısmındaki beyazlığı yıkamak sünnettir. Alt kısmını yıkamaksa farzdır.

îbn Teymiyye, "Bu hadîs kulakların iç kısmı yüzden sayılır" diyenler için bir delildir
demiştir.

Nevevî merhum ise "Bu hadîs-i şerif İbn Şüreyh için bir delildir. İbn Şüreyh, hem
kulakları yıkar, hem de meshederdi" demiştir.

Mirkât'te İbn Hacer'den naklen "evlâ olan yüzleri yıkarken kulakları da yıkamak ve
başla beraber meshetmektir" demiştir. Ancak, şeriatta bir uzvun hem yıkanıp hem de
meshedildiği görülmemiştir.

Rasûlullah (s.a.)'m yüzünü yıkadıktan sonra bir avuç su alarak alnının üzerine dökmesi
ise, ulemâ için haili müşkil bir meseledir. Bu hususta Şafiî ulemâsından merhum
Nevevî şunları söylemiştir: Bu sözden Rasûlu Ekrem (s.a.)'m yüzünü dört defa
yıkadığı manası çıkar ki, bu icmâ-i ümmet'e ve Rasûlü Ekrem'in sünnetine ters düşen
bir durumdur. Bu bakımdan bu sözlerin izahı şöyle olmalıdır: Rasûlullahm üç kerre
yüzünü yıkadıktan sonra alnının üzerine dördüncü defa bir avuç su dökmesi orada
yıkanmadık bir kuru yerin kaldığım görmüş olmasıdır.

Velivvüddin de bu hususu şöyle açıklıyor; Bu suyu başının bir kısmına yüzünün her
tarafım iyice yıkamış olmak için dökmüştür. Nitekim, ulemâ da yüzün her tarafını
yıkamış olmak için başın bir kısmına su dökmenin caiz olduğunu söylemişlerdir.
Muhammed b. Yahya gibi bazı âlimler de; bu harareti gidermek için yapılan bir iştir;
şeklinde îzah getirmişler ve Rasûlullah (s.a.)in başım meshetmeyerek sadece suyu
alnının üzerine dökmesini buna bağlamışlar, bu hareketin abdestin âdâbıyla ilgili
olmadığım, abdestin âdabı veya sünneti olduğuna inanmanın bid'at olacağım
söylemişlerdir.

"Onu onunla ovdu" anlamına gelen, ( ) kelimelerindeki, birinci zamir ayağa, ikinci
zamir ise, bir avuç suya döner ki, o takdirde mânâ, "o bir avuç suyla ayağını yıkadı"
demektir. İkinci bir ihtimale göre de, birinci zamir yine ayağa ikinci zamir ise
ayakkabıya döner ve ( ) harfi cer-i de () manasına olur. Bu takdirde mânâ "ayağım
nalinin içindeyken yıkadı" demek olur. Bu kelimelerle kastedilen mana ayağın altının
ve üstünün suyla yıkanmasıdır. Bazıları ise "ayağın abdestte yıkanması söz konusu
değildir. Esas olan uyağın meshedilmesidir." diyerek bu sözlerden ayağın ve
ayakkabının meshedileceği manasını çıkarmışlardır ki, bu görüş pek çok açık ve
sağlam delillerle reddedilmiştir.

Aynî merhum bu konuda şunları söylemektedir. "( )sözünün mânâsı elini ayağının
üstünde ve nalininin altında gezdirerek ayağım yıkadı demektir."
Bu hadîs-i şeriften Râfızîler ve onların yolunda gidenler abdest alırken çıplak ayaklar
üzerine mesh etmenin caiz olduğu hükmünü çıkarmışlardır. İçlerinde Cûbâî'nin de
bulunduğu bazı kelâm âlimleri de bu hadîs-i şerife bakarak kişinin abdest alırken
ayaklarım yıkamak veya çıplak ayak üstüne meshetmek hususunda muhayyer
olduğunu söylemişler ve bu görüşü aynı zamanda Muhammed b. Cerîr'den
nakletmişlerdir.

Aslında bu hadîs'in sıhhati üzerinde ihtilâf vardır.

Tirmizî, "Ben bu hadîs-i Muhammed b. İsmail' (Buhârî)e sordum, o da zayıf olduğunu
söyledi. Ben de bu sözü anlamıyorum. Eğer bu sözün hadîs olduğu kesinse o zaman
ayakkabı içinde bile olsa bu bir avuç su ayağın hem içini hem de dışını yıkamaya
yeter. Nitekim, bazı nüshalarda ayağını yıkadı tabiri geçmektedir. Yok eğer bu bir



avuç suyla ayağı meshetmek kastedilmişse bu kadar suya lüzum yoktu. Zira, daha az
bir suyla da mesh yapılabilirdi" dedi. Hz. Âişe (r.a.) ise; "İki ayağımın kesilmesi
benim için çıplak ayağa meshetmemden daha ehvendir" demektedir.
Atâ (r.a.) ise: "Vallahi ben sahâbe-i kiramdan hiçbir kimsenin çıplak ayağa
meshettiğini görmedim" demiştir.

İbn Kayyım, Ebû Dâvud üzerine yazdığı Tehzîbu's-sünen isimli haşiyesinde şunları
zikretmektedir:

"Bu hadîs gerçekten izahı güç bir hadîstir. Zira ilim adamları bu hadîs'in izahı
üzerinde çeşitli görüşler ortaya attılar. Bir kısmı bu hadîsin zayıf olduğunu söyledi ki,
Buhârî ve Şafii bunlardandır. Bu hadîs üzerinde ikinci görüş ise şudur:
Çıplak ayaklar üzerinde meshedilmesinin cevazı, İslâmiyyetin ilk günlerinde idi.
Sonra ayakların yıkanmasını ifâde eden hadîs-i şeriflerle neshe-dildi. Önceleri İbn
Abbâs'da çıplak ayakların meshedilmesinin caiz olduğu görüşünde idi. Ancak,
Dârakutnî'nin rivayet ettiği Abdullah b. Muhammed b. Akil hadîsinden anlaşıldığına
göre, sonradan bu görüşünden dönmüş, ayakların çıplak olarak meshedilmesinin caiz
olmayıp yıkanması lâzım geldiğine inanmıştır.

Üçüncü görüş: Hz. Ali ve Hz. îbn Abbâs'dan bu mevzuda rivayet edilen hadîs-i şerifler
birbirini tutmamaktadır. Bazıları çıplak ayağa meshedilmesinin cevazını ifâde
ederken, bazıları da caiz olmadığını ifâde etmektedir. Halbuki, büyük bir topluluktan
gelen hadîs-i şerifler Rasûlullah (s.a.)'ın ayaklarını yıkadığım açıkça ifâde etmektedir
ki, bu hadîs-i şerifler kendisiyle amel edilmeye ve tercih edilmeye daha lâyıktırlar.
Dördüncü görüş: Çıplak ayağa meshedilmesinin caiz olduğunu İfâde eden hadîs-i
şerifler, abdestsizlikten dolayı abdest almakla ilgili olmayıp, abdest tazelemekle
ilgilidir. Binaenaleyh, abdestli olan kişiler için abdest yenilerken çıplak ayak üstüne
mesh caizse de abdestsizlikten dolayı abdest alanlar için caiz değildir.
Beşinci görüş: Hz. Ali'nin rivayet ettiği mesh etmekle ilgili hadîs-i şeriflerde geçen
mesh çıplak ayak Üzerine değil ayakkabı veya çorap üzerine yapılmıştır. Binaenaleyh,
mesh ancak şartlarını hâiz ayakkabı veya yine mesh şartlarını hâiz çorap üzerine
yapılabilir.

Altıncı görüş: Ayağın üç hali vardır:

1. Mest içerisinde bulunan ayak, bu durumda mesh, mest üzerine veya mest şartlarını
taşıyan ayakkabı üzerine yapılmalıdır.

2. Ayak çıplak olur ki, bu durumda ayağı mutlaka yıkamak icap eder.

3. Veya mestli olmakla çıplak olmak arası bir ayakkabı içinde bulunur ki, bu durumda
da ayak üzerine su serpilir. Zira, su serpmek yıkamak ile meshetmek arasında bir
temizliktir. Bu durumda mesh denilince su serpmek kastedilir.

Yedinci görüş: Çıplak ayak üzerine meshetmek farzdır. Ve Dâvud el-Cevârî ve tbn
Abbas'm bu görüşte olduğu, bu görüşün taraftarlarınca rivayet edilir. Ayrıca ibn
Cerîr'in de kişinin abdest alırken ayağını yıkamakla meshetmek arasında muhayyer
olduğu görüşünde bulunduğu rivayet edilir.

İşin aslı şudur: îbn Abbas (r.a.)'la ilgili iddia yukarıda ikinci görüşün izahında
geçmiştir, ibn Cerîr'e âit rivayete gelince bu açık ve büyük bir hatadır. Zira, îbn
Cerîr'in bütün kitapları ortadadır. Hepsi bu rivayetin asılsız olduğunu ortaya koyar.
Ancak, buradaki hata bir isim benzerliğinden ileri gelmektedir. Çıplak ayak üzerine
meshetmenin caiz olduğunu söyleyen İbn Cerîr başka bir ibn Cerîr'dir ki, Şiî'dir.
Merhum İbn Kayyım, sözlerine devamla Şia'dan olan bu ibn Cerîr'in Şîa ile ilgili pek
çok eserlerine rastladığını kaydederek açıklamalarını bitiriyor.



Sonuç olarak, çıplak ayağa meshedilir diyenlerin görüşleri mesnetsiz, delilsiz, aynı
zamanda icma'a aykırıdır. Zîra, yukarıda da belirttiğimiz gibi, abdest aldıktan sonra
topuklarında kuru yer kalan kişiler için "yazık o topuklara!..." mealindeki hadîs-i şerif
bu görüşün mesnetsiz olduğuna en büyük delildir.

Zamanımızda çıplak ayağa mesheden Şîileri görürüz. Bunlar ehl-i beytin dışında
râvileri sahabe de olsa kabul etmezler. Halbuki, Ehl-i Beyt'ten tbn Abbas'm çıplak
ayağa meshettiğinî, daha sonra bundan vaz geçtiğini, görmekteyiz, Ayrıca, Hz. Ali'nin
ayaklarını yıkadığım bildiren (112 ve 114) hadîslerin râvilerini de ehli beytten
olmadıkları için bu hadîsleri ihtiyatla karşılayıp muhtevası ile amel etmemektedirler.
Dört mezhebe ve mezheplerinin taraftarları kalmayan diğer müctehitlere göre; çıplak
ayağın kesinlikle yıkanması ve meshin çıplak ayak üzerine caiz olmayacağı
r5331

istikametindedir.
Bazı Hükümler

1. Sahâbe-i kiram, Rasulullah (s.a.)'m sünnetini tesbit hususunda son derece
gayretliydiler.

2. Abdest alırken suyu yüze çarpmak mekruhdur.

3. Ayakkabının içinde iken ayakların yıkanması mümkünse çıkarmadan da yıkanabilir.

4. Yüzü yıkadıktan sonra bir avuç su alıp alnın üstüne dökmek caizdir.Bu yüzü
dördüncü defa yıkamak anlamına gelmez.

5. Yüz yıkanırken kulakların içi, başa meshedilirken de kulakların dışı meshedilebilir.

6. Bir kimsenin yadırgadığı bir mevzuda üstüste soru sorarak anlamaya çalışması
caizdir.

118....Amrb. Yahya el-Mâzini'nin rivayet ettiğine göre: Babası, Amr b. Yahya'nın
dedesi olan Abdullah b. Zeyd'e "Bize Resulullah' (s.a.)m nasıl abdest aldığım gösterir
misin?" demiş. Abdullah b. Zeyd de "evet" diyerek bir abdest suyu istemiş, sonra suyu
dökerek ellerini yıkamış, sonra ağzına ve burnuna üç kene su vererek dışarı atmış,
daha sonra da üç kerre yüzünü ve dirseklerle beraber ikişer defa ellerini yıkayıp, ön
taraftan arkaya ve arkadan öne olmak Üzere başım iki eliyle meshetmiştir. Şöyle ki:
Başının ön tarafından başlayıp ellerini ensesine götürüyor ve sonra ellerini gerisin

[5341

geriye ilk başlangıç yerine kadar getiriyor. En sonunda da ayaklarını yıkamıştır.
r5351

Açıklama

Bazı rivayetler elleri yıkamanın iki kerre olduğu bazılarında üç defa olduğu
kaydedildiği halde müellif Ebû Davud'un bu rivayetinde herhangi bir aded
zikredilmemiştir.

Beyhâkî'nin rivayetinde ellerin iki defa yıkandığı kaydedilirken Buhârî ve Müslim'de
üç defa yıkandığı zikredilmektedir. Yine îmam Mâlikin ve Abdullah b. Zeyd
vasıtasıyla BuhârTnin bir rivayetinde de iki kere yıkandığından bahsedilmektedir.
Burada geçen mutlak lâfızlar mukayyede hamledildiğinde, yani ellerin iki defa



yıkanması vakit darlığı veya su kıtlığı gibi özel hallere hamledildiği zaman bu
rivayetler arasında bir çelişki kalmaz. îki ve üç defa yıkandığına dâir rivayetlerin birini
tercih etmek gerekirse, üç defa yıkandığı rivayeti tercihe lâyıktır. Çünkü, bu sayıya ait
rivayetler daha çoktur. İtimada daha lâyıktır.

"Sonra ağzına ve burnuna üç kere su verme" mevzuuna gelince; buradaki sonra
manasına gelen "sunime" kelimesi bu sıraya riâyet etmenin bir hüküm ifâde ettiğini
bildirmektedir ki; ellerin yıkanmasından sonra ağız ve burun yıkanmalı ve bu sıraya
riâyet etmeli, demektir. Ayrıca ellerin bileklerde beraber ikişer defa yıkanmasından
maksat, her elin ayrı ayrı ikişer defa yıkanmasıdır. Yoksa her eli birer defa yıkayıp
toplam yıkama adedinin iki defa olması demek değildir. Bu hadisin şerhinde imam
Nevevî şöyle diyor:

"Bu ifâdelerde abdest organlarının yıkanışında farklı uygulama yapmanın caiz
olduğuna bir delil vardır. Bir kısmı üç kere yıkanırken bir kısmı iki kere yıkanabilir.
Ancak müstehab olan yıkamayı üçlemektir. Resûlullah (s.a.)'m bu adedine zaman
zaman uyması, üç adedine uymamanın da caiz olduğunu beyan etmek içindir. Çünkü,
dinî hükümleri açıklamak Resulü Ekrem (s.a.) üzerine vaciptir. Ayrıca bu açıklamanın
bilfiil yapılması ise, uygulamalı açıklamaların anlaşılmasının daha kolay
[5361

olmasındandır.

"İkbal ve idbâr; başı meshetmek için elleri önce başın ön tarafından arkaya doğru
götürmek, sonra da tersine doğru çekip eski yerine getirmek" kelimelerinin mânası ve
ifâde ettiği fiilin uygulanması konusunda üç görüş vardır:

1. Başın ön tarafından, enseye doğru elleri kaydırmak, sonra da tekrar gerisin geriye
başlangıç noktası olan kıl bitimine kadar elleri meshederek getirmek. Bu uygulama

15371

tarzı İmam Mâlik ve Şafiî'nin görüşüdür. Hanefi uleması da bu görüştedir.
Ancak bu görüşe itiraz edilmişse de, taraftarlarınca çeşitli cevaplar verilmiştir.

2. Eller baştan ense kısmına konur ve ön tarafa doğru kaydırılarak çekilir. Sonra da
tekrar geriye başlangıç noktasına çekilir, ki bu uygulama tarzının da dayandığı

r5381

birçok sağlam hadis vardır. Hasan Basrî de bu görüştedir.

3. Eller başın ön tarafına konur, sonra yüz tarafına doğru çekilir; sonra da gerisin
geriye başın ense tarafına kaydırılır. Neticede tekrar başlangıç noktasına getirilir.
Nevevî merhum der ki; "iki elle başı mesh etmek müste-haptır. Bu hususta ulemâ
arasında görüş birliği vardır. Çünkü bu şekilde yapılan mesh, suyun bütün kılların
arasına erişmesine en uygun bir uygulama tarzıdır. Ancak bizim Şafiî uleması, bu
mesh tarzının saçı örülü kimseler için müstehab olacağı, saçı örülü olmayanlar için
buna ihtiyaç olmadığı görüşündedirler.

Ayrıca bu hadisten başa meshin iki elle başı kaplarcasma yapılmasının vacip olduğu
mânâsı çıkarılmamalıdır. İki elle başı kaplarcasma yapılan mesh ancak meshin kemâli

[5391

içindir. Hadis-i şerif bu mânâyı ifâde etmektedir.
Mesh lûgatta; bir şey üzerinde eli gezdirmek demektir.

Şeriatta mesh ise; başka yerde kullanılmadık yaşlığı bir yere değdirmektir. Bu
değdirme el ile olabileceği gibi başka bir âletle de olabilir.

Meshin farz olan miktarı: Hanelilere göre, başın dörtte biridir. Ancak, Uç parmak el
parmaklarının ekserisini teşkil ettiğinden, beş parmak yerini tutmuş ve başın Uç



parmak miktarının meshedilmesi farzdır, denilmiştir.

Baş dört kısma bölünürse ön tarafta kalan kısma "nâsiye", yanlarda kalan kısma,
"kazal" arkada kalan kılma da "feved" denir ki, Hanefılere göre farz olan meshin
nâsiye üzerine yapılması daha faziletlidir ve meshedilen yer iki kulağın üstüdür. Bu
kısımdaki saçların üzerine meshedilmesi yeterlidir. Ancak, bu kısımdan aşağı sarkan
saçların meshedilmesi yeterli değildir. İsterse bu sarkan saçlar başın üstünde topuz
teşkil etsin, yine de caiz değildir.

Mâlikilere ve Hanbelilere göre: Başın tümünü meshetmek farzdır. Şâfıilere göre ise:
Başın bir kılım bile meshetmek kâfidir.

Hadîs-i şerifte tarif edilen ellerin ileriye ve geriye çekilerek başın meshedilmesindeki
hikmet, saçların hem üst ve hem de alt taraflarının meshedilmesidîr. Başın her tarafım
kaplarcasma meshedilmesinin farz olduğu görüşünde olanlar için, birinci defa başı

[5401

kaplarcasma meshetmek farz; ikincisinde geri çekerek meshetmek ise, sünnettir.
Bazı Hükümler

1. Abdeste başlarken önce elleri yıkamak müstehaptır.

2. Ağıza ve buruna su vermeyi üç defa tekrarlamak sünnettir.

3. Abdest organlarının bazısı üç kere yıkandığı halde, bazısının iki kerre yıkanması
caizdir.

4. Abdest suyunun hazırlanması için başkasından yardım istemek caizdir.

5. Tatbiki öğretim, sadece sözlü öğretimden daha faydalıdır.

6. Başı kaplarcasma meshetmek daha faziletlidir.

7. Başı meshederken, başın ön kısmından başlamak ve meshi iki elle yapmak
sünnettir. (106. hadîs-i şerifin izahına da müracaat edilmelidir).

119.. ..Amr b. Yahya el-Mâzinî, babası vasıtasıyla Abdullah b. Zeyd b. Asım'dan (bir
evvelki) hadîsin aynısını rivayet etmiş, Ancak, (Abdullah İbn Zeyd ilâve olarak)
şunları söylemiştir: "Ağzına ve burnuna bir elden su verdi ve bunu üç kerre

[5411 '

tekrarladı." Sonra Abdullah, hadîsin geriye kalan kısmım aynen zikretti.
Açıklama

Bir önceki hadîs-i şerifi Ebû Dâvûd, şeyhi Abdullah b. Mesleme'den o da Mâlik'den
rivayet etmişti. Sözü geçen hadîsin aynısını bir de Ebû Dâvûd, diğer şeyhi Müsedded,
Hâlid b. Abdillah el-Vâsıtî vasıtasıyla nakletmiştir. Ancak, bu ikinci hadîs-i şerifte
"ağzına ve burnuna suyu tek elle verdi" ilâvesi vardır. Hadisle ilgili açıklama 118.
hadîsin îzâhmda geçtiğinden burada tekrara lüzum görmüyoruz.

120....Habbân'm rivayetine göre babası Vâsî', Abdullah b. Zeyd b. Asım el-Mâzinî'yi
Rasûlullah'ı gördüğünden bahsedip abdest alışını naklederken işitmiştir. Abdullah b.
Zeyd şöyle demiştir: "Basım, ellerinin artığı olmayan (yem) bir su ile mesnetti.

r5421 f5431

Ayaklarım da tertemiz edinceye kadar yıkadı."



Açıklama



Aynî, "başına yeni su ile mesh etti ifâdesi mâ-i müstamel ile abdest alınamayacağına
işaret eder" demiş ise de, Nevevî merhum ise; "Bu hadîs-i şerif kullanılmış su ile
abdestin caiz olmayacağına bir delil teşkil etmez. Bunun delili başka hadîs-i
şeriflerdir. Ancak burada belirtilmek îstenen husus yüzün yıkanması ve başın
meshedilmesinin ayrı ayrı sularla yapılacağı" görüşündedir.

Halebî merhum ise Munye şerhi' nde şunları söylemektedir: "Eğer abdest alan kimse
başını, yüzünü yıkadığı suyun ıslağıyla meshetse bu mesh caizdir. Çünkü, bu «İde
kalan ıslaklık kullanılmış değildir. Suyun kullanılmış olması için abdest organından
ayrılması lâzımdır. Bu ıslaklık henüz elden akıp eli terketmediğine göre bununla başı
meshetmek caizdir. Fakat» başa meshettikten sonra kalan ıslaklıkla mestleri üzerine
meshederse caiz değil' dir. Çünkü, mesihten sonra kalan ıslaklık kullanılmış sudan
saydır. Zira, mesh uzvuna temas eden su, kullanılmış su hükmündedir."
Bu hadîs-i şerifte diğer abdest organlarından bahsedilmiyorsa da 106. hadîs-i şerifte ve
onu takibeden Hz. Ali (r.a.) hadîslerinde bütün abdest organlarının yıkanışı veya

[5441

meshedilişi bütün ayrıntılarıyla açıklanmıştır.
Bazı Hükümler

1. Başı, yüzden arta kalan suyla değil de yeni bir su ile mesh etmelidir.

2. Ayaklan tertemiz oluncaya kadar yıkamalıdır, isterse bu yıkamanın adedi üçten
fazla olsun.

121....Abdurrahman b. Meysere el-Hadrâmî, el-Mikdâm b. Ma'-dîkcrib el-Kindî'nin
[545]

şöyle dediğini işittim demiştir: "Rasûlullah (s.a.)'e bir abdest suyu getirildi ve
abdest aldı. (önce) ellerini üç kerre yıkadı, sonra üç kerre de ağzına ve burnuna su
verdi, sonra da yüzünü ve kollarını üçer kere yıkadı. Nihayet başım, kulaklarının içini

f5461 r5471

ve dışını mesnetti."
Açıklama

Bu hadîs-i şeriften abdest organlarını yıkamakta sıra takibetmenin farz olmadığı
anlaşılmaktadır. Çünkü, Resûlullah (s. a.) ağzına ve burnuna su vermeyi yüz ve kollan
yıkamadan sonraya bırakmıştır. Şevkânî: "Bu hadîs-i şerif ağza ve burna su vermekle
kollan ve yüzü yıkamak arasında sırayı gözetmenin farz olmadığına bîr delildir" diyor.
Bilindiği gibi 106. Hadîs-i şerif ve onu takîbeden diğer hadîs-i şeriflerde mazmaza ve
istinsak yüzü ve kollan yıkamadan evvel zikredilmektedir. Dolayısıyla bu hadîs-i şerif
aynı zamanda tertibe riâyet, abdestte farz değildir diyen Hanefi ulemasının delilidir.
Nevevî ise, abdest uzuvları arasında sıraya riâyet etmenin farz olmadığına dâir yapılan
bütün îzah tarzlarını yetersiz bularak, Nebiyy-i Ekrem'in haccmm sıfatı mevzuunda
gelecek olan "Allah'ın (c.c.) başladığı şekilde başlahz" mealindeki (1905) numaralı
hadisi delil getirerek abdestte sırayı gözetmenin farz olduğunu söylemiştir.
Bazıları da "bu güvenilir râvîlerin rivayetine ters düşen şâz bir hadîstir. Binaenaleyh



güvenilir râvîlerin mahfuz denilen ve mazmaza ve istinsahın yüzden evvel yapılmasını
ifade eden hadîslerini tercih etmek lâzımdır" demişlerdir.

Kulakların meshedilmesine gelince; kulakların içinden maksat yüze bakan kısmıdır.
Dışından maksat ise baş tarafında kalan kısmıdır. Meshin yapılış tara, İbn Mâce'nin
rivayetine göre şöyledir: "Şehâdet parmakları kulak deliklerine konur ve hareket

[548]

ettirilir. Baş parmak da kulağın dış tarafına konarak hareket ettirilir" Keza,
Nesâı'de aynı şekilde bu uygulamayı nakletmiştir.

Yine bu hadîs-i şeriften açıkça anlaşıldığına göre kulakların meshedilmesi için yeni bir
su almaya ihtiyaç yoktur. Başa mesh için alman su ile aynı zamanda kulaklar da
£5491

meshedilir.
Bazı Hükümler

1. Mazmaza ve istinşak kollan yıkamadan sonraya bırakılabilir.

2. Başa meshettikten sonra su almadan, kulaklar meshedilebilir. Bu görüş Ebû Hanife
(r.a.) ve Sevrî' nin mezhebidir. İmam Ahmed, Mâlik, Şafiî ve Ebû Sevr'e göre ise,
kulakların meshi için suyu yenilemek sünnettir.

3. Kulağın hem içini ve hem de dışını meshetmek sünnettir.

122....Abdurrahman b. Meysere'nin rivayet ettiğine göre: Mikdâm b. Ma'dîkerîb şöyle
demiştir: "Rasûlullah (s.a.)'ı abdest alırken gördüm. Sıra başını meshetmeye gelince
ellerini başının ön tarafına koydu, sonra başının ense kısmına kadar hareket ettirdi.
Nihayet gerisin geriye elini, başladığı yere kadar çekti." Hadis'in ravisi Mahmud
Velid'in "Hariz bana dedi ki" diye hadisi (semâ yoluyla) rivayet etmiş olduğunu
r5501 [551]

bildirdi.
Açıklama

Bu hadîs-i şerifle ilgili açıklama 118 nolu hadîsin izahında geçmiştir. Burada şu
hususa dikkat etmek gerekir ki, bu hadîsi müellif merhum Ebû Davud'un şeyhlerinden
Mahmud b. Halid ve Yâkub b. Kâb rivayet etmişlerdir. Bunlardan Yaküb, muânân
denilen ve râvîlerin isimlerini saklamaya müsait olan... "Falandan nakledilmiştir. O da
falandan nakletmiştir," gibi ...den, ...dan tabirleriyle rivayette bulunduğu halde, diğer
şeyhi Mahmud b. Halid râvîlerin birbirlerinden kesinlikle duyduklarını ifâde eden her
hangi bir râvînin ismini saklamaya müsait olmayıp bilakis her türlü kapalılığı kaldıran
(bana falan haber verdi, ona da falan haber verdi) şeklindeki "îhbâr" denen ifâdeyle
rivayette bulunmuştur. Binaenaleyh, Mahmud b. Hâüd'in rivayeti bu balamdan daha

[552]

çok itimâda lâyıktır.
Bazı Hükümler

1. Başın her tarafının meshedilmesi sünnettir.

2. Başı meshetmeye, başın ön tarafından başlanmalıdır.



123....Mahmûd b. Halid ile Hişam b. Hâlid aynı manayı rivayetle dediler ki (Bu
hadisi) "el-Velid bize bu senetle (ve şu şekilde) rivayet etti ve Resûlüllah kulaklarının
içini ve dışım maketti." Hişâm ise, {bu rivayete) "Parmaklarını kulak deliklerine

r5531 T5541

soktu" cümlesini de ekledi.
Açıklama

el-Mikdâm b. Ma'dîkerîb'in rivayet ettiği "Ben Resûlüllah abdest) alırken gördüm,
kulaklarının içini ve dışını

mesnetti" hadisine ilâve olarak Hişam "Parmaklarını kulaklarının deliklerine soktu"
cümlesini de rivayet etmiştir.

Bilindiği gibi "Parmaklar"dan maksat, parmak uçlarıdır ki, parmağın bütünü
söylenmiş, mecazen ucu kastedilmiştir. Ebû Davud'un bazı nüshalarında, "İki
parmağını kulak deliklerine soktu" tâbiri kullanılmıştır ki, bu iki parmaktan maksat
şehâdet parmaklarıdır.

124....Ebu'l-Ezher, el-Muğîre b. Ferve ile Yerfd b. Ebî Mâli demişlerdir ki: "Muâviye
r5551

Müslümanlara göstermek için Resûlüllah (s.a.)'m abdest alışını gördüğü gibi
abdest aldı. Başına sıra gelince bir avuç su alıp o suyu sol eline aktardı ve başının
ortasına döktü, Nihayet sular damlamaya başladı veya neredeyse damlayacak hâle
geldi, Daha sonra başını önce ön tarafından arkaya, sonra da arka tarafından öne doğru
r5561

meshetti"

Bazı Hükümler

1. Abdest esnasında suyu sağ elden sol ele aktarmak câizdir

2. Başın her tarafını kaplayacak şekilde mesh edilmesi matluptur. Ve abdestin
kemalindendir.

3. Meshten maksat, ıslak etin baş üzerinde gezdirilmesidir. Su dökerek veya başı
çeşmeye tutarak yıkamak mesh yerine geçer. Anlaşıldığına göre, Hz. Muâviye her
ikisini birden uygulamıştır.

125.. ..(Bir evvelki) senetle (gelen) bir rivayete göre: el-Velîd, dedi ki;' 'Hz. Muâviye
(abdest organlarını) üçer üçer (yıkayarak) abdest aldı, sonra ayaklarını yıkadı. "(Fakat)

[5571

kaç kere yıkadığını belirtilmemiştir
Açıklama

Bu hadis-i şerif, bir evvelki hadîsin senedini teşkil eden Abdullah b. el-Alâ'dan Hz.
Muâviye'ye kadar uzanan rivayet zincirine dayanmaktadır. Buna göre Hz. Muâviye
Rasûlullah'm abdest alışını öğretmek gayesiyle halka uygulamalı olarak göstermiştir.
Bütün abdest uzuvlarım üçer kerre yıkamıştır. Ancak, el-Velîd'in bu rivayetinde Hz.



Muâviye'nin ayaklarım kaçar kerre yıkadığı yer almamaktadır. Fakat buna bakarak
Rasûlullah (s.a.)'m ayaklarım yıkarken belli bir sayı gözetmediğini, mühim olan
ayakların yıkanması olduğunu söylemek doğru değildir. Çünkü, Rasû-lü Ekrem
(s.a.)'in ayaklarını da üçer kerre yıkadığına dâir pek çok sahih rivayet vardır. Ulemâ
ayakların da üç kerre yıkanacağı görüşünü tercih etmiştir. Nitekim 97 numaralı hadisin
şerhinde açıklamıştık.

T5581

I26....er-Rubeyyi' binti Muavviz b. Afra şöyle demiştir; "Rasû-luilah (s. a.)

(zaman zaman) bize gelirdi." (Abdullah b, Muhammed der ki:) er-Rubeyyi' Rasûlullah
(s.a.)'m ona; "bana abdest suyunu döker misin?" dediğini bildirdi. Sonra da Rubeyyi
Rasûlullah'm nasıl abdest aldığını anlattı ve şöyle dedi: "Ellerini ve yüzünü flçer defa
yıkadı, ağzına ve burnuna birer kare su verdi. Üçer kerre de elleriyle beraber kollarını
yıkadı, (birincisinde) arkadan Öne, ikincisinde önden arkaya olmak üzere başım iki
kere mesh etti. Hem içi hem de dışı olmak üzere kulaklarını mesnetti. Ve (nihayet)
ayaklarım üçer kerre yıkadı."

Ebû Dvûd dedi ki: Bu, Müsedded'in rivayet ettiği hadîsin manâsıdır, (lafızları değil).
[5591 [5601

Açıklama

Bu hadfs-i şerifte ellerin ve yüzün üçer kerre yıkandığı halde ağız ve burnun birer
kerre ve yüzden sonra yıkandığı zikredilmektedir ki: 121 nolu hadiste geçtiği üzere bu
caizdir, er-Rubeyyi' bu rivayetinde Rasûlullah (s.a.)'m başını iki kerre meshettiğinden
söz etmektedir. Anlaşılan şu ki, Rubeyyf elini başının Ön tarafından arka tarafına
doğru çekişini ayrı bir mesh, arkadan öne doğru çekişini de ayrı bir mesh saymıştır.
Oysa aslında bu hareketlerin ikisi birden bir mesh sayılır. Bu hadîs-i şerifte dikkati
çeken diğer bir husus ta başın arkadan öne doğru meshedilmesidir. Aslında bu mesh
ediş tarzı, meshin başın ön tarafından başlanarak arkaya doğru yapılacağım ifâde eden
sahih hadislere ters düşmektedir.

Bazıları bu hadîse bakarak, bazan meshin bu şekilde arkadan öne doğru yapılmasının
caiz olduğunu bu hadîs-i şerifin bu cevazı bildirmek için geldiğini söylemişlerdir.
Hafız Süyûtî ise: "Bu hadîs-i şerif, "baş arkadan öne doğru meshedilir" diyenlerin
delilidir" demiştir.

İbn Arâbî ise bu görüşü reddederek: "Bu iddia râvîlerden birinin "muahhar" ve
"mukaddem" kelimelerine elini başın arka tarafından Önüne, sonra da ön taralından
arka tarafına doğru çekerek meshetti diye yanlış manâ vermesinden ileri gelmiştir"
demiştir. Doğrusu ise, "elini önce başının Ön tarafına koyup arkaya doğru kaydırmış,
sonrada öne doğru kaydırarak başlangıç noktasına getirmiştir" şeklindedir. Cümhûr'u
ulemanın görüşü de budur.

Şevkânî ise, bu hadîsi açıklarken; "Rasûlullah (s.a.)'m bu fiili yapması böyle de
olabileceğini göstermek hikmetine mebnidir. Aslında Rasûlullah (s. a.) ekseriyetle
başını meshederken meshe başın ön tarafından başlamıştır. Rasûlullah'm devamlı

[5611

yaptığı işi örnek almak ise, daha faziletlidir" diyor.



Bazı Hükümler



1. Başı meshederken başın arka kısmından başlayarak öne doğru meshetmek caizdir.
Ancak bu meshe başın ön tarafından başlamak daha faziletlidir.

2. Bir büyüğün halkı evlerinde ziyaret ederek aralarına karışmak suretiyle onlara karşı
mütevâzi davranması ve gönüllerini kazanması lâzımdır.

3. Dîni konularda gerekli olan bilgileri öğretmek için başkasından yardım istenebilir.

4. Mazmaza ve istinşak yüzü yıkadıktan sonra da yapılabilir.

5. Mazmaza ve istinşak'm birer defa yapılması da caizdir.

127....İshâk b. İsmail, Süfyan vâsıtası ile îbn Akü'den şu (bir evvelki) hadîs-i rivayet
etmiştir. Ancak Süfyan (bir evvelki) Bişr hadîsin bazı manâlarını değiştirmiştir.
Süfyan bu rivayetinde: "Ve Rasûlullah (s. a.) Üç kerre ağzına ve burnuna su verdi."
f5621 f5631

demiştir.
Açıklama

Mevzumuzu teşkil eden Süfyan ilm Uyeyne hadîsi ile bir önceki Bişr b. el-Mufaddal
hadîsi, manâ itibariyle birbirlerinin aynısı iseler de Süfyan, "Resulü Ekrem (s.a.)
ağzına ve burnuna üç kerre su verdi" demek suretiyle bir Önceki Bişr hadisinden farklı
bir ifâde kullanmış ve aralarında bir farklılık meydana gelmiştir. Zira Bişr'in
rivayetinde Rasûlü Ekrem'in ağzına ve burnuna birer kerre su verdiği ifadesi vardı. Bir
önceki hadisin şerhinde açıkladığımız gibi ulema her iki rivayetle de amel etmenin
caiz olduğu görüşündedir.

I28....er-Rubeyyi' bint Muavviz b. Afrâ'dan rivayet edildiğine göre, Rasûlüllah (s.a.)
er-Rubeyy'in yanında abdest almış A aşmı bütünüyle saçlarının en Üst kısmından
itibaren saçlarının dökülüp nihayet bulduğu yere kadar her tarafını saçının şeklini

f5641 f5651

bozup dağıtmadan meshetmiştir.
Açıklama

Rasulu Ekrem (s.a.) efendimiz zevcelerinin veya zevcelerinden birinin de bulunduğu
bir yerde er-Rubeyyf (r.anha) hazretlerinin yanında abdest almış ve başının her tarafını
kaplarcasma meshetmiştir.

Metinde geçen kelimesine farklı manâlar verildiğinden bu mevzuda ortaya farklı izah
tarzları çıkar. Şah Veliyy-üd-din el-Irâkî bu kelimenin, "Bir tutam saç, başın dört
yanından herhangi birisi ve başın tepe noktası" manalarına geldiğini söylüyor, et-
Tevessut isimli eserde ise, şöyle deniliyor. "Bu kelime ile başın orta noktası
kastedilmiştir. Eğer bu kelimeyle saçların döküldüğü, başın aşağı kısımları
kastedildiği kabul edilirse, o zaman aşağıdan yukarı doğru eller çekilirken saçların
bozulması gerekeceğini unutmamak lâzım gelir. Halbuki hadîs-i şerifin son tarafında
meshten sonra saçların meshedilmeden evvelki halinin hiç bozulmadığı ifade
ediliyor."

Buna göre Rasûlü Ekrem (s.a.)'in iki eliyle tepe noktasından itibaren öne, arkaya, sağa



ve sola olmak üzere dört tarafa doğru başının tümünü mes-hetmiş olması gerekir.
Muhammed Şemsülhak el-Azîmâbâdî ise Avn-ül-Ma'bûd adlı şerhinde "Karnüsşa'r,
hayvanlarda bulunan boynuzdur. İnsanlarda İse, hayvan başına nisbetle boynuz
yerinde bulunan yerdir. Nitekim Kâmus'ta da böyle denilmektedir" diyor.
Buna göre, bu kelimeyle kastedilen başın ön tarafıdır. Rasûlü Ekrem (s. a.) başımn Ön
tarafından başlayarak dört tarafını da kaplayacak şekilde meshetmiştir. Bu mesh, başın
arka tarafından saçların döküldüğü yere kadar devam etmiştir. Eğer meshi Rasûlullah
önden arkaya doğru yahutta tepeden her hangi bir tarafa veya soldan sağa veya sağdan
sola doğru yapmış olsaydı, saçlarının şekli bozulurdu. Halbuki hadîs-i şerifin
devamında saçların meshten evvelki şeklinin bozulmadığı ifâde ediliyor. Bu ifâdeden
saçların arkaya doğru tarandığının kabul edildiği anlaşılıyor.

Bu mevzuda Şevkânî de şunları söylemektedir: "Kişi önce başının ön tarafını ve sonra
da arka tarafını ayrı ayrı mesheder ve bu iki mesh bir mesh sayılır. Eğer bir defada
hem önü hem de arkayı meshederse, o zaman saçların şekli bozulur."
Ahmed b. HanbeFe kadın veya kadın gibi uzun saçlı erkeğin başını nasıl meshedeceği
sorulmuş. O'da: "İsterse er-Rubeyyi'den rivayet edildiği gibi mesheder" demiş ve er-
Rubeyyi' hadîsim zikretmiştir. Sonra da işte şöyle diyerek elini tepesine koyup, evvela
başının ön tarafına doğru çekmiş, sonra kaldırıp tekrar tepesine koyarak bu defa
başının gerisine doğru götürmüştür.

Bu ifâdelerden de saçların dört tarafa tabiî haliyle dökülüp sarktığı kabul edildiği
anlaşılıyor. Saçların dökülüp nihayet bulduğu yere kadar meshetmekten maksat,
saçların dört tarafa döküldükleri yere kadar meshetmektir. Bu hadîsin râvîsi Abdullah
b. Âkîl'dir. Muhaddisler tarafından rivayetinin kabulü, tartışmalı olan bir kişidir. Her
ne kadar bu hadisin ravisi tenkid edilmişse'de, Ibn Reslan'm dediği gibi bu hadiste tarif
edilen mesh tarzının uzun saçlılara mahsus özel bir mesh şekli olması da mümkündür.
Demek oluyor ki: başı kaplarcasma her defasında tepeden başlamak üzere saçın
tümünü meshetmek caizdir.

129.... Abdullah b. Muhammed b. Akü, er-Rubeyyi' bint Muav-viz b. Afrâ'mn şöyle
dediğini rivayet etmiştir: "Rasûlullah (s.a.)'ı abdest alırken gördüm. Başını ön ve arka

r5661

tarafını, gözle kulak arasında kalan kısmım ve kulaklarım birer kerre mesnetti.
[5671

Açıklama

Bu hadîs-i şerifte Resûlullah'm başını meshedişinin keyfîyyeti "başın Ön ve arka
tarafını mesnetti" şeklinde izah edilmiştir. el-Azîmâbâdî, Avn-ü'l-Ma'bûd isimli
şerhinde bu keümeleri açıklarken "Başının önünü ve arkasını kulakları ile beraber bir
defa meıhetti" demektedir.

önceki hadîsin izahında belirtildiği gibi başın önce Ön tarafını sonra da arka tarafını
veya önce ön tarafından arkaya, sonra da arka taraftan öne doğru meshetmek bir kerre
mesh sayılır. Binaenaleyh "başın önünü ve arkasını mesnetti" tabiri hadîs-i şerifteki
"bir kerte" ifâdesine aykırı değildir.

İmam Şâ'rânî'nin bazı seleften naklettiğine göre, "Rasûlullah (s. a.) elini önce tepesinin
Üzerine koyar ensesine kadar çekerek mesheder, sonra tekrar gerisin geriye ilk



başladığı yere kadar elini çekerek meshini tamamlardı. Bütün bunları elini başından
hiç kaldırmadan ve suyu yenilemeden yapardı. Binaenaleyh, "üç kerre mesnetti"
tabiriyle "bir kerre mesnetti" tabiri arasında hüküm bakımından bir fark yoktur."

T5681

Tafsilat için 1 06 ve 118 numarah hadis-i şeriflere de bakılabilir.
Bazı Hükümler

1. Gözle kulak arasında kalan kısmı (yan tarafı) ve kulağı başla beraber bir çırpıda
mesh etmek ca'izdir.

2. Kulakların meshi başın meshinde kullanılan su ile yapılır.

[5691

3. Başın önü, arkası ve yanları için yapılan meshler, bir mesh sayılır.

I30....er-Rubeyyi'den rivayet edildiğine göre: "Rasulullah (s. a,) elinde arta kalan

£5701

(ıslak) suyla başını meshetmiştir."
Bazı Hükümler

Bu hadîs-i şeriften anlaşıldığına göre Rasulü Ekrem (s. a.) abdest almış ellerini ve
yüzünü yıkadıktan sonra elinde kalan ıslaklıkla da başını meshetmiştir. îbn Dâvud ise,
bu meshin yapılış tarzını şu ifadelerle anlatmıştır. "Ellerini başının arka tarafından ön
tarafına kadar çekmiş sonra da Ön tarafından ilk başladığı yere kadar gerisin geriye
çekerek götürmüştür." Bu görüş aynı zamanda başı meshetmek için suyu yenilemenin
vacip olmadığım kabul eden Hanefilerin görüşüdür. Nitekim, el-Münye şerhinde
Halebî şunları söylemektedir: "Eğer eüer yıkandıktan sonra arta kalan suyun
ıslaklığıyla başa meshedilecek olsa, bu mesh caizdir. Çünkü, bu su veya ıslaklık ma-i
müstamel değildir. Zira kullanılmış hale gelmesi için suyun dokunduğu organ
üzerinden akması ve o organdan ayrılması lâzımdır. Oysa bu ıslaklık elden
ayrılmamıştır."

Ulemanın büyük bir çoğunluğu ise, 120, numaradaki Abdullah b. Zeyd hadisini delil
getirerek başı meshetmek için yeniden su avuçlamanm vacib olduğu görüşündedir.
Aynı zamanda başın artık olmayan bir su ile meshedilmesi hususunda diğer abdest
organlarının her bîrinin müstakil yeni bir suyla yıkandıklarını esas alarak kıyas
yapmışlar ve üzerinde durduğumuz hadîs-i şerif hakkında şunları söylemişlerdir:
Binaenaleyh bu hadis-i şerif "elde kalan ıslaklıkla başı meshetmek caizdir" diyen
hanelilerin delilidir. Ancak bu hadisin râvisi tbn Akıl hakkında çeşitli söylentiler
vardır. O'nun hadîsleri, hadis hafızlarmca delil olarak kabul edilmemiştir. Ayrıca bu
hadîste ızdırap vardır. Çünkü bu hadis îbn Mâce'de "başını yeni bir su ile mesnetti"
şeklinde rivayet edilmiştir. Müslim, Mecmau'z-zevaid ve Azîzî'nin rivayetleri de
böyledir" Bize göre mevzûmuzu teşkil eden hadisin ifadesini cevaza, sözü geçen

L52U

hadislerdeki ifadeyi de istihbaba hamletmek en uygun te'vildir.

Nevevi merhum ise bu hadis hakkında şunları söylemiştir: "Burada elde kalan
ıslaklıktan maksat, Üçüncü yıkayıştaki sudan arta kalan ıslaklık olmak ihtimali
vardır." Şafii mezhebinde farz olan birinci yıkayışın dışında kalan nafile yıkayışlar



suyu müsta'mel yapmazlar. Binaenaleyh, bu Üçüncü yıkayışta elde kalan ıslaklık
kullanılmış hâle gelmemiştir. Bu mevzu ile ilgili açıklama 106. hadîsin izahında
geçmiştir.

I31....er-Rubeyyi' bint Muavviz b. Afrâ'nm rivayet ettiğine göre; "RasûIÜ Ekrem

[572] [5731

(s,a.) abdest almış iki (şehâdet) parmağını kulak deliklerine sokmuştur."
Açıklama

Metinde geçen kelimesinin başında atıf harfi bulunmasından "edhaie" kelimesinden
önce bir gizli kelime bulunduğu ve ( ) kelimesinin de bu gizli kelime üzerine
atfedildiği anlaşılıyor. Bu hadîs üzerinde açıklama yapan hadis alimlerinin tesbitîne
göre bu gizli kelimenin "başını mesnetti" anlamına gelen ( ) olması gerekiyor. Bu
tesbite göre mânâ şöyle oluyor: "Rasûlullah (s. a.) abdest aldı ve başını mesnetti. Sonra
sıra ile kulaklarına gelince iki parmağını kulak deliklerine soktu." iki parmaktan
maksat ise şehâdet parmaklarının uçlarıdır.

Mirkat'ta açıklandığı üzere RâfİÎ, bu konuda şunlan söylemektedir: "Abdest
organlarından sağ organların soldan önce yıkanması, el ve ayaklarda olduğu gibi
ikisini birden yıkamanın mümkün olmadığı organlardandır. Kulakların ise ikisini bir
anda meshetmek mümkün olduğundan sağ kulağı soldan önce meshetmek diğer çift
organlarda olduğu gibi müstehap değildir. Çünkü, bunların ikisini birden meshetmek

15741

kolayca mümkündür."

Netice olarak bu hadisten abdest alırken başı meshettikten sonra şehâdet parmaklarıyla
kulak deliklerinin meshedilmesi caiz olduğu anlaşılmaktadır.

Kulakları meshetmek konusunda ibn Abidîn şöyle diyor: "Kulaklardan maksat,
içleridir. Kulak içleri şehâdet parmaklarının içleriyle dışları da baş parmakların

£5751

dışlarıyla mesh edilir."

132....Talha b. Musarnfm babasından rivayetine göre, dedesi şöyle demiştir: "Ben
Rasûlü Ekrem' (s.a.)'i başını "kazfıl" denilen arka kısmına kadar bir kerre
meshederken gördüm." Müsedded dedi ki: "Ve basını ön kısmından ensesine kadar
mesnetti, öyle ki ellerini ta kulaklarının altından (çekip) çıkardı."
Ebû Dâvûd dedi ki: Müsedded demiştir ki; "Ben bunu Yahya ya anlattım da kabul
etmedi "

Ebû Dâvûd dedi ki: Ben Ahmed b. HanbeVU "İddiaya göre bu hadisi tbn Uyeyne de
kabul etmezmis ve-Talha babasından, (babası da) dedesinden (işitmiş) bu ne biçim

f5761 f5771

senet böyle-dermiş." derken işittim.
Açıklama

Bu hadîs-i şerife göre Talha b. Musarnf m dedesi Ka'b b. Amr, Rasûlullah (s.a.)M
başını ön tarafından tutup ense tarafında bulunan ve "kazâl" denilen yumru yere kadar
meshederken görmüştür. Metinde geçen "Kozftl kelimesi başın enseye (yani başın



arkaya düşen en alt kısmına) bitişik olan kısmıdır" anlamındaki cümle hadisin aslından
değildir. Ravîlerden birine aittir.

Mütercim Asım efendinin açıklamasına göre "kazfil" başm arka kısmında bulunan
yumru kısmidir. Bu durumda kazâl' m aşağı kısmı da "kafâ"dır.
Ahmed b. Hanberin Müsnedi'nde bu hadis, "başm arkasını ve onu ta-kibeden boynun
ense kısmım mesnetti" şeklinde rivayet edilmektedir.

Tahâvî'ni Şerhu mean-i'I-Asar' mda ise, "Başının ön tarafım ense kısmına kadar
mesnetti" diye rivayet edilmiştir.

Müsedded ise bir rivayetinde: "Basım ön taraftan başlayarak arka tarafına kadar
mesnetti. Meshederken ellerini ta kulaklarının altım kadar götürdü ve kulaklarının
altında çekip çıkardı" demiştir. Burada kulaklarının altından maksat, kulakların dış
tarafıdır. Buna göre başla beraber kulakların dış tarafının da meshedildiği ifâde
ediliyor. Müsedded'in bu rivayetinden boynun meshedilmediği anlaşılıyor.
Boynun meshedilmesi mevzuunda ulemânın görüşleri çeşitlidir:

a. Hanefüerle, Beğavî, bazı Şafiî âlimler, el-Hâdî, el-Kasım, İmam Ahmed, el-
Müeyyedbillah ve el-Mansûrbillah başı mcshten sonra boynun meshedilmesinin
raüstehab olduğu görüşündedirler. Bu mevzuda ilerde gelecek olan hadîs-i şerifleri
delil getirmişlerdir.

b. Ulemânın ekseriyyetine göre ise, müstehab değildir. Onlara göre bu mevzuda
boynun meshedileceğinc dâir rivayet edilen hadisler sahih ve hasen derecesine
erişmemiştir.

Boynu meshetmenin, âhiret gününde boyunlara takılacak olan bukağılardan sahibinin
emin kılacağına dâir rivayet edilen hadîs hakkında ise İbnu's-Salâh zayıf demiştir.
Bunun İslâm âlimlerinden birinin sözü olması lâzım geldiği hükmüne varmıştır.
Merhum Nevevî ise, "bu söz bir hadîs-i şerif değil, bilakis Peygamber adına söylenmiş
uydurma bir sözdür. Bu işi yapmak ise, sünnet değil bilakis bir bidattir" demiş ve
"boynu meshetmek müstehaptır" diyen İmam Be-ğavfyi tenkid etmiş, bu görüşün bir
dayanağı olmadığına dâir İbnür-Rifâ'dan nakilde bulunmuştur. Merhum Nevevî
sözlerine şöyle devam etmiştir: "Öyle zannediyorum ki, el-Beğavî'nin bu mevzuda
yegâne dayanağı Ahmed îbn Hanbel'in "Başının arkasını ve boynunun ensesesini
mesnetti." şeklindeki hadîsidir. Bu hadîs ise zayıfdır. Zira râvîleri arasında Leys
vardır." Mevzü-muzu teşkil eden hadisi şerifle ilgili olarak Şevkanî Neylul-evtâr isimli
eserinde şunları söylemektedir: "Bu hadîsi îbn Seyyidinnas Tirmizî Şerhi'nde
Beyhakî'ye nisbet ederek; Beyhakî bu rivayetinde boynun meshedilmesine dâir güzel
bir ilâveyi denakletmiştir" diyor .Bu büyük hafız (yani îbn Seyyidinnas) boynun
meshedilmesi hakkında güzel tabirini kullanıyor.

"Makdisî de; Leys hakkında çeşitli söylentilerin bulunduğunu söylemiş ancak, bu
söylentilerin değeri olmadığını hatta Müslim gibi titiz hadîs âlimlerinin Leysl den
rivayette bulunduklarım ifâde etmiştir."

"Netice olarak îmam NevevTye göre: Boynu meshetmek sünnet değil bid'attır.
Kıyamet gününde boyuna yapılan meshin cehenneme sürüklemek için boyuna
takılacak olan bukağılardan koruyacağına dâir Ebû Ubeyd'in Kitab-ut Tuhür da Musa
b. Talha kanalıyla rivayet ettiği hadisin aslı yoktur. Hafız İbn Hacer ise; bu merfu
hükmünde mevkuf bir hadîsdir. Zira bu gibi sözleri insan kendi re'yiyle söyleyemez,
demektedir."

Ebû Nuaym, tsbehânTarihi'nde: İbn Ömer (r.a.)'in her abdestten sonra boynunu
meshedip: "Rasûlullah (s. a.); kim boynunu abdestten sonra meshederse kıyamet



gününde boynana bukağı takılmıyacaktır; derdi" dediğini nakletmektedir. Lakin bu
rivayetin senedinde bulunan Muhammed b. Amr, zaiftir. Keza aym haberi İbn Fâris de
nakletmiş ve "İnşallah bu bir hadîsdir" demiştir.

Yine Neylu'l-evtâr'da Muhammed b. el-Hanefîyye vasıtasıyla Ali (r.a.) den nakledilen
uzun bir hadîste Cenab-ı Peygamberin abdestten sonra boynunu meshederek Hz.
Ali'(r.a.)e; "Sen de böyle yap" dediği rivayet edilmektedir. Bütün bu nakillerden sonra
Şafii âlimlerinden Nevevî merhumun boynu meshetmenin bidat ve bu mevzuda
rivayet edilen hadîsin uydurma olduğuna ilişkin sözlerini bazı âlimler bir cür'et olarak
vasıflandırmışlardır. Bundan daha garibi "Şafii âlimleri ve tmam Şafii boynun
meshedileceğine dâir bir şey söylememiştir" demesidir. Halbuki Şafii âlimlerinden
Ruyânî "el-Bahr" isimli eserinde "Bize göre sünnettir" demiştir.
Menhel sahibi Mahmud Muhammed Hattab-el-Sübkî ise, üzerinde durduğumuz
hadîsin izahına dair bu açıklamaları da verdikten sonra, boynu meshetmekle ilgili
haberin bir delil niteliği taşımadığım söylemektedir. İbn Kayyım de Zad-ül-meâd
isimli eserinde boynun meshedilmesiyle ilgili olarak Rasûlullah'dan (s. a.) kesinlikle
sahih bir hadîs bulunmadığını savunur. Başın tüm olarak meshedilmesi ise Hanbelî ve
Malikîlere göre farz, Hanefî ve Şâfiîlere göre sünnettir. Ancak, başı meshin farz olan
miktarı Şâfiîlere göre bir kıl, Hanefilere göre ise başın dörtte biridir.
İmam Şa'rânî, boynun meshedilmesiyle ilgili olarak, şöyle diyor: "Boynu meshetmek
İmam-ı Ebü Hanife, îmam Ahmed ve Şafiîlerin bazısına göre müstehab ise de imâm-ı
şafiî ile imam-ı mâlik'e göre müstehab değildir."

İmam-ı Ahmed'in bu hadisin senedini tenkid etmesi, ravilerin meşhur olan künye veya
isimlerinin verilmeyip meşhur olmayan künyelerinin verilmiş olmasındandır. Bu gibi
künyelerin verilmesi genellikle itimad edilmeyen ravilerin kimliklerini saklayarak
kusurlarının anlaşılmasını önlemek gayretinden doğar ki bu tedlîs şekillerinden biridir.

[578]

Bazı Hükümler

1. Kulakların dışlarının da başla beraber meshedümesi sünnettir.

2. Başın bütünüyle meshedilmesi müstehabdır.

133....Saîd b. Cübeyr'in rivayet ettiğine göre: İbn Abbâs (r.a.), RasûluÜah (s.a.)'in
abdest alışını görmüş ve (Rasûlullah (s. a.) bütün abdest organlarını) üçer kerre

r5791 r5801

yıkadığını kulaklarıyla başını da birer kerre meshettiğini" haber vermiştir.
Açıklama

Bu hadîsten anlaşıldığına göre Rasûlullah (s. a.) yıkanan abdest ojganianm üçer üçer
yıkarken mesh edilen organları da birer kerre meshetmiştir. Ancak, bu yıkama ve
mesh fiillerinin uygulanış tarzları 106. hadîs-i şerifte ve kısmentje onu takîb eden
hadîs-i şeriflerde açıklanmıştır.



[5811

134.. ..Ebu Ümâme (r.a.) Rasûlullah (s.a.)'in abdest alışını naklederken şunları
söylemiştir: "Rasûlullah (s. a.) göz pınarlarını meshcderdi" ve devamla "kulaklar

1582]

baştandır" buyurdu."

Süleyman îbn Harb ("kulaklar baştandır" cümlesinin) Ebû Uma-me'nin kendi sözü
olduğunu (yani hadis olmadığım) söylemşitir. Ku~ teybe'de Hammad'm kulaklarla
ilgili bu söz hakkında "Bu sözün Hz. Peygambere mi, yoksa Ebû Umâmg'ye m> ait
olduğunu bilmiyorum" dediğini nakletmiştir. Süleyman İbn Harb ile Müsedded bu
hadîs-i Sinan b. Rabîa'dan rivayet ettiklerini söylerlerken (Ebû Davud'un diğer şeyhi)
Kuteybe (bu hadisi) Sinan Ebû Rabîa'nm rivayet ettiğini söylemiştir. (Aslında bu iki
isimden biri aynı kişinin ismi diğeri de kün-yesidir. Bu noktayı açıklamak için) Ebû
Dâvûd (şöyle) diyor. "O (yani Sinan) Rabîanm oğludur. Künyesi de Ebû Rabîadır.

r5831

(Yani bu iki isimle kasdedilen şahıs aynı kişidir.)
Açıklama

Allâme Hattabî bu hadîs-i şerifin şerhinde şunları söylemiştir: ( ) gözün bufun
tarafındaki ucudur. Bu kelime şu

üç şekilde okunabilir. 1) Mâkun 2) Me'kun 3) Mükun. "el-mâk" kelimesinin çoğulu
"el-âmâk" gelirken "mûk" kelimesinin çoğulu da "el-emâkî" gelir.
Hadîs-i şerifte geçen "kulaklar baştandır" ifâdesinden maksat kulakların yüzden
olmamasıdır. Zühri'nin görüşü de budur, Şa'bî'ye göre ise bu sözle kulakların sadece iç
taraflarının baştan olmadığı ifade edilmek istenmiştir. Dış tarafları bu hükme dâhil
olmadığından bu kısımlar baştandır.

Fıkıh âlimlerinden bazılarına göre ise, kulaklar baştandır. Bu görüşte olan fıkıh
âlimleri şunlardır, lbnü'l Müseyyeb, Atâ, el-Hasen, İbn Şîrîn, Sa'îd b. Cübeyr, en-
Nehâî, es-Sevrî ve rey taraftarları. Delilleri ise mevzumuzu teşkil eden hadis-i şeriftir.
Bu hadis ayrıca İbn Mace, tbn Huzeyme, İbn Hıb-bân ve Hakîm'de rivayet etmişlerdir.
Nesâî, bu hadisi takviye eden hadisleri içine alan özel bir bab açmıştır. Ayrıca Aliyy-
ül-kârf Mirkat isimli eserinde bu hadisin sıhhatini isbat etmiştir. [Birgivi şerh-ul-
ehâdis el-erbâm-75] İmam Malik ile İmam Ahmed ve Şafiî'ye göre ise kulakların
hükmü dış görünüşlerine tabidir. Yani ne yüz tarafına doğru eğiktir ne de başa doğru
dönüktür. İkisiyle de alâkası yoktur. Binaenaleyh ne yüzdendir ne de baştandır. Ancak
îmam-ı Şafiî'nin dışında kalanlar bu hadisi te'vil ederek İmam-ı Şafiî'nin görüşünden
farklı şu iki neticeye ulaşmışlardır.

1. Kulaklar başa tabî olduğu için başla beraber meshedilirler.

2. Kulaklar baş gibi meshedilirler, yüz gibi yıkanmazlar. Hadisteki kulakların başa
olan izafesi teşbih izafetidir, tahkik izafeti değildir. Yani kulaklar hüküm bakımından
başa benzerler, onlar gibi meshedilirler, demektir. Yoksa gerçekten "baştandır"
anlamına değildir. "Bir kavmin azatlı kölesi onlardandır." sözü gibi ki; o azatlı köle,
hakikaten neseb (soy) itibariyle o kavimdendir anlamında değildir. Ancak,
yardımlaşma ve diğer akrabalık hükümleri bakımından o kavmin bir ferdi gibidir,
demektir.

Bu hadîs-i şerifin ifâde ettiği manâ, kulakların yıkanma hükmünde yüze dahil
olmadığıdır. Gerçekten insan kulakların yaradılışına bakacak olursa yüzle aralarında



bazı benzerlikler görür ve kulakların da yüz gibi yıkanacağım zannedebilir. Çünkü,
kulaklar da yüz gibi kılsızdır ve duyu organlarının en mühimlerindendir. Duyu
organlarının çoğu da yüzdedir. Bu sebeple kulağın da yüzden olabileceği hükmüne
varabilir. Bu hadîs-i şerif işte bu yanılmayı önlemektedir.

Hanefi mezhebine göre, kulaklar başla birlikte ellerde kalan ıslaklıkla meshedilirler.
Delilleri ise 130 numaralı hadis-i şeriftir.

imam Mâlik ve Ahmed'e göre; kulaklar başla beraber meshedilirler. Ancak, kulaklar
için baştan arta kalan eldeki ıslaklık kâfi gelmez yeniden ele su almak lâzım gelir. 130
numaralı hadisin şerhinde de bunu açıklamıştık.

İbn Kayyim ise, Rasûlullah (s.a.)m kulakları m es hederken baştan ayrı bir su alıp onu
kullandığı görülmemiştir demektedir.

Müellif Ebû Dâvûd verdiği ek bilgilerde "kulaklar baştandır" hadîs-i şerifinin mevkuf
hadîs olup, merfû' olmadığı hakkındaki mütâlâalarım naklederken konumuz olan
hadîs'in râvîlerinden Sinan'ın künyesine âit görüşlerini de açıklamış ve sonuçta Sinan

15841

Ebi Rabia ile Sinan b. Rabîa'nm aynı kişi olduğunu belirtmiştir.
Bazı Hükümler

T5851

1. Yüzü yıkarken söz pınarlarının ovulması sünnettir.

r5861

2. Kulaklar başla birlikte mesh edilir.



Bu sOz, el-Hatîb el-Bağdâdî'nin talebesinden birine, muhtemelen İbrahim b. Muhammed b. Mansûr el-Kerhî (537/1 142}'ve aittir.

121

Bundan sonra Sünen'in metni K. Tahâre ile başlayıp devam eder.

LU

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 5.

LU

Bkz. 4840 numaralı hadis.

L51

Bkz. 4841 numaralı hadis.

[61

Subkî, el-Menhel, 1,21.

[21

Dârimî, vudu 2; Ahmed b- Hanbel, V, 342-344.

[81

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 7-8.

[21

es-Şuara (26). 88-89.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 8.

noı

Buhârî, Tcerid Tercemest, 47S. nolu hadis.



el En'am (6), 12.

£121

el-'Al'ak (96), 1.

r i3i

el-Müddessrr (74), 4.

1141

el-Bakara (2), 222.

[151

Tecrid Tercemesi, 484. nolu hadis.



[16]

el-A'raf(7), 31.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 8-9.

rnı

Bkz. Buhârî lûbe 35; mezâlim 24, 28; akîka 2; birr 38; Müslim, İman 58; Ebu Davud, edeb 160; zekât 42; Tirmizî iman 6 Nesâî, iman 16; İbn
Mâce, mukaddime 9; edeb 7, 9; Ahmed b. Hanbel, II, 379, 445; V, 17.
T181

S. Gülle Gazalİ'den Vaazler, s. 46-47.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 9-10.

ri9i

el-Mugîre b. Şu be b. Ebî Amir b. Mes'Ud, Ebû Muhammed yahut Ebû Abdullah es-Sakafî. Hendek Savaşı yılında müslüman oldu. Hudeybiye
anlaşmasında bulundu. İlk İştirak ettiği gaza Hudeybiyedir. Kendisi Arabm dâhilerindendir. Yemâme vakasında ve Şam fütuhatında bulunmuştur.
Istâmda ilk defa gelir ve giderleri muhtevi bir kitap tanzim ederek bütün hesaplan oraya kaydeden, yani İslâm'da ilk divan kuran zat odur. (Bkz. lbnu'l-
Esîr, Usdu'l-Gâbe, V, 248). Hz. Peygamberden 136 hadis rivayet etmiştir. Bunlardan dokuzunu Buharı ile Müslim ittifakla rivayet etmişlerdir. Ayrıca
birini Müslim'den ayrı olarak Buharî, ikisini de Buharî'den ayrı olarak Müslim rivayet etmiştir. (Bkz. Ayni, el-Bİnftye, 1,114). Mugîre, hicretin 50.
senesinde Küfe civarındaki tâûn salgınında yetmiş yaşında iken vefat etti. (Bilgi için bk. İbn Sa'd, Tabakât, IV, 284; VI, 20; İbn Ebî Hatim, el-Cerh
ve't-U'dîl, VIII, 224; Hatib, Târibul Bagdad, I, 191; tbnu'l-Esîr, Üsdu'l-tftbe, IV, 406; Zehebî, A'lİmu'n-niıbelfi, III, 21-32; İbn Hacer, el-tsâbe, III, 452-
453; Tehzîba't-Tehzib, X, 262; îbnu'l-tmâd, Şezerâta'z-zeheb, I, 56; Ensarî Asr-i Sudet, II, 401-408 (Şâmil Yayım)).
[2PJ

Tîrimizi, taharet 16; Nesâî, tahare 15; İbn Mâce* tahare 22; Ahmed b. Hanbel, IV, 248.

HU

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/12.

[221

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/12-13.

[231

Câbİr b. AbdUlab b. Amr b. Haram. Medincli meşhur sahâbî. 1540 hadis rivayet ererek müksirûn arasında yer almıştır. Akabe Matlarında
bulunanlardan en son vefat eden kişidir. 58 hadisini Buhar! ve Müslim müştereken, 26 hadisini sadece Buhârî, 126 hadisini de sadece Müslim rivayet
etmiştir. Kütüb-i sitte müellifleri kendisinden hadis rivayet etmişlerdir. 19 savaşta hazır bulunmuş ve h. 73'de 94 yaşında iken vefat etmiştir. Cenaze
namazını Medine valisi Ebân b. Osman kıldırmıştır. (Geniş bilgi için bkz. Buhârî, et-târthu'1-ktblr, II, 207; İbnu'l-Kayserânî, d-Cem'u beyne rkaU's-
Sahİtıityn, 1,72; İbnu'l Esîr, Üsda'Hmbe, 1,256; ZehSbî, Tezkiretu'l-huffâz, 1,40; A'lâmu'n-nubeW, III, 189-194; İbn Hacer, el-tsflbe, I, 213; Tehzfba't-
Tehzfb, II, 42; lbnu'1-tmâd, Şezeratu'z-zeheb, I, 84; Asr-ı saadet, III, 345-359 (Şamil yayınları)).
[241

İbn Mâce, tahâre 22; Dârimî, tahâre 4.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/12-13.
[251

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/13.

[261

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/13.

[221

Ebu't-Teyyah: Asıl adı Yezîd b. Humeyd'dir. Hadiste sika kabul edilen Hicretin 128 veya 130. yılında vefat etmiştir. (Tehrîbü't-Tehzîb, II» 320).

[281

Abdullah b. Abbâs: Bahra'l-Ümme ve Hıbrii'1-Ümme (bu ümmetin deryası ve en büyük âtimi) unvanlarını almıştır .Resulüllah'in amcasının
oğludur. Hicretten Üç sene önce doğmuştur, tüm sahasında çok büyük mercidir. Resul-İ Ekrem (s. a.) O'nün dinde fakih olması için dua etmiş, bu
duanın bereketiyle müslümanların tefsir ve hadiste en ilen gelen büyüklerinden olmuştur. Rivayet ettiği hadislerin sayısı 1660 kadardır. Bunlardan
75 'im Buhar? ve Müslim sahihlerine almışlardır. 120'sini sadece Buharı, 19'unu da sadece Müslim rivayet etmiştir, ömrünün sonlarına doğru gözlerini
kaybetmiş. H. 68 yılında Tâifte ir-tihal etmiştir. Allah ondan razı olsun. Amin. [Geniş bilgi için bkz. İbn Sa'd, Tabakât, II, 365 Buhârî, et-Tarîhu'l-
keblr, V, 3; ibn Ebi Hatim, e!-Cerh ve't-ta'idtl, V, 116; ebû Nuayım, Hilyeta'l-evllyft, I, 314; Hatib, Tarihu Bagdâd, 1,173; İbnu'l-Kayserânî, el-Ceml
beyne ricâli's-Sahîhayn 1, 239; tbnu'l-Esîr, Usdu'l-gfıbe, III, 290; Zehebî TezkiretuT-huffâz, I, 37; A'lârau'-nubelâ, III, 331-359 tbn Hacer, d-isâbe, II,
330; TehzibıTl-Tehzîb,V, 276; Ansârî Asr-ı Saadet, II, 75-103].
[29]

Ebû Mûsa: Asıl adı Abdullah b. Kays'dır. Ebû Musa'l-Eş'ârî künyesiyle tanınır. Mekke devrinde müslüman olmuş ve Habeşistan'a hicret etmiştir.
Resulüllah devrinde bazı valiliklerde bulunmuştur. Hz. Ömer onu H. 20 tarihinde Basra'ya vali tayin ettCHz. Osman kendisini bu vazifeden azledince
Kûfe'ye taşınarak oraya yerleşti. Sıffîn vak'asında Hz. Ali'nin hakemi idi. Daha sonra Mekke'ye giderek ömrünün sonuna kadar orada kaldı. Vefat tarihi
olarak H. 50 yılım gösterenler olduğu gibi, başka tarihler veren de vardır. 360 hadis rivayet etmiş, bunlardan 50'sini hem Buhârî neni de Müslim
Sahihlerinde rivayet etmişlerdir. 4'ünü sadece Buhârî, 25'ini de sadece Müslim rivayet etmiştir. Allah kendisinden razı olsun. Amin. (Geniş bilgi için
bkz. tbn Sa'd, Tabakât, II, 344-345; IV, 105;VI, 16; İbn Ebi Hatim, el-Cerh ve't-ia'du, V, 138; tbnu'l-Esir, Üsdu'l-gfıbe, III, 367; Zeheb! A'lamu'n-
nubela, II, 380-402; tbn Hacer, el-İsâbe VI, 194; Tehzibu't-Tehzîb, V, 249; Ansâıî, Asr-ı Saadet, II, 135-160).
[30]

Ahmed b. Hanbel IV, 396; ayrıca bkz. Tirmizî, tahâre 16.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/13-14.
[311

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/14-15.

[32]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/15.

[33]

Enes b. Mâlik: Neccâr oğullarından Ebû Hamze, "Hâdimu Resûlillah Hz. Peygamberin hizmetçisidir. Sahâbiler arasında Enes b. Nadr isimli birisi
de bulunduğu için Hz. Peygamber ona Ebû Hama künyesini vermişti. Annesi Ummu Suleym; babası, Mâlik b. Nadr'-dır. Allah Resulü, Enes b. Mâlik
için; "Ya Rabbi, malına, çocuklarına bereket ver, ömrünü uzat, günahım affet" diye dua etmişti. Bu dua bereketiyle olmalı ki, Enes'in pek çok evlâdı
olmuş, malında feyz ve bereket görülmüştür. Bir rivayete göre 103 sene yaşamıştır. Basra'da en son vefat eden sahabidir. Resul-i Ekrem (s.a.)'den 2186
hadis rivayet etmiştir. Hicretin 93. yılında ebedî âleme göçmüştür. Allah kendisinden razı olsun, âmin. (Geniş bilgi için bkz. İbn Sa'd, Tabaka!, VII, 17;
Buhârî, et-Tarİhu'l-kebİr, II, 27; İbn Ebî Hatim, el-Cera vet-ta'dîl, II, 286; lbnu'1-Esîr, Üsdu'Ug&be, I, 151; Zehebî, TezkirettH-huffaz, 1,42; A'ttmu'n-
nubelfı, III, 395-406; İbn Hacer, el-tsâbe, 1,71; Tehzibu't-Tehrfb, I, 376; Ansârî, Asr-ı Saadet, III, 187-209).
[341

Buhârî, vudÛ Müslim, tahâre 94; Nesâî: tahâre 19, Tirmizî, tahare 5, İbn Mâce, tahâre 9.

[35]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/15-16.



[361

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/16.

[371

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/16-17.

[381

Bkz. bir önceki hadisin kaynaklan.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/16-17.
[391

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/17-18.

[401

Zeyd b. Erkam: Tanınmış bir sahabidir. Buhârî'nin rivayetine göre Hz. Peygamber'in 19 gazasından 17'sinde hazır bulunmuştur. Mute Savaşında
yararlıklar göstermiş, Sıffin muharebesinde Hz. AH tarafında bulunmuştur. Sahabe ve tabiinden önemli kimseler kendisinden rivayetlerde
bulunmuşlardır. Resûlullah (s.a.)'dan 90 hadis rivayet etmiştir. Hicretin 67. veya 68. yılında Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur. Allah razı olsun, âmin.
(Geniş bilgi için bkz. İbn Sa'd, Tabakftt, VI, 18; İbn Ebî Hatim, el-Cerh ve't-ta'dîl, III, 554; İbnuM-Esîr, Üsdü'l-fcabe, II, 219; Zehebî, A'lamv'n-nııbela,
III, 165-168; tbn Hacer, el-İsfıbe, I, 560;Tehz!bu't-Tehrib, II, 394; tbnu'1-lmâd, Şezeratu'z-zeheb, 1, 74; Ansan, Asr-ı Saadet, III, 400-404.).
[411

ibn Mâce, tahâre 9; Ahmed b. Hanbel, IV, 369, 373
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/17-18.
[421

Hak Dini kur'an Di», VIII, 5383.

[43J

el-HedİyyetıTI-Alâiyye, s. 365.

[441

en~NahI (16), 72.

[45J

Benzen hadisler için bkz. 52S2 numaralı hadis.

[461

İbn Nüceym el-Eşbâh Ve'n-Nezair, s. 327-329.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 18-20.
[471

Selmfınü'1-Hayr: Selman-ül-Farisî isimleriyle tanınmış îran asıllı sahabidir. Henüz küçük yaşta mecusi babasının itikadına karşı çıkmış, mahsul
satmak üzere gittiği kasabada Hıristiyanların ibâdet ettiklerini görmüş, dinlerine merak sarmış, hakikati arama ve teslim olma arzusuna düşmüştü. Önce
Şam'a daha sonra Musul, Nusaybin ve Amuriyye'ye gitti. Burada bir rahibin gelecekte zuhur edecek Peygamberden bahsetmesi sebebiyle ona tâbi
olmak niyetiyle Medine'ye gitmek üzere yola düştü. Yolda kendisini köle diye sattılar. Medine'de, bahçe işleri ile uğraşırken Hz. Peygamber Hicret etti.
Hz. Peygamberin huzuruna çıkarak ayaklarına kapandı. Resul-i Ekrem (s. a.) bedelini vererek onu satın aldı ve azat etti. 30'u muttefekünaleyh olmak
üzere 60 kadar hadis rivayet etmiştir. Alim ve zahit bir kimseydi. Sahih rivayete nazaran 33. hicret yılında ölmüştür. Allah rahmet eylesin îran asıllı
olduğu için faziletlerine dâir Şia tarafından bir hayli hadis uydurulmuştur. (Geniş bilgi için bkz. İbn Sa'd, Tabak&t, IV, 54; İbn Ebî Hatim, el-Cerh ve't-
ta'dU, IV, 296-297; Ebû Nuaym, Hilyetu'l-evliyâ, I, 185-208; Hatîb, Târîbu Bagdad, I, 163-171; lbnu'1-Esîr, ÜsduT-gftbe II, 417; Zehebî, A'lflmu'n-
oubelâ, I, 505-558; İbn Hacer, el-fsfıbe IV, 223,-Tehzibul-TehzîD, IV, 137; lbnu'1-îmâd, Şezerfıtu'z-zeheb, I, 44; Ansârî, Asr-ı Saadet, II, 326-336).
[481

Soranlar müşriklerdir. Sırf müslümanlarla alay etmek için sormuşlardır. Müslim'in bir rivayetinde Selmân, "Kıtale kna'l-müşrikdn" sözleriyle
hadisi sevk etmiştir. Bu da A oran-ların müşrikler olduğuna delâlet eder. Hadisin bu rivayetinin Müslim'deki yeri için sonraki dip notuna bakınız.
[491

Buhârî, vudu 1,11, Müslim, tahâre 57, 59; Tirmizî, tahâre 6, 12; Nesâî, tahâre 36; İbn Mâce, tahâre 16, Dârîmî, vudü 6; Ahmed b. Hanbel V/439.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/21.
[501

el-Menhei, I, 39.

[511

İbn Mâce, tahâre 18.

[521

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 22-24.

[ŞU

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 24.

[541

İbn Mâce, tahâre 18; Ahmed b. Hanbel VI, 227.

[551

İbn Mâce, tahâre 17.

[561

İbn Mâce, tahâre 18.

1571

Davudoğlu Ahmed, İbn Abidin Terceme ve Şerhi I, 588.

[581

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 25-28.

[591

Ebû Hureyre: Hz. Peygamber'den en fazla hadis rivayet eden sahâbidir. Adı ve babasının adı üzerinde ihtilâf edilmiş ve ortaya otuz kadar rivayet
çıkmıştır. Nevevî'ye göre bunların en doğru olanı, Abdurrahmân b. Sahr'dır. Abdullah olması ihtimali de büyüktür. Hay-ber Vak'ası yılında müslüman
olmuş ve o vak'ada bulunmuştur. Câhilıyyet devrinde İsmi Abdu'l-kays idi. Kedilerim çok sevdiği için Allah Resulü tarafından "Ebû Hureyre" lâkabı
verilmiştir. Ashâb-i kiramın en fakirlerindendi. Kendisi ashab-ı suffe'den olup onlara başkanlık etmekte idi. Hz. Peygamber'den hiç ayrılmazdı.
Buhârî'nin rivayetine göre kendisinden 800'den fazla sahâbî ve tabiî hadis rivayet etmiştir. Ebû Hureyre'nin doğum tarihi bilinmiyorsa da, vefatı Hicrî
59. tarihindedir. 78yaşında Hakk'ın rahmetine kavuşmuş ve Medine'nin "el-Baki" namındaki meşhur kabristanına defnedilmıştir. Ebû Hureyre
hazretleri-Resul-i Ekrem (s.a.)'den 5374 hadis-i şerif rivayet etmiştir. Ashab-ı kiram İçerisinde bu kadar hadis rivayet eden bir başkası bulunmadığı gibi
bu miktara yaklaşan da olmamıştır. (Geniş bilgi için bkz. İbn Sa'd, Tabaka!, II, 362-364; IV, 325-341; Ebû Nuaym, HilyeluT-evliyâ, I, 376-385; tbnu'l-
Esîr, Üsdu'l-gfibe, VI, 318; Zehebî, A'lâmu'n-nubel», II, 578-632; İbn Hacer, d-tsftbe, XII, 63, Tebzîbu't-Tehrfb, XII, 263-267; lbnu'1-tmâd, Şeierfltu'z-
zeheb, I, 63; Ansâri, Asr-ı Saadet, II, 301-313).



[Mİ

Buhârî, salât 20; Müslim, tahâre, 59, 60 Tirmizi, tahâre 6; Nesâî tahare 18, 19, 35; ibn Mâce, tahâre 18; Muvatta kıble 1, Ahmed b. Hanbel, II, 247,
250; III, 360, 487; V, 414, 415, 417, 419, 421, 437, 438, VI, 184.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 25-28.
[61]

Halid b. Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensâri'dir. Ashab-i kiramın büyüklerinden olup, Resul-i Ekrem (s. a.) Medine'ye hicret ettiğinde ilk defa kendilerine
misafir olmuşlardır. Bedir, Uhud, Hendek-ve diğer gazalarda Resulüllah ile beraber bulunmuştur. Kendilerinden 155 hadîs rivayet edilmiş, bunların
7'sinde Buhârî ve Müslim ittifak etmişlerdir. Bir tanesini sadece Buharı, beşini sadece Müslim rivayet etmiştir. Kendisinden Berâ, İbn Abbâs, Câbir b.
Se-mure ve Enes (radıyallahu anhum) hazretleri rivayette bulunmuşlardır. Yezid b. Muaviye kumandasındaki tslâm ordusuyla istanbul'un
muhasarasında bulunduğu sırada istanbul surları önünde hicretin 52. yılında vefat etmiş ve vasiyetleri üzerine oraya defn olunmuştur. Kaydedildiğine
göre hastalığının ağırlığım gören ordu komutam kendisini ziyaret ederek "son arzusu"nun ne olduğunu sormuş. O da şu cevabı vermiştir:
— Beni gücünüz yettiğince düşman yurdu içerilerine defnediniz. Zira ben Resulütlah'-in, "Kostantiniyye surları dibine salih bir kişi defn olunacaktır"
buyururken duymuş bulunmaktayım. Umarım ki o kişi ben olurum. Bu vasiyeti üzerine surların yakınına defnedilen Ebû Eyyûb'u İstanbul asırlardır
Eyüp Sultan olarak misafir etmektedir. (Geniş bilgi için bkz. Jbn Sa'd, Ta bak âl, III, 484-485; Buhârî, ei-Târihu'l-kebir, III, 136-137; ibn Ebî Hatim, el-
Cerh ve't-U'dtl. 111, 331; tbnu'l-Esîr, Üsdul-Jfıbe, II, 94; Zehebî, A'lâmun-nubetfl, II, 402-413; tbn Hacer, el-İsabe, III, 56; Tehzîbtri-Tetazîb, III, 90-
91; lbnu'1-lmâd, Şezerfitu'z-zeheb, I, 57; Ansârî, Asr-ı saadet, III, 171-183.).
[62J

Buhârî, vudû 11; salât 29; Müslim, tahâre 59; Tirmizi, tahâre 6; tbn Mâce, tahâre 16; Nesaî, tahâre 19, 60; Ahmed b. Hanbel, V/42I.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/28-29.
[63J

Mubârekfûrî, Tuhfetit'l-abvezî, I, 53.

[641

Ma'kıl b. EMT-Heysem el-Esedf: Ma'kıl b. Ebî Ma'kıl ve Ma'kıl b. Ümm-i Ma'kıi diye de anılır. Kendisinden Ebû Seleme ve Mevlâsı Ebû Zeyd ve
Ümmu Ma'kıl rivayette bulunmuştur. Sahâbidir. "Ramazan ayında umre yapmak bir hacca bedeldir" Hadis-i şerifinin râvîsidir. Hz. Muâviye devrinde
vefat etmiştir. (Bilgi için bkz. İbnuT-Esîr, Üsdu'l-ğabe, V, 232).
[651

İbn Mâce, tahâre 17.

[661

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/29-31.

[671

Abdullah b. Ömer: Ömer İbnu'l-Hattab'ın oğludur. Küçük yaşında babası ile birlikte müs-lüman oldu. İlk katıldığı savaş, Hendek gazasıdır. Küçük
olduğu için Bedir gazasında bulunamamıştır. Uhud gazasında dahi yaşının küçüklüğü sebebiyle iştirak ettirilmemişti. Sonraları Mute, Yemâme ve
Yermûk gazalarında, Mısır'ın, Mekke ve Afrika'nın fethinde hazır bulunmuştur. Hz. Peygamber'e o derece muhabbet ve sadâkatle bağlı idi ki, o nerede
namaz kıldı ise, kendisi de orada namaz kılmadan gelmezdi. Kanaatkar, cömert ve halim-selim bir zat idi. Mallarından hangisine nefsi meylederse onu
derhal tasadduk veya hibe eder, köle ve cariyelerinden hangisini daha dindar görürse onu hemen azat ederdi. Hilâfet meselelerine asla karışmamıştır.
İlimde bir hazine idi. Ashab-ı Kiramın fukahâsındandır. Kur'ân-ı Kerîmin tefsirine de hakkıyla vakıf idi. Hadiste ftkıhdan daha ziyâde muktedirdi. Ebû
Hureyre'den sonra ashab-ı kiram arasında en çok hadis rivayet eden odur. Resu-lüllah (s.a.)'den 2630 hadîs rivayet etmiştir. Bunların 170'i Buhar! ve
Müslim'dedir. Bizzat Resûlullah (s. a.)l dan, Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ebû Zerr, Muâz, Ebû Hureyre ve Aişe-i Sıddıka'dan hadis rivayet etmiş,
kendisinden de ashab ve tabiûndan birçok zevat rivayette bulunmuşlardır. Hz. Abdullah, Hicri 73 yılında ve 86 yaşında iken Mekke'de vefat etmiş ve
Mekke'deki Muhacirler kabristanına defn olunmuştur. Alhah ondan razı olsun. (Geniş bilgi için bkz. İbn Sa'd, Tabakfıt, II, 373, IV, 142-188; İbn Ebî
Hatim, el-Certı ve't-ta'dîl, V, 107; Ebû Nuaym, HİIyetu'l-evliya, I, 292; II, 7; Hatîb, Tarthn Bagdad, I, 171; tbnu'l-Esîr, Üsdtt'l-ftftbe, III, 227; Zehebî,
A'lftmu'n-nubelft, III, 203-239; İbn Ha-cer, d-tsftbe, II, 347; Tehzflra't-Tehzİb, V, 328; İbnu'1-lmâd, Şezer&tu'z-zeheb, 1,81; An-sârî, Asr-ı Saadet, II,
269-298 (Şâmil Yayını.).
[681

İbn. Huzeyme Sahih, 135; Dârekutnî: tahâre 1, 58; Beyhakî, Sünen, 1/92;.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 31-32.
[691

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 32.

LM

Buhârî, vudû 12, 14; Müslim, tahâre 61; Nesâî; tahâre 21; ibn Mâce tahâre 18; Muvatta, Kıble 8; Dârîmî, vudu 8; Ahmed b. Hanbel, II, 4, 99.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 33.



Tifmizî, tahâre 7; İbn Mâce, tahâre 18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 33-34.
[721

Tirmizi, tahâre 10; Dârimî, tahâre 7.

[IH

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 34.

[711

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 34.

[751

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 34-35.

[761

Ebû Saîd künyesi i!e yirmiye yakın sahabi ismi zikredilir. Buradaki Ebû Said, Ebû Saîd (
el-Hudrî'dir.
[771

İbn Mâce, tahâre 24 Ahmed b. Hanbel, III 36.

[781

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 35.

[791

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 35-36.

[M

TirmM, tahâre 67; Isti'zan 27; Nesâî: tahâre 32-33;İbn Mâce, tahâre 27; Dârimî, Isti'zan 13.

[811

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 37.



İM

Buhârî, Ahlak Hadisleri (trc. F. Yavuz), II, 365.

[83J

lbn Mâce, tahâre 27.

[841

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 37.

[851

El-Muhfıcir b. Kanfiiz b. Umeyr b. Ctid'an -el-Kureşî et-Teymî, Bir rivayete göre Muhâ-cir'in ismi Amr, Kunfuz'unki ise» Halef dir. Muhacir ve
Kunfuz isimleri takmadır. Bu mübarek sahabî hicret etmek istediği zaman müşrikler kendisini yakalayarak irkence ettiler. Sonra çaresini bulup
ellerinden kaçtı ve Peygamber Efendimiz'in huzur-i saadetlerine sağ-salim erişmeye muvaffak oldu. Bunu göçen Rasul-i Ekrem (s. a.) "tjte bn gerçekten
muhacirdir" iltifatında bulundular.-Onun Mekke'nin fethi günü Müslüman olduğuna, Basra'da oturduğuna ve orada öldüğüne dair de bir rivayet vardır.
Kendisinden Ebû Dâ-vud, Nesâî ve İbn Mâce hadis rivayet etmişlerdir. (Bilgi için bk. Ibnu'1-Esir Üsdıı'I-g&be, V, 279).
[861

Nesai, tahare 6; İbn Mace, tahare 27.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 38-39.
[871

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 39-40.

[88J

Mü'minlcrin annesi Aişe-i Sıddıka, Peygamberimizin muhterem zevcelerindendir. Hz. Ebû Bekr'in kızıdır. Daima Resulüllah'm yanında
bulunduklarından başkalarının muttali olmadığı bir çok ahvâle muttali idi. Bunun için İslâm hukukunda büyük bir ihtisası vardı. Bilhassa kadınlara ait
hükümlere çok vakıftı. 2210 hadis rivayet etmiştir. Bunların 160'mda Buhârî ve Müslim ittifat etmiştir. 54'ünü sadece Buhârî, 68'ini de sadece Müslim
rivayet etmiştir.

Peygamberimiz ile Mekke'de iken nişanlanmış (söz kesilmiş) hicretten sonra Medine'de
evlenmiştir. 65 yaşında iken Medine'de vefat etmiştir. Baki' Mezarlığında tnedfundur. (Geniş
bilgi için bkz. İbn Sa'd, Tatnkftt VIII, 58-81 ;£bû Nuaym, Hİlyetu'l-evliyfı, II, 43; Jbnu'l-
' Esîr, Osdu'l-fcâbe, VII, 188; Zehebî, A'lftmu'n-BubeU, II, 135-201; İbn Hacer, et-İsâbe,
XIII, 38; TefaZfbn't-Telutb, XII, 433-436; lbnu'1-lmâd, Şeierâta'z-zeheb, I, 9, 61-63.)
[891

Buhârî, hayz 7, ezan 19; Müslim, hayz 30 Tirmizî, tahâre 11; İbn Mâce, tahâre 11; Ah-med b. Hanbel, VI, 70, 103-178.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 40.
[M

Tirmizî tahâre 111; Ahmedb. Hanbel, I, 83, 110, 134.

[£11

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 40-41.

[92]

Aynî, el-Bfnaye I, 643; Fetevfl-yı Hindiye I, 38.

[931

Tirmizî, tahâre 98; tbn Mâce, tahâre 105.

[941

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/41.

[951

Tirmizî, libâs, 1 7 İbn Mâce, tahâre, 1 1 ;

[961

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 42.

[921

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 42.

[981

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 42-43.

[991

Buhârî, vudû 57; Müslim, tahâre 34;Tirmizî, tahâre 53; Nesâî, tahâre 5; İbn Mâce, tahfı-re 26.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 43.

rıooı

Müslim, Zühd 74.

noıı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 44.

[102]

el-Mütteki, Kenzü'l-Ummal IX, 374; Munzirî, et-Tergtb ve't-Terhlb, I, 39 Heysemî,
Mecmeu'z-zevâid, I, 207.

rıo3i

Bk. 4607 numaralı hadis.

[104]

BezluT-mechÛd, I, 57.

[1051

Cerîr'in bu sözlerinde zühul vardır; zira Ebû Muâviye'nİn (Muhammed b. Hâzim) A'meş'ten rivayetinde; "Fekftne M yestetim" lâfzı vardır. Bk.
Buhârî, vudû 56.

rıo6i

Abdurrahmân b. Hasene, Ibnu'1-Muta' ve Ebü Şurahbîl künyeleriyle meşhurdur. Hz. Peygamber (s.a)'den rivayetle meşhur ise de, hakkında
kaynaklarımızda fazla bilgi yoktur. Kendisinden Zeyd b. Vehb rivayette bulunmuştur. (Tercüme-i hali için bkz. Ibnü'1-Esîr, Üsdu'l-ğâbe, III, 436;
Tecridu Esmai's-SahÂbe: I, 45; el-tsâbe: IV, 360; Tehzibu't-Tehzîb: VI, 163).
11071

Amr b. As: As b. Vâil'in oğludur. Necâşî'nin yanında muslüman olmuştur. Müslüman olmazdan önce Amr b. As: As b. Vâil'in oğludur.
Necâşî'nin yanında muslüman olmuştur. Müslüman olmazdan önce Habeşistan'a hicret eden müslumanlan teslim almak üzere Habeşistan kralı
Necâşi'ye gönderilmişti. Necâşi, Kureyşin bu teklifini reddetmekle beraber. Amr b. As'ı ayıpladığından orada muslüman olmuş ve sekizinci sene-i
hicriye Safer'inde Medine'ye hicret etmiştir. Bir rivayete göre de Hâlid b. Velid ve Osman b. Talha ile birlikte Mekke'nin fethinden altı ay önce hicret
edip muslüman olmuştur, müteakiben Resul-i Ekrem kendisini Zâtü's-Selâsil Seriyyesine kumandan tayin etmiştir. Sonra Amman'a tahsildar tayin



edilip Efendimizin irtihaline kadar orada kalmıştır. Ebû Bekr, Ömer (r.a.) zamanlarında da Şam, Filistin ve Mısır'ın fethine memur edilmiştir. Hz.
Osman'ın şehâdetioden sonra Hz. Muâviye'nin yanma gitmiş ve Siffin vakasında özel müşaviri olmuştur. Son derece zeki, hatip, şâir olan Amr b. As
hiç şüphesiz Arab dâhilerinden sayılan mühim bir simadır. Hicrî 43 yılında vefat etmiştir ve Mukattam'a dem olunmuştur. Hz. Peygamberden 37 hadis
rivayet etmiştir. Bunlardan üç hadisin rivayetinde Buharı ile Müslim ittifak etmişler, birini sadece Buhârî, ikisini de sadece Müslim rivayet etmiştir.
(Geniş bilgi için bkz. İbn Sa'd, Tabakftt, IV, 254; VII, 493; Hafib» Tarttan Baftdftd, VI, 303; Ibnu'l-Kayserâm el-Cem'beynericâirs-S»hîhayn, 1,362;
lbnu'1-Esîr, Üsdu'l-gflbe, IV, 115; Zehebî, A'lamu'n-nubclft, III, 54-77; İbn Hacer, el-tsâbe, III, 2-3 Tehzfbu't-TehzSb, VIII, 56; tbnu'1-lmâd,
Şezerâtu'z-zeheb, I, 53; An sâri, Asr-ı Saadet, II, 351-374.).
11081

Nesâî, tahâre 25; İbn Mace, tahâre 26; Ahmed b. Hanbel, IV. 196; VI, 27.

11091

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 44-48.

nıoı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 48.

fini

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 48-49.

[112]

Huzeyfe: Huzeyfe b. el-Yemânî el-Absî: Künyesi Ebû Abdullah'dir. Babasıyla Medine-i Münevvere'ye gelmiş ve muhacir mi, yoksa ensardan mı
olmak istediği hususunda serbest bırakılmış, o da ensardan sayılmasını tercih etmiştir. Gerek kendisi gerek pederi Uhud gazasına iştirak eden ashab-i
güzindendir. Hz. Peygamber münafıkları yalnız bu zata bildirmiş ve kendisini bu hususta sırdaş edinmişti.

Hz. Ömer halifeliği zamanında memurları arasında münafık olup olmadığını Hz. Huzeyfe'ye sormuş, "var" cevabım almıştı. Fakat bütün ısrarlarına
rağmen bunların kim olduklarım söylememişti. Hz. Huzeyfe iran fütuhatına hazır bulunmuş, Nusaybin valiliğine tayin olunmuştu. Son derece kanatkâr
ve emin idi. Medine'ye avdetinde Hz. Ömer kendisini hiç değişmemiş, fakir kıyafetiyle görünce boynuna sarılmış ve

"Sen benim kardeşimsin, ben de senin" demişti. Hz. Huzeyfe'den 100 hadis rivayet etmişlerdir. Yine bunlardan 17'sini sadece Müslim, sekizini de
sadece Btthârî rivayet etmiştir. (Geniş bilgi İçin bkz. İbn Sa'd, TabaUt VI, 15; VII, 317; Buhârî, et-TarihıTI-kebir, III, 95; İbn Ebî Hatim, d-Cerh
ve'Ma'dB, IH, 256; Ebû Nuaym, HÜyetu'l-evUya, 1,270-283; Ibnu'1-Esir, Üsdu'l-gflbe, 1,468; Zehebî, A'lâmu'niubdfl, II, 361-369; İbn Hacer, eMsftbe,
II, 223; TehzîbıTt-Tehzîb. II, 219-220; lbnu'1-tmad, Şezerfıtu'z-zetieb, I, 32, 44.).

mu

Buhârî vudû' 66; Müslim, tahâre 22, Tirmizî tahâre 9, Nesâî, tahâre 5, tbn Mâce, tahâre
13, Dârîmî, vudü' 9, Ahmed b. Hanbel, IV, 283, 294, 402.

rı i4i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 49-50.

[U5]

Ahmed b. Hanbel VI, 136, 213.

rı i6i

İbn Mâce, tahâre 14; Tirmizî, tahâre 8; Nesâî,tahâre 24.

rım

A. Davudoglu, İbn Âbldin Tercümesi, I, 592-593.

n ısı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/50-51.

rı i9i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/51.

[İM

Umeyme bint Rukayka. Babası Abdullah b. Bicad b. Umeyr b. d-Haris el-Ensâr-i, annesi ise, Ebu Seyfı b. Haşim b. Abd Menâfin kızıdır.
Umeyme, Resûl-i Ekrem'den ve ezvac-i tâhirattan Rivayette bulunmuştur, kendisinden de Muhammed b. Mûnkedir ve kızı Hukeyme hadis rivayet
etmiştir. Hadislerini Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî ve ibn Mâce tahric etmiştir. Kendisi Allah Resulüne biat eden kadınlardandır. Tirmizî ve başkalarının
rivayetine göre bey'at esnasında Allah Resulü kadınlara "gücümüz yettikçe takatimiz dahilinde itaat edeceğiz" deyin ihtarında bulununca, güçlerinin
üstünde bir ahid altına girmekten onları korumak istediğini gören Umeyme "Resârattah bize bizden daha merhametli 1 1 demiştir. (Bilgi için bkz. (bnu' 1 -
Esir, (Jsdul-gabt, VII, 27, 28).

ri2iı

Nesaî, tahâre 6.

T1221

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 52.

[123]

"Halanız hurmayı ikram ediniz, çünkü o babanız Âdem'in artık çamurundandir" şeklindeki hadis zayıftır. Mevzu olduğu da söylenmiştir.

[124]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 52-53.

[125]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 53.

11261

Müslim, tahâre 20, Ahmed b. Hanbel, V, 372.

[1271

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 53-54.

[128]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 54.

ri291

Çeviren, Serdaroğlu, Ahmed; tslftmda Helâller ve Haramlar, 1, 337.

[İM

Heysemi Mecmau'z-zevâid, I, 204.

[İHI

Buhârî, hudûd 7, 13; Müslim, hudûd 7; Nesaî, sârik, 1; îbn Mâce, hudûd 22; Ahmed b. Hanbel, II, 253.

T1321

Buhârî, salât 48; cenâiz 62, 96; enbiyâ 50; meğâzt 83; Müslim, mesâcid 19, 23; EbÛ Dâ-vûd, cenâiz 72; Nesâî, mesâcid 13; cenâiz 106; Dârîmî
salat 120, Muvatta, medîne 17; Ahmed b. Hanbel I, 218; II, 260, 284, 285, 366, 396, 454, 518; V, 184, 186, 206; VI, 34, 80, 121, 146, 229, 252, 255,
274, 275.



[133]

Muftz b. Cebel b. Amr b. Evs b. Aîz b. Ka'b el-Hazrecî, el-Ensârî; 18 yasında müslüman olmuş, Akabe biatında ve bütün savaşlarda bulunmuştur.
Peygamber (s. a.) kendisini muallim olarak Yemen'e göndermiştir. Aynı zamanda kadılık vazifesi de uhdesine tevdi edilmiştir. Yemen'e uğurlarken
Resul-i Ekrem ona şöyle duada bulunmuştur: "Allah seni önünden, ardından, sağından, solundan, altından ve üstünden gelecek bütün tehlikelerden ko
rusun ve senden bütün İnsan ve cinlerin serlerini defetsin." Yemen halkına da şu mektubu yazmıştır: "Size dostlarımın en hayırlısını gönderiyorum."
Abdullah b. Amr'dan nakledildiğine göre, Efendimiz, "Kur'am dört kişiden öğreniniz" buyurmuş ve bu dört kişi arasında Hz. Muâz'ı da saymıştır.
Şa'bî'nin Meşrûk'tan rivayetine göre, Abdullah İbn Mes'ûd, onun hakkında; "Muhakkak Muflz Allah'a itaatkâr bir ümmettir" buyurmuştur, Ebû Nuaym,
onun hakkında fukahamn: "İmamı, ulemanın hazinesi, Ensann ilmen ve haya bakımından, cömertlik ve güzellik bakımından en mümtaz genci idi"
beyânında bulunmuştur. Efendimiz buyurur ki, "Ümmetimin en merhametlisi, Ebû Bekr, Allah'ın emlinde en şiddetlisi Ömer, en hayırlısı Osman,
fer&izi en İyi bilen Zeyd b. Sabit, Kur'am en iyi bilen Ubeyy b. Ka'b, haram ve belân* en iyi biten Muâz b. Cebeldir. Ümmetin emini de Ebû
Ubeyde'dir"

Muâz b. Cebel, 157 hadis rivayet etmiştir. Bunlardan 25'ini Buhârî ve Müslim beraberce, 3'unü yalnız Buhârî, birini yalnız Muslîm rivayet etmiştir.
Hicrî 18. senede Ürdün'de vefat etmiştir. (Geniş bilgi için bkz. İbn Sa'd, Tabakit, III, 120; Buhârî; et-Tarihu'l-kebir, Vil, 359-360, İbn Ebî Hâtîm, el-
Cerh ve*t-ta'dİl, VIII, 244-245; Ebû Nuaym, Hllyelu'l-evllyâ, I, 228-224; Îbnu'l-Esîr, Üsdu'l-gabe, V, 194; Zehebî, Tezhİretu'I-huffaz, I, 19; A'llmu'n-
oobelâ I, 443; tbn Hacer, el-tsabe, III, 426; Tehzîbu't-Tehzib, X, 186; tbnu'l-İmâd, Şezerafu'z-zeheb, I, 29.).
[134]

İbn Mâce, tahâre 21, Ahmed b. Hanbel, 11, 163, 372.

11351

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 54-56.

11361

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 56.

H371

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 57.

[138]

Abdullah b. Mugaffel: Hudeybiye Gazvesinde ağaç altında Rıdvan biatina katılan sahabedendir. Hasan-ı Basrî (r.a.)'*un dediğine göre Hz.
Ömer'in Kur'ân öğreticisi olarak görevlendirdiği on kişiden biridir. Tebûk Gazvesinde, haklarında âyet nazil olan ve kendilerinden "gözleri yaş döken
kimseler" diye bahsedilenlerdendir. Bak: (Tevbe Sûresi: 92). Faziletleri sayılamayacak kadar çoktur. Kendisinden 43 hadis rivayet edilmiştir. Kendisi
Ebû Bekr, Osman ve Abdullah b. Salim'den rivayette bulunmuş, kendisinden de Hasan-i Basrî, Sabit el-Bunânî ve daha başkaları rivayette
bulunmuşlardır. Önceleri Medine'ye yerleşmişken, sonraları Basra'ya göç etti; orada bir ev yaptırdı. Hicretin 59 veya 69. senesnide vefat etti. (Geniş
bilgi için bk. Ibnu'1-Esir, Üsdu'l-g&be, IH, 398, Zehebî, A'lâımı'n-mıbeM, II, 483-485; İbn Hacer.Tehzibu't-Tehrfb, VI, 42; İbmı'1-İmâd Şezerfttn'z-
zeheb, I, 65.).
[139]

Tirmizî, tahâre 17; Nesâî, tahâre 6; ibn Mâce, tahâre 12; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V,56.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 57.
[140]

Sahih-i Müslim bi-Şeriri'n-Nevev! II, 187.

[1411

EI-Bakara (2), 284.

11421

Buhârî, rikak 31; Müslim, İman 203, 204,206, 207, 209; Tirmizî: tefsîr, (sûre: 6) 10; Dâ-rimî, rikâk 70; Ahmed b. Hanbel, I 227, 279, 310, 361;
II, 234,411,498; 111,149.
Ü43_l

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 58-60.

[1441

Nesâî, tahâre 146; Ahmed b. Hanbel, IV, 111.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 60.
[1451

Nesâî, tahâre 146.

[1461

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 60-61.

H471

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 61.

[1481

Nseâî, tahâre 29; Ahmed b. Hanbel, V,82.

11491

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 62.

11501

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 62.

11511

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 62.

11521

Tirmizî, tahâre 5; ibn Mâce, tahâre lOjDârimî vudû 17; Ahmed b. Hanbel, VI. 155.

11531

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 63.

11541

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 63.

11551

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 64.

11561

Ebû Katâde el-Hâris b. Ribî'dır. Ensârm ileri gelenlerinden olup Bedr Muharebesinin dışında bütün gazalara katılmıştır. Vefatı ihtilaflıdır. 54
Hicrî tarihinde 70 yaşında olduğu halde Medine-i Münevvere'de vefat ettiğine dair rivayetler vardır. Vakidî'nin beyânına göre, Peygamber Efendimizin
dualarına mazhar olmuştur. Yüzünden aldığı onulmaz yaralar bu dualardan sonra onu rahatsız etmemiş ve koku neşretmez olmuştur. Kendisinden 1 70
hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan 1 1 tanesini Buhar! ve Müslim birlikte rivayet etmişlerdir. Sadece buhâri'nin rivayet ettiği 2, Müslim'in rivayet ettiği
ise 8'dir. (Geniş bilgi için bk. tbn Sa'd, Tabak&t VI, İS; Buharı, et-Tarihu'l-kebtr, II, 258-259; lbnu'1-Esîr, Üsdu'l-gabe. VI, 250; Zehebi, A'lfımu'n-
nubelâ, H, 449-456; İbn Hacer el-İsabe, IV, 154-155, TehıSbu't-Tehzîb, XII, 204-205; Ansârî Asr-ı Saadet, III, 290-296).



[157]

Buhârî, vudû*18; eşribe 25; Müslim, tahâre 63; Nesâî, tahâre 41; İbnMâce, tahâre. 15; Ahmedb. Hanbel, IV, 383, V, 296, 309, 310, 311.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 64.
[158]

Nevevî, Şerhu Müslim: III, 156.

[159]

Menhel, I, 121.

[160]

Aynı yer.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 64-65.
[161]

Hz. Hafsa: Hz. Ömer'in kızıdır. Hz. Osman zamanında Kur'ân-t Kerimler onun yanında bulunan nüshadan teksir edilmiştir. Bedir Gazasında
şehıd olan kocasından dul kalmıştır. Hz. Ömer O'mı Hz. Osman'a vermek istemişse de Hz. Osman özür beyân edince meseleyi Resul-i Ekrem
Efendimiz'e açmış, Efendimiz de; "Hafsa'yı Osman'da» daha hayırlısı, Osman da Hafsa'daa daha hayırttsuu alacaktır" buyurarak ciğer-pâreleri Ummü
Gülsûm'ü Hz. Osman'a verip kendisi de Hz. Hafsa'yı nikahlamışlar, her ikisinin de gönlünü hoşnut eylemişlerdir. Bir hadis-i şerifte O'nun hakkında
Cibril'in, "O İbadetleri yapmakta devamlı ve gayretli, çok oruç tutmakta sabırlıdır, Cennette zevcendir" dediği rivayet edilir. Hicretin 45. yılında 60
yaşında trtihal eylemiştir. Kendileri Efendimiz'den ve babasından 60 hadis rivayet etmiştir: Bunların üçünü Buharı ve Müslim ittifakla rivayet etmişler,
altısını da sadece Müslim rivayet etmiştir. (Geniş bilgi için bk. tbn Sa'd Tabakftt, VIII, 81-86; lbnu'1-Esir, ÜsdıTI-fcftbe, VII, 65; Zchebî, A'lamu'n-
mıbetf, II, 227-231; tbn Hacer, d-tsftbe, IV, 273; Tehzîba't-Tehrfb, XII, 197; ibnuM-İmâd, Şezerfttu'z-zeheb, I, 10, 16.).
[162]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 66.

H631

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 66-67.

[1641

Ahmed b. Hanbel, VI, 265,287 Buhârî, vudü 31; Müslim tahâre 19; Tirmizi, salat 2.506; Nesâ'î taharc 1; tbn Mace; tahâre 401.

11651

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 67.

[1661

İbn Mâ'ce, tahâre 23; Dârimî, vudü 5; Ahmed b. Hanbel II, 371.

[167]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 68-69.

H681

Bk. 1416 numaralı hadis.

H691

Bk. tbn Mâcc, ttbb 25; Nitekim 4061 numaralı Hadis-i Şerif de bu gerçeğe işaret etmektedir.

[1701

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 69-70.

[171]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 70.

[172]

Mesleme b. Muhaled el-EnsAri: Efendimiz'in Medine'yi teşriflerinde dünyaya geldi. Banları O'nun o zaman dört yaşında olduğunu söylerler.
Mısır'ın fethinde mücâhitler arasında bulunuyordu. Hz. Muâviye tarafından Mısır'a tayin edilmişdi. Sonra Medine'ye döndü. Hz. Peygamber
Efendimizden rivayetleri vardır. Kendisinden de Ali b. Rebah, Mücâhid, Şeybân b. Umeyye, Abdurrahman b. Şemmâse rivayette bulunmuşlardır.
Ahmed b. Han-bel'e ve Ebû Hâtim'e göre sahâbî değildir; Buharı ve Zehebî'ye göre sahâbidir. Askerî'ye göre ise Efendimizi görmüş fakat sohbet
etmemiştir, Hicretin 62 senesinin Zilka'de ayında Medine-i Munevvere'de 60 yaşında vefat etmiştir. Mısır'da vefat ettiği de söylenir. (Geniş bilgi için
bk. tbn Sa'd, Tabskftt, VII, 504; Buhârî, et-TflrmıTI-kebir.VII, 387; İbnu'l-Esîr, Üsdu'l-Jâbe, V, 174; Zehebî, A*lftmu'o-nubeU, III, 424-427; İbn
Hacer, et-tstbe, III, 418; Tehzîbu't-Tebzîb, X, I48;'lbnu'l-!mad, Şezerfttn'z-zefaeb, I, 70).
[173]

Nesâî, Ziyne 12; Ahmed b. Hanbel, IV, 108, 109.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 70-71.
H741

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 72.

[1751

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 73.

[1761

Müslim, Tahâre 17; Ahmed b. Hanbel, III, 343, 384.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 73-74.

um

Abdullah b. Mesud (r.a.): Onun hakkında Zehebî şöyle diyor: "O İmanı Rabbani Ebû Abdurrahman Abdul b. Ümmü'l-Huzelî'dir. ResÛlullah
(s.a.)'ın sahip ve hizmetkârıdır. İlk müsltlmanlardan biri olup Bedr Gazasına iştirâkk edenlerin büyüklerinden ve Fuka-hâ'mn da en ileri
gelenlerindendir. Eskiden müslüman olmuş ve ResÛlullah (s.a.)'den yetmiş sûre ezberlemişti. ResÛlullah (s. a,) onun hakkında: "Kipi Kur'ânı İndirildiği
gibi taptaze okumak isterse, onu İbn Ümoıü Abd'İn kıraati üzere okusun" buyurmuşlardır. Peygamberimiz bir gün ashabı ile birlikte bir yerde
bulunurlarken, meyva toplaması için oradaki ağaca çıkmasını Abdullah b. Mes'ud'a emretmişti. Ashab-ı Kiram, İbn Mes'ud'un bacaklarının inceliğine
ve kuruluğuna bakıp gülüşünce, Peygamberimiz; "Neye gülüyorsunuz?" buyurdu. "Bacaklarının inceliğine" dediler. Peygamberimiz: "Gülüşmeyin,
mizanda onlar, Uhud dağından daha »girdir. Kıyamet gününde, mizanda Abdıüliıh'dan daha ağır basan kimse yoktur" dedi. İbn Mes'ud Kur'an-ı Kerimi
okur, helâlini helâl, haramını haram-bilirdi. Dinin bütün hükümlerini ve Peygamberimizin sünnetim tamamıyle kavramıştı. Hz. Ömer'in üç defa
tekrarlayarak dediği gibi "içi ilimle dolu bir dağarcık" idi. İbn Mesud az konuşurdu. Çok muttaki idi. "insana, günah olarak, her işittiğini söylemesi
yeter" derdi. "Resulüllah buyurdu ki" derken, kendisini, bir titreme alırdı. Peygamberimizin, kendilerinden Kur'ân öğrenilmesini tavsiye ettiği 4 zattan
birisidir. Kendisinden tabiîler hadis rivayet etmişlerdir. Kur'an hadis ve fetvada en büyük âlimlerdendir. 848 hadis rivayet etmiştir. 64'unü Buhârî ve
Müslim beraber, 22'sini sadece Buhârî, 35'ini de sadece Müslim rivayet etmiştir. Hicretin 65. yılından Medine'de vefat etmiştir. (Geniş bilgi için bk. ibn
Sa'd, Tabakftt III, 106, Hatîb, Tarthu Bagdad I, 147-J50; Îbnu'l-Esir, Üsdu'l-gâbe III, 384; Ze-hebî, Tezkİretu'l-hufffız, 1,31; A'lamu'n-nubelâ, 1,461-
500; tbn Hacer, el-tsâbe, II, 368, Tehzllan't Tehzîb, VI, 27-28 lbnu'1-lmâd, Şezerfıtu'z-zeheb, I, 38; Ansan, Asr-ı Saadet, II, 105-133.).
[178]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 74-75.

[1791

el-Cinn (72), I.



[180]

Buhârî, ezan 105; Tefsir Sûre 72, 1; Müslim, salât 149; Tirmizî, tefsir süre: 72 1; Ahmed b. Hanbel, I, 252.

T1811

Müslim'in rivayet ettiği (Salat 105) bu hadis-i şerifle metinde verdiğimiz hadis arasında bir farklılık göze çarpmakta ise de, hadise şudur:
Müslim'in rivayet ettiği hadis-i şerifte hediye isteme talebi cinlerden geliyor. Bunun üzerine de Hz. Peygamber (s. a.) kemiği cinlere, tezeği de
hayvanlarına yiyecek olarak tahsis ediyor. Bu defa cinler Resulü II ah'a hadiste varid olduğu üzere "Mademki Rabbimiz bizim rızkımızı bunlarda kıldı,
öyleyse bunları ümmetine yasakla" diyorlar. Resûlullah da yasaklıyor. Binaenaleyh iki hadis arasında bir farklılık yoktur. Her biri hadisenin bir başka
yönünü açıklamaktadır.
[182]

Müslim. Salât 105; Tinnizî; tefsir Sûre 46,3; Ahmed b. Hanbel I, 436.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 75-77.
[183]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 77.

ri841

Buhârî, vudû' 21; Müslim, tahâre 57; Tilmizi; tahare 12; Nesâî, tahâre 7; tbn Mâce, tahâre 16.

[185]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 77-78.

[186]

Nevevî, Şerhu Sahih-i Müslim IH, 157.

ri871

Buhârî vudû' 21; Tirmizî tahâre 13; Nesâî, tahâre 37; ibn Mâce, tahâre 16; Ahmed b.Hanbel I, 388, 418, 427, 450, 465.

[188]

Umdetü-1 Kurt II, 304-305.

[189]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 78-79.

[190]

Huzeyme b. Sabit b. Fakîh b. Sa'lebe b. Sâide A l-Ensarî, Bedir muharebesi dahil bütün muharebelere iştirak etme saadetine ermiş
bahtiyarlardandır. Efendimiz (s. a.) onun şeha-detini iki kişinin şehadetine denk kabul etmiştir. Kendisinden rivayet edildiğine göre, Efendimiz (s. a.) bir
arabîden bir kısrak satın almıştı. A'rabî'den eve kadar kendisini takib etmesini, evde parayı ödeyeceğini bildirmesiyle eve doğru yüremeye başladılar.
Yolda Efendimiz (s. a.) hızla giderken arabî arkada kalıyordu. Yolda meseleden habersiz olan kimseler, arabînin etrafını çevirip atı kendilerine
satmasını teklif edince arabî, câzib teklif karşısında Efendimiz (s. a.) i çağırıp, "sen bu atı satın almamışsan ben bunlara satıyorum". ..dedi. Efendimiz
(s. a.): "ben bunu senden biraz evvel satın almadım mı?" deyince, Arabî; "Ben onu sana satmadım" diye cevap verdi. Efendimizi "ben onu senden satın
aldım" deyince de, Arabî, "şahidini getir" öyleyse deyiverdi. Huzeyme de: "ben senin onu sattığına şahidim" cevabım verdi. Efendimiz, Huzeyme'ye
yönelerek: "nasıl sabitlik edersin?" deyince, Huzeyme: "Seni tasdik ederek" yâni "senin söylediklerinin, hepsinin doğru olduğuna olan şehatımle
şahidlik ederim ya Resûlellah" cevabım verdi. Bunun üzerine Cenab-ı ResUl onun şahitliğini iki kişinin şahitliğine denk tuttu. Arabî kendisine gelip
"bu Rasû-lüllah mıydı yahu" demeye başladı. Kendisine "Cehalet olarak, sana Allah Resulü'nu bilmemek yeter" denildi. Neticede Arabî, deveyi
sattığını kabul etti.

Sıffin vak'asmda Hicri 37. senede vefat etmiştir. Rivayet ettiği hadis sayısı 38'dir. (Geniş bilgi için bk. İbn Sa'd, Tabak&t IV, 378; İbn Ebî Hatim, el-
Cerb ve't-Ta'dîl, III, 381-382; lbnu'1-Esir, Üsdu'l-gâbe, II, 133; Zehcbî, A'lâmu'n-oubdâ, II, 485-487; İbn Hacer, d-İsâbe, 1,425, Tebribu*t-Tenrib, III,
140-141; lbnu'1-lmâd, Şezerfıtu'z.zeheb, 1,45; An-sârî, Asr-ı Saadet, III, 386-388).

ri9iı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 80-81.

[192]

İbn Mâce, tahâre 20; Ahmed b. Hanbel, VI, 95.

ri931

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/81.

[1941

el-Hacc (22), 78.

11951

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 81-82.

f!961

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 82-83.

[197]

Müslim, tahâre 69; Buhârî, vudû' 16.

[198]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/83.

11991

.Buhârî, vudû' 163.

r2001

.Aynî, UmdetıTl-Kaari II, 291.

[201]

Buhâri, vudû' 1 6.

T2021

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 83-85.

12031

Aynî, el-Binâye, I, 761-762.

[204]

Davudoğlu, Ahmed; ibn Abidin Tercemesi, I, 581.

[2051

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 85-86.

[2061

Tirmizî, Tefsirü'l-Kurân, et-Tevbe, 10; tbn Mâce, tahare, 28.

T2071

MA. Koksal, İslâm Tarihi (Medine Devri) 1, 8-9.



12081

İbn Mâce, tahâre, 28.

12091

Ahmed b. Hanbel III, 422.

[210]

Zeylaî, Nasbu'r-râye, 1,218.

um

Nesâî, mesâcid 8, Tirmizî, salât 124; Ahmed b. Hanbel V, 1 16.

[2121

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 86-88.

[2131

Nesâî, tahâre 43; tbn Mâce, tahâre 29.

[214]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 88.

[215]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 89.

12161

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 89.

[2171

Buhârî, cum'a 8; temenni 9; savm 27; Müslim, tahâre 42; Tirmizî, tahâre 18; Nesâî, tahâre 6; mevâkît 20; Ibn mâce, tahâre 7; Dârimî, salât 168;
Muvatta, tahâre 114-115; Ah-med b. Hanbel I, 80, 120; II, 245, 250, 259, 287, 399, 400,429,433, 460, 509, 517, 531; IV, 114. 116; V, 193, 410, VI
325, 429.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 89.
[218]

Münzirî, el-Tergîb ve't-terhib, I, 166.

[2191

Buhari, Savm 27; Nesâî, tahâre 4; İbn Mâce, tahâre 7; Dârımî, vudü', 19; Ahmed b. Hanbel, I, 3, 10; VI, 47, 62, 124, 146, 238.

12201

Ahmed b. Hanbel VI.272; Münzirî, Terğib,I,167.

[221]

İbn Mâce, İkâme 83; Muvatta; tahâre 1 13; Ahmed b. Hanbel II, 108.

12221

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 90-91.

12231

İbnu'l-Hümâm, Fethii'l-Kadfr, I, 16.

[2241

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 91-92.

[2251

Zeyd b. Halid, Ebû Abdurrahman yahut Ebû Talha'dır. Meşhur sahabelerdendir. Resûlullah iie birlikte Hudeybİye Musâlehasında bulunmuştur.
Mekke'nin Fethi günü Cüheyne kabilesi'nin bayraktarı idi. 81 hadis rivayet etmiştir. Bunlardan 5'ini Buhârî ve Müslim müştereken nakletmişlmerdir.
Kendisinden Yezîd, Abdurrahman b. Ebİ Umre ve İbn Mü-seyyeb rivayette bulunmuşlardır. Kûfe'de bir rivayete göre de Medine'de-hicrî 78. senede
vefat etmiştir. (Bilgi için bk. lbnu'1-Esir, Üsdiı'1-gabe, II, 284).
[2261

Buharî, cuma 8; temennî 9, savm 27; Müslim, tahâre 42; Tirmizî, tahâre 18; Nesâî, tahâ- re 6; Mevâkît 20; İbn Mâce, tahâre 7; Dârimî, salât 168;
Muvatta, tahâre 1 14-1 15; Ah-med b. Hanbel I, 80, 120; II, 245, 250, VI, 114, 1 15, 325, 439, V, 193,410.
12271

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 93.

12281

Abdullah b. Abdullah b. Ömer, Ebû Abdurrahman el-Medenî. Babasından ve Ebû Hu-reyre'den, kardeşi Hamza'dan hadis rivayet etmiştir.
Kendisinden de Zuhrî, Nâfî', Mu-, hammed b. Abbâd ve Abdullah b. Ebî Seleme Hazretleri rivayette bulunmuşlardır. Vekî', Ebû Zür'a ve Nesâî
güvenilir bir kişi olduğunu söylerler. îbn Hıbban da güvenilir râviler arasında zikretmiştir. Ibn Sa'd'a göre de az hadîs rivayet eden güvenilir bir râvîdir.
tbn Ebî Asim, mürsel bir rivayetinden dolayı onu sahabeden saymaktadır. Hicrî 105 senesinde Hişam b. Abdulmelik'in hilâfeti zamanında vefat
etmiştir. Kendisinden, Buhârî, Müslim, Ebü Davûd ve Nesâî rivayette bulunmuştur. (Bilgi için bk. Ibnu'1-Esîr, ÜsdıTI-gabe, III, 300). Esma bint-İ Zeyd
b. el-Hattab: Hazret-i Ömer'in torunudur. Ibn Mende ve İbn Hİbbân sahabeden olduğunu söylemişlerdir. Ebû Dâvud da ondan hadis rivayet
etmiştir.Abdullah b. Hanzala b. Ebî Âmir, Künyesi Ebu Abdirrahman veya Ebû Bekr'dir. Sahabe olmak şerefini kazananlardandır. Doğrudan doğruya
Resut-i Ekrem'den (s. a.) ve Ömer, Abdullah b. Selam ve Ka'bu'l-Ahbâr'dan rivayetleri vardır. Kendisinden de Abdullah b. Yczid el-Hutâmî ve Kays b.
Sa'd gibi birçok âlimler hadis rivayet etmişlerdir. Hicretin 4. senesinde dünyaya geldi. 63. senesinde vefat etti. Kendisinden Ebû Dâvud hadis rivayet
etmiştir. (Geniş bilgi için bk. tbn Sa'd, Tabak*I, V, 65; Buhârî, et-Tarihu'I-kebİr, V, 68; îbn Ebî Hatim, d-Ccrb ve'Ma'uH, V, 29; lbnu'1-Esîr, Üsdü'l-
gabe, III, 218; Ze-hebî, A'lftmu'n-nııbctt III, 321-325; tbn Hacer, el-tsabe, II, 299; Tehzîbn't-Tehzîb, V, 193.).
12291

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 93-95.

12301

el-Maide (5), 6.

[23U

Koçkuzu, Ali Osman; Hadiste Nfisih-Mensah, s. 1 94.

12321

bk. 1 72 numaralı hadis-i şerif ve dipnotu.

12331

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 95.

12341

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 96.

[2351

Misvakın kullanma şekli 46. hadisin şerhinde geçmiştir.



T2361

Buhârî, vudû 73.

[2371

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 96.

[238]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 97.

[2391

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 97.

f2401

Buhârî, vudû'74; Müslim, rüya 19; zühd 70.

[241]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 97.

[2421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 98.

[2431

MUslim, tahâre 253; Nesâî, tahâre 8; tbn Mâce, tahâre 7.

[2441

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 98-99.

[2451

Ahmed Naim, Tecridi Sarih Terce m esi, II, 377, (1. baskı).

12461

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 99.

[2471

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 99.

[2481

Bu hadisi KUtÛb-i sitte müelliflerinden Ebû Davucfaan başkası rivayet etmemiştir.

[2491

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 99-100.

12501

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 100.

[251]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 100.

[2521

Müslim, tahâre 56; Tirmizî, edeb 14; Nesâî, Ziynet 1; tbn Mâce, tahâre 8; Afamed b.Hanbel, VI. 137.

[2531

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 100-101.

[2541

el-En'am (6), 90.

12551

M. Hamdi Yazır, Hık Dini Kur'ftn Dil I, 1974; Âlusî, Ruhul-Meftnî, VII, 3 16-317.

[2561

lbnu'l-Hacer, FethıTI-Bâıi. XII, 458-459.

[2571

el-Bakara(2), 124.

[2581

en-Nahl(lö), 123.

[2591

Kurtubî, el-Câmi' U ahUmi'l-Kur'ftn, II, 97-98.

[2601

Aynî, Umdeto'l-KMri, XXII, 44.

[2611

Tirmizî, edeb 16; Nesâî tahâre 12; Ziyne 2; Ahmed b. Hanbel IV, 36, 368, V, 410.

[2621

İbnu'l-Humam, Fethü'l-Kadîr, II, 77.

[2631

Tirmizî, edeb 17.

[2641

Nevevî, Şerhu Sahlh-i Müslim, III, 149.

[2651

tbn Mâce, tahâre 8.

[2661

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 101-106.

[2671

Ammâr b. Yâsir b. âmir b. Mâlik: Künyesi Ebtt'l-Yakazan'dır. Ashab-i Kiramın ileri gelenlerindendir. Bedir dahil bütün gazalara iştirak etmiştir.
İslama ilk giren bahtiyarlardandı;. Annesi Sümeyye, Mahzum oğullarının kölesi idi. Bir gün Sümeyye, Ebû Cehl ile İslâmiyet mevzuunda münakaşa
ederken Ebû Cehlin câhiliye damarına dokunacak sözler söylediği için Ebû Cehl elindeki mızrağı onun mahrem yerine saplayarak şehid etti. Müşrikler
Ammâr'a da ezâ ederlerdi. Onun bütün ailesi ezâ ve musibete uğradı. Bir kere Ammâr, Resûl-t Ekrem'e bu halini arzetmişti. Resûl-i Ekrem onu ve
bütün ha-neüanmı cennetle müjdelemişti. Bir gün müşriklerin dayanılmaz işkenceleri ve ısrarları karşısında onları memnun edecek sözler söyleyerek
kendini kurtarmıştı. Bu durumu Re-sûlullah'a arz edince, Nebiyy-i Ekrem (s. a.):

— Kalbin nasıl? buyurmuş, Ammâr da:

— İmanın verdiği huzurla dolu, Ya ResÛlellâh, cevabını vermişti. Bu defa Resûl-i Ekrem (s. a.):

— Ammâr sana tekrar böyle muamelede bulunurlarsa, sen de onların dediğini yap, demiştir. Bunu müteakiben de: "O ki Allah'a İman ettikten sonra
kalbi imanla dolu ve imanın verdiği huzur ile doymuş olduğu halde Allah'ı inkâra mecbur olacak olursa bundan dolayı hesaba çekilmeyecektir" (Nahl
Sûresi, 106) âyeti kerimesi nazil olmuştur. Medine mescidinin inşasında herkes birer taş taşırken onun iki taşı birden taşıdığını gören Resûlullah, onun



başını okşamış: "Vah vah Ammâr, seni asi bir topluluk öldürecek' 1 demişti. Nitekim bu haberin bir mu'cize olduğu Hz. Ammâr'ın Sıffîn harbinde Hz.
Ali safında, şehid edilmesiyle ortaya çıktı. (37 Hicrî.)

Vefatı anında 94 yaşında idi. Kendisinden 62 hadis rivayet edilmiş bunun ikisini Buhârî ve Müslim müştereken üçünü sadece Buharı birini de yalnız
Müslim rivayet etmiştir. (Geniş bilgi için bk. İbn Sa'd Tabakflt 1 1 1,176; tbn Ebî Hatim, d-Cerh ve'l-ta'dU, VI, 389; Ebû Nuaym, Hilyetu'l-evltyfı, I,
139-143, Hatîb Tarlhu Bagdad I, 150-153; tbnu'I-Esîr, Üsdu'l-gâbe, IV, 129; Zehebî, A'lâmunnübelfl, I, 406-428; İbn Hacer el-Isflbe, II, 513; Tehzlbu't-
Tehrfb, VII, 408; lbiiu'1-lmâd, Şezerfttn'z-zebeb, 1,45; Ansa-rî Asr-ı Saadet, II, 163-173.).
[268]

tbn Mâce, tahâre 8; Ahmed b. Han bel, IV, 264.

T2691

tbn Mâcc, tahâre 8.

12701

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 106-108.

r2711

BotolmckM 1, 136.

T2721

Tuhfedu'rahvezî, VIII, 35.

T2731

Fethi' 1-Mri, XII, 463.

12741

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 108-1 10.

[2751

Buhfııt, vudû' 73; Cuma 8; Teheccüd 9; Müslim, tahâre 46,47; Nesâî, tahâre 1; kıyfimul-leyl 10, 11; tbn Mâce, tahâre 7; Dânmî, vudû 20; Ahmed
b. Hanbel, V, 382, 390, 397, 402, 407.
[276]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 110.

[2771

Sa'd b. HJşâm b. Âmir el-Essârî: Enes b. Malikin amcasının oğludur. Babasından, Enes b. Malik'ten, Hz. Aişe ve Ebû Huveyre'den rivayette
bulunmuştur. Kendisinden de Zu-râre b. Evfâ, Hasan Basrî ve Humeyd b. Abdirrahman, el-Hımyeri hadis rivayet etmişlerdir. Nesâlonu "güvenilir"
bulmuş tbnHibban da ona kkâbu'KÖtat'mda yer vermiştir. Buhârî onun Hindistanda bir yer olan Mukrân'da savaşırken vefat ettiğini söyler. Pek çok kışt
ondan hadis rivayet etmişse de Buhâri ondan rivayette bulunmamıştır. (Bilgi için bak: el-Kelâbâzî, el-Cem" beyne ricali's-sahihayn, I, 159; el-Menhel,
1,200).
r2781

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 110-11 1).

12791

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 111.

12801

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 111-112.

[281]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 112.

f2821

Buhari, tefsir-i sûre 3,19-20; deavftt 8,10, tcvhîd 13; Tirmirf, duft 28, tabire 19; Mü»-lim, mıisâfırîn 19; ibn Mâce, İkâme 181; Ahmed b. Hanbel
I, 373.
[283J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 1 12-1 13.

[2841

bk. Sözler, 366.

[2851

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 113-115.

[2861

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 115.

[2871

Usame b. Umeyr b. Amir: Buhârî bu râvînin sahabe olduğunu söylemiştir. Sünen sa-hiblert, imam Ahmed, Ebû Avâne, İbn Huzeyme, tbn Hibbân
ve Hâkim de sahihlerinde ondan hadis nakletmişlerdir. Kendisinden oğlu rivayette bulunmuştur. 7 hadisi vardır. (Bilgi için bk; lbnu'1-Esîr, Üsdu'l-gâbe,
1,82).
12881

Buhârî, zekat 7; Müslim, tahâre 1; Tirmizî, tahâre 1; Nesâî, tahâre 103; zekât 48; İbn; Mâce, tahâre 2; Ahmed b. Hanbel, II 20, 39, 51, 57, 73, V,
74, 75.
T2891

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 115-116.

12901

el-Mâide (5), 6.

[291]

Nevevî, Şerha Sahih-* Müslim III, 103.

T2921

Buhârî, l'tisam 6; Müslim, fedâil 130; hac 412, Nesâî, hac i; tbn Mâce Mukaddime 1.

12931

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 116-118.

[2941

Buhârî, hiyel 2; vudû' 2; Müslim, tahâre 2; Tirmizî, tahâre 56; Ahmed b. Hanbel 308, 318.

[2951

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 118.

[2961

Müslim, Selâm 125; Ahmed b. Hanbel H, 429; IV 68, V, 380.



T2971

Müslim, İmân 164; Nesâî, tahrîmıTd-dem 12.

T2981

Buhârî, Teyemmüm 5, 6; Ebû Dâvud, tafaâre 123; Tirmizi, tahâre 92; Nesâî, tahâre 203; Ahmed b. Hanbel, V, 146, 147, 155, 180.

[299]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 118-119.

[300]

Ali b. Ebî Talib, Ebu'l-Hasen: Peygamberimizin amcası Ebû Tâlib'in oğludur, Kureyş-lıdır. Peygamberlikten on yıl önce Mekke'de doğmuş,
henüz çocukken müslüman olmuştur. Hicretin 35. yılında Hz. Osman'ın şehid edilmesi üzerine dördüncü halife olmuştur. 4 sene, 8 ay bu görevde
kaldıktan sonra 63 yaşında iken 17 Ramazan 40 H. (24 Ocak 661 M) Pazar günü sabah namazını kılmak üzere camiye giderken Haricilerden İbn
Mülcem tarafından kılıçla vurulmuş, iki gun sonra da şehid olmuştur.

Hz. Ali buyuk bir âlim idi. Hz. Peygamber damadıydı. Peygamberimizin soyu kızı Hz. Fatıma ile Hz. Ali neslinden devam etmiştir. Henüz çocuk
denilecek bir yaşta iken musluman olduğu halde, Allah yolunda hakkıyla savaşmış, ilim amel, ibâdet ve siyâseti beraber yürütmüştür. Zamanında
Cemel(H. 36/M. 656ve Sıffin (H. 37) olaylan A cere-yan etmiş, hilâfet hususunda anlaşmazlıklar baş göstermiştir. Aşere-i mübeşşeredendir.
Hz. Ali hadisleri kabul ve rivayet hususunda çok dikkatli davranırdı. Hadis rivayet edenlere yemin ettirdikten sonra hadislerini alırdı. Zamanı daha çok
siyasî çekişmelerle geçtiği için fazla hadis rivayet edememiştir. 586 hadis rivayet etmiştir. Bunlardan 20'sini Buhârî ve Müslim ortaklaşa rivayet
etmişlerdir. Dokuzunu sadece Buhârî. beşini-de sadece Müslim rivayet etmiştir. (Bilgi için bk. İbn Sa'd, Tabakât, JII, 1 9-40; İbnu'1-Imâd, Şezerâtu'z-
Zeheb, I, 35, 40-49, 51, 62-64; Anhsârî, Asr-ı Saadet, I, 344-365).
[301]

Ebû DâvÛd, Salât 73; Tirmiâ Mcvâkît 63; İbn Mâce; tahâre 3; Dârimî, vudû' 22; Ah-med b. Hanbel, 1,123, III, 340.

13021

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 1 19-120.

13031

el-Heysemî, Mecmau'z-Zevttd, II, 105.

[3041

Zafer Ahmed el-Osmanî, t'laü's-sünen, II, 159.

T3051

el-A'la(87), 15.

T3061

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 120-122.

[3071

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 122.

[308]

Tirmizî, tahâre 44; ibn Mâce, tahâre 73.

T3091

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 122-123.

13101

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 123.

[3ÜI

Müslim, tahâre 86; Ebû Dâvûd, tahâre 65; Tirmizî, tahâfe 45; Nesâî, tahâre 100; Ah-med b. Hanbel, V, 350, 351, 358.

[312]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 123.

[313]

Tirmizî, tahâre 50; Nesâî, tahâre 43; miyah 2; Ahmed b. Hanbel, II, 12.

[3141

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 124.

[315]

Ebü Dâvûd, tahâre 33, 34.

[3161

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 124-125.

[317]

Tirmizî, tahâre 50; Nesâî, tahâre 43; miyâh 3; tbn Mâce, tahâre 73; Dârimî, Vudû* 55; Ahmed b. Hanbel H, 23, 27, 107.

[3181

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 125-126.

[3191

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 126.

T3201

Tirmizî, tahâre 49; Nesaî, miyâh 1, 2; ibn Mâce, tahâre 76; Ahmed b. Hanbel, I, 235, 284, 308, III, 163, 3 1, 86, VI, 172, 330.

[32U

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 127.

[3221

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 127-128.

[3231

Ahmed b. Hanbel IV, 194.

[3241

Buhârî.buyÛ'3 ; Tirmizî, kıyâmefıO; Nesflî, kudât 11; Dârimî, buyu 2; Ahmed b. Hanbel VI, 153.

[325J

Tirmizî, tahâre, 49; Nesaî, miyâh 1, 2; tbn Mâce, tahâre 76; Ahmed b. HuıbcI.J, 235, 284, 308; III, 16, 31, 86; VI, 172, 330.

[326J

Bu durum suyun uzun süre beklemesindendir ve Ebü Davud'un bu kuyuyu ölçmesi, Re-sûlultah'tan yüzlerce sene sonradır. Onun ölçüsü,
Resûlullah devrinin ölçüsünden değişik olabileceğinden, bu görüşü, fukahânın yukarıda beyân ettikleri görüşlerim değiştirici mahiyette değildir.
[3271

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 128-130.



T3281

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/131.

T3291

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 131.

[330]

Tirmizî, tahâre 48; tbn Mace, tahâre 33.

[33i]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 131-132.

[332]

İbn Mâce, tahâre 33.

T3331

lbnû'1-Esîr, en-Nihâye, I, 302-303.

[334]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 132-133.

[335]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 133.

[336]

Buhârî, vudû' 68; Müslim, tahâre 94-96; Tirmizî, tahâre 51; Ibtı Mâce, tahâre 25; Ne-saî, tahâre 45, 139; gusl 1; Dârimî, vudûl45; Ahmcd
b.HanbclJI.259, 265, 288, 316. 346, 362, 364, 433, 464, 492, 529, 532; IH. 341, 350.
[3371

bk. yukarıdaki kaynaklar.

[338]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 133-134.

[339]

bk. 25 ve 26 numaralı hadisler.

[3401

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 134-135.

[341]

Hatiboğlu Haydar, Sünen-* İbn Mftce terecine ve Şeriri I, 537.

[342]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 135-136.

13431

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 136.

13441

Nevevî, Şcrhu Sahİh-i Müslim IH, 185.

[3451

Zafer Ahmed Osmanî, I'laü's-Sünen, 1, 197, Zeylaî, Ntsbü'r-rfıye I, 131.

[3461

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 136-137.

[3421

el-Mâide (5), 4.

13481

bk. Mansûr Ali Nâsıf et-Tftc I, 85.

[3421

Tirmizî, tahare 68, 69.

T3501

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 138.

[351]

Müslim, tahâre 93; Ncsâî, tahâre 52; miyah 7; İbn Mâce, tahâre 31; Dârimî, vudû' 59; Ahmed b. Hanbel, IV, 86; V, 56;

13521

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 139-140.

[353]

Müslim, libâs 82; Nesâi, sayd 11; bk. Ebû Dâvûd, 227 no'lu hadis.

[354]

İbn Kuteybe, Hadis Müdafaan, 134.

13551

İbn Kuteybe Hadis Müdafaası, s, 184.

[356]

Ahmed b. Hanbel, IV, 85; V. 54.

[3571

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 140-142.

[358]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 142..

[3521

Tirmizî, tahâre 69; Nesâî, tahâre 53; miyâh 8; İbn Mâce, tahâre 32; Dârimî, vudÛ' 58; Muvatta, tahâre 13; Ahmed b. Hanbel, V, 296, 309.

13601

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 143.

[36j]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 143-144.

[362]

Bu hadis-i şerifi sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.



[363]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 144-145.

[364]

Dâvudoglu Ahmed: İbn Abidin Tercemesl I, 537.

[365]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 145-146..

[366]

"Kedi sevgisi imandandır" sözü, hadis değildir, bk. el-Aclûni, Keşfü'l-hafa, I, 347, (Beyrut, 1351).

13671

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 146.

[368]

Müslim» hayz 43, 46; Ahmed b. Hanbd, VI, 210.

[3621

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 146-147.

mm

Mustafa Sibâî, İslama ve Garbhlara göre Kadın (trc. 1. Toksan) s. 14-20.

[371]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 147.

13721

Ahmed b. Hanbel, VI, 367.

[3731

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 147-148.

[3741

Buhârî, vudû' 43; ğusl9,15; hayz 5; Libâs 91; Müslim, hayz4 1,43-47,49,50; Tirroizî, tahâre46; libâs 61; Nesâî, tahâre 57,145, ğusl 9; ibnMâce,
Tahâre32; 34-36,108; Ah-med b. Hanbel II, 4, 13,103, 142, 111, 112, 116, 130,135, 209,249, VI-30,37,43,64, 91, 103, 118, 127, 129, 131, 157,161,
168, 170, 171, 172, 173, 189, 191-193, f99,210, 230, 231, 235, 255, 265, 281, 366, 367.
[3751

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 148-149.

[3761

bk. Bir önceki hadisin kaynaklan.

[3771

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 149-150..

[3781

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 150.

[3791

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 150.

T3801

Tirmizî, tahârc47. Nesâî.miyahll; tahâre 146; İbnMftce, tahflre34; Ahmedb. Hanbel IV, 1 10, 1 1 1; V.329;.

[38U

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 151.

[3821

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 151-152.

[3831

Nevevî, Şerhli Müslim, IV, 2.

[384J

bk. tbn Hacer Fethü'l-Bfırî 1 ,312.

T3851

Hakem b. Amr: ResUlullah (s.a.)'în vefatına kadar sohbetinde bulundu. Sonra Basra'ya göç etti. Ziyâd'm kendisini Horasan'a vali tayin etmesiyle
Basra'dan ayrıldı. Abdullah b. es-Sâmit, İbn Şîrîn, Hasan Basrî ve Ebü'ş-Şa'sâ kendisinden hadis rivayet ettiler. Hasan basrî der ki; Ziyâd, Hakem'i
Horasan'a gönderdiği zaman orada büyük bir ganimet ele geçirmişti. Bunun üzerine-Ziyad bu ganimetin içinden altın ve gümüşün ayrılıp kalanının
halka taksim edilmesini bir mektupla bildirmiş, bunun aynı zamanda emirü'l-mü'mininin de emri olduğunu ifâde etmişti. Bu mektubu okuyan Hakem,
bir mektup yazarak Ziyâd'a şöyle cevap verdi: "Sen mektubunda Emirü'l-mü'minin emri icabı beyaz gümüşlerle san altınları ganimet mallarının
taksiminden önce seçilip ayni-masını, halka ancak geriye kalan malların dağıtılmasını istiyorsun. Oysa senin mektu-bun benim elime geçmeden
Allah'ın kitabi bana ulaştı, diyor ki, "Yer ve gökler bitişik idi de biz onları ayırdık" (Enbiyâ: 30) Yerle gök bir kulun aleyhine birleşti. O kul da
Allah'dmn korktuğu İçin Allah ona bir çıkış yolu, bir kurtuluş çaresi yarattı."

Bu cevabî mektubu Ziyâd*a gönderen Hakem, halkı toplayıp ganimet nâmına ne varsa hepsini bölüştürmüş. Sonra da "ey AHahım, efcer senin katında
benim için bir İyilik varsa beni yanına al." diye duâ etmiş. Hicretin 50. yılında Merv'de vefat etmiştir. Sahabî Büreydetü'*Eslemî ile aynı yere
gömülmüşlerdir.Kendisinden Tirmiri, İbn Mâce, Ebû Dâvud, Nesâî rivayette bulunmuşlar. Bir ha-dişini de Buhârî rivayet etmiştir. (Geniş bilgi için bk.
İbn Sa'd Tabakfıt VII, 28; İbn Ebî Hatim, el-Cerh ve't-ta'dil, IH, 119; İbnu'i-Esîr, Üsdn'l-gfıbe, II» 40; Zehebî, A'tamu'n-nttbetft» II, 474-477; İbn
Hacer, d-tsftbe 1,346; Tebrfbu't-Tehzîb, II, 436,437).
T3861

Tirmizî, tahâre 37; Nesâî, miyah İl: İbn Mâce, tahâre 34; Ahmed b. Hanbel, IV, 213, V-66.

[3871

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 152-154.

[3881

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 154-156.

[3891

Tinnizî, tahâre 53; Nesâî, tahâre 46; miyah 4, Sayd 35; İbn Mâce, tahâre 38; sayd 18; Mu vatta', tahâre 12, sayd 12; Dârimî, vudu 53; sayd 6;
Ahmed b. Hanbel, II, 237,361, 378, 393; III, 373; V, 365.
13901

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 156..

[3911

el-A'raf(7) 157.



T3921

îbn Mâce, Sayd 9; ct'ime 3 1 ; Ahmed b. Hanbel H, 97.

[3931

el-Maide (5), 96.

T3941

el-Bâci'nin sözü burada bitti.

[395]

el-Mâide (5), 96.

[3961

bk. Hatipoğlu, Haydar: Sünen-i İbn Milce Terceme ve Şerhi, I, 590-591.

[3971

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 157-159.

[3981

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 159.

[3991

Tirmizî, tahâre 65 [Burada "ve o neblzdeo abdest aldı" ilavesi vardır.] tbn Mâce, taht re 37; Ahmed b. Hanbel I, 402, 449, 450,

458.

r4ooı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 160.

[401]

Ö.N. Bilmen, Hukuku, İslfımiyye ve Istüfihâtı Fıkhİyye Kflmusu III, 2 1 ; fazla bilgi için bk: İbn Abidin Tercümesi, XVI, 6 1 ve devamı.

[4021

el-Maidc (5), 6.

[4031

Mecelle, madde 15. "Kıyasa aykırı olarak sabit olan hüküm, başka hükümlere esas teşkil etmek üzere ölçü alınamaz" demektir.

f4041

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 160-162.

[4051

Ahmed b. Hanbel, I, 393, 402, 449, 455, 457, 452.

T4061

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 162-163.

[4071

Nevevî, Müslim Şerhi, II, 169.

T4081

Kemaleddin İbnü'l-Htimam; Fethü'l-Kadîr, I, 82.

T4091

Müslim, salât 150.

[4101

Ferşat Muhammed, Önlerin Esrftrı, s. 203-204.

[4]il

AynîBinâye, 1,472.

[im

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 163-164.

[4131

Deliller için bk. Aynî, el-Binîye, İ,474.

[4141

bk, Davudoğlu Ahmed, İbn Abidin terceme ve şerhi 1 273.

[4151

Geniş bilgi için 84 nolu hadisin açıklamasına bak.

[4161

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 164-166.

[4171

Abdullah b. Erk «m, Mekke'nin fethedildigi sene İslâm ile müşerref olmuştu. Resul-i Ekrem (s. a.) den sadece bir hadis-i şerif rivayet etmiştir. Hz.
Ömer devrinde hazine memura idi. Hz. Ömer onun hakkında "Abdullah'dan daha çok Allah'dan korkan bir kimse görmedim" derdi. Beğavî'nin
Abdullah b. ez-Zübeyr.'den rivayetine göre, Resûl-ü Ekrem (s. a.) ecnebi devlet başkanlarına cevap vermek üzere Abdullah'ı görevlendirmiştir.
Abdullah jse gelen mektuplara cevap verip mühürledikten sonra artık başkasına ait bij emânet olduğu düşüncesiyle bir daha o mektubu okumazdı.
Emânete riâyet hususunda fevkalâde hassasiyeti sebebiyle Hz. Osman (r.a.) de onu hazine memura tayin etti. Kendisine 300 dirhem maaş bağlamışsa
da Abdullah "ben çalışmanın karşılığını Allah'dan bekliyorum" diyerek almamıştır. Hz.Osman'tn hilafeti sırasında Hakkın rahmetine kavuşmuştur.
(Geniş bilgi için bk. Buhârî, et-Târihu'1-keblr, V, 32-33; tbn Ebi Hatim, d-Cerh ve'l-ta dil V, 1; tbnu'l-Esîr, ÜsdıTI-gâbe, III, 172; Zehebî, Alâmu'n-
nubclâ. II, 482. 483; İbn Hacer, el-tsftbe, II, 273; TehzîbıTl-Tehzîb, V, 146-147)
[4181

Tirmizî, tahâre 108; Dârİmi, salât 137; Ahmed b. Hanbel, III, 483; IV, 35.

[1191

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 166-167.

r4201

bk. Mecmau'z-Zevftİd, I, 177.

[4211

Davudoğhı Ahmed tbn Âbidtn Tercemesi, I, 574.

[4221

Müslim, Mesâcid, 67.

[4231

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 167-168.



T4241

Müslim, Mesâcid 67.

[425]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 168-169.

[426]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 169-170.

[4271

Sevban b. Bücdud, İbn Cahdar diye bilinir. Künyesi Ebû Abdullah'dır. Resûlullah'ın azatlı kölesidir. Kendisinden 127 hadis rivayet edilmiştir.
Bunlardan on tanesini Müslim rivayet etmiştir. Râvileri arasında Me'dan b. Ebû Talha, CUbeyr b. Nufeyr, Ebû İdris el-HavJânî gibi kimseler vardır.
Aslı Yemen'üdir. Esir edilmişti. Resül-ü Ekrem (s. a.) O'nu satın altp hürriyetine kavuşturdu. Sonra kendisine "istersen kavmine git yine onlarla yaşa,
İstersen burada kal ehl-i beytimden ol" buyurdu. O ailesine dönmedi; Resül-1 Ekrem (s.a.)'in yanım tercih etti. Hazarda ve seferde O'ndan hiç
ayrılmadı. Resul-i Ekrem (s.a.)'in vefatından sonra Şam'a gitti sonra da Humus'a yerleşti. Hicri 54 (M. 674) yılında vefat etti. (Bilgi için bk. lbnu'1-esir,
Üsdu'l-ğâbe, I, 296).
[4281

Tirmizî, Salât 265; İbn Mâce, ikâme 3 1 .

T4291

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 170-171.

[4301

Buhârî, ezan 89; daavât39, 44, 46; Müslim,. mesâcid 47; zikr 48; Ebû DâvUd, salât 121;Tirmizî,daavât76; Nesâî, tahâre 47, iftitâh, 15; İbn Mâce,
ikâme 1, duâ 3; Dârimî salât37; Ahmedb. Hanbel II, 231, 494; IV/381; VI, 57, 207.
[43U

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 171-172.

[4321

Tirmizî, salât 148; Ahmed'b. Hanbel V, 280.

[4331

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 172-173.

[4341

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 173-174.

[4351

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 174.

[4361

Buhârî, vudü' 47; Müslim, hayz 5I-53,Tirmizî. tahâre 42; Nesâî, miyah,13; îbn Mâce, tahâre 1; Dârimî, vudû' 23; Ahmed b. Hanbei, III, 179, 302,
V, 222, VI, 121, 133, 219, 234, 239, 249, 280.
[4371

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 174-175.

[4381

bk. Ahmed Nâim, Tecrid-i Sarih Tercemesi 1,140-141 1. baskı.

[4391

Nevevî, Serhu Müslim, IV, 2.

[4401

Bufcan, M\ıdü' 47.

[4411

Müslim, hayz 44.

f4421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 175-177.

[4431

bk. Bir Önceki hadisin kaynakları.

T4441

Ümmü Umâre: Mazin'ti Nesîbe diye anılır. "Lılseyne" denildiği de söylenir. Meşhur olan adı şöyledir: Nesîbe bint Ka'b b. Amr b. Avfı'l-
Ensariyeti'n- Neccâriyye. Resülul-lah'ın (s. a.) üstün vasıflı kadın sahabesinden biri idi. Akabe bey'atinde bulundu. Rivayete göre kendisine oğlu
Habîb'in şehâdeti haberi ulaşınca öldüranceye veya öldürülünceye kadar Müseylime ile çarpışmaya yemin etti. Bundan sonra Halid b. Ve-lid'tn
mttrtedlerle savaşmakta olduğu yer olan Yemâme'ye gitti. Müseylime'nin katledildiği Muharebeye katıldı ve orada eli kesildi.

Ümmü Umâre eşi Zeyd b. Âsım'la beraber Uhud muharebesinde de bulundu. Yanında su kabı vardı, susuzlara su veriyor ve yaralılara tedâvî ediyordu,
önce galibiyet mUslümanlar tarafmdayken sonra durum değişti. Resûlüllah (s. a.) etrafında etten ve kemikten kale olup ona yönelen hücumlara
kendilerini siper eden 1 0 kişiden başka herkes bozguna uğrayıp kaçmıştı. İşte o anda Ümmü Umâre'nin kolladığı fırsat gelmişti. Kılıcını sıyırdı, yayım
omuzladı, Resûlüllah (s.a.)'ın önünde dolaşarak, O'nu korudu. Ok atıyor, kılıç çalıyordu. Mücâhitler arasında cesaret ve kahramanlığıyla en çok göze
çarpan o idi. Resûlüllah (s.a.)e yaklaştığını hissettiği tehlikelerin hepsini önlüyordu, öyle ki Resûlüllah (s. a.) şöyle demişti: "Her sağa, sola dönüşümde
onu vuruşurken görüyordum. "Oğlu Umâre şöyle anlatıyor; "O gün sol pazumdan derince yaralandım. Beni bir adam vurdu ve savuşup gitti, kan hiç
kesilmiyordu. Resûlüllah: "Yaranı bağlal' dedi. Annem yaralar için hazırladığı sargılarla beraber bana geldi, yaramı sardı. Rasûiullah (s. a.) durmuş
bana bakıyordu. Annem: "Kalk yavrum düşmanla vuruş" dedi. Peygamber (s. a.) şöyle diyordu. "Ey Ümmü Umare sizin yaptığınızı kim yapabilir?"
Umâreder ki: Beni vuran adam yine geldi, Rasûiullah (s. a.) anneme seslendi. "İşte oğluna vuran" Annem onu karşıladı, bacağına vurdu ve adam çöktü.
Rasûiullah (s. a.) bunun üzerine dişleri görününceye kadar güldü ve anneme "İntikamını aldın Ümmü Umâre" dedi. Sonra hep beraber o adamın işini
bitirdik. Peygamber (s. a.) anneme "Seul zafere kavuşturan, intikamını gözünle gösteren Allah'a hamdolsun" dedi.

Ümmü Umâre o gün bizzat savaşırken ve peygamberi korurken on Öç yara almıştı. Yaralardan biri omuzunda derince açılmıştı. Oradan kan boşandı o
buna rağmen ve vücudundan fışkıran kana aldırmadan savaşa devam etmekteydi. Rasûiullah (s. a.) "Annene, annene bak, onun yarasını sar, aile olarak
Allah size uğur ve bereket lütfetsin" dedi. Rasûiullah (s.a.)'in dediğini işitince annem de şu dilekte bulundu: "Cennette bizi seninle beraber kılması için
Allah'a (c.c.) dua et" Bunun üzerine RasÛluUah (s. a.): "Ya Rab onları cennette benim arkadaşlarım kıl" dedi. Annem de: "Dünyada başıma ne gebe al-
dırmam artık" dedi. Nebiyyi Ekrem (s. a.) efendimizden hadîs rivayet etmiş kendisinden de el-Hâris b. Abdullah, tkrime, Leyla, ÜmmtfSaid binti Sa'd b.
er-Rebi* rivayette bulunmuştur. Allah ondan razı olsun. (Bilgi için bk. lbnu'1-Esir, Üsdu'l-gabe, VII, 371)
[4451

Ncsaî, tahâre 58.

T4461

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 177-178.

[4471

Müslim, hayz 50,51; Ncsaî, tahâre 58, 143; miyah 13; Tirmizî, cennet 76; Dârimî, vudu 23; Ahmed b. Hanbel, III, 1 12, 1 16, 259, 282, 290.



14481

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 178-180.

[449]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 180-181.

14501

lbn Mâce, duâ 12, (burada: "duada aşırılık edecekler" kaydı bulunmamaktadır); Ah-med, I, 172, 183; IV, 86, 87, V-55.

[45JJ

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 182.

[452]

En-Nevevî, Şerlin Müslim, IV, 2.

14531

İbn Mâce, tahâre 48; Ahmed b. Hanbel II, 22 1 .

14541

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 182-183.

14551

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 184.

[456]

Buhârî, İlim 3,30, vudûl 27, 29; Müslim, tahâre 625, 28, 30; Tirmizî tahâre 31; Nesâî, tahâre 88; lbn Mâce, tahâre 55; Dârimî, vudû' 35;
Muvattâ', tahâre 5; Ahmed b. Han-bel, II, 193, 201, 205, 211, 226, 228, 282, 284, 389, 406, 407, 409, 430, 467, 482, 498, III, 316, 390, 426; IV, 191;
V, 425, VI, 81, 84, 99, 1 12, 192, 258.
[457]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 184.

[4581

Müslim, tahâre 26, 27. 241.Nevevî, Şertıu Müslim, 111,129.

[4591

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 184-185.

14601

Nevevi, Şerhu Müslim, III, 129.

14611

es-Sa'âti, FethıTr-Rabbfıni, II, 43.

[4621

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 185-186.

[4631

Bu hadisi sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.

14641

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 186.

14651

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 186-187.

14661

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 187.

[4671

İbn Mâce, tahâre 6 1 .

14681

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 187-188.

14691

Tirmizî, tahâre 20; İbn Mâce, tahâre 41; Dârimî, vudO' 25; Ahmed b. Hanbel, II, 418; III, 41; IV, 70; V, 38; VI, 382.

[4701

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 189.

[471]

Suyûtî, ef-Câmi'u's-sağîr 11,210.

[£721

Aynî, Bİnftye I, 136-137, Zeylâî, Nasbıı'r-râye 1,7.

[£731

Aynî, Binftye 1,137.

[£741

bk. 17 numaralı hadis.

[4751

SüyUtî el-Câmiü's-Sağîr, II, 97.

f4761

İbnu'l-Hümam, Fethü'l-Kaadir, 1, 14.

[£771

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 189-191.

[4781

Hadis-i şerifte geçen Rabîa, Tabiînden "Ferrûh" adında bir zattır. Teym kabilesinin azatlılarından idi. Hz. Enes'den ve tabiinin ileri gelenlerinden
hadis rivayet etmiştir. Re'y ve kıyas Uetamndığı için "Rabiatü'r-Re'y" ismini almıştır. Güvenilir, hafız, fakih, bir zat idi. İmam MahVin hocasıydı.
Kendisinden Yahya el-Ensari, Sevrî.Şu'be, İmam Mâlik gibi kimseler hadis rivayet etmişlerdir. Medine-i Münevvere'de ifta ile temayüz etmişti. İmam
Mâlik demiştir ki: "Rabia öldüğü günden itibaren fıkhın halfıveti gitmiştir." Vefatı H. 136/M. 753 tarihdedir.
[£791

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 191-192.

r4801

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 192.

[48U

Müstan, tahâre 87; Tirmizî, tahâre 19; Nesâî, tahâre 1; Ahmed b. Hanbel 1 1 241 289 455,471,507.



T4821

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 192-193.

[483]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 193-194.

T4841

bk. 103. hadisin kaynaklan.

[485]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 194.

r4861

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 195.

[4871

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 195.

T4881

Müslim, tahâre 3,4, 8; Nesâî, tahâre, 67, 68, 93; İbn Mâce, tahâre 6; Ahmed b. Hanbel, I, 50, 64, 66, 68, 71.

T4891

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 196.

[490]

el-Mâıde (5) 6.

[491]

Tirmızî, salât 1 10; isti'zân 4; Nesâî istiftâh 7, tatbik 15, sehv 67; ibn Mâce, ikâme 72.

T4921

El-Mâide (5), 6.

[493J

es-Serahsî, el-Mebsût 1, 62.

T4941

bk. Nevevî Şerfau Masllm, III, 105-106. .

[495]

bk. el-Heysemî, MecmeVz-zevftid, I, 230.

14961

bk. 1 1 8 numaralı hadis.

[4971

bk. 150 numaralı hadis.

T4981

Aynî, Umdetü'l-Kaarî, II, 235.

[4991

el-Mâide (5), 6.

[5001

İbn Mâce, tahâre 51; Tirmizî, tahâre 267.

[5011

Aynî, Umdetü'l-Kaari, III, 82.

[5021

Meylanî; Ahmed, El-Hidflye Tercemesi, I, 26.

[503J

bk. Nesai, tahâre 8 1 .

[5041

bk. Heysemî, Mecmaü'z-zevaİd, 1,232-233; Ve 118. hadisin şerhi.

[5051

Ahmed Davudoğlu, Sahih'i Müslim lerceme ve şerhi, II, 284.

[5061

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 196-204.

[5071

Bazı nüshalarda istinsâr geçmektedir.

[5081

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 204-205.

[5091

Hz. Osman b. Afffın b. Ebi'l-As: Kureyşiidir. Fil olayından altı yıl sonra Mekke'de doğmuştur. Hz. Ebû Bekr'in delaletiyle 34 yaşlarında iken
müslüman olmuştur. Hz. Peygamberin kızı Rukiyye ile evlenmiştir. Onun vefatı üzerine öteki kızı Ümmü Gülsüm ile evlendi. Bunun için kendisine iki
nur sahibi manasına "zu'n-nureyn" denildi. Hz. Ömer'in şehid edilmesi üzerine hicretin 24. yılında üçüncü olarak halifeliğe seçildi. 11 yıl 11 ay
halifelikte kaldıktan sonra çıkan bir isyan sırasında evi sarılarak Kur'an-ı Kerim okumakta iken 18 Zilhicce 35 h. (17 Haziran 656 m.) Cuma günü 82
yaşında sehid edildi. Hz. Osman fevkalâde bir hâyâ ve takva sahibi idi. Varını yoğ«nu İslâm uğruna sarf etmiş çok cömert bir kimseydi. Zamanında
İslam orduları Horasandan Kuzey Afrika'ya kadar bir çok ülkeler fethet misti. Sağlığında cennetle müjdelenen on sahabiden birisi de Hz. Osman'dır.
Kur'ân-ı Kerimi toplayıp çoğaltarak İslâm âliminin her tarafına yollamış, bu suretle değişik okuyuşların önüne geçerek muslümanlann tek Kur'ân
okuyuşu üzerinde toplanmasını sağlamıştır. Zamanı, siyâsi çalkantılarla geçmiştir. Hz. Osman, zamanını daha çok ibâdetle, Kur'ân okumakla geçirirdi.
Bunun için fazla hadis rivayet edememiştir. 146 hadis rivayet etmiştir. Bunlardan üçünü hem Buhâri hem de Müslim Sahihlerinde nakletmişler, 8
tanesini sadece Buhâri, 5 tanesini de sadece Müslim nakletmistir. (Bilgi için bk. Ansârî, Asr-ı Saadet, I, 331-343 ve burada işaret edilen kaynaklar,
Şamil Yaymlan'ndan.).
[510]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 205-207.

[51U

bk. Heysemî, MecmeıTz-zevftİd, I, 23 1 .

[512]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 208.



[513]
[514]
[515]
[516]
[517]
[518]
[519]
[520]

[52j]
[522]
[523]
[524]
[525]
[526]
[527]
[528]
[529]
[530]
[531]
[532]



bk. 106. hadisin kaynaklan.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 208-209.
bk. 106. hadisin kaynaklan.
Nesâî, tahâre 93, 94, 95; Tirmizî, tahâre 44, 48;.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 209-210.
Nesâî, tahâre, 93, 94, 95; Tirmizî, 44, 48;.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/210-211.
Nesâî, tahâre 93-94, 95; Tirmizi, tahâre 44, 48.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 21 1-212.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/212-213.
bk. 1 1 1 nolu hadisin kaynakları.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/213.
bk. 1 1 1 nolu hadisin kaynakları,
bk. 1 1 1 nolu hadisin kaynaklan.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/214-215.
Nesâî tahare 78.
Nesflî, tahare 78.
bk. Beritil-Mechûd II, 296.
bk. 126 numaralı hadisin kaynaklan.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/215-216.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/217-220.

Buhârî, tahâre 38, 39,41,42,45,46; MUslim, tahâre 18, 19, Tirmizi, tahâre 24, Nesaî, tahâre 79, 80; İbn Mâce, tahâre 51; Muvatta, tahâre 1.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 220-221.
Nevevî, Şerhu Müslim, III, 123.
Aynî, Binftye, IV, 176.
Aynî, Binftye, IV, 176.
Nevevî, Şcrhu Müsliifı, III, 124.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 222-224.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 224.
Müslim, tahâre 19; Tirmizî, tahfife 36.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 224-225.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 225.

el-Mikdâm b. Ma'dî kerib b. Amr b. Ma'dîkerîb EbÛ Yahya: RasUlü Ekremden 47 hadis rivayet etmiştir. Ayrıca Hfılid b. Velid, Muâzb. Cebel ve
EbÛ Eyyûb-el-Ensârî'den de hadîs rivayet etmiştir. Kendisinden de Şureyh b. Ubeyd, HftUd b. Mi'dan ve Habib b. Ubeyd e?-Şa'bî gibi kimseler
rivayette bulunmuşlardır. Her ne kadar sahâbî olmadığını söyleyenler varsa da gerçekte büyük bir sahftbidir. Hicretin 86 veya 87 yılında 91 yaşında
iken vefat etmiştir.
[546]

İbn Mâcc, tahâre 52, Nesâî tahâre 84.



[533]
[534]

[535]
15361
[537]
[538]
[539]
[540]
15411
[542]

[543]
[544]
15451



[5421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 225-226..

[548]

bk. İbn Mâce, tahâre 52.

[5491

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 226-227.

[550]

Buhari tahâre 38, 39,41, 42, 45, 46; Müslim, tahâre 18, 19, Tirmızı, tahâre 24; Nesâi, tahâre 79, 80; tbn Mâce, tahâre 51; Muvattâ, tahâre 1.

[55U

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 227-228.

15521

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 228.

[553J

Bu hadisi yalnız Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.

[5541

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 228-229.

[5551

Muâviye b. Ebl Stifyan Sahr b. Harb b. Üraeyye b. Abdi Şems b. Abdi Menaf el-Kureşî el-Emevî, Ebû Adirrahman. Mekke'nin Fethi sırasında
müslüman olmuştur. ez-Zchebî, Muâviye'nin yirmi sene vâü, yirmi sene de Melik olarak Şam'da bulunduğunu kaydettikten sonra halim, setim, kerîm,
siyâsî, âkil bir kişi olduğunu söylemiştir. Resûl-ü Ekrem (s. a.) Efendimiz ona "Eğer melik olursan adlletiea ayrılma" buyurmuştur. Şu hikmetli sözleri
idarî siyâsetinin esasını teşkil etmektedir: "Halkın bana pamuk ipliği / ile bağlı bulunması Kâfidir. Ben onu hiç bir zaman koparmam. Halk bana doğru
gelmezse ben ona yaklaşırım" demiştir. Kendisinden 130 hadis rivayet edilmiştir. Bunların 4'ünde Buhftrf ile Müslim birleşmişler; 4'ttnü sadece Buhârî,
5'ini sadece Müslim rivayet etmiştir. Hicrî 60 senesi Recebinde vefat etmiştir. (Geniş bilgi için bk. Ibn Sa'd, Ta-bakat, III, 32; VII, 406; Buhârî, et-
Târitml-keMr, VII, 326; tbn Ebî Hatim, e4-Cerı ve't-la'dil, VIII, 377; Hatib, Tarihu Bağdad, 1,207; İbnuM-Esîr, ÜMbı*l-«ftbe, IV, 385; Zehebî,
A'Hunu'n-nübeU, III, 1 19-162; Ibn Hacer, d-tsâbe, III, 433; Telulb-'t-TehiSb. X, 207; İbnu'1-Imâd, ŞczeritaVzeheb, I, 65).
15561

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 229-230.

15571

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 230.

[5581

er-Rubeyyi' binl-i Muavvlz b. Afra ÜmmO Muâ> el-Ensâriyye, Hudeybiye musâlehâ-sında Rasûlü Ekrem (s.a.)'e bîatta bulunan
bahtiyarlardandır. RasûiuHah <s.a.) ile birlikte savaşlara katılmıştır. Buhârî, Nesâî ve Ebû Müslim'in Bişf b. Mufaddjl vâsitaayle Hâiıd b. Zckvâit'dan
rivayet «tiklerine göre, er-Rubeyyi bint Muavviz şöyle demiştir; "Biz Rasûlü Ekrem (s. a.) ile birlikte gazaya çıktık, mücâhitlere su taşır ve çeşitli hiz-
metlerinde bulunurduk. ÖJtt ve yarahlan da Medme'ye taşırdık:' Bu sözleri Ebû Müslim rivayet etmiştir. Buhârî'de ise, şöyle rivayet ediliyor. "Halka su
verirdik ve yarahlan tedavi ederdik" er-Rubeyyi {r.a.) 21 hadîs-i şerif rivayet etmiştir. Kendisinden de İbn Ömer'in azatlı kölesi Nâfi, Ebû Seleme,
Süleyman b. Yasar, Abdullah b. Muhammed ve HaKd b. Zekvan rivayet etmişlerdir. Kendisinden Buhârî iki hadîs rivayet etmiş, diğer bir hadîsi de
Müslim ve Buhârî beraber riVftyet etmişlerdir. (Geniş bilgi için bk. Ibn Sa'd, Ttbaklt, VIII, 447; tbnu'l-Esîr, Üsda'l-Jibe, V, 451; Zehebî, ATInTbtt UI,
198-200; Jbn Hacer, d-b«be, IV, 300; TekzHnı't-T«htib, XU, 418.).
15591

İbn Mâce, tahâre 52; Tirmizî, tahâre 25.

[5601

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 230-231.

[561]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 232.

[5621

Tirmizî, tahâre 25; Ibn Mâce, tahâre 52.

[5631

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 232-233.

[5641

Tirmizî, tahâre 25; Ibn Macc tahâre 52; Ahmed b. Hanbcl, VI, 359.

[5651

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 233.

[5661

Tirmizî. tahâre 25; tbn Mâce tahâre 52; Ahmed b. Hanbel VI, 359.

[5671

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 234-235.

[5681

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 235-236.

[5691

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 236.

[5701

Tirmizi, tahâre 25, İbn Mâce, tahâre 52, Ahmed b. Hanbel VI, 359.

[5711

Zafer Ahmed el-OSmani, l'lâ-üs-siinen I, 60.

[5721

Tirmizî, tahâre 25; İbn. Mâce, tahâre 52; Ahmed b. Hanbel VI, 359.

[573J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 236-237.

[5741

bk. Miyyul-Kârî Mlrk&t, 1,316.

[5751

bk. Davudoğlu A. İbn ağabeydin terceme ve şerhi I, 1 64.

15761

Ahmed, b. Hanbel, İli, 481.



[5771

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 237-239.

[578]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 239-241.

15791

Nesâî, tahâre 84; Tirmizî, lahâre 28; İbn Mace lahare 52.

[580]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 242.

[58U

Ebû Ümâme: tsmi Sudey b. Âdân et-BâhiB'dir. Humus'a yerleşen büyük sahabelerdendir. 250 adet hadîs-i şerif rivayet ettiği bilinmektedir.' Bu
hadîslerden Buhârî beşini, Müslim ise üçünü rivayet etmiştir. Kendisi Ömer, Osman, Ali, Ebû Ubeyde, Muâz, Ebudderdâ, Ubâde b. Sâmit gibi sahâbe-i
güzin'den (r.a.) rivayette bulunmuş; kendisinden de Recâ b. Hayve, Muhammed b. Ziyâd el-Hânî, Kasım b. Abdirrahman, Şürahbil b. Müslim, Mekhûl
ve Ebû Ğâlib gibi tabiiler hadîs rivayet etmişlerdir. İbn Sa'd Tabakflt'mda Şam'a yerleştiğini söyler. Taberânî de zayıf bir senetle Uhud Muharebesinde
bulunduğunu rivayet etmektedir. ei-Hasan b. Râfı'in FazâiİH's-Sthabesi'nde Yusuf b. Huzn el-BâhüTden yaptığı bir rivayete göre "Allah şu
mü'Hinlerden razi olmuştur İd, onlar ağaç altında sana biat ediyorlardı" (Feth, 1 8) âyeti nazil olduğu zaman EbU Ümâme "Yâ Rasülallah ben de ağaç
altında sana biat edenlerdenim!" demiş. Hz. Peygamberde "Evet sen, bendensin. Ben de sendenim" cevabını vermişti. Bu mübarek sahabinin
kabilesinin mfıslu-man olmasında büyük payı olmuş ve H. 86 yılında vefat etmiştir. Allah ondan razı olsun.
[582]

Tirmizî, tahâre 29, ibn Mâce, tahâre 53.

[583J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 242-243.

[5841

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 243-244.

[5851

bk. Zafer Ahmed et-Osmânî, tlfi's-süoen I, 78.

15861

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 245.



52. Abdest Organlarını Üçer Kerre Yıkamak

53. Abdest Organlarının İkişer Kere Yıkanması

54. Abdest Organlarının Birer Kere Yıkanması

55. Ağıza Ve Buruna Ayrı Ayrı Su Vermek

56. Buruna Su Verip Dışarı Atmak

57. Sakalları Hilallemek

58. Sarık Üzerine Meshetmek

59. Ayakları Yıkamak
öO.Mestler Üzerine Meshetmek

61. Mesh Süresi

62. Çoraplar Üzerine Meshetmek

[Ayakkabılar Üzerine Mesh Etmek]

63. Meshin Yapılışı

64. Abdestten Sonra Üzerine Su Serpmek

65. Abdest Alırken Okunacak Dualar
Bir Abdestle Bir Kaç Namaz Kılmak

66. Abdest Alırken Abdeste Ara Vermek

67. Abdestin Bozulduğundan Şüphe Etmek

68. Öpmeden Dolayı Abdest Gerekir Mi?

69. Erkeğin Tenasül Uzvuna Dokunmasından Dolayı Abdest (Gerekir Mi?)

70. Tenasül Organına Dokunmanın Abdesti Bozmayacağı

71. Deve Eti Yemekten Dolayı Abdest Gerekir Mi?

72. Çiğ Ete Dokunmaktan Dolayı Abdest Almak Mı Yoksa El Yıkamak Mı
Gerekir?

73. Ölü Bir Hayvana Dokunmaktan Dolayı Abdest Almanın Terki

74. Ateşte Pişen Şeyi Yemekten Dolayı Abdest Bozulmaz

75. Ateşte Pişen Şeve Dokunmaktan Dolayı Abdest Almanın Lüzumuna Israrla
İşaret Eden Hadisler

76. Süt (İçmek)Ten Dolayı Ağzı Yıkamak

77. Süt İçmekten Dolayı Ağzı Yıkamak Hususunda Ruhsat

78. Kandan Dolayı Abdest Almak

79. Uykudan Dolayı Abdest Almaya Dâir

_Bu hadis-i şerif de oturarak uyuklamanın abdesti bozmayacağına işaret
etmektedir.

80. (Ayağıyla) Necasete Basan Kimsenin Abdest Alıp Almayacağı

81. Namazda İken Abdestî Bozulan Kişi(Nin Ne Yapması Gerektiği?)

82. Mezînin Hükmü

83. İnzalsiz Cima'ın Hükmü

84. Cünüp Olan Kişinin (Yıkanmadan) Tekrar Cima Etmesi

85. (Cinsî) Temastan Sonra Tekrar Temasta Bulunmak İsteyenin Abdest Alması

86. Uyumak İsteyen Cünup (Ne Yapmalıdır?)

87. Cünup İken Bir Şey Yemek

88. "Cünup Olan Kimse (Yemek Veya Uyumak İstediği Zaman) Abdest Almalıdır"
Diyenlerin Delilleri

89. Cünup Olan Kişinin Guslü Geciktirmesi

90. Cünup Olarak (Kur'ân) Okumak

91. Cünup Olanın Musafaha Etmesinin Cevazı)

92. Cünup Olan Kimsenin Camiye Girmesi

93. Cünub Olduğunu Unutarak Cemaate Namaz Kıldıran (İn Durumu)

94. (Ihtilam Olduğunu Hatırlamayıp Da) Uyandıktan Sonra Üzerinde Islaklık



Gören Kimsenin Durumu

95. Uykusunda Erkekler Gibi İhtilam Olan Kadın

96. Gusl İçin Yeterli Su Mikdarı

97. Cünublükten Yıkanmak

98. Gusülden Sonra Abdest Almak
Guslün Farzları:

99. Kadın Gusl Ederken Örülü Saçlarını Çözmeli Mi?

100. Cünup Olan Kişinin (Guslederken) Başını Hıtmî (Karıştırılmış) Su İle
Yıkaması

101. Erkek Ve Kadından Gelen Suyun (Meni Veya Mezinin) Nasıl Yıkanacağı

102. Aybaşı Halindeki Kadınla Yemek Yeme Ve Bir Arada Bulunma

103. Aybaşı Halindeki Kadının Mescidden Bir Şey Ahp Vermesi

104. Hayızlı Kadının Namazını Kaza Etmez



52. Abdest Organlarını Üçer Kerre Yıkamak

135.. ..Amr b. Şuayb'm babası (Şuayb b. Muhammed b. Abdillah b. Amr b4. As)
vasıtasıyla dedesinden (Abdullah b. Amr b. As) rivayet ettiğine göre, Abdullah b. Amr
demiştir ki: bir adam Rasûlü Ekrem'e (s. a.) gelip "Yâ Rasûlallah (s. a.) abdest nasıl
alınır?"

diye sordu. Rasûlü Ekrem (s. a.) de bir kap su isteyerek, ellerini üç kere, yüzünü üç
kere, kollarını üç kere yıkadı. Başına mesh etti. Şehâdet parmaklarını kulaklarına
sokarak uçlanyla içini, baş parmaklarıyla dışlarını meshetti. Daha sonra ayaklarını
üçer kere yıkadı ve akabinde de:

"İşte abdest böyle alınır. Kim, buna bir şey ekler veya eksiltirse (Rasûlullah'a
muhalefetten dolayı) kendisine isâet etmiş ve zulmetmiş olur." veya "zulmetmiş ve

111 121

isâet etmiş olur" buyurdu."
Açıklama

Bu hadîs-i şeriften kâmil (eksiksiz) abdestin abdest organlarının üçer kere
yıkanmasıyla gerçekleşeceği anlaşılmaktadır. Ancak Rasûlullah (s.a.)'m abdest

£31 ' 141

organlarını bazan bir bazan da iki defa yıkayarak bu sayılarda abdest
organlarını yıkamanın da caiz olduğunu fiilen ifâde ettiğinden bu hadîs-i şerifte geçen
"Kim buna bir şey ilâve eder veya bunu eksiltirse İsâet etmiş veya zulm etmiş olur"
cümlesindeki "Isfıet ve Zulm" kelimeleri üzerinde çeşitli açıklamalar yapmışlardır.
Yıkanan abdest organlarının üçten fazla yıkanması Rasûlü Ekrem (s.a.)'m sünnetine
uymadığından hem sevabı yoktur, hem de nefsi yormak ve suyu israf etmektir ki bu
nefse zulüm ve haddi aşmaktır. Sünnet terk edildiği için de bir isâet yani âdaba
riayetsizlik veya abdestin sevabından ve kemâlinden mahrum kalmaya sebep olacağı
için de nefse zulümdür.

Abdest organlarını üçden az yıkamanın isâet (adaba riayetsizlik) veya nefse zulüm
olması ise, üç kere bu organları yıkayanın abdestindeki kemâle ve sevaba nisbetledir.
Aslında bir veya iki kere abdest organlarını yıkamakla da abdest sahih olur. Ancak
üçden az yıkamayı isâet veya zulüm olarak tavsif etmek hususunda hadîs-i şerifler
arasında ifâde birliği yoktur. Bu bakımdan îbn Hacer, Müslim'in bu hadîsi râvi Amr b.
Şuayb'den dolayı mün-ker saydığını söyleyerek bu hadîsin zayıf olduğuna dikkat
çekmekte ve bir veya iki kere abdest organlarının yıkanmasıyla abdestin sahih
olacağını ve sahibininse isâet ve zulüm işlemiş olmayacağını ifâde etmektedir,
îbn Mevvak ise, "isâet veya zulm*' kelimelerindeki tereddüt ve şüphe ifâde eden
"veya" lafzının hadîsin aslında olmayıp râviye âit bir söz olduğunu böyle bir şüphenin,
râvî Ebû Avâne'yi güvenilir bir râvi olmaktan çıkaramayacağım, zira bu türlü
şüphelerden Allah'ın muhafaza ettiği kişilerden başka kimsenin kurtulamayacağını,
binaenaleyh bu hadîsin zayıflığına hükmetmenin doğru olmayacağı görüşünü
savunmaktadır.

Hanefi ulemâsından Aynî merhum da buradaki isâet, "abdest organlarını üçden daha
az sayıda yıkamadan ileri gelen âdaba riayetsizliktir. Zulüm ise nefsi, abdesti bütün
organları üçer kere yıkayarak alman kâmil abdestin faziletinden mahrum bırakmaktır"
diye tefsir etmiştir. Yine Aynî merhum buradaki "abdest organlarım fazla



yıkamak'Man maksadın, sünnet olduğuna inanarak üçten fazla yıkamak: "noksan
yıkamak"tan maksadın da, sünnet olduğuna inanarak üçten az yıkamak olduğuna dâir
bir görüşün bulunduğunu haber vermekte ve sözlerine şöyle devam etmektedir: "Eğer
Rasûlü Ekrem (s.a.)'ın abdest organlarım bazen birer, bazan da ikişer kere yıkayarak
abdest aldığı sabit iken, üçten az sayıda yıkayarak abdest alan kişi, nasıl zâlim olur,
dersen ben de sana şöyle cevap veririm:

Abdest organlarını Üçten az sayıda yıkayan kimsenin zâlim sayılmasının mânâsı, üç
kere yıkamaktaki fazileti ve kemâli terketmesidir.

Üç kere yıkamak sünnete uygun değildir, inancıyla bir veya iki kere yıkadığından
dolayı zâlim sayılır.

Bu hadîsin râvîleri arasında Amr b. Şuayb gibi rivayetleri tenkide uğramış bir ravi
bulunduğundan, bu mevzuda gelen sahih hadisleri bırakarak bununla amel ettiği için
zâlim sayılır."

Hafız tbn Hacer ise Telhfs'de "isâet ve zulüm kelimelerinin üçten az veya çok
yıkayanların her ikisi için birden kutlanılmış olması mümkün olduğu gibi, isâet
kelimesinin sadece üçten az yıkayanlar için; zulüm kelimesinin de sadece üçten ziyâde
yıkayanlar için kullanılmış olması da mümkündür" demiştir. Mir'at'ta'da İmam
Nesefî'den şu görüşler naklediliyor: tsflet veya zulüm, sünnete-uymak niyyet ve
inancıyla üçten az veya çok sayıda abdest organlarım yıkayanlar için söz konusudur.
Amma abdest organlarının iyice yıkanıp yıkanmadığı konusunda kalpde doğan bir
şüpheyi gidermek için veya ikinci bir abdeste niyyetten dolayı Üçten fazla sayıda
yıkamakta ise, herhangi bir sakınca yoktur. Ebû Dâvud sarihlerinden Meıthel sahibi
Mahmud Muhammed Hattâb es-Sübkî de bu mevzuda şunları ilâve ediyor: "Ben de
derim ki, kalbin şüpheden kurtulması için üç kere yıkamak kâfidir. İkinci bir abdest
için abdest organlarının yıkanması abdest alırken düşünülemez. İkinci abdeste niyyet
ancak birinci abdest bittikten sonra mümkün olur. Ayrıca tam olarak abdest aldıktan
sonra hiçbir ibâdet yapmadan tekrar abdest almanın suyu israf olacağından doğru

151

olmadığını ve mekruh olduğunu fu-kahâmız beyan etmişlerdir."
Bazı Hükümler

1. Abdestin kâmil olması için, abdest organlarını üçer kere yıkamalı, başı da bir kere
meshetmelidir.

2. Kulakların içi, şehâdet parmaklarıyla, dışı da, baş parmaklarla meshedilmelidir.

3. Abdest alan kimse ölçü olarak hadîs-i şeriflerde beyân edilenin dışına çıkmamalıdır.

4. Hadîs-i şeriflerde verilen ölçüye uymamak sünnete aykırı bir harekettir. Bu da

[61

insanın kendisine zulm etmesi demektir.

53. Abdest Organlarının İkişer Kere Yıkanması

136.. ..Ebû Hureyre (r.a)'den demiştir ki: "Resûlullah (s. a.) (ab-dest organlarım) ikişer

121 [81

kere (yıkayarak) abdest aldı."



Açıklama



Bu hadis-i şerifin zahirine bakılırsa, Resülullah'm baş dahil olmak üzere butun abdest
organlarını ikişer defa yıkadığı gibi bir mâna anlaşılırsa da, aslında ikişer kere yıkanan
organlar, meshedilmesi gereken baş değil, diğer organlardır. Çünkü başın
meshedileceği ve diğer uzuvların da yıkanacağı pek çok hadis-i şeriflerle beyân ve
isbat edilmiştir. 126. hadis-i şerifteki "başın iki kere mesh edileceğine dâir ifade de bu
gerçeğe aykırı değildir. Şöyle ki, önce eller başın ön tarafından arkaya doğru, sonra da
arkadan öne doğru çekilerek mesh yapılır, Aslında tek hareket sayılan bu birbirini
takibeden hareketler sözü geçen hadis-i şerifte ayrı ayrı hareketlermiş gibi
zannedilerek "iki mesh" diye rivayet edilmiştir. İşte bu hareketler biri diğerinin
devamı olduğu kabul edilirse oradaki başın iki kere mesh edilmesi meselesi de izah
edilmiş olur. Yıkamanın iki kere olacağı mevzuunda îmam Nevevî şunları
söylemektedir:

"Müslümanlar arasında abdest organlarını bir kere yıkamanın farz, uç kere yıkamanın
da sünnet olduğuna dair ittifak vardır. Yıkanması gereken abdest organlarının bir kere,
iki kere ve üç kere yıkanabileceğim ifâde eden sahih hadislerin yanında, bazı abdest
organlarının iki, bazılarının üç kere yıkanması lâzım geldiğini ifâde eden î adis-i
şerifler de vardır. Bu hadis-i şeriflerin hepsiyle de amel edilebilir. Ancak abdest
organlarını üç kere yıkamakla abdestin sünnet ve âdabı da yerine getirilmiş olurken,

[91

bir kere yıkamakla sadece farzlar yerine getirilmiş olur.

Nitekim Rasulü zîşân Efendimiz'in abdest organlarını bazan birer, bazan ikişer, bazan

um

da, üçer defa yıkayarak abdest aldığını ifâde eden hadislerle abdest organlarından
birini bir, diğerini iki, bir başkasını da üçer defa yıkayarak abdest aldığını ifade
eden hadis de buna delâlet etmektedir.

137.. ..Atâ b. Yesâr'dan, demiştir ki; "İbn Abbâs (r.a.) bize, "Size Resûllullah (s.a.)'ın
nasıl abdest aldığını göstermemi arzu eder misiniz?" dedi ve içinde su bulunan bir kap
isteyip, o sudan sağ eliyle bir avuç alarak ağzına ve burnuna su verdi, sonra bir avuç
daha su alıp iki elini birleştirip yüzünü yıkadı, sonra bir avuç su daha alıp onunla sağ
elini, tekrar bir avuç su daha alıp onunla da sol elini yıkadı. Nİhâyet bir avuç su daha
alıp elini silkeledikten sonra başını ve kulaklarını meshetti. Sonra da bir avuç su daha
alıp nalinli olan sağ ayağının üzerine serpti ve sağ ayağını, elinin biri ayağının üstünde
öbüFü de nalının altıda olmak üzere iki eliyle mesh etti. Sonra sol ayağına da aynı şeyi

im im

yaptı."
Açıklama

Hadis-i şerifte geçen ellerini silkelemesinden aksat, elde bulunan suyun
dökülmesidir.Ellerde kalan suyu silkelemek değildir. Esasen elleri bu mânada
silkelemek caiz de değildir. Nitekim Bezlu'l-mechûd yazarı "el-Envâr li-ameli'I-Ebrâr"
isimli eserde elleri silkelemenin mekruh olduğu kaydedilmiştir, demektedir.
Gerçekten de mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte söz konusu edilen "ayaklar
üzerine su serpmek'ten maksat suyu gerçek manada serpmek değil, ayağı israfa
varmayacak şekilde mümkün olduğu kadar az bir suyla yıkamaktır. Umumiyetle su



israfı ayaklarda olduğu için bu israftan sakındırmak gayesiyle "ayaklarını az su ile
yıkadı" manasında "ayaklan üzerine su serpti" tâbiri kullanılmıştır. Nitekim Buhârî'nin
rivayetinde "ayağım yıkadı" tâbiri de geçmektedir.

Ayaklarının nalinli iken mesh edilmesine gelince, Hafız tbn Hacer, "Buradaki meshten
maksat ayakların her tarafına suyun erişmesini sağlamak için suyu ayakların üzerine
yukarıdan dökmektir" diyor. Yine Ibn Hacer, Bu-hâri Şerhİ'nde bu hadîs-i şerif
üzerinde dururken; aslında bu hadiste ayakların yıkandığı açıkça söylenmiyorsa da bu
mana metinde geçen "fî" harfi ' cerrinden anlaşılıyor. Zira bu harfi cer meshetmek
fiiliyle değil, yıkamak fı-iliyle kullanılır. Eğer ayaklar üzerine meshetmek
kastedüseydi "fî" yerine "ala" harfi cerri kullanılırdı, diyor.

îbn Hacer merhum, ayakların nalinli olmasının, suyun ayakların altına geçmesine
engel olmayacağını çünkü, bu nalinlerin suyun ayakların altına geçmesine engel
olmayan "sebtiyye" denilen bir nalin çeşidi olduğunu sözlerine ilâve ediyor. Bir eliyle
nalinin altından da tutmasından maksadın, na-linin ayağa temas eden kısmı olduğunu
söyleyenler de vardır. Bu durumda artık suyun ayağın altına erişmesi kesindir. Lâkin
bu hadîs zayıftır. Bir delil niteliği taşımaktan uzaktır.

îbn Hacer merhum, "nalinin altından tutmaktan maksat mecazen ayağın altından
tutmaktır. Eğer böyle değilse o zaman bu hadîs şâz bir hadîs demektir. Bu hadîsin
râvîsi Hişam b. Sa'd'a itimat edilmezken sağlam hadislere ters düşen bu mânâdaki bir
rivayeti nasıl kabul edilebilir?" diyerek sözlerine son vermektedir. Bu mevzuda 117.

im

hadîse de müracaat edilebilir.
Bazı Hükümler

1. Abdest uzuvlarını bir kere yıkayarak abdest almak câizdir Ancak, kuru yerin
kalmaması şarttır. Bunda âlimler arasında görüş birliği vardır.

2. Abdest organlarını üç kere yıkamak sünnettir.

3. Bir avuç sudan hem ağıza, hem de buruna su verilebilir.

4. Önce sağ organlardan işe başlanmalıdır. Ancak eller ve kulaklar müstesnadır.
Çünkü, iki el birlikte yıkanır, iki kulak da birlikte meshedilir.

5. Başı meshederken eldeki suyun dökülmesi câizdir. Çünkü, çok su ile başı
meshetmek bir bakıma mesh değil, başı yıkamak olur.

6. Başı ve kulakları aynı suyla meshetmek câizdir. Bu ekseriyyetin görüşüdür.

7. Abdestte mümkün mertebe az su kullanmaya dikkat etmek, bilhassa ayakları

LL41

yıkarken israftan kaçınmak gerekir.

54. Abdest Organlarının Birer Kere Yıkanması

138. ...Atâ b. Yesâr'dan, demiştir ki; îbn Abbâs (r.a.) "Ben size Rasûhıllah'm (s.a.)
abdest alışım göstereyim mi?" dedi ve (sonra abdest organlarını) birer birer

£1511161

(yıkayarak) abdest aldı.



Açıklama



Bu hadis-i şerif abdestin caiz olması için lâzım olan yıkama miktarının en azım
bildirmektedir. Buna göre abdestin caiz olabilmesi için abdest organlarım en az bir
kere, hiç kuru bir yer kalmaksızın yıkamak lâzımdır. Bunda âlimler arasında görüş
birliği vardır. İki kere yıkamak ise daha faziletlidir. Üç kere yıkamaksa abdestin en
üstün derecesidir. Bu hadis-i şerifte abdestin en aşağı derecesi beyân edilmiştir.
Nitekim Beyhakî ve Dârakutnî'nin Ömer (r.a.)'den rivayet ettikleri bir hadiste,
Resûlullah (s. a.) "azalarını birer kere yıkayarak abdest aldı" ve "Namazın kabul



edilebilmesi için gerekli oian abdest budur" buyurduğu ifâde ediliyor.

55. Ağıza Ve Buruna Ayrı Ayrı Su Vermek

139....Talha, babasından naklen dedesinin şöyle dediğini haber vermiştir:
"Resûlullah (s. a.) abdest alırken huzuruna girdim. Sular yüzünden ve sakalından

£181

bağrına akıyordu. O'nu ağzına ve burnuna ayrı ayrı su verirken gördüm"
Açıklama

Râvî Talha'mn babasının adı Musarnf, dedesinin ismi de Amr b. Kâb.dır.Taberânî
Mu'cem'inde Talha'mn dedesinin isminden Ka'b b. Amr diye bahs eder. Bu hadis-i
şerife göre Rasulu Ekrem (s. a.) önce üç kere ağzına su vermiş ve sonra da üç kere
burnuna su vermiştir. Bu bakımdan bu hadis-i şerif "abdestte ağzına ve buruna ayrı
ayrı su verilir" diyenlerin delilidir.

Ne var ki bu hadis sıhhat bakımından delil olabilecek nitelikte değildir. Fakat daha
önce geçen 107 numaralı sahih hadis, ağıza ve buruna ayrı ayrı üçer kere su verilmesi
hakkında sağlam bir delildir. Keza Ebû Ali'nin Sinan'ında bulunan Resulüllah'm
ağzına ve burnuna üçer defa ayrı ayrı su verdiğine dâir rivayetler de bu hususta bir
delil teşkil eder. Ancak İbn Mâce'de ağzına ve burnuna bir avuçtan su verdiği rivayet
£191

edilmektedir. Keza Resulüllah (s.a.)'m abdest alış şekli ile ilgili hadis-i şerifleri
toplayan babta da ağıza ve burna aynı avuçtan su verildiğine dair 111. hadis-i şerifte
olduğu gibi örnekler geçmiştir.

Bütün bunlardan çıkan netice şudur;Resûlü Ekrem (s. a.) zaman zaman ağza ve buruna
hem bir avuçtan ve hem de iki ayrı avuçtan su vermiştir. Buna göre her ikisi de

1201 '

caizdir.

Bazı Hükümler

1. Abdest esnasında, abdest organlarından damlayan sular temizdir.



2. Abdestte ağıza ve buruna ayrı ayrı veya beraber su verilebilir.

56. Buruna Su Verip Dışarı Atmak



140.. ..Ebû Hureyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s. a.) şöyle



buyurmuştur: "Sizden biriniz abdest aldığı zaman burnuna su alsın sonra da dışarı
[22] [23]

atsın."
Açıklama

İstinsâr, burundaki suyu dışan atmak demektir. Hadis-i şerifin zahiri istinsâr île
istinsânn farz olduğunu ve istinsârm istinşâktan ayrı fakat ona bağlı olarak yapılan bir
fiil olduğunu ifâde etmektedir: Binaenaleyh istinşak ve istinsâr farzdır ve istinşakm
sahih olabilmesi için buruna çekilen suyun dışarı atılması gerekir. Ulemâdan bir kısmı
metinde geçen "Burnuna su alsın sonra da dışarı atsın" cümlesindeki emirlerin vücûb
ifade ettiği görüşünden hareket ederek bu hükme varmışlardır.

İmam Ahmed, İshak, Ebû Ubeyde, Ebû Sevr ve fbn Münzir bu görüştedirler, îbn
Battal ise, "her ne kadar buruna çekilen suyu dışarı atmanın farz olduğuna dair icmâ'
bulunduğunu söyleyenler varsa da, bu doğru değildir. Çünkü bunun farz olmadığına
dâir icmâ' bulunduğunu söyleyenler de vardır" diyor. Gerçek ise, buradaki emrin
vücûb için değil, nedb için olduğudur. Yani bu emre uymanın hükmü müstehabdır.
Cumhuru ulemanın görüşü de budur. Delilleri ise, Resulü Ekrem (s.a.)in, bir a'rabiye
abdest almayı öğretirken buruna su çekip dışarı atmak fülerini göstermemişidir. Eğer
gerçekten buruna su çekip dışarı atmak farz olsaydı Resul-i Zişan bunu A'rabiye
mutlaka öğretirdi.

Tirmizî ve Hâkim'in naklettiği bu Arabi ile ilgili hadis-i şerifin metni şöyledir:

£241

"Allah'ın sana emrettiği gibi abdest al." Bu hadis-i şerifte Resulü Ekrem Arabiyi
âyet-i kerimeye havale etmiştir. Halbuki âyet-i kerimede burna su verip dışarı atmak
yoktur.

Buruna su verip dışarı atmak farzdır diyenler ise, şöyle itiraz ediyorlar: "Resulü Ekrem
(s.a.)'in O A'râbiyi Kur'âna havale etmekten maksadı, abdest âyetlerinin ifâde ettiği
manadan daha şümullü bir mâna ile ilgilidir. Şöyleki; Resûlullah O A'râbiyi Kur'ân'a
havale ederken aynı zamanda Kur'ânda Resûlullah'a uymayı emreden âyetleri de,
dolayısıyla istinşâkı da kast etmiş olabilir. Kaldı ki Resülullah'm istinşâkı ve hatta
mazmazayı terk ettiğini rivayet eden bir kimse görülmemiştir."

Her ne kadar bu görüş taraftarları bu şekilde kendi görüşlerini müdafaa ediyorlarsa da
gerçekte Resûlullah a'râbiyi Kur'ân'm tümüne havale etmemiş, sadece abdest âyetine
havale etmiştir ki, onda da istinşak yoktur. Ayrıca istinşâkı Resulü Ekrem (s.a.)'m terk
ettiği ne dâir bir rivayetin bulunmadığına dair ileri sürülen iddia da asılsızdır. Zira
135. hadis-i şerifte istinşak zikredilmemiştir. Halbuki farz gibi mutlaka açıklanması
gereken bir meselede Hz. Peygamber'in susması asla caiz değildir. Çünkü bu tebliğ
sıfatına aykırıdır. Bu durum istinşâkm farz olmadığını gösterir. Ulemânın açık-
lamasına göre istinşâk ve istinsârdaki hikmet, burnu temizlemek ve şeytanı kovmaktır.
Buhârî'nin rivayet ettiği bir hadiste, "Biriniz uykusundan uyanıp abdest aldı mı üç defa

1251 [26]
burnuna aldığı suyu çıkarsın. Çünkü şeytan genzinde geceler" buyurmuştur.

Bazı Hükümler

1. Abdest esnasında burun temizlenmeyebilir.



2. Cumhûra göre buruna su vermek ve dışarı atmak mendubtur.



141. ...İbn Abbas (r.a.)'dan demiştir ki; Resûlullah (s.a.)'ı şöyle buyurduğu "Burnunuzu

1271 [28]

iki kere iyice veya üç kere temizleyiniz!"
Açıklama

Hadis-i şerifte geçen mübalağalı bir şekilde (iyice) burnu temizlemekten maksat, üç
kere burunu temizlemenin yerini tutacak şekilde temizlemek demektir. Buna göre bu
şekilde İki kere veya üç kere burnu temizleme emredilmiştir. Ancak üç kere yapılan
temizlikte mübalağa emredilmiyor. Çünkü mübalağaya lüzum kalmıyor. Bu hadisle il-
gili teferruat 140. hadiste geçmiştir.

Arabistan gibi sahrada ve kırsal yerlerde devamlı toprak ve kumla meşgul olanların
burunlarının dolacağı ve nefes almada güçlük çekecekleri göz önüne alındığı takdirde
burnu temizlemenin ne kadar önemli olduğu anlaşılır. Tabii ki bu işi yaparken rastgele
yapmamalı, çevreyi kirletmemeli, İslâm âdabına aykırı harekette bulunulmamahdır.

142....Lakît b. Sabre'den, demiştir ki; "Ben müntefik oğullarının Rasûlullah'a
gönderilen elçisi veya elçileri arasında idim. Rasûlullah (s.a.)'m evine vardığımızda
onu evinde bulamadık, müzminlerin annesi Aişe'ye tesadüf ettik. Bizim için hazîre
(denilen bir yemek) hazırlanmasını emretti, (Hazîre) bizim için derhal hazırlandı. Ve
bir de kına' getirildi. (Hadîs-i nakleden) Kuteybe aslında kına' sözünü söylemedi.
(Ancak sözün gelişinden bu kma'm getirildiği anlaşılmaktadır.) Kına' (yemek yemeye
ve içine meyva konmaya yarayan bir tabaktır.) İçinde hurma vardı. Derken Rasûlullah
(s.a.) geldi ve: "(Evde yiyecek) birşeyler bulabildiniz mi? Yahut size bir şeyler
hazırlanması emredildi mi?" dedi. Biz de "evet" ya Rasûlullah (s.a.) dedik. Biz
Rasûlutiah (s.a.)'la beraber otururken bir de ne görelim, bir çoban Rasûluliah (s.a.)'ın
davarlarım, yanında bir de yeni doğmuş meleyen bir kuzuyla beraber ağıla götürüyor!
Rasûlullah (s.a.) ona hitaben; "yahu ne doğurttun?" diye sorunca o da bir dişi kuzu
diye cevap verdi. Rasûlü Ekrem (ş.a.) de; "(Öyleyse) onun yerine bize bir koyun kes"
buyurdu, ve ilave etti; "Sakın bunu senin için kestiğimizi zannetme" (Bu hadîsi rivâyet
edenlerden biri der ki; Rasûlullah (s.a.) "zannetme" kelimesini şeklinde sîni'n
fethasiyla değil şeklinde sin'in kesresiyle telaffuz etti.)Bizim yüz davarımız var daha
fazla artmasını istemediğimiz İçin bu koyunu kestik. Her ne zaman ki, çoban bize bir
yavru doğurtur getirirse, biz de onun yerine bir koyun keseriz." (Râvî) Lakît (sözlerine
devamla) dedi ki:

Ben: "Yâ Rasûlallah, benim dili uzun bir karım var yani ağzı bozuk" (ona karşı tavrım
ne olacak)?" dedim.

(Efendimiz): "Öyleyse onu boşa (yabilirsin)" buyurdu. Lakît der ki:

"Yâ Rasûlallah, onunla aramızda arkadaşlık (hukuku) ve bir de çocuk var" dedim.

Rasûlullah (s.a.)' de

"Ona emret" buyurdu. (Râvi diyor ki: Hz. Peygamber bu sözüyle bana) "Ona öğüt ver"
de (mek isti)yor (du ve sözlerine şöyle devam etti) "Eğer onda bir hayır görürsen,
nasihat etmeye devam edersin. Karını, cariyeni döver gibi dövme!" dedi. Ben; Ya
Rasûlallah, bana abdestten bahset dedim. "Abdesti güzelce al, parmakların arasına



i29i om

suyu eriştir. Oruçlu değilken burnuna suyu çokça çek." buyurdu.
Açıklama

Bu hadîsin râvîlerinden birinin, Rasûllullah (s.a.)'in bu hadisini naklederken sözünü
telaffuz ediş şekli üzerinde durmaktan maksadı, Rasûlü Ekrem'den duyduklarını
sadece manâ olarak rivayet etmediğini bilakis harekesine varıncaya kadar kelime
kelime zaptedip büyük bir titizlikle rivayet ettiğini ifâde ederek bu husustaki dikkatini
belirtmektir.

Rasulullah (ş.a.)'m "bu koyunu biz senin için kesmedik" demesi, misafirin kendisi için
bir koyun boğazlandığını düşünerek bir minnet borcu duymaması ve mahcup
olmaması içindir. Bu, Rasûlullah'm yüksek ahlâkmdandır.

Hz. Peygamberdin, küfürbaz hanımının durumundan bahseden misafirine, hanımını
boşamaya izin vermesi o kadınla beraber yaşamanın dünyevî ve uhrevî pek çok
zararlara sebep olacağını bilmesindendir. Ancak çocukları da olması dolayısıyla,
boşanmasının daha büyük zararlara yol açacağı anlaşılınca, zararın daha azım tercih
etmesini tavsiye etmiş ve "Ona çirkin sözler sarfetmemesi ve küfürbaz olmaması için
nasihat et, eğer fayda verirse bunu devam ettir, ancak bu da fayda vermezse, o zaman
sakın onu şiddetli bir şekilde dövme" diyerek nasihatin da fayda vermemesi halinde
hafif bir şekilde dövmeye izin verdiğini imâ etmiştir.

Hadîs-i şerifte geçen "abdesti güzel almak" sözünden maksat, farzına, sünnetine ve
mütehaplarma riâyet ederek abdest almak demektir. Parmak aralarına suyu akıtarak
parmak aralarının hilallenmesinin hükmü bu hadîsin zahirine göre, farz ise de,
Malikîlere göre parmakların hilallenmesi eller için farz, ayaklar için de sünnettir.
Çünkü, Mâlİkilere göre her uzvu sürtmek farzdır. El parmaklarının da hepsi ayrı bir
uzuv sayıldığından her parmağı ve aralarını sürtmek ve hilallemek farzdır. Ayak
parmakları ise, sık olduklarından hepsi birden bir uzuv sayılmakta bu yüzden de
aralarını sürtmek farz değil sünnettir denilmektedir.

Diğer mezheplere göre ise, parmakların hjlâllenmesi için hadîs-i şerifte, geçen emir
farz değil mendup olmak hükmünü ifâde eder. Ancak bu, suyun parmaklar arasına
eriştiği zamandır. Yok eğer parmaklar arasına erişmediği kesinlikle biliniyorsa o
zaman parmaklarını hilallemek bütün mezhep âlimlerince farzdır. Özellikle
parmağında dar yüzüğü olup da suyun nüfuz etmeyeceğine kanaat getirildiği takdirde
bilhassa abdest ve gusülde buna dikkat edilmesi ve suyun yüzük altına nüfuz
etmesinin mutlaka sağlanması gerekir. Aksi takdirde ne abdesti, ne de guslü sahih
olur. Bunun içindir ki dar olan yüzüğün abdestte oynatılmasının Hanefilere göre vacip
olduğu kaydedilmiştir.

Bu mezheplerin delilleri daha önce geçen 106 numaralı hadîs-i şeriftir. Bu hadîste
Rasûlü Ekrem'in parmak aralarım hilallediği mevzuu bahs edilmemiştir. Eğer parmak
aralarını hilallemek farz olsaydı, bu hadiste ona da yer verilirdi.

Bu hususta Menhel sahibi görüşlerini şöyle ifâde ediyor; parmakların hilallenmesi
mevzuunda pek çok hadis varsa da hepsinin sıhhati üzerinde çeşitli söylentiler
bulunmaktadır. Bu sebeple hiç biri hilallemenin farz olduğuna delil teşkil edecek
nitelikte değildir. Şayet bu hadislerin sahihliği kabul edilse bile, farz'a değil
mendupluğa delâlet ederler. Bu izah tarzı ile bu mevzuda gelen hadisler arasındaki
zahirî çelişki de ortadan kalkmış olur.



Ayrıca parmakların hilallenmesini emreden hadislerin çokluğuna bakı Ur ve bunların
birbirini kuvvetlendirdiği dikkate alınırsa bu hadîs-i şeriflerle amel etmenin ihtiyata
daha uygun olduğu görülür. Özellikle Dârakutnî'nin Ebû Hüreyre'den rivayet ettiği
"Allah kıyamet gününde parmaklarınızı ateşle hilallemeden önce sizler hilalleyiniz"
mealindeki hadis-i şerif gözönünde bulundurulursa bu mevzunun Önemi daha iyi



anlaşılmış olur.
Bazı Hükümler

1. Dininn icâplarını açıktan ve emniyetle yerine getirebilen bir kişinin müslüman
diyarına göç etmesi üzerine farz değildir. Çünkü Lakit, sonradan ve küfür diyarında
müslüman olmuştu.

2. Bir toplumun bütün fertlerinin dînî meseleleri öğrenmek gayesiyle İlim tahsili için
memleketlerini terketmeleri gerekmez. Bilakis muayyen bir topluluk bu görevi
yüklenir ve öğrendiklerini döndükleri zaman kalanlara aktarırlar.

3. Ev sahibi gücü yettiği nisbette misafirine layık olduğu ikramı yapmaya çalışır.

4. Ev sahibi bulunmadığı zaman ailesi misafire yemek ikram edebilir. Ancak burada
ev sahibinin rızâsı olduğunu bilmek ve âdaba riâyet etmek şarttır.

5. Ev sahibi, evinde misafir bulduğu zaman yemek ikram edilip edilmediğini, veya
karınlarının aç olup olmadığını sormalıdır.

6. Ev sahibi, misafiri minnet altında bulunduracak harekelerden ve riyadan
sakınmalıdır.

7. Belli bir sayıda davar beslemek ve çoban tutmak caizdir.

8. Dünya sevgisini gönülden çıkarmak caizdir.

9. Devlet reisinin idaresi altında bulunan kimselerin ev işlerinin durumunu sorması
onların da devlet reisine bazı mühim sırlarını açıp durumlarını arz etmeleri caizdir.

10. Kişinin, ağzı bozuk, ahlâksız karısını boşaması caizdir.

11. îyi huylarla bezenip, kötü huyları terk etmek lâzımdır.

12. Kişi hanımına kötü huylarını terketmesi için nasihat etmeli ve edep sınırlarını
terkettiği zaman da, onu bîr müddet terketmeli, bu da fayda vermediği zaman hafif bir
şekilde dövmelidir.

13. Kişi ailesini, bir zarain defetmek için boşamaya kalktığı zaman, daha büyük bir
zarara uğramak ihtimali varsa o kadını nikâhı altında tutmasında bir sakınca yoktur.

14. Va'z ve nasihat dinleyip onunla amel etmek kişinin bahtiyarlığının ve iyiliğinin
alâmetlerindendir.

15. Bilmeyen kişinin bilen kişiden sorarak öğrenmesi lâzımdır.

16. Alim, sorulana cevap vermelidir. Başka cevap veren bulunmadığı zaman cevap
vermek ona farz olur.

17. Abdesti güzel almalı parmak aralarını hilallemeli, ağza ve burna su vermekte
oruçlu değilken mübalağa etmelidir.

18. İş verenin işçiyle, âmirin me'murla, bir büyüğün küçükle vakarını korumak,
şartıyla şaka yapması caizdir.

143.. ..Asim b. Lukît'in Müntefık oğullan elçisi olan babası Lakit b. Sabre'den rivayet
ettiğine göre: Lakit, Hz. Aişe (r.a.)'ye gelmiş ve bir evvelki hadîsin mânâsını
nakletmiştir. (Bir evvelki hadîse ilâve olarak şunları) söylemiştir. "(Çok) beklemeden



Rasûlullah (s. a.) sert ve mertçe yürüyerek g;eldi" (Bir de) Hazîre (denilen et ve undan
yapılan yemek) yerine (Vağ ve undan yapılan) Aside demiştir.

144.. ..Ebû Asim dedi ki, şu (142 numaralı hadisi) îbn Cüreyc bize rivayet etti (Ancak)
rivayetine (hz. peygamber) "Abdest aldığın zaman ağzına su ver" (buyurduğunu

[32J

sözlerini de) ekledi.
Açıklama

Ebu Asım'm îbn Cüreyc'den naklettiği bu hadîs-i şerifte ağza su vermeden (mazmaza)
dan bahsedildiği halde, Yahya el-Kattân'm îbn Cüreyc'den rivayet ettiği aynı hadîste
mazmazadan bahsedilmiyordu. Mevzumuzu teşkil eden babın içine aldığı bu konuyla
ilgili hadislerin zahirinden çıkan neticeye göre: Abdest alırken burnu temizlemek ve
ağza su verip dışarı atmak farzdır.
Nitekim 142 numaralı hadisin şerhinde açıklamıştık.

Şevkânî Neylu'I-evtâr'da şunları söylemektedir: Ağza ve burna su alıp dışarı atmanın
farz olup olmadığı mevzuunda mezhepler arasında görüş ayrılığı vardır. îmam Ahmed,
Ishak, Ebû Ubeyd, Ebû Sevr, İbn Münzir, mazmaza ve buruna su verip dışarı atmanın
farz olduğunu söylemektedirler. İbn Ebî Leylâ ve Hammâd b. Süleyman da aynı
görüştedir.

İmâm Mâlik, Şafiî, Evzâî, el-Leys, Hasan Basrî, Zührî, Rabîa, Yahya b. Saîd, Katâde,
Hakem b. Uteybe, İbn Cerîr et-Taberî ise, farz olmadığı görüşündedirler.
Ebû Hanîfe ve taraftarları ile birlikte Sevrî'ye göre ise, ağza ve burna su verip dışarı
atmak gusülde farz, abdestte ise, sünnettir. Şafiî'ye göre, gusl emri, vücûdun dışını
yıkamakla ilgilidir. Ağızm ve burunun içi ise, vücûdun dışından değildir, içindendir.

[331 1341

Bu itibarla ağız ve burnu gusülde yıkamak gerekmez (farz değildir.)
57. Sakalları Hilallemek

145....Enes b. Mâlik (r.a.)den, (demiştir ki:) Rasûlullâh (s. a.) abdest alırken bir avuç su
alır, o suyu çenesinin altına vererek sakallarının arasına akıtır ve "İşte Aziz ve Celil
Rabbim bana böyle emretti" buyururdu.

Ebü Dâvûddedi: Haccâc b. Haccâc veEbu'l-Melih er-Rakıy et-Velid b. Zevrân'dan

1351

hadîs rivayet etmişlerdir.
Açıklama

Hadîs-i şerîfîn zahirinden Rasûlullâh (s.a.)'m abdestten sonra sakal aralarından su
geçirdiği anlaşılırsa da bunu abdest arasında ve yüz yıkandıktan sonra yapmış olması
ihtimali daha kuvvetlidir. Çünkü bu ikinci şekil abdestin kemâline daha uygundur.
Rasûlü Ekrem (s.a.)'in sakalını hilâlleyiş şekli bazı hadis-i şeriflerde şöyle anlatılıyor:
"Hz. Peygamber abdest aldığı zaman eline bir avuç su alır, bu suyu sakallarının
arasına parmaklarıyla ovarak akıtırdı, yanaklarım parmaklarıyla ovar ve parmaklarım
çenesinin altında bulunan sakallarının arasına sokardı." (bk. İbn Mâce, tahâre 50) Yine
her ne kadar mevzumuzu teşkil eden hadis-i şeriften Rasûlullâh (s.a.)'m bir eliyle



sakallarını hilallediği anlaşılıyorsa da İbn Adiyy'e âit bir rivayette Efendimizin
"Sakallarım iki eliyle hilallediği" beyan ediliyor. Bu fiilin hükmü üzerinde de mezhep
imamları çeşitli görüşlere sahiptir:

1. Hasen b, Salih, Ebû Sevr ve Zâhiriyye mezhebi taraftarlarına göre, sakalları gusül
ve abdestte hilallemek farzdır.

2. İmam Mâlik, Şafiî, Sevrî, ve EvzâTye göre ise, sakallan hilallemek abdest için farz
değildir. İmam Mâlik ve Medine âlimlerinden bir cemaate göre ise; abdestte de,
gusülde de farz değildir.

İmam Şafiî ve îmam Ebu Hanîfe ve taraftarlarınca ise; abdestte farz olmamakla
beraber gusülde farzdır. Keza Sevrî, Evzaî, el-Leys, Ahmed b. Hanbel, İshak, Ebû
Sevr, Dâvud, Taberî ve bir çok ulemâ da bu görüştedir. Aynı şekilde İbn Seyyidinnas
da Tİrmiri Şerhi'nde aynı görüşü savunmuş ve şunları söylemiştir: "Kanaatimce
ulemâmn bu mevzuda görüşlerinin farklı olmasına sebep şu hadîs-i şerife farklı manâ
vermelerinden ileri gelmektedir. "Her küm altında cünüplük vardır. Kılları ıslatınız,

[361

deriyi ise tertemiz yıkayınız" İbn Seyyiddinnas bu açıklamasıyla "sakallan
hilallemenin gusülde farz, abdestte sünnet olduğunu söyleyen âlimler bu hadîse
dayanmaktadırlar" demek istiyor. Gusülde ve abdestte sakallan hilallemenin farz
olduğunu söyleyenler ise mevzumuzu teşkil eden hadiste yer alan: "İşte Rabbim bana

1371

böyle emretti" cümlesini delil getirmektedirler.

Ulemânın büyük çoğunluğuna göre bu cümledeki emir müstehap ifâde eder. Ancak
sakalı seyrek olanlar için farz ifâde eder.

Hanefî mezhebinin bu husustaki görüşü şöyledir: Abdest suyunu bıyıkların ve kaşların
altlarına ve yüzün çevresinden sarkmış olan kıllara eriştirmek sünnettir. Sakalın
çeneden aşağıya uzamış kısmını mesh etmek ve sık olan sakalı bir avuç su ile alt
tarafından el parmaklanyla hilallemek Ebû Yûsuf a (r.a.) göre sünnet, İmam-ı Azam ve
Muhammed'e göre ise müstehaptır. Fakat Ebû Yûsuf (r.a.)un görüşü tercih
edilmiştir. Tahtavî'nin beyanına göre bu İmam Muhammed (r.a.) de Ebû Yûsuf un
görüşündedir. Gusülde ise sık olsun seyrek olsun sakallann altını sürtmek lâzımdır.
Abdestte yıkanan sık sakallann altını hilallemek gerekmez. Müellif Ebû Davud'un el-
Velid b. Zevrân'dan Haccac ve Ebû'l-Melîh'm hadîs rivayet ettiğini nakletmesinden
maksadı el-Velid hakkında tanınmayan ve itimat edilemeyen bir kişi olduğuna dâir
söylentileri reddetmektir. Bu sözüyle Ebû Dâvûd, demek istiyor ki; "Şayet el-Velîd
güvenilemeyecek bir adam olsaydı, kendisinden Haccâc ve Ebû'l-Melih gibi güvenilir
kimseler hadîs nakletmezlerdi" Nitekim İbn Kayyim de Tekrib'inde bu dedikoduları
reddetmiştir.

Hadisten abdest alırken sık olan sakallan hilallemenin sünnet olduğu anlaşılmaktadır.
[381

58. Sarık Üzerine Meshetmek

146....Sevbân (r.a.) den, şöyle demiştir: "Rasûlullah (s. a.) (bir defa gece baskım için)
Seriyye (askerî birlik) göndermişti. (Şiddetli bir) soğuğa tutuldular. Rasûlullah (s.a.)'m
yanma döndükleri zaman onlara sarıklarının ve ayakkabılarının üzerlerine



1391

meshetmelerini emretti."



Açıklama

Sarık üzerine meshnetmenin caiz olup olmaması mevzuunda şevkânî Neylu'l-Evtâr'da
şunları söylemektedir: "Ulemâ sarık üzerine meshedilmesi mevzuunda farklı görüşlere
sahiptir.

"Bunlardan Evzâî, Ahmed b. Hanbel, îshâk, Ebû Sevr ve Dâvüd b. Ali sarık üzerine
meshin caiz olduğu görüşündedirler. Ancak bu cemaatin içinden de Ebû Sevr, meshin
caiz olması için sarığın başa abdestli iken giyilmiş olmasını şart koşmuştur. Görüldüğü
gibi Ebû Sevr sarığı meste kıyas etmiştir. Ancak öbürleri ise, sarığın başa abdestli
giyilmiş olmasını şart koşmamışlar, mutlak surette sarığa mesh yapılabilir demişlerdir.
Yine aynı kişiler arasında sarık üzerine yapılan meshin müddeti üzerinde ihtilâf
edilmiş; Ebû Sevr mestlere kıyas ederek, sarık üzerine meshin müddeti aynen
mestlerinki gibidir demiş, diğerleri ise, bir şart koşmamışlardır. Sarık üzerine meshi
caiz gören bu ulemanın bu konudaki delillerinden biri de şu hadis-i şeriftir:

1401

"Resûlullah (s.a.) alnına sarığın üzerine ve mestlerine mesnetti..."
"Ulemânın büyük ekseriyeti ise Hafız îbn Hacer'in Fethu'l-BârTde naklettiği gibi,
sadece sarık üzerine meshetmenin caiz olmadığı görüşündedirler. Tirmizî ve Sahâbe-i
kiramdan bir çokları sadece sank Üzerine meshetmenin caiz olamayacağını, ancak
başla birlikte sarığa de meshetmenin caiz olabileceğini söylemşilerdir. Bu görüş aynı
zamanda Süfyân-i Sevrî, Malik b. Enes, İbn Mübarek ve Şafiî'nin de görüşüdür,
"îmam-ı A'zam, Ebû Hanife de bu görüştedir. Bu görüşte olan ulemânın anlayışına
göre, "Yüce Allah başa meshedilmesini kesinlikle her hangi bir te'vile imkân
kalmayacak şekilde farz kılmıştır. Sank Üzerine mesihle ilgili hadisler ise, te'vile
müsaittir. Binaenaleyh böyle kesin hüküm ifâde eden âyet veya hadislerin te'vile

m

müsait olan âyet veya hadislere tercih edilmesi gerekir. Ayrıca ayaklara meshin
cevazı, mestleri çıkarmanın zorluğundan ileri gelmiştir. Sarık çıkarmakta ise, böyle bir
zorluk yoktur. Bu bakımdan sarığa mesh meşru kılınmıştır. Sarığa mesh
edilebileceğini ifade eden hadislerse ya mensuhtur, ya da metinde geçen seriyye için
verilmiş özel bir ruhsatla ilgilidir. Mâliki mezhebinde kuvvetli olan görüşe göre;
zaruret olmadıkça sarık üzerine veya baştaki (takkeye) serpuş üzerine mesh

[421

yapılmasının caiz olmayacağı yönündedir."
Bazı Hükümler

1. Meşru meselelerin çözümü için cemiyet içinden bir topluluğun görevlendirilmesi
caizdir.

2. Bir cemiyetin reisi durumunda olan kimselerin o topluma karşı son derece
merhametli olması lâzımdır.

3. Zaruretler için özel müsamaha vardır.

4. Dinde kolaylık vardır, zorluk değil.

5. Mestler üzerine mesh caizdir.



147....Enes b. Mâlik'den, şöyle demiştir: "Ben Resûlullah sallallahü aleyhi vesellemi
başında Kitr kumaşından bir sarıkla abdest alırken gördüm. Elini sarığın altına sokarak

1431

başının ön tarafını mesnetti de sarığı (başından) çıkarmadı."
Açıklama

Bu hadis-i şerifte geçen kumaş, kıtr kumaşından kırmızı bir kumaştır. Katar'da
dokunur, desenlidir. Biraz da sertçedir. Dokunduğu memlekete nisbetle "kıtriyye"
denilir. Bu hadis-i şerife bakarak sarığın renginin kırmızı olduğuna hükmedenler varsa
da bu hadisde zayıflık olduğu için muteber bir hüküm sayılmamıştır. Her ne kadar el-
Ezherî bu hadis-i şerifin abdest alırken sarık çıkaran kimseleri reddettiğini ve böyle
hareket eden kimselerin vesveseli kimseler olduklarım söylemişse de bu söz doğru
değildir. Çünkü abdest alırken sarıklarını çıkaranların maksadı başlarının tümünü
meshetmektir. Bu ise müstehabdır. Nitekim 106 ve 118 nolu hadislerin şerhinde
açıklanmıştır. Hz. Peygamberin sarığım çıkarmadan başının bir kısmını meshetmesi
ise, bunun caizliğini gösterir.

Bezlu'l-mechûd yazan bu hadisi açıklarken şöyle diyor:

1. Abdest alırken sangın baştan çıkarılması gerekmediğini ifade eden bu hadis
zayıftır.

2. Sarığın çıkarılması lâzımdır diyenlerin maksadı, başın her tarafı meshedilmelidir
demektir ki, bu sahih hadîslerle emredilmiştir.

Ulemâ başın her tarafını meshetmek mendubdur demiştir. Binaenaleyh sarığı baştan
çıkarmayı tercih eden kimseleri bid'atçılıkla itham etmek doğru değildir. Amma
Rasûlullah (s.a.)'m sarığı başından çıkarmaması ise, bu şekilde abdest almanın da caiz
olduğunu beyan etmek içindir. Yoksa abdest alırken sarığın baştan çıkarılmamasının
farz olduğuna delâlet etmez. Bu bakımdan sarığı başından çıkararak başını
kaplarcasma meshedenlere bidatçi gözüyle bakmamak bilakis sünnete titizlikle uyan

1441

kişiler olduklarını bilmelidir.
Bazı Hükümler

1. Kırmızı, sarık sarmak meşrudur.

2. Abdest alırken sangın baştan çıkarılması gerekmez.

3. Abdeste sadece başın ön tarafını mesihle iktifa edilebilir başın her tarafını

1451

meshetmek farz değildir.
59. Ayakları Yıkamak

1461

I48....el-Müstevrid b. Şeddal dan, şöyle demiştir. "Rasûlullah (s.a.)'in abdest

1421 1481

alırken serçe parmağı ile ayak parmakları (nm arasını) ovduğunu gördüm."



Açıklama



"Ayaklan ovmak" ellerle ayakları sürtmektir ki, bu bir çeşit hilallemektir. Sağ el dâima
temiz işlerde kullanıldığı için ayaklan sürtmek sol elle ve parmak aralarını
hiiallemekse sol elin serçe parmağıyla yapılır. Önce serçe parmak sağ ayağın serçe
parmağının altına sokulur sırayla baş parmağa kadar bütün parmak aralan sürtülür.
Sonra sol ayağın baş parmağından başlanıp serçe parmakta sona erecek şekilde bütün
parmak araları hilallenir.

îbn Hacer merhum şöyle diyor: "Şayet râvi el-Müstevrid hadisdeki "delk" kelimesiyle
hilallemek kastediyorsa bu hadîs-i şerif "abdestte parmak aralannı hilallemek
sünnettir" diyenler için bir delildir. Şayet "delk" kelimesiyle sürtmek kasdetmişse,"
abdestte bütün abdest organlannı sürtmek menduptur" diyenler için bir delildir. Bu
görüş aynı zamanda Şafiî mezhebinin görüşüdür. Malikîlere göre ise, bütün abdest
uzuvlarını sürtmek farzdır."

Hanefî mezhebine göre ise, abdest organlarını üç kere ovarak yıkamak sünnettir.
Ibnu'l-A'rabî'nin Arızatu'l-ahvezî'deki açıklamasına göre el par-maklannı hilallemek
vacibdir. Ancak ayak parmaklannın hilallenmesinin hükmü ihtilaflıdır. İmam Ahmed
ile îshâk'a göre abdestte ayak parmakları da hilallenir. İmam Malike göre ayaklan
güsul'de hilallemek gerekirse de abdestte gerekmez. Tirmizî'nin tesbitine göre bu hadis

[491

Hasen-Garibdir (bk. el-Mubarekfurî, Tuhfe I, 52)
Bazı Hükümler

1. Ayakların yıkanması emredilmiştir, farzdır. Çünkü abdest alırken ayakları ovmak,
onları yıkamakla olur.

2. Ayaklan yıkarken ayaklan ovmak ve serçe parmakla parmak aralarını hilallemek
sünnettir. Nitekim Abdullah tbn Zeyd'in rivayet ettiği hadisi şerif de bunu ifâde

1501 £511

etmektedir.

60.Mestler Üzerine Meshetmek

149....Urve, babası el-Muğîre b. Şu'be'nin şöyle dediğini işitmiştir: "Tebûk gazvesinde
ben Rasûlullah'm yanında bulunuyordum. Rasûlullah (s. a.) sabah namazından evvel
yolunu değiştirdi. Ben de değiştirdim. Hemen devesini çöktürdü, ayak yoluna çıktı.
Biraz sonra döndü. Ben de mataradan eline su döktüm, (önce) ellerini, sonra yüzünü
yıkadı ve kollarını sıva (maya çalış) dı, cübbenin yenleri dar gelince ellerini (yenlerin)
içine çekip cübbenin altından çıkardı ve dirseklerine kadar yıkadı. Sonra da başına
mesh etti, daha sonra da, mestleri üzerine mesh verdi. Hayvanına bindi. Biz de yola
düştük. Halkı namazda bulduk. Namaz vakti girdiğinden Abdurrahman b. AvPı öne
geçirmişler onlara namaz kıldırıyordu. Abdurrahman'ı onlara sabah namazının bir
rekâtını kıldırmış halde bulduk. Rasûlullah (s. a.) namaza durup müzminlerle beraber
saf oldu. Abdurrahman fr. Avf 'm arkasında ikinci rekâtı kıldı. Abdurrahman b. Avf
selâm verince Nebiyy (s. a.) kalkıp namazına devam etti. Müslümanlar telaşlanıp
"sübhânellah" deyip durmaya başladılar. Çünkü namaza Rasûlullah 'dan (s. a.) evvel
başlamışlardı. Rasûlullah (s. a.) selâm verince "doğru hareket ettiniz" veya "ne iyi



£521 £531

ettiniz!" dedi.



Açıklama

Hadîs-i şerifte geçen "Tebûk seferi" hicretin dokuzuncu senesinde (M. 630) Medine'ye
Bizanslıların harp hazırhklan yaptığına dâir endişe verici haberler gelince Efendimizin
de otuz bin kişilik bir orduyla Medine'den çıkarak Tebûk denilen yere hareket
etmesiyle başlar. Tebûk, Hicaz'ın kuzeyinde Medine ile Şam arasında bir yerdir. İslâm
ordusu burada yirmi gün kadar kaldı. Fakat düşmandan hiçbir hareket görülmeyince
geri dönüldü. Tebûk seferinden önceki bir yılda mühim değişiklikler olmuştu. Sadece
Mekke ve Tâif değil Basra sahilleri gibi uzak bölgeler bile bu zaman içerisinde İslâm
devletinin sınırlarına katılmışlardı.

Tebûk seferi, Bizanslıların müslümanlara karşı, özellikle Gassânîleri kullanarak,

besledikleri düşmanca niyetlerin bertaraf edilmesi bakımından mühimdir.

Bu seferin hem şiddetli sıcakların hüküm sürdüğü yaz mevsimine ve hurma toplama

vaktine rastlaması, hem gidilecek yerin uzak ve düşman kuvvetlerinin, müslüman

kuvvetlere kıyaslanmayacak kadar üstün olması gibi sebeplerle halkta bir isteksizliğin

belirmesi Üzerine Kur'ân-ı Kerim'in şu âyetleri nazil oldu: "Ey îman edenler, ne oldu

size kî, Allah yolunda hep beraber gazaya çıkın denilince yere çakılıp kaldınız. Yoksa

fihireti bırakıp ta dünya hayatına mı razı oldunuz? Fakat bu dünya hayatının kân,

âhiretin yanında pek az bir şeydir. Eğer (bu gazaya) hep beraber çıkmazsanız Allah

sizi pek acıklı bir azaba uğratır. Yerinize de başka itaatli bir kavmi getirir. Sîz o'nu

(peygamberi) hiçbir şeyle zarara uğratamazsmız. Allah her şeye hakkıyla güç
£542 *

yetirendir."

Bu âyetler ashabın maneviyatı üzerinde çok olumlu etki yaptı. Halk harekete geçti.
Mü'minler bütün engellen aştılar. Asker için pek çok bağış toplandı. Hz. Osman
ordunun üçte birinin teçhiz edilmesini üzerine aldı. Üstelik bin dinar altın verdi. Hz.
Ebû Bekr, ancak dörtbin dirhem getirdi. Bu onun bütün servetiydi. Evinde sadece
Allah ve Rasûlünün aşkını bıraktığını söyleyince diğer ashap da derece derece
yardımlarda bulundular. Hatta kadınlar bile küpelerini, bileziklerini v.s.
mücevherlerini orduya hediye ettiler.

Tebûk'e varılınca etrafa müfrezeler gönderildi. Çünkü düşman askeri ortalarda yoktu,
çevreden birçok heyet gelip Hz. Peygamber (s. a.) e bîat ettiler. Tebûk'te yirmi gün
kalındıktan sonra Medîneye dönüldü. Savaş kaçaklarından mazeretsiz olanların af
istekleri kabul edilmedi, kendileriyle elli gün kimse konuşmadı. Günleri evlerinde

1551

büyük üzüntü ile geçirdiler. Sonunda tevbeleri kabul edildi.

Bu hadîs-i şeriften Rasulü Ekrem (s.a.)'m mestler üzerine meshettiği anlaşılıyor.
Ancak, İmâmiyye, Hâriciler ve Dâvûd-u Zahirî, Rasûlullah'm abdest öğrettiği bir
kişiye "Ayaklanın yıka yoksa namazın kabul olmaz" sözü ile Mâide Sûresi'nin abdest
âyetlerini, ve, "Vay o topukların ateşten başına geleceklere" mealindeki 97 numaralı
hadîs-i de delil getiriyorlar ve "meshin caiz olduğuna dâir gelen hadîs-i şerifler
mensuhtur" diyorlar. Halbuki ulemânın büyük çoğunluğu meshin caiz olduğu
görüşündedirler. Bu hususta tbn Hümâm Fethulkâdîr'de "Mest üzerine
meshedileceğine dâir mevcut hadîsler müstefîzdirler. Yani hiçbir devirde râvilerinin



sayısı ikiden aşağı düşmemiştir."

Ebû Hanîfe (r.a.) ise, "Bana erişen mesh hadisleri gündüz aydınlığı kadar açık, kesin
ve parlak olmadıkça onların üzerinde bir şey söylemedim. Meshi caiz görmeyenlerin
küfre düşeceklerinden korkarım. Zira mesh hadisleri hemen hemen mütevâtir hadis
derecesinde kuvvetli (müstefız) hadîslerdir." demiştir.

Ebû Yûsuf (r.a.) ise, Mesihle ilgili hadisler, meşhur hadisler olduğu için onlarla âyetin
hükmü bile nesh edilebilir der. Yine hanefı ulemâsından Aynî merhum, "Mesh
hadislerini ancak sapık bid' atçılar inkâr ederler" demiştir. Hasan Basrî de (r.a.) "Ben
yetmiş kadar sahâbiye yetişdim hepsi de mest üzerine meshederlerdi" demektedir. Bu
sebepledir ki: îmam Ebû Hanife (r.a.) hazretleri meshin caiz olduğunu kabul etmeyi
Ehli Sünnet ve' 1 -cemaatten olmanın şiarı kabul etmiş ve "Biz Hz. Ebû Bekr (r.a.) ve
Ömer (r.a.)'ı diğer sahâbîden üstün sayarız cenâb-ı Peygamber (s.a.)'in iki damadını
(Hz. Osman ve Ali (r.a.) severiz; mest üzerine meshin caiz olduğuna inanırız" de-
miştir. İmam Nevevi de "kendilerine güvenilen ulema mest Üzerine meshin caiz
olduğunda hazarda ve seferde kadın ve erkek için bu cevazın geçerli olacağında icmâ'
etmişlerdir." diyor.

Hazret-i Peygamberin "ayaklarını yıka" hadisindeki emri ise, "abdest ancak yıkamakla
olur." anlamına gelmez, meshin cevazım ifade eden hadisler de bunu göstermektedir.
Buna rağmen mest üzerine meshin caiz olmadığını söyleyenler varsa da bunlann
iddiaları yersiz ve tutarsızdır. Meselâ mesihle ilgili hadislerin hükümleri abdest
âyetleriyle neshedilmiştir, şeklindeki iddiaları doğru değildir. Çünkü abdest âyetleri
Müreysi Gazvesinde, hicretin 5. yılında nazil olmuşken üzerinde durduğumuz hadiste
mevzuu bahs edilen ayaklara meshetme hâdisesi Tebûk Seferinde hicretin 9. yılında
vuku bulmuştur. 154. hadiste gelecek olan meshin caiz olduğuna dâir Cerîr'in
sözlerini, "bu sözler Mâi-de sûresinden evvel söylenmiştir" diye te'vil ederek meshi
inkâr etmeleri de doğru değildir. Çünkü Cerîr'in kendi ifâdesinden Mâide sûresinin
nüzulünden sonra müslüman olduğu anlaşılmaktadır.

Keza bunlann "mesh.abdest âyetleriyle neshedilmiştir" demeleri de yanlıştır. Abdest
âyetlerinin meshi neshedici bir yönü yoktur. Ancak yıkamak mı, yoksa mesh mi daha
faziletlidir, meselesi üzerinde ihtilaf vardır. Bu mevzuda îmam-ı Azam, Mâlik, Şafiî
hazretleri yıkamanın daha faziletli olduğu görüşündedirler. Çünkü, yıkamak asıldır.
Sahâbîden bir cemaatin ve Ömer b. el-Hattâb, oğlu Abdullah, Ebû Ey-yûb el-Ensâri
(r.a.) hazretlerinin de aynı görüşte olduğu bilinmektedir. Diğer bir cemaatte, meshin
daha faziletli olduğu görüşündedir ki, Şa'bî, el-Hâkim ve Hammad da bu görüştedir.
Ahmed b. HanbeFden bu mevzuda iki görüş vardır:

1) Mesh daha faziletlidir.

2) İkisi de müsavidir.

Müslümanların korkup, telâşa kapamalarının sebebi ise, Rasûlü Ekrem (s.a.)'i
beklemeden namaza durmalanndandır. Rasûlullah (s. a.) gelince onlar birinci rekâtı edâ
etmişlerdi. Bu yüzden efendimiz gelince imâma haber vermek maksadıyla
"sübhânellah" demeye başlamışlardır. İkinci bir ihtimâle göre ise: Namazı bitirip te
Rasûlü zîşânı görünce durumu anlayıp "sübhânellah" demekten kendilerini
alamamışlardır. Hadîs-i şerifteki "doğru hareket ettiniz" veya "ne iyi ettiniz"
ifâdelerjndeki şüphe ifâde eden "veya" sözü Rasûlü Ekrem'in değil, râvînindir. Burada
hadîs sarihlerinin üzerinde durdukları mühim bir hâdise de Rasûlü Ekrem (s. a.)
gelince Abdurrahman b. Avfm (r.a.) namaza devam edip Rasûlullah'i (s. a.) öne
geçirmek için geriye çekilmemesidir. Halbuki, aynı hâdise Hz. Ebu Bekr es-Sıddık'm



başına da gelmiş fakat o geriye çekilerek Rasûlü Ekrem (s.a.)'i öne geçirmişti. Bu iki
hâdiseyi izah için bazıları, bu iki hâdise tamamen farklıdır. Çünkü, Rasûlullah (s.a.)
Ebu Bekr (r.a.)'i namaz kıldırırken bulduğunda daha birinci rekâtı bitirmemişti.
Hâlbuki Abdurrahman (r.a.) birinci rekâtı bitirmişti. Rasûlü Ekrem öne geçseydi,
birinci rekâtı kılarken öbürleri ikinci rekâtı kılacak dolayısıyla bir kargaşalık meydana
gelecekti. Bu yüzden Rasûlullah öne geçmedi, demişlerse de, Bezlu'l-mecbûd sahibi
bu izah tarzını uygun görmeyerek kendisi şöyle bir izah getirmiştir: "Rasûlullah (s.a.)
Hz. Ebû Bekr' (r.a.)'e geriye çekilmemesini işaret ettiği gibi Abdurrahman b. Avf
(r.a.)'a da işaret etmiştir. Böyleyken Ebû Bekr (r.a.) geriye çekilmiş. Abdurrahman
(r.a.) ise çekilmemiştir. Hz. Ebû Bekr bu işarete uymanın farz olmadığına, fakat geriye
çekilmenin ise, edeb icabı olduğuna bu gibi hallerde edebin gözetilmesinin lüzumuna
inanmış ve öyle hareket etmiştir. Abdurrahman (r.a.) ise Rasûlü Ekrem'in işaretine

£561

uymanın farz olduğuna inanmış ve ona göre hareket etmiştir."
Bazı Hükümler

1. Abdest bozmak isteyen kişi yoldan ve insanlardan uzaklaşmalıdır.

2. Lâyık olanlara hizmet etmek caizdir.

3. Abdest alana yardım etmek caizdir.

4. Harpte dar elbise giymek ve ceketin altından kolları çıkarıp abdest almak caizdir.

5. Mest üzerine mesh caizdir.

6. Faziletçe üstün olan kimsenin, kendisinden faziletçe daha aşağı olan kişiye namazda
uyması caizdir.

7. Cemaate sonradan gelen, yetiştiği rekatları imamla kılar; kalanları ise imam selâm
verdikten sonra tamamlar.

8. Cemaate sonradan yetişen kimse imam selâm vermeden ayağa kalkmaz.

9. Efdal olan, vakit girer girmez herhangi bir kimsenin gelmesini beklemeden namaza
durmaktır.

10. İmam yetişemediği zaman cemaat, içlerinden imamlığa layık olan birini namaz
kılmak üzere öne geçirmelidir.

11. Abdurrahman b. Avf sahabenin ileri gelenlerindendir.

12. Hayra koşana teşekkür edilir, takdir ve tebrik edilir.

150....Müsedded, hocalan Yahya b. Said ve el-Mu'temir vasıtasıyla el-Muğire b.
Şu'be'nin şöyle dediğini haber vermiştir: "Rasûlullah (s.a.) abdest aldı, başının ön
tarafım, sarığının üstünü mesnetti." el-Mu'temir rivayetinde de el-muğıre b. Şu'be;
"Rasûlullah (s.a.) mestler üzerine, alnına ve sarığı üzerine meshederdi" demiştir.
Ravilerden Bekr, "hadis (in bu son rivâyetin)i lbn Muğire'den bizzat duydum"
1571 £581

demiştir.
Açıklama

Bu hadîs-i şerifi râvi Müsedded, Yahya b. Said ve el-Mu'temir olmak üzere iki ayrı
kişiden rivayet etmiştir. Ancak her iki rivayetinde ilk râvisi Muğİre b. Şu'be'dir Hadîs-
i şerifin farklı rivayetlerinde rivayet zincirinde bulunan ravüerin isimleri teker teker



zikredilmiştir. Yahya ile Mu'temir'in rivâyetlerindeki fark şudur: Yahya'nın
rivayetinde başın ön tarafına meshedildiği açıkça ifâde edildiği halde sarık üzerine
mesh kapalı lafızlarla ifâde edilmiştir. Açıkça mesh tabiri kullanılmamıştır. Mu'te-
mir'in rivayetinde ise, başın ön tarafına ve sarığa meshedilmesi açık lafızlarla ifâde
edilmiştir. Müslim, Tirmizî ve Nesaî de Yahya îbn Said rivayetinin sonunda Bekr'in
"Ben bu hadîs-i vasıtasız olarak İbn Muğîre'den bizzat işittim" ilâvesi vardır. Halbuki
burada bu ilâve hem Mu'temir'in hem de Yahya'nın senetlerinin sonuna âit olarak
gösterilmiş bulunuyor. Musannif Ebû Davud'un burada bu açıklamayı yapmaktan
maksadı senetteki bu farklılığa işaret etmektir.

Hadisi şerifin zahirinden anlaşıldığına göre mest ve sarık üzerine meshetmek caizdir.
Nitekim, Şâfıfler bu hadise bakarak "başa yapılan meshin tamam olması için sarık
üzerine de meshedilmesinin müstehap olduğunu" söylerler. Bu hususta sarığın abdestli
iken giyilmiş olup olmaması arasında bir fark görmezler. Bağda takke olsa başın ön
tarafını roeshettikten sonra takkenin üzerine de meshedümesi müstehaptır, derler.
Fakat sadece sarığa meshedilmesini yeterli görmeder. Keza Hanefî Mezhebine göre de
sadece sank üzerine meshetmek abdest ün yeterli değildir. İmam Malik ve ekseri
ulemânın mezhebi de budur. Ancak İmam Ahmed'e göre sadece sank üzerine mes-
hetmek abdest için yeterlidir. Seleften bir cemaatde bu mevzuda İmam Ahmed'e tâbi
1591

olmuşlardır.
Bazı Hükümler

1. Başın meshi için dörtte birini meshetmek yeterlidir.Bu bakımdan bu hadis
Hanefilerin delUidir.

2. Yalnız takke üzerine mesh caiz değildir.

3. Gerçi müslira ile Nesâî bu hadisi "önce başına sonra sangına sonra da mestler
üzerine mesti etti" şeklinde rivayet etmişlerse de Muğîre'nin bu rivayetine göre
mestlere bastan önce de mesh verilebileceğine işaret edilmiştir. Bu da abdestte tertibin
farz olmadığına delâlet eder.

151....Muğîreb. Şûbe'ninoğlu Urve babasının şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Biz Rasûlullah (s. a.) ile beraber bir deve süvarisi topluluğu içinde bulunuyorduk.
Yanımda bir de su kabı vardı. Rasûlü Ekrem (s. a.) ihtiyacı için dışarı çıktı, biraz sonra
geri döndü. Ben kendisini su kabıyla karşıladım ve ona su döktüm. Ellerini ve yüzünü
yıkadı, sonra da kollarını (sıvayarak) dışarı çıkarmak istedi. Halbuki üzerinde yenleri
dar, yünden (dokunmuş) bir Rum cübbesi vardı. Cübbe dar gelince kollarını cübbenin
altından çıkarıp uzattı. Sonra çıkarmak için mestlere ellerimi uzattım. Bana; "Mestleri
bırak! Çünkü ben onları ayaklarım temizken (abdestliyken) giydim." dedi ve hemen
üzerlerine meshetti.

Râvi tsâ b. Yûnus dedi ki: 'îBabam Yûnus, Şâ'bî'nin (şöyle) dediğini nakletti: "Urve,
bu hadîsi babasından bizzat müşahede ettiğini, babasının da Rasûlullah'dan müşahede

[60] [61]

etmiş olduğunu kesinlikle ifâde etti:"



Açıklama



Yukarıda kısaca hikâye edilen hâdisede, MuğKre b. Şû'be'nin Rasûlü Ekrem'in (s.a.)
ayaklanın yıkayacağım zannederek mestlerini çıkarmak istemesi üzerine Hz.
Peygamberin "Onlara dokunma, ben onları ayaklarım temizken giydim" buyurması
meshlerin sahih olabilmesi için abdestli iken giyilmelerinin şart olduğuna delâlet eder.
Binaenaleyh ayağın birini yıkayıp daha abdest tamam olmadan mesti yıkanan ayağına,
sonra ikinci ayağım yıkayıp ikinci mesti de öbürüne giyen kimse mestleri tam abdestli
giymiş sayılmayacağından bu mesh caiz-değildir. İmam Mâlik, Şafiî, Ahmed, İshak bu
görüştedirler. İmam Nevevî de bu hususta şunları söylüyor; hadîs-i şerifte geçen
ayakların temiz olmasından murad, bütün abdest organlarının temiz olmasıdır.
Binaenaleyh, diğer abdest organları tamamen yıkanmamişken bîr ayağı yıkayınca

£621

hemen ona mest giymek caiz değildir.

Ebû Hanife ile Süfyân'ı Sevrî, Yahya b. Adem, Mûzenî ve Ebû Sevr ise: "Meshin
sahih olması için ayakların yıkanmış iken giyilmiş olmaları yeterlidir. Binaenaleyh
önce sağ ayağın yıkanıp, mestin giyilmesi sonra da sol ayağın yıkanıp mestin
giyilmesi, caizdir. Tam taharetin vakti mestlerin giyildiği vakit değildir. Bilakis,

[63]

abdestin bozulduğu vakittir. demişlerdir. Hidâye müellifi Merğmânî'nin bunu
böyle izah etmesine itiraz eden Şafıîler: "Bu hadîs onun aleyhinedir" demektedirler.
Ancak Allâme AynjUm itiraza şu cevâbı vermiştir. "Biz evvela Hidâye sahibinin
sözünü ele alacağız, sonra itirazlara cevap vereceğiz. Hidâye sahibinin "mestlerin tam
taharetle giyilmesi şarttır" sözü onları giyerken tam taharetin şart kılındığını değil,
bilakis tam taharetin abdest bozulduğu zaman şart olduğunu ifâde eder. Bizim
mezhebimiz budur. Hatta bir kimse evvela ayaklarını yıkayarak mestlerini giyse de
ondan sonra abdestini tamamlasa abdesti şahindir. Onu bozduktan sonra tekrar abdest
alırken mestlerinin Üzerine mesh edebilir. Çünkü, mestler abdestsizliğin ayaklara
sirayetine manî olan şeylerdir. Binaenaleyh onlar ne zaman mani olacaklarsa tam
taharet de o zaman şarttır. Mestlerin mani olacakları zaman hades yani abdestsizlik
zamanıdır.

İtirazcının sözüne cevap meselesine gelince, bu hadîs Hidâye müellifinin aleyhine
delil olamaz. Çünkü evvela biz de, mest giymenin şartı tam abdestli olmaktır, diyoruz.
Bu hususta hiçbir ihtilaf yoktur. İhtilaf ancak, mestler giyilirken mi, yoksa abdest
bozulduğu zaman mı abdest şarttır, meselesindedir.

Bize göre abdest bozulduğu zaman tam abdestli olmak şartken Şâfıilere göre mestleri
giymeden önce tam abdestli bulunmak şarttır. Bu ihtilâfın neticesi şudur: Bir kimse
evvela ayaklarını yıkayarak mestlerini giyse, sonra abdestini tamamlasa bize göre bir
daha o mestlerin üzerine mesh caizdir. Şafiî mezhebine göre ise, caiz değildir. Çünkü
onlarda tertip şarttır. Binaenaleyh Peygamber (s.a.)'in mestleri giyerken tam abdestli
bulunmayı şart koştuğunu kabul etmiyoruz. Ancak ayakların temiz iken mestlerin
giyilmesi sarftır, diyoruz. Çünkü hadîs-i şeriften anlaşılan budur. Yine hanefi
imamlarından îahâvî'ye göre Rasûlullah (s.a.) "ben onlan temiz olarak giydim"
buyurarak "ben onları evvela yıkamıştım" manâsım kasdetmiş olabilir. Şu hakle onları
abdestini tamamlamadan giymiş demektir. Ayakların temizliğinden, kiri, pası veya
cünüplüğü kasdetmiş de olabilir..." diyor.

Yine aynı itirazcı şunu söylüyor: "tbn Huzeyme'nin Safvan b. Gassân'-dan rivayet
ettiği bir hadiste "Bize Rasûlullah (s.a.) ayaklarımız teiniz olarak mestlerimizi
giydiğimiz vakit sefer halinde üç gün, mukîm iken bir gün bir gece onların üzerine



mesh etmemizi emir buyurdu" denilmektedir. İbn Huzeyme bu hadîs-i Müzenî'ye
sorduğunu, Müzenî'nin ona, "bu hadîsi bizim ulemâmız rivayet etti, Şafiî'nin en
kuvvetli delili budur'" dediğim söylüyor."

Ben derim ki, eğer Mûzenî "Şafıînin en kuvvetli delili bottur" sözüyle mesih
müddetini misafir için üç gün, mukîm için bir gün bir gece olduğunu kasdediyorsa
bunu kabul ediyoruz. Fakat mestleri giyerken tam abdestli olmanın şart olduğunu

1641

kasdediyorsa kabul etmiyoruz."

Bu hadîs-i şerifte meshin sahih olabilmesi için bulunması gereken şortların bir kısmı
açıklanmıştır. Ulemâ bu şartların dışında dana başka şartların da bulunmasını şart
koşmuşlardır.

1) Ayaklar suyla yıkanmış olmalıdır. Binaenaleyh teyemmümle alman abdestle
ayaklara mesh etmek caiz değildir.

2) Mestlerin temiz olması lâzımdır.

3) Kendisiyle peşi peşine yürümek mümkün olmalıdır, Hanefîler bu mesafeyi bir
fersah olarak takdir etmişlerdir ki, yaklaşık olarak 6 km. dir. Şafıiler ise, bu mesafenin
müsafir sayılacak kadar uzun olması lâzım geleceği görüşündedirler.

4) Mâlikîler ise, ayrıca mestlerin deriden olmasını ve ayağa süs teşkil etmesi için
değil, ayağın muhafazası için giyilmiş obuasını ve dikişli bulunmasını şart koşarlar.
Ayrıca sünnete uymak gayesi ile giyilmiş olup sadece rahatlık gayesiyle giyilmemiş
olmasını da şart kılarlar. Keza hac esnasında dikişli mesh giymek gibi, mesti giymekle
bir haramı işlememiş olmak lazımdır.

Hanbelilere göre ise,

1) Kendi kendine ayakta duramayan şey mest olamaz.

2) Gasbedilmiş mest üzerine mesh caiz değildir.İsterse bu gasba zaruretler sürüklemiş
olsun.

3) Cam gibi saydamlığından veya şeffaflığından dolayı dışından bakınca içindeki
ayağı göstermemesi lâzımdır. Keza çok ince olduğundan deriyi göstermemesi gerektir.
Binaenaleyh o ince örülmüş çoraplar Üzerine mesh caiz değildir. Bir de yukarıdan
bakılınca yıkanması farz olan yerlerden bazı kısımların görülebileceği kadar geniş
olmaması lâzımdır.

Hanefî mezhebinde ise kısaca mestin şartlan şunlardır.

1) Mestleri abdestli olarak giymek.

2) Mestler, ayakları topuk kemikleriyle beraber örtecek şekilde olmalıdır.

3) Giyilen mest ayakta olduğu halde bir fersah yürümeye müsait olmalıdır.

4) Mestin topuktan aşağı olan kısmında, ayağın küçük parmağının üç katı genişliğinde
yırtık olmamalıdır.

5) Mestler bağsız olarak ayakta duracak derecede kaim olmalıdır.

6) Mest suyu geçirmemelidir.

7) Mest giyilen ayak en az, küçük ayak parmağıyla üç parmak genişliğinde olmalıdır.
[65]

Bazı Hükümler

1. Küçüğün büyüğe hizmet etmesi caizdir.

2. Avret mahallinin şeklini aksettirmeyecek şekilde olan dar elbise giymek caizdir.



3. Mest Üzerine mesh caizdir.

4. Meshin sahih olabilmesi için mestler ayaklar temizken giyilmelidir.

5. Abdestin tam olabilmesi için kolların dirseklerle beraber yıkanması lâzımdır.
Elbisenin darlığı gibi bir sebeple sadece elleri yıkamakla veya yenlerin üstünü mesh
etmekle abdest caiz olmaz.

6. Pisliği kesin olarak bilinmedikçe yabancı ülkelerin imâl ettiği elbise giyilebilir.

152....Zûrâre b, Evfâ'nm rivayet ettiğine göçe Muğîre b. Şu'be, "Rasûlullah (s.a.)
{bizden biraz) geri kaldı" diye söze başlamış ve (evvelki hadiste geçen) şu hâdiseyi
anlatmıştır: "Biz cemaate Abdurrahmân b. Avf kendilerine sabah namazım kıldırırken
yetişebildik. Abdurrahmân b. Avf Nebiyyi Ekrem (s.a,) 'i görünce (hemen) geri çe-
kilmek istediyse de Rasûlullah (s.a.) ona (namaza) devam etmesi için işaret etti. Ben
ve Rasûlullah (s.a.) onun arkasından bir rekât namaz kıldık. Abdurrahmân (r.a.) selâm
verir vermez, Nebi (s.a.) ayağa kalktı ve yetişemediği rekâtı -üzerine hiç bir şey ilâve
etmeden- kıldı."

Ebû Dâvûd dedi ki; "Ebû Söfirf el-Hudrtt İbn Zübeyr ve tbn Ömer (r.a.), namazın tek

1661 [671

rekâtına yetişen kimse üzerine, sehv secdesi lâzım gelir, derler."
Açıklama

Bu hadîs-i şerifle ilgili açıklama 151. hadîs-i şerifte geçmiştir. Ancak burada geçen
izaha muhtaç faşım namazflt bir veya üç rekatine yetişen kimsenin üzerine sehv
secdesi lâzım geldiğine dâir İbn Ömer, İbn Zübeyr ve Ebû Said et-Hudri'nin
görüşleridir. Hadîs sarihlerinin beyânına göre bunun îzâhı şöyledir:
Sehv secdesi vacibin terkinden lâzım gelir. Namazı cemaatle kılmak vâciptin Namazın
bir veya üç rekâtına yetişen kimse ise, cemaati terketmiş olacağından üzerine sehv
secdesi lâzım gelir.

İkinci bir izah tamda şudur: Bu sehv secdesinin sebebi birinci rekâtın sonunda
oturmaması lâzım gelirken imamla beraber oturmasından ileri gelir. Bu mübarek
sahabeler böyle düşündükleri için "birinci rekatta imama yetisemeyen kimseye sehv
secdesi gerekir" demişlerdir, Nitekim ilim adamlarından böyle düşünen bir cemaat da
vardır. Atâ, TâvUs, Mücâhid ve İshâk bunlardandır. Ancak diğer ulemâ bu hususta
şöyle demektedirler: Rasûlü Ekrem (s.a.) Abdurrahmân b. Avfm arkasında namaz
kılmış, ne kendisi bir rekat geç kaldığı için sehv secdesi yapmış, ne de Muğîre'ye
emretmiştir. Çünkü sehv secdesi ancak sehvden (yanılmadan) dolayı lâzım gelir.
Burada ise yanılma yoktur. Ve bir de imâma uymak farzdır. Buna bağlı olarak yapılan
bir fazlalıktan dolayı da sehv secdesi gerekmez.

Görülüyor ki, hadis-i şerifin son paragrafında bulunan bazı sahâbilerin sehv secdesi
hakkındaki görüşleriyle ilgili bölüm Rasûlullah'm bir fiil ya da bir sözü İle ilgili
değildir. Sadece adı geçen sahâbilerin içtihadıdır. Yukarıda da açıklandığı gibi
tabiinden bazı âlimler de bu içtihada katılmışlardır. Sahâbilerin merfu hadis
mesabesinde olmayan fetva ve görüşleri onların ietihadlandır. Bizler bu içtihada
uymakla mükellef miyiz, değil miyiz, konusu ihtilaflıdır.

İmam Şâfri hazretleri, "ictihad" ehil olan herhangi bir müetehid, sahabenin İçtihadına
uymakla mükellef değildir" der.

Ebu Hanîfe Hazretleri ise, kendi ietihad metödlanm açıklarken Kur' -ân, hadis ve icmâ



ile amel etme mecburiyetinde olduğunu ancak sahabîlerin kendi içtihatları neticesinde
ortaya çıkan değişik görüşlerden birini tercih edeceğini, onların içtihatları karşısında
kendisinin bir ictihadta bulunmasının söz konusu olmadığını belirtmektedir.
Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte söz konusu edilen cemaate geç kalmadan dolayı
sehv secdesi, sözü geçen sahabîlerin ictihadrfclup bu hususta diğer sahabîlerin de
farklı ictihadlan bulunması sebebiyle mezhep imamları buna uyma mecburiyeti
duymamışlar, Kitab ve Sünnetin ışığında diğer sahabîlerin bu konudaki reylerini tercih
etmişlerdir. Özellikle Hz. Peygamber (s.a.)Mn de sehiv secdesi yapmadığı nazar-ı
itibara alınırsa namazın başında cemaate ulaşamayıp diğer rekâtlara ulaşanların sehv
secdesi yapmaları gerekmeyeceği görüşündeki isabet daha kolay anlaşılmış
olur.

168] [691

153. ...Ebû Abdirrahman'dan, demiştir ki; "Abdurrahman b. Avf 'm Bilâl 'e
Rasûiullah'm (nasıl) abdest aldığını sorarken gördüm. (Bilâl de şöyle) dedi; "Abdest
bozma ihtiyacını gidermek için dışarı çıkardı. Ben de ona su getirirdim. Abdest alır,
(başının ön tarafı ile birlmikte) sarığına ve çizmelerinin üzerine meshederdi."
Ebû Dâvüâ dedi ki Râvi Ebû Abdillah, Teym b. Mürre oğullarının hürriyete

[701121]

kavuşturduğu kişidir.
Açıklama

Hadis-i şerifte geçen "muk" kelimesi bir mest çeşididir, îbnu'l-Arabi, Tirmizî
Şerhi'nde "mûk" kelimesi için şunları söylemektedir: "Eğer ayakkabı deriden yapılır,
ayağın her tarafını örter, dikişli ve astarlı olursa buna "huf = mest" denir. Fakat
astarsız olursa o zaman "muk" denilir."

Hattâbî, "muk" goncu kısa olan mesttir diyor. Cevheri ise, "muk" mestin üzerine
giyilen çizmedir, demektedir.

Ebû Hanife, Ahmed ve Müzenî hazretleri çizme üzerine meshin caiz olduğuna bu
hadis-i şerifle hükmetmişlerdir. Ancak çizmenin meshe müsait olması ve ayağa
abdestli iken giyilmesi lâzımdır. Keza eğer mest üzerine giyilmişse mestlerin giyildiği
ilk abdest bozulmadan, yani mestlerin üzerine meshetme mecburiyeti doğmadan Önce
giyilmesi lâzımdır. Şayet, mest üzerine mesh edildikten sonra giyilirse bîr başka
ifadeyle mestler giyildikten sonra abdest bozulup ondan sonra çizme giyilir ve üzerine
meshedilirse abdest sahih olmaz.

Malikilere göre ise; çizme üzerine meshin sahih olabilmesi için çizmenin deriden
olması, mestle beraber abdestli iken giyilmesi şarttır.

Çizine üzerine meshin caiz olup olmaması hususunda Şafiî mezhebinde iki görüş
vardır. Nevevî merhum Mtibezzeb Şerhi'nde Şafiî mezhebinde sahîh olan görüşe göre
çizme Üzerine meshetmek caiz değildir, diyor.

Görüldüğü gibi hadis-i şerifte Resülullah yalnız sarık üzerine mesh ettiğinden
bahsedilmekte, sarıkla birlikte başına da meshettiğine dair bir ifade yer almamaktadır.
Bu bakımdan bu hadis sadece sarık Üzerine meshetmenin caiz olduğunu söyleyen
imam Ahmed ve taraftarlarının bu mevzudaki görüşlerine bir delil teşkil eder gibiyse
de aslında değildir. Çünkü bu hadiste Hz. Peygamber, başına meshetmcyi terk ettiğine
dair de bir ifâde yoktur. Buna ifâde eden başka bir hadis de yoktur. Şayet böyle bir



hadis mevcut olsa bile, hadisenin Mâide Sûresi'nden sonra ve özürsüz olarak
yapıldığının açıklanması gerekir. Aksi takdirde bu izaha muhtaç, kapalı ifadenin diğer
hadislerin ışığında açıklanması gerekir. Gerçekten burada da durum aynen böyledir.
Öyleyse bu hadisin bu mevzuda gelen diğer hadislerin ışığında tefsir edilmesi gerekir.
Bu hadisi açıklamak için bu mevzuda gelen hadislerin en meşhur olanı da 150

£221

numaralı Muğîre hadisidir.

Her ne kadar İmam-Ahmed ve taraftarları mevzumuzu teşkil eden bu hadise
dayanarak abdestte sadece sarığı meshetmenin başı meshetmek için yeterli olacağını
söylemişlerse de cumhuru ulemâ kendilerine yukarıdaki şekilde cevap vermişlerdir.
[73]

Bazı Hükümler

1. Abdest almak isteyen kimse abdest almadan önce myacı varsa abdest bozmayı
ihmal etmemelidir.

2. Başla beraber sarık ve çizme üzerine meshetmek caizdir.

154.. ..Bbû Zur'a b, Amr b. Cerîr'den demiştir ki; (Dedem) Cerîr küçük abdestini
bozduktan sonra abdest alıp mestler üzerine mesnetti ve: "Resûlullah (s. a.) i
meshederken gördüğüm halde (artık) beni meshetmekten ne alıkoyabilir?" dedi.
"Ancak bu (Resûlullah'm meshetmesî) Mâide Sûresinin inmesinden önce idi (galiba)?"
dediler. O» (şöyle) cevap verdi:

IM I75J

"Ben Mâide Suresi indikten sonra müslüman oldum."
Açıklama

Bu hadis-i şeriften Hz. Cerîr'in sorulan bir soru üzerine cevap vermek maksadıyla bu
sözleri söylediği anlaşılıyor, tbn Mâce'nin rivayetine göre Cerîr'in ayaklanndaki
mestlere meshetmesi üzerine "Sen böyle mi yapıyorsun?" denilmiş, o da cevap
makamında bu sözleri söylemiştir. Buhârî'nin rivayetine göre ise, Cerîr'e Resulü
Ekrem'(s.a.)'m abdest alışı sorulunca (işte böyle alırdı, demek için) bunları
söylemiştir.

Taberfmn A'meş yoluyla gelen rivayetinde ise soruyu soranın Hemmâm b. Haris
olduğu belirtiliyor. Cerîr'in ayaklarım meshettiğini gören bazı kimselerin, "Senin bu
abdest alış şeklin, Mâide Sûresi inmeden evvel vardı. Mâide sûresi indikten sonra
ayağa meshetme izni kaldırılmıştır" demeleri üzerine Cerîr (r.a.) şu cevabı vermiştir:
"Ben Mâide Sûresi indikten sonra müslti-num oldum" Bu sözüyle Cerîr (r.a.) "Ben
RasUlü Ekrem'in mestli ayağına bu şekilde meshederek abdest alışını Mâide Sûresi
indikten sonra gördüm. Binaenaleyh sizin; Mâide sûresi ayaklara meshetmenin
hükmünü kaldırmıştır, demeniz yanlıştır" demek istemiştir. Mâide Sûresi'nden
kastedilen ise abdest âyetidir. Bu âyet Benî Mustalık gazvesinde nazil olmuştur. Cerîr
ise, ondan sonra müslüman olmuştur. Buna göre bu abdest âyetinin hükmü, yani
ayakların yıkanması emri mest giymey enlerle ilgili genel bir emirdir. Cerîr (r.a.) hadîsi
ise, ayağında mest bulunan kimselerin ayaklarına meshedebileceklerini beyan ederek



meshin hükmünü, yıkamanın umûmî hükmünün dışma çıkarmaktadır. İbn Münzir, İbn
Mübârek'ten, sajıâbe-i kiram arasında meshin caiz olup olmadığı üzerinde en küçük
bir ihtilâfın bulunmadığım nakletmektedir. Mâide Sûresi'nin inmesinden sonra da
sahâbe-i kiram ayaklarına mesh etmişlerdir. İbn Hacer, Fethu'l-Bârt isimli eserinde
diyor ki, hadîs âlimlerinin söylediklerine göre» mestler üzerine mesh verme ile ilgili
hadîsler matevfttir derecesindedir. Bazı âlimler râvîlerinin sayısı sekseni aştığım,
aralarında aşere-i mübeşşerenin de bulunduğunu söylemektedirler.
Ahmed b. Hanbe! de meshin caiz olduğuna dair sahabe-i kiramdan kırk kadar merful
hadis bulunduğunu söylemektedir.

İbn Abdiîberr de d-lsâa&ftr'da yine 40 kadar sahabe'nin Rcsûl-ü Ekrem (s.a.) den
meshin caiz olduğuna dair hadis rivayet ettiklerini kaydeder.

Ebu'l-Kâsım b. Mende ise, meshin caiz olduğunu rivayet eden 80 tane sahabe ismini
£761

vermektedir.
Bazı Hükümler

1. Mest üzerine meshetmek caizdir.

2. Şer'i şerife uymayan bir şey görüldüğü zaman en uygun yolla ona müdâhale etmek
gerekir.

3. Doğruluğuna inanarak yaptığı bir işten dolayı itirazla karşılaşan bir kimsenin,
yaptığı işin doğruluğunu İsbat için dayandığı delilleri serd etmesi gerekir.

4. Bir işin doğruluğunu kabul etmeyen kimse, doğruluğunu iddia eden kimsenin
delillerini usûlüne göre reddetmelidir.

5. Bir işin doğruluğunu iddia eden kişi de, kabul etmeyen kişinin delillerini çürütüp
kendi delillerinin kuvvetini isbatlamahdır.

6. Bir iddianın isbatı için iki tarafın delil getirmesi caizdir.

7. Mestler üzerine meshetmek nesh edilmemiştir. Geçerliliği bakidir.

[771

155.. ..İbn Büreyde babası Büreyde'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir. "Necâşi
Rasûlullah (s.a.)e bir çift, siyah ve düz mest hediye etti, Rasûlüüâh (s.a.) bunlan

[78]

(abdestli iken) giydi, sonra aldığı abdest Ger) de onların üzerine mesnetti."

Hadîsin iki râvîsinden biri olan Müsedded, Vekî bu hadîsi Dilhem b. Salih'ten an'ane

yoluyla almıştır, dedi.

[791

Ebû Dâvûd da; "bu hadîs yalnızca Basrahlarm rivayetidir." demiştir.
Açıklama

Hadîs-i şerifte geçen Necâşî, Habeş kralı Asheme'dir. Babasnm adı «Encîr» idi Habeş
kırauarma Necâşî; Yemen krallarına, Tübba, Faris (tran) kıralianna Kisrfl; Bizans
(Rum) kıralianna Kayser; Rus kıratlarına Çar; Şam kıratlarına Hlrekl, Mısır kıralianna
Fİravn; Iskenderiyye kıralianna Mukavkıs; Hind ve Yunan kıralianna BatHmos; Türk
kıralianna Hakan; Sâbü kıralianna Nemrud; Arab kıralianna Nu'man; Berberi
kıralianna Cfilftt; Yahudi kıralianna Katyon; Fergana kıralianna ise, thşSd denilir.



Asrımızda ise Habeş kırallanna imparator deniliyordu, son imparator da devrilip tarihe
karışmış bulunuyordu. Adı geçen Necâşî'ye Rasûlü Ekrem (s. a.) Amr b. Umeyye ile
İslama davet mektubu göndermiş, o da îslâmı kabul etmişti. Ibn Hibbân'in rivayetine
göre; Necâşî Rasûlti Ekrem (s.a.)'e bir mektup ve hediyye olarak da bir gömlek,
şalvar, taylasan (fes) ve bir çift mest gönderdi. Hicretin 9. senesinde Necâşî vefat etti.
imam Buharının Câbir'den rivayet ettiği bir hadise göre, Necâşî vefat ettiği gün Rasûlü
Ekrem (s. a.) Medine'de ashabında, "Boğun Habeşistan'da sâlih bir kimse vefat etti.
Cenaze namazını edâ edelim." buyurmuştur.

Câbir diyor ki; "Saf olduk, Rasûlullah (s.a.) imam oldu, Necâşî'nin cenaze namazını
kıldık. Ben de ikinci safta idim," Allah onlardan razı olsun.

Habeşistan'da ölen Habeşkrah Necâşî'nin cenaze namazını Medine'de kılma hâdisesi
Hanefilerce Rasûlullah'a mahsus bir iştir. Çünkü, Hanefilerce mevcut olmayan veya
ekseri cüzü bulunmayan cenazenin kılman namazı sahih olmaz, Şafiî ve tbn Hanbele
göre İse, cenaze bulunmasa da bu cenaze Üzerine başka yerde ve Ülkelerde cenaze
namazı kılmabilir. (Bu mevzu cenaze bahsinde işlenecektir.)

Mîrek Şah der ki; "Bu hadis, Resulü Ekrem (s.a.)in mest giyip Üzerine meshettiğinin
fıkhî delilidir. Seferde ve hazanla mesh üzerine meshettiği tevatürle sabittir. "Taberânî
ve Beyhakî*nin îbn Abbâs'dan rivayet ettikleri şu hadis-i şerif de mest üzerine mesfrin
cevazın isbat eden delillerden biridir: "Bir gün Resulü Ekrem (s.a.) ihtiyacını
gidermek için halktan uzaklaşarak bir ağacın altında oturup mübarek ayaklarından
mestleri çıkarıp (yere) koymuştu. Abdest aldıktan sonra mestlerinden birini giydi,
diğerini giymek üzere iken havadan bir kartal inerek, mesti kaptığı gibi havalandı.
Havada uçarak mesti baş aşağı çevirdi ve mestin içinden bir yılan düştü. Allah'ın
Resulü bu durumu görünce» "Bu, Rabbimin bana Ur İkramıdır" buyurdu ve şu duayı
okudu; "Allah'ım, karnı üzerinde sürünen iki veya dört ayak üzerinde yürüyenlerin

MI

şerrinden sana sığınırım"
Bazı Hükümler

1. Müslüman olmayanların hediyyesi kabul edilebilir ve kullanılabilir.

2. Verilen hediyeyi alır almaz giymek, hediyenin makbule geçtiğini göstermek
açısından iyidir, sünnettir.

3. Yasak olan renklerin dışında muhtelif renkler kullanılabilir.

4. Siyah mest giymek kerahetsiz olarak caizdir.

156....Muğîre b. Şu'be'den demiştir ki: "Resûlullah mestleri üzerine meshetti. Ben
(de); Ya Resulellah yoksa (ayağınızı yıkamayı) unuttunuz mu?" dedim.O da; "(Hayır)

[8İI £821

bilakis sen unuttun, Rabbim Azze ve Celle bana bunu emretti" buyurdu.
Açıklama

Bu hadîs-i şeriften RasUlü Ekrem (s.a.)'in abdest alırken sıra ayaklarına gelince onian
meshettiği anlaşılıyor. Çünkü, diğer abdest organlarının sırayla yıkanması halinde en
son sıra ayaklara gelir. Bir de sadece mestler üzerine mesti verilmesi abdest almak için
yeterli değildir, öyleyse RasÛluliah (s.a.) diğer abdest organlarını daha evvel yıkamış



ve başım da meshettikten sonra sıra ayaklara geldiği için onları da meshet mistir.
Bunun Üzerine Muğîre, "Yâ RasûleÜah, niçin ayaklarını yıkamıyorsun da böyle
meshediyorsun?, Yoksa unutarak mı?" deyince, Rasûlü Ekrem (s.a.)'de "Bilakis sen
unuttun" buyurmuştur. Demek ki Muğîre daha önceden Rasûiullah'm ayağım
meshettiğini gördüğü halde unutmuştur. RasUluliah (s. a.) bunu bildiği için "Bilakis
sen unuttun" buyurmuştur.

Ayrıca bu hadîs-î şeriften, mest üzerine meshetmenin caiz olduğu da anlaşılıyor.
Ancak meshetmek bir emir, bir farz değil, sadece bir izindir. "Bana Rabbim böyle
emretti." sözünün anlamı, bana rabbim böyle meshetmem için izin verdi, demektir.
Öyleyse, meshetmek bir azimet değil, bilakis bir ruhsattır. Nitekim 149 ve 150

[831

numaralı hadis-i şeriflerin serinde açıkladık.
Bazı Hükümler

1. Hadis mestler üzerine meshedilebileceği mevzuunda daha Önce geçen hadisleri
desteklemektedir.

2. İnsan, dîni bir meselede şüpheye dü$tüğü zaman onu bir bilene sormaktan

[841

çekinmemelidir.
61. Mesh Süresi

157....Huzeyme b. Sâbit'in Rasûlullah'den (s,a.) rivayet ettiğine göre (Efendimiz şöyle)
buyurmuştur: "Mest üzerine mesh (in müddeti) yoku için üç gün, yolcu olmayan

£851

(mukîm) için bir gün bir gecedir."

Ebû Dâvûd dedi: Bu hadîsi EbuMansurb.el-Mu'temirJbrahim et-TeymVden aynı
senetle rivayet etmiştir, ibrahim bu rivayetinde, öncekine ilâve olarak, şunları
söylemiştir: "Eğer biz Resulullah 'dan (süreyi) artırmasını isteseydik artıracaktı."

£861

158....Übeyy b. İmâre 'nin (kendi) ifadesine göre -(ki Ubeyy hakkında) Yahya b.
Eyyub, "O hem Beyti'l-Makdis'e hem de Kâbe-i Muazzama'ya karşı Rasûlü Ekrem'le
birlikte namaz kılmıştır." diyor.-şöyle demiştir. "Yâ Rasûlallah mestler üzerine
meshedeyim mi? Rasûlullah'da (s. a.) "evet" buyurdu. (Übey, ya Rasûlallah) bir gün,
iki gün, üç gün (müddetince) meshedebilir miyim? diye (soru sormaya devam etmiş).

[871

Rasûlullah'da, "Evet istediğin kadar" buy urdu.

Ebû Dâvûd dedi ki: İbn Ebi Meryem el-Mısri, Yahya b. Eyyûb'-den O da
Abdurrahman b. Rezîn'den O da Muhammed b. Yezid b, Ebi Ziyâd'dan O da Übâde b.
Nesiy'den O da Übeyy b. İmâre'den rivayet ettiğine göre, İbn Ebi Meryem bu
rivayetinde şöyle demiştir: "Übey (üç gün meshedebilir miyim, dedikten sonra
sorusuna) yediye kadar devam etti. Rasûlullah da (s.a,) "evetfyedi gün müddetince
meshe devam edebilirsin) ve uygun gördüğün kadar (meste devam edebilirsin)"
buyurdu.

Ebû Dâvûd dedi ki: Yahya b. Eyyûb'un bu senedinde ihtilâf vardır. Çünkü, Yahya
güvenilir bir kimse değildir. Yine bu hadîsi tbn Ebi Meryem ve Yahya b. İshâk es-



Süleyhi Yahya b. Eyyûb'dan rivayet etmişlerdir. (Ancak SüleyhVnin) senedinde ihtilâf
£881

edilmiştir.
Açıklama

Birinci hadîs-i şerif, yolcular için mest üzerine meshetme müddetinin üç gün üç gece
(72 saat), yolcu olmayanlar için de bir gün bir gece (24 saat) olduğunu ifâde
etmektedir. Nitekim Ebû Hanife (r.a.) ve taraftarları, Sevrî, Hasen b. Salih, Şafiî,
Ahmed b. Hanbel, İshâk b. Râhûye, Ashâb-ı Kiram ve Tabiîn hazretlerinin büyük
çoğunluğu ve onlardan sonra gelen fıkıh âHmleri hep bu görüştedirler. Bir kısım
âlimler de; "Mesttin müddeti İçin belli bîr zaman yoktur. İnsan İstediği kadar bu
müddeti uzatabilir" demişlerdir.

Şa'bî, Ebû Seleme b. Abdirrahman, Leys.Rabîa ve meşhur rivayete göre İmam Mâlik
(r.a.) bu görüştedirler. Bu âlimlerin dayandığı hadîs-i şerifler şunlardır.

1. Ebü Davud'un İbrahim et-Teymî'den rivayet ettiği, "Rasûlullah'tan artırmasını
isteseydik, artıracaktı" mealindeki 157 numaralı hadisi şerif.

2. Enes b. Mâlik hadîsi. Bu hadise göre Nebiyyi Ekrem (s. a.) "Sizden birisi abdest alıp
mestlerini giydiğinde onlarla namazını kılsın. Sonra onlara m es h etsin; istediği kadar
ayağından çıkarmasın (meshe devam etsin) Ancak cünüplük hali müstesna"
buyurmuştur.

Bu hadîsi Hâkim, Müstedrek isimli eserinde rivayet etmiş ve "Bu hadis, Müslim'in

rivayet şartlarına uygundur. Râvîleri güvenilir kimselerdir." demiştir.

Aynı zamanda bu hadîsi Dârakutnî de Esed b. Musa'dan rivayet etmiş ve Tenkîh

sahibi de bu rivayet için; "Senedi sağlamdır, Râvi Esed b. Musa da sözüne güvenilir

bir kimsedir. Aynı zamanda Nesaî de onun doğru sözlü bir kimse olduğunu söylüyor"

demektedir.

3. Ukbe b. Amir hadîsi.Ukbe şöyle demektedir:-"Bir cuma günü Şam'dan Medine'ye
doğru yola çıktım. Ömer b. el-Hattab'in huzuruna vardım. Bana, "Mestleri ayağına ne
zaman giydin?" dedi. Ben de, cuma günü dedim. Hiç ayağından çıkardın mı? Ben,
hayır hiç çıkarmadım deyince, "Tam sünnete uygun hareket etmişsin" dedi. Bu hadîs-i
şerifi de Beyhâkî rivayet etmiştir.

Ayrıca, mestler üzerine meshin belirli bir zamanla mukayyet olmadığı kıyas delili ile
de isbat edilebilir. Şöyle ki, sargı üzerine meshetmekle ayakları yıkama taharet
olmaları bakımından nasıl belirli bir zamanla mukayyet değillerse mestler üzerine
meshetmekte bir taharet olarak herhangi bir müddetle kayıtlı olmamalıdır.

4. Bu görüşte olan ulemanın diğer bir delili de 158 numaralı hadistir. "Ayağıma
meshedebilir miyim?" sorusundan da anlaşılıyor ki bu mübarek sahâbînin o güne
kadar meshin caiz olduğundan haberi olmamıştır. Yahutta Resulullah (s.a.)'m ayağına
meshettiğini gördüyse de bunun ona has bir durum olduğunu zannetmiştir.

Bu âlimlere karşı mesh müddetinin sınırlı olduğunu iddia edenlerin bu hadisler
hakkındaki görüşlerini de şöylece sıralamak mümkündür:

1. 158 numaralı hadis, Übey b. İmâre hadisini bütün Sünen sahipleri rivayet
etmişlerdir. Fakat hepsi de zayıf olduğunda ittifak etmişlerdir.

2. 157 nolu Huzeyme hadisine gelince iki cihetten zayıftır: a. Munkatı' dır. b.
Muzdariptir.

3. Enes hadisine gelince, Beyhakî onun zayıf olduğunu söylemektedir. Aynî ise, lbn



Cevzî'den Enes hadisindeki "istediğin kadar ayağından çıkarmadan meshe devam et"
hadisindeki maksadın, "üç gün içinde istediğin kadar meshedebilirsin" demek
olduğunu nakletmektedir, lbn Hazm ise, "bu hadisi Esed b. Mûsâ tek başına rivayet
etmiştir. Esed'in hadisleri münkerdir delil olamaz" demektedir.

Hz. Ömer'in "tam sünnete göre hareket etmişsin" sözüne gelince, bu söz de mesh
süresinin sınırsız olduğuna delâlet etmez. Çünkü Hz. Ömer'den de. mesh süresinin
sınırlı olduğuna dair hadis-i şerifler vardır. Tahavî'nin Şerhti Meani'l-Âsar'da rivâyet
ettiğine göre, Süveyd b. Gafle şöyle demiştir: "İçimizde Hazret-i Ömer'le en çok senli
benli olan Benâne'ye; haydi Ömer'e meshin hükmünü sor" dedik, o da sorunca Hz.
Ömer: "müsafır (yolcu) için üç gün, mukim (yolcu olmayan) için de bir gündür" dedi."
Keza Zeyd b. Vehb'den de aynı manâdabir hadisi Tahavî merhum meşhur eserinde
rivayet etmektedir. Bu hadisleri rivayet ettikten sonra hazreti imam şunları
söylemektedir: "İşte bu hadîs-i şerifler mesh müddetinin sınırlı olduğuna dâir Rasûlü
Ekrem (s.a.) den rivayet edilen delillerdir."

Şayet mesh müddetinin sınırlı olmadığına dâir rivayet edilen hadisler sahihse, bunun
manâsı; "mesh müddetine riâyet etmek şartıyla devamlı mest üzerine mesh
edebilirsiniz" demektir. Nitekim "temiz toprak (on sene bile olsa) m ti'm in için bir
abdest vazifesi görür" hadîsinden anlaşılan da budur. Yani teyemmümün şartlarına
riâyet edildiği takdirde her zaman temiz toprakla teyemmüm edilebilir demektir.
Yoksa bir kerre teyemmüm edince on sene devam eder demek değildir.
Bunların, meshi yıkamaya benzeterek; "ayağını yıkayan adam, abdestini bozmadığı
müddetçe nasıl onunla istediği kadar namaz kılabilirse ayağına mesheden kimse de
mesti çıkarmadığı müddetçe devamlı abdestli sayılır. Keza sangı üzerine yapılan mesh
de sargı bulunduğu müddetçe geçerlidir" demeleri ise, sahih hadislere aykırı
olduğundan geçerli bir itiraz değildir.

Bütün bunlar göz önünde bulundurulunca en ihtiyatlı yolun, yolcu için geceli
gündüzlü üç gün, mukîm için bir gün olmak üzere müddet tayini yapan hadislere
uymak olduğu anlaşılır.

Ancak meshin müddeti, abdest bozulduğu andan itibaren başlar. Yoksa giyildiği andan
itibaren başlamaz. Keza meshettiği andan itibaren de başlamaz. Ayağın birini veya
ikisini birden çıkarınca, şayet abdesti bozuk veya mesh müddeti zaten sona ermiş
idiyse artık sadece ayaklarını yıkaması kifâyet etmez.Nevevî'ye göre, mesh müddeti,
mestler meshediidiği andan itibaren başlar. Şayet abdestli iken ayaklarının bîrini veya
her ikisini de mestten çıkarırsa Şafiî ve Hanelilere göre sadece ayaklarım yıkaması
gerekir. Malikîlere göre ise, hemen o anda ayağını yıkarsa kâfi gelir, geciktirirse kâfi
gelmez, yeni baştan abdest alması lâzım gelir.

Hafız İbn Hacer, FethıTI-BârTde şunları kaydediyor: "Ayağa meshet-tikten sonra eğer
mesh müddeti bitmeden mestler çıkarılacak olursa, mesh müddeti sınırlıdır diyenlere
göre abdest bozulmuş olur, yeniden alınması lâzımdır. Kûfelilere, Müzenî'ye ve Ebû
Sevr'e göre ise sadece ayaklarım yıkar. Ancak, ayakların o anda, ara vermeden
yıkanması lâzımdır. İmam Hasen, İbn Ebi Leylâ ve bazı âlimler de abdestli iken
ayağını çıkaran kimsenin ayağını yıkamasının gerekmediğini söylemişlerdir. Bunlar
ayağa meshi, boyuna ve başa verilen meshe benzetmişlerdir. Bu görüşü ihtiyatla
karşılamak lâzımdır."

Yukarıda verilen delillerin neticesinde varılan hüküm şudur ki; Mestler üzerine mesh
vermenin zamanla mukayyet olmadığım söyleyen âlimlerin delilleri Cumhur
tarafından yetersiz görüldüğünden, 157. hadîsle tesbit edilen hüküm cumhura göre



esas olmuş ve yolcu için mesh müddeti abdestin bozulmasından itibaren 72 saat,

[891

mukîm için ise, 24 saat olarak tesbit edilmiş olur.



Bazı Hükümler

Netice olarak, mest üzerine mesh müddetinin yolcular için üç gün, yolcu olmayanlar
için ise bir gün olduğu

[901

anlaşılmış bulunmaktadır.

62. Çoraplar Üzerine Meshetmek

I59....el-Muğîre b. Şu'be'den, demiştir ki; "Rasûlullah (s. a.) abdest aldı, çoraplarının

ım

ve ayakkabılarının üzerine mesnetti."

Ebû Dâvûd dedi ki; Abdurrahman b. Mehdi bu hadîsten hiç bahsetmezdi. Çünkü, el-
Muğîre'den (gelen) ma'ruf hadîs, "Muhakkak ki Nebiyyi Ekrem (s. a.) mestler üzerine
mesnetti" şeklindedir.

Yine Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadis, aynı zamanda Nebiyyi Ekrem 'den Ebû Musa el-
Eşârî tarafından; '"Rasûlullah (s. a.) çoraplar üzerine mesnetti" (şeklinde) râvîler
zincirinden (bazı râvîler) atlanarak ve zayıf senetle rivayet edilmiştir.
Ebû Dâvûd dedi ki; Ali b. Ebî Tâlib, İbn Mes'ud, Berâb, Azib, Enes b: Mâlik, Ebû
Umâme, Sehl b. Sa'd veAmr b. Hureys dahi çorapları üzerine meshetmişlerdir. Bu

£921

husus Ömer b. el-Hattâb ve İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir.
Açıklama

Hadîs"i Şerifte geçen Ve "çorap" terceme ettiğimiz kelimesinden, pamuk veya yünden
mest şeklinde örülmüş bir ayakkabı çeşididir. Mest ise deriden yapılan ve ayaklan
topuklara kadar örten ayakkabı çeşididir. Hanefi âlimlerinden Aynî, "Cevreb" hak-
kında şunları söylemektedir: "Şiddetli soğukların hüküm sürdüğü memleketlerde
soğuktan sorunmak için eğirilmiş yünden yapılan ve ayağa giyilen ve topuklara kadar
uzanan şeydir"Bu cevrab kelimesi üzerinde ulemâ arasında farklı görüşler vardır:
Firuzâbâdî Kâmûs'da, Ebul-Feyz Murteza, Tacü'l-Arûs'ta Cevrab, ayakkabıdır derken,
et-Tayyibî "deriden mamul bir ayakkabıdır, dize doğru uzanır ve mest diye bilinir"
diyor. Firûzâbâdî'nin sözü bütün ayakkabı çeşidini ifâde edecek niteliktedir, ister
deriden, ister yünden veya kıldan, isterse bunların dışında bir şeyden olsun hepsine
şâmildir. Sonra Firûzâbâdî'nin sözünden bu ayakkabının kaim veya ince, hatta dikişli
veya dikişsiz olup olmamasında da bir fark olmadığı anlaşılıyor.
et-Tîbî Şevkânî ve Şeyh Abdülhak'm tefsirlerine göre "Cevrab" ciltden mamul olup
mestin başka bir çeşididir, mestten daha büyüktür.

Hanefî imamlarından Şemsu'I-eimme el-hulvânî'ye göre cevrab'm beş çeşidi vardır:
1. Tiftikten, 2. Kıldan, 3. Yünden, 4. İnce deriden , 5. Pamuktan.
Bütün bu ihtilaf iki sebepten ileri gelmektedir:
1. Cevrab'm imal edildiği madde,



2. Cevrab'm hacmi ve büyüklüğü,Ayrıca bu ihtilâfın cevrab'm çeşitli ülkelere göre
çeşitli biçim ve büyüklüklerde yapılmış olmasından ileri geldiği de düşünülebilir.
Çünkü şartlara göre bazı ülkelerde deriden, bazısında yünden, bazısında da diğer
mevcut maddelerden dokunmuş olabilir. "Her lûgatçı kendi ülkesinde bulunan cevrab
şekillerine bakarak bir tarif yapmıştır" denebilir. Firuzâbâdî gibi bazı lügatçiler de
bütün ülkelerde bulunan çorap şekillerini kapsayacak bir tarif ortaya koyabilmişlerdir.
Çoraplar üzerine meshetmek mevzuunda imamların görüşleri pek farklı değildir.
İmam Ebû Yusuf a göre, ayakta bağsız. durabilecek şekilde, sık ve sağlam dokunmuş
kaim çoraplar üzerine meshetmek caizdir.

Bu mevzuda İmam Muhammed'de, Ebû Yusuf un görüşündedir. İmam Ebû Hanîfe'nin
de bunların görüşüne döndüğü rivayet edilir. Fetva bu veçhiledir. İmam Mâlik ise,
çoraplar üzerine meshin caiz olabilmesi için çorapların kaim ve altlarının deriden
yapılmış olmasını şart koşmaktadır.

İmam Şafiî ve Ahmed'in mezheplerine göre de çoraplar üzerine tabansız bile olsalar
raeshetmek caizdir.

hadîs-i şerifte geçen Na'l kelimesinden maksatsa, ayağı yerden koruyan her çeşit
ayakkabıdır. Ancak 151. hadîs-i şerifte de açıkladığımız gibi topuklardan aşağı olan
ayakkabıların üzerine meshetmek caiz değildir. Bu hadîs-i şerif üzerinde fikir beyân
eden hadîs sarihlerinden Hattâbî ve Menhel sahibi, "Rasûlullah (s. a.) ayakkabı üzerine
meshederken çoraplar üzerine meshetmeye niyyet etmiştir" diyorlar. Yani
ayakkabıların altında çorap giyili olduğunu, ayakkabıya meshetmekten gayenin de
çoraplar olduğunu, ayakkabıların üzerine yapılan meshin fazladan olup abdeste hiç
engel teşkil etmeyeceğini ifâde ediyorlar.

Ibnü'l-A'râbi der ki; Na'l Peygamberlere mahsus bir ayakkabı çeşididir. Daha sonra
insanlar çamur ve yaşdan dolayı kendilerine başka biçimlerde ayakkabılar edindiler.
Peygamber efendimizin ayakkabılarının üzerinde tüy yoktu. Bu ayakkabıların parmak
kısımları üzerinde birer tasma vardı.

Tahavî Şerhu Meftni'l-Asfır isimli eserinde "Ayakkabıların üzerine meshetme"
babında şunları söylüyor: "Muteber olan mesh çorapların üzerine yapılan meshtir.
Bununla beraber ayakkabılar Üzerine verilen mesh fazladandır."
Her ne kadar Ebü Dâvûd hadîsin sonundaki ta'lîkmda îbn Mehdî'nin bü hadîsin çorap
Üzerine meshle ilgili bölümünü münker görüp üzerinde durmadığını, sadece mestler
üzerine mesihle ilgili kısmını ma'ruf bulduğunu söylüyorsa da bu kusur olarak kabul
edilen kısımların, Muğîre'nin Rasûlullah (s.a.)'ı meshederken görmediğine bir delil
teşkil etmez.

Muğîre'nin Rasûlü Ekrem'i hem sadece ayakkabılarına meshederken hem de ayakkabı
ve çoraplarına meshederken görmüş olması mümkündür. Çünkü bu hadîsi aynı
zamanda Ebû Davud'un senediyle Tahavî, îbn Mâce ve Tirmizî de rivayet etmiş,
Tirmizî hadîs hakkında Hasen-sahih demiştir.

Yine musannif Ebû Dâvûd bu hadîsin bîr de Ebû Musa el-Eşarî'den munkatr ve zayıf
olarak rivayet edildiğini söylüyor ki bu ikinci rivayetin munkatr oluşuna sebep teşkil
eden kusur, senette bulunan Dahhâk'm Ebû Musa'dan (r.a.) hadîs dinlememiş
olmasıdır. Hadîsin zayıf sayılmasının diğer bir sebebi de râvîler içerisinde Ebû Sinan

193]

İsa b. Sinan'ın bulunuşudur.



Bazı Hükümler



Hadisten (mest) şartlarını hâiz olan çorap ve ayakkabı üzerine mesh etmenin caiz

1941

olduğu anlaşılmaktadır.
[Ayakkabılar Üzerine Mesh Etmek]

160.. ..Evs b. Ebî Evs es-Sekafî'den demiştir ki; "Rasûlullah (s. a.) abdest aldı.
Ayakkabıları ve ayaklan üzerine mesnetti." Râvî Abbad, es-Sekâfî'nin, "Ben
Rasûlullah (s.a.)'ı bir kavmin kuyusuna, (yani su deposuna) gelip abdest alarak
ayakkabıları ve ayaklan üzerine meshettiğini gördüm." demiştir.
Abbâd; "Ben Rasûlullah (s. a.) in bir kavmin su kuyusuna (yani su deposuna) gittiğini
gördüm" dediği halde; Müsedded su deposundan da su kuyusundan da söz etmedi.
Sonraki "Abdest aldı, ayakkabıları ve ayakları üzerine meshetti"(ifadelerini ise) her

195] [96]

ikisi de ittifakla zikrettiler.
Açıklama

Hadîs-i şerifte geçen "ayaklan üzerine mesnetti" tabirinden maksat, çoraba
meshetmektir. Bir mahallin içindeki şey zikredilip te mahallin kendisi kasdedilmiş
olması kabilinden bir mecazî mürseldir. İbn Reslan "Bu hadîsin anlamı bir evvelki
hadîsin anlamı gibidir. Yani ayaklara meshetmekten maksat çoraplara meshetmektir"
diyor.

İbn Kudâme ise, "Nebiyyi Ekrem (s. a.) nalinlerinin tasmaları üzerine meshetmiştir.
Binaenaleyh hadîs-i şerifte söz konusu edilen mesh çorapların üzerinde bulunan

197]

nalinlerin üzerine verilmiştir" diyor ki bir önceki hadîs-i şerifin izahına uygun
düşüyor. Hanefî ulemâsından Bedruddin el-Aynî ise bu konuda şöyle diyor. "Bu
hadîsin zahirinden ayaklara ve ayakkabılara mes-hetmenin caiz olduğu anlaşıhyorsa
da bu ancak abdestli iken alman nafile abdestlerde geçerlidir. Yoksa bozulan bir
abdesti yenilemek için ayaklar üzerine meshetmek caiz değildir." Merhum Aynî bu
görüşünü îbn Hıbbân ve İbn Huzeyme'nin rivayet ettiği hadîslerle isbat etmiştir.
Beyhâkî ise; "ayakkabı üzerine mesh etti" cümlesini "ayaklarım pabuç içinde iken
yıkadı" şeklinde tefsir etmiştir. Yerinde bir tefsirdir. Zira Arapça'da mesh kelimesi
yıkama manasına da gelir. Ayrıca bu hadisi "Peygamber (s. a.) ayaklarım yıkadı"
şeklinde rivayet edenler çoğunluktadır. Ayakkabıları üzerine mesh etti diyenler ise
azınlıkta kalmıştır. Konu bir olduğuna göre çoğunluğun rivayetinin, azınlıkta
kalanların rivayetine tercih edilmesi gerekir.

Yine bu hadîs-i şerifte, üzerinde durulması lâzım gelen bir mesele de ( =kuyu)
kelimesinin ( =içinde abdest suyu bulunan matara büyüklüğünde bir kap) kelimesiyle
açıklanmasıdır.

Ancak bu tefsir şekli bazı kişilerce benimsenmemişse de aslında lugatçılarm
ekseriyyeti bunu kabul etmemektedir. Hadîsin iki râvîsi Müsedded ile Abbfld arasında
üç noktada rivayet farkı vardır:

1. Abbâd, "bana Evs haber verdi" tabiriyle rivayette bulunurken Müsedded'in
rivayetinde bu tabir yoktur. Binaenaleyh Müsedded bu hadîsi bir başkasından duymuş



da olabilir ki Abbâd'm rivayetinin buna göre daha kuvvetli olduğu ortadadır.

2. Abbâd'm rivayetinde, Abbâd' m hadîs aldığı Evs'in "bizzat gördüm" dediği
nakledilirken Müsedded' in rivayetinde "Evs gördü" ifâdesi vardır. (Bazı nüshalarda
"gördü" tabiri de geçmiyor.)

3. Abbâd'm rivayetinde ( ve ) ta'birleri var, Müsedded' inkinde yoktur.

Bir de bu hadîsin senedinde ve metninde ızdırap vardır. Yani hadîs muzdariptir.
Senetteki ızdırab şudur: Ebû Davud'un bu rivayetinde hadîsi Hu şey m, Ya'lâ b. Ata ve
Atâ vasıtasıyla Evs'den rivayet etmiştir. Musannif Ebû Dâvûd'la Ahmed ibn Hanbel'in
rivayetinde olduğu gibi HammajJ b Seleme ile Şüreyk b. hadisi Ya'la ibn Ata ve Evs
yoluyla Ebû Evs'derİ riwet etmişlerdir.

Metindeki ızdırab ise, şudur: Hüseyin'in rivâyetnide Evs, "Rasûlullah'ı (s. a.) abdest
alıp ayakkabılarına ve ayaklarına meshederken gördüm" dediği halde, Hammâd b.
Seleme'nin rivayetinde Evs, "Babamı abdest alıp ayakkabılarını meshederken gördüm
de "sen ayaklarının üzerine mesh mi ediyorsun?" dedim. O da "Ben Rasûlullah (s.a.)'ı
ayaklarının üzerine meshederken gördüm" cevabmı verdi" diyor. Bu farklar arasında

198]

bir tercih yapılamadığından hadîs ızdırâbdan kurtulamıyor.
63. Meshin Yapılışı

I61....el-Mugîre b. Şu'be'den, demiştir ki; "Rasûlullah (s. a.) mestler üzerine
meshederdi" (Bu hadîsin senedinde geçen) Muhammed'den başka râvîler ("mestler
üzerine" ifâdesi yerine) "mestlerin üst kısmına mesnetti" şeklinde rivayet etmişlerdir.

Mi rıooı



Açıklama

Bu hadîs-i şerifi Tirmizî'nin dışında daha başkaları da rivâyet etmişlerdir. Tirmiz'nin
râvisi Ali b. HucrMur. Bu rivayetlerde "mestlerine" tabiri yerine "mestlerin üst
kısmına" tâbiri vardır. Bu hadîsi nakledenler şunlardır:

1. İbn Ebî Şeybe el-Muğîre b. ŞıTbe senediyle Musannef inde rivayet etmiştir.

2. Dârâkutnî İbn Ebiz-Zinâd senediyle rivâyet etmiştir.

3. Beyhâkî, Ebû Dâvud et-Tayalîsi vasıtasıyla el-Muğîre b. Şu' be'den rivayet etmiştir.
Bütün bu rivayetlerde meshin, mestlerin sadece Üst kısmına yapılabileceği kaydı
vardır. Musannif Ebû Davud'un Muhammed b. es-Sabbah'dan rivayet ettiği ve
mevzumuzu teşkil eden bu hadîse göre meste meshetmek için belli bir yer tâyin
edilmiyor. Mestlerin her tarafına meshedilebileceği anlaşılıyor. Fakat diğer rivayetlere
göre ise, mestlerin sadece üst kısmına mesh edilmesi lâzım geldiği ifâde ediliyor. Bu
bakımdan Muhammed'in bu rivâyetindeki "mestlere mesnetti" sözünü "mestlerin üst
kısmına mesnetti" şeklinde te'vil etmek lâzımdır.

Ancak mestlere yapılacak meshin miktarı hususunda da ulemâ farklı görüşlere
sahiptir.

1. Malikîlere göre: Mestin üst kısmını tamamen mesh etmek farz, alt kısmını
meshetmekse sünnettir.

2. îbn Nâfî' ve îbn AbdFİ-Hakem'e göre mestlerin üst kısmını da alt kısmım da
meshetmek farzdır.



3. Eşheb'e göre ise mestlerin altına meshetmek farzdır. Binaenaleyh mestlerin üstünün
dışında kalan kısmım meshetmek abdestin sıhhati için yeterlidir.

4. Şafıîlere göre ise, mestlerin üstüne bir parmak kadar meshedilmesi kâfidir.

5. Hanbelilere göre mestlerin üstünün ekser kısmına meshedilmesi yeterlidir.

6. Hanelilere göre ise meshin farz miktarı her ayağın ön tarafına tesadüf eden mestin
üzerindeki el parmaklarının en küçüğü İle üç parmaklık yerdir. Bu kadarcık bir yere
mesh edilirse farz yerine getirilmiş olur. Mestlerin altına meshedilemez. Nitekim Hz.
Ali, "eğer din akılla tesbit edilebilseydi ben mestlerin altına meshedilmesinin üstüne
meshedilmesinden daha iyi olacağına hükmederdim" demiştir.

Yapılan meshte parmakların açıkça bulunması, meshin el parmaklarıyla yapılması ve
meshin ayak parmaklarının ucundan başlayarak yukarı doğru yapılması sünnete uygun
bir. meshtir. Mestin üzerine su dökülmesi veya sünger gibi bir şeyle ıslatılması da
farzı yerine getirmek için yeterli ise de sünnete uygun değildir. 165.hadîs-i şerifin
şerhine de müracaat edilmelidir.

162.. ..Ali (r.a.)'den, şöyle demiştir: "Eğer din (akıl) ve re'yle olsaydı, mestin üstünü
değil de altını meshetmek daha uygun olurdu, Halbuki ben Rasûlullah'ı (s.a.)

Iioıl

mestlerinin üzerine meshederken gördüm."
Açıklama

Din, boyun eğmek, itaat etmek ve kulluk manâlarına geldiği gibi, hesap ve ceza
manalarına da gelir. Dînî bir terim olarakta dîn, Allah teâlânm Peygamberi vasıtasıyla
gönderdiği hükümler bütünüdür. Buna göre dînin kaynağı akıl değildir.
Bilindiği gibi akıl, sadece akim prensipleri sahasına giren meseleleri çözmekte söz
sahibidir. Halbuki din akim sınırını aşan hikmetler sahasıyla da ilgilidir. Şu
gördüğümüz tabiat âleminin Ötesinde kalan alemlerde dinin sahası içine girdiğinden
akıl dinî hükümlerdeki hikmetleri her zaman kavrayamaz. Sonra akıl içinde bulunduğu
şartlara göre düşünür. Bugün yirminci asrın şartlarına göre düşünen insanlık
muhakkak ki otuzuncu asrın şartlarına göre düşünürken bu günkünden farklı
düşünecektir. Bir misâl vermek gerekirse suyun bulunmadığı hallerde toprakla
teyemmüm etmenin temizlik yerine geçmesini akıl kavrayamaz.
Akıl gözüyle bakıldığı zaman temizlik için ellerin ve yüzün tozlara sürüldüğü
görülünce akıl buna şaşar. Halbuki Allah'ın kullardan istediği, emirleri karşısında
kulun aczini bilip, Allah'ın yegâne ibâdete lâyık kâdir-i mutlak olduğu inancıyla
kulluğunu tozlara, topraklara bulanmak pahasına da olsa isbat etmesidir.
İmam Ebu Hanîfe hazretleri bu gerçeği şu veciz sözleriyle dile getirmiştir: "Eğer din,
akıl ve reyle olsaydı guslün meniden değil, idrardan dolayı lâzım geldiğine
hükmederdim. Çünkü gerçekte idrar meniden daha pistir. Keza mîras taksiminde
kadının iki, erkeğin ise bir olmasını emrederdim. Halbuki Kur'ân-ı Kerim ve sahih
hadîsler bunun böyle olmadığını kesinlikle ifâde ediyorlar."

Şurasını da ifâde edelim ki kâmil akıl yeterli şartlar içerisinde aslında dînî emirlere
ters düşmez. Akim, dînin bazı emirlerini kavrayamayarak ona ters düşmesi ya şahıstan
şahsa farklılık gösteren akıldaki noksanlıktan ileri gelir yahutta aklın içinde bulunduğu
imkânların yetersiz olmasından ileri gelir. Zirve bir noktadan etrafını gözetleyen bir
kimsenin varacağı bir hükümle, o zirvenin eteklerinden gözlem yapan adamın



varacağı hüküm elbette farklı olacaktır. Allah teâlâ ise, îslâm dîni ile bütün insanlığı
düşünce ve fikir ufkunun en son zirvesine çıkarmıştır.

Akıl, fikir ve hakikat adına, bu zirve noktadan ayrılarak uzaklaşanlar, uzaklaştıkları
nisbette dağın doruğundan eteklerine doğru alçalma kaydedeceklerdir. İşte vahyin
ışığından ayrılarak akıl ve fikir adına ayrı bir yol tutanların durumu budur. Bu
mevzuda şu hadîs-i şerifi de hatırdan çıkarmamak lâzımdır: "Ey ashabım, sizden sonra
yaşayacak olanlar pek çok fikir ayrılıklarına şahit olacaklardır. Sîze benim yolumu, ve
halifelerimin yolunu tutmanızı tavsiye ederim. Din adına uydurulmuş (şahsi ve İndî
görüşe dayanan) bid'at İşlerden sakının. Çünkü sonradan (din adına) uydurulmuş her

£1021

yenilik bir bid' attır. Her bidat de delalete sürükleyicidir."

Yüce Allâh Kur'an-ı Keriminde bu gerçeği îcâzkâr bir ifadeyle ne kadar güzel
açıklamıştır:

"...Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da
£103]

sakının.."

163....A'meş (bir evvelki senedde yer alan hocaları yoluyla) Hz. Ali'nin şöyle dediğini
rivayet etmiştir: "Ben Rasûlü Ekrem'in (s. a.) mestlerin üst kısmına meshettiğini
görünceye kadar ayakların (mestlerin) alt kısmının meshedilmesinin daha uygun

£1041

olacağını zannediyordum."
Açıklama

Rasûlullah (s.a.)'ı mestlerinin üstüne meshederken görünceye kadar mestlerin altının

£1051

meshedilmesinin daha uygun olacağı kanaatini taşıyormuş. Hz. İmam şahsi
görüşüne göre, ayağın alt kısmını toza toprağa daha çok maruz kalacağından meşhe en
lâyık olan kısmın mestin alt kısmı olacağı kanaatine varmışsa da Rasûlü Ekrem (s. a.) i
mestlerin üstüne meshederken görünce mestlerin (altından çok) üstünün mes-
hedilmesinin lüzumuna inanmıştır.

164....Muhammed b. el-'Alâ,Hafsb. Ğıyâs vasıtasıyla A'meş' den aynı senetle bu hadisi
rivayet etmiştir. (Hz. Ali (r.a.) şöyte) demiştir: "Eğer din akılla olsaydı ayağın altına
meshetmek üstüne meshetmekten daha uygun olurdu. Halbuki peygamber (s.a.)
ayakkabılarının üstüne mesnetti." Yine aynı hadîsi Veki (b. el-Cerrah) A' meş'den aynı
senetle rivayet etmiştir. (Bu rivayette de Hz. Ali); "Ben Rasûlullah (s.a.)'m ayaklarının
üstüne meshettiğini görünceye kadar ayakların altını meshetmenin üstünü
meshetmekten daha uygun olacağını zannederdim" demiştir. Vekî' dedi ki (ayaklarda
Hz. Ali'nin), kasdettiği, mestlerdir."

Ve yine aynı hadîsi tsâ b. Yûnus, Vekî'nin (A'meş'den) rivayet ettiği gibi rivayet
etmiştir.

Ebu'l-sevdâ'nm İbn Abd-i Hayr vasıtasıyla babası (Abdü Hayr)dan rivayet ettiği aynı
hadîste, (Abdü Hayr); "Ben Ali'yi abdest alıp ayaklarının üstünü meshten sonra, eğer
ben Rasûlullah'm şunu yaptığım görmeseydim..." derken gördüm demiş ve bu hadisin



£1061

asıl metnini zikretmiştir.



Açıklama

Musannif Ebû Davud'un bu hadîs-i şerifi ve taliklerini rivâyet etmekten maksadı, bu
hadîs-i şerifin çeşitli yollardan rivayet edilmiş olduğunu göstermektedir, bu hadisle
ilgili fıkhî açıklamalar bundan önceki hadîs-i şeriflerin izahında geçmiştir.

I65....el-Muğîre b. Şu'be'den demiştir ki: "Tebûk gazvesinde Rasûlü Ekrem (s.a.)'in

£1071

abdest suyunu döküverdim, mestin üstüne ve altına mesh verdi."

Ebû Dâvud dedi ki: "Bana gelen haberlere göre râvt Sevr bu hadisi Recâ'dan duyarak

£108]

almış değildir.
Açıklama

Tirmizî, "bu hadis hakkında zayıftır, illetlidir (kusurludur) bu hadîsi Sevr b. Yezîd den
nakleden tek râvi, el-Velid b. Müslim'dir. Başka bir kimse nakletmemiştir" diyor.
Tirmizî sözlerine devamla bu hadîs hakkındaki görüşlerini şu kelimelerle dile
getiriyor, "Ben bu hadîsi Muhammed b. İsmail el-Buhârî'ye ve Ebû Zur'a'ya sordum,
"bu hadis sahîh değildir" dediler. Çünkü İbn Mübarek bunu Sevr'den, O da Reca' b.
Hayve'den rivayet ediyor. Ve Recâ, "Bana bu hadîsi el-Muğîre'nin kâtibi haber verdi"
diyor ki, hadîs Rasûlullah'tan mürsel olarak rivayet edilmiş ve hadîsde, Muğîre'nin adı
geçmemiştir."

Müellif Ebû Dâvud'da kendi görüşünü açıklamamakla beraber Sevr b. Yezîd'in Recâ
b. Hayve'den bu hadîsi işitmediğine dâir bazı haberlerin kulağına geldiğini ifâde
etmiştir. Bununla beraber hadîs'i şerif üzerindeki bu zayıflık iddialarının doğru
olmadığı beyan edilerek ileri sürülen deliller çürütülmüştür. Bu hadîsin zayıf
olmadığını ve hakkındaki zayıflık iddialarının yanlış olduğunu söyleyenlerin delilleri
şöylece sıralanabilir:

1. Beyhâkî bu hadîsi, Dâvud b. Reşîd, el-Velid b. Müslim, Sevr feı Yezid, Recâ b.
Hayve, Muğîrenin kâtibi kanaliyle el-Muğîre'den rivayet etmiştir. Bu senede göre
Sevr'in Recâ'dan hadîs dinleyip rivayet ettiği açıkça ortaya çıkmaktadır.

2. Velîd'in burada tedlis yapmadığı bellidir.

3. Keza aynı sened Dârakutnî tarafından da zikredilerek Sevr'in Recâ' dan hadis aldığı
ortaya çıkmış ve ayrıca el-Muğîre'nin atlandığı ve hadîsin mürsel olduğu iddiası da
reddedilmiş oluyor. İbn Mâce'nin Sünen' in de açıkladığına göre el-Muğîre'nin
kâtibinin adı Verrâd'dır.

Her ne kadar bu hadis hakkındaki zayıflık iddiaları bu şekilde reddedilmeye
çalışılmışsa da, bu hadisin bu konuda gelen sahih hadislere aykırı olduğu aşikardır.
Buhârî, Ebu Zur'a, EbU Dâvud, Tirmizî ve Şafiî, gibi hadis otoriteleri bu hadisin
zayıflığına hükmetmişlerdir. Nevevî, Mecmu'unda (1/521) der ki: "Bizim
mezhebimize göre mestin altmada meshetmek müstehaptır. Farz olan mesh miktarı
ise, mestin üst kısmının en küçük bir cüzüdür."

İmam Mâlik'ten ve diğer bir cemaatten de mestlerin alt kısmına meshetmenin



müstehap olduğu rivayet edilmektedir. Ancak mestler üzerine mesihle ilgili bütün
rivayetler göz önünde bulundurulursa meshin, mestlerin altına değil, üstüne yapılması
gerektiği anlaşılır.

Nitekim Sevrî, Ebû Hanîfe ve Ahmed b. Hanbel bu görüştedirler. İmam Mâlik, Şâfıî
ve bunların taraftarlarına göre ise, mestlerin üstüne de altına da meshedilir. Zührî ve
îbn Mübarek de bu görüştedirler. Bununla beraber İmam Mâlik ve Şafiî sadece
mestelrin üstüne meshetmenin abdest için yeterli olduğunu söylerler. Ayrıca Mâlik
hazretlerine göre "sadece mestin altına mesh yapılırsa abdest sahih olmaz, iadesi lâzım
gelir."

tbn Şihâb'a ve bir kavlinde Şafiî'ye göre, sadece mestlerin altına meshetmek caiz
değildir. Şafiî'nin ikinci bir kavline göre de caizdir. Ebu Hanîfe hazretlerine göre ise
meshin farz olan miktarı mestin Üstünde Üç el parmağı bir yerdir. Ahmed b. Hanbel'e
göre ise, elin ekserisidir. imam Kâsâni de Bedâyiussanayi' isimli eserinde mestlerin
Üstüyle beraber altını da meshetmenin Hanefî Mezhebinde müstehap olduğunu
zikretmektedir. Mâlikîlere göre, ise, mestlerin bütünüyle üstüne meshetmek

[109]

farzdır, 161 hadîsin şerhine de müracaat edilmelidir.
Bazı Hükümler

1. Luzûmu halinde abdest alırken başkalarından yardım kabul etmek caizdir.

Liioı

2. Mestlerin üstüne mesh etmekle birlikte altına da meshetmek caizdir.
64. Abdestten Sonra Üzerine Su Serpmek

I66....el-Hakem, b. Süfyan veya Süfyan b. el-Hakem'den demiştir ki: "Rasûlullah
(s.a.) küçük abdestini bozduğu zaman (in akabinde) abdest alır ye eteğine su

mu

serperdi."

Ebû Dâvud dedi ki: Süfyan es-SevrVnin bu şekildeki isnadına başka bir toplulukda
katılmıştır. Bazıları da "'Hakem, yahut İbn Hakem "dir demişlerdir. (Yani bu râvînin

imi

isminde ihtilaf etmişlerdir.)
Açıklama

Kadı Bekrb. el-Arabî, Tirmizî şerhi AnzatuM-ahvezî isimli meşhur eserinde şunları
söylüyor: Ulemâ bu hadîste geçen ( ) kelimesine dört ayrı mâna vermişlerdir.

1. Abdest alırken suyu bolca dökerek abdest organlarının üzerinden akıtmak.

2. Silmek ve silkinmek suretiyle kurulanmak.

3. Taş ile taharetlenen kimsenin abdestten önce su ile taharetlenmesi.

4. Erkeklik organında akıntı olup olmadığı vesvesesini gidermek için eteğe su
serpmektir. Hadîste geçen "Yentedıh" ta'birinin bu dört manayı kapsaması ihtimâli

DJL31

vardır.

Hattabî, Meâlimü's-sünen isimli Ebû Dâvud şerhinde bu ta'birin burada su ile istinca



manasına geldiğini söylüyor. Hattabî sözlerine devamla divor ki;" Araplar ekseriyetle
taşla istinca yaparlar, suyla temizlenmeye lüzum görmezlerdi. Bununla beraber bu
tabir burada istincadan sonra vesveseyi önlemek için eteğe su serpmek anlamına
gelebilir."

Nevevî ise, burada ikinci manânın yani eteğe su serpme manâsının kastedildiğini,
nitekim cumhurun görüşünün de bu olduğunu ifâde etmektedir.

Tirmizî sarihlerinden Mübârekfurî de Tuhfetu'l-ahzvezî isimli şerhinde bu görüşü
benimseyerek şunları söylemektedir: "Gerçek şudur ki, bu hadîs-i şerifteki "İntidâh"
tabirinden maksat, tenasül uzvunun akıntı yapıtğı vesvesesini önlemek için abdestten
sonra eteğe bir miktar su serpmektir. Çünkü bu mevzuda gelen hadîs-i şeriflerin

OM

çoğunda lafızlar buna delalet ediyor." Ancak Bezlu'l-mechud sahibi şeyh Halil
Ahmed ise, bu hadîsi şerhederken Beyhâkî ve Dâsakutnî'den bu su serpme işinin
abdestten sonra ve herhangi bir ıslaklık hissedilmesi halinde meydana gelecek
vesveseyi önlemek için yapıldığına dâir rivayet edilen hadîs-i şeriflere bakarak "bu su
serpme işinin istinca ile bir ilgisi yoktur. Zira istincâ abdestten önce yapılır. Halbuki
şu hadîs-i şerifler bu su serpme işinin abdestten sonra duyulacak her hangi bir ıslaklık
karşısında doğacak vesveseyi Önlemekle ilgilidir." demektedir ki, güzel bir tesbittir.
İntidâh, ismini verdiğimiz bu temizlenme ameliyesinin esas gayesi, taharet ederken,
büyük veya küçük abdest sıçrantılarmm veya damlalarının beden üzerinde kalmış
olabileceği şüphesini gidermektir.

Yani burada yapılmak istenen şey yersiz olarak doğacak olan bir şüpheyi gidermek
İçin eteğe su serpmedir. Yoksa, abdest alırken büyük veya küçük abdestte ön ya da
arkadan gelen en ufak bir necaset abdesti bozar. Bazı ilim adamları bu hadisi şerife
bakarak abdest aldıktan sonra eteğe su serpmenin gerekli olduğunu söylemişlerse de,
bazıları da Tirmizi gibi hadis otoritelerinin bu hadisi zayıf saymalarına bakarak bunun
gerekli olmadığını belirtmişlerdir. Bedrüddin Ayni ise, "bilhassa vesveseli olan
kişilerde bunun yapılmasının müstehap olduğu Hanefî mezhebinin görüşüdür"
demektedir. Metinde adında tereddüt edilen râvînin gerçek ismi ise Hakem b.
Süfyân'dır. Bu hadis hakkında daha fazla açıklama için bundan sonraki 167 numaralı
hadisin şerhine de müracaat edilebilir.

167....Sakîfli bir adam, babasının şöyle dediğini bildirmiştir: "Ben Rasûlullah (s.a.)'m

0151 £116]

küçük abdest bozduktan sonra eteğine su serptiğini gördüm."
Açıklama

Hadisin senedinde ismi açıklanmayan Sakîfli râvi 166. hadîs-i şerifte geçen ve ismj
üzerinde ihtilâf edilen râvîdir. Bazıları bunun isminin Hakem b. Süfyan, bazıları da
Süfyan b. Hakem olduğunu söylemişlerdir. Eğer bu zatın ismi gerçekten Hakem ise, o
zaman babasının isminin Süfyan olması gerekir. Fakat bu râvînin isminin Süfyan
olduğu kabul edilirse babasının isminin Hakem olması icabeder. Hadîs sarihleri bu
râvînin gerçek isminin "Hakem b. Süfyan" olduğunu belirtiyorlar. O zaman babasının
isminin de Süfyan olduğu ortaya çıkmaktadır ki biz bu hususu bir evvelki hadîste
aydınlığa kavuşturmuştuk. Bir önceki hadis-i şerifte Rasülüllâh (s. a.) in, küçük
abdestini bozduktan sonra abdest alıp eteğine su serptiği ifâde edilirken burada hemen



küçük abdestini bozduktan sonra eteğine su serptiğinden bahsedilmesi, iki hadis
arasında bir farklılık olduğu intibaını uyandmyorsa da, aslında Hz. Peygamberin
burada da abdestini bozduktan sonra abdest alıp eteğine ondan sonra su serpmiş
olması; fakat bu hususun her nasılsa hadiste rivayet edilmemiş olması mümkündür.
Meseleye bu açıdan bakınca hadisler arasında bir farklılık olmadığı anlaşılır.

168.. ..Hakem veya îbn Hakem babasından şöyle dediğini yet etmiştir: "Rasûlullah

imi insi

(s.a.) küçük abdestini bozduktan sonra dest aldı ve eteğine su serpti."
65. Abdest Alırken Okunacak Dualar

£1191

169....Ukbe b. Amir demiştir ki: "Biz Rasûluflah (s.a.)'m yanında iken kendi
işimizi kendimiz görürdük, kendi develerimizi de sırayla güderdik. (Bir gün) deve
gütme sırası bende idi. Develeri akşamleyin ağıllarına götürdüm. Rasûlü Ekrem' (s.a.)
e halka hitap ederken yetiştim. (Şunları) söylediğini işittim: "Sizden biriniz abdesti
güzelce alır, sonra kalbi ve yüzüyle (namaza) yönelerek iki rekat namaz kılarsa (Allah
celle celâluh o kimsenin cennete girmesine) kesinlikle hükmeder." Ben, "Oh oh ne
güzel şey" dedim, önümde bulunan bir kimse de, "Ey Ukbe bundan önceki bundan
daha da güzeldi." dedi. Bir de baktım ki bu (Hz.) Ömer (r.a.) dır. "Ey Ebû Hafs
bundan öncekiler neydi?" dedim. O da -Sen gelmeden biraz önce (Rasûlullah s.a.):
Sizden biriniz güzelce abdest alır, abdestini aldıktan sonra da:

"Ben Allah' dan başka ilâh olmadığına, ortağı olmayıp tek olduğuna ve Muhammed'in
Allah'ın kulu ve Rasûlü olduğuna şahitlik ederim" derse, o kimseye cennetin sekiz

£120]

kapısı (birden) açılır, istediğinden girer" buyurdu, diye cevap verdi.
Muâviye dedi ki; bu hadîsi bana (bir de) Rabîa b. Yezid, Ebü İdrîs vasıtasıyla Ukbe b,

£1211

Amir' den rivayet etmiştir.
Açıklama

Bu hadîs-i şerifte geçen Ebû Osman'ın kim olduğu hususundâ ihtilâf etmişlerdir.
Bazıları bu kimsenin Muâviye b. Salih olduğunu bazıları da Rabîa b. Yezîd olduğunu
söylemişlerdir. Ebû AH el-Gassânî TakySdü'l-Muhmel adlı eserinde, "doğrusu bu zat,
Muâviye b. Salih'tir" demiş uzun uzadıya deliller getirerek onun Muâviye b. Salih
olduğunu isbât etmiştir.

Metinde geçen "Bir gün deve gütme sırası bende idi" ta'birinden Hz. Ukbe ile birlikte
birkaç deve sahibi birleşerek develerini bir yerde topladıkları ve nöbetle her gün
içlerinden birinin develeri otlattığı anlaşılmaktadır. Hz. Ukbe o gün develeri gütmekle
meşgul olduğundan, Rasûlü Ekrem'in abdest dualarıyla ilgili müjdelerinin ancak bir
kısmına yetişebilmiş, yetişemediği kısımları ise Hz. Ömer'den öğrenmiştir.
Yine hadîs-i şerifte geçen "kalple namaza yönelmek" ten maksat, akılla ve şuurla
namaza yönelmektir. Bu kelimelerle insanın bütün varlığıyla namaza yönelerek tam
bir şuur içinde kılması ifade ediliyor ki, huşu ile namaz kılmanın veciz bir ifadesidir.
Keza insanın yüzünü namaza çevirmesinden maksat da bütün varlığını namaza



yöneltmesidir. Bu bakımdan Ukbe (r.a.) hazretlerinin "Oh oh ne güzel şey" sözünden,
"bu ne kadar belîg ve veciz bir söz" manası da anlaşılabilir. Tabiî ki, Ukbe (r.a.)
Rasûlullahm sözlerindeki betîğ ve veciz ifade ile beraber abdest dualarmdaki ecir ve
sevap karşısında da duygulanmış ve bütün bu duygularını "bu ne güzel şey" sözleriyle
ifâde etmiştir.

Hadîs-i şerifte öğretilen abdest duâlan Allah-u teâlânm varlığını, zâtında, sıfatında ve
işlerinde tek olduğunu ifâde eden kelimeler olduğu için bu duayı okuyan kimse
Kelime-i tevhidi okumuş gibi olur ki bu kelimeyi söyleyen4 kimsenin cennete

11221

gireceğini müjdeleyen hadis gereğince bu kimse günahlarının cezasını çekince
mutlaka cennete girecektir. Ancak cennetin kapılan sekiz tanedir. Abdest alıp iki rekat
namaz kıldıktan sonra bu duâlan okuyan kimse istediği kapıdan girer. Bu kapıların
açılmasından maksat, ya o anda o kişiye cennet kapılarının gerçek manâda açılarak o
kimseyi beklemesidir. Yahut kapının açılmasından maksat, o kimsenin cennetin
kapılarının açılmasını te'min edecek isi işlemiş olmasıdır. Bu kapıların isimleri
şöyledir: l.İman kapısı, 2. Salat (namaz) kapısı, 3. Oruç kapısı, 4. Sadaka kapısı, 5.
Öfkesini yenenler kapısı, 6. Allah'dan razı olanlar kapısı,

7. Cihad (Allah yolunda savaş) kapısı, 8. Tevbe kapısı. Ancak Oruç kapısından sadece
oruç tutanlar girecektir. Şayet bu duaları okuyan kimse oruç tutanlardan ise oruçluların
girdiği (Reyyân) kapısından da girmek hakkına sahiptir. İsterse buradan girer, dilerse
diğer kapıların, birinden girer.

Tirmizî bu duanın sonuna şunları da ilâve etmektedir.

"Ey Allah'ım beni tevbe edenlerden ve temizlenenlerden kıl."

Şevkânî bu hadîsin izahını yaparken Neyhfl-Evtlr isimli eserinde şunları
söylemektedir: "Bu hadîs abdesten sonra, şu Üzerinde durduğumuz duayı okumanın
müstehap olduğuna delâlet eder."

Abdestle ilgili diğer dualar ise, sahih rivayetlerle sabit değildir. Fakat Şafiî

£123]

imamlarının zikrettikleri "Ey Allahım yüzümü ak çıkar. gibi dualara gelince
Râfıî ve başkaları bu duaların Rasû-lullah'dan işitilmediğini ancak Salih kişilerin
okuya geldikleri dualar olduklarını söylüyorlar. Hafız îbn Hacer, Telhis isimli eserinde
Nevevî'den naklen bunların Rasülullah'a dayanan bir senetle rivayet edilmediği, Şafiî
(r.a.) hazretlerinin ve ekseri ulemânın bu duadan bahsetmediklerini söylüyor.
Keza îbn Kayyım el-Cevzî de; Rasûlü Ekrem (s. a.) bu duadan, (Yani bu hadîs-i şerifte
öğretilen duadan) ve besmeleden başka abdest duası olarak bir duâ öğretmemiştir,
demektedir. Ancak abdestle ilgili duaların zayıf senetlerle Hz. Ali'den rivayet edildiği
[İ24J

söylenmektedir.
Bazı Hükümler

1. İnsanın alçak gönüllü olması ve hizmetçi kullanmayarak kendi işini kendisinin
yapması, gerçekten hizmete lâyık' bir insan bile olsa bunu kabul etmemesi meşru bir
davranıştır. Müslümanların bir iş yapmada müşterek hareket etmeleri ve yardımlaşma-
ları caizdir.

2. Güzelce abdest alıp iki rekat namaz kıldıktan sonra şu anlatılan ma'lum duayı
okumak sünnettir.



3. Abdestten sonra iki rekât namaz kılmak sünnettir.

4. Bu sevaba nail olmak için hem istekli olarak gereğini yerine getirmeli, hem de
başkalarını teşvik etmelidir.

5. İbâdetin ruhu, kalbin dünya ile ilgisini kesmek ve ihlâsla Allah'a yönelmektir.

6. Allah teâla, az da olsa samimi amele her zaman çok sevap verir.

7. İnsanları iyi künye ve lakaplarla çağırmak caizdir.

8. Cennetin 8 kapısı vardır. Kelime-i şehâdet ve kelîme-i tevhidin ecir ve sevabı çok
ve büyüktür. Bu kelimeleri îman şuuruyla söyleyen kimse cennetliktir.

170....Ukbe b. Amir el-Cühenî (bir evvelki hadîsin) benzerini Rasûlüllah'dan
nakletmiştir. (Ancak bu rivayette EbÜ Akîl'in deve) gütme işini zikretmemiş "abdesti
güzelce alır" sözlerinin yanma "sonra gözlerini semâya kaldırır ve (şöyle) derse"
sözlerini ekleyerek (bir evvelki) Muâviye hadîsi ile aynı manâya gelen (bir) hadîsi
£1251

rivayet etmiştir.
Açıklama

Aslında bir önceki hadisin bir benzeri olan bu hadiste 169 numaralı hadîs-i şerifte
geçen nöbetleşe deve gütme hadisesi anlatılmamıştır. Fakat buna karşılık burada bir
önceki hadisten fazla olarak "Sonra gözlerini semâya kaldırır şöyle dene." ilâvesi
vardır. Geriye kalan kısımlarsa bir numara önce gecen hadîsin aynıdır. Buna göte Ebû
AMTin rivayet ettiği hadîs söyle oluyor: Rasûlullar (s. a.) "Sizden biriniz abdestini gü-
zelce alır, sonra başını gdge kaldırır, derse o kunseye cennetin sekiz kapısı açılır
dileğinden girer."

buyurmuştur. Burada gecen "gözleri havaya dikme" nin hikmetini ancak Allah bilir.
Bunun bilgisini Allah'a havale etmek lâzımdır. Bu hadîsle ilgili açıklama 169. hadîste
£1261

geçmiştir.

11271

Bir Abdestle Bir Kaç Namaz Kılmak

171....EbûEsed b. Amr dedi ki: "Enes b. Mâlike abdest hakkında soru sordum. (Bana
şöyle) dedi: Peygamber (s. a.) herbir (farz) namaz için (ayrı bir) abdest alırdı. Biz ise

[128] [129]

bir abdestle birçok namaz kılardık."
Açıklama

Her farz namaz için abdest yenilemek Rasülü Ekrem (s.a.)'in seniyyeieri idi .Abdestli
olsun veya olmasın her farz namaz için yeni bir abdest alırdı.

Buhârî'nin Süveyd ibn Nu'man'dan rivayet ettiği hadîste açıklandığı özere Rasûlü
Ekrem (s. a.) Hayber'in fethi senesinde Sahbâ demlen yerde sahâbeleriyle beraber
Kavut yeyip su içtikten sonra akşam namazı vakti girmiş, Rasâhıllah'da sadece ağzını
su ile yıkamakla vetinip, abdestini yenilemeden eski abdestiyle akşam namazım



£130]

kıldırmıştır. Buhârî'nin bu hadîsine göre her namaz vakti için abdest yenilemek
emri Hayber'in fethi senesinde Mekke'nin fethinden önce neshedilmistir. Çftoktl
Hayber'in fethi Mekke'nin fethinden öncedir. Oysa 172 numaralı Büreyde hadisinde
Hz. Peygamberin bir abdestle birden (azla namaz kılmasının ilk defa Mekke'nin fethi
gününde vuku' bulduğunu ifâde etmektedir. Her ne kadar bu iki hadis arasında bir
çelişki varmış gibi görünüyorsa da, aslında bu hadisenin ilk defa Hayber'in Fethi
yılında olduğu, fakat, Süveyde'nin bunu ilk defa Mekke'nin Fethi günü gördüğü kabul
edilirse iki hadis arasında en küçük bir çelişki kalmaz.

Bazıları da 172 numaralı Büreyde hadîsine bakarak, her farz namaz için, abdest
yenilemek sadece Rasûlü Ekrem (s.a.)'in üzerine farz idi. Fakat bu hüküm Mekke'nin
fethi yılında neshedildi, demişlerdir.

Rasûlü Ekrem (s. a.) sadece hoşlandığı için böyle her vakit için ayrı bir abdest aldığı
halde farz olduğu zannedilir korkusuyla bunu sonradan terketmiş olduğu da
düşünülebilir. Menhel yazarına göre bu konuda en isabetli olan îzâh budur. Her farz
namaz için yeni bir abdest almanın hükmü konusunda çeşitli görüşler vardır.
Zahiriyye ve Şîa mezhepleri her farz namaz için yeni bir abdest almak farzdır
demişler, yolcu olanları bu hükmün dışında bırakmışlardır. Delilleri ise 172 numaralı
Büreyde hadîsidir.

Bazıları da abdestli bile olsa herkese her namaz için abdest tazelemek farzdır,
demişlerdir. îbn Ömer, EbU MUsa, Câbir b. Abdillah, Ubeyde es-Selmânî, Ebu'l-
Aliyye, Saîd b. el-MÜseyyeb, İbrahim ve Hasen bu görüştedirler. Delilleri ise Mâide
süresindeki abdest âyetidir.

Eksen âlimlerin görüşüne ve hadîs ulemâsına göre ise, abdest almak abdestsizler için
lâzımdır. Bu hususta sahih hadîsleri delil getirirler. Açıklamakta olduğumuz hadisler
de onların delillerindendir. Efendimizin, Arafat ve Müz-delife'de ve pek çok
yolculuklarında birden fazla farz namazlarını bir abdestle kıldığı gibi, Hendek
savaşında edâ edemediği namazların hepsini bir abdestle kaza etmiştir. Ancak âyeti
kerimedeki "namaza kalktığınız vakit" ifâdesinden maksat, "abdestsiz İken eğer
namaza kalkarsanız" demektir. Buna göre abdest ancak abdestsizlere emredilmiş
olmaktadır. 62 numaralı hadis-i şerifte de bu konuya temas etmiştik.
Nevevî her namaz için abdest yenilemenin kimlere müstehab olduğu konusundaki
görüşleri açıklarken şöyle diyor:

a. Farz olsun, nafile olsun namaz kılmış olan kimseye yeniden abdest almak
müstehaptır.

b. Abdest tazelemek sadece farz namaz kılmış olan kimse için müstehaptır.

c. Kur'an ellemek, tilâvet secdesi yapmak gibi, ancak abdestle sahih olan bir işi yap-
mış olan kimse için abdest tazelemek müstehaptır.

d. Hiçbir şey yapmamış olan kişiye de abdest tazelemek müstehaptır. Ancak birinci
abdestle ikinci abdest arasında yeni bir abdest almayı mubah kılacak bir ibâdetin
yapılması için gerekli zamanın geçmesi lâzımdır. İkinci bir abdest almayı müstehap

£1311

kılan şartlar bunlardır.

Eğer bu şartlar bulunmuyorsa yeniden bir farz namaza kalkıldığı zaman, abdest
tazelemek müstehap olmadığı gibi mekruh diyenler de vardır. Aliyyü'l-Kâri kerâhat

[1321

sebebini su israfına bağlamaktadır.



Bazı Hükümler



1. Her namaz için abdest yenilemek müstehaptır.

2. Bir abdest ile pek çok namaz kılmabılır.

172.... Süleyman b. Büreyde'nin naklettiğine göre babası Büreyde şöyle demiştir:
"Rasûlullah (s. a.) Fetih Günü beş (vakit) namazı bir abdestle kıldı ve mestlerinin
üzerine mesnetti. Ömer (r.a.) kendilerine; (bu güne kadar) yapmadığın bir şeyi yaptın,

ri331 [134]

deyince, (o da); "bunu bile büe yaptım" buyurdu."
Açıklama

Hadîs-i şerifte geçen Fetih Gününden maksat, Mekke'nin Fethi günüdür. Mekke
hicretin 8. (Milâdi 630) yılında fethedilmiştir. Mekke'nin fethiyle sonuçlanan
hâdiseler, Hudeybiye barışının, Mekke' li müşriklerin müttefikleri tarafından
bozulmasıyla başladı, İslâm devletiyle Bizans ilişkilerinin bir müslüman elçinin
öldürülmesinden sonra gerginleştiği bir ortamda Mekke'lilerin müttefiki olan Benî
Bekir kabilesi İslâm Devleti'nin müttefiki olan Huzaa kabilesine tecâvüz etmişti.
Mekke'liler bu tecâvüze fiilen katılmışlar, belki de Bizansla ilişkileri gergin olan
müslümanlann kendileriyle bir savaşı göze alamayacaklarını düşünmüşlerdi. Fakat Hz.
Peygamber Huzâa kabilesinin yardım isteğini geri çevirmedi. Hudeybiye
andlaşmasmm yenilenmesi için Medine'ye gelen, müşriklerin başkanı Ebu Süfyan,
Mekke'ye eli boş döndü.

Hz. Peygamber her savaş Öncesinde olduğu gibi büyük bir gizlilikle hareket etti.
Medine'den çıkışı yasakladı, hedef bildirmeksizin Medînelilere sefer için
hazırlanmalarım bildirdi. Müttefik kabilelerden Eşlem, Ğifâr ve diğerlerine hazırlıklı
olmaları için haber gönderdi.

Müslümanlar, Bizanslılarla yapılan Mute savaşından yeni çıkmışlar, Medine'nin
doğusundaki Süleym oğullarının düşmanlığı çok kan dökülmesine sebep olmuştu.
Buna rağmen hazırlıklarını tamamlayan İslâm ordusu Hz. Peygamberin kumandasında
Medine'yi terketti.

Yolda müttefik kabilelerin de kendilerine katılmasıyla on bin kişiye ulaşan İslâm
ordusu, Mekke'nin ardındaki dağlarda karargâh kurdu. Hz. Peygamber o zaman her
muharibin bir ateş yakmasını emretti. Af istemek için EbU Süfyan karargâha geldi,
fakat sonuç vermedi. Ertesi gün İslâm ordusu birkaç yerden Mekke'ye girmeye
başladı.

Mekke'liler böyle bir şeyle karşılaşacaklarını hiç beklemediklerinden tam bir şaşkınlık
içindeydiler. Şehirde tam bir kargaşalık hüküm sürüyordu, İslâm birlikleri şehre giren
yolları tutmuş ve şehir merkezine girmişti. Bu arada Ebû Süfyan Mekke'lileri
müslümanlara direnmemeye çağırdı. Müslüman münâdileri de evine çekilip veya
Kabe'ye sığınıp veya Ebü Süfyan'm evine girip silahlarını teslim edenlere
dokunulmayacağını bildiriyorlardı.

Böylece Mekke'liler bir kaç olay dışında direnme göstermeden boyun eğdiler. Sadece
Halici b. Velid'in kumanda ettiği birliğe küçük çaplı bir saldırı yapıldıysa da geri
püskürtüldü.



Devesinin üzerinde şükür secdesi yapan Hz. Peygamberin ilk işi Kâ'be'yi putlardan ve
resimlerden temizlemek oldu.

Bütün Mekke'liler Kabe'nin avlusunda toplandı. Hz. Peygamber ve müslümanlar tam
yirmi bir yıldır, bu şehir halkının zulümlerine maruz kalmıştı.

Kendisi ve müslümanlar hicrete mecbur kalmışlar, mallan ellerinden alınmış birçok
mü'mine işkence edilmiş, sığındıkları Medine saldırıya uğramış, Islâmı boğmak için
ellerinden gelen her şeyi yapmışlar ve nihayet resmî barış andlaşması Mekke'lilerce
bozulmuştu. Sonunda ise mazlumlar fatih olarak Mekke'ye girmişlerdi.
Şimdi bütün Mekke'lilerin hayatı Hz. Peygamber'in vereceği emre bağlıydı. Fakat o
şöyle buyurdu: "Bugün siz kınanmayacaksınız. Gidiniz hepiniz hürsünüz." Arkasından
umûmî af îlân etti. Yeni müslüman olan Attâb b. Esîd'i Mekke'ye vali tayin edip
birkaç hafta sonra Huneyn seferine çıktı. Mekke'de hiçbir Medîneli asker
bırakmamıştı. Fetihten iki sene sonra Hz. Peygamberin vefatını takiben Arabistanm
bazı bölgelerinde îslâmdan dönme hareketleri görülmesine rağmen Mekke Islâmm en
emin kalelerinden biriydi. Bu hadis-i şerifle ilgili açıklama 62 ve 171. hadîs-i şeriflerin

£135]

izahında geçmiştir. Oralara müracaat edilmelidir.
Bazı Hükümler

1. Bir abdest ile birden fazla namaz kılmak caizdir.

2. Mekke'nin Fethi gününe kadar Rasûlullah (s. a.) her farz namaz için ayrı bir abdest
alırdı. Çünkü bu uygulama daha faziletlidir.

3. Kişinin kendisinden daha faziletli bir kişinin meşhur ve malum olan uygulamaya
ters bir hareketini gördüğü zaman bunun sebebini sorması caizdir. Çünkü o kimsenin
bu işi unutarak yapmış olması mümkündür. Kendisine hatırlatılınca dönebilir. Ya da
bile bile yapmıştır. O zaman bunun hikmetini öğrenmek imkânı bulunur.

4. Kendisine bir şey sorulan kimse, sorunun cevabmı bildiği takdirde cevap vermekten

£1361

kaçınmamalıdır.

66. Abdest Alırken Abdeste Ara Vermek

173....Enes b. Mâlik (r.a.)'den, demiştir ki: "Bir adam abdest almış, (fakat) ayağı
üzerinde tırnak kadar bir yeri(kuru)bırakmış olduğu halde Rasûlullah'm (huzuruna)

[1371

geldi. Rasûlü Ekrem (s. a.) de ona; "dön, abdestini güzelce al" buyurdu."

'Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadis Cerîr b. Hâzim'den rivayetle "Ma'ruf değildir. Ve bu

hadîsi Cerîr' den sadece îbn Vehb rivayet etmiştir.

Ve (yine) Ma'kıl b. übeydillah el-Cezerf, Ebu'z-Zubeyr'den Câbir (r. a.) "den o da
Ömer (r. a.) vasıtasıyla Rasûlü Ekrem "den (îbn Vehb rivayetinin) benzerini rivayet

£138]

etmiştir. (Bu rivayete göre) Rasûlullah (s.a.) "dön abdestini güzelce al." demiştir.
Açıklama

Bu hadîs-i şerifte abdest organlarını peşi peşine hiç ara verme (jen yıkamak ile abdest



organlarını yıkamaya ara'vererek abdest almanın hükmü söz konusu ediliyor. Bu
hadîs-i şerifi delil getirerek İmam Ebû Hanîfe (r.a.) ve İmam Şafiî (r.a.) hazretleri
abdest organlarını arka arkaya ara vermeden yani bir abdest organı kurumadan hemen
diğerini yıkayarak abdesti bitirmenin, abdestin sıhhatinin şartı olmadığını, binaenaleyh
yıkamaya ara verilmesinden dolayı abdestin bozulmayacağını söylemişlerdir. Bu
imamlar diyorlar ki; "Eğer abdest organlarını yıkamaya aralıksız devam etmek şart
olsaydı Rasûlullah (s.a.) bu adama, "dön abdestini yeni baştan al" derdi."
Halbuki Rasûlullah (s.a.) öyle buyurmamış "haydi dön abdestini güzelce al" demiştir.
"Abdestini güzelce al" sözünün anlamı, abdestini tastamam al, noksanını tamamla
demektir. Yoksa "yeni baştan abdest al" demek değildir.

Bu hadîsle ifâde edilmek istenen, abdest organları üzerinde her hangi bir kuru yer
kalacak olursa, o abdestle namazın olmayacağı, ancak o kuru yer bir müddet sonra da
olsa yıkanınca abdestin tamamlanacağıdır.

Nitekim lbn Ebî Şeybe'nin Hz. Ali'den naklettiği şu hadîs bu imamların görüşünü
kuvvetlendirmektedir. Hz. Ali "Bir adam abdest alırken başını meshetmeyi unutursa;
sakalında bulunan ıslaklığı alır, onunla başını mesheder" dedi.

Bazı fıkıh âlimleri de "dön abdestini güzelce al" sözünden, "dön abdestini yeni baştan
al" manasım çıkarmışlardır ki, Kadı lyaz, Evzaî, Leys, Katâde, Maliki ulemâsından
Abdülaziz b. Ebî Seleme bu görüştedirler. İmam Şafiî'nin eski görüşü de bu merkezde
idi. Keza Hanbelî ulemâsı da Malikîler gibi, "abdest organlarını ara vermeden
yıkayarak abdest almanın abdestin sıhhatinin şartı" olduğunu söylemektedirler. Ancak
Malikîler unutarak ara vermeyi bu hükmün dışında bırakarak, "unutarak abdest
organlarının yıkanmasına ara verilirse veya unutarak kuru kalan bir yer sonradan yıka-
nırsa zarar vermez" demişlerdir.

Musannif Ebû Davud'un ifâdesine göre bu hadîs ma'rûf değil, bilakis garîb hadîstir.
Çünkü bu hadîsi Katâ'de'den sadece Cerîr, Cerîr'den de sadece îbn Vehb rivayet
Lİ391

etmiştir.

Bazı Hükümler

1. En küçük bir nokta kalmadan bütün abdest uzuvlarım yıkamak farzdır. Unutarak
veya bilmeyerek bile olsa yıkanmadık en küçük bir yerin kalması abdestin yeni baştan
alınmasını gerektirir. Bunda âlimler arasında görüş birliği vardır.

2. Bilmeyen kimseye gönlünü kırmadan bilmediği şeyi öğretmelidir.

3. Alim, şahit olduğu, dinen yasak işler karşısında sükût etmemeli, bilakis, onları
önlemeye çalışmalıdır.

174.. ..Yûnus ve Humeyd, el-Hasen vasıtasıyla Nebî (s.a.)'den önceki Katâde hadîsiyle

UM

aynı manaya gelen bîr hadîs nakletmişlerdir.

175....Hâlid'in bir sahâbîden naklettiğine göre O sahabi şöyle demiştir: "Nebiyyi
Ekrem (s.a.) ayağının üstünde dirhem miktarı su değmemiş kuru bir yer bulunduğu
halde, namaz kılan bir adam gördü. Peygamber (s.a.) abdestini ve namazım iade
£1411

etmesini emretti."



Açıklama



Bu hadîs-i şerifte geçen sahabenin isminin bilinmemesi hadîsin sıhhatine zarar
vermez. Çünkü sahabenin hepsi güvenilir kimselerdir. Bununla beraber, Ahmed b.
Hanbel'in rivayetinde, "Peygamber (s.a.)'in zevcelerinden birinden rivayet edildi"
denilmektedir.

Sahâbî, imanlı olarak Rasûlü Ekrem (s.a.)'i görmek saadetine eren kimsedir. Ashâb
ise, sâhib kelimesinin çoğuludur. Kelime anlamı arkadaş demektir. Bir de bir mezhep
imamının mezhebine giren kimselere de mecazen ashab denir. Ancak bu tabir daha
ziyade fıkıh âlimlerince kullanılır. "İmam Şafiî'nin ashabı", "îmam Ebu Hanife'nin
ashabı" deyimleri bu manadadır.

Rasûlü Ekrem (s.a.)in ayağında kuru bir yer kaldığı halde namaz kılan kimseye
"namazını iade et" sözünün manası açıktır. Çünkü abdestsiz namaz kılmak caiz
değildir. Abdest organları üzerinde küçük bir yerin dahi kuru kalması abdeste mânidir.
Böyle alman abdest abdest değildir.

Ancak Rasûlü Ekrem (s.a.)'in "Abdestini iade et!" sözünden ulemâ çeşitli manalar
çıkarmışlardır. Bu kelime üzerindeki ihtilaf şuradan kaynaklanmaktadır: Acaba bu
kimse yeni baştan abdest almasa da sadece kuru kalan yeri yıkasa abdesti
tamamlanmaz mıydı? 173. hadîs-i şerifte belirtildiği gibi, bazı insanlar abdest
organlarını hiç ara vermeden yıkayarak abdest almayı abdestin şartı kabul
ettiklerinden onlara göre bu kuru yeri yıkayıvermekle abdest tamamlanmış olmaz.
Diğer bir kısım imamlara göre ise, abdest alırken abdest organlarını yıkamaya ara
vermek abdestin sıhhatine mâni değildir. .İşte birinci görüşte onlar için bu hadîs-i şerif
bir delildir. İkinci görüşte olanlara göre ise, bu hadîs zayıftır. Herhangi bir dînî hükme
başlı başına delil teşkil edecek nitelikte değildir. Şayet sahih olduğu kabul edilse bile
burada "Abdesti iade et!" emri farz değil, mendupluk ifâde eder. Bu mevzu ile ilgili

£1421

delillerin münakaşası için 173. hadîse müracaat edilmelidir.
Bazı Hükümler

1. Abdest organları üzerinde en küçük bir kuru yerin kalması dahi abdestin sıhhatine
mânidir. Bu abdestle kılman namazın iadesi lâzım gelir.

2. Abdest alırken abdest organlarını yıkamaya ara vermeden abdest tamamlanmalıdır.
£143]

67. Abdestin Bozulduğundan Şüphe Etmek

176....Abbâd b. Temîm'in rivayetine göre amcası (şöyle) demiştir: Nebi (s.a.)'e
namazda iken abdestinin bozulduğu vehmine kapılan bir kimse(nin durumu) arz
edildi. Nebî (s.a.) "Ses işitmedikçe veya koku duymadıkça namazdan ayrılmasın"
ri441 [145]

buyurdu.



Açıklama



Namaz kılan bir kimse yellendiğim anında hissedebileceği gibi, ses işitmek veya koku
duymakla da anlayabilir. Hangi şekilde olursa olsun yellendiğinin farkına varan
kimsenin abdesti bozulmuştur. Bu mevzuda mutlaka sesi kulakla duymanın veya
kokuyu burunla hissetmenin şart olmadığında âlimler arasında görüş birliği vardır.
Çünkü insanın sağırlığından veya koklama duyusunu kaybettiğinden dolayı sesi veya
kokuyu veya her ikisini birden farkedememesi mümkündür. Bu bakımdan mühim olan
insanın abdestinin bozulduğunu anlamasıdır. Bu sebeple Hattâbî buradaki yellenmenin
sesini duymak veya kokusunu hissetmek sözlerini Rasûlü Ekrem (s.a.)'in; "Çocuk
doğduğu zaman ağlar da ölürse, o çocuğun (cenaze) namazı kılınır, varis olur ve
kendisine vâris olunur. Çünkü, o çocuk canlı olarak dünyaya gelmiştir. Fakat, doğar da
hiç sesini çıkarmazsa o çocuğun (cenaze) nama/mı kılmayınız. Çünkü, o ölü olarak
dünyaya gelmiştir." [bk. 2920 numaralı hadis tbn Mâce, cenaiz 26; ferâiz, 17; darimi,
feraiz 47] hadisine benzetmiştir ki, maksat "çocuğun canlı olarak dünyaya gelip gel-
mediğini anlamak için çeşitli şekillerde araştırınız ve kesin olarak neticeyi tesbit
edince ona göre hareket edin" demektir. Umumiyyetle insanlar yellenmenin, koku
sesle farkına vardıklarından bu iki alâmet söz konusu edilmiştir.
Keza, umumiyyetle çocuk canlı olarak dünyaya gelir gelmez ağladığı için çocuğun
canlı olup olmadığının bir alâmeti olarak sese dikkat çekilmiştir.
Bu hadîs, İslâmm esaslarından ve fıkhın kaidelerinden çok mühim bir esâsı ve kaideyi
teşkil eder. Bu kaide Mecelle'in onuncu maddesinde şöyle ifâde edilmiştir: "Bir
zamanda sabit olan şeyin hilâfına delil olmadıkça bekası ile hükmolunur." Bu kaideye
fıkıh usûlünde "istishab" kaidesi derler. Buna göre abdestli olduğunu kesin olarak
bilen bir kimsenin abdesti, kalbine gelen herhangi bir şüphe ile bozulmaz.
Bozulduğuna hükmedebilmek için abdestin bozulduğunun kesinlikle farkına varmak
lâzımdır. Bu hususta namaz içinde veya namaz dışında da olsa şüpheye itibâr yoktur.
Buhârî'nin rivayetinde durumu Rasûlü Ekrem'e arzedilen zâtın Abdullah b. Zeyd
olduğu ve hatta bu soruyu da kendinin sorduğu açıklanmaktadır. Şüpheye itibâr
olmadığı konusunda mezhep imamları arasında görüş birliği varsa da İmam Mâlikten
iki görüş rivayet edilir. Birinci rivayete göre, namaz haricinde abdestinde şüpheye
düşen kimsenin abdestinin bozulduğuna hükmedilirse de namaz içinde şüpheye düşen
kimsenin abdestine zarar gelmez.İkinci rivayete göre ise: Her iki halde de abdestinin
bozulduğuna hükmedilir. İbn Kaânî İmam Mâlikten üçüncü bir kavil rivayet eder ki,
buna göre İmam Mâlik hazretleri de ulemânın büyük çoğunluğu ile beraberdir.
Abdestsiz olduğunu kesinlikle bilen bir kimse, abdest alıp almadığından şüpheye
düşerse, abdestsiz sayılır. Bu hususta ulemâ arasında ittifak vardır. Şüphe meselesi bir
de Mecelle'nin dördüncü maddesinde şu kelimelerle ifâde edilmiştir: "Şek ile yakın
zail olmaz."

Bir kimse karısını boşayıp, boşamadığında yahut temiz suyun pislenip
pislenmediğinde veya pis bir şeyin temizliğinde şüphe etse, keza namazı üç mü, dört
mü kıldığında, rüku ile sücûdu yapıp yapmadığında, oruca veya namaza nîyyet edip
etmediğinde, namaz içinde şüpheye düşse bütün bu şüphelerin hiçbir te'siri yoktur.
Ancak, Şafıîler On küsur meseleyi bu kaidenin dışına çıkarmışlardır.
Hattâbî, "Bu hadîs içki içtiği görülmediği halde üzerine içki kokusu bulunduğu için
içki içtiğine hükmedilerek had vurulabileceğine bir delildir" demişse de Hanefî
âlimlerinden merhum Aynî "Şer'î had cezalan şüpheden dolayı düşerler. Burada şüphe

[1461

bulunduğu için had vurulamaz" demiştir.



Bazı Hükümler

1. Kesinlikle bozulduğu bilinmedikçe şüpheden dolayı abdest bozulmaz.

2. İlim adamlarına gizli kapaklı mevzularda da olsa soru sormaktan çekinmemelidir.

3. Gizli kapaklı ve ağza alınması utanmayı gerektirecek meselelerde kinayeli
kelimeler kullanarak edeb dâiresinden ayrılmamaya çalışmalıdır.

4. Mecelle'nin 4. ve 10. maddesindeki fıkıh kaideleri bu hadîs-i şeriften çıkarılmıştır.

5. Kişinin, reis durumunda olan kişiye derdini arzetmesi caizdir.

177.. ..Ebû Hüreyre (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s. a.) şöyle
buyurmuştur: "Sizden biriniz oturağında bir hareket sezer de abdestinin bozulup
bozulmadığına karar vermekte kararsız kalırsa, (yellenmeden mütevellit) bir ses

[147] ri481

işitmedikçe veya koku duymadıkça (namazdan) çıkmasın."
Açıklama

Bu hadisi şerifi takviye eden daha başka hadîs de vardır. İbn Huzeyme, Hâkim ve Ibn
Hibbân'm tahric ettikleri şu hadîs bunlardan biridir: "Birinize şeytan gelir de abdestin
bozuldu derse, yalan söylüyorsun deyiversin. Fakat, burnu ile bir yellenme kokusu
duyar veya kulağı ile bir yellenme sesi işitirse o başka, " îbn Huzeyme "Yalan
söylüyorsun deytversra"cümlesini, "içinden, yalan söylüyorsun desin" şeklinde tefsir
etmiştir. Doğrusu da budur. Çünkü, namazda olan bir kimsenin ağzıyla bunu
söylemesi câiz değildir.Nitekim îbn Huzeyme'nin bu tefsirini. İbn Hibbân'm Sabîh'inde
Hz.Bbû Said (r.a.)den rivayet ettiği şu merfu hadîs, kuvvetlendirmek tedir: "Birinize
şeytan gelir de sen abdestini bozdun derse,içinden yalan söylüyorsun deyiversin."
Bu hadîs-i, şerifte namaz kılarken yellendiğini zannederek kesin bir hükme
varamadığı için abdestinin bozulup bozulmadığından şüpheye düşen kimsenin
yeltenme sesi veya kokusu hissetmedikçe namazına devam etmesi lâzım geldiği ifâde
edilmişse de kesin hüküm vermenin nasıl gerçekleşeceği izaha muhtaç kalmıştır,
Abdullah b. el-Mubârek bu hususta şöyle der: "Abdestinin bozulduğunda şüphe ederse
bunu, üzerine yemin edecek derecede kesin olarak bilmedikçe abdestini tazelemesi
yâcib değildir."

Kadının önünden yel çıkarsa abdest alması vâcib olur. Ebû Hanîfe (r.a.) önden çıkan
yelin abdesti bozmadığı görüşündedir. Çünkü, nadiren vuku bulan bir hâdisedir ki,
hadîs-i serttin ifâde ettiği manânın kapsamına girmez. Hanefî âlimlerinden İbaHümâm
ise, erkeğin önünden çıkan yel aslında yel olmayıp bir seğrime olduğu için abdesti
bozmaz, diyor.

Netice olarak: Şafiî mezhebine göre kadın ve erkeğin önünden çıkan yel abdesti bozar.
Çünkü, Peygamber (s. a.) ön ve arkadan çıkan her şeyin abdesti bozduğunu
bildirmiştir.

Hanefî mezhebine göre ise, kadın veya erkeğin Önünden çıkan yel abdesti bozmaz.
Çünkü, bu aslında yel değil bir seğrimeden ibarettir. Ancak, önden yelin çıkması
abdesti bozmazsa da yeniden abdest almak müstehaptır. İmam Muhammed (r.a.) ise,
bu mevzuda İmam Şafiî'nin görüşündedir.

Bu hadîs İmam Malikin namaz dışında abdestinde şüphe eden kimsenin abdesti



bozulursa da namaz içinde abdestinden şüpheye düşen kimsenin abdestinin
bozulmayacağı hususundaki görüşünü desteklemektedir.

imam Malik'in bu mevzudaki görüşü ve delillerini münâkaşası için 176. hadîsin
izahına müracaat edilmelidir. Arkadan çıkan yelin abdesti bozduğu görüşünde icma'
vardır.

Önden çıkan yel İbnu'l-Mübârek, İmam Şafiî, İshak, İmam Ahmed ve Hanefî
âlimlerinden İmam Muhammed'e göre abdesti bozarsa da, Hanefî' mezhebinde

[1491

bozmaz.Keza Maliki Mezhebinde de önden çıkan yel abdesti bozmaz.
Bazı Hükümler

1. Namaz esnasında, yellenip yellenmediği şüphesi, namazı da abdesti de bozmaz.

2. Abdesti ve namazı bozan yel, koku gibi namazı ve abdesti bozan şeyler kesin

£1501

olmadıkça namaz bozulmaz.

68. Öpmeden Dolayı Abdest Gerekir Mi?

178.. ..Hz. Âişe'den (r.a.) rivayet edildiğine göre: "Rasûlullah (s. a.) O'nu öptü ve abdest

imi

almadı."

Ebû Dâvûd dedi ki; Bu hadîs mürseldir. (Çünkü bu hadîs-i şerifi rivayet edenlerden)
ibrahim TeymîHz. Âişe'den (r.a,) htçbirşey işitmemiştir.
Ebû Dâvûd dedi ki: Keza bu hadîsi Firyâbî ve başkaları da rivayet etmiştir.
Ebû Dâvûd dedi ki; İbrahim et-Teymî kırk yaşma gelmeden vefat etti. Künyesi Ebû
£1521

Esma idi.
Açıklama

Hadis-i şerif kadına dokunma ve öpmenin abdesti bozmadığını söyleyen Hanefilerin
delilidir.

Şafiîler "nikâhı haram olmayan kadının tenine dokunmak abdesti bozar derler ve bu
hususta "...Yahut kadınlara temas ederseniz" (el Mâide (5) 6);mcâündeki âyeti
kerîmeyi delil getirirler ve sözü geçen ayet-i kerimedeki. kelimesinin hakiki

manasının "erkeğin kadının tenine dokunması" demek olduğunu söylerler. Şafiîlere ve
onların görüşünde olanlara şöyle cevap verilmiştir: "Sözün hakîkî manâda
kullanılmasına manî olan akü, şer'î, örfî... v.s. alâmet varsa, o zaman, sözün hakîkî
manâsından çıkartılıp mecazî mânâda kullanıldığına hükmedilir. Burada karîne vardır.
Bu karîne şu üzerinde durduğumuz 178 No'lu Hz. Aişe hadîsidir. Binaenaleyh bu
ftyet-i kerîmedeki (Lems-dokunmak) kelimesi hakîkî mânâsından çıkartılıp mecazen
cinsî temas anlamına nakledilmiştir."

Gerçi bu Hz. Aişe hadîsinin sahih olmadığını söyleyenler olmuşsa da bu hadîsin çeşitli
yollardan rivayet edilen hadislerle kuvvetlenmesi, hakkındaki tenkitleri çürütmüştür.
Yine Hz. Aişe'nin rivayet ettiği Buhârî'deki şu hadîs de üzerinde durduğumuz Aişe
(r.a.) hadîsini kuvvetlendirmektedir. "Aişe (r.a.) Rasûlü Ekrem'in (s. a.) kıble tarafına



yatardım, ayaklarımı da onun secde edeceği yere uzatırdan. Secde yapmak istediğinde
hafifçe bana dokunurdu. Ben de ayaklarımı toplardım, ayağa kalktı mı yine
Lİ53J

yayardım." Görüldüğü gün bu hadis mevzümuzu teşkil eden hadîsi

kuvvetlendirmekte, kadına dokunmanın abdesti bozmadığım göstermektedir. Rasûlü
Ekrem'in duası bereketiyle Allah'ın, Kur'ân'm te'vilini öğrettiği İbn Abbas'da buradaki
"Lems'-den maksat, cinsî temastır" demiştir.

Netice olarak bu hadîs erkeğin kadına dokunmasıyla abdestinin bozulmayacağına bir
delildir. Ebû Hanîfe ve iki büyük talebesinin görüşü budur. Fakat tenasül organı
münteşir halde iken kadının fercine temas etmesi mezi gelmese bile abdesti bozar.
İmam Ebû Hanîfe ve Ebü Yusuf (r.a.) bu görüştedirler. İmam Muhammed ise mezi
gelmedikçe bu temasın abdesti bozmayacağı görüşündedir.

Herhangi bir kadının veya erkeğin vücûduna veya tenasül uzvuna yalnız eli ile temasta
bulunması ise, abdeste her hangi bir şekilde zarar vermez.

Malikilere göre, cinsî cazibesi olan bir kadının açık olan veya hafif bir şeyle örtülü
bulunan uzvuna cinsi bir zevkle, dokunan kimsenin abdesti bozulur. Bu dokunma ister
kasten olsun, isterse farkında olmadan olsun netice aynıdır.

Şafılere göre: Herhangi bir yabancı kadının bir uzvuna, arada hiçbir örtü
bulunmaksızın dokunmak abdesti bozar. Abdestin bozulman için şehvetin bulunması
şart değildir. Bundan kadının saçları, dişleri ve tırnakları müstesnadır. Keza Şafiîlere
göre bir erkek veya kadın kendisinin veya başkasının oturağını veya tenasül organını
örtüsüz olarak elinin içi ile tutacak olsa abdesti bozulur. Malikîlere ve Hanbetflere
göre de böyledir.

Ancak, Malik! ve Hanbeffıere göre Ur kadının kendi tenasül uzvunu tutması abdestini
bozar.

Netice; kendisine nikâh, helâl oton (müsteha) kadının çıplak tenine, çıplak elle veya
çıplak vücûdun herhangi bir uzvu ile dokunmak, hem dokunanın hem de dokunulanın
abdesti, Şafîttere göre bozulur.

Malikî ve Ahmed'den bir rivayete göre de şehvetle olduğu zaman bozulur, şehvetsiz

olursa bozulmaz.

Hanefîlere göre ise bozulmaz.

Tenasül uzuvlarının birbirlerine teması ise bütün mezheplere göre İttifakla abdesti
bozar.

Zira, mezinin gelip gelmemesinde Hanelerden bazılarının itirazı var ise de, ibâdette
itiyat gerektiği de unutulmamalıdır.

179....Aişe (r.a.) dan, demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.) hanımlarından birini öptü ve sonra
abdest almadan namaza çıktı."

Urve diyor (ki) Aişe'(r.a.) ya "O (eşi) senden başkası değildifdedim. (O da) güldü.
£1541

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadîsi aynı zamanda Zaide ve Abdülhamid el-Himmânî,

[155]

Süleyman et-A'meş'ten rivayet etmişlerdir.



Açıklama



Kur'ân-ı Kerim'de geçen, insanın bildiği ilâhî emir ve hakikatleri saklamamasını
emreden, bu mevzuda üzerine düşen görevi yapmamayı en büyük zulüm olarak
nitelendiren "Yanında Alİah'dan (gelen) bir şâhitHgi sak-

£1561

layandan daha zalim kim vardır?" gibi âyet-i kerîmeler müslümaiüan, her devirde
bildiği dînî hakikatleri, hiçbir fedakârlıktan çekinmeden şahsî bir gurura kapılmadan
ve etrafın ayıplamasından sakınmadan söylemeye ve yapmaya sevketmiştir. Gerçeği
Öğrenmek noktasında da müslümanlar aynı hassasiyet ve heyecanı taşımışlardır, tşte
hadîs-i şerifte Hz. Urve'nm Teyzesine meseleyi inceden inceye sormasında hakim olan
duygularda bunlardır. Hz. Urve bu sorusuyla abdestin bozulup bozulmamasıyla çok
yakından ilgili bir meseleyi bizzat Hz. Aişe'ye sorarak bu mesele hakkında duyduğu
haberin aslım Öğrenmek istemiştik.

Hz. Aişe'nin gülmesi ise, yeğeni Urve'nin sorusuna cevap mâhiyetinde bir ikrardır.
Çünkü, böyle dînî bir mesele ile ilgili bir soru karşısında gülmek soranın sözünü
tasdik ve ikrar anlamına geldiği gibi aynı zamanda" Ra-sûlullah (s.a)'m zevcesi
olduğunu başkasından duyması karşısında hissettiği sevinç ve memnuniyyetinde bir
ifadesidir. Şu durum, düşünen ve insaf sahibi kişiler için Rasûlü Ekrem (s.a.)'m bütün
hayatının yatak odasına varıncaya kadar dikkatle incelendiği ve hiçbir gizli tarafı
kalmadığı halde, hayatında en küçük bir kusur veya nefret uyandıracak bir duruma
rastlanamaması onun iffetinin ve insanlığın semâsında bir dolunay gibi parladığımn en
büyük delillerinden biridir. Halbuki başka insanların özel hayatları incelendiği zaman
târihte isim yapmış pekeok kişilerin bile ne denli iğrenç yanlarının ortaya çıkacağı
erbabının malûmudur.

£1571

180.. ..(Yine) Urvetu'l-Müzenî Aişe (r.a.)'dan yukarıdaki hadîsi rivayet, etmiştir.
Ebû Dâvûd dedi ki; Yahya, b. Saîd el-Kattân bir adama "Şu iki hadîsin yani el-A
'meş'in Habîb'den rivayet ettiği (öpmekten dolayı abdestin bozulmayacağına dâir olan)
hadîsle (yine) aynı senetle (rivayet ettiği) Özür sahibi bir kadının her namaz için
abdest alacağına dâir olan hadîsin zayıf olduğunu söylediğini benden insanlara anlat"
dedi.

Ebû Dâvûd dedi ki: (Bize ulaşan habere göre) es-Sevrf; "Habîb, bize yalnızca Urvetı-
MüzenVden (haber) naklet" demiştir.(Sevri bu sözüyle) Habib'in Vrve b. ez-
Ztibeyr'den kendilerine hiç bir haber nakletmediğini söylemek istiyor.
Ebû Dâvûd dedi ki: Oysa Hamza ez-Zeyyât Habîb 'den O da Ur-ve b. ez-Zübeyr'den o

£1581

da Aişe'den(r.a.) sahih olarak hadîs nakletmiştir.
Açıklama

Bu hadîs-i şerifle ilgili fıkhî açıklamalar 177 ve 178 numaralı hadis-i şeriflerin
şerhinde geçmiştir. Tafsilât için bu hadislerin şerhlerine müracaat edilebilir. Ancak, bu
hadîsin zayıflığı veya şahinliği üzerinde müellif Ebû Davud'un naklettiği görüşler
üzerinde bazı açıklamalar yapmak ta fayda vardır.

Bu hadîs-i şerifte geçen râvi Urve Hz. Aişe'nin kız kardeşinin oğlu Urve b. ez-
Ztibeyr'dir. Buna göre Urve'nin meçhul olduğundan dolayı hadîsin zayıf olduğu
görüşü yanlıştır. Bunun delillerini şöyle sıralayabiliriz:



1. Urve'nin, Ibnu'z-Zttbeyr değil de, Müzem olduğunu söyleyen kimse Abdurrahman
b. Mağrâ'dır. Halbuki, Abdurrahman sözü delil olabilecek nitelikte bir kimse değildir.
Bu mevzuda Vckî, Abdurrahman'a muhalefet ederek Urve'nin, Urve b. ez-Zübeyr
olduğunu açıkça ifâde etmiştir. Şayet Urve'nin, Urve el-Muzenî olduğunu
söyleyenlerin hadîs-i şerifin senedinde geçen el-A'meş'in şeyhleri olduğu
dttşünülebilirse de bunların kimler olduğu açıkça söylenmediğinden kimlikleri
meçhuldür. Bu yüzden de sözlerine güvenilmez.

2. Buradaki Urve'nin meçhul bir Urve olduğu iddiası da yanlıştır. Zira ,eğcr bü
Urve'nin kim olduğu bilinmeseydi bu kadar kimse ondan hadîs rivayet etmezdi.
Halbuki bu kimse aslında Urve b. ez-Zübeyr 'dir. Hadîs-i şerifte Urve el-Mûzenî diye
gösterilişi Abdurrahman b. Mağrâ'nm hatasıdır.

3. Muhaddislere göre bir isim vasıfsız ve nisbesiz olarak söylenirse o isimle en meşhur
kimse anlaşılır. Bundan da anlaşılıyor ki Urve ile kastedilen Urve b. ez-Zubeyr*dir.

4. Urve'nin Hz. Aişe'ye "O senden başkası değildir." dediğinde Aişe (r.a.)'nin de
gülmesi bu Urve'nin Urve b. ez-Zübeyr olduğunu gösterir. Çünkü, bilindiği gibi Urve
b. Zübeyr, Hz. Aişe'nin yeğenidir. Böyle bir soruyu Hz. Aişe (r.a.)'ye yabancı bir
kimsenin sorması imkânsızdır.

5. Bu hadîsi Ahmed b. Hanbel ve Darakutnî, Hişam b. Urve, babası ve Hz. Aişe
vasıtasıyla naklediyor ki, bu da Urve'nin Urve b. ez-Zübeyr olduğunu gösterir.
Gerçek şu ki bu hadîsin zayıflığı senedinde Abdurrahman b. Mağrâ'nm bulunmasından
ileri gelir. es-Sevrî'nin Urve b. ez-Zübeyr'den Habîb'in hiçbir hadîs nakletmediğine
dâir sözlerim müellif Ebü Dâvûd'da eklediği açıklamasında reddetmiş bulunmaktadır.
[159]



69. Erkeğin Tenasül Uzvuna Dokunmasından Dolayı Abdest (Gerekir Mi?)

181.. ..Abdullah b. Ebî Bekir, Urve'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Mervfm, b. el-
£160]

Hakem 'in huzurunda abdesti bozan şeyleri müzâkere etmekte İdik. Mervân;

"Tenasül uzvuna dokunmaktan da (bozulur)" dedi.

Urve;

Ben bunu bilmiyorum, dedi. Mervân;

£1611

Büsra bint Safvân bana,RasûluIIah(s.a.)'m "Zekerine (Tenâsul organına)

[162] ri631

dokunan kimse abdest alsın buyurduğunu haber verdi." dedi.
Açıklama

Hadîsin zahirinden, zekere dokunmaktan dolayı abdestin bozulduğu anlaşmaktadır.
Rasûlullah (s.a.)in "Abdest alsın" buyurmasından maksat, "Elini yıkasın" demektir;
diyenler de olmuştur. Ancak Darâkutnî'mn rivayetlerinden bundan muradın el
yıkamak değil, namaz abdesti olduğu anlaşılmaktadır. Ayr mevzuda, Ahmed b.
Hanbel ile, Hanefî ulemâsından Tahâvî'nin rivayet ettiği bir hadîste de Rasûlullah,
"Fercine dokunan abdest alsın" buyurmuştur. Ancak, Tahâvî bu hadîs için "üinker"
demiştir.



Ömer b. el-Hattâb, oğlu Abdullah, Ebû Hüreyre, İbn Abbâs, Âişe, Sâ'd b. Ebî Vakkâs,
Atâ, Zührî, İbn Müseyyeb, Mücâhid, Ebân b. Osman, Süleyman b. Yesâr, İshâk,
Mâlik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel yukarıda işaret edilen hadîslere dayanarak, tenasül
organına dokunmanın abdesti bozacağı görüşüne varmışlardır. Bundan sonraki babta
gelecek olan ve zekere dokunmanın abdesti bozmayacağını ifâde eden Talk hadîsini
zayıf saymışlardır. "Talk hadîsini sahih saysak bile o Büsra hadîsi ile nesh edilmiştir"
derler. Bu görüşte olanlar, abdesti bozmaya sebep olan dokunma şekilleri ve şahsın
kendi zekerine mi, yoksa başkasının zekerine mi dokunduğunda abdestinin bozulacağı
hususunda değişik görüşlere sahip olmuşlardır.

Mâlİkîlere göre: Baliğ olan bir erkek kendi edep yerine avucunun içi, yani
parmaklarının ucu veya yanlarıyla dokunursa abdesti bozulur. Elinin üstü, tırnakları
veya kolu ile dokunursa bozulmaz. Dokunmadan dolayı zevk alıp almaması arasında
fark yoktur. Edep yerine bir örtü ile dokunursa bir şey lâzım gelmez.
Şâfıllere göre: Bir kimse kendisinin veya bir başkasının edep yerine arada bir örtü
olmadan avucunun içiyle dokunursa abdesti bozulur. Başkasının edep yerine
dokunması hâlinde dokunulanın erkek veya kadın, büyük veya küçük, Ölü veya diri
olması arasında fark yoktur. Şâfıîlerden meşhur olan kavle göre dübür de aynı
hükümdedir; abdest bozulur.

Hanbelîlere göre de, dokunan erkek olsun, kadın olsun, şehvetli veya şehvetsiz,
kendisinin veya başkasının edep yerine elinin içi veya dışı ile dokunması halinde
abdesti bozulur. Kendisinin veya başkasının dübürüne dokunmak veya kadının kendi
fercine dokunması ile de abdesti, bozulur. Tırnakları ile dokunmaktan dolayı
bozulmaz.

Hz. Ali, İbn Mes'ud, Ammâr, Hasen el-Basrî, Rabîa, Sevrî ve Hanefî-lere göre edep
yerine dokunmaktan dolayı abdest bozulmaz. Bunlar, bundan sonra gelecek olan Talk
Hadîsi'ni hüccet kabul etmişlerdir. O hadîs için Tahâvî "Senedi müstakimdir" demiş,
Taberânî sahih olduğunu söylemiştir.

İbnu'l-Medînî de: "faik hadîsi, Busrâ'nm hadîsinden daha (sağlamdır) güzeldir"
demiştir. Ayrıca Tahâvî Şertau Mefmİl Asâr da Hz. Ali'den rivayet ettiği; "Ben
burnuma mı yoksa kulağıma, veya tenasül organıma mı dokundum fark etmez" sözü
de, Haneliler için delildir. Diğer mezheplerin delil saydıkları Büsra Hadîsi âhâd
olduğu için, onu delil kabul etmemişlerdir. Büsra Hadîsinin sübûtu hâlinde,
RasÛtuttah'm "abdest alsın" buyurmasından maksat, "elini yıkasın" demek olduğuna
hamledilir, demişlerdir. Çünkü, Ashâb-ı kiram, taşlarla taharetlenİrlerdi. Dolayısıyla,
bilhassa yaz günlerinde ellerinin edep yerlerine değerek pislenmesi muhtemeldi.
Bunun için Efendimiz, onlara edep yerlerine dokunmaları halinde ellerini yıkamalarını
emretmiştir.

Ulemâdan bazıları da Büsra Hadîsi ile Talk Hadîsinin arasını birleştirme cihetine
gitmişler ve zekere dokunmayı, ondan bir şey çıkmasından kinaye saymışlardır.
Çünkü, genellikle edep yerine dokunmanın peşinden bir hades çıkar. Böylece üzerinde
durduğumuz Büsra Hadîsinde zekere dokunmaktan maksat, ondan bir hades
çıkmasıdır. Bundan sonra gelecek olan ve "zekere dokunmaktan dolayı abdestin icap
etmediğini" ifâde eden Talk Hadîsi'ndeki ise, hakîki manâsında kullanılmıştır.
Hadis, Hanefîlerin yorumu dışında, diğer mezhep imamlarına göre, zekere

£1641

dokunmanın abdesti bozduğuna delâlet etmektedir.



70. Tenasül Organına Dokunmanın Abdesti Bozmayacağı

182....Kays b. Talk babası, Talk'm şöyle dediğini haber verdi:"Biz (bir heyet olarak)
Rasûlullah'm huzuruna girmiştik ki, Bedevi olduğu sanılan bir adam geldi ve: "Yâ
Rasûlallah abdest aldıktan sonra edep yerine dokunan kimse hakkında ne dersin

065]

(abdesti bozulur mu)?'" dedi. Rasûlullah (s. a.) "O, ondan bir çiğnem (veya bir

[1661

parça) et değil midir? (abdesti bozulmaz)" buyurdu.

Ebû Dâvûd dedi ki: Bunu, Hişâm îbn Hassan, Süfyân es-Sevrî, Şu'be, îbn Uyeyne ve
Certr er-Râzî, Muhammed b. Câbir vasıtasıyla Kays b. Talk'tan rivayet etti.
183....Müsedded, Muhammed b. Câbir'den aynı senet ve manâ ile fakat "namazda

£167]

(zekerine dokunursa)' 1 ilâvesi ile hadisi rivayet etmiştir.
Açıklama

Bundan evvelki bâbda yer alan Büsrâ Hadisinin açıklamasında da belirtildiği gibi bu
hadîs, edep yerine dokunmanın abdesti bozmayacağını kabul edenlerin delilidir.
Hadîsin kuvvet yönünden lehinde ve aleyhinde söz söyleyenler olmuştur. Tirmizi: "Bu
hadîs, bu konuda rivayet edilenlerin en sağlamıdır" derken, İmam Şafiî: "Biz, Kays b.
TalkM soruşturduk, fakat onu tanıyana rasüayamadık" diyerek zayıf saymıştır. Ancak
Talkı İmam Şafiî'nin tanımaması, onun meçhul olmasını, yani başkaları tarafından da
bilinmemesini gerektirmez. Nitekim ondan bir çok râvîler hadîs rivayet etmişler ve
onu cerh etmemişlerdir.

Edep yerine dokunmanın abdesti bozmayacağı görüşünde olanların bazıları da
Büsrâ'mn Talk'tan daha sonra müslüman olduğunu ileri sürerek, Talk Hadisinin, Büsrâ
Hadîsiyle neshedüdiğini söylemişlerdir. Fakat Büsra'nm sonradan müslüman olması,
Şevkânî'nin de ifâde ettiği gibi Büsra Hadîsinin Talk Hadîsini nesh ettiğine delil
olmaz.

Bu hususta ulemânın görüşünü şu şekilde sıralayabiliriz:

1. Hz. Ali, tbn Mes'ud, Ammftr, Hasenu'l-Basrî, Rabîa, Ehl-i Beyt ve İmam Sevrî,
kişinin kendi avret mahalline veya başkasının avret mahalline dokunmasıyla abdestin
bozulmayacağı görüşündedirler. Hanefîlerin görüşü de budur. Delilleri ise, şerhini
yaptığımız Talk Hadîsi ve İmam Tahâvî'nin "Şerh Mafmi'l-Âsftn'nda" Hz. Ali'den
mevkuf olarak naklettiği: "Ha kulağıma, burnuma dokunmuşum ha avret yerime
dokunmuşum, fark etmez" sözüdür.

Busrı Hadisi zayıf olmakla birlikte oradaki abdestten maksat, yalınız elini yıkamaktır.
Zira "vudu" kelimesi Arapçada "el yıkamak" manâsına da kullanılır. Bu şekilde iki
hadîsin arası da te'lif edilmiş olur.

Gayet tabîi ki, dokunmadan dolayı şehvete gelip, herhangi bir akıntı olmuşsa abdest
akıntıdan dolayı bozulur, dokunmadan değil. Menî geldiği taktirde gusül icâb ettiği ise
malumdur.

2. Mâlikîlere göre, baliğ olan kişinin kendi zekerine doğrudan doğruya avuç içi, elin
yanı, parmak uçları veya parmak yanları ile ister bilerek, isterse bilmeyerek
dokunması halinde abdest bozulur. Elin sırtı, tırnağı veya kolu ile dokunulacak olursa,
abdest bozulmaz, demişlerdir. Delil olarak da Büsra Hadîsi ve Dârakutnî'nin



"Sizlerden biriniz zekerine dokunduğunda namaz abdesti gibi abdest alsın" hadîsidir.

3. Şafıîlere göre kişinin avuç içi ile kendi avret yerine veya başkasının avret yerine
(kadın olsun erkek olsun, büyük olsun küçük olsun, ölü olsun diri olsun) dokunursa
abdesti bozulur.

Dübüre dokunmada da hüküm aynıdır.

Delilleri de İbn Mâce, Ahmed b. Hanbel ve Hak im'in rivayet ettikleri; "Kim fercine
dokunursa abdest alsın" hadîsidir. Zira fere, insanın ön ve arka yerine şâmildir.
Dârakutnî'nin Hz. Aişe'den rivayet ettiği Rasûlullah'm: "Avret yerlerine dokunup da,
abdest almadan namaz kılanlara yazıklar olsun" dediğinde Hz. Aişe'nin:
Yâ Rasûlallah, anam sana feda olsun, bu erkekler için mi kadınlar için mi demesi
üzerine Rasûlullah:

"Sizlerden biri fercine dokunduğunda namaz için abdest alsın" buyurmuştur. Ayrıca
bunu da delil getirirler.

4. Hanbelîlere göre ise, zekere dokunmak abdesti bozar. Dokunan erkek olsun kadın
olsun, şehvetle veya şehvetsiz olsun, kendi uzvu veya başkasının uzvu olsun (tırnak
hariç) el içi ve dışı ile olsun, abdest bozulur. Dübüre dokunma da aynıdır. Delilleri
Şâfıîlerin getirdikleri delillerle birleşmektedir.

Görülüyor ki, mezheb imamları kendi görüşlerini hadîslerle desteklemektedirler.
Ancak, Hanefîlerin dayandığı deliller yanında yukarda saydığımız sahâbîlere ek
olarak, Huzeyfe b. Yemân, Ebu'd-Derdâ, Sa'd b. Ebî Vakkâs gibi sahâtjîler ve yine
tabiîne ek olarak Sâd b. Müseyyeb, Sâid b. Cübeyr, İbrahim en-Nehaî gibi tabiînin
büyükleri de avret yerine dokunmakla abdestin bozulmayacağım söylemişlerdir.
Böylesine önemli bir konuda yukarda geçen değerli şahsiyyetlerin "abdest almak
gerekmez" şeklindeki ifâdeleri, Hanefîleri desdekleyen ve onların görüşlerini takviye

£1681

eden deliller arasındadır.
Bazı Hükümler

1. Hadîs; Dînin ahkâmım öğrenmek için gayret sarfetmeye ve gerektiğinde sefere
çıkmaya teşvik etmektedir.

[169]

2. Edep yerine dokunmaktan dolayı abdest bozulmaz.
71. Deve Eti Yemekten Dolayı Abdest Gerekir Mi?

184....Berâb. Azib (r.a.) den rivayet edildiğine göre: Rasûlullah (s.a.)e "Deve etlerin (i
yemek)den dolayı abdestin bozulup bozulmadığı" soruldu. Rasûlullah; "Deve eti

im

yemeden dolayı abdest alınız" buyurdu. "Koyun etinden dolayı bozulup
bozulmadığı" soruldu. "Bundan dolayı abdest almayınız" buyurdu. "Deve yataklarında
namaz kılınıp kilmmayacağı" soruldu. "Oralarda namaz kılmayınız, çünkü develer
şeytan (tabiatlı hayvanlardandır." dedi. "Koyun ağıllarında namazın hükmü" soruldu.

imi

"Oralarda namaz kılınız çünkü onlar berekettir." buyurdu.



Açıklama



Hadîsin zahirinden, deve eti yemenin abdesti bozduğu anlaşılmaktadır. Ancak
buradaki adestten maksat, Dînî ve Şer'î manâda olan abdest midir yoksa, lügat mânâsı
olan el yıkamak mıdır?

Ahmed b. Hanbel ile birlikte İshâk b. Râhûye, Yahya b. Yahya, Ebû Bekir b. Münzir

ve îbn Huzeyme maksadın namaz abdesti olduğu görüşündedir.

Müslim'in Câbir'den yaptığı rivayet de bu görüşü desteklemektedir. Bey-hâkî, İmam

Şafii'nin; "Eğer deve eti hakkındaki hadîs sahîhse, benim görüşüm de odur" dediğini

nakleder.

Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, meşhur eseri Huccettullahi'l-bâliğa'da, deve etinin abdesti
bozduğu kabul edilirse, bunun hikmetinin şu olabileceğini söylemektedir; "Deve eti,
Tevrat'ta haram kılınmıştır, Israiloğullan Peygamberlerinin tümü, onun haram
oluşunda ittifak etmişlerdir. Cenâb-ı Allah onu, Muhammed Ümmetine helâl kılınca,
iki hikmete binâen abdesti farz kılmıştır. Bunlar;

a. Haramken helâl kıldığı için Allah'a şükretmek.

b. Bazı gönüllerde deve etinin mübâhhğı hususunda bir tereddüt olabilir. Çünkü,
insanlar bunun evvelki ümmetler için haram olduğunu biliyordu. Abdest, bu tereddüdü
def ve kalbin huzuru için son derece etkilidir."

Hanefî, Şafiî ve Mâlikî mezhepleri ile Hulefâ-i Râşidîn, Sahâbî ve Tabiînin
çoğunluğuna göre: Deve eti yemenin abdeste zararı yoktur. Bunlar, üzerinde
durduğumuz hadîsdeki vudû'un Şer'î manâsında değil, temizlenmek manâsına gelen
"el yıkamak"tan ibaret olduğunu söylemişlerdir. Bunun için de Hattâbî, buradaki
"vudıT'u el yıkama'ya hamletmiştir.

Buradaki vudû'u, Abdest almak manâsına alacak olursak, Ebû Dâvûd'da 192 numarada
gelecek olan ve Tirmizî, Nesâî ve tbn Maceb'nin de rivayet ettikleri; Rasûlullah'm son
tatbikatının, ateşde pişen şeyden dolayı abdest almadığı şeklinde olduğunu ifâde eden
"Câbir Hadisi" İle nesh edilmiş olduğunu söylemek gerekir.
Koyun eti yemekten dolayı ise ittifakla abdest almak gerekmez.

Hadîs-i Şerifin devamında, Rasulullah insanları deve yataklarında namaz kılmaktan
men etmiş ve bu yasağa, develerin şeytanlardan olduğunu sebep göstermiştir,
tbn Mâce'nin rivayetinde; "Develerin şeytanlardan yaratıldığı değil, onların şeytanın
işini yaptıkları" bildirilmektir. Çünkü, develer çok ürkek ve azgın olurlar. Namaz
kılanın gönlüne vesvese vererek, huşû'una mâni olabilirler. Ayrıca namaz kılan
kişinin, hayvanların ürkmesinden dolayı zarar görebileceği gibi kaçıp gitmeleri
hâlinde ise, namaz kılanın namazını terketme-sine de sebep olabilir. Namaz kılanın
gönlüne vesvese vermek veya ona namazı terkettirmek, şeytanın işi olduğundan;
Rasulullah Efendimiz bunlara sebep olan deveyi şeytanlardan saymış ve onların
yataklarında namaz kılmayı men etmiştir.

Hadisin zahiri, bu gibi yerlerde namaz kılmanın haram olmasını gerektirir. Zahirîlerle
Hanbelîler bu görüştedirler.

Diğer mezheplere göre: Deve yataklarında namaz kılmak, mekruhtur. Ancak namaz

kılacağı yerde necaset varsa, orada namaz kılınması caiz değildir.

Aynı hadîste, Koyun ağıllarında (necaset olmayan yerinde) namaz kılınmasına izin

verilmiştir. Oralarda namaz kılmanın mubah oluşunun sebebi, koyunların bereketli ve

sakin olması; develerdeki tehlikenin koyunlarda bulunmamasıdır. RasÛlullah da böyle

vasıflandırmıştır.

Nehâî, Evzaî, Zührî, Hakem, Sevri, Atâ, İmam Mâlik, Ahmed b. Hanbel ve



Şafiî'lerden tbn Huzeyme bu hadîse dayanarak, koyunların idrar ve terslerinin temiz
olduğuna hükmetmişler ve: "Rasulullah koyun ağıllarında namaz kılmaya cevaz
verdiğine göre, onların idrar ve tersleri temizdir. Çün- kü ağıllarda idrar ve tersin
bulunmamasına imkân yoktur" diyerek dâvâlannı isbat yönüne gitmişlerdir. Bu görüş
sahiplerine göre; deve ve sığır gibi eti yenen hayvanların necasetleri de koyunun
necaseti gibidir. Deve yataklarında namazın men edilmesine sebep, onların necaseti
değil, vesvese ve teh- tikeden korunmak, huşûu muhafaza edebilmektir.
Ayrıca bunlar, Rasûlullah'm Urenîlere yakalandıkları bir hastalık üzerine "deve
idrarını sütleri İle beraber İçmeler"'ni emretmesinin de, deve idrarının temizliğine delil
olduğunu söylerler.

Ancak Hanefîler, Şafîüerin çoğunluğu, Cumhûr-u ulemâ bu görüşü kabul etmemiş ve
her türlü idrar ve tersin pis olduğuna kail olmuşlar ve: Rasûllah'm; "Deve Idrftnnı
içmelerini emretmesi" onun temiz oluşundan değil, zarurete binâendir. Nitekim zaruret
hâlinde ölü etini yemek caizdir, demişlerdir. Urenîler de o gün için bir hastalığa
tutulmuşlardı. Hastalık, benizlerini sarartıyor, karınlarını şişiriyordu. Tedavisi de
mümkün değildi. Rasûluüah," sadece o hâdiseye ışık tutmuş, Allah'tan aldığı ilham ile
o günün tedavisini vermiştir. Buna göre idrarın içilmesi bir zarurete binâendir. Zaru-
retler de kendi miktarlannca takdir olunduklarına göre; buradaki idrar içmeyi
hâdisenin dışına da taşırarak helâl olduğuna kail olmak gerekmez. Böyle olunca da eti
yenen ve yenmeyen bütün hayvanların idrar ve pisliği necis demektir.
Ebû Hüreyre'nin merfû olarak rivayet ettiği "İdrardan korununuz, çünkü kabir
azabının çoğu ondandır." Hadîs-i Şerifi bu görüş sahiplerinin delilidir. Ayrıca Buhar!
ve Müslim'in ve Ebû Davud'un 20 no'Iu hadîste rivayet ettikleri; "Rasûlullan (s. a.) İki
kabre uğradı. Bunlar azap görüyorlar «ma büyük bir şeyden dolayı değil. Şu birisi

£1721

idrardan korunmazdı..." hadîs-i şerifi de bunlar için delildir.
Bazı Hükümler

1. Hadîs, deve eti yemekten dolayı abdestin lüzumuna işaret edef Abdestten maksad,
yukarıda da açıklandığı gibi el yıkamaktır.

2. Deve yataklarında namaz kılmak yasaktır.

3. Koyun ağıllarının necis olmayan yerlerinde namaz kılmak caizdir.

£1731

4. Hüküm verirken gerekçelerini de açıklamak caizdir.

72. Çiğ Ete Dokunmaktan Dolayı Abdest Almak Mı Yoksa El Yıkamak Mı
Gerekir?

185.. ..Ebû Sa'îd (el-Hudrî)'den, demiştir ki; Rasûluüah (s.a.) bir gün, koyun derisi
yüzen bir çocuğa rastladı; "Biraz kenara çekil, sana(koyunun nasıl yüzüldüğünü)
göstereyim" buyurdu. Sonra elini kottuk altına kadar görünmeyecek şekilde deri ile et

Lİ74J

arasına soktu. Sonra da gitti ve abdest almadan cemaate namazı kıldırdı. Ebu
Dâvûd der ki: Amr, rivayetinde; "abdest almadı" sözünün tefsiri olarak "Yani ejjml
suya sürmedi" ibaresini ziyâde etmiştir. Amr, rivayetin Hilâl b. Meymûn er-
Remlî'den: "Bize haber verdi" anlamına gelen "ahbaranâ" tabiriyle değil de an, an



(...deny dan) sözleriyle nakletmiştir. Abdu'lVâhid b. Ziyâd ve Ebû Muâviye Hitâl'den
o da Atâ tarikiyla, Rasûlullah 'tan Ebu Satâ'i anmadan (mürset olarak) rivayet etmiştir

Lİ75J
Açıklama

Hadîs-i şeriften, elini ete dokunduran bir kimsenin abdest almasına lüzum olmadığı
anlaşılmaktadır. Hadîsin metne esas olan Eyyûb ve Muhammed b. Alâ'nm
rivayetlerinde Rasûlullah'm ete elini sürdükten sonra elini yıkayıp yıkamadığına dâir
hiçbir kayıt yokken, Amr'm Rivayetinde elini yıkamadığı ilâvesi de yer almıştır.
Ancak bâb başlığı da nazarı itibâra alınırsa, Rasûlullah (s.a.)'m abdest almaması, elini
yıkamamış olmasını gerektirmez.

İbn Rislân: "Bu hadîsten, çocuğun kestiği hayvanın etini yemenin caiz olduğu
anlaşılmaktadır. Ayrıca bunda, hayvan kesildikten sonra deride v.s. kalan kanın temiz

[176]

olduğuna delil vardır" demektedir.
Bazı Hükümler

1. Hadîs, Rasûlullah'm merhametine ve tevâzuuna işâret etmektir.

2. Ete dokunmaktan dolayı abdest almak gerekmez.

3. Lider durumunda olan kişilerin, topluma faydalı olabilecek işlerde öncülük etmesi

[1771

gerekir.

73. Ölü Bir Hayvana Dokunmaktan Dolayı Abdest Almanın Terki

£1781

186....Câbir b. Abdillah'm rivayetine göre: Rasûlüllah (s.a.) Aliye nin birinden
gelirken etrafmda sahâbîler olduğu halde çarşıya uğradı ve küçük kulaklı ölü bir
oğlağa rastlacu. Onu eline alıp kulağını tuttu ve (etrafındakilere): "Hanginiz bu

U29J

oğlağın, kendisinin olmasını ister?" tnıyurdu ve (Câbir b. Abdillah), hadisin

tamamını zikretti.

Açıklama

Bu hadîs-i şerif, ölü bir hayvana dokunmaktan dolayı abdest almanm ve el yatamanm
icâb etmediğine delildir. Zira Rasûlüllah (s.a.) ölü oğlağa eli ile dokunmuş ve elini
yıkadığına veya adest aldığına dâir her hangi bîr haber nakledilmemiştir.
Ebû Davud'un bu rivayetinde hadîsin tamâmı yer almamış, sadece mevzu ile alâkalı
kısım nakledilmiştir. Ancak Ebû Dâvûd, lafızlarım zikretmemekle beraber, Cabir b.
Abdillah'm bu rivayetinin devamma da işaret etmiştir. Müslim'deki rivayete göre bu
hadîs-i şerifin devamı meal olarak şöyledir:

Rasûlullah; "Hanginiz bunnn bir dirhem karşılığı kendisinin olmasını ister" diye



sormuş; Yanındakiler: "Onun hiç bir şey karşılığı bizim olmasını istemeyiz, onu ne
yapalım ki?" diye cevap vermişler. Buna karşılık efendimiz: "Onan, sizin olmasını
İster misiniz?" diye tekrar sormuş; Sahâbîler de: "Vallahi eğer bu oğlak diri olsaydı
bile kulağı küçük olduğu için ayıplı olurdu, ölüsü ne işe yarar ki?" demişler.
Rasûlullah da: "Vallahi dünya Allah'a, bunun size değersiz olduğundan daha

IİM]

değersizdir" karşılığını vermiştir.

Görüldüğü üzere bu hadîsin sebeb-i vürûdundan maksat; dünyanın değersiz olduğunu
bir misalle anlatmaktır. Hadîs-i şerifin konu ile alâkası sadece Ebû Davud'un kitabına

£182]

aldığı kısımdır. Zaten hadîs-i şerîfı kitâbü'z-zühd'de de ayrıca nakletmiştir.
Bazı Hükümler

1. Ölü hayvana dokunmak caizdir

2. Ölü hayvana dokunmaktan dolayı el yıkamak veya abdest almak şart değildir.

3. Bir işin tahkik ve te'kîdi için yemin etmek caizdir.

4. Hadîs dünyanın değersizliğine ve akıllı, bir kimsenin ona bel bağlamayacağına

Lİ83J

işaret etmektedir.

74. Ateşte Pişen Şeyi Yemekten Dolayı Abdest Bozulmaz

187.. ..lbn Abbâs (r.a) demiştir ki: "Rasûlullah (s. a.) bîr koyunun (pişmiş olan) küreğini

ri841 ri851

(n etini) yedi. Sonra abdest almadan namaz kıldı."
Açıklama

Hadîs-i şerifte ifâde edilen bu hâdise, Fethu'I-Bâri'nin beyânma göre, Dubâ'a bint
Zübeyr b. AbdiM-Muttalib'in evinde olmuştur. İbn Abbfts'm teyzesi Meymûne'nin
evinde olduğunu söyleyenler de vardır.

Bu ve bu babtaki diğer hadîsler, pişmiş et yemekten dolayı abdest almanın lâzım
olmadığına işaret etmektedir. Hulefâ-i Râşidîn ve ashabın ileri gelenleri ile dört
mezhep imamının görüşü de böyledir.

Ömer b. Abdilazîz, Hasen el-Basrî, Zührî ve Ebû Kılâbe'nin ateşte pişen eti yemekten
dolayı abdest almanın gerekli olduğu görüşünde oldukları rivayet edilmiştir. Bu görüş
sahipleri bundan sonraki bâbta gelecek olan hadîslere dayanmışlardır. Cumhur ise o
hadîslerin, üzerinde durduğumuz babın hadîsleri ile nesh edildiğim söylemişlerdir.

188....Muğîre b. Şu'be (r.a)'den, şöyle demiştir:

"Bir gece Rasûlullah (s.a.)'a misafir oldum. Rasûlullah, biraz et (pişirilmesini) emretti
ve (et) pişirildi. Efendimiz, bıçağı aldı ve benim için etten kesmeye başladı. Tam o
sırada Bilâl cıkageldi ve Rasûlullah'a namaz (vaktinin geldiğini) haber verdi.

£1861

Rasûlullah bıçağı bıraktı Bilâl'e: "Ne oluyor ona? Allah hayrını versin" dedi ve



£1871

fabdest yenilemeden) namaz kılmak Üzere kalktı.

(Ebû Davud'un hocalarından olan) Enbâri, Muğîre'nin: "Bıyığım uzamıştı, Rasûlullah,
(altına) misvak koyarak onları kısalttı veya; "Bıyığını misvak üzerine (koyarak)

[188] [189]

kısaltayım buyurdu" dediğini de ilâve etmiştir.
Açıklama

Kendisine misafir olarak gelen Muğîre b. Şu'be ile birlikte yemek yerken, Bilâl'ın
namaza davetini Rasûlullah hoş görmemiş ve bu memnuniyetsizliğini: "Bilal'e ne
oluyor? Allah hayrını versin!" sözleriyle ifâde etmiştir. Bu deyimin manâsı hakkında
lügat kitaplarında bir çok manâlar verilmiştir. Dipnotta kısaca buna işaret edilmiştir.
Görüldüğü gibi namaz vaktinin geldiğini haber alan Efendimiz, derhal yemeği keserek
namaza koşmuştur. Rasûlullah'm burada işaret edilen hareketi; Buhârî'nin rivayet
ettiği: "Akşam yemeği hazırlandığında, önce yemeği yeyiniz" mealindeki hadîse zıt
değildir. Çünkü, Buhârî'nin hadîsinde yemeğe acele etmesi tavsiye edilen kişi, oruçlu
olup da acıkan, yemeği arzu ettiği için namazda huşû'u muhafaza edemiyeeek olan
kişidir. Ayrıca üzerinde durduğumuz hadîs-i şerifte, yemeği bırakıp camiye koşacak
olan kişi imamdır. Çünkü, Rasûlullah, pek az istisna ile aralarında bulunduğu cemaate

' HM

devamlı imam olurdu.
Bazı Hükümler

1. Misâfirlik

2. Ev sahibi imkânı nisbeticde misafire ikramda bulunmalıdır.

3. Pişmiş eti bıçakla kesmek caizdir; onun nehyedildiğme işaret eden hadîs zayıftır.
Şayet o hadîsin sübûtu kabul edilirse, o zaman, eti kesmeye ihtiyaç olmadığı takdirde
yabancılara benzememek için nehyedildiğme hamledilir.

4. Müstahak olana duâ etmek caizdir.

5. İmamın namaza hazır olduğunu bildirmesi caizdir.

6. Et yemek abdesti bozmaz.

7. Uzadığı takdirde bıyığı kısaltmak meşrudur. Dudakları örtecek biçimde bıyıkların
uzatılması caiz değildir.

8. Bıyığın düzgün kesilmesi için altına bir şey konulması meşrudur.

9. Sünnete uygun olmayan bir hareketinden dolayı kişiye müdâhale edilebilir ve
insanın saçı ve sakalına itîna göstermesi gerekir.

189.. ..tbn Abbâs (r.a.) şöyle demiştir: "Rasûlullah (s.a.) bir (koyun) bud(u eti) yedi,

[191] [192]

altındaki sergiye elim sildi. Sonra kalkıp namazını kıldı."
Açıklama

Hadîs-i Şerifte, Efendimizin et yedikten sonra elini yıkamadan, bir beze silerek
namaza kalktığı ifâde edilmektedir. Yemekten önce ve sonra ellerin yıkanmasını



tavsiye etmiş olmasına rağmen, Resulullah'm elini yıkamaması, el yıkamanın farz

£193]

olmadığım göstermek içindir.
Bazı Hükümler

1. Ateşte pişen ete dokunmaktan dolayı abdest bozulmaz.

2. Yemekten sonra eli ve ağızı yıkamadan namaz kılmak caizdir.

3. Yemekten sonra elleri yıkamak farz değildir. Silmek de caizdir.

4. Yemekten sonra peçete ile veya ıslak bezlerle el silinebilir.

190.. ..İbn Abbâs (r.a) demiştir ki; "Rasûlullah (s. a.) bir (koyun) bud(un)dan ısırdı.

[194] ri951

Sonra abdest almadan namaz kıldı."
Açıklama

Bu hadîs-i şerif de, bu babın diğer hadîslerinde olduğu gibi yemekten dolayı abdestin
bozulmadığına işaret eder. Ayrıca, insanın direkt olarak, çatalsiz ve bıçaksız eti dişleri
ile ısırmasının caiz olduğu da anlaşılmaktadır.

191....Muhammed b. Münkedir dedi ki; Câbir b. Abdillah'ı şöyle derken dinledim;
"Rasûlullah(s.a.)'a ekmek ve et ikram ettim. (Onlardan) yedi. Sonra abdest suyu istedi,
abdestini aldı ve öğlen namazını kıldı. Sonra yemeğinin artığını isteyip yedi, (bu sefer)

ri961 ri971

abdest almadan, kalkıp namaz kıldı."
Açıklama

Rasulullah'm bir miktar et ve ekmek yedikten sonra abdest alıp namaz kılması, sonra
da tekrar aynı şeyleri yeyip abdest almadan namaza durması meselesinde iki ihtimal
akla gelebilir:

1. Önce, ateşte pişen şeyden dolayı abdest alması, sonra da, ikinci defa aynı şeyi
yediği halde abdest almaması, evvelki hükmün nesh edilmesi anlamına gelir.

2. Rasûiuuah yemeğe (ilk kez) oturduğunda abdestsiz olabilir. Yemek esnasında karnı
doymadan namaz vakti gelmiş, bunun için yemeği bırakarak abdest alıp namazını
kılmıştır. Henüz karnı doymadığı için namazdan sonra tekrar sofraya oturarak karnını
doyurmuş, abdesti olduğu için, yeniden bir abdeste lüzum görmeden kalkıp namaz
kılmıştır.

Rasûlullah'm, karnı tok olduğu halde, bir günde iki defa yemek yemenin caiz
olduğunu göstermek ve bazı dînî ahkâmı fiilen öğretmek için böyle hareket ettiği de

um

düşünülebilir.
Bazı Hükümler

1. Ateşte pişen şeyi yemekten dolayı abdest almak ge rekmez.



2. Yemek yerken namaz için yemeğe ara verilebilir.



192....Câbir (r.a.) şöyle demiştir; Rasûlullah'm iki işinden sonuncusu, ateşin

£1991

değiştirdiği (pişirdiği) şeyden dolayı abdest almamasıdır.

[200]

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu bir önceki hadisin kısaltılarak yapılmış rivayetidir.
Açıklama

Rasûlullah'm iki işinden maksat, ateşte pişen bir şey yedikten sonra adest alması,
sonraları ise abdesti terk etmesidir. Cumhûr-u ulemâ bu hadîse dayanarak; ateşte pişen
bir şeyi yemekten dolayı abdest almanın vücûbunun neshine hükmetmiştir.
Ancak, Beyhâkî, hadîs-i şerifin sonuna Ebû Davud'un yaptığ ilâveye bakarak, evvelki
hükmün, bu hadîsle nesh edildiğine hükmetmenin sağlam bir dayanağa sahip
olmadığını söylemektedir. Zira, bu hadîs, evvelki hadîsin muhtasarı olursa
Rasûlullah'm, ateşte pişen şeyden dolayı öne abdest alması, sonra tekrar yediği halde
abdest almadan namaza durması, bir mecliste olmuştur. Bununla da neshe
hükmedüemez. Çünkü, ateşte pişen şeyden dolayı abdest almayı emreden hadîslerin
bu hâdiseden sonra vftrid olması mümkündür. Beyhâkî'nin bu mütalaalarına da İtiraz;
edilerek, bu hadislerin evvelki hükmü nesh edebileceğine dâir deliller de getirilmiştir.
Burada bu münâkaşaların nakline lüzum görmedik. Yalnız şurası muhakkaktır ki,
Rasûlullah (s. a.) Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali, İbn Abbâs Amir b. Rabîa, Übey b.
Kâ'b, Ebû Talha (r. anhum) dan, menkûl olan tatbikat, ateşte pişen şeyi yemekten
dolayı abdestin gerekmediğidir.

Bfıci bu konuda şunları söyler:" Ateşte pişen şeyden dolayı abdest almaya lüzum
olmadığında zamanımız ulemâsı müttefiktir. Hılâf sahabe ve tâbi-ûn devrinde idi.
Rasûlullah'tan gelen "Ateşte pişen şeyden dolayı abdest alınız" mealindeki hadîsin
te'vîlinde ashabımız (mâlikîler) farklı şeyler söylemişlerdir. Bazıları, buradaki
abdestten maksadın müstehap olmak üzere eli ve ağızı yıkamak olduğunu söylerken,
bazıları önceleri abdest farzken bilâhare nesh edildiğini söylemişlerdir."

193....Ubeyd îbn Sümâme el-MürâdîMen, demiştir ki; Rasûlul-lah (s. a.) ashabından

[2011

Abdullah b. Haris b. Cez' ez-Zübcydi Mısır'a bizim yanımıza geldi. Onu,, Mısır
Mescidi'nde (şunları) söylerken dinledim:

Ben, bir evde Rasûlullah'la birlikte altı kişinin altıncısı veya yedi kişinin yedincisi
r2021

olarak bulunuyordum. Bilâl geldi ve Rasulullah'a namazı haber verdi. Biz de
çıktık ve tenceresi ateşte (kaynamakta) olan bir adama uğradık. Rasûlullah o zâta
"Tenceren (deki et) pişti mi?" diye sordu.

Adam; Anam babam sana feda olsun, evet (pişti) yâ Rasûlallah dedi.
Nebi (s. a.) tenceredendir parça et aldı (ağzına koydu). Namaza tekbir alıp

r2031 r2041

başlayıncaya kadar çiğnemeye devam etti. Ben de ona bakıyordum.



Açıklama



Bu hadîs-i şerif Rasûlullah'm pişmiş ete dokunmaktan dolayı abdest aıma(kğmı ve

12051

elini yıkamadığını ifâde etmektedir.
Bazı Hükümler

1. İmam 'a ezandan sonra namaza hazır olunduğu haber verilebilir.

2. Bir kimsenin -razı olacağını bildiği takdirde- her hangi bir dostunun yemeğini
yemesi caizdir.

3. Pişmiş ete dokunmaktan dolayı ellerin yıkanmaması caizdir.

4. Yemekten sonra namaza durulacaksa ağıza su alıp çalkalamak şart değildir.

5. Toplumun başında olan kişilerin, toplumun içindeki fertlerle ilgilenmesi onların
gönlünü ancak hareketleride bulunması, toplumla arasındaki mesafeyi açmaması

r2061

gereklidir.

75. Ateşte Pişen Şeve Dokunmaktan Dolayı Abdest Almanın Lüzumuna Israrla
İşaret Eden Hadisler

194.. ..Ebû Hureyre (r.a.) demiştir ki; Rasûlullah (s. a.) şöyle buyurdu: "Ateşin pişirdiği

r2071 r2081

her şey(i yemek)den (dolayı) abdest gerekir."
Açıklama

Muhaddislerin âdeti, bir mes'elede nesh varsa evvelâ mensüh (hükmü kaldırılan)
hadîsleri sonra da nâsih hadîsleri zikrederler. Ebû Dâvûd, pişmiş ete dokunmaktan
dolayı abdestin bozulmadığına işaret eden hadîsleri mensûkkabul etmiş, abdestin
bozulduğunu ifâde eden hadîsleri sonra getirmiştir. Cumhurun görüşü ise; daha evvel
de ifâde edildiği gibi bunun tam tersidir. Yani ateşte pişen şeye dokunmaktan dolayı
abdest almanın vücûbunu ifâde eden hadîsler neshedilmiştir.

Daha evvelce geçtiği gibi Arapça'da Vudû' el ve ağız yıkamak mânâsına gelebileceği
gibi, abdest almak manasına da gelir. Buradaki vudü'dan murat, el veya ağız yıkamak
değil, abdest almaktır. Çünkü, ŞârîMn sözünden ilk anlaşılacak olan şey, dînî
manâdaki vudû'a hamletmektir ki, burada abdest almaktır.

Bu hadîs, ateşte pişen şeyden dolayı abdest almanın şart olduğunu ifâde etmektedir.
Konu ile ilgili açıklama bundan sonraki hadîs-i şerîfm şerhinde verilecektir.

195.. ..Ebû Süfyân b. Sa'îd b. Muğîre haher verdi ki: Kendisi (bugün) Ümmü Habîbe
f2091

'nin yanma girmiş o da Ebû Süfyân'a (içmesi için) bir tas sevîk ikram etmiş,
Ebû Süfyân (Sevîk'i içtikten sonra) su isteyip ağzını çalkalamış. Bunun üzerine Ümmü
Habîbe, şöyle demiş;

Yeğenim (ey kız kardeşimin oğlu) abdest almayacak mısın? Çünkü Rasûlullah (s.a.);

mm

"Ateşin değiştirdiği (pişirdiği) veya ateşin dokunduğu şeyden dolayı abdest



[2U1

alınız" buyurdu.

Ebû Dâvûd, Zühri hadîsinde ("Kızkardeşimin oğlu" yerine) "oğlan kardeşimin oğlu
[2121

dedi" demektedir.
Açıklama

Sevîk, buğday veya arpa kavutunun su, bal, veya süt ile kanştırılmasıdır.

Ümmü Habîbe bunun yenilmesinden dolayı abdestin lüzumuna işaret etmiş ve

Rasûlullah'm bununla ilgili emrini haber vermiştir.

Ateşte pişen şeyi yemekten dolayı abdesti lüzumlu görenler bu hadîse istinâd
etmişlerdi. Ömer b.Abdi'l-azîz, Hasen el-Basrî, Zührî, Ebu Kılâbe, Ebû Miclez ve Ebû
Dâvûd bu görüştedir.

Ateşte pişen şeyi yemekten dolayı abdestin vacip olmadığı görüşüne sahip olan ulemâ
bu hadîsin, bundan önceki bâbta geçen hadîslerle nesh edildiğini söylemişlerdir,
îmam Nevevî, Müslim Şerhi'nde, bu ihtilâfın Islâmm ilk devirlerinde olduğunu, daha
sonra abdestin vacip olmadığı hususunda icmâ olduğunu kaydetmektedir. İbn Hâcer
de îbn Batardan şu mütâlâayı nakletmiştır: "Araplar câhiliyye devrinde temizliğe alışık
olmadıkları için Rasûlullah ateşte pişen şeyi yedikten sonra abdest almalarım
emretmiştir, islâm yerleşip, insanlar temizliğe alışınca bu hükmü nesh etmiştir."
"Rasûlullah'in fiili, ümmeti ile ilgili sözlerine mufmz olmaz ve onu neshetmez"
şeklindeki ifâdeler, ancak sözün hususiyetine dâir bir delil olduğu takdirde geçerlidir.
Burada öyle bir delil olmadığı gibi, Efendimiz Ebû Bekir, Ömer ve Ali {radıyallâhu
anhüm)'nin et ve ekmek yedikten sonra adest almamalarına ses çıkarmamıştır.
Ahmed b. Hanbel ve İbn Mâce'nin Câbir'den yaptıkları rivayetlerde, Câbir, Rasûlullah
(s.a.) Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'le beraber ekmek ve et yemiş, onlar abdest
yenilemeden namaz kılmışlardır.

Bilindiği gibi, nâsih-mensûh meselesinde, iki hadîs-i şerif arasını telif etmek imkânı
varken birinin diğerini nesh etmesi söz konusu değildir. Bu hadîs-i şerifleri te'vil eden
bazı ulemâ konuya daha değişik bir şekilde yaklaşmakta ve şu görUşü ileri
sürmektedirler: "Ateşte pişen şeyleri yemekten dolayı abdeste lüzum yoktur diyen
hadîslerin, abdest almanın farz olmadığına; abdesti emreden hadislerin de müstehab'a
hamledildiğini" söylemektedirler. Böylece neshi söz konusu etmeden hadîsler arasım
telif etmektedirler. Hattâbî'de bu görüşü benimseyenler arasındadır.
Beyhâkî, Osman ed-Dârimî'den naklen şunları söylemektedir:

"Bir konudaki hadîsler birbiriyle tearuz ederler ve bir tarafı tereme kesin bir işfıret
bulunmazsa, Hulefâ-i Râşid'nin ameline bakılır ve onların ameli istikametindeki
hadisler tercih edilir."
Nevevî de bu görüşü tercih etmiştir.

Tahâvî Meân-i'l-Asâr adlı eserinde Hulefâ-i Râşidî'nin, ateşte pişmiş bir şeyi yedikten

1213]

sonra abdest almadan namaz kıldıklarına dâir birçok haber rivayet etmiştir.
İkinci görüş tercihe daha şayandır. Dört mezhep İmamının görüşleri de bu
istikâmettedir. Zira, sahabeler, Rasûlullah! yakından izlerler, emirleri nedib te ifâde
etse (farz imâsı vermemesi kaydı ile) ona titizlikle uyarlardı. İçlerinde Hulefâ-i
Râşidîn'in de bulunduğu seçkin sahabe topluluğu abdest almadıklarına göre, adest



almayı emreden hadîs-i şeriflerin, bir hüküm ifâde etmedikleri yani mensûh oldukları
12141

anlaşılır.

76. Süt (lçmek)Ten Dolayı Ağzı Yıkamak

196.... Abdullah b. Abbâs (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre;

Peygamber (s. a.) süt içmiş, su isteyerek ağzım çalkalamış, sonra da; "Muhakkak

[215] [216]

bunun yağı vardır" buyurmuştur.
Açıklama

Bu hadîs-i şerif, süt ve bunun gibi yağh bir şeyi yeyip içmekten dolayı ağzj yıkamanın
müstehap olduğuna delâlet etmektedir. Her ne kadar bu hadîs-i şerifte ağzı
çalkalamanın illetinin sütte yağ oluşu olarak ifâde edilmekte ise de, Buhârî'nin Beşîr b.
Yesâr'dan rivayet ettiği ve Rasûlullah'm "Sevîk" yedikten sonra ağzını su ile
çalkaladığını bildiren haberi yağsız yiyecekleri yedikten sonra da ağzı yıkamanın
müstehap oluşuna delâlet etmektedir.

Yemekten evvel ve sonra ellerin yıkanması da aynı şekilde müstehaptır.
tmam Nevevî Müslim Şerhi'nde bu konu ile ilgili olarak şunları söylemektedir:
"Ulemâ yemekten evvel ve sonra elleri yıkamanın müstehap olup olmadığında ihtilâf
etmiştir. Zahir olan, elde pislik ve kir yoksa yemekten önce yıkamanın mütehap
oluşudur. Yemekten sonra elde yemek eseri bulunduğu takdirde yine ellerin yıkanması
müstehaptır. Ancak, yemeğe dokunmamak suretiyle elde yemek bulaşığı kalmamışsa
yıkamak gerekmez."'

İmam Mâlik de bu mevzuda, Nevevî'nin sözlerine benzeyen şeyler söylemiştir.
Yemekten önce ve sonra ellerin yıkanmasına işaret eden hadîs, Peygamberler'in
sünnetlerindendir.

[2171

Hadîs, süt içmekten dolayı ağzı yıkamanın meşru olduğuna delâlet etmektedir.

77. Süt İçmekten Dolayı Ağzı Yıkamak Hususunda Ruhsat

197....Enes b. Mâlik (r.a.) demiştir ki; Rasûlullah (s. a.) süt içti, ağzını çalkalamadan ve

12181

abdest almadan namaz kıldı.

12191

Râvt Zeyd dedi ki; "Bu şeyhi (Mûtîb. Râşid'i) bana Şu 'be (b. Haccâc) tanıttı."
r2201

Açıklama

Bu hadîs-i şerif süt içmekten dolayı ağzı yıkamayı ve abdest almayı terketmenin câiz
olduğuna delildir.

Hanefî ulemâsından Aynî, Buhârî Şerhi'n de, Tahâvi'nin: "Bu hadîs, süt içmekten



dolayı ağzı yıkamanın neshedildiğine delildir" dediğini nakleder.
Buna göre bu hadîs nâsih,bundan önceki hadîsde mensûh olmuş olur. Diğer bir görüşe
göre ise, mes'elede nesh sözkonusu değildir. Ağzı yıkamayı emreden haberler vücûba
değil, istihbâba delâlet eder.

Ahmed b. Hanbel'in rivayetine göre Enes'in Rasûlullah'dan sonra süt içtiğinde ağzım
üç defa yıkamasını belirtmesi bu konuda neshin olmadığım gösterir.
Çünkü bu hüküm neshedilmiş olsaydı, Esnes ağzım çalkalamazdı. Mentael müellifi de
bu görüşü tercih etmiştir.

Bu gibi hadîsler âmir hükmünde hadîsler değildir. Yapıldığında iyi olanı,
yapılmadığında dînî bir hükmün terkedilmiş sayılmayacağını açıklarlar.

£2211

Hadîsten süt içmekten dolayı ağzı yıkamanın şart olmadığı hükmü çıkarılmıştır.
78. Kandan Dolayı Abdest Almak
198....Câbir (r.a.)'den şöyle demiştir:

f2221

"Rasûlullah (s.a.)'Ia beraber Zâtürrikâ' Gazvesi'ne çıkmıştık. Müslümanlardan
biri, müşriklerden birinin karısını öldürdü (veya esir etti). Müşrik; Muhammed
ashabından birinin kanını dökmedikçe peşlerini bırakmayacağına yemin etti.
Rasûlullah'm izine düştü. Rasûlullah (s. a.) bir yerde konaklamıştı. Bize; "Bizi kim

f2231

korur?" diye sordu. Ensâr ve Muhacirinden birer kişi; "Biz!" diyerek ileri atılıp
görevi kabuî ettiler. Rasûlullah onlara;
"Dağ yolunun geçidinde durunuz" buyurdu.

Bu iki kişi dağ yolunun ağzına vardıklarında muhacir olanı uzandı, Ensâr' dan olanı da
kalkıp namaza durdu. Müşrik geldi, namaz kılan Ensârî'nin karaltısını görünce, onun
ordunun nöbetçisi olduğunu anladı ve okunu fırlattı ve sanki bedenine (eli ile koymuş
gibi) isabet ettirdi. (Ensârî) oku bedeninden çıkardı (namazına devam etti). Müşrik bu
şekilde Üç kerre ok attı. (Ensârî ise üçünü de çıkardı), sonra namazına devamla rükû

f2241

ve secdesini yaptı. Sonra arkadaşı uyandı Müşrik, bekçilerin kendisini fark edip

yerini bildiklerini anlayınca kaçtı.

Muhacir olan (sahâbî) Ensâr üzerinde kam görünce hayretle "Sübhânellah! İlk ok
attığında beni uyandırsaydm ya" dedi. Ensârî;

r2251 r2261
"Ben bir Sûre okuyordum, onu (yarıda) kesmek istemedim" dedi.

Açıklama

Hadîs-i şerif, insan vücûdundan (ön ve arkanın dışında) çıkan kamn abdesti
bozmadığına delildir.

İbn Ömer, İbn Abbâs, îbn Ebî Evfâ, Câbir, Ebû Hureyre, Aişe, îbn Museyyeb, Salim b.
Abdülah, Kasım b. Muhammed, Atâ, Mekhûl, Rabîa, Mâlik, Ebû Sevr, Dâvûd ve
Şâfıîlerin görüşleri de budur.

Hattâbî; Kanın abdesti bozmayacağı görüşünde olanların bu hadîse dayandıklarım
söyledikten sonra: "Bu haberden bu şekilde hüküth çıkarmanın nasıl sahîh olduğunu



anlamıyorum. Çünkü kan akıp bedenine bulaştığına göre elbisesine de bulaşmıştır.
Elbisesine az da olsa kan bulaşıp bu halde namaz kılan kişinin namazı Şafıîye göre de
caiz değildir. Ancak yaradan kan çıkar da bedenine bulaşmazsa o zaman müstesna.
Eğer burada durum böyle ise, hayret." demektedir.

Bu görüşte olanlar, ayrıca Dârakutnî'nin Enes'ten rivayet ettiği Rasûlıllah'm kan
aldırıp, sadece kan aldırdığı yeri yıkayarak, abdest almadan namaz kılması rivayeti ile
İmam Mâlik' in Muvatta'mdaki: "îbn Abbâs'm burnu kanardı çıkan kam yıkar, daha
sonra kaldığı yerden namazına devam ederdi" şeklindeki rivayetini delil kabul
etmişlerdir.

Önden ve arkadan gelen kan ise, Şafıîlere göre abdesti bozar, Mâlikîlere göre kanda
idrar veya pislik yoksa abdesti bozmaz.

İçerisinde Hulefâ-i Râşidîn'in de bulunduğu Aşere-i Mübeşşere, ibn Mes'ûd, Sevbân,.
Ebu'd-erdâ, Zeyd b. Sabit, Ebü Mûsâ el-Eş'arî, Sevrî, Evzâî, İshâk ve Hanbelîlerle
Hanefîlere göre, insan bedeninin her hangi bir yerinden çıkan kan abdesti bozar.
Ancak, Hanefîlere göre yaradan çıkan kan, yaranın başından kenara dağılmazsa abdest
bozulmaz. Bu görüşte olanlar, üzerinde durduğumuz hadîs hakkında şöyle
demektedirler:

"Bu hareketin vukuunda Peygamberimiz'in her hangi bir takririnin birlikte olmayışı ve
bu durumda sahabenin kendi içtihadına binâen böyle yaptığı ihtimâlinin kuvvetli
olması sebebiyle, kanın çıkması ile abdestin bozul-masma dâir diğer hadîslere muarız
olduğundan, ikinci grup tarafından tercihe şayan görülmemiştir. Ayrıca sahâbînin,
Ensârî'nin üzerindeki kanı görmesi, kanın elbiseye de bulaştığına delâlet etmektedir.
Bu da, kanın çok olduğunu göstermekte ve Hattâbî'nin yukarıdaki görüşlerine cevap
olarak kanın elbiseye bulaşmayacak kadar az olduğunu söyleyenlerin iddialarım ge-
çersiz kılmaktadır."

Aynî; kan aldırmak hususunda, "bu Hanefîler için bir hüccettir. Çünkü, onlara göre
sıkmak suretiyle çıkan kandan dolayı abdest bozulmaz. Abdest çıkartılan değil, çıkan
kandan dolayı lâzım gelir" der.

Hattâbî bu görüş hakkında; "O, fukahânm ekserisinin görüşüdür. İki görüşten daha
ihtiyatlı olanı budur ve ben de bu görüşteyim"demektedir.

Bu görüş sahipleri Dârakutnî ve îbn Mâce'nin Hz. Aişe vasıtasıyla rivayet ettikleri şu
hadîse dayanmışlardır:

"Kime kusmak, burun kanaması veya mezî isabet ederse (namazdan) ayrılıp, abdest
alsın sonra da konuşmadan namazın! bina etsin (kaldığı yerden devam etsin).
Buhârî ve Müslim'in Hz. Âişe'den rivayet ettikleri, Rasûlullah'm kandan dolayı abdest
almaşım emrettiği Fâtıma bint, Ebî Hubey$ hadîsi de, kandan dolayı abdestin
bozulacağına delâlet etmektedir.

Aynî, "bu hadîs, ashabın dayandığı delillerin en kuvvetlisi ve en sahihidir" demiştir.
Dârakutnî'nin Temîm ed-Dârf den rivayet ettiği, "Her akan karidan dolayı abdest
gerekir" mealindeki hadîs de bu görüşü te'yid etmektedir. Şafii olan İmâm Nevevî bu
hadîsleri teker teker ele alıp tenkid etmiş ve kendi mezhebini takviye etmeye
çalışmıştır.

İbn Teymiyye, kandan dolayı abdestin bozulmadığına işaret eden ha-dîslerdeki kanın
bir iki damla gibi az; abdestin bozulduğunu ifâde eden hadîslerdeki kanın ise, çok
oluşuna hamlederek hadîsler arasını te'Gfc çalışmıştır. İbn Teymiyye şöyle der;
"Sahabeden bir cemaatın az kandan dolayı abdesti terkettikleri doğrudur.
RasûluUah'm kan aldırıp, abdest atmadan namaza durduğuna dâir olan Enes Hadîsi



buna hamledilir. (Yukarıda tercemesi verilen) Hz. Aişe Hadîs-i ise, kanın çok oluşuna
hamledilir."

Dârakutnî'nin EbÛ Hureyre'den merfû' olarak rivayet ettiği, "bir veya iki damla
kandan dolayı abdest(e lüzum) yoktur. Ama akan kan olursa müstesna" şeklindeki
hadîs de bu te'vîli te'yid etmektedir. Ancak, bu hadîsin senedinde Muhammed b. Fazl
b. Atıyye olduğu için tehkîde uğramıştır.

Kusmuk çıkması hâlinde abdestin bozulup bozulmayacağı hususu ihtilaflıdır. Şafiî ve
Mâlikîlere göre, kusmuktan dolayı abdest bozulmaz. Hanbelîlere göre, kay(kusmuk)'m
çoğu abdesti bozar. Hanefîlere göre, kusmuğun ağız dolusu abdesti bozar, daha azı
bozmaz.

Yukarıda belirtildiği gibi ön ve arka dışında vücûdun her hangi bir yerinden akan
kanın abdesti bozacağı Aşere-i Mübeşşerenin, İbn Mesûd, tbn Abbâs, Sevbân, Ebu'd-
Derdâ, Zeyd b. Sabit, Ebû Mûsâ el-Eş'arî ve îbn Ömer gibi sahâbîlerin görüşleri de bu

r2271

istikâmette olduğundan Hanefîlere göre abdest bozulur.
Bazı Hükümler

1. Ashâb-ı kiram dînin yayılması için cihâd etmişler ve bütün fedakârlıklara göğüs
gererek ellerinden gelen gayreti sarfetmişlerdir.

2. Düşmana karşı bütün korunma tedbirleri alınmalıdır. Pu, tevekküle aykırı değildir.

3. Başkan kendisi ve tabileri için en faydalı olan şeyleri yapmalıdır.

4. Tebaanın, canlanın tehlikeye atma pahasına da olsa başkanın emrine itaat etmeleri
gerekir.

5. Kur'ân okumak, basiret sahipleri için en mühim işlerden daha önemli ve haz
vericidir, özellikle namaz hâli bu hazzm en iyi şekilde alındığı za-
manlardır .Müslümanların böyle bir hazzı tadabilmeleri için kendilerini hazırlamaları
gerekir.

6. Müslümanların bir işini üzerine alan kimse, en iyi şekilde vazifesini îfâya
çalışmalıdır.

7. Hadîs, Ashâb-ı Kiramın Allah'ı zikre ve Kur'ân okumaya olan düşkünlüğünü ve
Kur'ân tilâvetini kesmemek için vücûduna saplanan oka bile ehemmiyet
vermediklerini ifâde etmektedir. Burada akla gelen, oradaki sa-hâbînin ilk ok atışta
namazı bozup düşmanı defi idi. Çünkü, sahâbî orada nöbette idi ve Peygamber ve
ashabını bekliyordu. Asıl olan da budur. Fakat, sahâbînin dîni gayreti ve ok atanın,
kendileri orada olduğu müddetçe geçemeyeceğinden emin olmasından dolayı bu yolu
seçmemiştir.

8. Vücuttan kan çıkması Şâfiîye göre abdesti bozmaz. Hanefılerce bozulur.

9. Hadis, birden fazla kişilerin, birden fazla görevlerde, verilen görevleri canlan
pahasına da olsa bihakkın yapmaya çalışmaları gerektiğini gösterdiği gibi, aksamadığı

r2281

takdirde görevin nöbetleşe yapabileceğine delildir.
79. Uykudan Dolayı Abdest Almaya Dâir
199.... Abdullah b. Ömer (r.a.)'den şöyle demiştir:



T2291

"Bir gece, Rasulullah (s. a.) yatsı namazından meşgul edilip (namazı) geciktirdi?
O kadar ki, biz mescidde uyuduk. Sonra uyandık, tekrar uyuduk, uyandık tekrar
uyuduk. Nihayet Rasulullah bizim yanımıza (mescide) geldi ve "Sizden başka namazı

r2301 [231]

bekleyen kimse yoktur" buyurdu.
Açıklama

Rasulullah (s.a.)'in mescidde kendisini bekleyen sahâbîlere "Sizden başka namazı
bekleyen kimse yoktur" buyurması onları teselli içindir. Yani, başkaları namazlarım
bırakıp yattılar, siz ise, camide namazı bekliyorsunuz. Bu beklemenin fazileti sadece
size vardır başkasına değil,, demektir.

Hadîste ashabın uyuyuş sekilerine veya uyandıktan sonra abdest alıp almadıklarına
dâir bir açıklık yoktur.

O halde hadîsten ashabın ya abdestin bozulmayacağı bir şekilde uyuduklarını ya da
uyandıktan sonra abdest alıp namazlarını o şekilde kıldıklarını
anlayabiliriz.

Uyumanın abdesti bozup bozmadığı hususunda ulemâ arasında görüş ayrılıkları
vardır:

1. Ebû Mûsâ el-Eş'arî, Sâid b. el-Müseyyeb, Ebû Miclez, Hamîd b. Abdurrahman,
A'rac, Evzâî ve Şiflere göre, her ne suretle olursa olsun uyumak abdesti bozmaz.

f2321

"Namaza kalktığınız zaman yüzünüzü yıkayınız..." mealindeki âyeti delil olarak
ileri sürüp, "Cenâb-ı Allah abdesti bozan şeyleri haber vermiş, bunlar arasında
uyumayı saymamıştır" derler. Sünnetten delilleri de EbU Hu-reyre'den rivayet edilen,
"Abdest ancak ses veya kokudan dolayıdır" hadîsi şerifidir.

Ancak, bu âyet ve hadîsten bunların anladığını anlamak mümkün değildir. Çünkü,
âyet-i kerîme abdesti bozan şeylere mahsus değildir. Nitekim âyette abdesti bozan
şeylerin tümü sayılmamıştır. Meselâ, idrar zikredilme-miştir. Sünnetten delil
gösterdikleri hadîs-i şerif ise, abdesti bozan şeyleri haber vermek için değil, kişinin
yellenip yellenmediği hususundaki şühesini defetmek için vârid olmuştur.

2. Hasan el-Basrî, Müzeni, EbU Ubeyd, Kasım b. Sellâm, İshâk b. Râhûye ve îbn
Mttnzir'e göre, ister oturarak, ister yatarak her türlü uyuma ile abdest bozulur. Bunlar
Hz. Muâviye'nin rivayet ettiği şu hadîsi delil kabul etmişlerdir.

Rasûlullah şöyle buyurdu: "Göz, dübüriin bağıdır. Gözler uyuduğa zaman o bağ
çözülür." (Dârakutnî).

Sünen-i Ebî Dâvûd'da 203 numarada gelecek olan hadîs de bu görüşün
delillerindendir.

Bu "görüşte olanlara, "bu hadîsler zayıftır, sıhhatlerinin farz edilmesi hâlinde
mütemekkin olmıyan uyuma şekillerine hamledilirler" diye cevap verilmiştir"

3. Zührî, Rabîa, Evzâî, Mâlik ve Ahmed'den bir rivayete göre uyuma şekline
bakılmaksızın çok uyuma abdesti bozar, az uyuma bozmaz.

Bunlar, bundan sonraki Enes Hadîsi'ne dayanırlar. O hadîste Ashabın başlarının öne
düştüğünden bahsedilmektedir. O da, az uykuda mevzuu bahs olur.

4. Şafiîlere göre kişi mak'adım yere tam yerleştirmiş vaziyette uyursa abdesti
bozulmaz. Aksi halde bozulur. Uyumanın az veya çok, namaz içinde veya namaz



dışında olması arasında fark yoktur. Üzerinde durduğumuz hadîs ile 201 ve 202
numarada gelecek olan Enes ve tbn Abbâs hadîsleri, Şafıîlerin delilleri arasındadır. Bu
hadîslerdeki uyuma şekli, oturup mak'adı yere yerleştirerek uyumaya hamledilmiştir.
Şafıîlere göre uyuklamak suretiyle abdest bozulmaz.

Hanefîlere göre, kişi uzanarak, bir şeye dayanarak veya yaslanarak uyur, dayanıp
yaslandığı şey çekildiği takdirde düşecek durumda olursa abdesti bozulur. Çünkü,
abdesti bozan şey uyumanın kendisi değil, uyku esnasında abdest bozucu yel veya
kokunun zuhur etme ihtimâlinin galip olmasıdır. Nitekim, biraz önce geçtiği gibi,
"gözler mak'adm bağıdır" hadîs-i şerîfı de buna işaret etmektedir. Bu durumda âdeten
bir şeyler çıkabilir. Âdeten sabit olan bir şey de gerçekten varmış gibi kabul edilir. Bir
şeye dayanmak veya yaslanmak da, mak'ad yerden kesildiği için mafsalların irtibatını
izâle eder. Bu şekilde de istirahat son haddine varmış sayılır.

Ayakta, bir yere dayanmadan, rükûda, secdede veya oturarak uyumak ' ise abdesti
bozmaz. Bu şekildeki uyumanın namaz içinde veya namaz dışında olması arasında
fark yoktur. İnsan, yanında konuşulan şeylerin çoğunu işitecek şekilde yatarak da olsa
ayaklarsa abdesti bozulmaz. Yanımla konuşulanlara çoğunu İstemeyecek derecede
uyuklarsa bozulur.

Hanefîler; îbn Abbas'dan rivayet edilen şu hadîse dayanarak abdestin, namaz içinde
uyumaktan bozulmayacağı hükmüne varmışlardır. Şöyle ki: "îbn Abbâs RasUlullah'ı
secdede iken, horlayıp üfler gibi ses çıkarmcaya kadar uyurken gördü. Rasûlullah
kalkıp namaz kıldı. Bunun üzerine "Ya Rasûlullah sen gerçekten uyudun" dedim.
"Ancak yatarak uyuyana abdest lâzım getir. Çünkü, uzandığı zaman mafsallar gevşer"
buyurdu." (Tirmizî, Ebû Dâyûd, Ahmed b. Hanbel Taberânî, îbn Ebî Şeybe,
Dârakutnî) '

Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Oturarak, rükû halinde iken veya secde ederken
uyuyana abdest gerekmez. Abdest ancak uzanarak uyuyana lâzımdır. Çünkü, İnsan
uzanarak uyuduğu zaman mafsalları gevşer."

HldftyeMe mezhebin görüşüne esas olarak bu hadîs-i şerif verildiği halde, Nasbu'r-
râveMe bu hadîsin bu lafızla garîp olduğu, meşhur olanın, bundan evvel tercemesini

f2331

verdiğimiz lafızla olduğu kaydedilmiştir.
Bazı Hükümler

1. Az uyumak abdesti bozmaz. (Mezheplerdeki farklı görüşler "Açıklama" kısmında
verilmiştir).

2. Uykusu gelen kimsenin yatsıdan önce uyuması caizdir. Ancak, yatsıyı kılmak için
uyanamamaktan korkarsa uyumamalıdır.

3. Yatsı namazını gecenin ilk üçte birinden sonraya kadar geciktirmek caizdir.

4. İmam veya Alim'in halka meşakkat verdiğim zannettiği bir şey yapması halinde
cemaatten özür dilemesi ve onların gönüllerini alıcı, onları teselli edici sözler
söylemesi meşrudur.

5. (Keyfî olmama kaydıyla) camîde yatmak ve uyumak caizdir.

6. Faziletli ve âlim olan bir imamın arkasında namaz kılmak için beklemenin caiz
olduğuna da işaret etmektedir.

200.. ..Enes (r.a.) şöyle haber vermiştir: "Rasûlullah (s.a.)'m ashabı, yatsı namazını



12341

beklerlerdi. Hatta başlan öne eğilir, daha sonra namaz kılarlar abdest almazlardı."
Ebû Dâvûd der ki; Şu'be Katâde'den naklen "Biz Rasûlullah zamanında, (yatsı
namazını beklerken) başımız öne düşerdi" ibaresini ilâve etmiştir.

[235]

Bu hadîsi tbn Ebî Arûbe de Katâde'den değişik lafızlarla rivayet etmiştir.
Açıklama

Hadîsin zahirinden anlaşıldığına göre, Ashâb-ı Kirâm'm yatsı namazımı beklemeleri
nâdir hâdiselerden değil, sık sık tekerrür eden bir haldir. Bu hadîs bundan evvelki
hadîsin açıklamasında üçüncü görüş olarak verdiğimiz, "az uyumak abdesti bozmaz,
çok uyumak abdesti bozar" diyenlerin dayandıktan hadislerdendir. Orada da işaret
edildiği gibi başların göğüs üzerine düşmesi ancak az uyumakta görülen bir hâdisedir.
Ancak, bu görüşte olanlar az veya çok uyumanın ölçüsünü tayin etmemişlerdir.
Hadîste açıkça ashabın ne şekilde uyudukları tasrîh edilmediğine göre, Safîlerin
dedikleri gibi mak'atlan tam yere yapışmış bir vaziyette veya Haneftlerin dediği gibi
hiç bir tarafa dayanmadan veya yaslanmadan da olabilir.

Hattâbî bu hadîsin şerhinde şunları söylemektedir: "Bu hadîsten şu anlaşılmaktadır.
Uyumanın kendisi abdesti bozucu değildir. Eğer Öyle olsaydı diğer hadislerde olduğu
gibi her hâl ü kârda abdesti bozması, uykunun az veya çok, bilerek veya bilmeyerek
olması arasında fark olmaması gerekirdi. Öyleyse uyku sadece badesin vukûunun
zannedildiği bir haldir. "Uyuyan, hadesin çıkmasına manî olacak bir vaziyette oturarak
ve mafsalları derli toplu bir şekilde uyursa, hadcsten selâmetine ve eski abdestin
devamına hükmedilir. Ama böyle olmaz da uzanarak, ayakta, rükû veya secde hâlinde
ya da bir kalçası üzerine meylederek uyuyacak olursa badesin çıkıp, abdestin bo-
zulduğuna hükmedilir..."

Hattâbî'nin sözlerinin son tarafı Şafiîlere göredir. Hanefîlere göre ayakta, rükû veya
secde halinde abdestin bozulmayacağı bir evvelki hadîste ifâde edilmiştir. Zira bu

12361

durum onlarca uyku değildir.
Bazı Hükümler

1. Şuuruna hâkim durumdaki uyuklama abdesti bozmaz.

2. Yatsı namazım beklemek meşrudur.

201....Enes b. Mâlik (r.a)'dan, şöyle demiştir:

Yatsı namazına ikâmet getirilmişti ki bir adam kalkıp, "Ey Allah'ın Rasûlü, benim bir
hacetim var" dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.) onunla gizlice konuşmaya gitti. O

r2371

kadar ki, cemaat veya cemaatten bazıları uyukladı. (Oturarak uyudu). Sonra

T2381

(Rasûlullah) onlara namazı kıldırdı." Râvî (Sabit el-Bunânî) abdest alıp-

r2391

almamalarından söz etmedi.



Açıklama



Bu hadîsi Buhârî, Ezan; Müslim Tahâre ve Namaz bahislerinde tahric
etmişlerdir.Müslim'in tahrîrinde: "uyukladı" yerine ( ) "uyudu" kelimesi kullanılmış,
sonundaki ( ) "abdest almalanndan söz etmedi" ibaresi
yer almamıştır.

Hadîs-i şerifin muhtelif rivayetlerinden anlaşıldığına göre Ashâb-ı Kiram yatsı
namazım kılmak üzere toplanmışlar, ikâmet getirilmiş, tam bu sırada bir kavmin
büyüğü olduğu söylenen bir adam gelerek Efendimizle görüşmek istemiş, o da
mescidin bir köşesine çekilerek uzun uzadıya gizli olarak konuşup onu İslâm'a girmesi
için ikna etmeye çalışmıştır.

Aynî: "Çelen bu adamın insan suretinde bir melek olup ta Enes'in onu insan
zannetmesi de mümkündür" demiştir.

Bu hadis-i şerif de oturarak uyuklamanın abdesti bozmayacağına işaret etmektedir.
f2401

Bazı Hükümler

1. Bir kimsenin başka biriyle cemaatın önünde gizlice konuşması caizdir. Yalnız bir
tek kışının Ününde gizli konuşmak nehyedilmiştir.

2. Namaz için ikâmet edildikten sonra mühim işlerin konuşulması caizdir. Mühim
olmayanların konuşulması ise mekruhtur.

3. İkâmet ile namaz arasında uzun da olsa bir fasıla olursa ikâmetin iadesine lüzum
yoktur.

4. Oturanın uyuklaması abdesti bozmaz.

202.. ..İbn Abbâs (r.a)'dan, demiştir ki; Râsulullah (s.a.) secde ediyor, uyuyor, horluyor
sonra kalkıp abdest almadan namaz kılıyordu. Kendisine;

"Uyuduğun halde abdest almadan namaz kıldın" dedim. O: "Abdest sadece uzanarak
uyuyana lâzımdır" buyurdu,

Osman ve Hennâd, (rivayetlerinde): "Çünkü (insan) uzanarak uyuduğu zaman

I24İI

mafsalları gevşer" ibaresini ilâve ettiler.

Ebû Dâvûd dedi ki;'Abdest yont üzerine uzanana lâzımdır." Sözü münker bir hadîsdir.
(Çünkü) onu Katâde'den; Yeztd ed-Dâlânî'den başkası rivayet etmemiştir. Hadîsin baş
tarafını tbn Abbâs'tan bir cemaat rivayet etmiş, bu hususta hiçbir şey

f2421

zikretmemişlerdir. İbn Abbâs ( veya Ikrime : "Rasûlullah (secdede iken ken-
disinden abdest bozacak bir şey çıkmasından) korunmuştur" dedi. Aişe radjyaltahü
anhâ da Rasûlullah'm, "Benim gözlerim uyur kalbim uyumaz"buyurduğunu nakletti.
Şube şöyle demiştir: "Katâde Ebu'l-Aliye'den dört hadîs işitmiştir. Bunlar;

1. Yûnus b. Mettâ hadîsi,

2. Namaz hakkında îbn Ömer hadîsi,

3. Kadılar üçtür hadîsi,

4. ibnAbbâs'm; "Kendilerine güvenilir kişiler bana bu hadîsi nakletti. Onlardan biri ve
en güvenilir olanı Hz. Ömer'dir" diye başlayan hadîsidir.



Ebû Dâvûd devamla şöyle der; Yezîd ed-DâlânVnin hadîsini Ahmedb. HanbeVe
sordum. Yezîd'in hadîsini (rivayetini bana) yakıştırmayarak beni azarladı ve "Yezid
ed-Dâlânî'ye ne oluyor? (Kendisini de başkalarını da) Katâde'nin ashabı arasına

1243]

sokuyor?" deyip, onun hadisini önemsemedi.
Açıklama

İbn Abbâs'm, Efendimize: "Uyuduğun halde abdest almadan namaz kıldın" demesi
uyumaktan dolayı abdestin bozulduğunu bildiğini göstermektir. Rasûlullah'm İbn

f2441

Abbâs'a cevâbı üslûbu hakîm üzere olmuştur. Çünkü İbn Abbâs Rasûlullah'm
yaptığım sormuştur. Kıyâsa göre Rasûlullah'm vereceği cevap, "Gözlerim uyuyor,
kalbim uyumuyor" şeklinde olacaktı. Fakat Peygamberimiz, ümmete âit hükmü öğ-
retmek için soruya hadîste geçtiği şekilde cevap vermiştir.

Hadîs-i ŞerTin Osman ve Hennâd'm rivâyetlerindeki ilâvede uzanarak uyumanın niçin
abdesti bozduğu beyân edilmiştir. Bundan anlaşıldığına göre, (daha önce de ifâde
edildiği gibi) uyumanın kendisi abdesti bozucu değildir. Uyku ancak mafsalların
gevşemesine sebeptir. Mafsalların gevşemesi durumunda da yellenmenin vukuu

1245]

kuvvetle muhtemeldir. Vukuu kuvvetle muhtemel olan şey de olmuş gibidir.
Bazı Hükümler

1. Bir kimse bir şey görüp de doğru olmadığını zannederse, agJım araştırmalı, işin

12461

hakîkatma ermelidir.

2. Yanı yere koyup uzanarak uyumak abdesti bozar. Secdede uyumak bozmaz.(Bu
hadis Hanefılerin delillerindendir.)

3. Namaz içerisinde rükû ve sücudda uyuklayan kişi, namazına devam edebilir, abdest
almasına gerek yoktur.

203. ...Hz. Ali (r.a.) den, Rasûlullah'm (s. a.) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir;

r2471 r2481

"Dübürün bağı gözlerdir. Kim uyursa abdest alsın."
Açıklama

Vikâ: Kese, tulum gibi şeylerin ağzına bağlanan iptir.Hadîs-i şerifte "gözler"
uyanıklıktan kinaye olarak kullanılmış ve bağa benzetilmiştir. Nasıl tulum veya
kesenin bağı içindekilerin çıkmasına mâni ise, uyanıklık da istenilmeden badesin
çıkmasına manîdir. İnsan uyanık olduğu müddetçe mak'adı bağlanmış gibidir. Veya en
azından kendi kontrolündedir. Şuuru dışında oradan hiçbir şey çıkmaz. Uyuduğunda
bağı çözülür. Bundan dolayı, uyku abdesti bozucudur.

r2491

İster az, ister çok ve her ne suretle olursa olsun uyku, abdesti bozar diyenler bu
hadîs-i şerife dayanmışlardır. Ancak,bu hadîsin zayıf olduğu söylenmiştir. Aynî der ki;



"Bu hadîs iki yönden malûldür:

1. Bakıyye, hakkında tenkidler bulunan biridir.

2. İnkıta' (kesiklik).

"Hadîsin sahih olduğu farz edilirse, uyumanın az ve mütemekkin bir halde olduğuna
hamledilir.

"Bu hadîse dayanarak uykunun, bizzat kendisinin hades olduğunu söyleyenlerin
sözleri de, hafif uykunun ve secde hâlinde uyumanın abdesti bozmadığım ifâde eden

[2501

hadislerle reddedilmiştir."
Bazı Hükümler

1. Peygamber (s. a.) ümmetinin dîni işlerde neye muhtaç olacağını bıhr ve bunları
çekinmeden anlatırdı. Bu da dînî konularda lüzumlu olan her şeyin çekinmeden
anlatılması gerektiğine işaret eder.

2. Uyumak abdesti bozar. Konu ile ilgili tafsilat 199. hadîsin açıklamasında

[25U

verilmiştir.

[2521

80. (Ayağıyla) Necasete Basan Kimsenin Abdest Alıp Almayacağı
204.. ..Abdullah (b. Mes'ûd) (r.a.) şöyle demiştir:

"Biz (Rasûlullah'la beraber olur) pisliğe basmaktan dolayı abdest almazdık. (Secdede)

[253]

saçın ve elbisenin yere değmesine de manî olmazdık."

Ebû Dâvûd şöyle demiştir; İbrahim b. Ebî Muâviye hadîsinde, "A 'rneşten o da
Şakîk'den o da Mesruk'tan (vasıtalı olarak)" veya, "Şakîk el-A'meş'den(aralarwda
vâsıta olmadan)Mesruk'tan Abdullah (b. mes'ûd) şöyle dedi... diye haber verdi." dedi.
Hennâdda; "(Mesruk'tan veyaA'meş, Ebû Muâviye'ye) Şaktk'den haber verdi ki

12541

Abdlulah (b. Mes'ûd) şöyle demiştir..." dedi.
Açıklama

Bu hadîs-i şerifin Hâkim tarafından rivayeti, "Biz Rasûlullah'la birjikte namaz kılar
pisliğe basmaktan dolayı abdest almazdık" şeklindedir. Buradaki ( )ibaresinin
"Abdest almazdık" anlamında şer'î manâsında mı yoksa "Ayağımızı yıkamazdık"
anlamına lügavî manâsında mı kullanıldığı âlimler arasında ihtilâf konusu olmuştur.
Hattâbî, Kelimeyi "abdest almazdık*' manâsına alarak, "Bununla, ayaklarına pislik
bulaştığında abdesti yenilemediklerini kasdetmiştir. Ayaklarını yıkamadıklarını,
pislikten temizlemediklerini değil" demiştir.

İrâkı de şöyle der; "Buradaki vudû'un temizleme anlamına lügavî manâsına
kullanılmış olması muhtemeldir. Buna göre mânâ: Onlar çamur gibi şeylere
basmaktan dolayı ayaklarını yıkamazlar, çamurun aslının temiz oluşuna binâen onun
üzerinde yürürlerdi, şeklinde olur."

Ancak Hâkim'in rivayetinde pisliğe bastıktan sonra namaz kıldıkları ifâde edildiğine



göre Hattâbî'nin söylediğinin daha sahih olması uygun görünmektedir.

Beyhâkî, daha değişik bir anlayışla buradaki necasetin kuru necaset olduğunu ve

Ashabın buna basmaktan dolayı ayaklarım yıkamadıklarını ifâde etmiştir.

Tirmizî, bu konuda şöyle der: "Bu, ehl-i ilimden bir çoklarının görüşüdür. însan, pis

bir yere bastığı zaman ayağım yıkaması gerekmez, ancak pislik yaşsa yıkaması

lâzımdır, dediler."

Abdullah b. Mes'ûd hadîsin son tarafında saçlarını ve elbiselerini yerden
sakınmadıklarını da ilâve etmiştir.

Hattâbî, bu konu ile alâkalı olarak da şunları kaydetmektedir: "Bunun manâsı şudur:
Namaz kıldığımızda onların tozlanmaması için topraktan korumazdık. Bilakis onları
yere değecek biçimde sahverirdik. Onlar da azalarla birlikte secde ederlerdi. Ancak

[2551

saçların temiz olan yerlere dökülmesi halinde buna manî olunmaz."
Bazı Hükümler

1. Necasete basmaktan dolayı abdest bozulmaz. Buna muhalif olan hiçbir alim yoktur.

2. Namazda iken elbise veya saçlar tozlanmasın ya da kırışmasın diye toplamak doğru

[2561

değildir.

81. Namazda İken Abdestî Bozulan Kişi(Nin Ne Yapması Gerektiği?)

205.. ..Ali b. Talk (r.a.) Rasûlullah'm şöyle buyurduğunu haber vermiştir:
"Sizden biri namazda iken sessizce yellenirse (namazdan) ayrılıp abdest alsın ve
f2571 f2581

namazı iade etsin."
Açıklama

Hadis-i şerifdeki namazın iadesine dâir olan emir, yellenme kasten oıursa vücûba,
hatâen olursa istihbâba hamledilir. Yani yellenme olayı iradesiyle olursa bu namaz
içindeki müslümana ve ibadet âdabına aykırı bir davranıştır. Şayet vâki olursa abdest
alıp namazını iade etmesi gerekir, irâde dışı olduğu takdirde en yakın yerden abdest
alıp namaza kaldığı yerden devam edebilir. Ancak, namazı yeniden kılması daha
evlâdır ve müstehaptır.

Malikî, Şafiî ve Hanbelîlere göre; Namazda iken abdesti bozulan kişinin namazı
bozulur. Namazına yeniden başlaması îcâb eder, yaptıklarının üzerine bina edemez.
Hanefilere göre: Namazda irâdesi dışında abdesti bozulan kişi namazına yeniden
başlamadan, yaptıkları üzerine bina edebilir. Tafsilâtı fıkıh kitaplarında beyan edilen
bu mes'elenin özeti şudur:

Namaz içinde iken abdestin irâde dışı, istenmeden bozulmasına "Sebk i Hades", bile
bile isteyerek bozulmasına "Hades-i Amd" denilir.

Namazı bıraktığı yerden başlayıp devam etmeye "Bina", yeni baştan kılmaya
"îsti'nâff ' tâbirleri kullanılır.

Sebk-i hades suretinde bina caizdir. Namazda iken, istemeyerek abdesti bozulan kişi,
hiç konuşmadan gidip en yakın sudan abdest alarak veya (şartlan mevut ise)



teyemmüm ederek gelir, namazım bıraktığı yerden başlayıp, abdestinin bozulduğu
rüknü iade ederek tamamlar.

Hanefîler: "Namaza devam edebilir" şeklindeki görüşlerinde; "Namazda kendisinden
ay veya mezî ge.en veya burnu kanayan kimse, gitsin abdest alsın ve konuşmadıkça
namazını bina etsin" hadîs-i şerifine dayanmışlardır. Bu hadîse mürsel diye itiraz
edilmiştir.

İbn Nüceym: "Bu hadîsin mürsel olarak sıhhatinde niza yoktur. O da bizce ve ehli
ilmin ekserisince hüccettir" demektedir.

Hanefîler; hadisi açıklama kısmında ifâde edildiği biçimde te'vil etmişlerdir.
Binanın cevazı; Hz. Aişe, tbn Abbâs, Hz. Ebü Bekir, Hz. Ömer, Hz. AH, İbn Ömer,
İbn Mes'ud, Selmân-ı Fârisî gibi büyük sahâbîlerle, Alkame, Tavus, Salim b. Abdillah,
Saîd b. Cübeyr, Şa'bî, İbrahim en-Nehâ'ı, Atâ, Mekhûl ve Sâid b. Müseyyeb gibi
tabiîlerden de rivayet edilmiştir.

Bu hadisten insandan her hangi bir şeyin çıkması abdesti bozar ve namazdan çıkmayı

12591

gerektirir, hükmü çıkarılmıştır.
82. Mezînin Hükmü

T2601

206.. ..Uz. Ali (r.a.) şöyle demiştir: "Ben mezîsi çok gelen biriydim. (fylenîye
kıyas ederek) yıkanmaya başladım. Öyle ki sırtım çatladı. Bunun üzerine durumu

1260

Rasûlullah (s. a.) anlattım. Veya: anlatıldı. Rasûlullah;

"Böyle yapma, mezîyi gördüğünde, tenasül organım yıka ve namaz için abdest aldığın

r2621 f2631

gibi abdest al. Menî çıkdığmda ise, yıkan" buyurdu.
Açıklama

Mezi bevaza Çalan ve yapışkan bir sıvıdır. Oynaşma veya öpüşme anında erkekten de
kadından da gelebilir. Bazan çıktığı fark edilemez.

Üzerinde durduğumuz hadisten, mezîden dolayı guslün gerekmediği, guslü gerekli
kılan şeyin menî olduğu anlaşılmaktadır. Bu, mezhepler arasında ittifak edilen bir
noktadır.

Ancak, meri geldiğinde yıkanacak mahal, mezînin teiniz mi pis mi olduğu gibi
mes'elelerde ulemâ arasında hayli görüş ayrılıkları vardır.
Şimdi bunları kısaca açıklayalım;

Rasûlullah'ın: "tenasül organını yıka" sözünü zahirine bakarak Mâli-kîler, zekerin
tamamının yıkanmasının şart olduğu görüşüne varmışlardır.

Ahmed b. Han bel'den iki görüş nakledilmiştir. Bunlardan biri Malikîlerin dediği
gibidir. Diğerine göre ise, zekerin hayalarla birlikte yıkanmasıdır. İleride gelecek olan
İbn Sa'd Hadîs'i de Hanbelîlerin bu görüşünü takviye eder görünmektedir. Fakat îmam
Nevevî o hadîsin, mezînin hayalara da bulaşması hâline hamledilmesi gerektiğini veya
yıkanmasının mendup olduğunu işaret ettiği görüşündedir.

Mâlikîlere göre, zekeri yıkamak teabbüdî olduğu için, niyet de şarttır. Hanefî ve
Şafiîlere göre, necaset mahallinin yıkanması kâfidir.



Nevevî, bunun, Cumhurun mezhebi olduğunu söylemektedir. Çünkü, yıkamayı
gerektiren şey, çıkan şeydir, bu da çıkanın mahalline mahsus olur.
Tahâvî'nin Şerhu Meâni'l-Asâr'ın da Saîd b. Cübeyr'den rivayet ettiği "İnsan mezî
çıkardığı zaman haşefeyi yıkar ve abdest alır" sözü de bu görüşü te'yid etmektedir.
Bu hadîs-i şerif ayrıca meninin çıkmasından dolayı guslün farz olduğuna delâlet
etmektedir. Ancak meninin temiz olup olmadığı hususunda da ihtilâf edilmiştir.
Şafıîlere ve Hanbefflerin meşhur olangörüşüne göre,menî temizdir .Bu görüş, ashabtan
Ali b. Ebî Tâlib Sa'd b. Ebî Vakkâs, Ibn Ömer ve Aişe (radıyallahü anhüm)den de
rivayet edilmiştir.

Hanefî ve Mâlikîlere göre, meni pistir. Ancak Hanefîlere göre, yaşı sadece yıkamakla
temizlendiği halde, kurusu ovalamakla da temizlenebilir. Ancak bu durumun,
idrarından sonra su ile temizlenmesi şartına bağlı olduğunu, fukahâ ayrıca beyan
etmektedirler. Mâlikîlere göre ise, hem yaşının hem de kurusunun yıkanması lâzımdır.
Meninin temiz olduğuna hükmedenler, meninin ovalamakla temizlene-bileceğine dâir
olan hadîslere; pis olduğuna hükmedenler de yıkanmasının lüzumuna işaret eden
hadîslere dayanmaktadırlar. Hafız îbn Hacer el-Askalânî, Fethu'l-Bârîde, bu hadîsler
arasında ihtilâf olmadığını söyler.

Hafız, "yıkamayı istihbâba hamledersek, Şafiî ve Ahmed'in dediği gibi meninin temiz
olduğuna, yıkamayı yaş olan menîye, ovalamayı da kuru olanına hamledersek
Hanefîlerin dediği gibi meninin pis olduğuna hükmedilir. Birinci görüş tercihe
şayandır..." demektedir.

Yine Buhârî sarihlerinden Aynî, Askalânî'nin bu sözleri Hattâbî'den, değiştirerek
aldığını ve bununla Hanefîlerin görüşünü çürütmek istediğini söyledikten sonra, uzun
uzun tenkit etmiş ve Hanelileri haklı çıkartarak, Askalânî'nin tercihe şayan dediği
görüşün, tercihe şayan olma bir tarafa, sahih bile olmadığını söylemiştir. Aynî, bu
tenkitlerini yaparken İslâm'ın genel prensiplerini ve Usûl-ü Fıkıh kaidelerini esas
almıştır. Burada bu tenkitlerin zikrine lüzum görmedik.

Görüldüğü gibi bu meseleyi Hz. Ali'nin doğrudan doğruya Hz. Peygamber'e sorduğu,
Tirmizî ve Tahâvî tarafından desteklenmiş, Nesâî ve Abdurrezzâk'm rivayetlerine göre
ise, Hz. Ali'nin bu soruyu; Hz. Ammâr ve Mik-dâd vasıtalarıyla sordurduğu beyan
edilmektedir. Buhârî'nin bir rivayetine göre ise, Hz. Ali Rasûlullah'm kerimesi ile evli
olması münasebetiyle, "Bu soruyu sordurdum" dediği de bu görüşü desdeklemektedir.
Fukahâ da bu meseleyi bu şekilde izah etmektedirler. İbn Hıbbân ise, Hz. Ali'nin bu
meselenin Rasûlullah'a sorulmasını istemesine rağmen kendisinin de sormuş ola-

[2641

bileceği şeklinde rivayetleri cem etmiştir.
Bazı Hükümler

1. Mezînin gelmesi guslü gerektirmez, bundan olayı ancak abdest almak icap eder.

2. Mezî pistir.

3. Meninin gelmesi guslü icâbettirir.
207....Mikdâd b. Esved (r.a.)'den, demiştir ki;

Ali b. Ebi Tâlib (r.a.); "Benim nikâhımda kızı var, onun için kendim sormaktan
utanıyorum" (diyerek) Mikdâd'a (râvinin kendisine) karısına yaklaşıp (oynaşıp) ta
mezî gelen kimseye ne lâzım geldiğini Rasûlullah aleyhisselâmdan soruvermesini



istedi. Mikdâd şöyle devam etti:

"Rasûlullah'a bunu sordum; "Sizlerden biri bu durumla karşılaşırsa tenasül organını

r2651 r2661

yıkasın ve namaz için abdest aldığı gibi abdest alsın" buyurdu."
Açıklama

Bu hadîs de aşağı yukarı evvelki hadîsin aynısıdır. Sadece, onda soruyu Hz. Ali'nin
kendisi sormuş, bunda ise Mikdâd'a sordurmuştur. Tafsilât için evvelki hadîsin şerhine

[26U

müracaat edilebilir.
Bazı Hükümler

1. Kişinin, karısının yakınlarıyla, örfen utanılacak meselelerde direkt olarak
konuşmaması, konuşulması gereken meseleleri muaşeret kaidelerine göre, vâsıta ile
halletmesi uygun olur.

2. Mezîden dolayı gusül değil, abdest gerekir.

3. Soru sormakta, fetva istemekte vekil tâyin etmek caizdir..

4. Vasıtalı da olsa, insan dînî hükümlerden bilmediklerini bilene sormalıdır.

5. Sorulan kişi meseleyi biliyorsa, cevap vermekten çekinmemelidir.

208....Urve'den, rivayet edilmiştir.Urve;

"Ali b. Ebi Tâlib Mikdâd'a şöyle dedi;' diyerek (bir önceki) Süleyman b. Yesâr'ın
rivâyetindekilerin benzerini zikretti. Sonra Urve dedi ki; Mikdâd, Rasûlullah'a sordu,

T2681

(s. a.) da; "Zekerini ve hayalarını yıkasın." Buyurdu.

Ebû Dâvûd dedi ki; Bu hadîsi Sevrt ve bir cemaat, Hişâm babası Mikdâd ve Hz. Ali

[2691

senediyle Rasûlullah'tan rivayet etmiştir.
Açıklama

Hadîs-i şerif, Urve, Hz. Ali iüe Mikdâd arasında geçen bir konuşmayı haber
vermektedir. Aslında Urve bu konuşma ânında onların yanında değildi. Hâdiseyi Ali
b. Ebi Tâlib veya Mikdâd'dan duymuş olması muhtemeldir.

Bazı nüshalarda ,Ebû Davud'un ilâvesindeki; "Mikdâd'dan" ibaresi mevcut değildir.
Doğrusu da böyle olması gerekmektedir. Çünkü, Mikdâd, hadîsi bizzat Rasûlullah'dan
duymuştur. Buna göre Hz. Ali'den rivayet etmesine lüzum yoktur.
Hadîsdeki: "Zekerini ve hayalarım yıkasın." ifâdeleri emir olması sebebiyle Ahmed b.
Hanbel ve bazı fukahâya göre vücûb ifâde eder. Yani hem zekerin hem de hayaların
yıkanması gerekir.

Cumhûr-u ulemâya göre hayaların da zekerle birlikte yıkanması menduptur. Ancak,
hayalara da bir şey bulaştığı takdirde yıkanması vaciptir.

Hattâbî de, "Hayaların soğuk su ile yıkanması hakkındaki emir, şehveti kırması,
mezîyi azaltması ve tıbben faydalı olduğu içindir" demektedir.

Hadîsten Mezî sebebiyle hayaların ve zekerin yıkanmasının gerektiği hükmü



çıkarılabilir.



209....Urve, Ali b. EbîTâlib'in "Mikdâd'adedimki..." diye başlayan hadisini yukarıda
geçtiği şekilde nakletti.

Ebû Dâvûd dedi ki; Bu hadîsi, Mufaddal b. Fedâte, Sevrî ve İbn Uyeyne Hişâm'dan,
Hişâm babasından, o da Ali b. Ebî Talib'den rivayet etti.

Ayrıca, îbn İshâk da Hişâm b. Urve'den, Hişâm babasından, o Mikdâd'dan, Mikdâd da

r2701

Rasûlullah (s. a.) den rivayet etmiş fakat "Hayalarını" sözünü zikretmemiştir.
Açıklama

Bu hadîsin açıklaması evvelki hadîslerde geçmiştir.

[2711

210....Sehl b.Huneyf (r.a)'den, şöyle demiştir: Mezîden dolayı zorluk çekmekte
ve sık sık yıkanmaktaydım. Dururumu Rasûlullah (s.a.)'a arzettim. "Mezîden dolayı
sadece abdest alman kâfidir" buyurdu. Bunun üzerine: "Yâ Rasûlullah, elbiseme
bulaşan mezî ne olacak?" dedim. "Bir avuç su alıp, bu suyu elbisenden mczînin

[272] [2731

bulaştığını gördüğün yere serpmen (yıkaman) kâfidir" buyurdu.
Açıklama

Her ne kadar bu hadis-i şerifte yalnız mezî'den bahsedilmiş ise de bu konu ile
yakından ilgili olan, aşağıdaki hususları beyân etmeyi uygun bulduk.
Erkeklerden çıkan maddeler dörde ayrılır, a. İdrar, b. Vedî, c. Mezî, d. Meni.
İdrarın, ittifakla hükmü necistir. Affedilen mikdârı aştığı takdirde yıkanması şarttır.
Vedî; İdrar akabinde çıkan yapışkan bir maddedir. Bu da idrar gibi necistir. Abdestten
başka bir şey gerektirmez.

Meni; Şehvetten dolayı akan sıvıdır. Her halükârda guslü gerektirir. Ancak, meninin
necis olup olmadığında fukahâ ihtilaf etmiştir.

Hanefîlere göre necistir. Yaşının muhakkak yıkanması, kurumuş olanın (eğer idrardan
sonra su ile yıkanmış ise) ovalamakla temizleneceği hadis-Uerde mevcuttur.
Tirmizî, elbiseye bulaşan mezî hakkında ulemânın ihtilaf ettiklerini söyledikten sonra
bu ihtilaftan şöylece sıralar;

1. Şafiî ve îshâk mezînin ancak yıkanmakla temizlenebileceği görüşündedir.

2. Bazıları mezî bulaşan yere su serpmekle temizleneceğini söylerler.

3. Ahmed: "Su serpmekle temizleneceğini umarım" demektedir.

Nevevî: "Hadîs-i Şerîf deki ("serpmek" diye terceme ettiğimiz) ( ) kelimesi hem
"yıkamak" hem de "su serpmek" manâsına geldiği için burada muradın yıkamak
olduğunu söyler. Bu da cumhurun görüşüdür. Başka bir hadîs, mezîden dolayı "avret
yerini yıka" şeklinde vârid olduğuna göre, burada da yıkamak manâsında olacağı açığa
çıkmış olur" demektedir.

Şevkânî ise, "Esrem' in rivayetinde ( ) "Onun üzerine dök" şeklinde sabittir. Ayrıca
din kolaylığı emrettiğine göre burada bu kelimenin serpmek manasında olduğu
açıktır" dedikten sonra, mezînin bulaştığı yere su serpmenin yeterli olacağını



söylemektedir.

îdrârı yıkamak hususunda ne kadar titiz davranıldığı bilinmektedir. İdrara mülhak olan
şeylerin de onun hükmünü alması gerekir. Dolayısıyla Şevkânfnin dediği gibi kolaylık
mülâhazası pek görünmemektedir.

Zaten, Cumhurun görüşü yukarıda ifâde edildiği gibi mezî bulaşan yerin yıkanması

[274]

gerektiği şeklindedir.
Bazı Hükümler

1. İnsan bilmediklerini bilene sormalıdır.

2. Sorulan kişi cevap vermekten çekinmemelidir.

3. Mezî, guslü îcap ettirmez, abdesti gerektirir.

1275]

2 11.... Abdullah b. Sa'd el-Ensâri şöyle demiştir; Rasûlullah (s.a.)'e, guslü îcap
ettiren şeylerden ve sudan sonra gelen sudan sordum da,o da;"(Sudan sonra gelen su
için) o mezîdir ve her erkek mezî çıkarır. Bundan dolayı fercini ve hayalarım yıkarsın,

r2761 r2771

namaz için aldığın abdest gibi abdest alırsın" buyurdu.
Açıklama

"Sudan sonra gelen su" tâbiri mezîye işarettir. Çünkü, mezî çıkmaya başladıktan sonra
kesilmeden bir müddet devam eder. Böylece sudan sonra su gelme hâli olur. Menî ise
böyle değildir. Menî, fışkırdıktan sonra kesilir, bir müddet sonra tekrar gelir. Şevkânî,
bundan maksadın idrardan sonra gelen su olduğunu söylemiştir. Fakat bu, hadîsin
devamına uygun düşmemektedir. Çünkü, idrardan sonra gelen suya mezî değil vedî
denilir ve daha çok olabilir.

Bu hadîs-i şerif mezî çıkması halinde tenasül organıyla birlikte hayaların da yıkanması
gerektiğini söyleyen Hanbelîlerin görüşünü te'yid eder. 206. hadîsin açıklamasında da
temas edildiği gibi Nevevî hayaların yıkanmasının, mezînin hayalara da bulaşması

f2781

halinde bağlamaktadır.
Bazı Hükümler

1. Mezîden dolayı tenasül organıyla birlikte hayalar da yıkanmalıdır.

2. Mezî guslü gerektirmez, yalnız abdesti bozar.

3. İnsanlar dinlerine âit hükümleri öğrenmek için bilenlere sormalıdırlar.

4. Cevap veren, duruma göre, sorulandan başka şeyler de söylenebilir.

212. ...Haram b. Hakîm, amcası (Abdullah b. Sa'd)dan rivayet etti ki; Abdullah,
Rasûlullah (s.a.)'e, "Hayızlı iken karımdan bana neler helâl olur?" diye sordu.

f2791

Rasûlullah (s. a.); "Sana, peştemalîn üstü helâldir" buyurdu.

(Hadisin ravisi Hârûn b. Muhammed veya Heysem b. Humeyd) hayızlı ile yemek



T2801

yenebileceğini ekledi ve bu hadîsi zikretti.
Açıklama

İlk bakışta bu hadîsin bâb başlığı ("terceme") ile hiçbir alâkası görünmemektedir.
Nitekim, bazı nüshalarda bu ve bundan sonraki hadîs "Hayızlı kadınla mübaşeret ve
onunla beraber yemek" adındaki bir bâb'ta yer almaktadır. Ancak nüshaların çoğunda
üzerinde durduğumuz "Mezînin hükmü" başlığı altında yer almıştır.
Buna göre, hadîsin başlıkla ilgisi Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde aynı râvîden
naklettiği Ensârî, Rasûluilah'a; Guslü gerektiren sudan sonra suyun hükmünden,
evinde ve mescitte namaz kılmadan ve hayızlı kadınla yemek yemenin hükmünden
sordu; Rasûlullah da;

"Allah hakkın söylenmesinden haya etmez. Ben şöyle şöyle yaptığımda namaz için
aldığım abdest gibi abdest alırım, fercimi yıkarım, (diyerek guslün yapılışını beyan
etti.)Sudan sonra suyun hükmüne gelince o mezîdir. Her erkek mezî çıkarır. Bundan
dolayı fercimi yıkar ve abdest alırım. Mescit ve evde namaz kılma meselesi ise,
evimin mescide ne kadar yakın olduğunu biliyorsun. (Buna rağmen) farz namazın
dışında kalanları mescitte kılmaktan çok, evimde kılmayı seviyorum. Hayızlı ile
yemek yeme işi ise, ben onlarla beraber yemek yiyorum."

Esas metinde bildirilen hadîsten bu hadîs kasdediliyor ise, bir önceki hadisten daha
geniş olarak verilen bu hadîs mevzûmuzu ilgilendirir ve tamamı İçindedir. Ancak, Ebû
Dâvud şerhlerinden Menhei'in açıklamaları gözönüne alınırsa ve bununla Tirmizî'nin:
"Hayızlı kadınla yemek yenip yenmeyeceğini" sordum da, Peygamberimiz;
"Onunla yemek ye! buyurdu" hadîsi kasdediîiyorsa, MezS Babı ile ilgisi olmadığı
ortaya çıkar. Nitekim, Menhel müellifinin yukarıdaki hadîsle sonraki hadîsi ayrı bir
babda zikretmesi, bunu göstermektedir. .Zîra, 213'üncü hadîs sadece bu konu ile

mu

ilgilidir.

Bazı Hükümler

1. Havız halinde hanımının göbeğinden yukarısından faydalanmak, onunla beraber
yemek yemek caizdir.

2. Dînî meselelerde, utanılacak cinsten de olsa bilinmeyen hususların sorulması teşvik
edilmelidir.

3. Evde nafile kılmak, camide kılmaktan daha efdaldir.

4. Mezînin ancak, ferci yıkama ve abdest almayı gerektirir; mezi necistir.

213....Muâz b. Cebel (r.a)'den, şöyle demiştir;

Rasûlullah (s.a.)'e; "Karısı hayızlı iken, erkeğin ondan faydalanması helâl olan yerini"

r2821

sordum; "Peştamalın üstüdür, ama ondan da sakınmak efdaldir'* buyurdu.

r2831

Ebû Dâvûd; "Bu hadîs kuvvetli değildir" demiştir.



Açıklama



T2841

Bu mevzu ile ilgili geniş bilgi, 103. Bâb 258. hadîste verilecektir.
83. İnzalsiz Cima'ın Hükmü

214....Übeyy b. Ka'b şöyle haber vermiştir;

"Rasûlullah (s. a.) İslâm'ın ilk yıllarında elbisenin azlığından dolayı inzâlsiz cima
neticesinde insanlara yıkanmamayı bir ruhsat kıldı. Daha sonra ise guslü emretti.
r2861

Ruhastı kaldırdı."

Ebû Dâvud şöyle der; Übeyy, bununla; "Sudan dolayı suyu" kasdetmiştir. (Bu da

r2871

meninin gelmesinden dolayı guslün gerektiğini ifâde etmektedir.)
Açıklama

Übeyy (r.a.)'in haberinden anlaşıldığına göre, İslâm'ın ilk devirlerinde, müslümanlar
fakir, elbiseleri az olduğu için, sık sık yıkanmaktan dolayı bir zarara uğramamaları
bakımından, meni gelmediği müddetçe cinsi temastan dolayı bir ruhsat ve kolaylık
olarak gusül emredilmemişti. Bazı rivayetlerde ( ) "Elbiseler" kelimesinin yerine ( )
"Sebat" sözü kullanılmıştır. Buna göre, müslümanlar henüz İslâm'a yeni girdikleri için
dînî emirlere olan sebatları azdı. Bu yüzden kendilerini İslâm'a ısındırmak ve kolaylık
göstermek bakımından menî gelmeyen temastan dolayı gusül gerekmiyordu; anlamı
çıkar.

İhtimal ki Übeyy, sonraları bu meselenin konuşulup, o şekilde fetva verildiğini
duymuş ve onun İslâm'ın ilk zamanlarına mahsus bir ruhsat olduğunu,şimdi ise
hükmün değişip menî gelmese bile sünnet mahallerinin birbirine temasından dolayı
guslün vacip olduğunu anlatmak istemiştir.

Hadîs, ister menî gelsin, ister gelmesin mutlak manada cinsi temasın, guslü
gerektirdiğine işaret etmektedir. Ancak ulemâ bu meselede ihtilâf etmiştir.
Ebû Eyyûb el-Ensârî, Ebsû Sâ'ıd el-Hudrî, İbn Mes'ûd, Sa'd b, Ebî Vakkâs, Übeyy b.
Kâ'b, Râfî b. Hadîc, Zeyd b. Hâlid, Atâ b. Ebî Rebâh, Ebû Seleme, Süleyman el-A'meş
ve Zahirîlere göre, menî gelmeden, cinsî münâsebet guslü gerektirmez. Bunlar
Müslim'in, Ebû Sa'îd el-Hudrî'den, Buhârî'nin, Hâlid el-Cühenî'den ve Tahâvî'nin Ebû
Hureyre'den rivayet ettikleri hadîslere istinad etmişlerdir ki,bu hadisler guslün ancak
menî gelmesinden dolayı farz olduğuna işaret etmektedirler.

Nevevî, Müslim Şerhi'nde, "bilmiş ol ki, bugün müslümanlar, menî gelmese bile,
mücerret temasdan dolayı guslün farz olduğunda ittifak etmişlerdir. Ashaptan bazıları,
menî olmadan guslün farz olmadığı görüşünde idiler. Onlardan bir kısmı
görüşlerinden döndü ve icmâ meydana geldi..." demektedir.

Cumhur, biraz sonra gelecek olan 216. hadîs ile, Buhârî ve Müslim'in Ebû
Hureyre'den, Müslim'in Hz. Aişe'den ve Tahâvî'nin Ebû Sâlih'den rivayet ettikleri ve
"menî gelmese bile temastan dolayı guslün farz olduğunu"

ifade eden hadîslere dayanmışlardır. Bunlar, evvelki hadîslerin guslü emreden
hadislerle neshedildiğini söylemektedirler.



İbn Abbâs, Guslün şart olmasını meninin gelmesine bağlamanın ihtilâmla ilgili
olduğunu söyler.

Subülü's- Selâm' da bu konuda şunlar söylenmektedir; "Hadîs-i şerif nesh hususunda
açıktır. Nesh olmasa bile bu hadîs ( ) "Su sudandır" hadîsine tercih edilir. Çünkü,
bu "mantûk" öbürü "mefhûm" dur.

"Usül-ü fıkıhta, mantûk mefhûm üzerine tercih edilir. Ayet-i kerîme de bu mantûk'u
desteklemektedir. Mâide Sûresinin 6. ayetinde ( ) "Cünup olursanız tertemiz
paklanınız" buyuruluyor. İmam Şafiî der ki; "Arap dili, cenabet kelimesinin hakikat
olarak cinsî münâsebet mânâsına gelmesini gerektirir, isterse, menî çıkmasın. Çünkü,
birisine, filanca falan kadından cünup oldu deseler, meni inmese bile hemen, o kadın
ile cinsî münâsebette bulunduğunu anlar. Bu suretle sadece içeriye girmenin guslü

r2881 r2891

icâp etmesi babında kitab ile Sünnet birbirini desteklemiş oluyor."
Bazı Hükümler

1. Sünnet mahallî girdikten sonra, menî gelmese bile gusul farzdır.

2. Guslün, meninin gelmesine bağlı olduğu hükmü İslâm'ın ilk dönemlerine mahsustu,
sonradan nesh edildi.

3. Şer'î hükümlerin bazıları bazılarını nesh eder.

4. Sünnetin Sünnetle neshi caizdir.

215....Sehl b.Sa'd (r.a.) Übeyy b. Kâ'b (r.a.)'m kendisine şöyle dediğini haber verdi:
"Suyun sudan (guslün meniden) olduğuna dâir sahâbîlerin verdiği fetva, İslâm'ın ilk
günlerinde Rasûlullah'ın tanıdığı bir ruhsattı. Rasûlullah, sonraları (menî gelmese bile

f2901 [291]

temastan dolayı) yıkanmayı emretti."
Açıklama

Bu Hadîs-i şerif de bir evvelki hadîsin hemen hemen aynısıdır. Ancak, bu hadîs-i şerîf
de evvelkinden farklı olarak, ruhsatın niçin verildiği tâyin edilmemiş, fazla olarak da
Ashâb-ı Kirâm'dan bazılannm o ruhsata uygun olarak fetva verdikleri kaydedilmiştir.
Menî gelmediği takdirde guslün îcâp etmediğine dâir fetva veren sanayilerin isimleri
önceki hadîste belirtilmiştir. Mes'ele hakkında tafsilât için o hadîsin şerhine müracaat
edilmelidir.

216.. ..Ebû Hureyre (r.a.) Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir; "Erkek,
kadının dört dalı (kollan ve bacakları) arasına oturur, (erkek) sünnet mahallini,
(kadının) sünnet mahalline bitiştirirse (inzal vuku bulsun, bulmasın) gusül vacip
f2921 f2931

olur."
Açıklama

Hadîste geçen "Şu'ab" kelimesi "Şu'be "kelimesinin çoğuludur. İbnu'l-Esîrln
bildirdiğine göre; herşeyin bir kısmı ve parçası demektir. Buradaki "Şu'be"den ne



kasdedildiği ulemâ arasında ihtilaflıdır. Bazılarına göre bunlar» kollarla bacaklardır.
Nitekim, "Şuab" kelimesi "Misbâh" isimli eserde ifâde edildiği gibi "Şu'be"
kelimesinin çoğulu olup ağacın gövdesinden sarkan dalları manâsına, teşbih yoluyla
da kadının kol ve bacakları manâsına gelmektedir. Bu teşbihten maksat cimâ'dır.
Diğer bazıları "şuab"uı ayaklarla uyluklar olduğunu söylemişlerdir. Kadı İyâz'a göre;
bundan murat kadının dört tarafı, yani kollarıyla bacaklarıdır. Bununla, kinaye
suretiyle cinsî münâsebet kasdedilmiştir. Yani cinsî münâsebete niyetlenir ve âletini
sünnet yeri kayboluncaya kadar idhal ederse menî gelmese bile gusül vacip olmuş
olur.

Tirmizî, bu hükmün, ulemânın ekserisinin görüşü olduğunu söyler.

Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Âişe (Radıyallâhü anhüm) gibi büyük sahâbîler,

Süfyân-ı Sevrî, Şafiî, Ahmed İshâk ve Hanefîler bu görüştedirler.

Şafiî olan îmam Nevevî bu mevzuda şunları söylemektedir;

"Ashabımız (şafıî âlimler) şöyle demiştir; Kesinlikle yasak olmasına rağmen Haşefe,
kadın veya erkeğin dübüründe, bir hayvanın dübür veya fercinde kaybolursa yine
gusül vacip olur. Bu durumda kendi ile temas edilen insan ölü veya diri, büyük veya
küçük, isteyerek veya istemiyerek, bilerek veya unutarak olması âletinin sert olup
olmaması veya sünnetli ya da sün-netsiz olması hükmü değiştirmez. Bütün bu
pozisyonlarda fail ve mefûle gusül lâzımdır. Yalnız taraflardan birisi çocuksa,
mükellef olmadığı için ona gusül lâzım gelmez. Fakat onun için de "cünüp oldu"
denir. Eğer mümeyyiz ise, velîsinin ona abdesti emrettiği gibi guslü de emretmesi
gerekir..."

Nevevî'nin ifâdeleri aslında Şafiî Mezhebi'nin görüşleri olmakla beraber, bir çok
hususta diğer mezheplerin de görüşlerini yansıtmaktadır. Farklı olarak Mâliki ve
Hanbelîler, küçük kızla temas hâlinde, çocuk müştehat olmadığı takdirde meninin
inmesini şart koşmuşlardır.

Hanefilere göre de hayvana veya ölüye temas hâlinde guslün farz olması için meninin
inmesi şarttır. Aletin bez gibi bir şeye sarılmış vaziyette temas edilmesi hâlinde, fercin
hareketi hissedilir ve lezzet alınırsa, menî gelmese de gusül farz olur. Aksi halde menî

f2941

gelmeden farz olmamakla beraber ihtiyata binâen uygun olanı guslün lüzumudur.
Bazı Hükümler

1. Haşefenin girmesi halinde, menî inmese bile hem fail hem de mef,ul için gusletmek
farz olur.

2. Anlatılması güç olan bazı hususların kinaye yoluyla anlatılması caizdir.

3. Sarahaten anlatılmasına gerek duyulan şeylerin açıkça anlatılabileceğine işaret
vardır.

217.. ..Ebû Sa'îd el-Hudrî'den Rasûlullah (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir;

r2951 \296]

"Su (yıkanma) sudan (meniden) dir." Ebû Seleme de böyle yapardı.
Açıklama

Hadîste, guslün lüzumunun, meninin inmesine bağlı olduğu ifâde edilmektedir. Ancak



bu, yukarıda da işaret edildiği gibi İslâm'ın ilk zamanlarına mahsus bir ruhsattı,
bilâhare neshedildi.

İbn Abbâs, bunun neshedilmediği, bununla muradın rüyada ihtilâm olmak olduğu
görüşüne sahiptir. Ancak hadîs-i şerifin sevk edildiği bahis cima ile alâkalıdır.
Müslim'in Ebû Sa'îd el-Hudrî'den rivayet ettiği şu hadîs, bu hükmün cima ile ilgili
olduğunu tereddüde meydan vermeyecek şekilde ortaya koymaktadır
Hadis şöyledir: "Pazartesi günü Rasûlullah aleyhisselâm'Ia birlikte Kubâ'ya (gitmek
üzere yola) çıktım. Beni Sâlim(in bulunduğu yer)e vardığımız zaman, Rasûlullah
Itbân'm kapısı önünde durarak ona seslendi. İtbân esvabını sürükleyerek çıktı.
Rasûlullah (s. a.): "Adam'a acele ettirdik" buyurdu.

Itbân; "Yâ Rasûiellah ne buyurursun, bir adam karısı ile cima hâlinde iken acele
ettirilir de meni indirmezse ona ne lâzım gelir" dedi. Rasûlullah (s.a.); "Su ancak

f2971

sudan dolayı icâp eder" buyurdular.

İbn Abbâs'm bu hâdiseden haberi olmaması ve bu yüzden; "Suyun ancak sudan dolayı

T2981

lâzım olacağı" hükmünü ihtilâmla alâkalı sayması muhtemeldir.

84. Cünüp Olan Kişinin (Yıkanmadan) Tekrar Cima Etmesi

218....Enes b. Mâlik (r.a.)'dan rivayet edilmiştir: "Rasûlullah (s.a.) bir gün (bütün)

r2991

hammlarıyla (cinsî) temasta bulundu ve (en sonunda) bir kere gusül abdesti aldı."
Ebû Dâvûd dedi ki; Bunu, Hişâm b. Zeyd, Enes'den; Mâ'mer de Kaiâde vâsıtası
ileEnes'ten; Salih b. Ebi'l-Ahdar Zührî'den, hepside Enes tankıyla Rasûlullah 'tan

DOOl

(böylece) rivayet ettiler.
Açıklama

BuhârFnin bir rivayetinde o gün Rasûlullah (s.a.)'in dokuz, başka bir rivayetinde de
onbir hanımı bulunduğu beyan ediliyor. Bir başka görüşe göre de dokuz hanımı, iki de
cariyesinin olduğu ifâde edilmektedir.

Rasûluüah'm karı koca muamelesinde bulunduğu hanımları şunlardır;
Hz. Hadîce, Şevde, Âişe, Hafsa, Ümmü Seleme, Hind, Çüveyriye, Zeyneb bint Cahş,
Zeynep bint Huzeyme, Reyhâne, (Rasûlullah bunu esir almış sonra âzad edip Hicretin
altıncı senesinde onunla evlenmiştir), Ümmü Habîbe, Remle bint Ebî Süfyan, Safıyye,
Meymûne, Fa'tıma bint Dahhâk, Esma bint Nûman'dır.

Ayrıca nikahlayıp da karı koca muamelesinde bulunmadığı hanımları da olmuştur.
Buhârî Şârihi Aynî, Efendimizin nikahladığı hanımların sayısının yirmi sekize
vardığını söyler. Tabiî bunların hepsi aynı anda nikâhı altında bulunmuş değildir.
Peygamber Efendimizin çok evlilik yapmasının birçok hikmetleri vardır. Ailevî
münâsebetlere âit ahkâmın tesbit ve yayılması, kimsesiz kalan hanımların himâyesi,
devletin gücünü muhafaza ve İslâm'ın yayılmasını temîne yardımcı olması bakımından
devrinin ileri gelenleri ile akrabalık kurma, çok evlenmenin Araplar arasında bir
fazilet ve medh vesilesi sayılması, ehl-ü ıyâlin çokluğunun kişiyi Rabbisi ile meşgul
olmaktan alıkoymaması gerektiğinin gösterilmesi bu hikmetlerdendir.



Rasûlullah (s.a.)'in çok hanımla evlenmesi dünya zevkine düşkünlüğünden dolayı
değildir. Eğer öyle olsaydı daha İslâmı tebliğe ilk başladığı günlerde Müşriklerin,
İslâm dâvasını bırakması şartıyla Mekke'nin en güzel kızlarını teklif etmelerini kabul
eder, çok evliliğin âdet olduğu bir devirde elli yaşma kadar tek kadınla yetinmezdi.
Nesâî ve Hâkim'in Enes'ten rivayet ettikleri bir hadîste; "Sizin dünyanızdan bana
kadın ve güzel koku sevdirildi, gözümün sürüm namazda kılındı" buyurarak namazı
hepsinden üstün tuttuğunu ortaya koymuştur.

Üzerinde durduğumuz hadîs-i şerifdeki "Tavaf (dolaşmak)"tan murat cinsî
münâsebettir. Buhârî'nin rivayetinde Katâde'nin: "Enes'e; "Rasûlullah aleyhisselâm
buna dayanabiliyor muydu?" dedim. Biz aramızda, "Ona otuz erkek kuvveti
verildiğini konuşurduk" cevâbım verdi" demesi de bunu gösterir.
Rasûlullah (s.a.)'in bir gusülle bütün hanımlarını dolaşmasının birkaç veçhe ihtimâli
vardır. Şöyle ki;

1. Bunu, seferden geldiği zaman yapmıştır. Çünkü o zaman, "Kasm" denilen, zevceler
arasında adalete riâyet lâzım değildir, peygamber (a. s.) sefere çıkacağı zaman
hanımları arasında kur'a çektirir, kur'a hangisine çıkarsa beraberine onu alırdı.
Döndüğü zaman "kasm"e yine başlardı. Fakat başlarken bu hakta bütün hanımları eşit
olduğu için hiçbirini tercih etmez, bir defada hepsinin yanma uğrar kasm'e ondan
sonra başlardı.

2. Birden dolaşma mes'elesi, hanımlarının rızası ile olmuştur.

3. Mühelleb'e göre bu iş zevceleri arasında kur'a çektirerek sefere çıkacağı gün
olmuştur. Çünkü kur'adan sonra kasm'e riâyet lâzım değildir.

Ancak bu te'viller Rasûlullah (s.a.)e zevceleri arasında devam üzre müsâvâta riâyet
farzdır diyenlere göredir ki, ekseri ulemânın kavli budur.

Ona kasm vacip değildir, diyenlere göre Hadîs-i te'vile hacet yoktur. Ebû Bekr İbnu'l-
Arabî diyor ki, "Allah, nikâh konusunda bazı şeyleri Peygamberine tahsis
buyurmuştur. Onlardan biri de kendisine bir saat tahsis etmesidir. O vakitte
zevcelerinin onun üzerinde hakkı yoktur. Onların hepsinin yanma girer, kendilerine
dilediği muameleyi yapar, sonra nevbet sırası hangisinirise ona döner .Müslim'in
Kitabında İbn Abbâs'tan rivayet edilen bir hadîste bu saatin ikindiden sonra olduğu
bildirilmektedir.

Rasûlullah (s.a.)'in zevcelerini bir gusülle fakat ayrı ayrı abdest alarak tavaf etmiş
olması muhtemeldir. Yahutta abdest almadan bir gusülle hepsini dolaşmış ve bunun da

13011

caiz olduğunu göstermek istemiştir.

Ebû Davûd'da 220 numarada gelecek olan hadîs Efendimizin aralarda abdest aldığını
[302]

bildirmektedir.
Bazı Hükümler

1. Temas edilen kadm ister aynı, ister ayrı ayrı olsun iki temas arasında gusul şart
değildir. Ancak gusletmek

müstehaptır.

2. Cenabetten dolayı hemen yıkanmak lâzım değildir. Fakat namaz vaktini daraltmaya
meydan verilmemelidir.

3. Güç yetmesi hâlinde temasın çokluğu mekruh değildir.



4. Adaletle hareket edileceğine emin olunduğu takdirde dörde kadar evlenmeye

T3031

dinimiz ruhsat vermiştir.

85. (Cinsî) Temastan Sonra Tekrar Temasta Bulunmak İsteyenin Abdest Alması

13041

219.. ..Ebû Râfi (r.a)'den, demiştir ki;

Rasûlullah (s. a.) bir gün her birinin yanında (ayrı ayrı) yıkanmak suretiyle, (bütün)
hanımları dolaştı. Ebû Râfî şöyle dedi;

"Yâ Rasûlullah, hepsi için bir kerre gusül etsen olmaz mıydı?" dedim.
"Bu, (sevap yönünden) daha iyi (kalbin tatmini için) daha güzel, (beden için) daha
r3051

temizdir" buyurdu.

r3061

Ebû Dâvâdi "Enes'in (Önceki) Hadîsi bundan daha sahihtir" demiştir.
Açıklama

Ebû Dâvûd bu son ifâdesi ile, önceki hadis ile bu hadîs arasındaki ihtilâfa işaret
ederek, birini diğerine tercih etmek suretiyle bu ihtilâfı gidermek istiyor.
Şevkânî, Hafızın: "Ebû Dâvûd bu hadîsi ta'n edip, Enes hadîsinin daha sahih olduğunu
söyledi" dediğini naklediyor. Aslında Ebû Davud'un yaptığı ta'n değildir. Çünkü, onun
sıhhatini inkâr etmemektedir.

Nesaî: "Bu hadîsle Enes hadîsi arasında ihtilâf yoktur. Bilakis Rasûlullah, bazan
cimâlar arasında yıkanmaz bazan da yıkanırdı" der.

Nevevî de: "Bu, Rasûlullah'm değişik zamanlarda her iki uygulamada bulunduğuna
hamledilir" demiştir.

Hadîs, cimâm tekrarlanması hâlinde, cima aralarında guslün müstehap olduğuna
delâlet eder. Şevkânî'nin beyânına göre, Zahirîlerle, îbn Habîb, temaslar arasında
abdest almanın vücûbuna kaildirler. Bu görüş sahipleri, bu babtaki hadîslere
dayanırlar.

Diğer, îslâm ulemâsına göre ise, temaslar arasında abdest almak farz değildir.
Tahâvî'nin Hz. Aişe'den naklettiği ve Rasûlullah'm cimâî tekrarlamak istediğinde
abdest almadığını ifâde eden haberler Cumhurun delillerindendir.
Ayrıca, hadîs-i şerifin son kısmı ve sahabenin sorusuna cevap niteliği taşıyan
bölümünde "Daha faziletli" olduğunu belirtmesi güsûl yapmadan da, ikinci bir
temasda bulunulabileceğine işarettir. Böylece iki hadîs arasında tearuz olmadığı açıkça
r3071

görülmektedir.
Bazı Hükümler

1. Aynı gün. temasın tekrar edilmesi hâlinde arada gusletmek mestehaptır.

2. Gusül yapmadan da cima tekrarlanabilir.

3. Dînî meselelerde tereddüt edilen noktaların sorulup öğrenilmesi lâzımdır.



220.. ..Ebû Sa'îd el-Hudrî (r.a.) Rasûlullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu nakletmiştir;
"Sizden biri hanımına yaklaştığında, tekrar etmeyi isterse ikisi arasında (sadece)
r3081 r3091

abdest alsın."
Açıklama

Evvelki hadîste de ifâde edildiği gibi Zahirîlerle, Malikîlerden İbn Habîb, arada abdest
almanın vücûbuna kail olmuşlardır. Buna da delil olarak hadîsdeki "İki cima arasında
abdest alsın" emrini göstermektedirler.

içinde Hanefîlerin de bulunduğu Cumhur ise, abdestin müstehap olduğu"
görüşündedirler. Ancak, Ebû Yûsuf abdestin, vacip veya müstehap olmayıp mubah
olduğunu söylemiştir.

Ulemâdan bazıları buradaki "Vudû"u lügat mânâsına alarak, maksadın tenasül
uzvunun yıkanması olduğunu; abdestin, şehveti tatmin için değil, ibâdet için meşru
olduğunu söylerler. Zira, diğer bir rivayette "abdest alsın" yerine "fercini yıkasın"

[3101

denmektedir. Buna göre yalnız avret mahallinin yıkanmasıyla da iktifa edilebilir.

86. Uyumak İsteyen Cünup (Ne Yapmalıdır?)

221.... Abdullah b. Ömer (radıyallâhü anhümâ) şöyle dedi;

Ömer b. el-Hattâb,geceleyin cünup olduğunu Rasûlullah (s.a.)'a anlattı. Rasûlullah

f31 11 r3121

(s. a.) ona; "Abdest al, zekerini yıka sonra uyu" buyurdu.
Açıklama

Hadîs-i şerifin bu şeklinden, Hz. Ömer'in, cünup olarak uyumanın hükmünü
Rasûlullah'a sorduğu, onun da yukarıdaki cevabı verdiği anlaşılmaktadır. İbn Hacer,
Nesaî'nin, bu sorunun sebebini açıkladığını, buna göre Hz. Ömer'in oğlu, Abdullah'ın
gece cünup olup, durumu babasına söylediğini, babasının da Rasûlullah (s.a.)'a
gelerek, mes'elenin hükmünü sorduğunu kaydetmektedir.

Menhel sahibi, Nesaî'nin es-Sünenu's-Suğrâsmda böyle bir hadîse rastlamadığım
söyledikten sonra hadîsin es-Sünnenu'I-Kübrâ'da olabileceğini beyân etmiştir. Fakat
Hz. Ömer'in bir sefer kendisi bir sefer de oğlu için sormuş olması da mümkündür.
Rasûlullah (s.a.)'in Hz. Ömer'e "Abdest al, zekerini yıka sonra uyu" buyurması, abdest
almanın öne alınmasını gerektirmez. Çünkü, cümleleri biri birine bağlayan atıf edatı
(vav) tertibe delâlet etmez, sadece iki şeyin bir arada toplanmasını ifâde eder. Buna
göre hadîs-i şerifte abdest almakla zekeri yıkama işlerinin ikisinin de yapılması
emredilmektedir. İstincânm abdestten evvel olduğu da malumdur. Nitekim hadîsin
İmam Mâlik'ten rivayeti; "Zekerini yıka, abdest al, sonra uyu" şeklindedir.
Hadîs-i şerifte abdestin önce alınması, onu ta'zim ve teberrük içindir. Buhârî'nin
rivayetinde abdest alma emir siğasiyla değil,"Abdest aldığı zaman uyur" şeklinde şart
sîğasiyla gelmiştir.

Cünup olan bir kimsenin uyumadan öne abdest alması meşrudur. Ancak, bunun
hükmü hususunda ihtilâf edilmiştir.



Mâlikîlerden tbn Habîb ile Zahirîlere göre cünubün uyumadan abdest alması farzdır.
Zahirî İbn Hazm ise bu mes'elede Dâvûd ez-Zâhirî'den ayrılarak, "Cünup bir kimsenin
yemek yiyeceği, uyuyacağı, selâm alacağı ve Allah'ı zikredeceği zaman abdest alması
vacip değil, müstehaptır" demiştir. Ibnu'l-Arâbî İmam Şafiî ve Mâlik'in de abdestin
farz olduğuna kail olduklarını söylemekte ise de, sonra gelen bazı Şafiî ulemâsı bunu
red etmişlerdir. Doğru olan da budur.

Süfyân-ı es-Sevrî, Sa'îd b. Müseyyeb, Hasan b. Hayy ve İmam Ebû Yûsufa göre,
cünubün abdest almadan uyuması caizdir.

Evzâî, Leys, İmam-i Azam Ebû Hanîfe, İmam Muhammed, İmam Şafiî, İmam Mâlik,
Ahmed b. Hanbel, İshâk, İbn Mübarek ve Cumhûr-u ulemâya göre, cünub kimsenin
uyumadan öne abdest alması müstehaptır. Bunlar, üzerinde durduğumuz hadîsteki
abdestin emredilmesini nedbe hamletmişlerdir. Zîra, İbn Huzeyme ve îbn Hibbân'm
Sahihlerinde İbn Ömer'den rivayet ettikleri bir hadîs-i şerifde, İbn Ömer Hz.
Peygamber'e, "Cünup iken bizden her hangi biri uyuyabilir mi?" diye sormuş Hz.
Peygamber Aleyhisselâtü vesselam da; "Evet, dilerse abdest alır" buyurmuşlardır.
Bir grup ulemâ da buradaki vudû'dan muradın vudû-ı liığavî olduğunu söylemişlerdir.
Bunlara göre, gerekli olan, elleri ve ferci yıkamaktır. İbn Cevzî bunun hikmetinin
meleklerin pislik ve kötü kokudan uzaklaşıp Şeytanların yaklaşması olduğunu söyler.
Veliyyuilah Dehlevî de, Hucettullahi'l-Bâliğa'smda şunları söylemektedir; "Cünupluk
meleklerin melekliğine zıt olduğuna göre, mü'min hakkında uygun olan, cünup olarak
uyumamak ve yemeği uzatmamaktır. Şayet gusl etmesi mümkün olmazsa abdesti
terketmemesi gerekir..."

Suyun bulunmaması veya kullanma imkânı olmaması hâlinde teyemmüm, abdestin
yerini tutar. Her ne kadar Beyhakî'nin Hz. Aişe'den yaptığı rivayette, "RasUlullah
aleyhisselâm cünupken uyumak istediği zaman abdest alır veya teyemmüm ederdi"

1313]

denilmekte ise de, teyemmüm hali abdeste kadir olamamaya hamledilmiştir.
Bazı Hükümler

1. Cimâdan sonra tenasül organı yıkanmalıdır.

11141

2. Cunup bir kimse, cunup olarak uyumak isterse, abdest alması müstehaptır.
87. Cünup İken Bir Şey Yemek

222....Aişe (r.anha), şöyle demiştir: "Rasûlullah (s. a.) cünup iken uyumak istediğinde

D 151 [316]

namaz için abdest aldığı gibi abdest alırdı."
Açıklama

Buhârî'nin rivayeti: "Tenasül organım yıkar ve namaz için abdest alırdı" şeklindedir.
Yani fercini yıkar ve namaz için abdest aldığı gibi abdest alırdı. İbn Mâce'in rivayeti
ise, Ebû Dâvûdun ki gibidir.

Hadîs-i şerifteki ( -idi) kelimesi, Efendimizin bu hareketinin bir defaya mahsus
olmayıp, tekrar ettiğini ifade etmektedir. Hadîs-i şerifin konu ile münâsebeti, bundan



sonraki hadîsde yer alan Yûnus'un Zührî'den yaptığı ziyâdedir. Ancak bu rivayet
önceki bâbla ilgilidir.

223.. ..Yûnus; Zührî'den, öneki hadîsi aynı senet ve mânâ ile rivayet etmiş ve; "Cünup

13171

iken (bir şey) yemek istediğinde ellerini yıkardı." ibaresini ilâve etmiştir.
Ebû Dâvûd şunları söylemiştir:

"Bu hadîsi îbn Vehb, Yûnus'dan rivayet edip, yemek hâdisesini Hz. Aişe'nin sözü
olarak göstermiştir.

"Salih b. Ebi'l-Ahdar da ZührVden îbn Mübârek'in dediği gibi rivayet etmiş; fakat,o
(Zührî)"Urve veya Ebû Seleme'den..." diye rivayet etmiştir.

"Evzâi ise Yûnus'tan o da Zührî vasıtasıyla îbn Mübârek'in dediği gibi rasûlullah'tan
[318]

rivayet etmiştir."
Açıklama

Müellifin bu farklı rivayetleri almaktaki maksadı, hadîsin merfTi ve mevkuf
rivayetlerine işaret ederek, îbn Mübârek'in rivayetini takviye etmektir.
Hadîs-i Şerifin zahirinden anlaşıldığına göre, cünup olan kişi bir şey yemek isterse
ellerini yıkamalıdır. Evzaî'nin görüşü de bu merkezdedir.

Ahmed b. Hanbel'e göre; cünup olan kişinin uyumazdan, ikinci defa temasta
bulunmazdan veya yiyip içmezden evvel zekerini yıkamakla beraber abdest alması
müstehaptır.

İmam Mâlike göre, ellerine pislik bulaşmışsa onları yıkar. İmam Şafiî de aynı
görüştedir. İmam Ebû Hanîfe ve Sevrî'ye göre, cünup olan kişi bir şey yemek isterse
ellerim yıkar, ağzını da su ile çalkalar. Abdest almadan uyumasında beis olmamakla

13191

beraber alması daha uygundur.

88. "Cünup Olan Kimse (Yemek Veya Uyumak İstediği Zaman) Abdest
Almalıdır" Diyenlerin Delilleri

224....Aişe (r.anhâ)den, cünüblük halini kasdederek şöyle demiştir; "Rasûlullah (s.a.)

r3201 [321J

(bir şey) yemek veya uyumak istediği zaman abdest alırdı."
Açıklama

Buharı, Müslim, Nesaî ve İbn Mâce'nin rivayetlerinden anladığımıza göre buradaki
vudû, el yıkamak manâsına değil, abdest alma manâsına kullanılmıştır. Meselâ,
hadîsin Müslim'deki rivayeti şu şekildedir; "Rasûlullah (s.a.) cünup olarak yemek
yemek veya uyumak isterse namaz için abdest aldığı gibi abdest alırdı."
Bu hadîs-i şerifle, sadece el yıkamaya işaret eden evvelki hadîs arasında bir zıtlık
yoktur. Peygamber Efendimiz, cünup iken yemek veya uyumak istediğinde bazan
abdest almış, bazan da cevazına işaret etmek için ellerini yıkamakla iktifa etmiştir.
Ancak, bu durumda Efendimizin daha çok yaptığı, abdest almak olmuştur.



Bu hadîsten cünup olan kişinin yemek veya uyumak istemesi halinde adest almasının
müstehap olduğu hükmü çıkarılmıştır.

225....Ammâr b. Yâsir (r.a.)den rivayet edildiğine göre; "Rasûlullah (s. a.), cünup olan
kişiye (birşey) yiyeceği, içeceği veya uyuyacağı zaman abdest almasına ruhsat
[322]

verdi."

Ebû Dâvüdşöyle demiştir; "Bu hadîsin senedinde, Yahya b. Yâ'mur ile Ammâr b.

f3231

Yâsir arasında zikredilmeyen bir râvî vardır."

Ali b. Ebî Tâlib, îbn Ömer ve Abdullah b. Amr; "Cünup olan kişi yemek istediği

13241

zaman abdest alır" demişlerdir.
Açıklama

Cünup olan kimsenin yemek, içmek veya uyumak istediği zaman abdest almasının
hükmü 22 1 . hadîsin açıklamasında verilmiştir. Müellifin hadîse ilâve olarak, Hz. Ali,
İbn Ömer ve Abdullah b. Amr'm görüşlerini zikretmesi, üzerinde durulan hükmün,

[325]

hem merfu hem de mevkuf olarak sabit olduğuna işaret içindir.
Bazı Hükümler

Hadîs, cünup olan kişinin, yemek, içmek veya uyumak istediği zaman gusletmesmin
cfdaı olduğuna işaret ediyor. Çünkü, abdest ruhsat olarak gösterilmiştir. Azimet de

[326]

ruhsattan daha efdaldir. Ancak, gusledilmemesi hâlinde abdest alınmalıdır.
89. Cünup Olan Kişinin Guslü Geciktirmesi

[3271

226....Gudayf b. Haris (r.a.) şöyle demiştir: "Aişe (r.a)'ya: Ne dersin? Rasûlullah

(s.a.) cünuplükten dolayı, gecenin başında mı, yoksa sonunda mı yıkanırdı? dedim.

Bazan başında bazan da sonunda guslederdi, dedi.

Allahu Ekber... Genişlik (kolaylık) veren Allah'a hamd olsun, dedim.

(Peki) Vitri gecenin başında mı yoksa sonunda mı kılardı? Bana haber ver, dedim.

Bazan başında bazan da sonunda kılardı dedi.

Allahu Ekber... Kolaylık ihsan eden Allah'a hamd olsun, dedim.

(Gece) namazında, açıktan mı yoksa sessiz mi okurdu? diye sordum.

Bazan açıktan bazan da sessiz okurdu, dedi.

r3281 P291

Allahu Ekber... Kolaylık ihsan eden Allah'a hamd olsun,dedim."
Açıklama

Hadîs-i Şeriften, cünup olan kişinin, cünup olur olmaz hemen yıkanmasının farz



olmadığı, gecenin sonuna kadar guslü tehir ve terketmesinin caiz olduğu
anlaşılmaktadır. Ancak, bundan sonraki hadîste tafsilatı geleceği gibi, gusülde acele
etmek efdaldir. Rasûlullah (s. a.) ümmetine bir kolaylık ve cevazına işaret etmek üzere
guslü bazan gecnin sonuna kadar te'hir etmiştir.

Vitir konusunda da Hz. Aişe, soru biçimine uyarak, Efendimizin vitri bazan gecenin
evvelinde bazan da sonunda kıldığını söylemiştir.

Halbuki Rasûlullah (s.a.)'m gecenin evveline ve sonunda olduğu gibi, ortasında da
kıldığı olmuştur. İnşallah vitir namazı bahsinde konu hakkında geniş malûmat
verilecektir.

Gece namazlarmdaki kıraatin şeklinin ne olacağı hususu da yeri geldikçe mufassalan
verilecektir. Burada sadece, geceleyin namaz kılan kişi için Hanefîlere göre, hem
açıktan hem de sessiz olarak okumanın caiz olduğunu hatırlatmakla iktifa edelim.
Yalnız, Teravih cemaatle kılmırsa, imam olan kişi açıktan okumalıdır. Ayrıca bu
mes'ele efdaliyet mes'elesidir. Hanefi ulemasından Aynî; "Sahih olanın, okuyanın
zamanı, yeri ve hali ile mukayyet olduğunu, sesli veya sessiz okumada bu hususların

T3301

göz önünde bulundurulması gerektiğini" söyler.
Bazı Hükümler

1. Cünup olan kişinin, cünup olur olmaz gusl etmesi farz değildir.

2. Vitir namazının hem gecenin evvelinde hem de sonunda kılınması caizdir. Ancak,
gecenin sonunda kalkmaya alışık olanların te'hir etmeleri, alışık olmayanların da,
gecenin başında kılmaları efdaldir.

3. Geceleri kılman nafile namazlarda kıraatin açıktan olması da gizü olması da caizdir.

227.. ..Ali (r.a.) Rasûlullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu haber vermiştir;

[331] f3321

'İçinde, resim, köpek ve cünup bulunan eve melekler girmez"
Açıklama

Melâike, melek kelimesinin çoğuludur. Bu kelimenin aslı "mef al" vezninde,
"mel'ek"tir. Hemzenin harekesi lâm'a nakledilerek hemze hazfolunmuş ve "melek"
olmuştur. Cemî yapılacağında, hazf edilen hemze geri gelmektedir.
Melekler lâtif, nürânî cisimlerdir. Müslim'in Hz. Aişe'den rivayet ettiği bir hadîs-i
şerifte; "Melekler nurdan, cinler dumansız ateşten, Adem Kur'an-ı Kerîmde de sizlere
belirtildiği gibi (topraktan) yaratılmışlardır? Erkeklik ve dişilikle vasfedilemezler.
Muhtelif şekillere girebilirler. Şöyle ki;

a. Meçhul bir insan suretinde görünmeleri; Meselâ; Hz. Cibril'in bilinmeyen bir insan
suretinde Hz.Peygamber (s.a.)'in ve sahabelerin bulunduğu meclise gelmesi, Hz.
Peygamber'e İman ve İslâm hakkında soru yöneltmesi, Hz. Ömer tarafından rivayet
edilmektedir. Ayrıca Meryem Sûresi'nde Meryem'e Cebrail'in tanımadığı bir insan
suretinde görünmesi, aynı sûrenin 16, 17, 18 ve 19. âyetlerinde belirtilmiştir.

b. Belirli bir insan suretinde görünmeleri: Meselâ: Cibrîl-i Emin'in sahabelerden
Dıhye el-Kelbî suretinde geldiği beyan edilmektedir.

Melekler yemekten, içmekten, evlenmekten, doğmaktan, doğurmaktan uzaktırlar.



Hatta insan suretine büründükleri zaman dahi yemez içmezler. Meselâ, Hz. İbrahim
kendisine insan suretinde gelen meleklere, ikramda bulunduğunda yemeğe el
sürmemişler, Hz. İbrahim de bu olaydan korkmuştu. Zâriyât Sûresi'nin 24, 25, 26, 27
ve 28. âyetlerinde bu olay anlatılmaktadır.

Meleklerin bir kısmı dâima ibâdet, zikir ve fikirle uğraşır. Nitekim, Enbiyâ Sûresî'nin
19 ve 20. âyetlerinde bu husus açıkça belirtilmektedir. Bir kısmı da yerde ve göklerde
bir takım vazifelerle meşgul olurlar. Bunlar arasında Cebrail'in peygamberlere vahiy
getirmek, Azrail'in ruhları kabzetmek, Mîkâü'in hadîste beyan edildiği gibi, nzik
işleriyle meşguliyet, İsrafil'in kıyametten önce Sûr üfurmek, gibi görevleri vardır. Arş'ı
taşıyan melekler, Arş'm etrafını çevreleyip de Cenab-ı Allah'ı teşbih eden melekler,
Cennet ve Cehenneme müvekkel olan melekler, insanlarla meşgul olan, 121. gün ruh
vermekle mükellef olan melekler, insanların amellerini murakabe eden melekler,
insanları korumakla yükümlü olan melekler v.s. olduğu bilinmektedir. Meleklerin
şekil olarak iki, üç, dört kanatlı olanları bulunduğu Fâtır Sûresi'nin birinci âyeti
kerimesinde belirtilmektedir. Ayrıca Hz. Aişe'den mervî bir hadis-i şerifte
Rasûlullah'm Cebrail'i melek suretinde altıyüz kanadıyla ufukları doldurmuş halde iki
kere gördüğü; birinin Mîraç Gecesi, diğer birinin de Mekke'deki Ecyâd Vadisinde vâki
olduğu belirtilmektedir.

Melekler yerle gök arasında Cenab-i Hak'ın izni ile her çeşit çekim ve akımlar da dahil
hiçbir şeyden etkilenemezler. Uzun mesafeleri kısa zamanda katetmeye muktedir
oldukları âyeti kerîmelerde beyan edilmektedir. Meleklerin gücü hiçbir insan gücüyle
ölçülemez. Nitekim, Lût Kavmi'nin helak edilmesindeki hâdise bunu açıkça gösterir.
Melekler Allah'ın emirlerine asla isyan etmezler. Vazifelerini emrolundukları biçimde
yaparlar. Sayıları insanlarca bilinmez. Taberânînin bir rivayetinde, yedi semâda melek
bulunmayan, bir ayak, bir karış, hatta bir avuç yerin olmadığı ifâde edilmektedir.
Üzerinde durduğumuz Hadîs-i Şerifteki Meleklerden murat, Hafaza, Kirâmen Kâtibin
ve ruhları kabzetmekle vazifeli olanların dışmdakilerdir. Çünkü, bunlar her eve
girerler.

Hadîsin zahirinde Meleklerin evlere girmemelerine sebep olan resim'in evsâfı tâyin
edilmemiştir. Hadîsin mutlak oluşundan hareketle Nevevî, Meleklerin, içerisinde her
türlü resim bulunan eve girmediklerini söylemiştir. Resimle ilgili diğer hadîslerin de
gözönüne alınması halinde, buradaki resimden maksadın canlı resmi olduğunu
söyleyenler de çoktur.

Mes'ele, aslında yapılması veya kullanılması meşru olan ve olmayan resimlerle
ilgilidir. Yani yapılması ve kullanılması meşru olan resimler meleklerin girmesine
mâni değil, meşru olmayanlar manîdir.

Tecrîd-i Sarih'de, resimle ilgili değişik hadîsler ve ulemânın değişik görüşleri
verildikten sonra hulâsa olarak şunlar kaydedilmiştir.

"...Bubâbda ulemânın iki noktada ittifak ve bir noktada ihtilâf ettiklerini görüyoruz.
İttifak ettikleri noktalardan birisi; Ağaç, dağ, taş gibi eşya ve manzara resimlerinin
mutlak surette mubah olduğudur. Diğeri de vesikalık fotoğraflar gibi vücudun tamamı
olmayarak bedenin bir kısmına âit olan canlı resimlerinin hem yapılmalarının hem de
kullanılmalarının caiz olduğudur. Vücudun tamamı olan canlı resimleri hakkında
ihtilâf edilmiştir. Bazı âlimler tazim maksadı olmaksızın bunların kullanılmasını da

r3331

mekruh olmakla beraber caiz görmüşlerdir. Bazıları da caiz görmemişlerdir."

Menhel sahibi ise, Canlı resimlerinin yapılmasının haram olduğunda ulemânın ittifak



ettiğini kaydeder.

Resmin nehy edilmesinin en önemli sebebi, bunlara ibâdet edilmesi endişesidir. İslâm,
tevhid dînî olduğu için tevhide zarar verme ihtimâli olan her şeyden sakmılmıştır.
Hatta, Efendimiz kendi kabrine bile ibâdet edercesine hürmet gösterilmesini
istemiyordu. Bu sebeple, İslâm'ın ilk günlerinde Rasûlullah aleyhisselâm, ister tazim
ister tahkir ifâde edecek biçimde kullanılsın, ister ibâdet ister ihanet manâsı arzetsin,
resimli eşya kullanılmasını mutlak surette nehyetmiştir. Fakat, İslâm şirke galip gelip,
zafer tahakkuk ettikten sonra, ilk günlerdeki kadar dar çerçeveli harekete lüzum
kalmamış, resim ve timsallerin ta'zim ifâde etmeyecek biçimde kullanılmasına müsaa-
de edilmeye başlanmıştır.

Netice olarak; İçinde canlı bulunmayan manzara resimlerinin yapılmasında,
alınmasında ve kullanılmasında bir mahzur olmadığı ittifakla kabul edilmiştir. Canlı
resimler için "mutlak surette caizdir" diyenler olduğu gibi, tamamen yasaklayanlar da
olmuştur. Üçüncü bir görüşe göre, ta'zîm kasdedilmek sizin timsâli olmaması şartıyla
kullanılmasının caiz olduğu ve meleklerin girmesine mâni olacağı beyan edilmekte ve
uygun olan görüşü de bu olduğu ifâde edilmektedir.

Meleklerin evlere girmekten kaçınmalarına ikinci sebep de köpektir. Hadîsin zahiri,
ister çoban ve av köpeği gibi alınıp satılması caiz olanlardan olsun, ister olmasın bütün
köpekleri içine almaktadır. Çünkü, hadîs-i şerifte "Kelb (köpek)" kelimesi siyakı
nefıyde nekre olarak gelmiştir. Bu da umûm ifâde eder. Kurtubî ve Nevevî, bu görüş
sahiplerindendir.

Hattâbî ve bir gurup âlim'e göre; bekçilik için bulundurulan köpekler bu hükmün
dışındadır.

Meleklerin, köpek bulunan evlere girmekten imtina etmelerine değişik sebepler
gösterilmiştir. Kimi, köpeğin aynının pis olmasını, kimi necaset yemesini ileri
sürmüşlerdir. Bazı âlimler ise, yukarıdaki sözlere itiraz ederek bunu kulun
bilemiyeceğini söylemişlerdir.

Netice olarak: Hadîs-i şeriflerde belirtilen çoban köpeği, av köpeği, ekin ve ziraat
koruyuculuğu yapan köpekler ve bunlara kıyasla faydalı ve lüzumlu olan, askeriyede
kullanılan muhabere köpekleri, polis köpekleri, bulundurulmalarına izin verilen
köpeklerdendir. İhtiyaca binâen bulundurulan bu köpeklerin bulundukları eve, çiftliğe
veya müesseseye izin verilmeleri sebebiyle meleklerin girmesine mâni bir hal
olmadığı anlaşılmaktadır.

İhtiyaç dışında olan süs köpekleri, sokak köpekleri v.s.'nin bulunduğu evlere
meleklerin girmeyeceği hadîs-i şerifte belirtilmiştir.

Allahu âlem hadîsteki hükmün de bu olduğunu söylemek zorlama olmayacaktır. Daha
geniş bilgi için 74. 'üncü hadîse de müracaat ediniz.

Meleklerin evlerden uzak kalmalarına sebep olan üçüncü şey de hadîsin bu babda
şevkine sebep olan cünupluk halidir. Bundan murat guslü terketmeyi âdet haline
getirip, namaz vaktinin geçmesine aldırış etmeyenlerdir. Ra-sûlullah (s.a.)'m bir
gusülle bütün hanımlarını dolaşması, Hz. Aişe'nin bildirdiğine göre, guslü bazan
gecenin sonuna kadar geciktirmesi, bir müddet cünup durmanın mahzurlu olmadığını
gösterir.

Eğer, bu durum meleklerin eve girmesine engel olsaydı, devamlı melekle haşir-neşir
olan Rasûlullah guslü geciktirmezdi.

İçinde cünup bulunan eve meleklerin girmekten imtina etmelerinin hikmeti, cünubun



13341

namazdan ve Kur'ân okumaktan uzak olmasıdır.



Bazı Hükümler

1. Hadîs, yukarıda belirtilen ve -istisna edilen köpek ve resimlerin haricindeki- köpek
ve resim bulundurmayı yasaklamaktadır.

2. Cünüplükten ötürü yıkanmakta gevşeklik göstermek hayr ve berekete mânidir.

228.... Aişe (r.a.) şöyle demiştir; "Rasûlullah (s. a.) cünup olduğu halde, suya

r3351

dokunmadan uyurdu."

Ebû Dâvûd dedi ki; Hasen b. A li el- Vâsıtî bize haber verdi ve dedi ki; "Yezîd b.
Harun'un Bu hadîs (Ebû îshâk hadîsini kastederek) yanılmadır, dediğini
T3361

duydum."
Açıklama

Hadîs-i şeriften Rasûlullah Efendimizin cünup olduğu halde abdest almadan ve
gusletmeden uyuduğu anlaşılmaktadır. Efendimizin bu hareketi, cünupken, abdest
almadan uyumanın caiz olduğunu göstermek içindir.

Nevevî, Müslim Şerhi'nde şunları söyler: "Bu hadîs sahihse, Peygamber
aleyhisselâm'm uyumadan evvel abdest aldığını belirten diğer rivayetlere muhalefet
arzetmemektedir. Bu rivayetlerin te'lîfı şu iki şekilde yapılmıştır.

1. Burada swya doVommatoan maVsaVgusüldür. Bu iki büyük imâm (Ebu'l-Abbas
ibn Şureyh ve Ebû Bekir el-Beyhâkî)m te'vîlidir.

2. Bazı hallerde Rasûlullah asla suya el sürmemiştir. Şayet devamlı abdest alsaydı,
onun vacip olduğu zannedilebilirdi. Bence uygun olan te'vil de budur."

Müellifin sondaki ziyâdeyi getirmekten maksadı, bu hadîsin hâlini beyan etmektir. Bu
hadîste hata olduğunu Ebû Dâvûd' tan başka söyleyenler de vardır. Tirmizî de;
"Rasûlullah'in uyumadan önce abdest aldığına dâir olan Hz. Aişe hadîsini Esved'den
bir çok kişi rivayet etmiştir. Bu, Ebû İshâk'm Esved'den rivayet ettiği (üzerinde
durduğumuz) hadisten daha sahihtir. Bu hadîsi, Ebû İshâk'tan, Şu'be, Sevrî ve
başkaları rivayet etmiştir. Bunların hepsi hatanın Ebû İshâk'tan olduğu görüşündedir"
denilmektedir.

Ebû İshâk'm yanıldığı nokta şudur: O, bu hadîsi uzun bir hadîsten kısaltmış fakat bunu
yaparken hata etmiştir. Hadîsin tamamını Tahâvî rivayet etmiştir. Tahavî rivayetinin
sonunda; 'Rasûlullah'in suya dokunmamasından muradı guslet mernesidir, bu da
abdest almadığını ifâde etmez" demiştir.

Bütün bu söylenenlere rağmen îbn Mâce de aynı hadîsi, Ebû Dâvûd'taki şekli ile
rivayet etmiştir. Bu hususta îmâm Nevevî'nin biraz önce söylediği gibi doğru görüş:
"Üzerinden namaz vakti geçmemek ve bunu âdet haline getirmemek kaydı ile cünup
olarak bir müddet yatabileceği ve kalabileceğedir. Bununla birlikte anında yıkanmak
ve temiz olmak, ibadetlere hazırlıklı bulunmak müstehaptır.

Hadisten cünup olan bir kimsenin gusletmeden ve abdest almadan uyumasının caiz



T3371

olduğu anlaşılmaktadır.



90. Cünup Olarak (Kur'ân) Okumak

229.. ..Abdullah b. Seleme'den, demiştir ki; Biri bizden, diğerinin de Benî Esed'den
olduğunu zannettiğim iki kişi ile birlikte Ali (r.a.)'m huzuruna girdim. Ali (r.a.) onları
(âmil olarak veya bir başka görevle) bir tarafa gönderdi ve şöyle dedi:
"Siz, ikiniz de güçlü kuvvetlisiniz. Dîniniz için çalışınız (veya dîninizi koruyunuz)."
Sonra kalkıp helaya girdi. Heladan çıktı (ğmda) su istedi, bir avucuna alıp onunla
(ellerini) yıkadı. Sonra Kur'ân okumaya başladı. (Oradakiler) bunu garipsediler.
Bunun üzerine Hz. Ali şöyle dedi:

"Muhakkak, Rasûlullah (s. a); heladan çıkar, bize Kur'ân-ı Kerîm okutur ve bizimle
beraber et yerdi. Cünuplükten başka hiç bir şey onu Kur'ân (okumak)dan
P381 P391

ahkoymazdı."
Açıklama

Hadîs-i şerif cünup iken Kur'ân okumanın caiz olmadığına delâlet ediyor. Cumhurun
görüşü de budur. Bunlar, üzerinde durduğumuz hadîs ile Tirmizî ve tbn Mâce'in Ibn
Ömer'den rivayet ettikleri, "Cünup ve hayızlı olan Kur'ân'dan bir şey okumasın"
mealindeki hadîse dayanmışlardır.

Cumhur her ne kadar cünubun Kur'ân okuyamayacağında hem fikir ise de, bazı
istisnalarda aralarında görüş ayrılıkları vardır. Şöyle ki;
Şâfıîlere göre, zikir maksadıyla okunabilir.

İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel, "Cünubun bir âyet kadarını okumasına ruhsat
verilir" demiştir,

Hanefilere göre: Duâ ve senaya dâir olan âyetleri, duâ ve sena maksadıyla okumak
caizdir.

İbn Münzir, Taberî, İbn Abbas ve Dâvûd ez-Zâhirî'ye göre, cünup iken Kur'ân okumak
caizdir. Bunlar Hz. Aişe'den rivayet edilen, "Rasûlullah (s. a.) her halinde Allah'ı
zikrederdi" hadîsine dayanmışlardır.

Cünupken Kur'ân okumanın haram olduğunu söyleyen Cumhura göre, bu zikirden
maksat, Kur'ân-ı Kerîm'in dışında olanıdır.

Cünup iken, bir örtü veya çubuk ile de olsa Kur'ân'a dokunmak, imamların ekserisine
göre haramdır. Hanefilere göre; Kur'ân'a bitişik olmayan bir kılıf, bir mahfaza, bir
torba veya sandık içinde bulunan bir Mushaf-ı Şerifi tutmak caizdir. Bunların
haricinde haramdır. Kur'âru Kerîme cünup iken el sürmenin haram olduğu görüşünde
olan ulemâ "Ona (Kurân'a) tam bir surette temizlenmiş olanlardan başkası el süremez,

13401

(O) âlemlerin Rabbi'nden indirilmedir" âyeti kerimesine dayanmışlardır.
Dâvud ez-Zâhirî, cünup kimsenin Kur'am Kerîme dokunmasını caiz görür. Delîli,
RasûluUah (s. a.) Herakliyus'a yazdığı mektupta Kur'ân-ı Kerîm'-den âyet
bulunuşudur. Gerek Herakliyus gerekse adamları pis (cünup) oldukları ve Efendimizin
onların dokunacağını bildiği halde mektubuna âyet yazdığını söyleyerek görüşünü
takviye cihetine gider.



Cumhur bu iddiaya, "Rasûlullah'in mektubundaki bir âyettir, buna da mushaf denmez"
diyerek cevap vermiştir.

Hanefî, Şafiî ve Hanbelîlere göre, abdestsiz olan kişinin de Kur*ân-ı Kerîme
dokunması haramdır. Kur'ân'a bitişik olan cildi, kenanndaki beyaz kısım ve satırlarının
arası için de hüküm aynıdır. Yalnız, Hanefî ve Hanbelîlere göre, abdestsizin, Kur'ân-ı
Kerîm ona bitişik olmayan kılıfı ile veya elbisesinin yeni ile dokunması caizdir.
Cünup veya abdestsiz olan kimse, yanması, suya batması, kâfirin eline geçmesi veya
necasete düşmesinden korktuğu takdirde, Mushafı eline alabilir. Eğer eline almaz ve
kurtarma imkânı varken yanmasına, suya batmasına veya kâfirin eline geçmesine göz
yumarsa günahkâr olur. Necasette bırakırsa kâfir olur.

Netice olarak: Abdestsiz olan kişinin Kur'ân-ı Kerîm'e dokunması ona bitişik olan
kapta olsa dahi caiz değildir. Abdestsiz iken ezberden Kur'ân okumak ve dinlemek
caizdir.

Cünup iken Kur'ân'a dokunmak ve okumak caiz değildir. Ancak duâ âyetlerinin, duâ
maksadıyla ezbere okunması caizdir.

Cünup, hayızlı ve nifaslı kadınların Kur'ân'ı dinlemelerinde bir beis yoktur, -her ne

[34U

kadar cünup olan kişinin bir an evvel yıkanması gerekli ise de-
fi azı Hükümler

1. Devlet başkanının, raiyyesinden bazılarını, lüzumlu gördüğü vazifelere ta ymı
caizdir.

2. Kişi görüşüne muhalif birşey görürse bunu ortaya koymalıdır.

3. Abdesti olmayan kişinin ezberden Kur'ân'ı Kerimi okuması caizdir.

[3421

4. Cünubun okuması ise haramdır.

91. Cünup Olanın Musafaha Etmesinin Cevazı)

230....Huzeyfe (b. el-Yemân)den rivayet edildi ki; "Rasûlullah (s.a.) kendisi ile
karşılaştı ve elini uzattı. Huzeyfe de;

[343]

Ben cünubum, dedi. Buna karşılık rasûlullah; "Müslüman necis olmaz" buyurdu.
I344J

Açıklama

Bazı nüshalarda, ( Necis olmaz) ibaresi yerine Necis değildir) ifâdesi kullanılmıştır.

13451

Hadîs-i Şerifin Müslim'deki rivayeti; şeklindedir.

Hadîs-i şerifteki "Müslüman necis olmaz" ifâdesinden murat, onun cünuplük sebebiyle
pis olmayacağı ve başkasını pisletmeyeceğidir.

Cünupluk sebebiyle insanın pis olmaması, sadece müslümana mahsus değildir.
Kâfirlerin vücutları da necasete bulaşmadıkları takdirde temizdir.



13461

Zahirîler, ( ) "Müşrikler necistir.

âyeti kerîmesinin zahirine bakarak, müşriklerin necîsu'l-ayn olduklarına hük-
metmişlerdir. İbn Reslân'm beyânına göre, bunlara şu şekilde cevap verilmiştir:
"Ayetten murat, müşriklerin itikatlarının pisliğidir, bedenleri değil. Ayrıca Cenâb-ı
Allah, Ehl-i Kitabın kadınları ile evlenmeyi mubah kılmıştır. Onlarla aynı yatağa
yatan kimsenin terlerinden korunması mümkün değildir. Buna rağmen, ondan dolayı
yıkanmak emredilmemiştir. Şu halde ister müslim, ister kâfir diri olan kimse, necîsu'l-
ayn değildir."

Nevevî, bu hadîs-i şerif için şunları söyler:

"Bu hadîs, ister ölü ister diri, müslümanm temiz oluşu hakkında büyük bir asıldır. Diri
olanların temizliği icmâ ile zahirdir. Hatta, bir kadın çocuk düşürse, fercinden çocuğa
bulaşan ıslaklık dahi temizdir..."

Ölü hakkında ise, ulemâ ihtilaflıdır. Şafıînin ikj görüşü vardır: Sahih olanına göre, o
temizdir. Rasûlulîah'm: "Ölü ikejarde, diri iken de müslüman necis olmaz" mealindeki
hadîs-i şerifi de buna işaret etmektedir. Temizlik ve pislik (taharet ve necaset)
hususunda kâfir de müslüman gibidir.

Hanefî âlimlerinden Aynî de, ister ölü ister diri olsun müslümanm necis olmayacağım
söyledikten sonra şunları ilâve eder: "Eğer sen, müslümanm ölüsünün de dirisinin de
pis olmayacağına dâir söylenenlere karşı;"öyle ise, cenazenin yıkanmaması gerekirdi"
dersen, şu karşılığı veririm: Cenazenin yıkanmasının vücûbımda âlimlerimiz ihtilâf
etmiştir. Bazılarına göre, Necasetten dolayı değil, mafsalların gevşemesi sebebiyle
çıkması umulan bir ha-desten dolayı yıkamak farzdır. Çünkü, insanoğlu bir ikram
olarak ölümle pislenmez. Eğer pislenseydi diğer hayvanlarda olduğu gibi yıkamakla
temizlenmemesi gerekirdi. Normal olarak, bu durumda, sağlığında olduğu gibi bir
abdest aldırmakla iktifa etmek gerekirdi. Fakat hayatta iken hades tekrarlandığı, ölüm
sebebiyle ise tekrar etmediği için ölüm hâlindeki hades cünupluğa benzetilmiş ve
vücûdun tamâmının yıkanması icâp ettiğine hükmedilmiştir. Çünkü bunda bir güçlük
yoktur.

"Irak âlimlerine göre ise; Cenaze hadesten dolayı değil, ölüm sebebiyle pislendiği için
yıkanır. Çünkü, insanda, akan kan vardır. Bundan dolayı diğer pis şeylere kıyasla,
ölüm hâlinde pislenir. Eğer öyle olmasaydı, insanın kuyuya düşüp ölmesi ile, kuyu
pislenmezdi."

Netice olarak diyebiliriz ki; İslâm ulemâsının Cumhuruna göre, cünupluktan dolayı
insanın vücûdu pislenmez ve başkasını da pisletmez. Bundan dolayı cünup birisi ile

13421

konuşmak da, ona dokunmakta ya da musâfaha etmekte, mahzur yoktur.
Açıklama

1. Alim olan birisi, karşısmdakinde yanlış bir hareket görürse onu ikâz etmeli,
doğrusunu söylemelidir.

2. Cünupluktan dolayı guslü te'hir etmek caizdir. Ancak, namaz vaktinin geçmesinden
korkutursa acele edilmelidir.

3. Cünupluk, dokunanı pisleyen cinsten bir necaset değildir.

231. ...Ebû Hureyre (r.a.)'den, şöyle demiştir; "Medîne yollarından birinde, ben cünup



iken Rasûlullah (s. a.) bana rastladı. (Ondan) gizlendim, gidip yıkandım ve (geri)
geldim.

Rasûlullah (s. a.):

Nerede kaldın? Vâ Ebâ Hureyre? dedi. Ben;

Cünup idim, temizlenmeden seninle beraber oturmayı doğru bulmadım, dedim.

[348]

Sübbânellah. Müslüman necis olmaz, buyurdu."

(Ebû Dâvûd dedi ki:) Bişr kendi rivayetinde hadîsi Humeyd ve Bekr'den tahdisen

[3491

aldığını gösteren ( ) tabirini kullandı.
Açıklama

Hadîs-i şerifteki; ( ) "gizlendim" kelimesi Buhârf nin bir rivayetinde; aynı manada
( ) bir başka rivayetinde ( ) "Sıvıştım" Müslim ( ) "Sıvıştı"

Tirmizîde ( ) "Koştum" şekillerindedir. Ayrıca; ( ) " kendimi necis saydım." ( )
kendimi noksan buldum" ( ) "Kendimi Rasûlullah aleyhisselâmla beraber
oturmaktan men ettim" şekillerinde rivayet edenler de olmuştur.
Ebû Hureyre'nin Efendimizden geri kalmasının sebebi şudur: Rasûlullah aleyhisselâm,
Ashabından birisi ile karşılaşırsa, musafaha ve duâ ederdi. Ebû Hureyre cunupluk
sebebiyle kendisini pis zannetmiş ve O halde Allah Rasûlunun kendisiyle musafaha
etmesinden korkmuştur. Bundan dolayı koşarak yıkanmaya gitmiştir.Rasûlullah
aleyhisselâm, Ebû Hureyre'nin bu hareketine hayret etmiş ve; "Sübhânellah.
Müslüman pis olmaz" buyurmuştur.

"Sübhânellah" kelimesi, tenzih ve teacüp (hayret) manâsına kullanılır.
Burada teaccup için gelmiştir. Bu kelime, mahzûf bir fiilin mefulüdür. "Seni tenzih
için teşbih ettim, yâ Rabbi" takdirindedir. Bazıları da bu kelimenin "Tâat hususunda

r3501

Allah'a koşarım" manasına geldiğini söylemişlerdir.
Bazı Hükümler

1. Fazilet sahiplerine hürmet ve ta'zim'de bulunmak, onların yanında güzel kılık ve
kıyafet, terbiye ve nezaketle oturmak müstehaptır.

2. Cünup olan kişinin, namaz vaktinin geçmesinden korkmuyorsa yıkanmadan önce
bazı önemli işlerini yapması caizdir.

[3511

3. Cemaat reisinin, cemaatını ısındırmak için iltifat etmesi güzeldir.
92. Cünup Olan Kimsenin Camiye Girmesi

232....Aişe (r.anhâ)'nm şöyle dediği rivayet edilmiştir; Ashâb-i Kiramın evlerinin

kapıları Mescide açılmış bir halde iken, Rasûlullah (s.a.) (Mescide) gelip;

"Şu evlerin yönlerini (kapılarını) mescidden çeviriniz" buyurdu ve(hucre-i saadetine)

girdi.

Ashab, kendileri hakkında bir ruhsat inmesini umarak bir şey yapmadılar (evlerin
kapılarını çevirmediler.) Bir müddet sonra Rasûlullah aleyhisselâm onlar (m yanma)



tekrar çıktı ve;

"Şu evlerin (kapılarını) çeviriniz. Çünkü ben, mescidi hayız ve cüntıp (olan)lara helâl

[3521

görmüyorum" buyurdu.

r3531

Ebû Dâvûd dedi ki; ıı(Seneddeki)0(Eflet b. Halîfe), Füleyt el-Âmirî'dir."
Açıklama

Zahirîlerden İbn Hazm, senetteki "Eflefın meçhul olduğunu ileri sürerek bu hadîsin
zayıf olduğunu söylemiştir. Buna karşılık; Şevkânî, îbn Kattan, îbn Huzeyme ve İbn
Seyyid'in Nâs sahih olduğunu söylemişlerdir.

Hattâbî şöyle der; "Eflet'in meçhul bir râvi olduğunu ileri sürerek bu hadîs için zayıf
demişlerdir, ama bu isabetti değildir. Çünkü, İbn Hıbban ona "sıka" Ebû Hatim de
"Şeyh" demiştir. Ahmed b. Hanbel, ( ) ifâdesini kullanmış, Süfyân es-Sevrî ve
Abdulvâhid b. Ziyâd da kendisinden hadîs rivayet etmişlerdir. Onun hakkında,
Kâşifte; "sadûk" Bedru'l-Münîr'de "Meşhur, Sıka" denilmiştir..."
Cünup olanın camiye girmesinin caiz olup olmadığı hususu ihtilaflıdır.
Müzenî, Dâvûd ve îbn Münzir'e göre, özürlü veya özürsüz, abdest alarak ya da
almadan, camide oturmak veya caminin içinden geçip gitmek caizdir. Bunlar, bundan
evvelki bâbda geçen "Müslüman pis olmaz" hadîsine dayanırlar. Ancak müslumamn
necis olmaması, onun camide kalmasının caiz olmasını gerektirmez. Bu konuya has
hadîsler bulunmaktadır.

İshak b. Rahûye, Süfyân es-Sevrî ve Mâlikîlerin çoğunluğuna göre, cünubun, caminin
içinde Hurması da, geçip gitmesi de caiz değildir. Ancak zaruret hâlinde abdest alarak
içinden geçebilir. Bazı Mâlikîlere göre, teyemmüm etmelidir.

Hanbelîlere göre: Zaruret olsun olmasın, abdesti oîmasa bile geçip gitmesi, abdest
almak şartıyla da içinde kalması caizdir.

Şafıîier; mescidde durmadan geçip gitme hususunda Hanbelîlerin görüşündedirler.
Delilleri şu âyeti kerîmedir.

"Ey iman edenler, siz sarhoşken ne söyleyeceğinizi bilinceye ve cünup iken de -yolcu

[3541

olmanız müstesna- gusledinceye kadar namaza yaklaşmayın..."

Şafıîier ( ) (geçip gitmenin) ancak namaz kılman yerlerde olabileceğini, bunun
sefere mahsus olduğunu söylemeye delil bulunmadığını söylerler. Üstelik "Müsâfır"
kelimesi âyette tekrarlandığı için sefer manâsına kullanılmış olsaydı tekrar olacaktır.
Kur'ân-ı Kerîmde ise bunun olmadığı açıktır, derler.

Sa'îd ve îbn Ebî Şeybe'nin Câbir'den İbn Münzir'in de Zeyd b. Eşlem'den rivayet
ettikleri hadîsler de Şafiîlerin delillerindendir.
Cünubun, camide durması ise Şafiîlere göre de haramdır.

Hanefîlere göre; Cünubun, eğlenmeden, geçip gitmek içinde olsa mescide girmesi
haramdır. Ancak evinin kapısı mescide açılıp da değiştirme imkânı olmayışı gibi
zaruret hallerinde haram olmaz. Eğer mescidde iken cünup olur da beklemeden
çıkabilirse, teyemmüm edip çıkar. Çıkamazsa, teyemmüm edip bekler. Cünup
olduğunu bilmeden camiye girer de camide iken cünup olduğunu hatırlarsa, hemen
dışarı çıkar, Çıkamayacaksa teyemmüm edip bekler. Fakat, namaz kılamaz, Kur'ân-ı
Kerîm okuyamaz. Hanefîler; üzerinde durduğumuz hadîs ile, Tirmizî'nin rivayet ettiği,



"...Yâ Ali şu mescidde cünup olarak (bulunman) seninle benden başka hiçbir kimseye
helâl olmaz" hadîs-i şerifidir. Üzerinde durduğumuz hadis hakkında bazı şeyler
söyİenmişse de, Açıklama kısmının başında hadîsin sahih olduğunu söyleyenlerin
çoğunlukta olduğu beyan edilmiştir.

Hanefîler, Şafiîlerin delil kabul ettikleri âyeti onlar gibi anlamamışlar, ( -namaz)
kelimesinin başına ( -yerleri) kelimesinin muzaf olarak takdir edilmesine itiraz ederek
şöyle demişlerdir: "Kelimenin başına muzaf takdir etmek, asim hılâfmdadır. Buna
göre; "Siz sarhoşken ne söyleyeceğinizi bilinceye kadar namaz yerlerine
yaklaşmayınız" kısmına da muzaf takdir etmek gerekirdi. O zaman mana; "Sarhoşken
ne söyleyeceğinizi bilinceye kadar namaz yerlerine yaklaşmayınız." olur ki bu
mümkün değildir. Zaten bunu kimse söylememiştir.

Seferin tekrarı mes'elesine gelince, bu, cenabet hâli ile hastalık hâlinin, hükümde eşit
olduğuna işaret içindir."

Hanefîler âyeti kerimeyi şu şekilde anlamışlardır; "...Cünupken namaza
yaklaşmayınız, ancak cünup, müsâir olur da su bulamaz veya kullanmaya muktedir
olmazsa müstesna."

Hz. Ali, tbn Abbâs, Mücâhid ve Sa'îd b. Cübeyr de Hanefîlerle aynı görüştedirler.
Hayız ve nifas hâlindeki kadın için de Hanefîlerin görüşü ayıdır. Yani, bunlar da
mescide giremezler. Mâlikîler de aynı görüştedir. Tabiî zaruret hâli bu hükmün
dışındadır.

Şafiî ve Hanbelîlere göre; Cünup için olduğu gibi ayhali ve lohusa için de, mescidi
kirletmeyeceklerinden emin iseler, içinden geçmeleri caizdir. İçeride durmaları,
Şafıîlere göre caiz değil, Hanbelîlere göre kanm kesilmesi ve ab-dest almış olmaları
şartıyla caizdir.

Mescidin içinde ihtilâm olan bir kimsenin derhal dışarıya çıkması lâzımdır. Kapıların
kapalı olması gibi bir sebepten dolayı içerde kalması ise zarurete binâen caizdir.
Caminin iki kapısı varsa, kendisine yakın olandan çıkmalıdır.

Mescidde, abdestsiz olarak durmak ittifakla caizdir. Sebepsiz yere abdestsiz duruyorsa

mekruh olduğunu söyleyenler de olmuştur.

Mescidde uyumanın hükmü hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdir.

Saîd b. Müseyyeb, Hasen el-Basrî, Atâ, Muhammed b. Şîrîn ve Şafiilere göre,

kerâhatsiz caizdir. Ancak, namaz kılanlara yeri daraltır veya onların gönlüne vesvese

vermesine sebep olursa, caiz değildir, haram olur.

İmam Mâlik, "Evi olanın mescidde gecelemesini veya gündüz uyumasını doğru
bulmam" demiştir. İmam Ahmed'le İshâk da bu görüştedir.
İbn Mes'ûd; Tâvûs, Mücâhid ve Evzâî, mescidde uyumayı mekruh görmüşlerdir.
Hanefîlerden Aynî, "İbn Müseyyeb ve Süleyman b. Yesâr'a camide uyumanın hükmü
soruldu. "Bunu nasıl sorarsınız, Ehl-i Suffa mescidde uyurlardı, onların meskeni

T3551

mesciddi" dediler" demiştir.
Bazı Hükümler

1. Şeriata uygun olmayan şeylerin değiştirilmesi gerekir.

2. İlk emirle arzu edilen şey hasa olmamışsa, emrin tekrarı lâzımdır.

D561

3. Cünüb ve hayızlı olanların mescide girmesi haramdır.



93. Cünub Olduğunu Unutarak Cemaate Namaz Kıldıran (İn Durumu)



13521

233. ...Ebû Berke (r.a.) den rivayet edildiğine göre;

Rasûlullah (s. a.) sabah namazına başlamıştı ki, eliyle (cemaate) "Yerinizden
ayrılmayın" diye işaret etti (ve evine gitti, biraz) sonra başından sular damlaya

r3581 r3591

damlaya gelip cemaate namaz kıldırdı."
Açıklama

"Rasûlullah (s.a.)in mescide girip mihraba geçtikten sonra abdestsiz olduğunu namaza
başlamadan mı, yoksa başladıktan sonra mı hatırladığına dair bu hadis-i şerifte bir
açıklık yoktur" denmesine rağmen "dehale" "namaza girdi" kelimesi ile diğer bir
rivayette de "kebbere" "iftitâh tekbirini aldı" kelimesi görülmektedir. Bu yüzden bazı
âlimler namaza girdiğini iddia ederken, bazıları da hadisin diğer rivayetindeki
"kebbere" "tekbir aldı" fiilinin başına bir "erâde" fiili takdir ederek "tekbir almak
istedi" şeklinde manalandırmışlardır. Bütün bunlar hadis-i şerifi tevil açısından
zorlamadır.

Dârakutnî'nin Enes'ten îbn Mâce'nin de Ebû Hüreyre'den rivayet ettiği hadisler,
Efendimizin iftitah tekbirini alıp, namaza başladığını bildiriyor. Ebû Davud'un bundan
sonra gelecek olan rivayeti de aynı şeye delâlet etmektedir.

Ebû Davud'un Ebû Hüreyre'den rivayet ettiği 235 nolu hadisi, (bu hadisi Buharı,
Müslim ve Nesâî de rivayet etmişlerdir) ve Müslim'in yine Ebû Hüreyre'den rivayet
ettiği hadis, Rasûlullah (s.a.)'m namaza başlamadığına işaret ediyor.
Ulemâ bu hadislerin, arasım birleştirmek için şu görüşleri ileri sürmüşlerdir:

1. Olay tekerrür etmiştir. Efendimiz bunlardan bazılarında namaza başlamış,
bazılarında başlamamıştır. Neyevî ve İbn Hibbân bu şekilde söylemişler ve Ebû Bekre
ile Ebû Hüreyre'nin hadislerinin ayrı ayrı iki vaka ile alâkalı olduğunu ileri
sürmüşlerdir.

2. Vak'a tektir. Ebû Dâvûd'taki "namaza girdi" cümlesi bir muzaf takdiri ile "namaz
yerine girdi" şeklindedir. Yine Ebû Dâvûd'taki 235 nolu hadis ile Buhârî'deki ( )
"namaz kıldığı yerde durunca" ifâdeleri bu te'vili takviye etmektedir. Diğer
rivâyetlerdeki ( ) "tekbîr aldı" kelimesi de yukarıda işaret edildiği gibi ( ) "tekbir
almak istedi" mânâsına hamledümiştir.

3. Resûlullah (s. a.) tekbir almış, Ebû Bekre önde olduğu için bunu duymuş ve
duyduğu şekliyle, Ebû Hüreyre ise, uzakta olduğu için duymamış ve gördüğü şekliyle
nakletmiştir.

"İmamın, abdestsiz olduğunu unuttuğu için namazı fasit olsa da cemaatin namazı
sahihtir" diyenler bu hadis-i şerife dayanmışlardır. Mâlik ve talebeleri, Şafiî, Evzâî,
Sevrî ve Ahmed b. Hanbel'in mezhebleri budur. Esrem, Ebû Sevr, İshâk, Hasan el-
basrî, İbrahim en-Nehaî ve Saîd b. Cübeyr'in de bu görüşte oldukları rivayet edilmiştir.
Bunlar Efendimizin ilk anda tekbir aldığını, cemaatin de Rasûlullah'a tabi olduklarını,
Rasûlullah ayrıldıktan sonra yine namazlarına devam ettiklerini söylerler.
Hattâbî bu hadisin şerhinde şunları söyler:

"Bu hadis delâlet etmektedir ki, bir imam cünüb olduğunu unutup da cemaate namaz



kildırsa, cemaat onun halini bilmeseler, namazları sahihtir, iadesi gerekmez. İmamın
ise, kendi namazım iade etmesi gerekir. Haberin lâfzının zahirinden çıkan hüküm
budur .Çünkü sahâbîler Rasûlullah (s.a.)'le birlikte namaza başlamışlar sonra
Efendimiz kendisi gusledinceye kadar cemaatten oldukları gibi beklemelerini istemiş,
işi bittikten sonra gelip namazlarını tamamlamıştır. Namazdan, üzerine bina caiz
olacak kadar bir cüz sahih olunca diğer cüzleri de sahih olur. İmama uymak tamamen
ictihâdi bir yoldur. Cemaat imamın zahirini bilmekle mükellef tutulmuştur. İç halini
ihata emredilmemiştir. Zaten bunu anlamaya gücü yetmez. Zahire göre verdiği hü-
kümde hata etmişse bu onun işini bozmaz. Hakim de aynen böyledir. İçtihadı bir
hükümde hatâ'ederse, bu hüküm bozulmaz. Cemaatin, imamın taharetini bilmesine
imkân yoktur. Onu bilemediği için de kınanmaz. Bu, Ömer b. el-Hattâb (r.a.) m
görüşüdür ve ona muhalefet eden herhangi biri bilinmemektedir. Şafiî'nin mezhebi de
budur.

"Yine bu hadis, muktedînin, namaza imamdan evvel başlaması hâlinde namazının
batıl olmadığına delildir. Ayrıca, abdestin bozulması halinde binanın sahih olduğunu
söyleyenler için de hüccettir."

Hattâbî'nin bu sözlerine Aynî itiraz ederek şunları söylemiştir:

"Hattâbî'nin "Haberin lâfzından çıkan hükmün zahiri, sahâbîler Rasûlullahla beraber
namaza başladılar..." sözü merduttur. Çünkü Efendimiz, İbn Hıbbân'm Sahîh'inde de
belirttiği gibi cemaata namazı (evvelki tekbirle değil) yeni bir tekbirle kıldırmıştır.
Sahih-i Müslim'deki "Rasûlullah aleyhisselam tekbir almadan önce ayrıldı" ifâdeleri
de bunu göstermektedir."

"Namazsra bir cüz'ü sahih olunca diğer cüzleri de sahih olur." sözü de aynı şekilde
merduttur. Biz, bu cüz'ün sahih olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü -Rasûlullah'm
önceden başladığı kabul edildiği takdirde- Efendimiz yerine birini geçirmeden
imametten ayrıldığı için bu cüz bâtıl olmuştur. Baş tarafı fasit olunca üzerine bina da
fasit olur. Çünkü fasidin üzerine bina kılman şey de fasittir. Ayrıca, sahih veya fasit
olma yönünden namaz parçalanmaz. Doğrusu, yukarıda da söylediğimiz gibi
Efendimizin yeni bir tekbirle başlamış olmasıdır.

"Hz. Ömer'in görüşü budur ve ona muhalif biri de bilinmemektedir" sözüne gelince,
bu doğru değildir. Çünkü Dârakutnî'nin Sünen'inde, Amr b. Hâlid, Habîb b. Ebî Sabit,
Asim b. Hamza ve Hz. Ali senediyle yaptığı rivayette Hz. Ali cemaate cünup olarak
namaz kıldırmış sonra kendisi namazını iade etmiş, o cemaate de iade etmelerini
emretmiştir. Abdürrezzak da Taberânfnin naklettiği bu hâdiseyi ve şunu rivayet
etmiştir: Ebû Ümâ-me'den rivayet edildiğine göre, Hz. Ömer (r.a.) cemaate cünup
olarak namaz kıldırmış ve namazını iade etmiş, cemaate ise iade ettirmemiş. Bunun
üzerine Hz. Ali, "Seninle birlikte namaz kılanların da namazlarım iade etmeleri
gerekirdi" demiş, cemaat de Hz. Ali'nin sözüne dönmüştür. Kasım, "İbn Mes'ûd da Hz.
Ali'nin görüşündedir" der.

"Hadiste, imamdan evvel tekbir aldıkları takdirde cemaatin namazının bâtıS
olmadığına işaret vardır." sözü de reddedilmiştir. Çünkü hadiste buna işaret yoktur.
Zira Efendimiz, ya tekbir almadan yıkanmaya gitmiştir (ki sahih olan da budur) ya da
onların zannettiği gibi tekbir aldıktan sonra gitmiştir. Tekbir almadan gitti ise, ne
imamdan ne de cemaatten tekbir alan olmamıştır. Tekbir aldıktan sonra gitti ise,
cemaat, Efendimizin yeniden aldığı tekbir ile namaza girmişlerdir. Üstelik Şafiî
imamdan önce tekbir alanın namazının bâtıl olduğunu söylemiştir."
İmam Ebû Hanîfe, Şa'bî ve Hammad b. Ebî Süleyman, namaza başladıktan sonra



imamın abdestsiz olduğu meydana çıkması halinde, cemaatin namazının fâsid olduğu
görüşündedirler. Bunlar, İmam Ahmed'in Ebû Hü-reyre'den merfu'an rivayet ettiği ( )
"İmam, koruyucu ve gözeticidir" (yani cemaatin namazının sıhhati imamın namazının
sıhhatine bağlıdır) hadis-i şerifine dayanmışlardır. Aynı hadisi Taberânî de Ebû
Umâme'den rivayet etmiştir. Bu görüş sahihlerine göre, imamın namazı cemaatin
namazını da şâmil ve mutazammmdır. Cemaatin namazının sıhhati imamın namazının
sıhhatine, fesadı da onun namazının fesadına bağlıdır. Bu durumlarda imam cünup
olduğu için tahrimesi (iftitah tekbiri) sahih olmaz. Tahrime olmadığı için de imamın
namazı fasit olduğuna göre cemaatin namazı da fasittir. Zira Efendimiz: "İmamın
namazı fasit olunca, mukiedînin namazı da fasit olur" buyurmuştur. Dârakutnî'nin Saîd
b. Müseyyeb'ten Resûlüllah'm cünupken namaz kıldırıp hem kendisinin hem de
cemaatin namazını iade ettiklerine dair haber ve Hz. Ali'nin aynısını yaptığına dair
olan haber de bu görüş sahiplerini takviye etmektedir. Bu görüş Hanefî mezhebinin
benimsediği görüştür.

Olayın temeli imamın cünuplüğünü unutarak namaza yaklaşması veya durmasıdır,
imam cünup ve abdestsiz olduğunu bilerek namaza durursa iman açısından imamın
durumu tehlikelidir. Böyle kişilerin namaza durması değil, camiye girmesi dahi

[3601

yasaktır. Bir önceki hadiste bunun hükmü geçmişti, oraya bakılabilir.
Bazı Hükümler

1. İnsan olmaları sebebiyle Peygamberlerin de herhangi bir şeyi unutmalan
mümkündür.

2. Vakit müsait olduğu müddetçe cemaatin imamı beklemesi meşrudur.

3. Cünup olanın, guslü geciktirmesi caizdir.

4. Cünup olduğunu unutarak camiye giren hatırlayınca derhal camiden çıkar. Uygun
olanı, teyemmüm ederek çıkmasıdır.

5. Kâamet getirildikten sonra imamın abdestsiz olduğu anlaşılırsa (abdest alıp tekrar)
geri geldiğinde kaametin iadesi gerekmez ve böyle bir durumla karşılaşan imamın
durumunu cemaate açıkça beyan etmesi gerekir.

234....Hammad b. Seleme önceki hadisi aynı senetle ve aynı manada rivayet etmiş,
(fakat) başında (Rasûlullah) "tekbir aldı" sonunda da namazı bitirince, "ben ancak bir

1361]

beşerim, cünup idim (yıkanmayı unuttum) buyurdu" ifâdelerini ilâve etmiştir.
Ebû Dâvûd, şunları söyledi:

Bu hadîsi Zührî, Ebû Seleme b. Abdurrahmân 'dan, o da Ebû Hüreyre'den (şöylece)
rivayet etmiştir: (Ebû Hüreyre) dedi ki:

Namaz kıldığı yerde durunca, biz tekbir almasını bekledik. 0,ayrıldı sonra
"Olduğunuz halde kaimiz" buyurdu.

Bu hadîsi Eyyüb îbn Avn ve Hişâm, Muhammed kanalıyla (mürsel olarak) Rasûlullah
(s.a.) dan şöyle rivayet etmiştir: "(Rasûlullah)Tekbîr aldı, sonra cemaate eliyle
oturmalarını işaret edip gitti ve gusletti."

Bunu aynı şekilde Mâlik, îsmâil b. Ebî Hakîm'den o da Atâ'dan rivayet etmiştir.'Ata
(rivayetinde) "Resülullah (s.a.) namazında tekbir aldı"demiştir.

Ebû Dâvûd dedi ki: Bunu aynı şekilde Müslim b. fbrahîm, Ebân' dan; O, Yahya'dan;



Yahya, Râbib. Muhammed'den o da Rasûlullah (s. a.) nakletti ve "tekbîr aldı" dedi.
[3621



Açıklama

Bu hadis-i şerifi, Hammâd bir evvelki Ebû Bekre hadisinin senediyle aynı mânâda
fakat değişik lâfızlarla rivayet etmiştir. Ancak Hammâd'm rivayetinde, Efendimizin
gusletmeye gitmeden evvel tekbir alıp namaza başladığı, sonunda da; "Ben de bir
beşerim ve ben cünup idim" buyurduğu sarahaten ifâde edilmiştir. Bu rivayeti İbn
Habbân da tahric etmiştir.

Ebû Davud'un ilâve ettiği taliklerden Zührî'ye ait olanı bazı nüshalarda yer almamıştır.
Doğrusu da bu olsa gerektir. Çünkü bu talik Ebü Bekre hadisine değil, Ebû Hüreyre
hadisine aittir. Bu ta'Ukte, Efendimiz'in tekbir almadığına işaret edilmektedir.
Sonraki iki rivayet ise, Peygamber Efendimizin namaza başladığında tekbir aldığına
işaret etmektedir.

235.. ..Ebû Hüreyre (r.a.)'den şöyle demiştir:

Namaza ikâmet edildi ve cemaat sallardaki yerini aldı. Rasûlullah (s. a.) (odasından)
çıktı. (Mihrabtaki) yerine durduğunda gusletmediğini hatırlayıp, cemaate (eli ile işaret
ederek veya sözle) "Yerinizden ayrılmayın" buyurdu ve evine gitti. (Biraz sonra) biz
saflarda (durur) iken, yıkanmış olarak başından sular damlar bir vaziyette aramıza
geldi.

H631

(Hadisin zikredilen) bu kısmı, îbn Harb'in lâfzıdır. Ayyaş ise, rivayetinde :
"Biz onu yıkanmış olduğu halde yanımıza gelinceye kadar ayakta beklemeye devam

f3641 f3651

ettik." sözüne yer vermiştir.
Açıklama

Bu hadis-i şeriften, Peygamber aleyhisselâram namaza ikâmet edilip saflar
düzeltildikten sonra hane-i saadetlerinden çıktığı anlaşılmaktadır. Müslim'in, Ebû
Hüreyre'den yaptığı, "Namaza ikâmet edildi, biz kalktık ve Rasühıllab (s. a.) gelmeden
önce safları düzelttik." şeklindedir. Müslim'in Câbir b. Semûre'den yaptığı rivayette
ise,

"Bilâl, RasûluHah (s.a.) çıkıncaya kadar kaamet etmezdi" şeklindedir. Buhârî ve Ebû
Davud'un başka bir rivayetinde de Efendimizin; "Namaza ikâmet edildiği zaman, beni
görünceye kadar ayağa kaikmaymız" buyurduğu ifade edilmektedir.
Görüldüğü gibi, bu rivayetlerin ikisinden Peygamber (s.a.) mescide girmeden ayağa
kalkıp onu ayakta bekledikleri anlaşılmakta; diğer ikisi ise bunun aksini ifade
etmektedir. Böylece ilk anda hadis-i şerifler arasında bir tearuz göze çarpmaktadır.
Ancak Rasûlullah camiye girdiğinde Ashab-i Kirâniî ayakta görmesi ve bunun caiz
olabileceği hususunda ikrarda bulunmamaları ve onlara acıyarak, "beni görmeden
kalkmayınız" buyurmalarına sebeb olmuştur. Sonraları Rasûlullah gelmeden ayağa
kalkmazlardı. Yani genel durumları bu idi. Bu yorumla aradaki tearuz giderilmiş
olmaktadır.



Üzerinde durduğumuz hadis-i şerif bundan evvelki hadis-i şerifin Ey-yûb îbn Avn ve
Hişâm'dan gelen rivayeti ile de bir tenakuz arz etmektedir. Çünkü onda, Efendimizin
cemaata oturmalarını emrettiği ifâde edildiği halde, bunda ayakta "oldukları şekilde"
durmalarım emrettiği ve onların da durduğu beyan ediliyor. Bezlu'I-Mechûd sahibi bu
tearuzu şu şekilde telif yoluna gitmiştir: "Rasûlullah (s.a.)'m cemaata işaretini
bazılarının mescidden dışarıya çıkmama, bazılarının bulundukları hali bozmama,
bazılarının da oturma şeklinde anlamış olmaları mümkündür. Bazı rivayetlerde "işaret
etti", bazılarında da "dedi" şeklinde olan farklılığı şöyle cem' edebiliriz: "Dedi"
şeklinde rivayet edenlerin işareti bu şekilde yorumlamış olmaları mümkündür. Ayrıca
Efendimizin söz ile işareti birleştirmesi, bazılarının hem sözü duyup hem de işareti
görmüş olması, bazılarının ise, sözü duymayıp sadece işareti görmüş olmaları da
muhtemeldir."

Ayrıca bu iki rivayetin birini diğerine tercih ederek tearuzu gidermek de mümkündür.
Şöyle ki, Ayyâş'm rivayeti "onu ayakta beklemeye devam ettik" şeklindedir. Aynı
zamanda muttasıl bir rivayettir. Eyyûb İbn Avn ve Hişâm'm Muhammed b. Sirîn'den
"eliyle (oturun!)" şeklindeki rivayet ise, mürsel bir rivayettir. "Muttasıl rivayet mürseî
rivayet üzerine tercih edilir" kaidesince, Ayyâş'm rivayetini tercih ederek tearuz
[3661

giderilmiş olur.
Bazı Hükümler

Önceki hadislerin hükümlerine ilâve olarak, safların düzgün oımasmm gerektiğine
işaret etmekle beraber Buhârî şârihi, Aynî bunun icma ile mustehab olduğunu
söylemiştir.

Zahirî mezhebinden îbn Hazm'e göre safların düzeltilmesi sıklaştırılması, birinci safta
yer varken ikinci saffm inşa edilmemesi saflar düzeltilirken, ayaklara ve omuzlara

1367]

dikkat edilmesinin farz olduğunu söylemiştir.

94. (Ihtilam Olduğunu Hatırlamayıp Da) Uyandıktan Sonra Üzerinde Islaklık
Gören Kimsenin Durumu

236....Aise (r.anhâ)'dan şöyle demiştir:

Rasûlullah (s.a.)'a ihtüâm olduğunu hatırlamadığı haîde (çamaşırmda) ıslaklık bulan
adam (in durumu) soruldu. Efendimiz:
"Gusleder (gusletsin)" buyurdular.

İhtilâm olduğunu gören, fakat ıslaklık bulmayan kişi (nin durumu) soruldu:
"Ona gusl gerekmez" buyurdu.
r3681

Ümmü Süleym "bunu gören kadına da gusül icabeder mi?" diye sordu.

Rasûlullah (s. a.)

r3691 r3701

"Evet. Çünkü kadınlar erkeklerin benzeridirler." buyurdu.



Açıklama



Hadism zâhiri, ihtilâm olduğunu hatırlamadığı haide uyanınca elbisesinde veya
bedeninde bir yaşlık gören kimsenin gusletmesinin gerekli olduğuna delâlet
etmektedir. îbn Abbas, Şa'bî, îbn Cü-beyr ve Nehâî'nin mezhebleri budur.
Hanbelilere göre, uykudan uyanan veya bayılmışken ayılan baliğ bir kimse,
kalktığında bedeninde veya elbisesinde bir yaşlık görür de onun meai olduğuna
hükmederse yıkanması farzdır; mezi olduğuna hükmederse, yıkanması gerekmez.
Fakat o yaşlığı yıkaması gerekir.

Şâfıîîere göre bu durumda, çıkan yaşlığın meni olduğu kesin olarak anlaşılırsa
gusletmesi farzdır. Mezi veya vedi ya da idrar olduğu belli ise, yıkanması gerekmez.
Meni mi, yoksa mezi mi olduğunda şüphe ederse bir tarafı tercih ederek ona göre
hareket edebilir. İhtiyaten gusletmesi daha iyidir.

Hanefilere göre, uykudan uyanan kimse yatağında veya çamaşırında ya da butlarında
bir yaşlık görür ve ihtilam olduğunu hatırlarsa, kendisine gusül lâzım gelir. O yaşlığın
meni veya mezi olduğunu bilsin veya şüphe etsin fark etmez. Bunda ittifak vardır.
Fakat ihtilam olduğunu hatırlamadığı takdirde o yaşlığın mezi mi, meni mi olduğunda
şüphe etse veya meni olduğuna kani olsa, Ebû Yusuf a göre gusül lazım gelmez.
Çünkü şehvetle geldiği belli değildir. îmam-i Azam ile İmam Muhammed'e göre
bunun mezi olduğuna kani ise, gusül Sazım gelmez; fakat meni olduğuna kani olur
veya meni mi, mezi mi, diye şüphe ederse, gusül lâzım gelir. İhtiyatlı olan budur. Za-
ten fetva da bu şekilde verilmiştir.

Mâlikîlere göre ise, uykudan uyanıp da ihtilam olduğunu hatırlamayan ve fakat
bedeninde veya elbisesinde bir ıslaklık gören kişi, kesinlikle bunun meni olduğuna
hükmeder veya meni midir, değil midir şüphesine düştüğü zaman gusletmesi gerekir.
Meni olmadığına teinükle kanaat getirir veya meni mi, mezi mi, vedi mi olduğunda
şüphe ederse, gusül gerekmez.

Bir erkek veya kadın, rüyada ihtüâm olduğunu hatırladığı halde meni dışarıya çıkmasa
gusletmeleri gerekmez. îmam Muhammed'e göre bu durumda kadının ihtiyaten
yıkanması gerekir. Çünkü kadından çıkacak maddenin gerisin geriye dönmesi
muhtemeldir.

Uyanıp yatağından kalkan kimse, ihtilam olduğunu hatırladığı halde tenasül uzvunda
bir yaşlık görürse gusletmesi lâzımdır. Ayakta veya oturduğu yerde uyuyan kimse,
uyanıp da bu uzvunda bîr yaşlık görür ve bu yaşlığın meni olduğuna hükmederse veya
uyumadan evvel âleti hareketsiz bir halde bulunmuş ise, gusl etmesi lâzımdır. Fakat
meni olduğuna hükmedemez de tenasül uzvu önceden sert bir vaziyette imişse gusül
gerekmez. Uzvun sert olması mezi çıkmasına sebeb olduğu için bu yaşlığın mezi
olduğu kabul edilir.

[371]

Bu mevzuda geniş bilgi için 206, 210-211 nolu hadislere de bakılabilir.
Bazı Hükümler

1. Kıyas caizdir.

2. İhtüâm olduğunu hatırlamasa bile uyandığında elbise veya bedeninde ıslaklık gören
kadın ve erkeğe gusletmek gerekir. Konu ile ilgili tafsilât açıklama kısmında
verilmiştir.

3. Kadınlar arasında da erkekler gibi ihtilam olanlar olabilir.



T3721

4. Şer'î bir meselede soru sormaktan utanmamak gerekir.
95. Uykusunda Erkekler Gibi Ihtilam Olan Kadın
237.. ..Aişe (r.a.)'dan, demiştir ki;

Enes b. Mâlik'in annesi Ümmü Süleym el-Ensâriye (Peygamber aleyhisselama
gelerek):

Yâ Rasûlallah, muhakkak Cenab-i Allah gerçeğin sorulması konusunda utanmayı
emretmez. Kadın uykusunda erkeğin gördüğünü görürse, gusleder mi, etmez mi? (Bu
hükmü) bana bildirir misin?

Rasûlullah (s. a.): "Evet suya(meniye) rastlarsa yıkansın" buyurdu.

Ben Ümmü Süleym'e dönüp, "Öff!.. hiç kadın bunu görür mü?" dedim. Bunun üzerine

Rasûlullah (s. a.) bana döndü ve:

"Allah hayrını versin yâ Aişe (çocuğu ona) neden benziyor ya?"
f3731

buyurdu.

Ebû Dâvûd şöyle demiştir:

(Bu hadisi) Zübeydt, Ukayl, Yûnus ve Zühfı'nin kardeşinin oğlu (İbrahim), Zührî'den;
(ayrıca) îbn Ebi'l-Vezîr, Mâlik'ten, Mâlik de Zührî'den, Yûnus'un îbn Şihâb'tan rivayet
ettiği gibi rivayet ettikleri Müsâfı' el-Hacebîde ZührVye muvafakat edip Urve'den, o
da Aişe'den... demiştir. Hişâm b. Urve ise, Urve'den, Urve, Zeyneb bint Ebî
Seleme'den o da Ümmü Seleme'den, "Ümmü Süleym Resulüllah sal-lellahü aleyhi

[3741

veselleme geldi... (Hadisin metni) şeklinde rivayet etmiştir.
Açıklama

Hadis-i şerifin muhtelif rivayetlerinden anlaşıldığına göre, Rasûlullah (s.a.)'a soruyu
soran Ürnmü Seleme olduğunu söylemişse de, Kadı Iyâz, doğrusunun ümmü Süleym
olduğunu ifade etmiştir. Hi-şâm b. Urve'nin rivayetinden de anlaşıldığı gibi, Ümmü
Seleme hâdiseye şöyle şâhid olmuş olabilir; Evvelki rivayetler Hz. Aişe'den geldiği
halde Hişam b. Urve'nin yaptığı rivayet Ümmü Seleme'de nihayet bulmaktadır. Ebû
Dâvûd, hâdiseye şâhid olan Sahabiyenin Hz. Aişe oluşunu tercih ederken, Kadı Iyaz
Ümmü Seleme olduğunu ehl-i hadisten nakl etmiştir. İmam Nevevî ise, bu rivayetlerin
arasını birleştirerek, soru sorulduğu sırada hem Hz. Aişe'nin hem de Ümmü
Seleme'nin Efendimizin huzurunda olup, Ümmü Süleym'i kınamış olmalarının
muhtemel olduğunu söyler. Hafız îbn Hacer de Nevevî'nin sözlerini beğenerek "Bu
güzel bir cem'dir. Çünkü Hz. Aişe ile Ümmü Seleme'nin Rasülullah'm huzurunda aynı
mecliste bulunmaları olmayacak şey değildir" demektedir.

Ümmü Süleym (r. anhâ), kadının ihtilâm olmasının hükmünü Efendimize sormuş,
fakat bu, kadın için âdeten ayıp bir şey olduğu için nezâketle ve önceden özür beyan
etmiştir. Buna rağmen, Hz. Aişe durumu yadırgayarak Ebû Davud'un rivayetine göre,
"Yazıklar olsun sana! Hiç bunu kadın görür mü?" Müslim'deki bir rivayete göre ise,
"Yâ Ümmü Süleym kadınları rezîl ettin, Allah hayrını versin" demiştir.
"Allah hayrını versin" diye tercüme ettiğimiz ( ) sözünü, Ebû Davud'un rivayetine
göre, Rasûlullah aleyhisselâm Hz. Aişe'ye, Müslim'in bir rivayetine göre. Hz. Aişe



Ümmü Süleyme söylemiş, Efendimiz de "asıl senin Allah hayrım versin" buyurmuş.
Başka bir rivayete göre ise, Rasûlullah Efendimiz Ümmü Seleme'ye söylemiştir. ( )
cümlesinin esas mânâsı daha önce de ifâde ettiğimiz gibi "sağ elin topraklansın"
demektir. Bu cümle hakkında hayli ihtilâf edilmiş ise de, muhakkıklarm tesbitine göre
"fakir olasın" manası daha sahihtir. Fakat Araplar bunu bizim "Allah hayrını versin,
Allah'tan bul" dediğimiz gibi bazan beddua, bazen de takdir ve taaccüp manasına
kullanmışlardır.

Ibn Abdilberr, Hz, Aişe'nin bu inkârından bütün kadınların ihtilâm olmadıklarının
anlaşıldığını ifade ederek "öyle olmasaydı Hz. Aişe bunu inkâr etmezdi" der. Süyûtî
de rüyaya giren şeyin şeytan olduğunu söylemiştir. Peygamberler ihtilâm olmazlar,
çünkü ihtilâm olayı şeytanî bir olaydır. Peygamberler ise bundan masundur. Diğer
bütün erkek ve kadınlar ihtilâm olurlar. Ancak bunun erkeklerde kadınlardan daha çok
olduğu söylenmektedir.

Resûlüllah (s. a.) hanımlarından birinin, kadının ihtiîâm olmasını yadırgamasına
karşılık, durumu isbat için "peki ya benzerlik nereden gelmektedir?" buyurmuştur. Bu
mana Buhârî ve Müslim'de değişik lâfızlarla ifade edilmiştir. Sarihler Efendimizin bu
ifâdesinden istifâde ederek erkeğin suyunun galib gelmesi hâlinde çocuk babaya,
kadının suyunun galip gelmesi halinde de anaya benzeyeceğini söylemişlerdir. Sahîh-i
Müslim'deki bir rivayetin sonunda Rasûlullah Efendimiz "Eğer kadının suyu galip
gelirse çocuk dayılarına, erkeğin suyu gaiip gelirse amcalarına benzer"
[3751

buyurmuşlardır.
Bazı Hükümler

1. Kişinin yararına uygun olan şeyleri sormaktan utanmaması gerekir.

2. Utanılacak cinsten de olsa, bilmediği bir şeyi soran kimseyi ayıplayanı kınamak
caizdir.

3. Kadın da erkek gibi ihtilâm olur ve ondan da meni gelir.

[3761

4. Doğan çocuk babasına benzediği gibi anasına da benzeyebilir.
96. Gusl İçin Yeterli Su Mikdarı

238.... Aişe (r. anhâ) şöyle demiştir: "Resûlüllah aleyhisselâm, cünuplükten dolayı

D771

ferak (demlen) bir kaptan guslederdi."
Ebû Dâvûd şu rivayetleri de kay d etti:

Bu hadisfm rivayetin)de, Ma'rner Zührî'den naklen şöyle dedi:

Aişe dedi ki "ben ve Rasûlullah (s. a.)' içinde ferak miktarı su olan bir kaptan
guslederdik."

îbn Uyeyne Mâlik hadisinin benzerini rivayet etti

Ebû Dâvüd dedi ki; Ahmed b. Hanbel; "Ferak on altı ntldır" derken işittim. Yine onu
"İbn Ebi Zi'b'in Sa'ı ntldır" derken dinledim ve bazılarının "bir sa', sekiz rıtıldır"
dediklerini söyledim. "Bu mahfuz değildir" dedi. (Bir seferinde de) Ahmed'i şöyle
derken duydum: "Kim fıtır sadakasını bizim şu nalımızla ( rıtıl) verirse sadakasını tam
çiarak vermiştir. "Kendisine (itiraz olarak) "Sayhanı ağırdır" denildi. İmam, (cevaben



önce); "Sayhanı en güzeldir, (dedi, biraz düşündükten sonra da) "bilmiyorum" dedi.
r3781



Açıklama

Bu hadis-i şerifi, Buhârî ( ) "...ferak denilen bir kaptan..." şeklinde rivayet etmiştir.
Müslim'in rivayeti ise, aynen Ebû Davud'un rivayeti gibidir.

Hadis-i şerifte zikri geçen "Ferak" kelimesi hakkında değişik şeyler söylenmiştir. Son
devir âlimlerinden merhum Ahmed Nâim, Tecrid-i Sarih Tercemesi'nde bu konuda
şunları kaydetmiştir:

Ferak cumhurun görüşüne göre iki sa' miktarı su alır bir kaptır ki, takriben altı litre
eder. İbnü'l-Esîr ise "Ferak"m 16 rıtl, yani 3 sa',-ki takriben 9 litredir-Ferk' in ise 120
rıtl, yahut 22 sâ', yani takriben 67,5 litre olduğunu beyan ediyor. Ümmü'l-Mü'minin
Aişe (r.anhâ) "ferak altı "kısfdır" demiştir. Ehl-i lügatin bil ittifak beyanıyla her kist
yarım sa' diye tarif edilmiş olduğundan Ibnü'l-Esir'in nakline diyecek kalmıyor,,
Süfyan b. Uyeyne ile tmam Şafiî ve ehl-i lügat bunda müttefiktir. Ancak Hanefi
fukahasi müddü (2) ntl i'tibar edip sa' da (4 ) müd olduğundan onlara göre ferak (2)

r3791

sâ'dır ki yine Hicazlılann (3) sa'm toplamı itibar ettikleri (16) ntl demek olur.
Bu ifadelerden anlıyoruz ki; Hanefîlere göre "ferak" altı litre su alan bir kaptır. Hadis-i
şerifin Zührî'den gelen tankından Rasûlallah aleyhisse-lamla Hz. Aişe'nin birlikte
yıkandıkları kabın isminin "ferak" değil, bir ferak miktarı su alan bir kap olduğu
anlaşılmaktadır. Mecmö'daki ifâdelerden de ferakm on altı ntl miktarı su alan bir ölçek
olduğunu anlıyoruz. Fakat Buhârî'deki rivayette (yukarıda da işaret edildiği gibi) bu
kabın adının "ferak" olduğu ifade edilmektedir. Hadis-i şerifin tercemesi, Buhârî'nin
rivayeti gözönüne alınarak yapılmıştır. Rasûlullah aleyhisselamm ferâktan veya ferak
miktarı su alan bir kaptan yıkanması onun içindeki suyun tamamını kullandığına
delâlet etmez. Öyle bir kaptan su alarak yıkandığı da anlaşılabilir. Nitekim
Efendimizin guslettiği suyun miktarı hakkında değişik rivayetler vardır. Rasûlullah
aleyhisselam bazan bir sa' (üç litre) su ile guslettiği halde, bazan daha fazla su
kullanmıştır. Aslında gusül için yeterli olan su, bedenin tamamını ıslatabilen sudur. Bu
bir sâ' olabileceği gibi az veya çok da olabilir. Ancak israf derecesine kaçmamalı ve
dökünen kişiye yıkanmış denemeyecek kadar az olmamalıdır. Ulemânın beyânına göre
gusülde müstehab olan bir sa'dan; abdestte müstehab olan bir müdden az su
kullanmamaktır.

Deniz kenarında bile olsa suyu israf etmenin men'edilmiş olduğunda bütün ulemâ
müttefiktir. Zahire göre bu yasaktan murad, kerâhet-i tenziyyedir. Alimlerimizden
bazıları "israf haramdır" demişlerdir.

Müellif Ebû Dâvûd son olarak "ferak" hakkında Ahmed b. Hanbel'-den duyduklarını
kayd etmiştir. İmam Ahmed'in, Sa'ı nisbet ettiği, îbn Ebî Zi'b, İmamın hocasıdır.
Ahmed b. Hanbel hocasının, bir sa'ı rıtıl kabul etmesini benimsemiş ve bu miktarda
verilecek sadakayı fıtrin yeterli olduğunu ifade etmiştir. Fakat kendisine Sayhanı
denilen hurmanın daha ağır, dolayısıyla rıtlmm bir sâ'dan az olacağı ima edilerek
itiraz edilince önce, Sayhânî'nin daha iyi olduğunu söylemiştir. Ancak biraz
düşününce "bilmiyorum" demiştir.

Hanefî ve Mâlikîlere göre, ağırlığı ne olursa olsun bir sa'a baliğ olmadan verilen fıtır



T3801

sadakası edâ edilmiş sayılmaz.



Bazı Hükümler

Güsûl abdesti alırken suyu israf derecesinde çok ve yıkanmış denemeyecek kadar az

[3811

kullanmamak gerekir.

97. Cünublükten Yıkanmak

Bu bâb cünuplükten dolayı yıkanmakla ilgili hadisleri ihtiva etmektedir.( ) (gasl)
yıkamak, ( ) (gusl) yıkanmak mânalarında kullanılır.

Gusl lûgatta "akıtmak" ıstılahta ise, "bedende, suyun varması mümkün olan her yere
suyu ulaştırmak (bütün vücûdu yıkamak)" manalarına gelir. Ağızm ve burnun içi,
yıkanması gereken yerlerdendir.

Cenabet, lügatta uzaklık demektir. Cünup olan kişi, yıkanmcaya kadar namaz ve
mescidlere yaklaşmaktan men' edildiği için, bu isim verilmiştir. Şeriata göre, namazın
sıhhatine mâni, bedende olan manevî pisliktir.

T3821

239....Cübeyr b. Mut'im 'den rivayet edildi ki:

Sahabe-i Kiram (r.a,) Rasûlullah (s.a.)'m yanında cünuplükten dolayı yıkanmaktan
bahsettiler. Rasûlullah (s. a.) her iki eli ile de göstererek "Bakın ben başıma üç defa (üç

r3831

avuç) dökerim" buyurdu.
Açıklama

Şerhini yaptığımız bu hadis Peygamber sallellahü aleyhi vesellemin guslederken başa
üç defa eliyle göstererek (su döküp) guslettiğini beyan eder.

Şafiî ulemasından Nevevî "Bu hadis başa üç defa su dökmenin rnüste-hab olduğuna
delâlet eder. Ashabımız başa kıyasla bedeni de aynı hükmün altına sokmuşlardır" der.
Hanefî ve Hanbelilerin görüşü de Nevevînin işaret ettiği gibidir. Yani gusülde bütün
bedenin üç defa su dökülerek yıkanması müstehabtır.

Mâlikîlere göre sadece başın üç defa yıkanması mendûptur. Beden için mendub
oluşuna delâlet edecek bir şey yoktur. Bu hadisin zahiri ile Buhârî (gusül, 5-15) ve
Müslim'in Hz. Aişe'den rivayet ettikleri hadis, Malikîlerin görüşünü te'yîd etmektedir.
Buhârî, sarihlerinden Askalânî de îbn Battal'dan şu nakli yapar: "Asıl olan bir defa
yıkamaktır."

[3841

Zaten bedenin üç defa yıkanması sabit olsaydı, bu bize kadar gelirdi.
Bazı Hükümler

1. Din büyüklerinin yanında ilmî konuların müzâkeresi câizdir.

2. Yıkamldığmda başa üç defa su dökmek müstehaptır.



3. Öğretmenin Öğreteceği şeyi, öğrencinin anlayabileceği bir şekilde anlatması
gerekir.

4. İlmi mevzular konuşulurken bir mevzuyu aydınlatmak için ilim adamının
müdâhelede bulunması yerindedir.

240.. ..Aişe (r.anha)den şöyle demiştir: "RasûluIIah (s.a.) cünuplükten dolayı yıkanmak

r3851

istediği zaman süt kabına benzer bir kap isterdi. (Kap gelince) iki avucu ile su
alır ve önce başının sağ tarafım, sonra da sol tarafını yıkardı. Daha sonra iki eline

H861 D 871

tekrar su alır ve başının tamamına dökerdi."
Açıklama

Bu haciis-i şerif bir Önceki hadisi açıklar mâhiyettedir. Şöyle ki birinci hadiste Hz.
Peygamber başına elleriyle üç defa su dökmekle iktifa etmişti. Burda ise, birinci su
ahşıyla başının sağım, ikincisi ile solunu, üçüncüsü ile başının tümünü yıkadığı Hz.
Aişe tarafından nakledilmektedir.

Hz. Peygamberin yıkanmaya başından başlayıp onu üç defa yıkaması, kir tutmakta
başın en önde gelen azalardan olduğunu ve dolayısıyla, bu şekildeki guslün hikmetini
tebarüz ettirmektedir. Nitekim, Malikîlerin de baştan başka üç defa yıkanması nıendup

r3881

olan aza olmadığını söylemeleri bunu göstermektedir.
Bazı Hükümler

1. Gusül ve abdest için su hazırlamak meşru olur.

2. Gusle başı yıkayarak başlamak müstehaptır.

3. Yıkamaya önce sağdan başlanması gerekir.

241....Teymullah b. Sa'lebe'nin oğullarından biri olan Cumey b. Umeyr'den, demiştir

"Annem ve teyzem ile birlikte Aişe (r.anha)nin yanma gitmiştik. Onlardan birisi Aişe
(r.anha) ye; gusülde neler yapardınız? diye sordu. Âişe (r.anhâ) da şu cevabı verdi:
RasûluIIah (s.a.) önce namaz için aldığı abdest gibi abdest alır, sonra başına üç defa su

r3891 r3901

dökerdi. Biz ise, saçımızdaki örgülerden do-,layı bes defa dökeriz."
Açıklama

Bundan önceki hadislerde Rasûlullah'm gusülden önce abdest aldığına dair bir işaret
olmamasına rağmen, bu hadis-i şerifte gusülden önce namaz abdesti gibi abdest
aldığım daha sonra başına üç defa su dökerek gusül yaptıkları anlatılmaktadır.
Hz. Aişe her iki hadiste Rasûlullah'm başına üç defa su dökerek gusle başladığını,
diğer bir olayda birinci hadis-i şerifi şerheder mahiyette gusülden önce abdest aldığım
söylemektedir. Yine Hz. Aişe ve Hz. Meymûne, 243-245 no'lu hadisler de Hz.
Peygamberin gusül öncesi neler yaptığım anlatmaktadırlar. Her hadis diğer bir hadisin



şerhi durumundadır. Böylece ümmetin maslahatı sağlanmış olmaktadır. Bu konuda
geniş bilgi 243-245. hadislerde gelecektir. Açıklamaya çalıştığımız hadis-i şerifin
delâlet ettiği noktaları ise, ulemâmız şöyle belirlemiştir:

Hadis-i şerifin zahirinden gusülden önce abdest almanın sünnet olduğu
anlaşılmaktadır. Ulemânın ekserisinin görüşü de bu merkezdedir. Sadece Dâvûd (-
ızâhiri) ile Ebû Sevr gusülden Önce abdest almanın vâcib olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Ancak bu görüşe delil olabilecek bir açıklama getirilmemiştir.

Ayrıca bu hadis-i şerifteki Aişe (r.anhâ)nm "Biz saçımızdaki örgülerden dolayı beş
defa su dökeriz" ifadesine göre, kadınların başlarını beş defa yıkamalarının müstehap
olması gerekir. Ancak senedde adı geçen Cümey'den dolayı bu hadis zayıf sayılmış ve
delil olarak kabul edilmemiştir. Ayrıca ilerde gelecek olan 25 1 no'lu hadiste kadınların
örgülerinin durumu ve başlarına üç defa su dökebileceklerine dair açık ifadeler
I39JJ

bulunmaktadır.
Bazı Hükümler

1. Gusle abdestle başlamak sünettir.

2. Erkekler üç, kadınlar beş defa başlarına su dökebilirler.

3. Kadınlar saçlarım örebilirler.

4. Saçlarının dibine su ulaşıyorsa kadınların saç örgülerini çözmeleri gerekmez.

242.. ..(Ebu Davud'un Süleyman b. Harb el-Vâşihî ve Müsedded'den rivayet ettiği
hadiste) Aişe (r.anhâ) şöyle demiştir:

"Rasûlullah (s. a.) cünuplükten dolayı guslet (mek iste)diği zaman -Süleyman b.
Harb'in rivayetine göre,- önce sağ eliyle sol eline su döker -Müsedded'in rivayetine
göre de- önce kaptan suyu sağ eli üzerine dökerek ellerini yıkar,- sonra ikisinin
ittifakla rivayetine göre- ve fercini yıkardı. (Bundan sonra Müsedded): Suyu sol eline
dökerdi. Aişe (r.anhâ) bazan ferci kinayeli olarak söylerdi (sözlerini ilâve etti).
(Hadis'in bundan sonraki kısmında Süleyman ve Müsedded ittifak etmişlerdir:)
Rasûlullah sonra namaz için aldığı abdest gibi abdest alır, her iki elini de kaba daldırıp

[392]

(su alır) suyun (başının) derisine ulaştığını bilinceye veya deriyi paklaymcaya
kadar saçlarını hilaller ve başına üç defa su dökerdi. Sudan artan olursa onu da

f3931 P941

vücûduna dökerdi."
Açıklama

Hadiste Rasûlullah'm gusle ellerinden başladığı ancak Süleymana göre sağ eh ile sol
eline su döktüğü; Mısedded e göre ise, kabtan direkt olarak sağ eline su döktüğü
şeklinde beyân edilmektedir. Daha sonra her iki râvinin de ittifakı ile avret mahallini -
burada Müsedded'in beyânına göre sağ eliyle döküyor sol eliyle avret yerini-
yıkıyordu. Bunu müteâkib namaz abdesti gibi abdest alıyor, sonra da iki elini kaba
daldırarak su alıyor, saçlarım ve vücudundaki kılları ovalayarak aralarına suyun nüfuz
etmesini sağlıyordu. Suyun tenine değmesiyle oranın temizlenmesine kanaat getirdiği
an, üç defa başına su alarak bütün vücudunu yıkıyordu. Artan su kalırsa hepsini birden



vücuduna döküyordu.

Kadı Iyaz, bazı kişilerin, bu hadise dayanarak vücuttaki bütün kılların ovalanmasının
gerektiği görüşünü benimsediklerini söyler. Mâlikîlere göre sık otsun, seyrek olsun,
vücuttaki bütün kılların ovalanması vâcibtir. Şafiî ve Hanbelilere göre, ovalanmadığı
takdirde su deriye ulaşıyorsa kılların ovalanması mendub, ulaşmıyorsa vâcibtir.
Bu meselede Hanelilerin görüşü de şöyledir: Ovalanmadan su deriye kadar ulaşırsa
saçın ve sakalın ovalanması müstehap, ovalanmadan deriye ulaşmazsa, farzdır.
Gusülde bedenin ovalanmasını şart koşmayanlar bu hadisi delil gösterirler. Zira ( )
suyu akıtmak, dökmek anlamına gelmektedir, derler. Vücudu ovalamanın hükmü ile

13951

ilgili görüşler, abdestle ilgili bahiste verilmiştir.
Bazı Hükümler

1. Cünuplükten dolayı yıkamldığmda önce eller ve avret yen yıkanmalıdır.

2. Gusle başlarken abdest almak sünnettir.

3. Kılların dibi ovalanmalıdır.

4. Rasûlullahm tertibi üzere gusül yapmak sünnettir.

243. ...Aişe (r.anhâ) şöyle demiştir:

"Rasûlullah (s. a.) cünuplükten dolayı gusletmek istediği zaman Önce ellerini
bileklerine kadar, sonra da fercini kaşığıyla yıkar ve onlar üzerine su dökerdi. Ellerini
temizledikten sonra duvara sürterdi. Sonra abdest almaya başlar (abdest aldıktan)

H961 r3971

sonra da başına su dökerdi."
Açıklama

Hadis-i şerifte geçen ( ) kelimesi kasık ve koltuk altı gibi kirlerin toplandığı suyun zor
ulaştığı yerlere denir. Burada fere kast edilmektedir. Zabtı bazı nüshalarda ( )
"dirseklerini" şeklindedir. Irakî doğru olanının bu olduğunu kaydetmektedir, ( )
"sonra onun üzerine suyu döktü" cümlesinin açıklanmasında, sarihlerden kimi
kasıklara, kimi ellere kimi de bütününe şâmil olabileceğini söylemişlerdir.
Rasüllah (s.a.)'in avret yerlerini yıkadıktan sonra ellerini duvara sürtmesi, ellerindeki
herhangi bir kokunun kalma ihtimaline binaendir. Günümüzde temizleyici sabun ve
benzerlerinin kullanılmasının lüzumuna işarettir. Ayrıca önceden de belirtildiği gibi

[3981

tuvaletten sonra ellerin sabunla yıkanması da gerekmektedir.
Bazı Hükümler

1. Gusulde msan vücudundaki suyun zor yetiştiği yerleri yıkamakta mübalağa
edilmesi gerekir.

2. Ellerde pislik eseri kalmaması için ek temizleyici kullanılmalıdır. Böyle bir şey
olmadığı takdirde toprakla temizlenmelidir.

244.... Aişe (r.anhâ) şöyle buyurmuştur: "Vallahi eğer isterseniz, size cünuplükten



dolayı yıkanmış olduğu yerdeki duvarda Rasûlullah'm elinin izini
f3991 r4001

gösterebilirim."
Açıklama

Münzirî, bu hadisin mürsel olduğunu, Şa'bî'nin bunu Hz.Aışe (r.anha)den duymadığını
söyler.

Fazla bilgi önceki hadiste geçmiştir.

[4011

245.. ..İbn Abbâs, teyzesi Meymûne 'nin şöyle dediğini haber vermiştir:
"Rasûlullah (s.a.) için cünuplükten dolayı yıkanacağı suyu hazırladım. Kabı sağ elinin
üzerine eğdi, iki veya üç (bu şüphe el-A'meş'tendir) defa yıkadı. Sonra avret yerine su
döktü ve orayı sol eliyle yıkadı. Daha sonra da (sol) elini yere sürttü ve
yıkadı.Bilahere ağzına ve burnuna su aldı, yüzünü ve ellerini yıkadı, başına ve

r4021

vücuduna su döktü, kenara çekilerek ayaklarını yıkadı. Ona havluyu verdim
almadı, suyu bedeninden (silip silkeleyerek) atmaya başladı. (el-A'meş der ki) Bunu
(Rasûlullah'm havluyu almayıp, üzerinden su serptiğini) İbrahim (en-Nehâiy)e
söyledim. İbrahim; "onlar havlu kullanmakta bir beis görmezlerdi, fakat onu âdet
edinmeyi kerih addederlerdi" dedi.

Ebû Dâvud, Müsedded'in şu sözünü nakleder: "Abdullah İbn Dâ-vûd'a, "Onlar
havluyu âdet edinmeyi kerih görürlerdi" şeklinde bir şey biliyor musun? dedim o; evet
öyledir (Meymune'nin rivayetinde, onlar bunun âdet olmasını kerih görürlerdi ibaresi

T4031

yoktu) fakat ben kitabımda bu ibareyi mevcut olarak buldum, dedi."
Açıklama

Hadis-i Şerifte geçen "iki veya üç defa yıkadı" ifadesindeki şek, tercümede
belirttiğimiz gibi Süleyman el-A'meş'tendir. Nitekim bu şüphenin ondan geldiğim
Buhârî de belirtmiş bulunuyor. Ancak yine ei-A'meş'in rivayet ettiği ve Ebû Avâne'nin
Sahîh'inde kaydettiği aynı hadîste, "ellerine üçer defa su döktü" deyip şek belirten bir
ifade kullanmamıştır. Hafız İbn Hâcer aynı şahıstan gelen bu farklı rivayetler hakkında
şu yorumunu yapar: "A'meş anlaşıldığı kadarıyla önceleri bu konuda şek etmekte iken,
sonraları hadisi hatırlamış ve "üç defa" diyerek kati bir ifade kullanmıştır. Çünkü bu
rivayeti A'meş'ten üç defa ve tereddütsüz olarak rivayet eden ibn Fudayl, şüpheli
olarak rivayet edenlerden daha sonraları ondan hadis dinlemiştir."
Hadis'in bundan sonraki kısımlarından Rasûlullah (s.a.)'in sol eliyle edep yerini
yıkadığı, bu yıkama esnasında eline herhangi bir kokunun bulaşmış olma ihtimaline
karşılık ellerini yere iyice sürttüğü anlaşılmaktadır. Bu da yüce Rasûl'ün temizliğe ne
derece önem verdiğini, hoş olmayan kokuların bedeni üzerinde kalmaması için ne
derece dikkat ettiğini göstermektedir.

Gusül ve abdest esnasında ağıza ve buruna su alıp mazmaza ve istinşâk yapmanın
hükmünün ne olduğunda ulemâ arasında farklı görüşler vardır:

Ibnu'l-Mübârek, Ahmed b. Hanbel ve İshâk gibi imamlara göre abdestte de gusülde de



mazmaza ve istinşâk vâcib (farz) dır.

Hanefîlerle Süfyân es-Sevrî'ye göre, gusülde farzdır, abdestte değildir. Mâlik ve Şafiî
âlimlerine göre ise, her ikisinde de sünnettir.

Bu konuda yeterli açıklamalar, daha önceden Abdest ile ilgili hadislerin açıklaması
üzerinde durulurken verilmiş bulunuyor. Bu bakımdan burada delillerini ayrıca tekrar
etmeye gerek görmüyoruz. "Sonra başına ve bedenine (su) döktü" ifadesinden
Rasûlullah (s.a.)'in saçları arasını ovalamadığı, sadece suyu dökmekle iktifa ettiği
anlaşılır. Halbuki, daha evvel Rasûlullah (s.a.)'in daha su dökünmeye başlamadan
vücutta kıl olan yerlerini ovaladığı zikredilmişti. Burada râvinin hadisi uzatmamak
için bunu zikretmemiş olduğu anlaşılabileceği gibi, Peygamber (s.a.)'in ovalamayı
bazan terkettiği de anlaşılabilir.

Hadis-i şeriften Rasûlullah (s.a.)'m ayaklarını yıkamak için yerini değiştirdiği ve
ayaklarım yıkamayı en sona bıraktığı anlaşılmaktadır, bu mânâyı ifâde eden başka
rivayetler de vardır. Cumhur, bu rivayetlere istinaden, mutlak olarak gusülde ayakları
en son yıkamanın müstehap olduğu görüşüne varmışlardır. İmam Mâlikden eğer yer
temiz değilse ayakları yıkamayı sona bırakmamn, temizse abdestin hemen akabinde
yıkamanın müstehap olduğu da rivayet edilir.

İmam Ebû Hanife ve talebelerine göre, gusledilen yer leğen, küvet gibi suyun biriktiği
bir yerse ayakları yıkamayı en sona bırakmak, değilse abdestin hemen sonunda
yıkamak müstehaptır.

"Ona havlu verdim almadı" cümlesinin Buhârî ve Müslim'deki ifadeleri lafız
yönünden farklı ise de mânâ itibariyle herhangi bir farklılık yoktur.
Câbir b. Abdillah, İbn Ebî Leylâ ve Saîd b. Müseyyeb bu hadise dayanarak, gusül ve
abdestten sonra kurulanmanın mekruh olduğunu söylemişlerdir. Şâfiîlerin meşhur
kavline göre, silinmeyi terk etmek müstehaptır. Osman b. Affân, Hasan b. Ali, Enes b.
Mâlik, Hasen el-Basrî, Ebû Hanîfe, Mâlik ve Ahmed (Allah hepsine rahmet etsin)
abdest ve gusülden sonra kurulanmada kerahet görmemişlerdir. Bunlar görüşlerine İbn
Mâce'nin Selmân-ı Fârisî tankıyla rivayet ettiği;

"Rasûlullah (s. a.) abdest aldı, üzerinde olan yün di b bey i ters çevirdi ve onunla
r4041

yüzünü sildi" hadisi ile Tirmizî'nin Hz. Aişe'den rivayet ettiği "Rasuiullah'm bir

1405] "

bez parçası vardı, abdestten sonra bununla kurulanırdı" hadisini delil kabul
etmişlerdir.

Resûlullah'm havlu kullanmaması, her zaman kullandığının hilâfmadır. O'nun bu
hareketi o gün havlu kullanma ihtiyacını hissetmemesinden veya serinleme isteğinin
bulunmasından olsa gerektir.

Ayrıca bu hükümler sıcak iklimde bulunanlar içindir. Soğuk iklimde yaşayıp silinme
zorunluğu olan mü'minler için değildir. Çünkü mevzubahis olan sıhhattir. Soğuğun
çok şiddetli olduğu yerlerde bazılarının "sünnettir" diye silinmemede ısrar etmeleri

r4061

sünnete uygun bir hareket değildir.
Bazı Hükümler

1. Abdest ve gusül suyunun hazırlanmasında başka-smdan yardım istemek caizdir.

2. Kadının kocasına hizmet etmesi meşrudur.



3. Avret mahalleri sol elle yıkanmalıdır.

4. Avret mahalli yıkanmadan önce ve yıkandıktan sonra eller yıkanmalıdır.

5. İstincadan sonra ellerde kalması muhtemel necaset artığını gidermek için
(temizleyicinin bulmadığı zaman) toprağa sürtmek matluptur.

6. Gusülde mazmaza ve istinşak gereklidir. Üç defa olması sünettir.

7. Gusülde ayaklan yıkamanın en sonraya bırakılması meşrudur.

8. Gusülden sonra havlu ile silinmek terkedilebilir.

246....Şu'be'den rivayet edilmiştir,demiştir ki; İbn Abbas (r.a.) cünuplükten dolayı
yıkanmak istediğinde sağ eliyle sol eline yedi defa su döker sonra da avret yerini
yıkardı.

"Bir keresinde kaç defa su döktüğünü unuttu ve "kaç defa döktüm?" diye bana sordu.
Ben de; bilmiyorum" dedim. Bunun üzerine İbn Abbâs (hayretle) "Hey anasız
(kalasıca), niçin bilmiyorsun?" dedi.

Daha sonra namaz için abdest aldığı gibi abdest alıp vücuduna su döker ve "Rasûlullah

r4071 r4081

(sallellahü aleyhi ve sellem) cünuplükten işte böyle temizlenirdi" derdi.
Açıklama

Hadis-i Şerifte geçen ( ) "Anasız kalasıca! " sözü Nihâye'de belirtildiğine göre zem ve
sebbetme için kullanılan bir deyimdir. "Sen sokağa bırakılmış, annesi belli olmayan
birisin" manasına gelir. Bu sözün bazan teaccübmânâsmda medh için kullanıldığı da
söylenir. Tîbî daha çok medh için kullanıldığını söyler. Herhalde îbn Abbâs, burada
Şu'be'yi zem etmek veya ona küfretmek değil de, dikkatsizliğinden dolayı ona hayret
ettiğini göstermek istemiştir.

Bu hadis-i şerifin zahirinden anlaşıldığına göre Rasûlullah (s.a.) cünuplükten dolayı
yıkandığında ellerini yedi defa yıkardı. Ancak râvîler içerisinde Şu'be b. Dinar
bulunduğu için bu hadis zayıf sayılmıştır. Şu'be b. Dinar tenkid edilmiştir. Hadisi
hüccet kabul edilmez, üstelik hadis, Rasûlullah (s.a.)'in yıkandığında ellerini üç defa
yıkadığını bildiren sahih hadislere zıt düşmektedir.

Şayet üzerinde durduğumuz hadis sahih kabul edilirse, o zaman Rasûlullah (s.a.)'ın
ellerini üç defa yıkadığını bildiren hadislerle neshedilmiş olur. Oysa durum böyle
değildir. Hüccet olarak üç defa yıkanmayı bildiren hadisler kabul edilmiştir.

247.... Abdullah b. Ömer (r.a.)den, şöyle demiştir:

"Namaz elli (vakit), cünuplükten dolayı yıkanmak yedi defa ve elbiseden idrarı
yıkamak yedi defa idi. Rasûlulah (s.a.) namaz beş vakit, cünuplükten dolayı yıkanmak
bir ve elbiseden sidiği yıkamak da bir defaya indirilinceye kadar (Allah'a) duaya
r4091

devam etti."
Açıklama

Hadis-i şeriften anlaşıldığına göre, Cenab-ı Allah başlangıcında namazı elli vakit,
cünuplükten dolayı yıkanmayı yedi defa ve elbisedeki sidiği yıkamayı yedi defa
gerekli kılmıştı. Rasûlullah (s.a.) Cenabı Allah'ın rahmet ve şefkatinin büyüklüğüne



güvenerek bunların hafifletilmesi için duâ ve tazarruda bulunmaya başladı. Rasûlullah
(s.a.)'m isteği namaz beş vakit, diğerleri de birer defa oluncaya kadar devam etti.
Namazın önce elli vakit olarak farz kılınıp da sonra beş vakte indirilmesi Mi'rac
gecesinde olmuştur. Müslim'deki rivayete göre, Rasûlullah (s. a.) hâdiseyi şu şekilde
haber vermiştir:

"Allah (c.c) bana her gün ve gece de elli vakit namazı farz kıldı Mûsâ (a.s.)'mn yanma
indim, bana "Allah, ümmetine neyi farz kıldı" diye sordu, ben de "elli vakit namazı"
dedim.

Rabbine dön ve hafifletilmesini iste. Çünkü ümmetinin gücü buna yetmez. Ben israil
oğullarım imtihan edip denedim dedi. Ben de Rabbime dönüp "Ya Rabbi benim
ümmetime (namazı) hafiflet" diye duâ ettim. Allah (c.c) beş vaktim indirdi. Sonra
tekrar Musa (a.s.)'ya döndüm ve Allah'ın benden beş vakti eksilttiğim söyledim, Mûsâ
(a.s.):

Ümmetinin gücü buna da yetmez, Rabbine dön ve hafifletilmesini iste, dedi. Cenab-ı
Allah: "Ya Muhammed, bunlar her gece ve gündüz beş namazdır. Her namaz için on
namaz (sevabı) vardır, bu da elli eder" buyurun caya kadar Allah (c.c) ile Mûsâ (a.s.)

[4101

arasında gidip gelmeye devam ettim."

Cünuplükten dolayı yıkanmanın bir defaya indirilmesi ile, elbisedeki idrarı yıkamanın
bir defaya indirilmesinin namazla birlikte Mi'raç gecesinde veya ayrı ayrı zamanlarda
olması muhtemeldir.

Ancak sarihlerin beyânına göre İslâm'ın ilk yıllarında olabileceğini söylemeleri
yanında hadis zayıf olduğu için delil değildir, diyenler üzerinde fazla
durmadıklarından yeterli bilgi elde edilememiştir. Hadisin sahih olduğu kabul edilse
bile namazın elli vakitten beş vakte indirilmesi hususu sahih hadislerle sabittir. Fakat
cünuplükten temizliğin, elbisenin yedi defa yıkanarak temizlenmesinin hükmü sahih
hadislerde varid olmamıştır. Buna göre de imamların ittifak ettikleri husus cünüplekte
su bütün vücûda nüfuz etmesi halinde bir defa ile iktifa edileceğidir. Elbisede de
durum aynıdır.

Elbisedeki bir pisliğin yıkanması, Şafiî ve Mâlikîlere göre bir defadır. Ancak Şafiîlere
göre üç defa yıkamak menduptur. Eğer necaset bir veya üç defa yıkamakla yok
olmamışsa, zail oluncaya kadar yıkamaya devam etmek gerekir. Ahmed b. Hanbel'den
gelen iki rivayetten biri de bu şekildedir. Muğnî müellifi İbn Kudâme bunu tercih
etmiştir.

Hanefîlere göre necaset ikiye ayrılır:

Necâset-i Galîza: İnsanın tersi ve sicjiği, eti yenmeyen hayvanların tersi, sidiği ve
salyası, eti yenen hayvanlardan tavuk, kaz ve ördeğin tersi, kan, irin, meni, mezi, vedî,
hayz ve nifas ileistihazakanlan ağız dolusu kusuntu gibi insanın bedeninden çıkıp da
abdesti bozan şeyler bir de şarap ve boğazlanmadan ölmüş hayvanın eti ve derisi.
Necâset-i hafife: Atın ve eti yenen ehli ve vahşi hayvanların sidiği, eti yenmeyen
kuşların tersi, eti yenen hayvanların, eşek ve katırın sidiği, İmam A'zam'a göre galiza,
imameyne göre hafifedir. Fetva İmameynin görüşüne göre verilmektedir.
Bu necasetlerden galizanm katı olanının dirhem miktarından fazlası namaza mâni,
daha azı mâni değildir. Sıvı olanında ise, avuç içi miktarından azı namaza mâni değil,
daha fazlası mânidir.

Necâset-i hafıfenin isabet ettiği yer elbisenin veya bedenin dörtte birinden az ise
namaza mâni değil, dörtte birine denk veya daha fazla ise, namaza mânidir.



İmam Ebû Yûsuf a göre enine boyuna bir karış miktarı namaza mâni değil, daha
fazlası mânidir. Elbise veya bedende namaza mani olacak miktarda pislik varsa (ister
galiza, ister hafife) hemen yıkanması gerekir. Bu pisliklerde ya gözle görülür yani,
kuruduktan sonra iz bırakır, ya da gözle görülmez yani kuruduktan sonra iz bırakmaz.
Gözle görülen bir necasetle pislenmiş olan şey, pisliğin aynı ve eseri yok olunca temiz
olur. Temizleme yolunun, yıkamak, silmek, ovalamak (v.s.) olması arasında fark
yoktur. Pislik yıkanarak giderilecekse suyun akıcı veya durgun,az veya çok olması
arasında fark olmadığı gibi yıkamanın adedi de mühim değildir. Mühim olan pisliğin
kendisi ve eserinin ortadan kaldırılmasıdır.

Renk ve kokudan ibaret olan eserin kalması, (izalesi meşakkatli olduğu için) zarar
vermez. Bunları gidermek için sabun ve deterjan kullanmak zarureti yoktur.
Gözle görülmeyen (iz bırakmayan) necasetle pislenmiş olan şey, yıkayanın zann-i
galibine göre temizlenmiş oluncaya kadar yıkanır. Müftâbih olan görüşe göre aded
mühim değildir. Ancak zann-ı gâlib üç defa yıkamak ve yıkanılan şey sıkilabilecek
cinsten ise, her seferinde sıkmakla hasıl olur. Bilhassa üçüncü yıkayışta damlalar
kesilinceye kadar sıkılmaya devam edilmelidir.

Bu hususta itibar sıkanın kendi kuvvetinedir. Tahtavî'nin beyânına göre, galebe-i
zannm üç defa yıkamakla hasıl olacağı şeklinde bir mecburiyet yoktur. Bu üçten az
yıkamakla da hâsıl olabilir. Hatta pis bir elbise üzerinden su akıtılsa ve zann-ı galibe
göre o elbisenin temizlendiği kanaati hasıl olsa. yıkama ve sıkma olmadığı halde, o
elbisenin kullanılmasicâizolur. Vesveseli olmayan kimse hakkında zahir budur.
Vesveseli olan için uygun olan, zann-ı galibi sayı ile takdir etmektir ki, o da üçtür.
Eğer elbisenin yıkandığı su akıcı olmazsa, o zaman her bir yıkanışta sıkılması zâhir-i
rivayete göre lâzımdır. Ebû Yûsuf tan sıkılmanın şart olmadığına dâir bir görüş de

mu

rivayet edilmiştir. Esas olan temiz olduğuna dair zann-i galibin hasıl olmasıdır.
Bazı Hükümler

1. Ser'î hükümlerin bazılarının bazıları ile nesh edilmelen caizdir.

2. Cenab-ı Allah, ibâdetleri hafifletmek suretiyle bu ümmete merhamet etmiştir.

3. Kulun mahzurlu olmayan bir şeyi Rabbisin'den istemesi caizdir.

4. Rasûlullah (s.a.)'m şefaati makbuldür.

248.. ..Ebû Hureyre (r.a)'den, demiştir ki; Rasûlullah (s. a) şöyle buyurdu:

"Muhakkak her küm altında cünuplük vardır. Bütün kılları yıkayınız, teni

[4121

temizleyiniz."

[413] [414]

EbûDâvûd, "Haris b. Vecih'in kendisi zayıf, hadisi münker"dir, dedi.
Açıklama

Bu hadis-i şeriften anlaşılmaktadır ki, cünuplükten dolayı yıkanan kışı vücudunun
tamamına suyu ulaştırmahdır. Suyun isabet etmediği bir kıl bile kalsa cünuplük devam
eder. Hattâbî "Hadisin zahiri, gusledecek kişinin saç örgülerim çözmesi gerektiğine
işaret eder. Çünkü vücuttaki kılların tek tek yıkanması gerekir. Bu da ancak örgülerin



çözülmesiyle mümkündür. İbrahim en-Nehaîbu görüştedir. Ancak ulemânın cum-
huruna göre su saçların dibine ulaşırsa örgülerin çözülmesine lüzum yoktur" der.
İmam Nevevî ise, "cumhura göre gusleden kadın saç örgülerini çözmeden su
saçlarının tamamına ulaşırsa örgüleri çözmesine lüzum yoktur, aksi takdirde örgülerin
çözülmesi vaciptir. Bizim görüşümüz de budur. Ümmü Seleme'nin hadisi, örgüler
çözülmeden suyun saçlarının tamamına ulaşmış olduğuna hamledirir" demektedir.
Hanefilere göre, saç örgülerinin çözülüp çözülmemesi hususunda erkekle kadın
farklıdır. Kadınların saçlarının dibine su ulaştığı takdirde, örgülerin çözülerek saçların
yıkanmasına lüzum yoktur. Çünkü Müslim'in bir rivayetinde, ümmü Seleme (r.a.)
Rasûlü Ekrem (s.a.)'e:

"Ya Resulullah ben saçlarımı örerim, cenabetten dolayı yıkanacağımda onu çözeyim

[4İ5]

mi?" diye sormuş, Rasûllah da "Hayır" cevâbım vermiştir.

Erkeklerin ise saçları örgülü ise, guslettiklerinde örgülerini çözüp suyu saçlarının
tamamına ulaştırmaları gerekir. Bu konuda 251. hadisin şerhinde daha fazla bilgi
verilecektir.

Yine Hattâbî'nin ifade ettiğine göre, gusülde mazmaza (ağıza alma) ve istinşâk .
(buruna su alma) yi farz görenler bu hadis-i şerife istinad etmişlerdir. Çünkü hadis-i
şerifte, her küm yıkanması emredilmektedir. Burunun içinde de kıllar olduğuna göre
burunun içinin de yıkanması gerekir, Hadis-i şerifteki ( ) "deriyi (vücûdun dışını)
temizleyin" emri de ağıza su almanın farziyetine delâlet eder.

Aynî de yukarıda verilen bilgileri tekrar ettikten sonra İmam-ı Azam'm bu hadise
dayanarak mazmazayı ve istinşaki farz saydığını söylemektedir. Hattabî bu hadise
dayanılarak mazmazanm farz sayılmasına itiraz ederek şöyle demektedir: ( ) sözü
lügatlara göre, vücudun dışı, gözün gördüğü kısımdır. Ağızm ve burunun içine beşere
değil, ( ) (edeme) denilir. Dolayısıyla ( ) emri mazmaza (ağıza su alma)nm farz
olduğuna delalet etmez."

Ancak lügatçılann ifadesi Hattâbî'nin ortaya attığı görüşe zıt düşmektedir. Meselâ
Cevherî'nin beyanına göre ( ) (edeme) derinin ete bitişik olan kısmıdır. Ağız ve
burunun içi ise, böyle değildir. Öyleyse bu hadis-i şerifteki ifâdelere dayanarak
mazmaza ve istinşaki farz saymak yerinde bir harekettir.

[416]

Bu konu ile ilgili bilgi için 106. hadis-i şerif ve açıklamasına bakılabilir.
Bazı Hükümler

1. Cünuplükten dolayı yıkanmada bütün vücudun ve vücuttaki kılların yıkanması
farzdır.

2. Deriye suyun ulaşmasına mâni olan pisliklerin izâle edilmesi şarttır.

249.. ..Ali (r.a.)Men rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim kıl dibi kadar bir yeri yi kam ayıp cünup bırakırsa ona (terk edilen yere veya bu

[4171

yeri yıkamayıp terk eden kişiye) şöyle böyle (veya şu kadar süre) azab edilir."
Ali (r.a.) "Bunun (bu şiddetli azabı duyduğum) için (üç defa) başıma (saçıma) düşman

I4JL81

oldum" der ve saçını da tıraş ederdi.



Açıklama



Hadis"i Şerifte Seçen ( ) zamiri bazı müshalarda ( ) şeklinde müennes olarak gelmiş
ve harf-i cerre sebebiyet ma

nâsı verilmiştir. Bezlü'l-mechûd'deki kayıt o şekildedir. Terceme Menhel'in
açıklamasına göre ve zamir müzekker kabul edilerek yapılmıştır.
Tîybî bu hadise dayanarak başı tıraş etmenin sünnet olduğuna hükmetmiş ve;
"Rasûlullah (s. a.) Ali'yi başını tıraş etmekten men'etmediğine göre bu bir takriri
sünnettir. Aynca Rasûlullah (s. a,) ümmetine Hulefâ-i Râşidîn'in sünnetine uymalarını
emretmiştir" demiştir.

îbn Hacer, ve Aliyyü'l-Kârî Tîybî'nin görüşünü reddederek "Bir halifenin yaptığı
Rasûlullah (s. a.) ve diğer üç halifenin yaptıklarına muhalif olduğunda sünnet değil,

14191

ruhsat olur" demişlerdir.
Bazı Hükümler

1. Gusülde vücudun ve vücuttaki kılların tamamına suyu ulaştırmak farzdır.

2. Vücuttan veya vücuttaki kıllardan bir parçayı (kadınların örgüleri müstesna)
yıkamayıp kuru bırakan kişi, Allah'ın dilediği kadar azap görecektir. Yıkandıktan
hemen sonra bu kuru kalan yerleri de yıkarsa ittifakla guslü tamam olur. Ama hava ve
yıkanan kişinin mizacı mutedil olduğu halde diğer azaları kurduktan sonra daha evvel
yıkanmayan kısmı yıkarsa Malikilere göre guslün iadesi lâzımdır. Diğer üç mezhebe
göre lâzım değildir.

r4201

3. Başı tıraş etmek caizdir.

98. Gusülden Sonra Abdest Almak
250.... Aişe (r.anhâ)'dan, demiştir ki;

"Rasûlullah (s. a.) gusleder, iki rekât ( sünnet)i ve sabah namazı-nı(n farzını) kılardı.

[421] f4221

Onun guslettikten sonra abdesti yenilediğini hatırlamıyorum."
Açıklama

Rasulu Ekrem (s.a.)'nin guslettikten sonra kıldığı iki rekat, sabah namazının
sünnetidir. Nitekim, Hâkim'in rivayetinde "sabah namazından Önce iki rekât kılardı"
denilmektedir.

Hadis-i şerifteki ( ) (zannetmiyorum) kelimesinin elifin fethası ile ( ) şeklinde de
okunması mümkündür. O zaman mana, "Onun gusülden sonra abdesti yenilediğini
bilmiyorum" şeklinde olur ki, tercemede her iki husus gözetilerek "hatırlamıyorum"
tarzı tercih edilmiştir.

Bu hadis-i şeriften anlaşıldığına göre gusülden sonra abdest almaya lüzum yoktur.
Tirmizî birçok Sahabe ve Tâbiûn'un bu görüşte olduğunu söyler. Hâkim'in İbn
Ömer'den rivayet ettiğine göre, Rasûlullah (s.a.)'a guslettikten sonra abdest almanın



gerekli olup olmadığı sorulmuş, O da, "Gusülden daha efdal hangi abdest var ki!..."
1423]

buyurmuştur.



Bazı Hükümler

1. Sabah namazından önce ıkı rekat namaz kılınır.

2. Cunuplukten dolayı yıkandıktan sonra namaz kılmak için yeniden abdest almaya
gerek yoktur.

Şimdiye kadar geçen hadislerden anlaşıldığına göre, sünnet üzere gusletmenin şeklî
şudur: Gusledecek olan kişi önce üç defa ellerini yıkar, sonra avret mahallinde veya
bedeninin herhangi bir yerinde pislik varsa onu yıkar, abdest alır, önce başına, sonra
vücudunun sağ ve sol tarafına su döker. Vücudundaki kılları ovalar. Leğen ve benzeri
bir kapta guslediyorsa ayaklarını yıkamayı en sona bırakır. Nehir, göl deniz veya
büyük bir havuzda guslediyorsa suya dalması kâfidir.

Guslün Farzları:

Guslün farzları mezheplere göre farklıdır. Bunlar:
Malikîlere göre: 1. Niyet,

2. Vücudun tamamım yıkamak,

3. Vücudu ovalamak,

4. Saçların arasını ovalamak ve

5. Bunları peşpeşe (tertip üzere) yapmak.
Hanbelilere Göre:

1. Vücuttaki -altına suyun girmesine mâni olan- pislikleri temizlemek, gidermek,

2. Niyet etmek,

3. Besmele çekmek,

4. Ağız ve burun, saçların tamamı ve sünnetsiz ise, haşefe dahil vücudun tamamına su-
yu ulaştırmak.

Şâfıîlere Göre:

1. Niyet,

2. Bedeninde pislik varsa onu yıkamak,

3. Vücudu ve saçları yıkamak.
Hanefîlere Göre:

1. Mazmaza (ağıza su vermek),

2. îstinşâk (buruna su vermek),

3. Vücudun tamamını yıkamaktır.

Hanefî mezhebinde guslün sünnetleri de şunlardır:

1. Gusle niyet etmek.Niyet, diğer üç mezhepte farzdır. Onun için bile bile
terkedümemelidir.

2. Besmele çekmek,

3. Misvak kullanmak,

4. Önce elleri, uylukları yıkamak, bedeninde pislik varsa gidermek,

5. Gusülden evvel abdest almak,

6. Abdestten sonra sırayla üç defa başa, üç defa sağ omuza, üç defa da'sol omuza su
dökmek,



7. Her su döküşte bedeni ovalamak,

8. Bir kap içinde yıkamlıyorsa önce sağ, sonra da sol ayağı yıkamak.

9. Suyu haddinden az veya çok kullanmamak,

10. Kimsenin göremeyeceği bir yerde yıkanmak,

11. Tenha yerde de olsa avret mahallini açık bırakmamak,

12. Gusül esnasında konuşmamak,

13. Gusülden sonra silinmek,

T4241

14. Elbiseyi giyerken acele etmek.

99. Kadın Gusl Ederken Örülü Saçlarını Çözmeli Mi?

251. ...Ebû Davud'un Zuheyr b. Harb ve Ibnu's-Serh'ten Rivayet ettiği hadîste Ümmü
Seleme (r.a.) şöyle demiştir; "Müslümanlardan bir kadın -Züheyr, dedi ki; Ümmü
Seleme kendisi- Rasûlullah (s.a.)'a

"Yâ Rasûllah, ben saçımı bağlayan bir kadınım. Cünuplükten dolayı (yıkanacağımda)
onu çözeyim mi?" dedi. Rasûllah (s. a.)

1425]

"Başına sadece üç avuç su dökmen sana kâfidir" cevabını verdi." Züheyr bu
kısmı, "Rasûlullah (s. a.) "Başa üç avuç su dökmen kâfidir. Sonra da (suyu) bedenînin
geri kalan kısmına dökersin işte o zaman sen temizlendin demektir" buyurdu" şeklinde
14261

rivayet etti."
Açıklama

Hadis-i şeriften anlaşıldığına göre cünuplükten dolayı gusül edecek olan kadının saç
örgülerini çözmesine lüzum yoktur. Bu mevzuda Hanefîlerin görüşünü 248. hadiste
açıklamıştık. Diğer mezheplerin görüşleri de şöyledir:

Mâlîkilere Göre: Saç kendi kendine kullanılmadan örülmüşse abdestte değil, sadece
gusiılde örgünün çözülmesi lâzımdır. Saç üç veya daha fazla iplikle örülmüşse örgüler
hem abdest, hem de gusülde çözülmelidir. Bir veya iki iplikle örülmüş olup örgü sert
ve sıkı olursa, çözülmesi lüzumlu, aksi halde lüzumlu değildir. Bu hükümlerde,
yıkanan kişinin erkek veya kadın olması arasında fark olmadığı gibi; yıkanma
sebebinin de cünuplük veya hayız ve nifas olması arasında fark yoktur.
Şâfıîlere Göre: 248. hadisin şerhinde Nevevî'den naklen beyân edildiği gibi, su
saçların dibine ve iç kısmına ulaşıyorsa örgülerin çözülmesine lüzum yoktur, ama
ulaşmıyorsa örgülerin çözülmesi vâcibtir. Hem erkek hem kadın için hüküm aynıdır.
Yıkanmayı gerekli kılan sebebler arasında da fark yoktur.

Hanbelîlere Göre: Yıkanma hayız ve nifastan dolayı ise, kadının saç örgülerini
çözmesi vâcibtir. Cenabetten dolayı yıkamlıyorsa ve örgü çözülmeden saçlar
ıslanıyorsa çözülmesine ihtiyaç yoktur, Hanbelîlerden bazıları cü-nupluktan veya
hayız ve nifastan dolayı yıkanmak arasında fark gözetmemişler ve saç örgülerini
çözmeyi gerekli görmemişlerdir.

Hanefîlere göre daha evvel belirttiğimiz gibi, kadınların saç örgülerini çözmesi
gerekmez. Erkeklerin ise, sahih kavle göre, çözmesi gerekir.

Saç örgülerinin çözülmesini şart koşmayanlar, örgülerin çözülmesine işaret eden



hadisleri vücûba değil de mendûbiyete hamletmişlerdir. Nitekim Dârakutnî'nin
Sünen'indeki rivayette örgülerin açılması ile birlikte hıtmî ve üş-nân (çöven)
kullanılmasının zikredilmesi bu te'vili desteklemektedir.

Müslim, İbn Mâce ve Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettikleri şu haber de Örgüleri
çözmenin farz veya vacip olmadığına işaret eder. Hz. Aişe (r.a)'ye Abdullah îbn
Amr'in, kadınlara yıkandıklarında saç Örgülerini çözmelerini emrettiği haberi gelince,
şöyle demiştir: "Hayret, madem ki tfon Amr, kadınlara saç örgülerim çözmelerini
emrediyor, başlarını tıraş etmelerini de emretse ya! Ben Rasûlullah (s.a.)'la beraber bir
kaptan yıkanır, başıma üç avuçtan daha fazla su dökmezdim."

Hadis-i şerifteki "başına üç defa su dökersin" ifadesinin manâsı, üç defa dökmekle
suyun saçların dibine vardığına dair zann-ı galib hasıl olmasıdır. Aksi halde daha çok
su dökmek gerekir.

252....Usâme, Makburfden Ümmü Seleme: (r.anhâ)nın şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Bir kadın bana geldi (Üsame burada evvelki hadîsi nakleder.) O kadın için
Peygamber (s.a.)'e (bundan evvelki hadisde zikredilen meseleyi) sordum. (Usâme,
önceki rivayete ilâve olarak) Rasûlullah (s.a.)

[4271

"(Guslederken) her su döküşünde saçının örgülerini sık" buyurdu." dedi.
Açıklama

MussaniPin bu hadisi bu ifâdelerle getirmesinin sebebi, bundan evvelki hadiste yer
alan Züheyr ve îbn Şerh rivayetlerinin te'lif yönüne işarettir. Çünkü Züheyr'in
rivayetine göre, Rasûlulİah (s.a.)'a soruyu soran Ümmü Seleme (r. anhâ) İbn Serh'in
rivayetine göre müslümanlardan başka bir kadındır. Bu rivayetleri birleştirirsek, bir
kadın Ümmü Seleme'ye gelerek saçları örülü olan bir kadının yıkanırken, örgülerini
çözüp çözmeyeceği meselesini Rasûlullah'tan sormasını istemiş, o da onun için soru-
vermiştir. Soruyu sorma işinin Ümrnü Seleme'ye isnad edilmesi hakikat, diğer kadına
isnad edilmesi mecazdır. Çünkü o kadın sorunun sorulmasına sebeb olmuştur. Önce o
kadın adına Ümmü Seleme (r.anha)'nm sonra te'kid için kadının kendisinin tekrar
sormuş olmaları da muhtemeldir. Ancak bu rivayette diğer rivayetten fazla olarak
"Başına her su döktüğünde örgülerini sık" ziyâdesi mevcuttur. Bu da saçların dibine

r4281

suyun nüfuz etmesini sağlamak için olsa gerektir.
Bazı Hükümler

1. Gusulcie suvu saclarm dibine kadar ulaştırmak zaruridir.

2. Kdmlarm guslettiklerinde saç örgülerini çözmelerine lüzum yokutr. Erkekler ise,
çözmek mecburiyetindedirler.

253.. ..Aişe (r.anhâ)'den, şöyle demiştir; "Bİzden (Rasûlullah'm eşlerinden) birine
cünuplük isabet ettiği zaman, şöylece üç avuç (su) alıp -her iki elini kast ediyor-
başma dökerdi. (Sonra) bir eliyle (su) alıp şu (sağ) tarafına, başka bir sefer (tek eliyle

f4291 r4301

su alıp) diğer (sol) tarafına dökerdi."



Açıklama

Hadis-i şe"fte Hz. Aişe'nin başına üç avuç su döktüğünü söylemesi, başka hadislerde
geçen beş avuç su döktüğüne dâir olan rivayetlere zıt değildir. Bazan beş avuç bazan

14311

da üç avuç su dökmüş olması muhtemeldir.
Bazı Hükümler

Rasûmllan'm zevceleri guslettiklerinde saç örgülerini çözmezlerdi.

254....Aişe (r. anhâ)'den, demiştir ki; "Bizler ihramlı ve ihramsız olarak Rasülullah ile
beraber iken ve başımızda (saç örgülerimiz de) olduğu halde (onları çözmeden)
f4321 f4331

yıkanırdık."
Açıklama

Hadis-i şerifte geçen ( ) kelimesi aslında yaralı uzuv üzerine sarılan bez sargısı
manasına gelir. Bu hadis-i şerifte saça koku sürünmek manasına kullanılmıştır. Hz.
Aişe'nin bildirdiğine göre Rasülullah (s.a.)'m zevceleri ve ashab-ı kiramın hanımları
başlarına sürdükleri koku sebebiyle saçları birbibîrine yapışmış olduğu halde gusleder
ve bu yapışık saçları açmazlardı. Rasülullah da bunu men etmezdi. Çünkü bu şekilde
de olsa saçlarının dibine su ulaşırdı.

14341

Mânânın şu şekilde olması da muhtemeldir: "Biz gusleder ve içerisine hıtmî

[435]

karıştırılmış su ile yetinir, bundan sonra başka bir su kullanmazdık.."
Bazı Hükümler

Kadınlar guslederken saçlarına sürdükleri koku (v.s.) gibi şeyleri gidermek
mecburiyetinde değil dirler.

14361

255....Şureyh b. Ubeyd şöyle demiştir:

"Cübeyr b. Nüfeyr bana cünuplükten yıkanmak hususunda fetva verdi. (Ctibeyr'in
dediğine göre) Sevbân, onlara (Cübeyr ve arkadaşlarına): Gusül hususunda Rasülullah
(s.a.)'den fetva istediklerini bildirmiştir. (Rasülullah s.a.) şöyle buyurmuş: "Erkek,
(saçı örgülü ise) saçlarını dağıtsın ve saçların diblerine su ulaşıncaya kadar yıkasın.
Kadının ise (örgülerini) çözmemesinde vebal yoktur. O iki eti ile başına üç avuç su
14371

döksün."



Açıklama



Erkeklerde sac örme onlar için ziynet olmadığından, kadınlarda ise ziynet olduğundan
kadınların çözmemesi erkeklerin ise çözmesi gereklidir.

İbn Reslan, "hadisin zahiri, örgülerin çözülmesi hususunda erkekle kadının farklı
olduğunu gösterir. Fakat ben bu görüşte olan kimseyi bilmiyorum" demektedir. Ancak
248. hadisin şerhinde beyân edildiği üzere Hanefîlere göre gusülde erkekler saç
örgülerim çözmek mecburiyetinde oldukları halde, kadınlar mecbur değildirler.

[438]

Onların suyu saçlarının dibine ulaştırmaları kâfidir. Bu hadis-i şerif Haneklerin

[439]

görüşlerini te'yid etmektedir.

100. Cünup Olan Kişinin (Guslederken) Başını Hıtmî (Karıştırılmış) Su İle
Yıkaması

256.. ..Hz. Aişe (r.anhâ)'den rivayet edildiğine göre; "Rasûlullah (s. a.) cünup olduğu
halde başını hıtmî (karıştırılmış su) ile yıkar, bununla yetinir ve başına (ayrıca) su
r4401 [44JJ

dökmezdi."
Açıklama

Hıtmî, Kâmûs\m ifâdesine göre, çiçeğine "hâtem" denilen bir bitkidir. Mesanedeki
taşları düşürme, bazı yaraları iyileştirme, sirke ile mazmaza edildiğinde diş ağrılarını
dindirme ve ateş düşürme gibi faydalan vardır. Ayrıca kirlerin ve ter kokusu gibi
kokuların izâlesi için sabun yerine kullanılırdı.

Bu hadis, suya temizleyici özelliğini artırmak gayesiyle, sabun, soda gibi bir şey
karıştırıldığında, suyun tadı, rengi ve kokusu değişmiş de olsa, bu suyun hadesi
(abdestsizlik ve cenabeti) izâle için kullanılmasının caiz olduğuna delildir. Hanefîler
bu görüşü benimsemişlerdir. Çünkü bu şekildeki bir suya da su ismi verilir; sadece
temizleme özelliği fazlalaşmıştır.

İbn Kudâme'nin Muğnî'deki ifâdesine göre suya, suyun temizleyicilik vasfını artıran
bir şey karıştırıldığı takdirde o su ile gusledilip edilmeyeceği hususunda ihtilâf vardır.
Ahmed b'. Hambel'den yapılan iki rivayetten birine göre, böyle bir su ile gusül
yapılırsa cenabetten kurtulunmaz. Şafiî, Mâlik ve Ishak da aynı görüştedirler.
Hanefîlere göre böyle bir su ile gusul caizdir. Yine ibn Kudâme "Suya temiz bir şey
karıştırıp da onu değiştirmediği takdirde bu su ile abdest almanın cevazı hususunda
hiçbir ihtilâf bilmiyoruz" demektedir.

Bu hadis-i şerif her ne kadar zayıf ise de İbn Ebî Şeybe'nin İbn Mes'ûd'dan yaptığı
rivayetle cenazelerin, sidr, çöğen sabunu gibi şeylerle yıkanması nın sünnet oluşu bu
hadis-i te'yid etmektedir, ibn Kudâme'nin de ifade ettiği gibi Şafiî, Mâliki ve
Hanbelîlere göre, içerisine sabun, soda vs. gibi suyun temizleme özelliğini artıran bir
şey karıştırılmış su-ile yıkanmak cenabetin izâlesi için kâfi değildir. Sonradan tekrar
normal su dökünmek lâzımdır.

İbn Reslân, içerisine hıtmî karıştırılmış su ile, cünuplükten dolayı yıkanmaya niyet
edilirse cenabetten temizlenilebileceğini ayrıca su dökülmesine lüzum olmadığını,
ancak bunun sabunu suya kanştırmayıp başa koyarak temizlenildiği takdirde olduğunu
söyler. Veya Hz. Peygamber (s. a.) ilk önce normal su île yıkamış daha sonra hıtmî ile



ikinci defa yıkamıştır, denebileceği gibi hıtmînin çok az olduğu ve suda hiçbir
değişiklik yapmadığı şeklinde de te'vil edilmiştir. Fakat bütün bu te'villere ihtiyaç
kalmaksızın, temizleyici olan bu maddenin suya karıştırılarak kullanılması hiçbir
mahzur teşkil etmemekte ve bu konuda ihtimale yer bırakmayacak şekilde Hz.

f4421

Peygamber tarafından kullanıldığı bilinmektedir.

101. Erkek Ve Kadından Gelen Suyun (Meni Veya Mezinin) Nasıl Yıkanacağı

257....Aişe (r.anhâ); erkek ve kadından gelen su (meni veya mezi) hakkında şöyle
demiştir: "Rasûlullah (s. a.) bir avuç su alır, suyun (meni veya mezinin) üzerine
dökerdi. Sonra tekrar bir avuç su alır yine suyu (meni veya mezinin) üzerine
f4431

dökerdi."
Açıklama

Rasûlullah (s.a.)'m üzerine su döktüğü şey ya meni ya da mezidir. Hanefılere göre
temizlenmesi gerektiği Şafiî ve Hanbelîlere göre temiz olduğu ise önceden geçmişti.
Meziye gelince bütün mezheplere göre pis olduğundan temizlenmelidir. Dolayısıyla
Hanefîlerin dışındakilere göre temizlemek maksadıyla Rasûlullah (s. a.) üzerine su
döktüğü şey mezi olmalıdır.

îbn Reslân, bu hadisin, mezinin, üzerine su dökülmekle temizleneceğini söyleyen

f4441

Hanbelîlere delil olduğunu söyler.

102. Aybaşı Halindeki Kadınla Yemek Yeme Ve Bir Arada Bulunma

Hayız, lügatta, çıkan kan demektir. Şeriat'ta hayz, hades midir, necis midir ihtilaflıdır.
Hades olması daha uygundur. Necis oluşuna göre tarifi, hasta veya yaşça küçük
olmayan bir kadının rahminden dışarı çıkan kandır. Hades oluşuna göre, bu kan
sebebiyle meydana gelen şer-î maniadır.

Bir kadının rahminden, hastalık veya doğum gibi bir sebebe bağlı olmaksızın belli
müddetler içinde gelen kandır. Buna "âdet hâli", "ayhâü", "aybaşı hali" de denir .Kız
çocukları normal olarak 9 yaşında âdet görmeye başlarlar. Bu hal onların bulûğ
çağının başlamasıdır. Hayız halinin sonuna da "sihn-i iyas" denilir. En son haddi elli
beş yaştır. Bu yaşa gelen kadın artık âdet olmaz. Hayzm daha evvel kesilmesi de
mümkündür.

Hayz olan kadın ister küçük, ister yaşlı olsun gebe kalmaya, çocuk doğurmaya
müsaittir. Kadın gebe kalınca doğum yapıncaya kadar rahmin ağzı kapanır ve kan
gelmez. Hanefîlere göre, hayz müddetinin en azı -geceleri ile birlikte- üç, en çoğu on,
normali beş gündür. İleride temas edileceği üzere üç günden az ve on günden fazla
gelen kanlara istihâza kanı denilir. Hayız hâlindeki kadınlar için bir takım özel
hükümler vardır. Yeri geldikçe açıklanacaktır.

258....Enes b. Mâlik (r.a.) demiştir ki;

Yahudiler, bir kadın hayız olduğunda, onu evden çıkarırlar, onunla beraber yemezler,



içmezler ve aynı evde birlikte bulunmazlardı. Bu durum Rasûlullah (s.a.)'e soruldu.
Bunun üzerine Cenâb-ı Allah:

"Sana kadınların ay hâlini de sorarlar. De ki, O bir ezadır. Onun için hayz zamanında

[4451

kadınlardan ayrı kalm...ilh" mealindeki âyet-i kerimeyi indirdi; Rasûlullah da:
"Onlarla birlikte evlerde oturunuz ve cinsî temastan başka her şeyi yapınız" buyurdu.
Bunun üzerine Yahudiler:

"Bu adam, bizim (dinimizin) işinden hiç bir şey bırakmadan hepsine muhalefet etmek

f4461 f4471
istiyor" dediler. (Bunu duyan) Üseyd b. Hudayr ve Abbâd b.Bişr

Peygamber (s.a.)'e geldiler ve:

"Ya Rasûllah, Yahudiler şöyle şöyle diyorlar (onlara muhalefet olsun diye) hayızh
kadınlarla (cinsî) temasta da bulunsak mı?" dediler. Resûlullah sallallahü aleyhi
veslelemin (mübarek) yüzünün (rengi) değişti, hatta biz onlara kızdığım zannettik. Bu
iki zat (Rasûlullah'm huzurundan) çıkmışlardı ki, Rasûlullah'a hediye olarak süt
getiren biri ile karşılaştılar. Resûlullah (s. a.) peşlerinden gönderip kendilerine (bu

r4481 r4491

sütten) içirdi. Böylece biz de Resûllah'm onlara kızmadığını anladık."
Açıklama

Hadis-i Şeriften anlaşıldığına göre; Yahudiler er ay hâli olan bir kadını evlerinden
ayırırlar; onlarla birlikte yemeyi, içmeyi ve bir arada oturmayı ter kederlerdi.
Müslümanlar Resûlullah'a hayızlı kadınlara ait durumun ne olacağını sorunca Bakara
Süresinin 222. âyet-i kerimesi nazil oldu. Bazı Müslümanlar, bu âyet-i kerimedeki
"aybaşı hâlinde kadınlardan ayrı kaim" ifadelerini görünce, bu ayrılmanın Yahudilerin
yaptıkları gibi kadınları terketmek şeklinde olduğunu zannettiler. Bir kısım sahâbiler
Resûlullah'a gelerek,

"Ya Resûlullah soğuk şiddetli, elbise az, eğer kadınları tercih edecek olursak, ev halkı
helak olacak, ev halkını tercih edersek kadınlar zarar görecek. Ne yapalım?" diye
sordular. Resûlullah (s. a.) kendilerine şu cevabı verdi.

"Sizin emrolunduğunuz onlara yaklaşmamamzdır; onları evden çıkarmanız
14501

değil."

Resûlullah'm aybaşı hâlindeki kadından sorulduğu zaman renginin atması, kadına
rahatsız olduğu bir zamanda, sinir sistemlerinin bozuk, vücudunun hırpalanmış,
kadınlık hislerinin kaybolmuş olduğu bir vaziyette iken ona ezâ vermenin insanlıkla
bağdaşmayacağının bir ifadesidir. Ayrıca, Yahudilerin yaptığı gibi ailenin temel direği
olan ananın yaratılışının hikmetlerinden olan tabiî bir arızadan dolayı evinden
kovulmasının abesliğini, gayr-i insaniliğini ortaya koymaktadır. İslama göre kadın,
anadır. Yavrularının bekçisidir. Aileden kopamaz, tahkir edilemez. Nitekim Allah ve
Resulü kadının bu hâlini tabiîliğini vurgulamış, bu hali bahane edilerek ona
yöneltilmek istenen ithamları ortadan kaldırmıştır.

Resûlullah'a soru soranları daha sonra süt ikram etmek için geri çağırmaları ise,

14511

Resûlullah'm keremidir, onlara kızmadığının işaretidir.



Bazı Hükümler



1. Ay hâli olan bir kadınla cinsî münasebette bulunmak ıcmaen haramdır. Bu konudaki
hüküm kesindir.

2. Elinde olmayarak, fıtratının tabii bir icabı olan kadının bu durumunu nefretle değil,
şefkatle karşılamak insanlık görevidir.

3. Müslüman olmayan bir kişinin, İslama karşı hareketine sebebiyet verilmemelidir.

4. Müslümanlar arasındaki kırgınlığın uzun sürmemesi gerekir.

5. Bir kimseye kızıp gönlünü kıranın, gücendirdiği kişinin gönlünü almak için iltifat
etmesi uygun olur.

259.. ..Aişe (r.anhâ)'den şöyle demiştir;

"Ben hayızlı iken kemiğin üzerindeki eti ısırıp Peygamber (s.a.)'e verirdim; O da
ağzını benim (ağzımı) koyduğum yere koyar (ısırır)dı. Bir şey içerken de Resulullah
(sallellahü aleyhi vesellem)e verirdim. O da (içerken) ağzını, benim (ağzımı koyup)

f4521 f4531

içtiğim yere koyardı."
Açıklama

ARK: Üzerinde et artığı kalmış kemiktir. Bazılarına göre bir miktar ettir. Halil b.
Ahmed'e göre "ark", etsiz kemiktir. ( ) "kemiğin etlerini sıyırırdım" manasmdadır.
Hadîs-i Şerif hayızlı kadının artığının ve bedeninin temiz olduğuna delildir. Bazıları,
Ebû Yûsuf a göre hayızlı kadının bedeninin necis olduğunu söylemişlerse de bu
rivayet yanlıştır.

Yahudilerin yaptığı gibi kadınları terketmek değil, onlarla beraber olmak, yemek,
içmek, şaka yapmak gibi hareketlerde bulunmak gerektiğinin ifadesi vardır.
Nitekim aynı hadis-i şerifi değişik lâfızlarla Beyhakî şöyle nakletmektedir:
Sahabelerden biri Hz. Aişe'ye:

"Sen hayızlı iken Resûlullah sana yaklaşır mı?" diye sorduğunda, Hz. Aişe:
"Evet ben o halde iken Resûlullah (s. a.) bana: "Ebû Bekrin kızı peştemalmı üzerine
(yani göbekle diz kapağı arasma),al" diyerek benimle uzun zaman ilgilenirdi. Sahabe
Hz. Aişe'ye:

"O halde iken seninle yer miydi?" diye sorduğunda Hz, Aişe:

"Üzerinde et olan kemiği bdna uzatır ben de onu ısırırdım. Onu benden alarak
ısırdığım yerden ısırarak yerdi."

Peki, senin içtiğin kabtan da içer miydi? diye sorduklarında da Hz. Aişe:

"Evet, Resûlullah su kabını bana uzatırdı, ben ondan içerdim, daha sonra benden alır

ağzımı koyduğum yere koyarak Resûlullah da içerdi."

Resûlullah (s.a.)'m eşlerine aybaşı hallerinde bulundukları zamanda da, sair
zamanlardan farklı bir harekette bulunmadığı görülmektedir.

I454J

Aile mutluluğuna örnek olan Resülullah'a salat-ü selâm olsun.
Bazı Hükümler

1. Hadis-i Şerif Rasûlullah (sallallahü aleyhi vesellem) in tevazu ve hoşgörüsüne



delildir.

2. Erkeğin karısına lâtife yapması onun hoşlanacağı hareketlerde bulunması lâzımdır.

3. Hayızlı kadınla beraber yemek, içmek ve bir arada bulunmak caizdir.

4. Hayızlı kadının artığı ve bedeni temizdir.

260....Aişe(r.anhâ)dan şöyle demiştir; "Ben hayızlı iken Rasülullah (sallallahü

r4551 f4561

aleyhi vesellem) başım kucağıma koyar (Kur' ân) okurdu."
Açıklama

Hicr: Koltuk altı ile böğür arasındaki kısma denir. Buharı'deki bir rivayetle Müslim'in
rivayeti. "Kucağıma yaslanırdı", Buharî'deki diğer bir rivayet de "Başı benim
kucağımda olduğu halde Kur'an okurdu" şeklindedir.

Hz. Aişe'nin bu rivayetinde Kur'ân okumayı Rasûlullah'a atfetmesi ha-yızh olan
kadının Kur'ân okuyamayacağına işaret sayılabileceğini, bazı âlimlerimiz beyan
etmişlerdir.

Nevevî Müslim Şerhi'nde, "Bu hadiste uzanarak, hayızlı bir kadına yaslanmış olduğu
halde Kur'ân okumanın cevazına işaret vardır."

Aynî bununla ilgili olarak şöyle der: "Hayızlı kadın temizdir, pis olan kandır. Kan her
zaman pistir.

Buna göre helaya karşı Kur'ân okumanın mekruh olmaması icabeder. Bununla birlikte
Kur'ân-ı Kerim'e hürmeten heîâya karış Kur'ân okumanın mekruh olması gerekir.
Çünkü bir şeye yakın olan onun hükmünü alır."

Muvafık olanı da Aynî'nin dediği olsa gerektir. Çünkü müslüman Allah'ın Kitabım

1457]

okurken mümkün mertebe edepli hareket etmelidir; pis yerlerden uzaklaşmalıdır.
Bazı Hükümler

1. Yan yatmış (uzanmış) halde ve hayızlı kadına yaslanarak (ezberden) Kuru an-ı
Kerim okunabilir.

1458]

2. Kur'ân okurken hayızlı kadından uzaklaşmak gerekmez.

103. Aybaşı Halindeki Kadının Mescidden Bir Şey Alıp Vermesi

kelimesi "TEFAÜL" babından olabileceği gibi "müfâle" babından da olabilir. Tefâul
babından olduğu kabul edilirse "tâ" mn fethası ile (tenâvele) şeklinde okunur ve
"tâ'lardan birinin hazfedildiğine hükmedilir. Mufâale babından olduğu kabul
edilirse tâ'nm zammesi ile ( ) (tünâvilü) şeklinde okunur ve mana, aybaşı halindeki
bir kadının mescitte birine bir şey vermesi şeklinde olur. Başlık her iki ihtimale göre
terceme, edilmiştir.

261....Aişe (r.anhâ)'dan demiştir ki:

"Rasülullah (sallallahü aleyhi vesellem) bana, "Mescitten seccadeyi alıver." dedi.
"Ben hayzhyım" dedim. Bunun üzerine:



r4591 r4601

"Senin hayzm elinde değildir" buyurdu.
Açıklama

Hadis-i Şerifteki (min) harf-i cerrinin müteallâkı hakkında ihtilaf edilmiştir. Kadı Iyaz,
harf-i cenin mü-teallâkmm (dedi) fiili olduğunu söyler. Buna göre manâ, "Rasûlullah
(s.a.) mescitten bana seslendi"olur.Bu durumda Rasûlullah mescidin içerisinde,
seccade dışarıdadır. Rasûlullah hayızlı olan Hz. Aişe'ye uzatıvermesini emretmiştir.
Hz. Aişe hayızlı iken elini mescide sokmayı istemediği için durumunu Efendimize
bildirmiş. O da, "hayız senin elinde değildir" karşılığını vermiştir.
Hattâbî ve ulemânın ekserisine göre harf-i cerrin muteallaki "bana alıver" fiilidir. Bu
mütalaa babın adına daha muvafıktır. Ebû Dâvüd sarihleri de bunu benimsemişlerdir.
Hadis-i şerif tercemesi bu takdire göre yapılmıştır. Buna göre, Rasûlullah (s.a.)
mescidin dışında, seccade içeridedir. Hz. Aişe elini uzattığı takdirde mescidin
içerisindeki seccadeyi alabilecek bir yerde oturmuştur. Ancak hayızlı iken elini
mescide uzatmayı uygun bulmadığı için mazeret beyan etmiş, Rasûlla Efendimiz de
"hayız senin elinde değil" karşılığını vermiştir.

İbn Hacer de, Hattâbî'nin dediği gibi harf-i cerrin müteallakımn fiili olmasının daha
muvafık olacağını, ( ) tealluk ettirmenin uzak bir ihtimal olduğunu söylemektedir.
Kadı Iyaz'ı bu görüşe sevkeden şey, NesâTnin Ebû Hureyre'den rivayet ettiği,
"Resûhıllah (s.a.) mescitte iken,

"Ey Aişe bana elbiseyi ver" buyurdu hadîs-i şerifi olabilir. Fakat bu babın hadisi ile
Nesâî'deki hadis arasında fark vardır. Çünkü Rasûlullah (s.a.) birisinde seccade,
diğerinde elbise istemiştir. Her iki hadisin ayrı ayrı olaylardan bahsetmiş olması
mümkündür.

Hadis-i şerifteki ( ) kelimesini muhaddislerin ekserisi "Hâ" nın fethası ile ( )
şeklinde okumuşlardır. Buna göre kelime hayız kanının akıntılarından bir akıntı
mânâsına gelir. Kadı Iyaz bunu tercih etmiştir. Nevevfnin beyânına göre rivayetlerin
ekserisi bu şekilde vâki olmuştur.

Hattâbî muhaddislere itiraz ederek kelimenin "ha"nm kesresi ile ( ) (hizateki)
şeklinde okunması gerektiğini söyler. Buna göre kelime, hayızlı kadının, kendisine
helâl olmayan şeylerden uzaklaşmasını gerektiren hal ve hey'eti mânâsına gelir.
Bezlü'I-Mechûd sahibi, Hattâbî'nin görüşünü benimsemiştir. Çünkü Hz. Aişe elinde,
elini mescide sokmasına mâni bir hayız pisliği olmadığını biliyordu. Onu elini
mescide sokmaktan men'eden şey, hayızdan dolayı kendisine arız olan manevî

1461]

pisliktir.

Bazı Hükümler

1. Ay hâli gören bir kadının elini mescide sokarak, ora-dan bırşey alması caizdir.
Ancak mescide giremez.

1462]

2. Kadının kocasına hizmet etmesi gerekir.
104. Hayızlı Kadının Namazını Kaza Etmez



[463]

262....Muâze (r.anhâ) demiştir ki; Bir kadın Aişe (r.anhâ)ya; "hayızh kadın
(namazını) kaza eder mi?" diye sordu. Hz. Aişe:
r4641

"Yoksa sen Harûrî misin? Bilesin ki, biz Rasûlullah (s.a.) yanında (zamanında)
hayız olur, (hayız günlerindeki namazları) kaza etmez ve kaza etmekle de

r4651 \466~]

emrolunmazdık" karşılığını verdi.
Açıklama

Hz. Aişeye soru soran kadının kim olduğu kesin olarak beili değildir. Ebû Dâvûd ve
Müslim'deki Eyyûb'un rivayetlerinde ve Buhârî'deki Hemmâm'm rivayetinde bu
kadının ismi açıklanmamıştır. Yalnız Müslim'in Şube tarikiyle Yezid'den yaptığı
rivayetten, soruyu soranın bizzat Muâze olduğu anlaşılmaktadır. Sorunun Hz. Aişe'ye
bir defa Muâze, başka bir kez de bir başka kadın tarafından sorulmuş olması da pek
tabiî mümkündür.

Hadisteki "Harûrîler"den maksat Haricilerdir. Onlar ay hali olan kadının hayız
müddetince kılamadığı namazları, temizlendikten sonra kaza etmesinin gerektiğini
kabul ederler.

Hz. Aişe (r.anhâ), bu soruyu soran kadının hâlinden hayız halinde iken kılamadığı
namazların sonradan kaza edilmeyeceği hükmünü yadırgadığım anlamış ve"sen Harici
misin yoksa?"diye sormuştur. Müslim'in Asım tarikiyle Muâze'den yaptığı rivayete
göre soruyu soran bizzat Muâze'dir ve Hz. Aişe'ye, "hayır ben Haruri değilim,
hükmünü öğrenmek için sordum" cevabını vermiştir.

Namaz ibâdeti, bedenî olma bakımından oruca benzemektedir. Hayızlı olan kadınların
orucu kaza etmeleri gerekir. Zira oruç ibâdeti yılda bir kere olduğundan kazasında
güçlük yoktur, aybaşı hâli ise, her ay tekerrür etmesinden dolayı günlük ibâdet olan
namazın birikmesine, böylece de ibâdette güçlük doğmasına sebebtir. İslâm bu
güçlüğü kaldırmıştır.
Aybaşı haliyle ilgili bazı hükümler:

Adet gören müslüman kadınlar için şu hükümler cereyan eder: Adet gören bir kadın,
namaz kılamaz, şükür secdesi yapamaz, oruç tutamaz, Kur'ân-ı Kerîm' den bir âyet de
olsa okuyamaz. Ancak dua âyetlerini duâ maksadı ile okuyabilir. Kur'ân-ı Kerîm'e
veya Kur'ân-ı Kerîm' den bir âyet veya bir âyetten daha az bir bölüm yazılmış bir şeye
el süremez. Esah olan kavle göre Kur'ân tercemesi hakkında da hüküm böyledir.
Camiye giremez. Kabe'yi tavaf edemez, kocasıyla cinsî münasebette bulunamaz.
Kocası, kendisinin diz kapağı ile göbek arasından çıplak olarak istifâde edemez.
Hayızlmm Allah'ı zikretmesi, teşbih okuması, kabir ziyaret etmesi, yiyip içmesi ise
caizdir.

Selef ulemâsından bazıları, hayızlı kadının namaz vakti girdiğinde, abdest alıp,
kıbleye dönerek Allah'ı zikretmekle meşgul olmasının müstehap olduğunu
söylemişlerdir. Ebû Cafer de bu görüştedir. Bazıları da bunun bir emir olup terkinin
mekruh olduğunu söyler.

Nevevî, cumhura göre hayızlı kadın için ne namaz vakitlerinde, ne de başka bir
zamanda abdest, teşbih ve zikrin olmadığını söyler. İbn Cerîr, Evzâî, Mâlik, Sevrî,



İmam-ı Azam ve talebeleri ve Ebû Sevr'in de aynı görüşte olduklarını kayd eder.
Ancak bundan maksat teşbih ve zikrin emredümediğidir. Emredilmemiş olması zikir
ve teşbihin caiz oluşuna mâni değildir. Nitekim Dürrü'l-Muhtâr'da hayızlımn
zikredebileceği, teşbih okuyabileceği kaydedilir.

263....Ma'mer Eyyûb'dan, Eyyûb Muâze'den, O da Hz. Aişe (r.anhâ)dan, bir önceki
hadisi rivayet etmişler. (Mâmer rivayetinde ilave olarak Aişe (r.anhâ)nin:

14671

"Biz orucu kaza etmekle emrolunur, namazı kaza etmekle emrolunmazdık"
T4681

demiştir.
Açıklama

Mussamfm bu rivayeti nakletmekteki maksadı hadisteki senet ve metin farklarına
işarettir. Evvelki hadisi Eyyûb sadece Kılâbe vasıtasıyla Muâze'den; bu hadisi ise,
doğrudan Muâze'den almıştır. Ayrıca Eyyûb ile musannif arasında evvelki hadiste iki,
bu hadiste ise, dört râvî vardır. Metin yönünden de evvelki hadiste orucun kazasının
emredildiğine dâir bir işaret yokken bu hadiste emredilmiş olduğu belirtilmektedir.
[4691



LU

Nesaî, tahâre 105; İbn Mâce, tahâre 48.

m

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 245.

m

Buhârî, vudû' 1, 22,42; Tinnizî, tahâre 26, 32, 34, 35; Nesât tahâre 64; tbn Mâce, tahâre 45,47; Dârimî, tahâre 29 ve ileride gelecek olan (138) nolu
hadis; Sa'ati el-Fethurrabbani II, 47.

m

Sa'âtî, el-Fethu'r-rabbftnî, II, 18 ve bundan sonraki babın hadisleri.

[5]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 245-247.

[6]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 247.

LU

Buhârî, vudûl 1,23,41,42,45,46; Tirmizî, tahâre 33-36; İbn Mâce, tahâre 47; Dârimî, tahâre 28; Ahmed b. Hanbcl 1,3 15, 1 1,288, 364.

[8]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 247-248.

[21

Nevevî, Şerhu Müslim, III, 106.
[10]

TirmizS, tahâre 35.

LLU

Buhârî, tahâre 22, Tirmizî, tahâre 42; ibn Mâce, tahâre 45; Nesâî, tahâre 64.

ri2i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 248-249.

ri3i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 249-250.

1141

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 250.

1151

bk. Buhârî, vudû" !, 22, 42; Tirmizî, tahâre 26, 32, 34, 35; Nesâî, tahâre 64; îbn Mâce tahâre 45, 47; Darîmî salât 29, Ahmed b. Hanbel I, 23, 233,
332, 336, 372; H, 27, 38, 109, V, 368.



[16]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi: 1/ 250-25 1.

r i7i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi: 1/251.

risı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/251.

1191

ibnMâce, tahâre 43.

[20J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 251-252.

[21]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 252.

[221

Buhârî, vudû* 25, 26; Müslim, tahâre 20, 22; Tirmizî, tahâre 21; Nesâî, tahâre 69; 71, 72; Ahmcdb. Hanbel II, 277, 308, 352, IV-313, 314.

[231

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 252.

[241

Tirmizî, salât 1 10.

[251

Buhârî, bedül-halk II; Müslim, tahâre 23; Nesâî, tahâre 72; Ahmed b. Hanbel, II, 352.

[261

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 253-254.

[221

İbn Mâce, tahâre 44; Ahmed b. Hanbel I, 228.

[28J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 254.

[291

Tirmizî, Savm 69, Ncsaî, tahâre 91, ibn Mace, tahâre 54; Dârimî vudû' 34;Ahmed b. HanbelIV, 211.

[301

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 254-256.

[3JJ

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 256-258.

[321

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 258-260.

[33J

bk. Şevkani, Neylu'l-evtar I, 166.

[341

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 260.

[351

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 260-261.

[36J

bk. 248 numaralı hadis.

[371

Şevkânî, Neylu'l-evttr, 1.177; SehârenfDrî, Bezlu'l-mtchûd, I, 356.

[311

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 261-262.

[391

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 262-263.

[401

Müslim, tahâre 8 1 .

[411

Şevkânî, Ncyln'l-Evtflr, I 195.

[421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 263-264.

[431

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 264.

[441

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 264-265.

[451

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 265.

[461

el-Müslevrld b. Şeddad b. Amr el-Kureşî el-Fihrî el-Mekkî. Hem kendisi hem de babası
Rasûlü ekrem (s.a.)'ın sohbetinde bulunmak saadetini tatmışlardır. Rasûlullah (s.a.)'dan ve babasından hadîs-i şerif rivayetinde bulunmuştur.
Kendisinden de Kays b.Ebî Hazm, Vakkas b. Rabîa, Abdurrahman b. Cübeyr, Ma'bed b. Hâlld ve daha pek çokları hadîs rivayet etmişlerdir. Hadîsleri
Buhari ve Tirmizi'de bulunmaktadır. Mısır'ın fethinde bulunmuş 45 hicri yılında iskenderiye'de vefat etmiştir. (Bilgi için bk. Ibnu'1-Esir, Üsdu'l-gabe,
V, 154)
[471

Tirmizî, tahâre 30; tbn Mace, tahâre 54.

[481

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 265.

[49J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 266.



[M

bk. Ahmed b. Hanbel, IV, 39.

[51]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 266.

[521

Buhfırf, tahâre 35; Müslim, tahâre 75, NesâS tahare 96; İbn Mftce, tahâre 84. Tirmizî, tahâre72.

[531

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 266-268.

[541

et-Tevbe (9), 38, 39.

[551

bk. et-Tevbe (9), 117,118.

[561

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 268-271.

[571

bk. Buhârî, tahâre 35, 48; Müslim, tahâre 75; Nesâî, tahâre 96; İbn Mâce, tahâre 84; Tirmizî tahâre 72.

[581

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 271-272.

[591

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 272-273.

[60J

Buhârî, tahâre 35; Müslim, tah&re 75; Nesâî, tahâre 96; İbn Mâce, tahtre 84; Tirmizî, tahâre 72.

[611

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 273-274.

[621

Nevevi, Şerbu Müslim III, 170.

[63J

Meylanî Ahmed, Hidâye Tercümesi, I, 61.

[641

bk. Aynî, UmdHn'l-kaari III, 102.103; Davudoglu Ahmed, Sahlh-1 Müsüm Terane ve Şerhi, II, 400-401.

[651

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 274-276.

[66J

Buhâri, tahare 35; 48; Müslim, tabire 75; Nesâî, tahâre96; ibn Mâce, Uhân 84; Tirmizî, tahâre72.

[671

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 276-277.

[681

Abdurrahman b. Avf b. Abd b. Haris b. Zühre b. Kilâb b. Mttrre b. LOey Ebû Mu-hammed. Asıl adı Abdu Amr idi. Islâmiyete girdikten sonra
Rasûlü Ekrem (s. a.) bu ismi değiştirdi ve adını Abdurrahman koydu. Umûmi rivayete göre FiTyıbnda dünyaya gelmiştir. Rasûlü Ekrem'le aym yastadır.
Rasûlü Ekrem (s.a.)'m tevhid akidesini nesr ve tebliğ ettiği sırada kırk yasını geçmiş bulunuyordu. Fıtraten afif ve son derece temiz bir kimse olan
hazreti Abdurrahman, Hazreti Sıddık'ın delaletiyle tarffc-ı hakka girmiş, tik müslümanlardan olma şerefini kazanmıştır. Islflmiyeti kabul ettikten sonra
o da diğer möslümanlar gibi türlü tûriü mihnet ve eziyetlere uğradı. O da evini ve yurdunu terk ile hicrete mecbur oldu ve Habeş muhâcirleriyle birlikte
Habeşistan'a hicret etti. RasÛ-lü Ekrem'(sa) in Medme4 mttnevvereye hicretinden sonra da Medine'ye Meret etti Orada Rasûlullah Abdurrahman'ı Sa'd
b. er-Rebî İle kardeş yaptı. Sa'd bütün malım ve möl-kttnü Hz. Abdurrahman İle paylaşmak istediyse de o buna rftzı olmamış "Arfz kardeşim, Allah
sana ve çolak çocuğun» bereket Ih»* etabı mal ve hdMİnİçog«tara,SMbw» çarşının yolunu göster, ben orada Mraı ah| veriş Be meşgul ohyrn" demiş ve
bir kaç gün içinde zengin olmuştu. Hz. Abdurrahman bu serveti kendisi İçin kullanmamış bütün bu serveti Allah yoluna vakfetmiştir.
Berâe SÛresi'nde sahâbe-i kiram hayra teşvik edilince Hz. Abdurrahman malının yansıra teşkil eden 4000 dirhemi hemen teberru' etmiş, binlerce
atoram vafcfttmişti. Aynea birçok köleleri de kazancıyla hürriyete kavuşturmuştu. Diğer taraftan 500 ath süvariyi ve 500 de deve süvarisini Allah
yolunda silahla donatıp kendilerine hayvan te'minettiği rivayet edilir. Hz. Abdurrahman namazlarını son derece huşu ile edft eder, bilhassa flğ-İe
namazının farzım edadan sonra nafile namazı kılardı. Günlerinin çoğunu oruçtu geçirirdi. Her sene hacca giderdi.

Kendisinden 65 hadîs rivayet edilmiştir. Bunlardan ikisini Buhâri ve Müslim rivayet etmişlerdir. Beş tanesini de sadece Buhârî rivayet etmiştir.
Kendisinden ise İbrahim, Humeyd, Musa b. EbÛ Seleme, İbn Ömer. Itm Abbas, Enes b. Mâlik rivayette bulunmuştur. Hicretin 32«nesindc bu fftni
hayattan ebedi hayata intikal etmiştir. Cennetle müjdelenen bahtiyarlardandır. (Geniş bilgi için, bk. İbn Sa*d, Tabakât, IH, 87-97, Bu hari et-Tftribu'l-
kebir, V, 240; İbn Ebî Hatim, et-Ceriı ve'Ma'dil, V, 247; Ebû Nuaym, Hüyeta'l-evliy», I, 198.100; lbnu'1-Esîr, ÜıdtiM-iâbe, III, 480-485; Zehebî
A'ttmn'n-nabetfi, i, 68-92; İbn Hacer, el-İsibe H, 416-417; Tehribu't-Tehrib, VI, 244; lbnu'l-tm*d , Ş«erttuVieheb, 1, 38; Ansârî, Asr-ı Satdel, 1, 400-
413).
[691

Bilâl b. Rcbah Ebû Abdillah. Ebû Beki' es-Sıddik'm hürriyetine kavuşturduğu bir büyük sahâbîdir. Bedir muharebe» başta olmak üzere bütan
savaşlara Rasûlti Ekrem (s.a.)'le beraber katılmıştır. Köle iken inancı uğruna korkunç İşkencelere tabı tutulmuş fakat bütün banlar onun Allah'ı (c.c.)
zikirden alakoyamamıştı. Bilindiği gibi O'nu efendisi Umeyye b. Halef, öğlenin yakıcı sıcağında kızgın kumlar üzerine yatırır, sonra da alev saçan «gır
kayaları göğsünün üzerine koyar; "Ya Muhammedi inkâr edersin veya-hutta Ölünceye kadar böyle kalırsın" derdi. O, " AJUh (c.c.) bir, Allah birdir 1'
demekten geri durmazdı. Bir gün yine bu haldi iken Ebû Bekr O'na tesadüf elti, satın alarak hürriyetine kavuşturdu,Rasûlü Ekrem (s. a.) den 44 hadîs
rivayet etmiştir. Bunlardan birini hem Buhar? ve hem de Müslim rivayet etmiş, ikisini de sadece Buhâri rivayet etmiştir. Kendisinden de Ebû Beki',
Ömer, tbn Ömer, Üsftme b. Zeyd, Nehaî. Sa*id b. Müseyyeb rivayette bulunmuştur. Şam'da Hicrî 20. senede 60 küsur yaşında iken vefat etmiştir, (r.a.)
(Geniş bilgi tein bk. tbn Sa'd, Ttbmkit, İU, 165; tbn Ebî Hatim, el-Cerh ve't-tt'dU, U, 395; EbÛ Nuaym, HüyetuM-evHya, 1,147-151; lbnu'1-Esîr,
Üfdo'Htbe, 1,243; Zehc-bî, A'HiraB'n-ıınbcta, 1,347-360; tbn Hacer, el-tsftbt, 1,165; Tehribu't-Tehrib, 1,502; lbnu'1-lmâd, Şneritta A -zcbeb I, 31,
Ansârî, Asm Saadet, 11, 44-52).
[701

Müslim, tahâre 84; Tirmiri, tahftre 75; Mesai, tah&re 85; tbn Mftce. tahâre 89; Ahmed b. Hanbel, IV, 135; V, 281, 288, 439, 440; VI, 12, 13.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 277-280.

[721

Zafer Ahmet el-Osmani, tlau's-SttnM, I, 22.

[731

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 280-281.



T741

Buhârî, salftt 1, 25; Müslim, tahârc 72; Tirmizî, tahâre 70; Nesflt tahârc 96; tbn Mâce, tahlre84.

[25J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 281-282.

[76J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 282-283.

[221

Btireyde b. Husayb Efendimiz (s.a.)'c Mekke'den Medine'ye hicret ettiklerinde Gamîm adlı yerde seksen kişiyle gelerek sohbet şerefine ermiş,
yatsı namazını RasÛlü Ekrem (s.a.)'in arkasında kıldıktan sonra kavmine dönmüştür. Bedirden başka bütün savaşlara katılmıştır. Bir rivayete göre de (6
savaşa katılmıştır. Hz. Osman zamanında Hora san savaşma katılmış oradan da Merv'e gitmiş ve yerleşmişin-. Orada h. 63. yılında vefat etmiştir.
Horasan'da en son vefat eden sahâbî olarak bilinmektedir.

Kendisinden 1 64 hadîs-i şerif rivayet edilmiştir. Bunlardan birini hem Buhârî ve hem de Müslim rivayet etmiş, ikisini sadece Buhârî, onbirini de sadece
Müslim rivayet etmiştir. Kendisinden de oğullan Abdullah, Süleyman ve Üsâmc, EbuM-MeRh el-Hûzelî ve cs-Şa'bî hadîs rivayet etmişlerdi. (Geniş
bilgi için bk. Ibn Sa'd, Tabak» t, IV, 241-242; VII, 365; Ibjı Ebî Hatim, et-Ccrh ve*Ma*dfl, II, 424; tbnu'l-Esîr, Üsdu'l A abe 1,209; Zchebî, A'llmu'n-
nttbeia, II, 469-471; Ibn Hacer el-İsâbt, !, 146; tbnu'l-tmâd, Şezertta A zeheb, I, 70; Ansârî, A»r-ı Saadet, II, 433-436.)

um

Tirmizt, edeb 55; tfcn Mace, tahâre 84; Libâs 3 1 ; Ahmed b. HanbeU V, 352.

[221

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 283-284.

[M

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 284-285.

[811

Buhârî, tahâre 35; Müslim, tahâre 75; Nesâî, tahâre 96; tbn Mâce, tahâre 84; Tirmizî, tahâre 72.

[M

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 285-286.

[831

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 286.

[841

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 286.

[851

Tirmizî, tahâre 71; Ibn Mâce, tahâre 86.

[861

Ubey b. lmâre kendisine İbn Ubftde de denilir. Sahabenin ilen gelenlerındendır. Mısır'da yerleşmiş, kendisinden Mest üzerine mesh ile ilgili bir
hadis rivayet edilmişse de onun da senedinde "İzdırâb" vardır. Ebû Hâtem onun isminin astında Abdullah b. Amr b. ÜrnmU Haram olduğunu,
künyesinin de Ebû Ubeyy olduğunu söyler.
[871

İbn Mâce, tahâre 87.

[88J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve

[M

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve

[901

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve

[911

Tinnizî, tahâre 99; İbn Mâce, tal

[921

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve

[931

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve

[941

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve

[951

Ahmed b. Hanbel IV, 7.

[961

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve

[921

İbn Kudâme, el-Mugnl, I, 296.

[981

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve

[991

Tinnizî, tahâre 73.

rıooı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 297.

[1011

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 297-298.

rıo2i

bk. 4607 numaralı hadis.

[1031

el-Haşr (59), 7.

11041

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 298-300.

11051

bk. 164. hadis; MA.Nâzıf, ei-Tftc, I, 106-107.



Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 286-288.
Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 288-291.
Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 291.
ı&re 559.

Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 291-292.
Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 292-294.
Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 294.

Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 294-295.

Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 295-296.



[106]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 300-301.

[107]

İbn Mâcc, tahâre 85; Tirmizî, tahâre 76, 80.

[108]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 301-302.

[109]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 302-303.

rııoı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 303.

rıın

Nesaî, tahâre 102; İbn Mâce, tahâre 58; Tirmizi, tahâre 38.

LÜ21

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 304.

[113]

bk. Mübârekfüri.Tuhfelu'l-ahvezî, I, 168.

n i4i

bk. Mübârekfüri.Tuhfelu'l-ahvezî, I, 168.

[115]

Nesâî, tahâre 102; tbn Mâce, tahâre 58; Tirmizi, taftâre 38.

11161

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 304-305.

rını

Tirmizî, tahâre 38; Nesfıî, tahâre 102; fbn Mâce, tahâre 58.

[118]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 306.

n i9i

Ukbe b. Amir b. Abs b. Atnr Ebû Hammâd, cl-Cühcnî: Meşhur sahftbt, RasûlU Ekrem (s.a.»'den bir çok hadîs-i şerif rivayet etmiştir.
Kendisinden de bir çok sahfibî ve tabiî hadîs naklet m iştir. İbn Abbâs, Ebû Umflme Cübeyr b. Nüfeyr ve Ebû ldris el-Havlanî bunlardandır. Ebû Said
b. Yûnus der ki: "Ukbe (r.a.) kâri, ferâiz (miras hukuku) alimiydi. Güzel konuşan bir şâir ve yazardı. Kur'ân'ı Kerîm'i toplayıp bii/ kitap haline
belirenlerdendir. .Renurıuniiz A snıanhn.miKha&adar A vX':«üVi«ahiriini!fıhAfınııM> sır'da gördüm. Sonunda "Bu mushafı Ukbe b. Âmir gibi kendi
eliyle .»azdı" ibaresi vardı." Ukbe (r.a.) Dımask fethini Hz. Ömer'e ileten postacı idi. Pekçok fetihlerde hazır bulundu. Sıffîn savaşında Hz. Muâviye
safında bulundu. Daha sonra da Hz. Muâ-vtye kendisini Mısır'a emir ta'yin etti. Hicretin 58 senesinde Mısır'da vefat etti. (Bilgi için bk. tbn Sa'd.
Tabakftt, IV, 343,344; Buhârî et-Tarihu'l-kebfr VI, 430; İbn Ebî Ha-tim d-Cerh ve't-ta'dlt VI, 313; İbnu'l-Esîr Ü*du'l-ftalw IV, 53; Zehebî, A'ttmB'D-
nobea. ir, 467; İbn Ha cer. Tetazlbu'l-Tehrfb, VII, 242-244; H-lsftbe, VII, 21; Asm Saadet II. 441-444 (Şâmil Yayınlan).
[120]

Müslim, tahâre 17; Tirmizî, tahâre 41; Nesâî, tahâre 109.

[121]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 306-308.

[122]

bk. Buhftrt, İmân 33.

11231

bk. el-muttakî, Kenz-ül-Ummfıl IX, 46, 467, 468.

11241

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 308-309.

[125]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 310.

£126]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/311.

[1271

Concordanceda bu bflb'a numara verilmemiîlir.

H281

Buhârî, vudû' 54; Müslim, tahöre 86; Tirmkî, tahâre 44; Nesât, tahftre 101, İbn Mace, tfıhâre 72.

[129]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/311.

ÜM

bk. Buhari, vudû 54.

[131]

Nevevî, Şerha Müslim III, 171.

11321

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/311-313.

H331

Müslim, tahâre 86; Tirmizî, tahâre 44; İbn Mâce, tahâre 72; Nesâî, tahâre 101, Dârimi tahâre 3, 46; Ahmed b. Hanbel III, 132, 133, 154; V 225,

358.
[134]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/313.

[1351

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 313-315.

£1361

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/315.

£1371

ibn Mâce, tahâre 139.



[138]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 315-316.

[139]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 316-317.

11401

bk. lbn Mâce, tahâre 139.

[141]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/317-318.

[1421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 318-319.

[1431

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/319.

[1441

Buharı, vudû 4, 34; büyü, 5; Müslim, hayz 98, 99; tbû DâvUd tahâre 67; salât 192; Tirmizî, tahâre 56; Nesâî, tahâre 114 A bn Mâce.'tahâre 74;
Ahmed b. Hanbel, H, 330, 410, 414, 435, 471; III, 12, 37, 50, 51, 53, 54, 96.
[145]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/319.

[1461

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 3 19-321.

[1471

Müslim, bayz 9; Tirmizî, tahâre 56; İbn M&ce, tahâre 74.

[148]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 321.

[149]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 322-323.

11501

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 323.

rışıı

Nesâî, tahâre 120,121; Tirmiri, tahâre 63; tbn Mfıce, tahâre 69, Ahmed b, Hanbel VI, 62.

[152]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 323.

[153]

bk. 712 numarıb hadis.

[1541

Noat, tahrire 121; Tİrmitf, tahâre 63. tbn Mftce, tahâre 6», Ahmed b. Hanbd VI, 2, 10,207.

[155]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 324-326.

[156]

el Bakara (2), 140.

[157]

Ncsaî, tahâre 121; Tirmizî, tahâre 63; lbn Mâce.'tahâre 69 Ahmed b. Hanbel VI, 2, 10, 207.

11581

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 326-327.

11591

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 327-328.

[160]

Mervân b. Hakan: Hicretten iki veya dört sene sonra dünyaya gelmiştir. Rasûlullah'-tan rivayeti olmamakla beraber sahâbîlerin büyüklerinden
hadis rivayet etmiştir. Kendisi fakîhlerden sayılır. Babası ile beraber Tâifte ikâmet ediyordu. Hz. Osman, Hakem "in Medîneye dönmesine izin verince
babası ile birlikte Medine'ye geldi. Hz. Aişe'nin safında Cemel, Hz. Muâviyc'nin safında Sıffin muharebelerine iştirak etti. Hz. Muâviye tarafından
Medine emirliğine tâyin edildi. Yezid b. Muâviye devrinde, İbnu'z-Zübeyr, bunları Medine'den çıkanncaya kadar.orada kaldı. Sonra Şam'a gitti.
Muâviye b. Ye-zîd b. Muâviye Ölünceye kadar Şam'da kaldı. Şamlıların bir kısmı Mervân'a biat ettiler. Hilâfet müddeti altı ay kadardır. H. 65
senesinin Ramazan ayında vefat etti. (Bilgi için bk. İbn Sa'd Tabakjt V, 35; Buhftrî, et-TârihÛ'l-keMr, VII, 368, fbnu'l-Esîr, Üsdu'l-ftabe, V, 144; et-
KftmH IV, 191; Zehebî, Tarih u'l-İslam, III, 70; A'lâmu'n-nubd*, III, 476-479; İbn Hacer, d-lsâbe, III, 477; Tefcriba't-TehzSb, X, 91; tbnu'l-tmad,
Şenratn'z-reheb, I, 73).
[1611

Büsra bint Safvfin, Mervân b. Hakem'in teyzesidir. AbdUlmelik b. Mervan'm ninesi olur.Abdullah b. Amr, Urve b. Zübeyr, Mervân b. Hakem ve
Sfiid b. Müseyyeb kendisinden rivayette bulunmuşlardır. (el-Menbel, II, 192).
[162]

İbn Mflce, tahâre 63, 64; Tirmizî, tahâre 61, 62; Nesflî, tahâre 117, gusül, 30; Dârimî, vudû 50; Muvattâ, tahâre 58; 60, 62; Ahmed b. Hanbel II,
223, 333, IV, 22, 23.
[1631

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 328-329.

[1641

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 329-331.

[1651

Buradaki şek râvîterden birinden gelmektedir.

11661

Tirmizî tahâre 62; Nesaî, tahâre 118.

[167]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 331-332.

H681

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 332-334.

H691

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 334.



[170]

Müslim, hayz 97; Tirmizî, salât 142; tbn Mâce, Mesâcid 12; Dârimî, salât 112; Ahmed bjHanbel 11,451,491, 509; IV, 67, 85, 86, 150, 288, 303,
352, V, 54, 55, 57, 93, 98, 100, 106, 108, 113.
[171]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 334-335.

[1721

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 335-337.

£1731

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 337.

[1741

İbn Mâce, Zebâih 6.

£175]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 337-338.

11761

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 338-339.

£1771

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 339.

11781

Aliye: Medine arazisinin yüksek kısımlarındaki yerlerdir. Medine'ye en yakın olanı dört mil, en uzak olanı da Necid istikâmetinde sekiz mil
mesafededir.
£179]

Müslim, Ztthd 2; Ahmcd b. HanbelJII, 365.

£180]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 339.

£1811

Müslim, Zühd 2.

11821

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 339-340.

£1831

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 340.

£184]

Buharı, vudû' 30; Müslim, hayz 91; Muvalta, tahftre 19; Ahmed b. Hanbel, 1,267,28!, 366, 1 1,389.

£185]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 340-341.

£186]

Aslında fakirlik ve zillet dilemek için söylenen bir bedduadır. Asıl manâsı "Ellerin topraklımın" demektir. Ancak burada levm için kullanılmıştır.
Çünkü RasûtuUah'm misafirle beraber yemek yerken BilâTin namaza çağırması uygun değildi. Fakat Rasûlullah, Allah'ın daveti olduğu için yemeği
bırakıp namaza gitmiştir.
£187]

Ahmed b. Hanbel IV, 252, 255.

£188]

Buradaki jüphe IbBu'l-Eabârt ye aittir.

£189]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 341-342.

£190]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 342.

£191]

İbn Mâce tahâre 66.

£192]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 342-343.

£193]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 343.

£194]

Ahmcd b. Hanbel I, 279* 361; VI, 306, 371, 419.

£1951

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 343-344.

11961

Tirmizî, tahare 59; Dftitmt, tahflre 15; Muvatti tahare 25.

£1971

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 344.

£198]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 344-345.

£1991

Buhârî, et'ime 53; Müslim, hayz 90; tirmizî, tahâre 41, 38; Nesaî, tahâre 121, 122; ibn Mâce, tahâre 65; Muvattft, tahâre 22; Ahmed b. Hanbel
1,264; II, 265, 271, 272,427, 45»* 479, 503, 529; IH, 264, 275; IV, 28, 30, 297, 413; V, 184, 188, 190, 192; VI, 89, 306,319,321,326,328,426,429, Not:
Bu kaynaklardaki hadîsler aynı konuda olmakla beraber, rivayetler farklıdır.
r2001

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 345.

£201]

Rasûlullah'm ashabmdandır. Efendimizden hadîs rivayet etmiştir. Mısır'da ikâmet etmiş, Mısırlılar kendisinden hadîs almışlardır. TaberTnin
nakline göre asıl adı Ast idi, RasûtuUah adım deştirerek Abdullah yaptı. Ahmed b. Muhammed b. Selime bu sa-1 hâbînin ölümünün Mısır'ın aşağı
kısnunda Sıkt eVKudur adındaki köyde olduğunu söyler. Mısır'da en son vefat eden sahâbîdir. Vefatı H. 85 yılında olmuştur. 86, 87,88 rivayetten" de
vardır.



12021

Buradaki şek râvflerden birine aittir.

12031

Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.

[2041

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 345-347.

[205]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 347.

12061

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 347.

12071

Nesâî, tahfıre 121; Ahmedb. Hanbel, İl, 4S8; İV,30.

12081

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 347-348.

12091

Ümmü Habîbe Ramle bini Ebî Süfyan Sahr b. Harb: Rasûlullah'm hanımlanndandır. Babası Ebû Süfyan'dan senelerce önce müslüman olmuş ve
kocası Ubeydullah b. Cahş ile beraber Habeşistan'a hicret etmiştir. Fakat kocası orada vefat etmiş, Rasûlullah kendisi ile Hicri altı veya yedi senesinde
evlenmiştir. Bir seferinde Ebû Süfyân Medine'ye gelmiş ve kızı Ummu Habîbe'nin odasına girmiş, Ummü Habîbe yerdeki yatağı toplıyarak babasını
oturtmamış, Ebû Süfyân: Demek babandan bir döşeği kıskandın?deyince,"Bu, Rasûlullah'm döşeğidir. Sen hala şirk üzeresin" cevâbını vermiştir. Hz.
Aişe'nin anlattığına göre, Ummu Habîbe öleceğinde Hz. Aişe'yi çağırtmış ve "Aramızda eşler arasında olan şeyler olmuş olabilir. Hakkını helâl et"
demiş, Hz. Âişe'de hakkını helâl edip onun için duâ etmiştir. Bunun üzerine Ümmü Habîbe "Sen beni sevindirdin, Allah'da seni sevindirsin" demiştir.
Ümmü Habîbe Hz. Aişe'ye söylediğinin aynısını Ümmü Seleme'ye de söylemşitir. H. 44 yılında Medine'de vefat etmiştir. Rasûlullah'tan 65 hadîs
rivayet etmiştir .Bunlardan ikisinde Buhârî ve Müslim ittifak etmişlerdir. (Geniş bilgi için, bk. İbn Sa'd Tabaka t, VIII, 96-100; lbnu'1-Esir, Usdu'l-
gabc, VII, 110; Zehebî, A'lâmu'n-nubelâ, II, 218-233; İbn Hacer, el-tsabe, IV; Tehzîbu't-Tehzîb, XII, 419; tbnu'l-Imad, ŞezerAtu'z-zelıeb, I, 54.)
12101

Şüphe râvîlerden birine aittir.

mıı

Ahmed b. Hanbel, VI, 326.

12121

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 348-349.

[2131

bk. Şerfau Meâni'l-Âsâr I, 64, 65.

[214]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 349-350.

[2151

Buhârî, vudÛ' 52, eşribe 12; Müslim, hayz 95; Tirmizî, tahâre 66; Nesaî, tahâre 124; İbn Mâce, tahâre 68; Ahmed b. Hanbel, I, 223, 227, 329,
337, 373.
H16]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/351.

[2171

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/351.

[2181

Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.

[219]

Bu ifâdeden maksat, Mûtî b. Râşid'in güvenilir bir râvî olduğuna işaret etmektir.

12201

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 352.

[2211

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 352.

12221

Zâtürrikâ Gazve» hicretin 4, senesinde yapılmıştır. Buhârî'nin haberine göre bu gazve Hâyber'in fethinden sonradır. Oradaki bir ağaçtan dolayı
b,u ad verilmiştir. Kendisinde beyaz, siyah ve kırmızılık olan bir dağdan dolayı bu adın verildiği de söylenmektedir. Bir başka görüşe göre de Ashabın
ayaklan delinmiş ve ayaklarına bezler bağlamışlar, bu yüzden bu isim verilmiştir. Buhar! ve Müslim'in Ebû Mûsâ el-Eş'ari'den naklettikleri habere en
uygun görüş budur.
[2231

Muhacirlerden olan Ammâr b. Yâsir, Ensâr'dan olan da Abbâd b. Beşîr veya imâra b. Hazm'dı.

12241

Bazı nüshalarda ( ) "arkadaşım uyandırdı" şeklindedir.

[2251

Beyhâkî'nin ifâdesine göre bu sûre Kehf Süresidir.

[2261

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 353-354.

12271

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 354-346.

12281

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 356-357.

12291

Rasûlullah'm meşgul olduğu şey Taberânî'nin tasrîhine göre ordunun hazırlanmasıdır.

12301

Buhârî, mevâkît 24; Müslim.mesâcid 221, 225; Ahmed b. Hanbel, II, 88, 126.

12311

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 357-358.



12321

el-Mâide (5), 6.

T2331

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 358-360.

[2341

Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.

[235]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 360-361.

12361

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 361-362.

[2321

Şüphe râvîlerdeiTbirine aittir.

12381

Buhârî, ezan 27; Müslim, hayz 126.

[239]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 362.

r2401

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 362-363.

[241]

Tirmizi, tahârtf 57.

[242]

Siyaktan buradaki ( JU ) nin failinin tbn Abbâs olması gerekir. Ancak Bcyhâki, Ebû Davud'un ibaresini nakletmiş ve ( ) "terime dedr demiştir.
Her halde eldeki nüshalarda "İlerine" kelimesi düşmüş olacaktır, (bk. AvmTI-ma'bud, 1 ,344).
12431

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 363-364.

12441

Üslûb-u hakim; Muhatabın, sorusuna beklediğinden başka bir cevap almasıdır. Bu, sözü ya kastettiğinden başka bir mânâya çelçmek veya
sorusunu terkedip sormadığı bir soruya cevap vermek suretiyle olur. Cevap verenin böyle davranmasından maksat, soru soranın adında bu soruyu
sorması ya da bu manâyı kasdetmesi gerektiğine işaret etmektir.
[245]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 365.

[2461

Bu bölümün tefsirinde sarihler şu açıklamayı yapmışlardır:
Hadis, RasÛlullah'tan abdest bozucu herhangi bir şeyin kendisinden çıkmadığı anlamında değildir. Kendisinin ( ) her halinde (uyku, uyanık halinde)
kontrolü dışında abdesti bozucu herhangi bir şeyin çıkmasında mahfuz (korunmuş) olduğu anlaimndadır. ( ) "Benim gözlerim uyur ama kalbim
uyumaz" ifâdeleri Hz. Peygambere mahsus olmayıp başka bir hadîste ifâde edildiği gibi bütün peygamberlerin ortak özelliklerindendir.Hz. Peygamber
(s. a.) uyku halinde de kendisine vahiy gelir ve bunu olduğu gibi zabt ederdi. Kalbinin uyumaması hadesle ilgilidir. Vftdfde uyuyup namazının kazaya
kalması, bazı hususlarda kalbinin de uyuduğuna işaret eder. Fakat İmam Nevevî: "Sabah namazının kazaya kalması olayı, kalple değil, gözle ilgili olan
meselelerdendir. Ama hadesle ilgili meselelerin zuhuru yalnız kaible ilgilidir" demektedir.
[2471

Ibn Mâce tahâre 62; Dârimî, vudü' 48; Ahmed b. Hanbel IV, 97.

12481

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 365-366.

[249]

199. hadîsin şerhine bk.

[250]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 366.

[251]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 366.

12521

Bazı nushalarda"( ) ayağıyla" kelimesi yoktur.

[2531

Tırmızî, tahâre 109; İbn Mâce İkâme 67.

[2541

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 367.

[2551

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 367-368.

[256]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 368.

[2571

Ebû Dâvûd salât 187; TinnızS, radâ' 12.

[2581

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 369.

[2591

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 369-370.

12601

Hz. Ali'nin hikâye yoluyla "Ben mezîsi çok olan biriydim" demesi, ya sonradan bu halin geçtiğine delâlet eder veya "Allah alîm ve hakimdir"
âyetinde olduğu gibidir. Hz. Ali den mezî gelmesi devamlıydı. (Ibn Reslan).
[2611

Buradaki şek râvîlerden birine aittir.

[2621

Nesaî, tahâre 129; Ahmed b. Hanbel.I, 109, 125.



T2631

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 370-371.

[2641

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 371-373.

12651

Nesâî, tahâre 111, İbn Mâce, tahâre 70; Muvatta, tahâre 53; Ahmed b. Hanbel, VI , 4.

[266]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 373.

[2671

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/373.

[2681

Ahmed b. Hanbel, I, 124, 126, 145.

[2691

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 374.

r2701

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 374-375.

[271]

Sehl b. Huneyb b. Vâhib b. Akim b. Sa'lebe el-Ensârf el-Evsî el-Medenî Ebû Sabit veya Ebû Abdillah. Bedir ve diğer gazvelere iştirak etmiştir.
Uhud savaşında müslümanlar dağıldığı zaman yerinden ayrılmamış, ölünceye kadar Rasûlullah'ı korumak üzere bîat etmiştir. O gün Rasûlullah'a atılan
okları def etmişti. Cemel Vak'ası'ndan sonra Hz. Ali Basra'ya vali tâyin etmiş, sonra da Hz. Ali ile birlikte Sıffin Muharebesi'ne iştirak etmiştir.
Rasûlullah'm onu Hz. Ali ile kardeş yaptığı söylenir. Rasülullah'dan kırk hadîs rivayet etmiştir. Bunların dördünde Buhârî ve Müslim ittifak .etmiştir.
Müslim ayrıca iki hadîsini rivayet etmiştir. (Bilgi için bk. ibn'Sa'd, Tabakât, VI, 15; Buhârî, et-Târîhu'l kebîr, IV, 97; IbnuM-Esîr, Üsdu'l-ğabe, II, 470;
Zehebî, A'lâmu'n-nuhelâ, II, 325-329; Ibn Hacer el-İsâbe, II, 87, Tehzibu't-Tehzîb, IV, 25 1 ; Asr-ı Saadet, III, 436-437.)
T2721

Tirmizî, tahâre 84; Ibn Mâce, tahâre 70.

12731

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 375-376.

[2741

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 376-377.

[2751

Abdullah b. Sa'd el-Ensârî'nin hem Kureyşli hem de Ezdli olduğu söylenir. Haram b. Hakîm'in amcasıdır. Şam'da bir sure katmıştır. Kendisinden
Haram ve Hâlid b. Mî'-dân hadîs rivayet etmiştir. Ebû Hatim ve tbn Hıbbân, kendisinden bundan başka hadîs rivayet edilmediğini söylerler. (Bilgi İçin
bk. Îbnu'l-Esir, Üsdu'î-ğabe, III, 258;îbn Ha-cer, el-İsâbe, II, 318).
[2761

Ahmed b. Hanbel, I, 145; IV, 342.

T2771

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 377-378.

[2781

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 378.

[2791

Ahmed b. Hanbel, I, 14.

12801

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 378-379.

12811

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 379-380.

f2821

Kütüb-ü Sitte arasında yalnız Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.

[283J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 380.

[284J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 380.

[2851

Übeyy b. Ka'b b. Kays. Kurrânm efendisidir. İkinci Akabe Bîâtında hazır bulunmuş, Bedir ve bir çok savaşa katılmıştır. Rasûlullah onu ilimle
müjdelemiştir. Hâkim'in, Müs-tedrek'te rivayetine göre Rasûlullah kendisine, Kur'ân-ı Kerimdeki en efdal âyetin hangisi olduğunu sormuş o da Ayetü'l-
Kürsî olduğunu söylemiş, bunun üzerine Efendimiz onu tebrik etmiştir. Ubeyy, fetva ehlindendir. Efendimiz onu "Ensânn efendisi" diye
isimlendirmiştir. Sonraları "Müslümanların efendisi" unvanım kazanmıştır. Efendimiz, onu, Saîd b. Zeyd ve Amr b. Nevfel'le kardeş yapmıştır.
Rasûlullah'm ilk kâtibidir. Ashâb'm büyükleri kendisinden rivayette bulunmuşlardır. Hz. Osman'ın hilâfeti zamanında H. 30 yılında vefat etmiştir.
(Bilgi için bk. İbn Sa'd, Tabakât.III, 59; Buhârî, et-Tarîhu'l -Kebir II, 39-40; tbn Ebî Hatim el-Cerh ve'Ma'dÜ, II, 290; Ebû Nuaym, HHyefu'l-evliyâ, I,
250-256; tbnu'I-Esîr, Usdu'l-ğâbe, I, 61; Zehebî, TezkiretıTl-huffâz, 1,16; A'lâmıı'n-nııbelâ, I, 389-402; İbn Hacer el-İsâbe, I, 26, Tehzîbu't-Tehzîb, I,
187; ibnu'Mmâd, Şezerâtu'z-zeheb, I, 32-33, Ansârî, Asr-ı Sasdet, III, 210-230.).
[2861

ibn Mâce tahâre İH, Tirmizî, tahâre 81; Ahmed b. Hanbel, V, 115, 1 16.

T2871

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/381.

T2881

A. Davudoğlu, Selâmet Yollan I, 145-146.

[2891

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 381-383.

[2901

Ahmed b. Hanbel, V, 1 15, 1 16.

[291]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 383.

[2921

Buhârî Gusl 28, Müslim, hayz 88; Tirmizî, Tahâre 80; Nesâî, tahâre 128; îbn Mâce, tahâre 111; Dârimî, Vudû 75; Muvattâ, tahâre 71, 73,



75; Ahmed b. Hanbel II, 178, V, 1 15, VI, 47, 97, 1 12,123, 135, 161, 227, 239, 265.
[29U

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 383-384.

[294]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 384-385.

[2951

Müslim, hayz 81; Tirmizî, tahâre 81; Nesâî, tahâre 131; ibn Mâce, tahâre 1 10; Dârimî, vudû 74; Ahmed b. Hanbel, III, 29, 36; V, 1 15, 116, 416,

421.
[2961

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 385-386.

[2971

Müslim, hayz 2 1 .

f2981

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 386.

[2991

Buhârî, Nikâh 102; Nesâî, tahâre 169; İbn Mâce, tahâre 102; Dârîftıî, Vudû' 71; Ah-medb. Hanbel VI, 8, 9, 391.

pooı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 386-387.

[301]

A. Davudoğlu, Sahihi Müslim Terecine ve Şerhi II, 1008, 1009.

T3021

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 387-389.

[3031

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 389.

[3041

Ebû Râfı', Rasûlullah (s.a.)m azattadır. Adının ibrahim, Eşlem veya Sabit olduğu söylenir. Önce, Hz. Peygamberin amcası Hz. Abbâs'ın kölesi
idi. Hz. Abbâs RasÛIullah'a hibe etti. Ebû Râfi', Abbâs'm müslüman oluşunu müjdeleyince Efendimiz kendisini âzad etti. Bedir Gazvesİ'nden evvel
müslüman olduğu halde ona iştirak etmemiş, Uhud ve sonraki savaşlara katılmıştır. Rasûlullah'tan ve Abdullah b. Mes'ud'dan rivayette bulunmuştur.
Hz. Ali'nin hilâfeti zamanında vefat etmiştir. (Bilgi, için bk. ibn Sa'd, Ta-bakâl IV, 73-75; ibn Ebî Hatim, el-Cerh ve't-ta'dü, II, 149; lbnu'1-Esîr,
Üsdu'l-ğabe, I, 52; Zehebî, A'lâınu'n-nubelâ, II, 16-17; tbn Hacer, el-tsâbe, IV, 67; TchzîbıTt-Tehzîb, XII, 92-93.).
[3051

ibn Mâce, Tahâre 102; Ahmed b. Hanbel, VI, 8, 10, 39.

T3061

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 389-390.

[3071

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 390-391.

[3081

Müslim, hayz 27; Tirmizî, tahâre 107; İbn Mâce, tahâre 100.

T3091

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 391.

[3101

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 391.

[311]

Buhârî, gusül 13, 27; Müslim, hayz 25; Nesaî, tahâre 129,166; Muvattâ;, tahâre 76; Ah-med b. Hanbel 1 1,46, 64.

[3121

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 392.

[3131

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 392-393.

[314]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 393.

[3151

Buhârî, gusl 27; Müslim, hayz 21, 22; Nesâî, tahâre 162, 165; İbn Mâceh, tahâre 99; Muvatta', tahâre 78; Ahmed b. Hanbel, VI, 26, 85, 91, 102,
103, 119, 143, 191, 192, 200, 260,279.
[3161

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 394.

[3T7J

Bu açıklama ravîlerden birisine aittir.

[3181

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 394-395.

[3191

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 395.

[3201

222 nolu hadîsteki kaynaklar.

[3211

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 395-396.

f3221

Tirmizî, cum'a 78.

T3231

Müellifin bu ilâveyi yapmaktan maksadı, hadîsin muhkatı' olduğuna işaret etmektir. Her ne kadar bu za'f alâmeti ise de, abdest almanın mustehap
oluşuna işaret eden hadîsler, bu hadîsi takviye etmektedir.
[3241

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 396-397.



[325]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 397.

[326]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 397.

[3271

Rasûlullah (a. s.) devrini idrâk etmiştir. Ancak,Rasûlullah'la görüşüp görüşmediği ihtilaflıdır. "Bazı şeyleri unuttum fakat Rasûlullah'ı namazda
sağ elini sol eli üzerine koymuş halde gördüğümü unutmadım" dediği rivayet edilmiştir. Hz. Ömer, Bilâl, Ebû Zer, Ebu'd-Derdâ ve Hz. Aİşe'den
rivayetleri vardır. Aclî, îbn Sa'd ve Dârakutnî onu "güvenilir" olmakla vasıflandırmışlardır.Mervân b. Hakem'in hilâfeti zamanında vefat etmiştir. Ebû
Dâvûd, Nesâî ve îbn Mâce kendisinden hadîs rivayet etmişlerdir. (Bilgi için bk: tbnu'l-Esîr, Üsdu'l-gâbc, IV, 340; tbn Hacer, el-tsâbe, W, 186-187).
[3281

Nesâî, tahâre 140, 141, gusl b; Ahmed b. Hanbel.Vl, 47.

f3291

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 397-398.

[3301

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 398-399.

[3311

EbûDâvüd, libâs 129; Nesaî, tahâre 167, hayl 11; Dârimî istîzân 34; Ahmed b. Hanbel, I, 80, 83, 107, 139, 150.

13321

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 399-400.

[3331

Kâmil Mîras, Tecrîd Tercemesi, VI, 421, (Ankara 1969).

[3341

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 400-403.

[335J

Tirmizî, tahâre 87; Ahmed b. Hanbel.Vl, 146, 171.

[3361

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 403-404.

[3371

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 404-405.

[3381

Nesaî, tahâre 170; İbn Mace, tahâre 105; Ahmed b. Hanbel, I, 84, 107, 124.

13391

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 405.

[3401

el-Vâkıa (56), 79, 80.

[341]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 406-407.

[3421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 407.

[3431

Buhârî, gusl 23, 24, Cenâiz 8; Müslim, Hayz 115,116; Tirmizî, tahâre 89: Nesaî, tahâre 171; tbn Mâce, tahâre 80: Ahmed b. HanbeMI, 235, 382,
371,5,384, 402.
[3441

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 407-408.

[3451

Hadisin anlamı şöyledir: Kendisi cünup iken Rasûlullah (s.a.v.) ile karşılaştı. Ondan uzaklaşıp (gitti ve) yıkandı. Daha sonra gelip şöyle dedi:
"Ben cünup idim" (Rasûlullah Efendimiz.) "Muhakkak mûslûman necis olmaz" buyurdu.
[3461

et-Tevbe 9, 28.

[3471

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 408-409.

[3481

Buhârî, gusl 23; Tirmizî, tahâre 89; Ahmed b. Hanbel, II, 471.

[3421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 409-410.

[3501

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 410.

[35İ1

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/411.

[3521

İbn Mâce, tahâre 126.

[3531

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/411-412.

[3541

en-Nısâ (4), 43.

T3551

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/412-414.

[3561

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/414.

[3571

Ebû Bekre; adı Nüfey 1 , babasının adı Hâris'tır. Tâıf kalesinden bir makara ile atlayıp Rasûlullah'a geldiği için bu isilme anılmıştır. Bu zata, bu
künyeyi bizzat Efendimiz vermiş ve azâd etmiştir. Rasûlullah'tan 132 hadis rivayet etmiştir. Bunların sekizini hem Bu-hârî hem de Müslim müştereken,
beşer tanesini de ayrı ayrı rivayet etmişlerdir. H. 5) senesinde Basra'da vefat etmiştir. (Bilgi için bk. îbn Sa'd, Tabakât, VII, 15; ibn Ebî Hatim, el-Cerh



ve't-ta'dfl, VIII, 489; tbnu'l-Kayserânî, el-Cem' beyne ricâli's-sahîhayn, II, 533; fbnu'l-Esîr, Üsdu'l-gâbe, V, 354; Zehebî, A'lamu'n-nubelâ, III, 5-10;

tbnHa-cer, el-tsâbe, III, 571, 572; Tehzîbu't-Tehzîb, X, 469; Ibnu'1-tmâd, Şezerâtu'z-zeheb, I, 58).

T3581

Buhârî, vudu' 34; gusl 17; mevâkît 24; ezan 25; temennî9; Müslim, hayz 83; mesacıd 225; Nesâî, mevâkît 20; îbn Mâce, tahâre 83, 110; İkâme
137; Ahmed b. Hanbel, I, 88, 99, 366; II, 448, 518; III, 21, 26; V, 41, 45, 69, 359, VI, 99, 102, 11 1, \M, 182, 190, 221, 262.
13591

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/415.

13601

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/415-418.

[361]

Ahmed b. Hanbel, V,41.

T3621

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/418-420.

[363]

Hadis-i şerif dört ayrı yoldan gelmiştir. Bunlardan Ibn Harb ile Ayyâş'm rivayetleri arasında işaret edilen bu fark vardır.

[364]

bk. 233. hadisin kaynakları.

[365]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 420-421.

[366]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 421-422.

[3671

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 422.

f3681

Ümmü Süleym, Ens A rdan Milhân b. Zeyd'm kızıdır. Efendimizin hizmetçisi, Enes'in annesidir. İsmi hakkında ihtilâf edilmiştir. Kimi Sehle, kimi
Remıle, kimi de Muleyke olduğunu söylemiştir. Daha çok künyesi olan Ümmu Süleym diye meşhur olmuştur. Câhiliye devrinde Mâlik b. Nadr ile
evlenmiş ve ondan Enes (r.a.) dünyaya gelmiştir. Bu hanım, Ensârdan, İslama ilk girenlerdendir. Kocası buna kızarak Şam'a gitmiş ve orada A ş.
Ümmü Süleym de Ebû Talha ile evlenmiştir. Ahmed b. h A : **"i*jj n Enes b. Mâlikten rivayetine göre: Ebû Talha henüz müsiüman olmadan Ummü
SuîeymTe evlenmek istemiş, bunun üzerine Ümmü Süleym "Ya Ebâ Talha sen taptığın ilahının arzın bir bitkisi olduğunu bilmiyor musun?" demiş Ebû
Talha da "Evet bilmiyorum" cevabını vermiş. Bunun üzerine "Bir ağaca tapmaktan utanmıyor musun? Eğer Müslüman olursan senden başka bir mehir
istemem" demiştir. Ebû Talha "Biraz düşüneyim" deyip gitmiş ve Kelime-i Şehadet getirerek geri dönmüş. Bunun üzerine Ümmu Süleym oğluna "Ya
Enes beni evlendir" demiş, o da evlendirmiş-tir. Rasûlullahla birlikte bazs gazvelere iştirak etmiştir. Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd ve Nesâî kendisinden
hadis rivayet etmişlerdir. (Bilgi için bk. îbn Sa'd, Tabakat VIII, 424; îbn Ebı Hatim, eE-Certı ve't-ta'dîl, IX, 464; tbnıfl-Esîr, Üsdu'l-ğfıhe, VII, 345;
Zehebî.-A'lfımu'D-nubelâ, II, 304-311; tbnHacer, Tehzîbu't-Tehzîb, XII, 471).
[369]

TirmM, tahâre 82; Dârimî, vudu'76; Ahmed b. Hanbel VI, 256, 377.

[3701

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 423.

[371]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 424-425.

13721

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 425.

[373]

Buhârî, gusl 22; Müslim, hayz 29, 30; Nesâı, tahâre 130; tbn Mâce, tahâre 107; Tirmi-zî, tahâre 90; Ahmed b. Hanbel, II, 90; III, 199, 282; VI,

306.
[374]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 425-426.

[375]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 427-428.

[3761

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 428.

[3771

bk. Buhârî, gusl 2; Müslîm, hayz 40, 41; Nesâî, tahâre 143, 144; Gusl 8; Dârimî, vudû' 68; Muvattâ', tahâre 68; Ahmed b. Hanbel, VI, 37, 199.

[378]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 428-429.

[3791

Tecrid-i Sarih Tercemesi I, 205.

T3801

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 429-430.

[38U

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/431.

13821

Cübeyr b. Mut'im Kureyş'in büyüklerindendir. Ensâb ilmini çok iyi bilirdi. Bedir'de esir edilen kureyşlileri kurtarmak maksadıyla Medine'ye
gelmiş ve Rasûlullah (s.a.)m okuduğu Kur'ân-ı Kerim'i dinlemişti. Bu gönlünde İslama karşı bir yakınlığın doğmasına sebeb olmuştur. Cübeyr, Hayber
Savaşı olduğu sene müsiüman olmuştur. Mekke'nin fethi senesinde İslama girdiğini söyleyenler de vardır. Rasûlullah'tan 60 hadis rivayet etmiştir.
Bunlardan 6'sı Buhârî ve Müslim'de müşterek olarak mevcuttur. H. 57 veya 59 senesinde Medine'de vefat etmiştir. (Bilgi için bk. Buhârî el-Tarîhu'l-
kebir, II, 223; İbn Ebî Hatim, el-Cerh ve't-ta'dît, II, 512; tbnu'l-Kayserânî, el-Cem' beyne ricâli's-sahîhayn, I, 76; lbnu'1-Esîr, Usdu'l-ğâbe I, 323; Zehebî
A'lâmu'nmıbelâ, III, 95-99; İbn Hacer, el-tsâbe, I, 225; Tehzîbu't-Tehzîb, II, 63; Ibnu'i-İmad Şezerâtu'z-zeheb, I, 64.).
[383]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 431-432.

[384]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 432.

[385]

Ahmed Naîm Efendi hadis-i şerifteki (k-jl A ) kelimesini, Kâmûs tercemesine istinaden "külek" şeklinde terceme etmiştir. Kâmûs'ta "el-hiiâb"
kelimesi İçin: "Sut sağacak kaba denir ki, külek ve susak tabir olunur" diyor. Ahmed Naım Ebû Avâne'nın Ebû Asim en-Nebîl'den naklen bu kabın,



uzunluğunun ve genişliğinin bir karıştan az olduğunu, Beyhakî'nin de sekiz rıtıl su alan bir testi olarak takdir ettiğini kayd etmektedir. (Tecrid-i Sarih

Tercemesi, I, 207).

T3861

bk. Buhârî, gusl 6; savm 65; buyu' 98; Müslim, hayz 39; mesâcîd 229; sıyâm 1 10; buyu' 23; Nesâî, gusl 19; Ahmed b. Hanbel, I, 321, 346, 367;
II, 19, 116, 375.
13871

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 432-433.

13881

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 433.

P891

bk. Nesâî, tahâre 149; Ibn Mâce, tahâre 94; Dârimî, vudû' 1 15; Ahmed b. Hanbel, VI, 188.

T3901

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 433-434.

[391]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 434.

[392]

Buradaki şüphe râvilerden birisindendir.

T3931

Ahmed b. Hanbel, I, 183; IV, 188.

[3941

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 435-436.

[395]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 436.

[396]

bk. Ahmed b. Hanbel, VI, 102, 227.

T3971

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 436-437.

[3981

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 437.

[399J

Hadisi sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.

ROOl

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 437-438.

[40J1

Meymûne binti'l-Hâris.Rasûlullah'ın hammlarındandır. Rasûlullah (s. a.) onunla hicretin altıncı senesinde evlenmiştir. Kendisinden 46 hadis
rivayet edilmiştir. Bunların yedisinde Buhârî ve Müslim ittifak etmiştir. Ayrıca Buhârî'de bir, Müslim'de de beş hadisi vardır. H. 5 1 de vefat etmiş ve
namazını tbn Abbâs (aldırmıştır. (Bilgi için bk. İbn Sa'd, Tabakâl VIII, 132-140; tbnu'l-Esîr, ÜsduT-ğâbe, VII, 272; Zehebî, A'lâmu'n-nubelâ, II, 238-
245; İbn Hacer, el-İsâbe, IV, 411-413; Tehzîbu't-Tehzîb, XII, 452; îbnu'l-tmâd, ŞezerfıtuVzeheb, I, 12, 58).
T4021

Buhârî, gusl 8, 1 1 , 1 8, 2 1 ; Nesâî, Gusl 22; Ahmed b. Hanbel, VI, 335.

[4031

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 438-439.

T4041

İbn Mâce, tahâre 59.

[4051

Tirmizî, tahâre 40.

T4061

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 439-441.

[4071

Ahmed b. Hanbel, I, 307.

T4081

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 441-442.

[409J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 442-443.

r4ioı

bk. Buhârî, salat 1; enbiya 5; Müslim İman 259, ?63, Tirmizî, mevâkıt 45; Nesâî, salat 1; İbn Mace Likâme 194; Ahmed b. Hanbel, IH, 149; V,

144.

r4in

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 443-446.

[4121

Tirmizî, tahâre 78; İbn Mâce, tahâre 106.

[4131

Tirmizî: "Haris b. Vecih'in hadisi garibtir"; Şâfıî, "Bu hadis sabit değildir"; Beyhakî, "Bunu ehl-i ilim inkâr etmiştir" der.Dârakutnî İlel'inde:
"Malik b. Dinar Hasen'den mursel olarak, Ebânü'l-Attar Kata-de tarikiyle Hasen'den o da Ebû Hureyre'den rivayet ettiklerini" söylemektedir.
[4j4]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 446.

[4151

Müslim, hayz 58; Tirmizî, tahâre 77; Nesaî, tahâre 149; tbn Mâce, tahâre 108; Dârimî, vudû 1 15; Ahmed b. Hanbel, VI, 289, 315.

[416]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 446-448.

[417]

İbn Mâce, tahâre 106. Ahmed b. Hanbel, I, 94, 101, 133.

14181

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/448.



[419]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 448-449.

[420]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 449.

[421]

Benzer rivayetler için bk. Tirmizi, tahâre 79; Nesâî, tahâre 1 59; Gusl 24; tbn Mâce, ta-hâre 96; Ahmed b. Hanbel, VI, 68, 192, 253, 258.

[422]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 449.

[423]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 450.

[424]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/450-451.

[425]

Tirmizi, tahâre 77; Nesâi, tahâre 149; lbn Mâce, tahâre 108.

[426]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/451-452.

[4271

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/452-453.

[4281

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/453-454.

[4291

bk. Buhârî, gusl 1 9.

14301

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/454.

[431]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/454.

[4321

bk. Ahmed b. Hanbel, VE, 79, 138.

[433J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/454-455.

[4341

Hitmî: sabun yerine kullanılan bir bitkidir.

[4351

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/455.

[436J

Şureyh tabiûndandır. Muâviye b. Ebî Süfyân, Ebü Zerr el-Ğifâri, Ebû Ümâme, Ebu'd-Derdâ ve diğer bazı sahâbilerdcn hadis rivayet etmiştir, (el-
Menhel, III 32).
[4371

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/455-456.

[4381

bk. Hİdiye-, 1,16; Fethu'l-Kadİr I, 50; tbn Âbidin 1,153-154; Tahtâvîf Haşiyetü MenOuT-Fdfth, 82; Zeylaî Tebytnti'l-Hafcftlk 1, 14-15.

[4391

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/456.

[4401

Bu hadisi bu lafızlarla sadece Ebû Dâvûd rivayet etrtıiştir. Benzer bir rivayet için bk. Ahmed b. Hanbel, VI, 78.

[44U

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/456-457.

[4421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/457-458.

14431

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/458.

f4441

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/458.

[4451

Bakara; (2) 222.

14461

Useyd b. Hudayr b. Simak b, Atik e!-Ensârî el-Eşhelî: Künyesi Ebû Yahya'dır, tslâm'ı ilk kabul edenlerdendir. Mus'ab b. Umeyr vasıtası ile
muslüman olmuş ve ikinci Akabe Biatında bulunmuştur. Bedir savaşında bulunup,bulunmadığı ihtilaflıdır. RasüluHah kendisini Zeyd b. Harise ile
kardeş yapmıştı. Uhud savaşına katılmış ve yedi yerinden yara almıştır. Buhârî'nin Tarih'inde haber verdiğine göre öldüğünde dört bin dirhem borcu
vardı. Alacaklılara verilmek üzere arazisi satıldı. Hz. Ömer (r.a.): "Ben kardeşimin çocuklarını eli boş, fakir bırakmam! " dedi ve araziyi geri verdi. Dört
senelik meyvesini dört bin dirheme alacaklılara sattı. H. 20 veya 21'de vefat etti. (Bilgi için bk. Buhârî, et-Tarihu'l-kebir, II, 47; İbnu'l-Esir, Üsdu'l-
gâbe, I, 111-113; Zehebî, A'l&mu'n-njibeîâ, I, 340-343; İbn Hacer, el-tsâbe, I, 49; Tehzîbu't-Tehzîb I, 347; tbnu'l-tmâd, Şezerâtu'z-zeheb, I, 31; el-
Ensârî, Asr-ı Saadet, III, 297-303 (Şamil Yayını)).
14471

Abbâd b. Bİşr b. Vakş el-Ensârî el-Eşhelî. Mus'ab b. Umeyr vasıtasıyla Medine'de müs-lüman olmuştur. ResûluUah'm yaptığı bütün savaşlara
katılmıştır. Kırk beş yaşında İken Yemâme savaşında şehid olmuştur. Resûlullah kendisini Ebû Huzeyfe b. Utbe ile kardeş yapmıştır. (Bilgi için bk. tbn
EbîHatîm el-Certı ve'Ma'dil, VI, 77; lbnu'1-Esîr, Üsdü'l-gâbe, III, 150; Zehebî A'lâmu'n-nubelfı, I, 337-340; tbn Hacer, el-tsâbe, II, 363).
14481

Ebû Dâvûd, nikâh 46; Tirmizî, tefsiru sure (2) 24; Nesâi, hayz 8; Dârimî, vudu 107; Ahmed b. Hanbel I, 419, 421, 452, VI, 150.

[4491

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/459-461.

[4501

es-Subki, el-Menhel, III, 36.



[451]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/461.

[452]

Müslim, hayz 14; Nesâî, tahâre 55; miyah 9; İbn Mâce, tahâre 125; Ahmed b. Hanbel, VI. 127, 210.

[453]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/462.

[454]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/462-463.

[455]

Buhârî, hayz3; Müslim, hayz 15; Nesâî, tahâre 173, 174;hayz 16, 19; tbn Mâce, tahâre 160; Ahmed b. Hanbel, VI. 69, 331, 334.

[456]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/463-464.

[457]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/464.

[458]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 464.

[459]

Müslim, hayz 1 1-13; Tırmizî, tahâre 101; Nesâî, tahâre 176; hayz 18; Dârimî, vudû 108; Ahmed b. Hanbel, II, 70.

T4601

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/465.

[461]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/465-466.

[462]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/466.

[463]

Muâze bint-i Abdillah el-Adeviyye el-Basriyye ÜmmüVsahbâ: İbn Maîn kendisinin güvenilir olduğunu söyler. Zehebî, bu kadının geceleri ihya
ettiğini ve "kabirlerdeki uykunun uzunluğunu bilip de bu dünyada uyuyan göze hayret ederim" dediğini haber verir. Hz. Aişe, Hz. Ali ve Hişâm b.
Âmir'den hadis rivayet etmiştir. H. 83 senesinde vefat etmiştir.
[464]

Harûrâ: Kûfe'ye iki mil uzaklıktaki bir köyün adıdır- Haricîlerin toplandıkları ilk yerdir. Bu yüzden Haricîlere bu köye nisbetle Harûrî de denilir.
Haricîler Sıffîn Savaşından sonraki hakem olayında önce Hz. Ali'yi hakem tayinine zorladıkları halde daha sonra hakem işine razı olup Ebû Mûsâ el-
Eş'arî'yi hakem tayin ettiği için karşı çıkmışlar, hatta onu küfürle İtham etmişlerdir. Bunun için Hâriciler diye meşhur olmuşlardır. Sayılan 8 bin (veya
12 bin) kadardır. Başlarında Abdullah b. el-Kevvâ adında birisi vardı. Hz. AIİ bunlara Abdullah b. Abbâs'ı göndermiş, Abdullah'ın konuşmaları sonucu
iki bini geri dönmüş, gerisi fikirlerinde ısrar etmişlerdir. Bunun üzerine Hz. Ali bunlara harp açmıştır.

Haricîler görüşlerini müdafaa bakımından İslâm mezheplerinin en katı, kızıp şiddetlenme bakımından en şiddetli olanıdır. "El-hukmü IHlah Hüküm
ancak Allah'ındır." sözünü kendilerine düstur edinmişlerdir.

Haricîler Ezârıka, Necedât, Sufriye, Acâride, İbâdiye, Yezîdiye, Meymûniyye vs. adındaki fırkalara ayrılmışlardır. Bunlardan son ikisi İslâm dini

çerçevesinin dışında mütalaa edilir.

Haricî fırkalarının bazı müşterek görüşleri şunlardır:

1 . Halife, herhangi bir fırka veya gurup tarafından değil, bütün müslümanlarm iştirak edeceği bir seçimle seçilebilir.

2. Arap ailelerinden hiç biri halife kendi ailesinden olduğu için bir imtiyaz kazanamaz.

3. Necedat fırkasına göre, insanlar kendi aralarında birlik ve beraberliği kurabilirlerse, halifeye muhtaç değildirler.

4. Günahlar arasında hiçbir fark gözetmezler. Günah İşleyen bir kimsenin dinden çıkıp kâfir olduğuna hükmedilir.

5. Kur'ân'da bulunan emirleri kabul ederler; Hadiste bulunup Kur'ânda bulunmayan emirleri reddederler. (Bilgi için bk. Abdulkâhir el-Bağdâdî,
Mezhepler Arasındaki Farklar <trc. E,R. Fığlalı), s. 66-100, tslâm Esasları (ter. S. Yeprem), S. 73-92, İstanbul 1981).

[465]

Buhârî, hayz 20; Müslim, Hayz68; Nesâî, hayz7; siyam 64; İbn Mâce, Tahâre 119;Dâ-rimî, vudû' 102; Ahmed b. Hanbel, VI, 32, 94, 97, 120,
143, 185,231.
T4661

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/467-468.

[467]

Müslim, hayz 69.

f4681

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/468-469.

T4691

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/469.



105. Hayızlı Kadına Yaklaşmanın Hükmü

106. Hayız Halindeki Hanımına Cîmâ Dışında Kişinin Yapabileceği Şeyler

107. tstihazalı Kadın Hakkındaki Hükümler Ve "Ayhali Olduğu Gün Sayısınca
Namaz Kılmaz" Diyenler

108. tstihazalı Bir Kadın Hayız Günleri Geçtiği Zaman Namazını Terk Edemez

109. (tstihazalı Kadın) Hayzı Gelince Namazı Terk Eder

110. Müstehazanîn Her Namaz İçin Yıkanacağını İşaret Eden Hadisler

111. Müstehaza İki Namazı Birleştirir Ve İkisi İçin Bir Gusül Eder Diyenlere (Delil
Olan Hadisler)

112. (Müstehaza) Bîr Temizlikten Diğer Temizliğe Kadar Gusleder Diyenler(İn
Dayandığı Hadisler)

_(Müstehaza),Öğleden Öğleye Yıkanır Diyenler (İn Dayandıkları Hadisler)

113. (Müstehaza) Öğle Vaktinde Değil Her Gün Bir Defa Yıkanır Diyenler

114. (Müstehaza Temizlik) Günleri Esnasında Yıkanır Diyenler(İn Dayandığı
Hadisler

115. (Müstehaza) Her Namaz İçin Abdest Alır Diyenlerin Delilleri)

116. (Müstehazanîn) Sadece Hades Vâki Olduğunda Abdest Alacağı Nı Söyleyenler

117. Temizlendikten Sonra Sarı Ve Bulanık Renkte Akıntı Gören Kadına Ait
Hükümler

118. Kocası Müstehazayla Cinsî Temasta Bulunabilir

119. Lohusahğm Müddetini (Tayin) Hakkındaki Hadisler

120. Hayzdan Dolayı Yıkanma (Nm Keyfiyeti)

121. Teyemmüm

122. Hazarda Teyemmüm

123. Cünübün Teyemmüm Etmesi

124. Soğuktan Korktuğu Zaman Cünub Teyemmüm Edebilir Mi?

125. Yaralının Teyemmümü

126. Namazı Kıldıktan Sonra Vakit İçinde Su Bulan Müteyemmimin Durumu

127. Cuma Günü Gusletmek

128. Cuma Günü Guslünü Terketme Ruhsatı

129. Yeni Müslüman Olan Kimseye Gusletmesi Emrolunur

130. Kadın, Hayızken Giydiği Elbisesini Yıkar

131. Hanımıyla Cinsi Temasta Bulunurken Giydiği Elbise İle Namaz Kılmanın
Hükmü

132. Kadınların İç Çamaşırları İle Namaz Kılmak

133. Kadınların İç Çamaşırları İle Namaz Kılma Ruhsatı

134. Elbiseye Bulaşan Meninin Hükmü

135. Çocuk İdrarının Elbiseye Bulaşması

136. İdrarın İsabet Ettiği Toprak(In Temizlenmesi)

137. Yeryüzünün (Toprağın) Kurumakla Temizlenmesi Hakkında
_Elbisenin) Eteğine Bulaşan Necaset İn Hükmü
_Ayakkabıya Bulaşan Pisliğin Temizlenmesi

138. Elbisedeki Necasetten Dolayı (Namazı) İade (Gerekir Mi?)
Erkeğin navız hâlindeki hanımıyla aynı yatağa yatması caizdir,

139. Elbiseye Bulaşan Tükrüğün Hükmü



105. Hayızlı Kadına Yaklaşmanın Hükmü

264.. ..İbn Abbâs (r.a.) hanımına, hayızh iken münâsebette bulunan kimse hakkında
Rasûlullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

fil

"Bir veya yarım dinar sadaka verir (versin)."

Ebû Dâvûd dedi ki, "sahih olan rivayet (burada olduğu gibi) "Bir dinar veya yarım
dinar" şeklindedir. Ancak çoğu kere Şû'be bu hadisi Hz. Peygambere ref etmemiştir.

m

Açıklama

Hayızlı olan kadına yaklaşmanın kesinlikle caiz olmadığını bundan doğacak zararların
neler olabileceğini 258. hadiste beyân etmiştik.

Bu yasağa uymayıp karısına yaklaşmış olanın cezası bu Hadis ile belirlenmiştir.
Ancak bu ceza maddi bir ceza değildir. Ekseri ulemâ tevbe ve istiğfardan sonra maddî
ceza ile temizlenileceği görüşündedirler.

Hadis-i şeriften, karısına hayızh iken temasta bulunan bir kimsenin bir veya yarım
dinar sadaka vermesinin gerekli olduğu anlaşılmaktadır.

Dinar, Lâtinceden arapcaya geçmiş bir kelimedir. Latincede "denarius" kelimesinden,
o da öşür manasına olan "decem" ıstılahından müştaktır.

Fıkıh istilâhı olarak hâlis on dirhem gümüş kıymetindeki altını ifâde eder. Bir miskal
ağırlığında altın sikkeye de ıtlak olunur.

Kamus mütercimi Asim Efendi, Zemahşerî'den naklen dinarın 48 arpa ağırlığında altın
olduğunu söyler.

Zihnî Efendi, "Dinar, altın sikkedir; yarım altın lira değerindedir",der.

Ömer Nasûhi Efendi de, "Bir dinar bir miskal, yani yüz arpa ağırlığında bulunan attın

sikkedir" demektedir.

Bir miskal, yirmi kırattan, her kırat da beş arpa miktarından ibarettir. O halde bir
miskal 100 arpa ağırlığına denk olur. Bugünkü ölçülerle 4. 1/4 grama eşittir.
Hadisin metnindeki "veya" kelimesi şek için değil tenvî' ve taksim içindir. Yani
münâsebet, hayzm ük günlerinde olmuşsa bir dinar; sonuna doğru olmuşsa yarım dinar
sadaka verileceğini bildirir. Nitekim Tirmizî'nin yaptığı bir rivayette:

[3]

"Kan kırmızı ise bir dinar; san ise, yarım dinar (sa'daka verir)" buyrulmaktadır.
Hadisin zahirinden hayızlı iken karısına temasta bulunan kişinin keffaret vermesinin
vacip olduğu anlaşılmaktadır. Ancak konu âlimleri arasında ihtilaflıdır.
İbn Abbâs, Hasen eİ-Basrî, Said b. Cübeyr, Katâde, Evzâî, İshâk ve bir rivayetinde de
Şafiî, keffâretin vacip olduğu görüşündedirler. Keffâretin vücûbuna hükmedenler,
keffâretin cins ve miktarında mütefik değildirler. Bunlardan, Hasen el-Basrî ve Said b.
Cübeyr, ramazanda cinsî münâsebette bulunana kıyas ederek, bir köle azad eder,
demişlerdir. Diğerleri ise, bu babın hadisini delil göstererek, -münâsebetin zamanına
göre- bir veya yarım dinar tasaddukta bulunması gerektiği görüşündedirler.
Atâ, Şâ'bî, Neha'î, Mekhûl, Zuhrî, Eyyûb es-Sahtiyânî, Sufyân es-Sevrî, Leys b. Sa'd,
Malik, Ebû Hanîfe ve ashabı, esah olan rivayetinde Şafiî, bir rivayetinde Ahmed b.
Hanbel ve selefin cumhuruna göre hayızlı iken karısına temas eden kişiye keffaret



vacip değildir. Onun için vâcib olan istiğfardır. Eğer temas âdetin ilk günlerinde
olmuşsa bir dinar, son günlerinde olmuşsa yarım dinar sadaka vermesi menduptur.
îbn Abdilberr, "Sadaka icabetmez" diyenin delili bu hadisin muzdanp oluşudur. Bir de
"Berâet-i zimmet asıldır" kaidesidir.

Hattâbîde, "ulemanın ekserisine göre buna bir şey lâzım gelmez" dedikten sonra,
bunların hadisi mürsel, ya da mevkuf kabul ettiklerini belirtir. Doğru olanın hadisin
merfu olduğu görüşünü kaydeder.

lbn Seyyidi'n-Nâs, hadisin merfu olduğunu tercih ederken, Ebû Bekir el-Hatib, bu
mevkuf-merfu münakaşalarının hadisin sıhhatine tesir etmeyeceğini söyler. İbn
Dakiki'l-Iyd, İbnü'l-Kattân ve Şevkânîde hadisin salih olduğunu tercih edenlerdendir.
Ebû Davud'un "Şu'be bunu, Rasûlullah'a ref etmeyin, İbn Abbas'tan mevkûfen rivayet

141

ettiğini" söylemesi, hadiste bir ızdırap gördüğüne işarettir.
Bazı Hükümler

1. Kişinin karısı hayızlı iken onunla cinsi temasta bulunması haramdır. Bunda icma
vardır.

2. Bu durumda münâsebette bulunmanın tevbe ve istiğfardan sonra dünyalık ceza
olarak temas zamanına göre bir veya yarım dinar sadaka vermesi gerekir.

265.. ..İbn Abbâs (r.a.) demiştir ki;

"(Bir kimse), kanın başlangıcında karısına yaklaşırsa bir dinar, kanın kesilmesi

[5]

sırasında (yaklaştığında) cima ederse yarım dinar sadaka versin."

Ebû Dâvûd, "îbn Cüreyc A bdülkerim 'den, o da Miksem 'den aynısını rivayet



etmiştir" dedi.
Açıklama

Bu hadis bundan evvelki hadisi tefsir eden bir mâhiyet arzetmektedir. İbn Abbâs (r.a.)
hayız hâlinin ilk günlerinde, (kanın çokça geldiği zamanlarda) cimada bulunmanın
keffâretinin bir dinar, hayzm sonunda cimada bulunmanın keffâretinin ise, yanm dinar
olduğunu söylemektedir. Hayız halinin sonundan maksat, kanın kesilmesinin
yaklaşmasıdır. Kan kesilip de gusül etmeden evvelki hal olduğunu söyleyenler de var-
dır. Hanefi mezhebine göre kan kesildikten sonra gusül etmediği halde, üzerinden bir
namaz vakti geçerse temasta bulunmakta mahzur yoktur.

Hayzm başlangıcı ile sonu arasındaki farklılığın hikmeti şudur: İlk günler cinsî
münasebette bulunmanın mubah olduğu temizlik günlerine daha yakın, sonu ise, daha
uzaktır. Dolayısıyla hayzm ilk günlerinde temasta bulunmak hiç bir şekilde mazur
görülemez. Sonunda ise, bir dereceye kadar mazur görülmüş ve cezası hafıfletilmiştir.
îmam Gazali, hayz müddeti bitip kan kesildiği halde gusletmeden temasta bulunmanın
erkekte veya doğacak çocukta cüzzâm hastalığına sebep olabileceğini söylemiştir.
Burada mevzuu bahs edilen kef fâretin cumhura göre vacip olmayıp men-dup
olduğunu, bundan evvelki hadisin izahında belirtmiştik.



266.. ..tbn Abbâs (r.a), Rasûlullah (s.a.)'uı şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

121

"Bir kimse ailesiyle hayı/lı iken cinsî temasta bulunursa, yarım dinar sadaka versin"
Ebû Dâvûd dedi ki; "Ali b. Bezîme'nin Miksam tarikiyle Rasûlullah 'tan mürsel olarak
bunun aynısını rivayet etti. Keza Evzaî, Yezîd b. Ebi Mâlik'ten, O da Abdülharnid b.
Abdurrahman'dan, o da Rasûlullah (sallallahü aleyhi vesellem)'den: "Rasûlullah onun
(soruyu soran Hz. Ömer'in) beşte iki dinar sadaka vermesini emretti", diye rivayet

[81

etmiştir. Bu rivayet mu'daldır.
Açıklama

Bu hadis, hayz halinin son günlerinde karısıyla temasta bulunanm cezasının yarım
dinar olduğuna hamledilir. Böylece evvelki hadislerle herhangi bir ihtilaf ortaya
çıkmaz. Hadis-i şerifte bir hazfin olduğu da muhtemeldir. Bu durumda hadisin aslı,
"Hayzın başlangıcında cima ederse, bir dinar; sonunda ederse, yarım dinar sadaka
versin" şeklinde olur. Taberânî ve Darekutnî'deki bazı rivayetler bu ihtimali te'yid et-
mektedir.

Ebü Dâvûd bunu ayrı bir hadis olarak değil 266. hadisin sonunda bir değişik rivayet
olarak vermiştir.

Beyhakî'nin rivayetine göre, Hz. Ömer (radıyallahü anh)'m cimâdan hoşlanmayan bir
hanımı vardı. Hz. Ömer'in her müracaatına hazıylı olduğunu bahane ederek karşı
çıkardı. Yine böyle bir müracaatında kadın hayız halinde olduğunu söylemiş, Hz.
Ömer de onun yalan söylediğini zannederek temasta bulunmuş, fakat kadının doğru
söylediği meydana çıkmış. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.) Rasûlullah'a gelerek
durumu arz etmiş. O da bir dinarın beşte ikisini sadaka olarak vermesini emretmiştir...



Bu rivayet Mû'dal () dır. Ancak Beyhakî müteselsil bir rivayetle hadisi tahriç
etmiştir.

Bu rivayette hayızlıya temasın keffaretinin beşte iki dinar olduğu ifade edilmektedir.
Ancak gerek hadisin mu'dal oluşu, gerekse bunun Hz. Ömer'e mahsus bir cevap
olması ihtimalinden dolayı ulemadan hiç kimse tarafından delil kabul edilmemiştir.
Çünkü Hz. Ömer bu işi, kadının hayz olmadığına inanarak yapmıştır. Bu yüzden
Rasûlullah (s. a.) onun keffâretini hafifleterek bir veya yarım dinar değil de, beşte iki

£101

dinar sadaka vermesini emretmiştir.

106. Hayız Halindeki Hanımına Cîmâ Dışında Kişinin Yapabileceği Şeyler

267....Meymûne demiştir ki; Rasûlullah (s.a.) hammlanndan birisi hayızlı iken,
üzerinde uyluklarının yarısına veya diz kapaklarına kadar (olan kısmı) örten bir örtü

mı im

olduğu halde, ondan faydalanırdı.
Açıklama

Mübaşeret, çıplak olarak vücudu vücuda dokundurmaktır. Bazı hallerde cima için de
kullanılıyorsa da burada ittifakla birinci mânâyadır.



Hadis-i şerif, Rasûlullah'in, diz kapağı ile göbeği arası kapalı olan hayız halindeki
hanımlarından istifâde ettiğini göstermektedir.
Hayızlı olan kadından mübaşeret şu şekillerde olur:

1. Cima, bu Kur'ân-ı Kerim' in açık nassı ve sahih hadislerle yasaklanmıştır; haramdır.
Bir müslüman bunun helâl olduğunu söylerse kâfir olur. Haram olduğunu inkâr
etmeden, kadının hayızlı olduğunu bildiği halde cima ederse, günahkâr olur. Tevbe
istiğfar etmesi lazımdır. Cumhura göre bir veya yarım dinar sadaka vermesi
müstehaptır. Bazılarına göre vaciptir. Bundan evvelki bâbta tafsilât verilmiştir.
Unutarak veya hayızlı olduğunu bilmeden temas ederse günah da, keffâret de yoktur.

2. Göbek ile diz kapağı arası hariç vücudun geri kalan kısmı ile, her ne suretle olursa
olsun faydalanmak helâldir. Bunda da icmâ vardır.

Netice olarak, İmam Ebû Hanîfe, imam Malik, Said b. Müseyyeb, Şureyh, Tâvûs, Atâ,
Süleyman b. Yesâr, Katâde, Ebû Yûsuf tan bir rivayette Şâfıîlerin esah olan görüşüne
göre hayzh kadının diz kapağı ile göbek arasından çıplak olarak her türlü istifâde
haramdır. Bunlar, bu babtaki hadislerle Zeyd b. Eslem'den gelen bir rivayeti delil

£131

kabul etmişlerdir.
Bazı Hükümler

Kişinin, hayız olan karısından diz kapağı ile göbek arası örtülü olması şartıyla
çımadan başka her turlu istifâdede bulunması caizdir.

268....Aişe (r. anhâ)'den, şöyle demiştir:

"Bizden biri hayız olduğunda, Rasûlullah (sallallahü aleyhi vesellem) Ona (diz kapağı
ile göbeği arasım örtecek) bir izar (peştemal) bağlamasını emreder, sonra da kocası
onunla (aynı yatağa) yatardı."

(Esved) bir defasında ("onunla yatardı" cümlesinin yerine) "cildini cildine

£141 £151

dokundururdu" demiştir.
Açıklama

Irâkî.( )"sonra kocası beraber yatardı" cümlesinin sadece Ebû Dâvûd'ta olduğunu,
diğer imamların bu cümleyi rivayet etmediğini söyler. Ebû Davud'un rivâyetindeki
"kocası" kelimesinden murad, ya Rasûlullah (sallallahü aleyhi vesellem)'dir, kelime
zamir yerindedir; ya da Hz. Aişe "Bizden birine emrederdi" derken Rasûlullah'in
hanımlarını değil, bütün müslüman kadınlarını kastetmiştir. Buna göre ( ) dan murat
sadece Rasûlullah değil, hayız olan kadının kocasıdır. Yani Rasûlullah, bütün
müslüman kadınlara, hayız olduklarında üzerlerine bir izar (peştemal) bağlayıp sonra
da kocalarının kendileriyle beraber yatmalarını emretmiş olmaktadır.

269.. ..Aişe (r.anhâ) şöyle demiştir:

"Biz geceleyin Rasûlullah (sallellahü aleyhi vessellem)le beraber, ben hayızlıyken
hem de hayzm ilk günlerinde, aynı örtünün altında yatardık. Eğer Rasûlullah'a
(bedenine) benden bir şey (kan) bulaşırsa, kenarına taşırmadan sadece bulaştığı yeri
yıkar, sonra da namaz kılardı. Yok eğer ona -elbisesini kastediyor- kandan bir şey



bulaşırsa, kenarına taşmadan sadece bulaştığı yeri yıkar sonra da o elbise ile namaz
Ü61Iİ71

kılardı."
Açıklama

İç çamaşırı veya bütün vücudu örten elbisedir. Tercemeye "örtü" diye
geçirilmiştir.kelimesi hayızlı manasmdadır. Te'kid için getirilmiştir.İbn Reslân"et-
tamsu","hayzm ilk günleridir" demektedir. Terceme bu mânâya göre yapılmıştır.
Bu hadis, bundan evvelki izar sarmanın lüzumuna delâlet eden hadislere zıt değildir.
Çünkü Hz. Aişe'nin üzerinde izar olduğu halde Rasûlullah'la beraber bir örtünün
£181

altında yatardı.
Bazı Hükümler

1. Hayizh kadınla bir örtünün altında yatmak veya ona dokunmak caizdir.

2. Elbiseye bir pislik bulaştığında, elbisenin tamamını yıkamaya lüzum yoktur, sadece
pisliğin bulaştığı yeri yıkamak kâfidir.

3. Kan bulaşmadığı müddetçe hayizh kadının giydiği elbise temizdir.

4. Rasûlullah (sallallahü aleyhi vesellem) hanımlarının hayizh hallerini anlayışla
karşılardı.

£191

270.. ..Umara b. Gurâb rivayet etmiştir: Umârenin halası, Aişe (r.anhâ)ya:

Bizden biri hayız oluyor; halbuki onun ve kocasının sadece bir yatağı var, (ikisi aynı

yatakta yatabilir mi?) diye sormuş. Aişe (r.anhâ) da şöyle cevap vermiş:

Sana Rasûlullah (s.a.)'m yaptığını haber vereyim: Rasûlullah (bir gece odama) girdi

doğruca mescidine geçti. Ebû Dâvûd, "evinin mescidini kast ediyor"dedi.Ben

uyuyuncaya ve kendisini de soğuk rahatsız edinceye kadar (namaz kıldığı yerden)

ayrılmadı. Sonra:

Bana yaklaş, buyurdu.

Ben hay izliyim, dedim.

Uyluklarını aç dedi, ben de açtım. Yanağını göğsünü uyluklarım üzerine koydu.

im mı

Rasûlullah ısınıp da uyuyuncay kadar ona doğru eğildim (kaldım).
Açıklama



hadisin ravilerinin zayıf olduğunu ve bunun delil gösterilemeyeceğini söylemektedir.
271.. ..Aişe (r.anhâ)'dan, şöyle demiştir;

"Ben hayızlı olduğum zaman (Rasûlullah'm) yatağından bir hasır üzerine iner ve

[2211231

temizleninceye kadar Rasûlullah (s.a.)'ayaklaşmazdım."



Açıklama



İlk bakışta bu hadis-i şerif daha evvelki hadislerle çatışır gibi görünürse de, aslında
hadis, Hz. Aışe validemizin bir nezaketve hassasiyet örneği verdiğini göstermektedir.
Hz. Aişe kadının o halinde erkeğini rahatsız edebileceğini düşünerek, Rasûluİlah'ı
rahatsız etmemek ve O'na duyduğu sevgiye halel getirmemek için böyle
davranmaktadır. Ayrıca bu durum Rasûlullah'm isteği ile değil, Hz. Âişe'nin isteğiyle
olan bir durumdur.

1241

272....îkrime, Rasûlullah (sallallahü aleyhi vesellem)'m hanımlarının birinin şöyle
elediğini rivayet etmiştir:

"Rasûlullah (sallallahü aleyhi vesellem) hayızlı olan (bir hanımından bir şey (cima

1251

dışında faydalanmak) istediği zaman, hanımının ferci üzerine bir bez örterdi."
[261

Açıklama

Bu ve bundan evvelki hadislerden anlaşıldığına göre Peygamber (s. a.) hayız halindeki
bir hanımından faydalanmak istediğinde, bazan söz konusu hanımının göbeği ile diz
kapağı arasını bir elbise ile kapatmasını emreder, bazan da avret mahalli üzerine bir
bez atardı. Bu hadîs ferç gibi belirli yerler hariç hayızlı kadının vücudunun her tarafın-
dan faydalanmayı caiz görenlerin delillerindendir. Fakat Rasûlullah'm örttüğü bezin
büyük olup da göbek ile diz kapağının arasını tamamen Örtmüş olması da
muhtemeldir. Ayrıca elbiseyi bizzat Rasûlullah'm örtmesi düşünülebileceği gibi,
hanımına Örtmesini emretmesi de mümkündür. Hatta bu daha muvafık görünmektedir.
Diğer bir görüşe göre hayzm başında göbekle diz arasının sonlarında ise yalnız avret
yerinin kapatılması şeklindedir. Gelecek hadis-i şerif de bu ihtimali desteklemektedir.

273.. ..Aişe (r.anhâ)dan demiştir ki;

"Rasûlullah (s.a.) hayamızın ilk günlerinde bize (belimizden aşağısına) izar (peştemal)
sarmamızı emreder, sonra da tenini tenimize dokundururdu. Sizlerden hanginiz

[2711281

Rasûlullah'm nefsine hâkim olduğu gibi nefsine sahip olabilir?"
Açıklama

Hadis-i şerifte geçen ( ) "fevh" kelimesinin mânâsı Nihâye'de belirtildiğine göre
hayzm başlangıcı ve kanm çok olduğu zamandır. Buhârî ve Müslim'in rivayetlerinde
"fevr" şeklinde kaydedilmiştir ki, aynı manayı ifâde etmektedir.
Daha evvel geçen bazı hadislerde Rasûlullah'm hayız halindeki hanımları ile cima
haricinde beraber olmak istediğinde onların bellerinden aşağısını örtecek bir peştemal
bağlamalarını emrettiğini görmüştük. Fakat o hadislerde bu örtünme için bir zaman
tayin edilmemişti. Bu hadis-i şerif ise, peştemal bağlamayı kayıtlamakta ve hayzm ilk
günlerine mahsus olduğuna işaret etmektedir. Buna göre Rasûlullah (s.a.)'in hayız olan



bir hanımı ile hayzmın ilk günlerinde mübaşeret etmek isterse, onun peştemal
bağlamasını, son günlerinde ise, ferci üzerine bir bez örtmesini emrettiği
anlaşılmaktadır.

Hz. Aişe, "hanginiz Rasûlullah'ın nefsine mâlik olduğu gibi nefsine mâlik olabilir?"
derken, "Rasûlullah bunu yapıyordu ama, onun haddi tecâvüz edip harama dalma
korkusu yoktu. Ama siz Rasûlullah'ın yaptığını yapamazsınız. Binaenaleyh
nefsinizden emin değilseniz, meşru da olsa, bu şekilde bir faydalanma cihetine
gitmeyin" demek istemiştir.

Yukarıdaki hadislerde görüldüğü gibi hayızlı kadına yaklaşmak istendiğinde göbekle
diz kapağı arasının kapatılması emredildiği gibi yalnız avret yerinin örtülmesi ile iktifa
edilebileceğine de işaret vardır.

Sübkî der ki: "Rasûlullah (s.a.)'in zevcelerine mübaşerette bulunması, şehvetini tatmin
için değil, onun caiz olduğunu göstermek içindir. Mübaşereti zevcelerinden her birine
yapması, hükmün (îslâmî emirlerin) yayılması içindir. Nitekim çok adınla
evlenmesinin bir hikmeti de hükümleri neşredip öğretmektir. Çünkü hanımlarından
her biri gördüğünü ümmete haber verecektir."

Yukarıda verilen hadis-i şeriflerde özet olarak şu üç husus yer almıştır. Fukahânın
içtihadı da bu istikâmettedir:

1. 272 nolu hadiste yalnız avret yerinin örtülmesi yer almaktadır. Bu görüşü
savunanların az da olsalar delili bu hadistir. Ancak "yasak bölgeye yaklaşan o yasağı
işleyebilir" fetvasınca bu durum tehlike arz etmektedir. Bundan dolayı büyük fıkıh
imamları bu görüşü benimsememektedirler.

2. Hayzm başlangıcında diz-göbel; arasının kapatılması, sonunda yalnız fercin
örtülmesi görüşü ise, Hz. Aişe'nin son hadiste belirttiği gibi, "nefsine malik olabilecek
kişilere mahsustur. Bunu da ancak Rasûlullah başarır" demekle işin nezâketini
belirtmek istemiş, bizim için yasak olması gerektiğim işaret etmiştir.

3. Hayız müddetince kadınlara yaklaşmak istendiğinde bir peştemalle göbek ve diz
arası kapatılması cumhuru ulemânın görüşüdür. Hanefî mezhebinin de görüşü budur.
[291

Bazı Hükümler

1. Hayızlı kadından hayzmm ilk günlerinde de olsa, avret mahallim bir örtü ile örtmek
şartıyla faydalanmak caizdir.

2. Nefsinden emin olmayan kişinin, cima dışındaki faydalanmalardan da uzak kalması

[301

daha uygundur.

107. Istihazalı Kadın Hakkındaki Hükümler Ve "Ayhali Olduğu Gün Sayısınca
Namaz Kılmaz" Diyenler

274.. ..Rasûlullah (s.a.)'m hanımı Ümmü Seleme (r.anhâ')dan, demiştir ki;
Rasûlullah (s. a.) zamanında, kendisinden devamlı kan gelen bir kadın vardı. Ümmü
Seleme (r.anhâ) onun için Peygamber (s.a.) den fetva istedi. Rasûlullah (s. a.):
"Kendisine bu hal arız olmadan evvelki aylarda hayz olduğu gece ve gündüzlerin
sayısını hesap edip (her) aydan bu kadar (günün) namazını terketsin. Bu günler



geçtikten sonra yıkansın ve avret yerine (kanın akmasını önleyecek) bir bez

im [32]

bağlayıp namazını kılsın" buyurdu.



Açıklama

Fukahâmiz kadınların gördükleri kanı üçe ayırmışlardır. 1. İstihâza, 2. Hayız kanı, 3.
Nifas kanı.

İstihâza kanı: Kadınların yaşla ilgisi olmadan bir hastalık sonucu görmüş oldukları
renk ve koku itibariyle diğer iki kandan farklı olan kan. Damar çatlamasından
olabileceği gibi, herhangi bir hastalıktan da meydana gelebilir.

Bu haldeki kadınlar özürlü sayılmaları sebebiyle her vakit namaz için abdest alırlar,
namazlarını kılarlar. Bu durumları, ne namaz kılmalarına, ne de kocalarının
yaklaşmalarına mânidir.

Hayız kanı: Balığa olan kadın (kızm)m belirli zamanlarda gördüğü siyaha meyyal,
kokulu bir kandır. Bu kan ekseriyetle 9-55 yaş arasında görülür.
Bu durumdaki bir kadın, namaz kılamaz, oruç tutamaz. Kur'ân-i Kerim'e el süremez,
camiye giremez, eşi ile cinsî münâsebette bulunamaz...

Nifas kanı: Doğumla ilgili olan kandır. Kadının lohusa olduğu müddet içerisinde
gördüğü kandır: Görülmeyebilir de. Görüldüğü takdirde Hanelilere göre 40, Şafiîlere
göre 60 gün devam edebilir. Bu haldeki bir kadının durumu, hayız olan kadının
durumundan farksızdır.

Hadis-i şerifte adı zikredilmeyen müstehâza kadın, Ebû Davud'un 278. hadiste tasrih
edeceği üzere Fatıma binti Ebî Hubeyş'tir. Süyûtf nin Nesâî Şerhi'nde ifâde ettiğine
göre, Peygamber (s. a.) Efendimiz zamanında dokuz tane müstehâza kadın vardı.
Bunlar: Fâtıma bint Ebi Hubeyş, Ümmü Habîbe bint Cahş, kızkardeşi Hamne,
kızkardeşi Ümmü'l-Mü'minin Zeyneb binti Cahş, Sehle binti Sehl, Ümmü'l-Mü'minîn
Şevde, Esma bint Mürşit el-Hârisî, Zeyneb bint Ebî Seleme ve Bâdine bint Gaylân es-
Sekafî'dir.

Bu hadis-i şerif devamlı kan gören istihazalı bir kadının devamlı kan germesinden
dolayı âdet günlerinde de istihzalı olduğundan, ibâdetle mükellef olup olmadığı
günleri belirlemektedir. Şöyle ki; bu duruma mübtelâ olan bir kadın için iki durum
vardır:

1. Hayız hali başlamadan önce istihazaya mübtelâ olan ve bu durum devam ederken
hayız görme dönemine giren kadın,

2. Daha evvel hayız görüp âdet günlerini bilen bir kadının istihâza haline mübtelâ
olması. Şerhini yaptığımız hadis, bu ikinci durumu açıklamaktadır. Bu iki meselede
ulemâ şöyle demektedir:

a) Müstehâzanm hükmü temiz kadın gibidir. Binaenaleyh cumhur-u ulemâya göre,
kocası o kadınla cinsî temasta bulunabilir. Namazlarını kılıp, oruçlarını tutmakla
mükelleftir. Kur'ân okuma, mushafa el sürme, secde-i tilâvet, secde-i şükür ve Kabe'yi
tavaf meselelerinde ulemânın ittifakı ile temiz hükmündedir.

İbnü'l-Münzir'in el-Işrâk adındaki eserinde bildirdiğine göre, Hz. Aişe, İbrahim en-
Nehâî ve Hâkim'e göre istihzalı kadına kocasının temasta bulunması haram; İbn Sîrîn'e
göre de mekruhtur. îmam Ahmed b. HanbeFden iki görüş nakledilmiştir: Bir görüşe
göre, temas her hâlü kârda caiz değil; diğer görüşe göre, kocasının zinaya sapma
ihtimâli varsa, caizdir. Bu görüşlerden makbul olanı cumhurun görüşüdür. Delilleri



İkrime'nin rivayet ettiği Harone bint Cahş hadîsidir. Bu hadiste Hamne'nin istihazalı
bir kadın olduğu ve kocasının kendisi ile münâsebette bulunduğu beyân edilir. Ayrıca
bir şeyin haram olması ancak şer'î bir delille sabit olur. İstihazalı kadınla münâsebette
bulunulmayacağına dair serî bir delil yoktur.

Hattâbî, bu hadis-i şerifteki hükmün, normal halinde, âdet günleri değişmeyip belli
olan kadınlar hakkında olduğunu söylemektedir, istihazalı bir kadının, sıhhatli
günlerinde âdeti hangi günlerde ve ne kadar ise, müstehaza olduktan sonra her ay o
kadar gün kendisini hayızlı sayıp namazı terketmesi emredilmektedir. Meselâ; Normal
halinde âdeti beş gün olan bir kadına bir hastalık arız olup kanı hiç kesilmeyecek olsa,
bundan sonra her ayın başında beş gün namazını terkeder.

b) Hanefî mezhebinde, yeni hayız görmeye başlayan bir kızın âdeti sabit olmaksızın
kanı kesilmeyip devam edecek olursa, her ayın on günü âdetine mahsub edilir, yirmi
gün de temizlik müddeti sayılır.

Daha evvel âdeti belli olan müstehaza bir kadının hayzmm bittiği, Hanefilere göre
âdet zamanının geçmesi ile bilinir. Kadın âdet zamanını şaşırırsa araştırır. Adet
günlerinin geçtiğine kanaat getiremezse bildiği günlerin en azı ile amel eder.
Şafiîlere göre: Hayzm bittiği kanın renginden anlaşılır. Kadından gelen kan sarıyla
siyah, kırmızımtırak, sarı ve bulanık renklerdedir. Bu renklerin en koyusunu gördüğü
günlerde kadın hayzlı, açığını gördüğünde de hayzı bitmiş sayılır.
Hayız günlerini ayırmak için Şafiîlerin üç şartı vardır:

1. Kanın koyu renkte geldiği günler 15 günü geçmeyecektir.

2. Koyu renkte gelen kan en az bir gün - bir gece devam edecektir.

3. Açık renkte gelen kana bakarak kadının temizlendiğine hükmedebilmek için, bu kan
en az on beş gün devam etmelidir.

İmam Mâlik ile İmam Ahmed b. Hanbel'in görüşleri de aynıdır.

c) Namaz kılmak isteyen istihazalı bir kadının hem hadesten, hem de necasetten
temizlenmesi lâzımdır. Bunun için abdest veya teyemmümden evvel fercini yıkaması,
içine pamuk veya bez gibi birşey koyarak kanın dışarıya çıkmasını önlemesi veya
azaltması lâzımdır.

Hanefilere göre özürlü kimsenin çamaşırına özüründen neş'et edip bulaşan kan vs.
özür devam ettikçe namazın sıhhatine mani olmaz. Fakat bu pislikler çamaşırına tekrar
bulaşmayacaksa bunların yıkanması icab eder. Ancak kalbini tatmin etmesi
bakımından temizlenmesi elbette daha iyidir.

Şafiîlere göre böyle bir kadın fercine hem pamuk koymalı, hem de üzerini bir kuşakla
sarmalıdır. Bu vaciptir. İmam Nevevî bu kuşağın sarılış şeklini tafsilatıyla anlatır.
Buna teleccüm, istisfâr veya ta'sîb denilir. Şafiîlere göre, müstehâza olan kadın bu
şekilde, pamuk, kuşak vs. ile fercini iyice bağlamaz da, abdesti aldıktan sonra kan
gelirse, abdestin iadesi gerekir. İdrarını tutamayan kişi için de hüküm aynıdır. Bu
durumda olan bir kimsenin elinden geldiği kadar idrar yollarım tıkaması, tıkamadan
idrar damlaması halinde abdestini iade etmesi gerekir.

Urve b. ez-Zübeyr, Süfyân es-Sevrî, Ahmed b. Hanbel ve Şafiîlere göre istihazalı bir
kadın bir abdestle, -edâ olsun kaza olsun- sadece bir farz namaz kılabilir. Fakat aynı
abdestle farzdan Önce ve sonra istediği kadar nafile kılabilir.

Hanefilere göre istihazalı kadının temizliği vakitle mukayyettir. Vaktin çıkması ile
abdest bozulur. Tercih edilen görüşe göre sonraki namaz için tekrar abdest almak icab
eder. İdrarım tutamayan, devamlı burnu kanayan ve yarasından devamlı kan gelen
özür sahibi için de hüküm aynıdır.



İmam Züfer'e göre özürlünün abdesti, vaktin girmesi ile, Ebû Yûsuf a göre, vaktin hem
girmesi hem çıkması ile; İmanı-ı Azamla İmam Muham-med'e göre vaktin çıkması ile
bozulur. Meselâ özürlü bir kimse güneş doğduktan sonra, abdest alsa tmam Azamla
İmam-ı Muhammed'e göre o abdestle öğieyi kılabilir. Çünkü vakit girmiştir,
çıkmamıştır. İmam Ebû Yûsuf la Züfer'e göre kılamaz. Çünkü vakit girmiştir. Fetva
İmam A'zam ve Mu-hammed'in görüşlerine göredir. Özürlü bir kimse her vakit için
abdest alır ve bu abdestle farz, vacip, nafile, dilediği kadar namaz kılabilir. İstihazalı
kadın sadece hayız vakti geçtiği zaman yıkanır. Her namaz için yıkanmasına lüzum
yoktur. Cumhurun görüşü bu merkezdedir. Bu meseleye ileride tekrar temas

£331

edilecektir.
Bazı Hükümler

1. Dinî konularda bilinmeyen hususlar ehline sorularak öğrenilmeli.

2. Vasıta ve rivayetle ilim almak caizdir.

3. Haber-i vâhid hüccettir. Onunla amel edilir.

4. Hayızlı kişi namaz kılamaz.

5. Adeti mûtad iken müstehâza olan kadının malum günleri gelip geçtiğinde yıkanması
lâzımdır.

6. Müstehâza olan kadın fercini bir bezle kapayıp, kanın dışarı akmasına mani olmaya
çalışmalı. Bu husus bilhassa Şafiî mezhebinde mühimdir.

275....Ümmü Seleme (r.anhâ) demiştir ki; "Kendisinden devamlı kan gelen bir kadın
vardı... -(Leys) evvelki hadisin mânâsını nakletti ve- (Hz. Peygamber): "Bu günler

[341

geçip de namaz vakti gelince yıkansın... ili." dedi."
Açıklama

Bu rivayet, yukarıdaki hadisin aynıdır. Musannif, senetteki bazı farklılıklara işaret için
hadisi tekrar eie almıştır. Rivayetlerin senetlerinde görüldüğü üzere, evvelki hadis
Nâfî'den Mâlik kanalıyla, bu rivayet ise Nâfı'den Leys kanalıyla gelmekledir. Ayrıca
Leys bu rivayetinde, Ümmü Seleme ile İbn Yesâr arasında adını vermediği bir zatı
zikretmiş ve metinde "namaz vakti gelince" sozünu ilâve etmiştir.

276.. ..Süleyman b. Yesâr, Ensârdân olan birisinden rivayet etmiştir ki;

Kendisinden devamlı kan gelen bir kadın vardı... (dedikten sonra Leys, yukarıdaki

hadisinin mânâsını nakletti.)

Rasûlullah (s. a.): "O günleri geçip namaz vakti gelince yıkansın..." buyurdu ve ravi

£351

önceki hadisi manâ olarak nakletti.
Açıklama

Bu rivayet de, evvelki hadislerin aynıdır. Burada zikredilmesine sebep sened ve
metindeki bazı ayrılıklara işarettir.



277....Sahr b. Cüveyriye Nâfı'den, Leys'in hadisinin senet ve manasına uygun olarak
rivayet etti. (Bu rivayette) Rasülullah (s.a.):

"Bu gün ve geceler miktarmca namazı terk etsin. Namaz vakti gelince gusletsin, bîr

[361 "

elbise ile ((ercini) bağlasın sonra da namaz kılsın" buyurdu.
Açıklama

Bu hadis de öncekilerin aynıdır. Ancak bu rivayette kelimesinin yerme kelimesi
kullanılmıştır, "zafer" aslında güzel veya çirkin kokunun çıkmasıdır. Bundan dolayı
bazı sarihler hadisin tercemesini, "Güzel koku kullansın" şeklinde yapmışlardır.
Ancak burada M en h el sahibinin de belirttiği gibi mânâsında olması daha uygun
görülmüş ve terceme buna göre yapılmıştır.

278....Eyyûb, Süleyman b. Yesâr'dan o da Ümmü Seleme'den bu kıssayı (yukarıda
geçen hâdiseyi) rivayet edip şöyle demiştir:

"O günlerde namazı terkeder. Bu günlerin dışında yıkanır, bir bez ile (fercini) kapatır
ve namazını kılar."

Ebû Dâvûd dedi ki: Hammad b. Zeyd, Eyyûb'tan rivayet ettiği bu hadiste müstehâza

[371

olan kadının adını vermiş ve onun Fâtıma bint Ebî Hubeyş olduğunu söylemiştir.
Açıklama

Bu hadis de diğerlerinin aynıdır. Musannif bunu ilk hadisi takviye bakımından
nakletmiş ayrıca sonunda müstehâza olan kadının adını vermiştir. Ebû Davud'un temas
ettiği Hammâd b. Zeyd hadisini Dârakutnî şulâfızla rivayet etmiştir:
"Fâtıma bint Hubeyş istihâzah bir kadındı. Hatta altında leğen bulundurulur ve bu
leğen kanla dolu olarak alınırdı. Ümmü Seleme (r.a)'dan (ne yapacağını) Rasülullah
(s.a.)'e soruvermesini İstedi.

Rasülullah (s.a.) "Hayz günlerinde namazı terketsin, sonra yıkanıp bir bez bağlasın ve
namazını kılsın" buyurdu.

Ebû Davud'un ilâvesi ve Dârakutnî'nin bu rivayetinden, müstehâza olan kadının adını
sadece Hammâd b. Zeyd'in açıkladığı anlaşılabilirse de hakikatte Vühey b. Abdülvâris
ve Süfyân da bu kadının Fâtıma bint Ebî Hubeyş olduğunu açıklamışlardır.

İMİ

279....Aişe (r.anhâ)dan, demiştir ki; Ummü Habibe (r.anha) Rasülullah (s.a.)'e
(istihaza) kanından sordu. Hz. Aişe de:

"Onun leğenini kan ile dolu gördüm" dedi. Rasülullah (sallallahü aleyhi vesellem) şu
cevabı verdi:

"Hayzmm seni (namazdan) alakoyduğu (günler) sayısınca bekle, sonra yıkan."
Ebû Dâvûd Kuteybe'nin bu hadisi Cafer b. Rabia hadisinin arasında yazdığını ve Ali b.
Ayyaş ile Yûnus b. Muhammed'in Leys'ten rivayet edip -Leys'in yerine babasını

1391

zikrederek- Cafer b. Rabia dediklerini, söylemiştir.



Açıklama



Hadisten anlaşıldığına göre Hz. Peygamber'in hanımlarından Hz. Zeyneb'in kızkardeşi
Ümmü Habibe bint Cahş (r.anha) Rasûlullah (s.a.)'e gelerek kendisinden devamlı kan
gelen müstehâzanın durumu ile ilgili hükümleri sormuş. Orada bulunan Hz. Aişe de
Ümmü Habibe'nin durumunu açıklamak için "ben onun leğenini kan ile dolu vaziyette
gördüm" demiştir.

leğenin kan ile dolu olmasından maksad, saf kan ile dolu olması demek değildir, işin
aslı o leğen içinde yıkandığında leğendeki suyun içerisine damlayan kan, suyun
rengini kan rengine çevirmiş olmasıdır. Sanki leğen kan ile dolu gibi olurdu. Nitekim
Müslim'in rivayeti de meselenin bu şekilde olduğunu göstermektedir.
Mirken, içerisinde çamaşır yıkanan küvet, tekne, leğen, manasmdadır ki "iccâne"de
aynı manaya gelir.

Peygamber (s. a.) Ümmü Habibe'ye daha evvel hayz olduğu günler miktannca namazı
terk edip, daha sonra yıkanarak namazını kılmasını emretmiştir. Zaten bu babın bütün
hadisleri aynı hüküm etrafında birleşmektedir. Konu ile ilgili tafsilat babın ilk
hadisinde verilmiştir.

280....Urve b. ez-Zübeyr'den demiştir ki; Fâtima bint Ebî Hu-beyş, Rasûlullah (s.a.)'e
(istihâza) kanından şikayet edip (hükmünü) sordu.
Rasûlullah (sallallahü aleyhi vesellem) ona:

"Bu bir damar (kanı)dır, (hayz kanı değil). Bak (mûtad olan) hayz günlerin geldiğinde
namaz kılma; hayz günlerin geçince yıkan. İki ay hali arasında namaz kılmaya devam
1401 [411

et" buyurdu.
Açıklama

"Kâr"kelime olarak hem hayz hem de hayzdan temizlenme manalarına gelir. İbn
Reslân, bu hadisin kar' kelimesinin hayz manasında olduğunu söyleyenlere delil
olduğunu söyler. Çünkü hayzdan diğer kar'a kadar namazın kılınması, kar içinde ise
terk edilmesi emredilmektedir.

Rasûlullah Efendimiz kendisine istihaza kanının hükmünü soran Fâtima bint Ebî
Hubeyş'e, onun bir damar kanı olduğunu, bu kanın hayız kanının mâni olduğu şeylere

1421

mani olmadığını söylemiştir. Bu hadis de evvelki hadislerin hükmünü te'yid eder.
Bazı Hükümler

1. Müslüman dinî meselelerdeki sorularını utanmadan bilenlere sormalı.

2. Soru sorulan kişi kendi mevki ve soru soranın durumu ne olursa olsun cevap
vermelidir.

3. Hayız olan kadın namaz kılmaktan nehyedildiğî halde, müstehaza olari namaz
kılmakla emredilmiştir.



281....Urve b. ez-Zübeyr şöyle demiştir:



Bana Fâtıma bint Ebî Hubeyş haber verdi ki; o Esmâ'dan istedi. Veya Esma bana
[431

haber verdi ki; Fâtıma bint Ebî Hubeyş kendisinden (Esmâ'dan)' Rasûlullah
sallallahü aleyhi veselleme (istihazanm hükmünü) soruvermesini istedi. Rasûlullah da
ona daha evvel (hayz olup) namazı kılamadığı günlerdeki namazını kılmamasını, daha

[441

sonra da yıkanmasını emretti.

Ebû Dâvûd demiştir ki: "Bunu Katâde, Urve'den, o da Zeyneb bint Ümmi Seleme'den:
"Ümmü Habibe bint Cahş istihaza oldu da Rasûlullah sallallahü aleyhi vessellem ona
(mûtadı olan) hayız günlerinde namazı terketmesinu sonra yıkanıp namazına devam
etmesini emretti" şeklinde de rivayet etti.

Ebû Dâvûd, (senetteki bir inkıtaa işâreten) "Katâde Urve'den hiç bir şey duymamıştır,
"dedi.

Ebû Dâvûd, "İbn Uy ey ne, ZührVnin amra tarikiyle Aişe'den rivayet ettiği hadisinde
(Aişe'nin): Ümmü Habibe müstehaza idi. Rasûlullah (s.a.)'a (istihazanm hükmünü)
sordu. O da (eski) hayz günlerinde namazı terketmesini emretti (dediğini) ilâve etti."
demektedir.

Yine Ebû Dâvûd dedi ki; "Bu, İbn Uy ey ne'nin bir vehmidir. Çünkü Hafızların
Zührî'den rivayet ettikleri hadiste (namazı terkeder ifadesi) yoktur. Süheyl b. Ebî Salih
bundan müstesnadır. Nitekim Humeydî bu hadisi, İbn Uyeyne'den rivayet etmiş, onda;
"Hayız günlerinde namazı terk eder" cümlesini zikretmemiştir."
Mesrûk'un hanımı Kâmîr bint Amr, Aişe (r.anhâ)'dan:

Müstahaza hayz günlerinde namazı terk eder sonra yıkanır, şeklinde rivayet etmiştir.
[451

Abdurrahman b. Kasım babasından Rasûlullah (s.a.)'m müstehaza olan kadına, hayz

günleri miktannca namazı terk etmesini emrettiğini rivayet etmiştir.

Ebû Bişr Cafer b. Ebî Vahşiyye, îkrime'den o da Peygamber (s.a.)'den yapdığı

rivayette:

"Ümmü Habibe bint Cahş müstehaza idi" (dedikten sonra) yukarıdaki rivayetin aynını
nakletti.

Şerîk, Ebu'l-Yekzân'dan, O, Adiy b. Sâbit'ten, o da babası tankıyla dedesinden
Rasûlullah (s.a.)'in,

"Müstehaza olan kadın, hayz günlerinde namazı terkeder. Sonra gusl edip namazını
kılar" buyurduğunu rivayet etmiştir.

Alâ b. el-Museyyeb Hakem'den o da Ebu Ca'fer'den rivayet etmiştir ki: Şevde (r.a.)
[461

îstihaze oldu. Rasûlullah (s. a.) kendisine mutad günleri geçtiğinde yıkanıp
namazını kılmasını emretti.

Saîd b. Cubeyr, AH ve İbn Abbas'tan müstehazanm hayız günlerinde namazı terk
edeceğini rivayet etmiştir. Beni Hâşimin azatlısı Am-mâr ve Talk b. Habîb, İbn
Abbas'tan; Ma'kil el-Has'amî, Ali'den ve Şa'bî, Mesrûk'un hanımı Kamîr vasıtasıyla
Aişe'den aynısını rivayet etmişlerdir.

Ebû Dâvûd dedi ki; "Müstehaza hayz günlerinde namazı terk eder" sözü Hasen, Saîd
b. Müseyyeb, Atâ, Mekhül, İbrahim ve Kasım'in kavlidir, Ebû Dâvûd dedi ki; Katâde

m

Urve'den hiç bir şey duymamıştır.



Açıklama



Müellif bir hadisin on ayrı rivayetini tek hadis halinde nakletmiştir. Bunlar esas olarak
ilk rivayeti te'yid eder mâhiyettedir. Hz. Peygamber (s. a.) müstehâza olan bir kadına
(Fâtıma bint Ebî Hubeyş, Ümmü Habibe bint Cahş veya Şevde olduğuna dair
rivayetler var) her ay mûtadı olan hayz günleri gelince namazına ara vermesini, bu
günler geçince yıkanarak namazlarına devam etmesini emretmiştir. Hadisin bütün ri-
vayetleri aynı manayı kuvvetlendirmektedir. Ancak aralarında çok cüz'î ifâde farkları
görülmektedir. Ayrıca bazı rivayetlerde "namazı terk eder(veya terk etsin)" cümlesi
bulunduğu halde bazı rivayetlerde yoktur.

Musannifin bu hadisi değişik rivâyetleriyle birlikte getirmesindeki sebep, hayız
günleri belli olan bir kadın sonradan müstehâza olursa eski âdet günlerine dönüp o
günlerde kendisini hayızh sayacağını isbattır. Nitekim son rivayette, Ali b. Ebî Tâlib,
Aişe ve İbn Abbâs gibi sahâbîlerle Hasan el-Basrî, Saîd b. el-Müseyyeb, Atâ, Mekhûl,
Nehaî, Salim b. Abdullah ve Kasım b. Muhammed b. Ebî Bekir gibi tâbiûnun

[481

büyüklerinin de bu görüşte olduklarını beyân etmektedir.

108. Istihazalı Bir Kadın Hayız Günleri Geçtiği Zaman Namazını Terk Edemez

282....Âişe (r.anhâ)dan demiştir ki; Fâtıma bint Ebî Hubeyş, Rasülullah (s.a.)'e
gelerek:

"(Yâ Râsulallah) Ben istihazalı bir kadınım, hiç temizlenemiyorum, namazı terk

edeyim mi?" diye sordu.

Rasülullah sallallahti aleyhi ve sellem:

"(Hayır) bu hayız kanı değil, bir damar (kam)dır. Hayız (günleri) gelince namazı

[491 1501

bırak, bitince kanını yıka ve (gusledip) namazını kıl" buyurdu.
Açıklama

Bu rivayetin istihazalı kadının hükmünü Rasûlullah'a soran kadının bizzat Fâtıma bint
Ebî Hubeyş'in kendisi olduğu anlaşılmaktadır. Daha evel bu soruyu, ümmü Seleme ve
Esma bint Umeys'in sorduğuna dâir rivayetler geçmişti. Ancak bu, rivayetler arasında
tezat olmasını gerektirmez. Çünkü Fâtıma bint Ebî Hubeyş'in, bir seferinde de vasıta
ile sormuş olması mümkün olduğu gibi, râvinin, bu rivayette iktisar İçin vasıtayı
zikretmemiş olmasLda muhtemeldir.

Buhârî'nin rivayetinde "kanını yıka"cümlesi zikredilmemiş, fazla olarak "guslet"
kelimesi yer almıştır.

istihazalı bir kadının hayz günlerini ayırdetmek için ne şekilde hareket etmesi
icabettiğine dâir ihtilaflar ve mezheplerin görüşleri ile istihazalıya ait hükümler 274.

£511

hadisin açıklamasında verilmiştir.
Bazı Hükümler



1. İhtiyaç anında kadının erkekle konuşması, kadın sesjnm işitilmesi ve ayıp gibi
görünen şeylerin sorulması caizdir.

2. İnsan bilmediğini bilene sormalı, sorulan kişi de cevap vermekten kaçınmamalıdır.

3. Hayızlı kadın, hayz günlerinde namazını terk eder ve sonra da kaza etmez.

4. İstihazalı kadın da âdeti olan günlerde namazı terk etmek mecburiyetindedir, Farz,
vacip ve nafile bütün namazlar için hüküm aynıdır.

5. Hayız kanı pistir.

283....Ka'nebî, Mâlikten, o da Hişâm'dan: Züheyr'in (rivâyetindeki) isnadı ile evvelki
hadisin mânâsını rivayet ederek, Rasûlullah (s.a.)'m:

"Hayız hali gelince namazı terk et, hayz (günleri) kadarı gidince kanını yıka ve namazı

[521

kıl" buyurduğunu söylemiştir.
Açıklama

Bu lıadis-i şerif evvelki hadisten pek farklı değildir. Ancak bu rivayette hayz günleri
miktarmca namazı terketmesi emredilmektedir. Bu rivayet istihazalı kadının, hayz
günlerini evvelki âdet günlerine göre tesbit edeceği görüşünde olan Hanefîlerin fikrini
£531

te'yid etmektedir.

109. (İstihazalı Kadın) Hayzı Gelince Namazı Terk Eder

284....Bukeyye (r.anhâ) demiştir ki:

"Hayzı (hayzı istihaza ile karışarak) bozulup kendisinden devamlı kan gelen bir
kadının durumunu Aişe'ye soran bir kadım işittim. (Aişe dedi ki):
Rasûlullah (s. a.) bana o kadına "âdeti düzgün iken her ay hayz olduğu (günler)
kadarını araştırmasını, o kadar günü sayıp o günlerde (o günler miktarmca) namazı
terk etmesini, sonra yıkanıp (fercine) bir bez koymasını, sonra namaz kılmasını"
[541

söylememi emretti.

285.. ..Aişe (r.anhâ)'dan demiştir ki;

"Rasûlullah (s. a.) baldızı ve Abdurrahman b. Avf m hanımı Ümmü Habîbe bint Cahş
yedi sene istihaza oldu. Rasûlullah'tan fetva istedi. Rasûlullah (s. a.):

[55J

Bu hayz değil, bir damar (kanı)dır. Yıkan ve namazım kıl" buyurdu.

Ebû Dâvûd demiştir ki; Evzâî, bu hadiste ZührVden o da Urve ve Amre kanalıyla

Aişe'den şöyle dediğini ilâve etmiştir:

Abdurrahman b. Avfm hanımı Ümmü Habibe bint Cahş yedi sene istihaza oldu.
Rasûlullah (s. a.) ona, "Hayz vakti geldiğinde namazı terketmesini, gittiğinde de
yıkanıp namazı kılmasını emretti"...

(Yine) Ebû Dâvûd, bu sözü Zührî'nin ashabından EvzâVden başka kimse
söylememiştir. Bunu ZührVden, Amr b. Haris, Leys, Yûnus, îbn Ebî Zi'b, Mâ'mer,
ibrahim b. Sa'd, Süleyman b. Kesir, İbn İshâk ve Süfyan b. Uyeyne rivayet etmişler ve
bu sözü zikretmemişlerdir. Ancak bu, (yanUHayız geldiğinde namazı terketmesini...)
lâfzı Hişâm b. Urve'nin, babasından, onun da Aişe (r. anhâ)dan rivayet ettiği hadisin



lâfzıdır" dedi.

Ebû Dâvûd (ilave olarak); îbn Uyeyne;"Rasûlullah ona hayz günlerinde namazı
terketmesini emretti"lâfzmı ilave etmiştir. Fakat bu, îbn Uyeyne'den bir vehmdir.
Muhammedb. Amr'ın ZührVden (rivayet ettiği) hadiste, EvzâVnin hadisinde ilâve

[561

ettiği söze yakın bir şey var demiştir.
Açıklama

Görüldüğü üzere müellif hadisi zikrettikten sonra, birkaç değişik rivayete de işaret

etmiştir. Bu değişik rivayetler çeşitli hadis kitaplarında yer almaktadır.

Hadis-i şerifin metnindeki Rasûlullah (s.a.)'in"Bu hayız değil, bir damar kanıdır, yıkan

ve namazını kıl" buyruğundan şu akla gelebilir: Madem ki bu hayz değil, damardan

gelen bir kandır, guslü gerektirmemesi gerekir. O halde Rasûlullah, gusletmesini niçin

emretmiştir.

Rasûlullah'm bu emri hayzdan yıkanmaya hamledililir. Peygamberin sözünün
hülasası: "Bu devam eden kan hayz kanı değil, istihaza kanıdır, hayz günleri geçince
guslet ve namazını kıl" şeklindedir.

Sahihayndaki rivayette "her namaz için gusül ederdi" ifâdesi yer almaktadır.
İmam Şafiî, istihaza olan Ümmü Habibe'nin her namaz için tetavvû olarak guslettiğini
söylemektedir. Cumhura göre, Rasûlullah Efendimiz Ümmü Habîbeye her namaz için
yıkanmasını emretmemiştir. Bu hanım kendi kendine bu işi yapmıştır. Mütehayyire
(hayız günlerini şaşıran) kadının dışındaki müstehaza olan kadınların her namaz için
gusletmeleri gerekmez. Ancak her namaz için abdest almaları farzdır.
Bu hanımın, her namaz için yıkanmasını, kanın azalmasını te'min için bir tedavi usûlü
olduğuna hamletmek de mümkündür.

Bu hadisin, bâb başlığı ile alâkası daha çok Evzâî'inîn rivâyetindeki ilâvede kendisini
gösteriyor. Geri kalan kısımda bu alâka görülmemektedir.

286....Urve b. Zübeyr, Fâtıma bint Ebî Hubeyş'ten şunu rivayet etmiştir:
Fâtıma müstehaza idi. Rasûlullah (s.a.) kendisine:

"(Gelen kan) hayız kanı olduğunda -ki o, (kadınlar tarafından) bilinen bir kandır-
namazı terk et. Başkası (siyahın dışındaki bir renkte) olunca (guslet, her namaz için)

£571

abdest al ve namaz kıl. Çünkü o sadece bir damar (kanı)dır" buyurdu.

Ebû Dâvûd (hadis-i şerifin farklı rivayetlerini sıralamak maksadıyla) dedi ki;

tbn Müsennâ şöyle demiştir: îbn EbîAdiy bu hadisi bize kitabından böylece (yukarıda

geçtiği gibi) haber verdi. Daha sonra ezberinde;

Bize Muhammed b. Amr, ZührVden o da Urve'den, Urve de Hz. Aişe'den haber verdi
ki, Patıma müstehaza idi... şeklinde rivayet etti.

Enes b. Şîrîn, İbn Abbâs (radıyallahü anhumâ) dan müstehaza hakkında şöyle dediğini
rivayet etmiştir:

"Müstehaza koyu renkte çok kan gördüğü zaman namazı terk eder (bu bol ve koyu
renkteki kanın kesilmesi ile) kısa bir müddet de olsa temizlik görürse yıkanıp namaz
[581

kılar."

Mekhûl şöyle demiştir:



"Kadınlara hayz gizli değildir. Çünkü onun kanı koyu ve siyahtır. Bu (hâl) gidip de,
san ve rakîk olarak devam edince o (kadın) müs-tehazadır, yıkansın ve namazını
[591

kılsın."

Hammâd b. Zeyd, Yahya b. Saîd'den, o da Kâ'kâ' b. Hakim'den, o da Sa ! îd b. el-
Müseyyeb 'den müstehaza hakkında şöyle rivayet etmiştir;

"Hayz (önceki mûtad olan hayz günleri) gelince namazı terk eder, gidince yıkanır ve

mm

namazını kılar."

Sümeyy ve başkaları da Sa'îd b. el-Müseyyeb'ten "Hayz günlerinde oturur" şeklinde
rivayet etmişlerdir. Hammâd b. Seleme, Yahya b. Said'den o da Sa'îd b. el-
Museyyeb'den aynı şekilde rivayet etmiştir.
Yûnus, Hasan (el-Basrî)den şöyle rivayet etmiştir:

"Hayızh kadının âdeti bittikten sonra kan devam ederse, bir veya iki gün namazı terk

£611

eder. (Bundan sonra) o müstehazadtr. "
Teymi Katâde'den rivayetle:

"Mûtadı olan kadın hayz günlerinden fazla kan gelirse beş gün (bekler) sonra (yıkanır)
namazını kılar." demiştir. Teymîdevamla: "Ben (günleri) iki güne ininceye kadar
azaltmaya devam ettim" der. (Katâde); "(Zaid olan) iki gün olunca o hayzdandır"
demiştir. Bu îbn Sîrîn'den soruldu o da: "Bunu kadınlar daha iyi bilir" cevabını verdi.
[62] [631

Açıklama

Ebu Davud bu hadisi zayıf bulurken tbn Hibbân, Hâkim ve Ibn Hazm sahih olduğunu

söylemişlerdir, tbnü's- Salâh da bu hadis ile ihticac olunur demiştir.

Hadis-i şerifte, istihazalı olan kadının hayz kanım ayırmak için kanın rengine bakması

emredilmektedir. imâm Şâfı'î ve Mâlik bu görüşü benimsemişlerdir.

Sübülü's- Selâm' da şöyle denilmektedir: "Bu hadisin daha önce geçen "Bu ancak bir-

damar (kam)dir. Hayzm geldi mi namazı terket, gitti mi kendinden kanı yıka ve

£641

namazını kıl" mealindeki hadise zıt değildir. Çünkü "hayız kanı siyahtır, bilinir"
demek hayzm başlayış ve bitiş zamanını beyandır. İstihazalı kadın, ya kanm
sıfatından, ya da âdet günlerinde kanm gelmesinden, gelen kanm hayz kanı olduğunu
bilir. İhtimal ki Fâtıma bint Ebî Hubeyş âdeti malum olan bir kadındı. Bu takdirde
"hayzm geldi mi" sözü "âdet günlerin geldiği zaman" demek olur. Şayet âdet günleri
belli değil idiyse, o zaman da kanm sıfatına bakarak, "hayzm geldiyse" demek olur.
Bir kadın hakkında hem âdet günleri, hem de kanm sıfatı bir araya gelebilir."
Hanefîlerle, Ahmed b. Hanbel'in meşhur olan görüşüne göre bu meselede kanm
rengine değil, âdete itibar edileceğini daha evvel ifade etmiştik.

287.. ..Hanine bint Cahş (r. anha) şöyle demiştir:

"(Normal gününden)fazla ve sıkıntılı hayız görürdüm. Durumu haber verip fetva
almak üzere Rasûlullah (sallallahü aleyhi veseüem)e geldim. O'nu kız kardeşim
Zeyneb bint Ca'ş'in evinde buldum ve dedim ki: Ya



Rasûlullah ben (gününden) fazla ve sıkıntılı hayz gören bir kadınım. Bu duruma ne

buyurursun (ne yapayım)? Bu beni namazdan oruçtan alıkoydu.

Rasûlullah (s.a.):"Sana pamuğu tavsiye ederim. Çünkü o kanı giderir" buyurdu.

[651

O kan bundan (pamuğun mani olacağından) daha çoktur dedim.
[661

Bez kullan buyurdu.

Kan bundan da fazla devamlı geliyor, dedim. Bunun üzerine Rasûlullah:
İki hüküm söyleyeyim. Hangisini yaparsan sana yeter, ikisine de gücün yeterse,
orasını sen bilirsin: Onlardan kuvvetli olanını seç şunu bil ki bu, (kanın gelmesi) ancak

1671

şeytanın darbelerinden biridir.
[681

Altı veya yedi gün, Allah'ın sana (kadınların âdetlerinden) bildirdiği şeylerde

[691

kendini hayızh say sonra da yıkan. Temizlendiğine ve paklandığına kanaat

im

getirdiğinde yirmi üç veya yirmidört gün namaz kıl ve oruç tut. Çünkü bu (takdir
edilen müddet) sana yeter. (Sıhhatli) kadınlar nasıl hayz vaktinde hayz oluyorlar,
temizlik günlerinde de temizleniyorlarsa sen de her ay öylece yap. Eğer öğleyi (son
vaktine kadar) geciktirip ikindiyi (ilk vaktinde) öne almaya ve yıkanıp bu iki namazı
bir arada kılmaya, akşamı geciktirip yatsıyı öne almaya, sonra da yıkanıp iki namazı
birleştirmeye gücün yeterse öyle yap. Sabah namazında yıkanabilirsen yıkan, (namaz
kıl) ve gücün yeterse oruç tut." Rasûlullah: "Bu (iki namazı birleştirerek ikisi için bir



gusul etmek) bana iki işin daha sevimli olanıdır" buyurdu.
Ebû Dâvûd dedi ki:

Bu hadisi Amr b. Sabit İbn Aktl'den rivayet etmiştir. İbn Akıl Hamne'nin; "Dedim ki
bu bana iki işin daha sevimli olanıdır" dediğini söylemiş, bu sözü Rasûlullahhn sözü
değil, Hamne'nin sözü kabul etmiştir.

Ebû Dâvûd, Yahya b. Maîn'den naklen Amr b. Sâbit'in Rafızî olduğunu söylemiştir.
Yine Ebû Dâvûd, Ahmedb. Hambel'in "İbn AkîVin hadisi hakkında içimde bir şüphe

[721

var" derken işittim demiştir.
Açıklama

Hadis-i şeriften anlaşıldığına göre, Fâtıma bint Cahş'dan normal hayz günlerinden
daha fazla ve keyfiyet itibariyle de çok şiddetli kan gelmekte idi. Rasülullah'a gelerek
hâlini arz etti ve fetva istedi.

îbn Reslân bu ifâdelere dayanarak hayzm şiddetli ve zayıf olmak üzere iki kısma
ayrıldığını söylemektedir. Bazıları kuvvet ve zâfm sadece renkle fark edildiğini
söylerler. Iraklılara göre kuvvet üç şeyle belli olur: Renk, koyuluk ve koku... Ancak
hadisin bab başlığı ile olan münâsebetine bakılırsa 1 kuvvet alâmetinin renk olması
gerekir.

Hadis-i şerifin sonlarında Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem iki vaktin birini vaktin
sonuna te'hir etmek, diğerini de vaktin başına almak suretiyle iki namazı



birleştirmesini ve bu iki namaz için gusletmesini tavsiye ettikten sonra, "bu, bana iki
şeyin daha sevîmlisidir"buyurmuşlardır. Bu iki işten murat Bezlü'l-mechûd müellifinin
beyânına göre, müstehazanm her namaz için abucst alması veya iki namazı
birleştirerek bunlar için gusletmesi-dir. İki namaz için gusl daha meşakkatli olacağı ve
Cenab-ı Allah, mü'min-lere kolaylık murat ettiği için, Rasûlullah'm bunu sevimli
bulması biraz garib görünmektedir. Bundan dolayı İbn Melek bu ifâdeyi te'vil etmiş ve
iki işten muradın, Sefer ve istihaza olduğunu söylemiştir. Ancak hadis-i şerifte bu
te'vili doğrulayıcı hiç bir ipucu yoktur. Bundan dolayı Aliyyü'l-Karî buna itiraz etmiş
ve "Bundaki iki şeyden muradın her namaz için ayrı ayrı gusletmek veya iki namazı
birleştirerek ikisi için bir defa gusletmektir. Çünkü iki namazı cem'ettikten sonra ikisi
için bir gusletmek daha kolaydır" demiştir. Biraz sonra gelecek olan babda Ebû
Davud'un îbn Akıl hadisi hakkında "Eğer gücün yeterse her namaz için yıkan, olmazsa
cem'et" demesi de Aliyyü'l-Karî'nin sözlerini te'yid etmektedir.

Avnü'l-Mâ'bûd sahibi, "İkincisi bana daha sevimli geliyor. Çünkü o daha
meşakkatlidir. Ecir meşakkate göredir. Rasûlullah sallallahü aleyhi ve-sel-'emin
kendisi de büyük ecir olan şeyi sever" demektedir. Ancak bu anlayış Bezlü'l-Mechûd
daki ifâdelere göre büyük bir gaflettir. Çünkü Ebû Davud'un ibn Akıl hadisi hakkında
yukarıya aldığımız ifadeleri, hadisten bu mananın anlaşılmasına imkân vermez.Ayrıca
Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem hiç bir zaman ümmeti için güçlüğü murat etmez.
Bundan dolayı visal orucunu nehyetmiştir. Rasûlullah iki şey arasında muhayyer
bırakıldığı zaman daima kolayını seçmiştir.

Müstehaza olan kadından gelen kan devamlı aynı ölçüde ve renkte olur,daha evvel
âdeti muayyen olmasa veya müstehaza olarak bulûğa ermişse böyle bir kadının ne
şekilde hareket edeceği hususu mezhepler arasında, ihtilaflıdır.

İmam Mâlik böyle bir kadının hayzmm on beş gün itibar edileceğini bundan sonra
yıkanıp namazım kılacağını söylemiştir.

Şâfıîlere göre hayız günleri belli olmayan müstehaza bir kadın ilk defa kan gelmeye
başladığı günden itibaren namazı terk eder ve hayızlıya caiz olmayan şeylerden
uzaklaşır. Eğer kan on beş günde veya daha az zamanda kesilirse, bu müddet orum
hayz müddetidir. Onbeş günden fazla devam edecek olursa, bir gün ve bir gece hayızlı
sayılır, ayın geri kalan kısmında temiz hükmündedir. Bir günün dışındaki namazlarım
kaza eder. tik aydan sonraki aylarda hayzı bir gün bir gece, temizliği de yirmi dokuz
gün olmuş olur.

Âdet zamanı ve miktarı belli olduğu halde bunu unutan kadın için talaktan başka,
niyete bağlı olmayan ve namaz, oruç, itikâf, tavaf gibi niyyete muhtaç olan bir şeyde
hayızlmm hükmü vardır. Bu kadın eğer kanın kesilme vaktini bilmiyorsa her namaz
için vaktinde gusleder. Sıhhat zamanındaki kanın kesilme vaktini biliyorsa her gün o
vakitte gusleder ve geri kalan namazlar için ayrı ayrı abdest alır.
Hanefîlere göre,âdet gören bir kadından bir hastalık neticesi kan kesilmeyecek olursa,
sıhhat hâlindeki mûtadına göre hareket eder. Mesela normal zamandaki hayzı her ay
başında on gün olursa, devamlı olarak her ayın ilk on günü hayızlı, geri kalan yirmi
gününde temiz sayılır. Fakat normal zamanında temizlik müddeti altı ay veya daha
fazla ise, istihaza olduktan sonraki temizlik müddeti altı aydan bir saat noksan olarak
kabul edilir.

Yeni hayız görmeye başlayan bir kızın âdeti sabit olmadan, kan kesilmeyip devam
edecek olsa, her aydan on günü âdetine mahsub edilir. Yirmi günü temizlik müddeti
sayılır. Her vakit için yıkanır ve namazını kılar,



Bir hastalık veya ihtimamsızhk sonucu âdet günlerini unutmuş olan bir kadına
mütehayyire denir. Böyle bir kadından gelen akıntı kesilmeyecek olursa, âdeti
hakkında zann-ı galibi ile amel eder. Zann-ı galib bulunmayınca ihtiyat yönüne sarılır.
Boşanmış ise, iddeti hususunda hayzı on gün, temizlik müddeti de altı aydan bir saat
noksan olmak üzere takdir edilir. Diğer bir kavle göre temizlik müddeti iki ay olarak
takdir edilir.

Kadının sıhhat hâinde belli bir âdeti yoksa, meselâ bazı aylar altı gün, bazı aylar yedi

[73]

gün âdet görüyor idiyse ve bilâhere istihaza olsa, bu kadın, namaz, oruç, ric'at
hususunda daha az olanı, iddetin bitmesi ve cinsî münasebet hususunda daha fazla
olanı tercih etmelidir Bu şekildeki bir kadın yedinci gün girince yıkanır namazını
kılar, ramazana tesadüf etmişse orucunu tutar, fakat cinsî temasta bulunulamaz.
Sekizinci gün girince tekrar yıkanır ve ramazana tesadüf etmesi halinde yedinci günün
orucunu kaza eder. Çünkü yedinci günün hayızlı olması muhtemeldir. Namazları
kazaya ihtiyaç yoktur. Çünkü yedinci gün temizlendi idiyse zaten namazlarını kıldı;
ha-yızlıysa, hayızlı olana da namaz farz değildir.

Müstehaza olan kadın, sıhhat hâlindeki âdeti sâbitse ve onu hatırlıyorsa kendisini her
ay o kadar gün hayızlı, geri kalanında da temiz sayar. Bu mesele daha evvel
açıklanmıştı.

Önceden âdeti sabit iken kan kesilmeyip devam etse ve âdetinin ne zaman olduğuna
dair hiç bir görüşü olmasa, kadının ne hayızlı olduğuna, ne de temiz olduğuna hüküm
edilemez. Bu durumda ihtiyatlı hareket eder.Ebe-diyyen hayızlmm sakındığı şeylerden
sakınır. Her namaz için yıkanır. Farz, vâcib ve sünneti müekkedeleri kılar,nafıle
kılamaz. Farz olan miktarı kadarını okur. Sahih kayle göre farzların son iki rek'atinde
de okur.

Eğer hayzm girip girmediğinde tereddüt ederse, her namaz için abdest alır. Hayzın
çıkıp çıkmadığında tereddüt ederse her namaz için gusleder.

Ramazanın tamamını oruçlu geçirir, sonra hayz günleri adedince orucu kaza eder.
Hayzmm gece başladığını bilirse yirmi, gündüz başladığını bilirse yirmi iki günlük
orucu kaza etmesi lâzımdır. Gece mi, yoksa gündüz mü başladığını bilemiyorsa yirmi
günlük orucu kaza eder. Mevzu ile ilgili olarak fıkıh kitaplarında tafsilat vardır,
İstihazah kadınlardan gelen kan bazan hiç kesilmeden fasılasız, bazı hallerde de
arasira kesilerek fasılalı biçimde gelir. Bunlardan birincisine "istimrarı muttasıl"
ikincisine de "istimrâr-i munfasıl" denilir. Yukarıdaki açıklamalar istimrâr-ı muttasılla
ilgilidir.

İstimrâr-ı munfasıl ile ilgili hükümleri de şu şekilde özetleyebiliriz:
İki kan arasındaki temizlik müddeti on beş gün veya daha fazla ise, normal hükümler
cereyan eder. İki kan arasına giren temizlik hâli üç günden az olursa, bu fasıla
sayılmaz. Her iki kan da tek hayızdır. Meselâ bir kadın üç gün kan görse, sonra iki gün
görmese, daha sonra tekrar üç gün daha görse, bu sekiz günün tamamı aynı hayz
müddetidir. Bunların dışındaki tasavvurlar hususunda Hanefi ulemâsının ihtilafı
vardır. Tafsilat fıkıh kitaplarında mevcuttur.

Adeti on gün olarak sabit olan bir kadın on günden fazla kan görecek olursa, bu
fazlalık istihazadır. Adeti on günden az olan bir kadından oagün veya daha az kan
gelirse, tamamı hayız, on günden fazla kan gelirse, önceki âdet müddeti hayız, geri
kalanı istihazadır. .

Hayız kanının rengi de mezhepler arasında ihtilaflıdır.



Şâfıîlere göre hayız kanı ancak siyah renkte olur. Çünkü Rasülullah (s. a.) Fâtıma bint
EbîHubeyş'e "Hayz olduğunda -ki o siyah kandır- namazı terk et..." buyurmuştur.
Hariefîlere göre hayz kanı siyah olabileceği gibi kırmızı kenkte de olabilir. Şâfıîlerin
dayandıkları hadis garibtir, meşhur hadise muarız olamaz, Cenab-ı Allah Kur'an-i

[741

Kerimde 'Sana hayz hâlinden soruyorlar, de ki: O bir ezadır.." buyurmaktadır...
Ezâ ismi sadece siyah kana mahsus değildir.

Kadınlar Hz. Aişe'ye sarı renkte kan bulaştırılmış pamuk göndererek hayzın sona erip
ermediğini sorarlar, o da "beyazı görünceye kadar acele etmeyin" karşılığını verirdi.
Yine Aişe (r.anha), "Beyazın dışındakiler

hayzdır" buyurmuştur. Bu gibi şeyler akılla bilinemeyeceğine göre, Hz. Aişe bunu
Rasûlullah'tan duymuştur. Ayrıca kanın rengi alman gıdaya göre değişiklik arzeder.
Öyleyse hayz kanını sadece renge tahsis etmek uygun değildir.

Fatıma bint Ebî Hubeyş hadîsinin sübûtu kabul edilirse, -ki, Rasülullah (s. a.) bu
kadının hayzmm siyah renkte olduğunu vahy ile bilmiş ve haber vermiştir-
Rasûlullah'tan başka kimse hayz vaktini kanın rengi ile tayin edemez. Buhârî ve
Müslim'in rivayet ettikleri bazı hadisler de bu mütâlâayı te'yid etmektedir. İkiyuz
yetmiş dördüncü hadisin açıklamasında, Şâfıîlere göre istihazalı bir kadının hayız
günlerini kanın rengi ile tayin edeceğini beyân etmiştik.

Aynî ve Hattabî, bu hadisin daha evvel geçen Ümmü Seleme ve Hz. Aişe (r.anhümâ)
hadislerinin hilâfına olduğunu, bu kadının daha önce hayz olmamış, âdet günlerini
ayırd edemeyen birisi olduğunu söylerler. Rasülullah (s. a.) bu kadına, kadınlar daha
çok altı veya yedi gün âdet oldukları için zahirî örfe göre cevap vermiştir. Nitekim
"Kadınların hayz günlerinde hayız oldukları, temizlik günlerinde temiz oldukları
gibi.." ifâdeleri bunu te'yid etmektedir.

1751

Eimme-i selâse, îbn Akîl'i zayıf buldukları için bu hadisi hüccet saymamışlardır.
Bazı Hükümler

1. Sorulan şey, haya edilecek. cinsten de olsa, dinî hükümlerm sorulması teşvik
edilmektedir.

2. Cevap veren kişi, işin en kolay yönünü göstermelidir.

3. Hastalıklardan tedavi meşrudur.

4. Şeytan insanın bir takım hallerini vesvese mevzuu yaparak insana tasallut etmeye
çalışır.

5. İstihazahya namaz, oruç vs. farzdır, hayz hâlinde olana değil.

6. Adet günlerini bilmeyen veya unutan kadın diğer kadınların ekserisinin âdetine göre
hareket eder. Bu hüküm sadece Şâfiîlere göredir. Diğer mezheplerce kabul
edilmemiştir.

1261

7. Müftü fetva isteyene en güzel yönü de belirtmelidir.

110. Müstehazanîn Her Namaz İçin Yıkanacağını İşaret Eden Hadisler
288. .. Rasûlullah'm hanımı, Aişe (r.anha)'dan, demiştir ki;

Rasûlullah'm baldızı, Abdurrahman b. AvPm hanımı Ümmü Ha-bibe bint Cahş yedi



sene istihaza oldu ve bu hususta Rasûlullah (sallallahü aleyhi vesellem)den fetva
istedi. Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem:

"Bu hayz değil, bir damar (kanı)dır. Yıkan ve namazını kıl" buyurdu.
O, kız kardeşi Zeyneb bint Cahş'm hücresinde bir leğende yıkanır, kanın kırmızılığı

[7711781 '

suyun yüzüne çıkardı.
Açıklama

Bu hadis-i şerif 285 numarada da geçmiştir. Orada hadisin sonundaki Hz. Aişe'nin
sözü mevcut değildir. Musannif bu fazlalıktan dolayı hadisi tekrar etmiştir. Hadisin bu
rivayetinde bab başlığı ile hiçbir alâkası yoktur. Ancak bundan sonra gelen iki
rivayette Ommü Habibe'nin her namazda yıkandığına işaret edilmektedir. Bundan
sonraki rivayetler bazı nüshalarda müstakil bir hadis sayılmamış, bu hadisin peşinde
zikredilmiştir.

289.. ..İbn Şihâb demiştir ki:

"Amre bint Abdirrahman bana Ümmü Habîbe'den bu (bir önceki) hadisi haber verdi.
Aişe (r.anha):

O, (Ümmü Habibe) her namaz için guslederdi dedi."

290....Leys b. Sa'd, Ibn Şihâb'dan o da Urve tarikiyle Aişe (r.anha) dan bu hadisi
rivayet edip "O (Ümmü Habibe) her namaz için yıkanırdı" dedi.

Ebû Dâvûd, bu hadisi Kasım b. Mebrûr'un Yûnus'tan, onun İbn Şihâb'tan Onun
Amre'den, Amre'nin de Aişe kanalıyla Ümmü Habibe bint Cahş'tan rivayet ettiğini
söyledi.

Aynı şekilde Ma'mer, Zührî'den; o da Amre Tarikiyle Aişe'den rivayet etmiştir. Bazan
Ma'mer, Amre vasıtasıyla Ümmü Habibe'den hadisi (mu 'an 'an olarak) bu manada
rivayet etti.

Yine aynı şekilde İbrahim b, Sa'd ve İbn Uyeyne Zührî'den, o Amre'den Amre de
Aişe'den rivayet etmiştir. İbn Uyeyne, hadisinde Rasûlullah sallallahü aleyhi
vesselemin ona (Ümmü Habibe'ye) yıkanmasını emrettiğini söylememiştir. Evzaî de

[791

aynı şekilde Aişe (r.anha)nm "her namaz için yıkanırdı" dediğini rivayet etmiştir.
Açıklama

Bâbın başındaki iki yüz seksen sekizinci hadiste Peygamber (s.a.)'in Ümmü Habibe'ye
verdiği yıkanma emri mutlaktır. Her namazda yıkanması gerektiğine dair bir kayıt
yoktur. Bu iki hadiste ise, Ümmü Habibe'nin her namazda yıkandığı anlaşılmaktadır.
Yalnız rivayetlerden anlaşılan, bu yıkanmanın Peygamberimizin bir emri değil, Ümmü
Habibe'nin yaptığını haber vermedir. Müslim'in rivayetinde de Rasûlullah (sallallahü
aleyhi vesellem)in her namaz için yıkanmayı emretmediği, Hz. Ümmü Habibe'nin
kendiliğinden yıkandığı bildirilmektedir.

Biraz sonra gelecek olan ikiyüz doksan ikinci hadiste ise, Rasülullahm her namaz için
yıkanmayı emrettiği zikredilmektedir. Beyhakî bu rivayetin yanlış olduğunu
söylemiştir.

Bazı âlimler, Ümmü Habibe'nin her namaz için yıkanmasını tetavvuya hamletmişler,



bazıları da bu hadisin Fâtıma bint Ebî Hubeyş hadisi ile neshedildiğini söylemişlerdir.
Hz. Aişe, Rasûlullah'm vefatından sonra Fâtıma hadisiyle fetva vermiş, Ümmü Habibe
hadisine muhalefet etmiştir. Bundan dolayı Ebû Muhammed îşbilî: "Fâtıma hadisi
istihaza hakkında rivayet edilen en sahih hadistir" demiştir. İmam Şafiî'den "Ümmü
Habibe'nin her namaz için yıkanması, Rasûlullah'm emri ile değil, kendi fiilidir"
dediği rivayet edilmektedir.

Ümmü Habibe'nin, mütehayyire olduğu ve kendisine her namaz için yıkanmanın vacib
olduğu şeklinde de görüş serdedilmiştir.

Hanefî ve Şafiîlerin görüşü Ümmü Habibe'nin mütehayyire olduğudur. Muğnî'de
beyân edildiğine göre, İmam Ahmed, her müstehazanm gusletmesinin müstehap
olduğu görüşünü benimsemiştir.

Hâftz İbn Hacer, Ümmü Habibe'nin mütehayyire oluşunu red etmiş ve "doğrusu,
Ümmü Habibe'nin mûtâde oluşudur, kendi kendine istihbâben yıkanırdı" demiş ve
kendisine guslün emredildiğini ilâve etmeyi doğru bulmamıştır.

İbn Reslân, mütehayyire olan müstehazanm, kanın belli bir zamanda kesildiğini
bilemezse her namaz için yıkanması gerektiğini söyler. Hanefî ve Şafıîler de aynı
görüşteler. Hanefîlerin görüşü ile ilgili olarak iki yüz seksen yedinci hadiste tafsilat
verilmiştir.

Sıhhat halindeki âdeti sabit olup değişmeyen ve âdet günlerini hatırlayan kadının her
namaz için yıkanması ulemanın cumhuruna göre gerekli değildir. Bu iki hadisten,
istihazah bir kadının her namaz için yıkanmasının müstehap olduğu anlaşılmaktadır.

291.. ..Aişe (r.anha)'dan, demiştir ki;

"Ümmü Habibe yedi sene istihaza oldu. Rasûlullah (sallallahü aleyhi vesellem)
kendisine yıkanmasını emretti. Bunun üzerine Ümmü Habibe her namaz için

[80] İM

yıkanırdı."
Açıklama

Bu hadis hakkında söylenebilecek şeyler, bundan evvelki hadiste mufassal olarak
söylenmiştir. Bu rivayette de her namaz için yıkanma Hz. Aişe (r.anha)'nm sözüdür.
Rasûlullah'm sözü değildir.

292.. ..Aişe (r.anha) şöyle demiştir:

"Ümmü Habibe bint Cahş Rasûlullah (sallallahü aleyhi vesellem) zamanında istihaza

oldu. Rasûlullah kendisine her namaz için yıkanmasını emretti."

(İbn İshâk bunu söyledikten) sonra (babın başında zikredilen Ümmü Habîbe) hadisi

(ni) nakletti.

Ebû Dâvûd dedi ki:

Bu hadisi Ebu'i-Velîd et-Tayâlisî -ancak ben bunu kendisinden işitmedim- Süleyman
b. Kesîr'den, o Zührî tankıyla Urve'den, o da, Hz. Aişe'den şöyle dediğini rivayet
etmiştir:

Zeyneb bint Cahş istihaza oldu. Rasûlullah (s.a.) ona: "Her namaz için guslet"
buyurdu. (Süleyman b. Kesir bunları zikrettikten sonra babın başındaki) hadisi ilâve
[82]

etti.



Ebû Dâvûd dedi ki;

Bu hadisi AbdüsSamed Süleyman b. Kesîr'den "Her namaz için abdest al" dedi
şeklinde rivayet etti. Fakat bu Abdussamed'in vehmidir. Doğrusu Ebu'l-Velîd'irı
[83]

dediğidir.
Açıklama

Hadis hafızlarından birçoğu "Resûlüllah ona her namaz için yıkanmasını emretti"
ilavesini tenkıd etmiştir. Beyhakı de Zührî'den gelen diğer rivayetlere muhalif olduğu
için İbn îshak'm rivayetinin yanlış olduğunu söylemiştir.

Bu rivayetlerin Ümmiı Habîbe hadisindeki her namaz için yıkanma emri, nedbe
hamledilmek suretiyle cem ve te'lif edilebilir.

Hattabî, Ümmü Habîbe'nin mütehayyire olduğunu, bundan dolayı Resûlullah'm bu
hanıma her namaz için gusletmesini emrettiğini söylemiştir.

Hadisin Abdüssanıed tarikıyla gelen rivayetinde Resûlüllah (sallellâhu aleyhi
vesellem) Ümmü Habîbe'ye her namaz için abdest almasını emretmiştir. Ancak Ebû
Dâvûd bunu tenkid etmiş ve bu ifâdelerin Abdüssamed'den bir vehm olduğunu,
doğrusunun "her namaz için yıkan" şeklindeki Ebu'l Velîd'in rivayeti olduğunu
söylemiştir.

Müstehâzanm guslü ile ilgili tafsilat önceden verilmişti. Her namaz için abdest alması
hususu da ihtilaflıdır.

Mâlikîlere göre, her namaz için gusletmesi müstehaptır, başka bir hades yoksa abdest
alması şart değildir.

Hanefî ve Han belilere göre, abdest namaz vaktine bağlıdır. Müstehâzanm vakit
çıkmadıkça bir abdestle o vaktin farzım kılması ve geçmiş namazlardan dilediği
kadarını kaza etmesi caizdir.

Hanefîler, Abdüssamed'in rivâyetindeki "Her namaz için abdesl al" ibaresinde mecazi
hazf olduğunu, mânânm, "her namaz vakti için abdest al" şeklinde olduğunu
söylemişlerdir. Ayrıca Ebû Hanife'den merfu'an rivayet edilen "Müstehaza her namaz
vakti için abdest alır" şeklide rivayet ile, Tahâvî'nin ŞerhiH-Muhtasar'mda yine Ebu
Hanîfe'nin Hişam b. Urve, onun da babası tankıyla Hz. Aişe'den rivayet ettiği
"Resûlüllah (s. a.) Fâtima bint Ebî Hubeyş'e her namaz vakti için abdest al, dedi"
mealindeki hadis de bu görüşün delilleridir.

293. ...Ebû Seleme (r.a.) şöyle demiştir:

"Zeyneb bint Ebî Seleme bana haber verdi ki; Abdurrahman b. Avf in nikâhı altında

£841

bulunan hanımından devamlı kan geliyordu. Resûlüllah ona her namaz vaktinde
yıkanmasını ve namazını kılmasını emretti."

(Yahya b. Ebi Kesir der ki: Ebû Seleme bana) haber verdi ki: Ümmü Bekr Aişe'nin
şöyle dediğini söyledi:

"Resûlüllah (s.a.) temizlendikten (hayzı bittikten) sonra kendisini şüpheye düşüren bir

' £851

şey (kan) gören kadın hakkında: "Bu ancak bir damar (kanı)dır."
£861

buyurmuştur."



Ebû Dâvûd der ki:

(Hayz geldiğinde namazı terk eder, babmdaki) İbn Akıl hadisinde; her iki emri (işi)
birlikte zikrederek Kasım 'in (aşağıda) dediği gibi "Eğer gücün yeterse her namaz için
yıkan, aksi takdirde cem 'et" demiştir.

Bu söz (gücü yeterse her namaz için gusletmesi aksi halde cem 'etmesi), Said b.

[871

Cubeyr tarafından, Hz. Ali ve İbn Abbâs (r.anhümâ)dan rivayet edilmiştir.
Açıklama

Bu hadis-i şerif, İbn İshak ve Süleyman b. Kesîr'in Zührî'den rivayet ettikleri hadisleri
takviye etmektedir. Bu hadis-i şerif için de o hadisler hakkında söylenilenleri
söylemek mümkündür.

Yani Rasûlullah'm Ümmü Habîbe'ye her namaz vakti yıkanmasını emretmesi ya nedb
içindir; ya da Ümmü Habibe mütehayyiredir. Resûlullah bunu bildiği için her namazda
gusletmesini emretmiştir.

Bu hadis hakkında Hattabî şunları söylemektedir:

"Bu hadis muhtasardır, bunda mezkûr kadının hali, ne şekilde bir müstehaza olduğu
zikrediimemiştir. Müstehaza olan her kadına her namaz için gusletmek gerekli
değildir. Ümmü Habibe ya hayız günlerini hiç ayırdede-memiştir, veya unutmuştur.
Hayzm zamanını, gün adedini ve kanın kesildiği zamanı bilmiyordur. Böyle bir kadın
hiç bir namazını terk edemez ve her namaz vaktinde yıkanması lâzımdır. Kocası hiç
bir zaman kendisine yakla-şamaz. Çünkü hayız olduğu günler belli değildir. Eğer
haccediyorsa iki defa tavaf yapması gerekir ve bu tavaflar arasında on beş gün aralık
bulunmalıdır. Ancak bu hayzm azamî müddetini on beş gün kabul edenlerin
görüşüdür."

Aynî, "Hayzm azamî müddetini on gün görenlere (Hanefıler) göre iki tavaf arasında
on gün aralık bulunması gerekir" der.

Hattabî'nin, "Ümmü Habibe mütehayyire idi" şeklindeki mütalaası reddedilmiştir.
Çünkü Müslim'in Bekr b. Mudar'dan yaptığı rivayette Ümmü Habîbe'nin istihaza
olmadan Önce mûtade olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Hafız İbn Hacer de buna işaret
etmiş ve "Hattabî'nin, Ümmü Habibe'nin mûtahayyire olduğuna dair söylediklerini
ihtiyatla karşılamak lâzımdır" demiştir.

Hanefîlerden Tahavî de Ümmü Habîbe hadisinin her namaz İçin guslü değil, abdesti

emreden Fâtıma bint Ebî Hubeyş hadisiyle neshedildiğini söylemiştir.

Bu rivayetlerin arasını bulmanın en uygun yolu, her namaz için yıkanmayı emreden

£881

Ümmü Habibe hadisindeki guslü nedbe hamletmektir.

111. Müstehaza İki Namazı Birleştirir Ve İkisi İçin Bir Gusül Eder Diyenlere
(Delil Olan Hadisler)

294....Aişe (r.anhâ) şöyle demiştir:

£891

"ResûlüIIah devrinde bir kadın istihaza oldu. İkindiyi öne (ilk vaktine) alıp, öğleyi
te'hir ederek ikisi için bir defa; akşamı te'hir edip, yatsıyı öne alarak ikisi için bir defa



[901

gusletmekle ve sabah için de bir defa gusletmekle emrolundu."

(Şu'be der ki): Abdurrahman'a, Resûlullah'tan mı (haber veriyorsun)? dedim. "Sana

im 1921

Resûlullahtan başka kimseden bir şey haber veremem" dedi.
Açıklama

Bu hadisi şerifte îstihaza olan kadının öğleyi son vaktine kadar te hır edip ikindiyi de
ilk vaktine alması ve her ıkısı için bir defa gusletmesi, akşam ile yatsı için de aynısını
yapması ve sabah için ayrıca yıkanması emredilmektedir. İkiyüz yetmiş sekizinci
hadiste de aynı manaya gelen ifadeler yer almıştır. Ancak oradaki ifadelerden bu
şekilde hareketin ihtiyarî, bu hadisten ise iltizâmî olduğu anlaşılmaktadır.
Mezkûr kadının istihazası uzayıp, kendisine her namaz için gusletmesi ağır gelince bir
kolaylık olmak üzere bu şekilde emredilmiştir. Menhel sahibinin ifâdesine göre, iki
namazı cem'ederek ikisi için bir defa gusletmekle emrolunan kadın âdetini unutup da
hayz ile istihazanm arasını ayıramayan kadındır.

295....Aişe (r.anhâ)dan, demiştir ki;

Sehle bint Süheyl istihâza oldu ve Resûlullah (s.a.)'a istihazanm hükmünü sormaya
geldi. Resûlullah da ona her namazda gusletmesini, bu kendisine ağır gelince öğleyle
ikindiyi bir gusülle, akşamla yatsıyı da bir gusülle birleştirmesini ve sabah için de

£931

ayrıca gusletmesini emretti.

Ebû Dâvûd dedi ki; "Bu hadisi İbn Uyeyne Abdurrahman b. Kasım'dan; o da,
babasından, "bir kadın istihaza oldu ve Resâlullah'a sordu. Resûlullah da ona emretti...

1941

(yukarıdaki hadisin manasım naklen)" şeklinde rivayet etti.
Açıklama

Bu hadis tön Beyhakî, Ebû Bekr b. İshak'm "Meşayihirnizden bazısı, bu haberi îbn
îshak ve Şu'be'den başka hiç bir kimse Resûlüllah'a kadar ref etmemiştir" dediğini
nakleder. Bu hadis için Anzatü'l-ahvezî'de (malûl) denilmiş fakat illet yönü beyân
edilmemiştir.

Tahavî bu hadisi tahric ettikten sonra, "bu, bu hükmün evvelki eserlerdeki hükmü (her
namaz için gusletmeyi) neshettiğine delâlet eder, dediler" demektedir.
Hattâbî, bu kadınla, her namaz için yıkanması emredilen kadının durumlarının aynı
olduğunu, ancak Resûlullah bu kadına her namaz için yıkanmak zor geldiği için iki
namazı 'birleştirmeye ruhsat verdiğini söyler. Hattabî devamla Hanefîlerle İbn
Museyyeb, Sufyân es-Sevrî, Hasen ve Zührî gibi bir teyemmümle iki namazın farzını
kılmayı caiz görenlerin bu hadise dayandıklarını söyler. Mâlik, Şafiî, Ahmed ve
îshak'a göre bir teyemmümle iki vaktin farzı kılınamaz. Her biri için ayrı ayrı
teyemmüm yapılmalıdır. Ali, İbn Ömer, İbn Abbas, Nehaî, Şâbî ve Katâde'den de bu
şekilde rivayet edilmiştir.

Hanefî ulemasmca suyun bulunmadığı yerde teyemmüm abdest yerine geçer, bir
abdestle birden fazla namaz kıhnabildiği gibi bir teyemmümle de birden fazla namaz



kıhnabilir.



296.. ..Esma bint Umeys şöyle demiştir:

[951

"Yâ Resûlallah, Fâtıma bint Ebi Hubeyş şu kadar zamandan beri müstehazadır,
(istihaza kanının namaza manî olduğunu zannettiği için) namazım kılmamaktadır,
dedim.

Bunun üzerine Resûlullah:

Sübhânellâh!... Bu şeytandandır. Bir leğene otursun, suyun üzerinde bir sanlık görürse
öğlen ve ikindi için bir defa, akşam ve yatsı için de bir defa, sabah için de bir defa

£961

gusletsin. Bunların arasında da abdest alsın" buyurdular."
Ebû Dâvûd dedi ki;

Mücâhid, îbn Abbâs'tan; "Ona gusul zor gelince iki namazı birleştirmesini istedi"
şeklinde rivayet etmiştir. Bunu İbrahim de îbn Abbâs'tan rivayet etmiştir. Bu, İbrahim

[971

en-Nehaî ve Abdullah b. Şeddadin görüşüdür.
Açıklama

Hadis-i şeriften anlaşılmaktadır ki, Fâtıma bint Ebî Hubeyş istihaza olunca Resûlullah
kendisine içerisinde su bulunan bir leğene oturmasını, suyun yüzüne çıkan renk sarı
ise, bunun istihaza kanı olduğuna hüküm etmesini, başka bir renk çıkarsa, hayza
hükmetmesini emretmiştir. Bu hadis-i şerif müstehazanm hayz günlerini kanın rengi
ile tayin edeceğini söyleyen Şafiîlerin görüşünü te'yid etmektedir. Hanefîlerin bu hu-
sustaki görüşleri ve Şafıilere cevaplan daha evvel kaydedilmiştir.
Hadis-i şerifteki "bunlar arasında abdest alır" ifâdesini Hane fil er hakîki manasında
anlamışlar ve "bir namaz için gusledince sonraki namaz için abdesti bozan bir şey
olmazsa abdest almasın" diye hükmetmişlerdir.

Şafıilere göre ise, cem edeceği namazlar arasında kaza namazı kılacaksa o namaz için
abdest alır, gusletmesine lüzum yoktur. Çünkü gusül sadece beş vakit namaza
mahsustur. Malikilere göre, iki namaz arasında abdesti bozan bir şey meydana

[981

gelmezse abdest almasına lüzum yoktur.

112. (Müstehaza) Bîr Temizlikten Diğer Temizliğe Kadar Gusleder Diyenler(ln
Dayandığı Hadisler)

297.... Adiy b. Sabit, babası tarikiyla dedesinden Nebî (s.a.)in müstehaza hakkında
şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

(Müstehaza hastalanmadan evvelki) hayız günlerinde namazı terk eder, sonra (hayız
günleri bitince) gusleder ve namazım kılar. Her namazda da abdest alması lâzımdır.
[991



Ebû Dâvûd dedi ki:

£1001

(Râvi)i Osman "Oruç tutar ve namaz kılar", ibaresini ilâve etti.



Açıklama



Hadis-i şeriften anladığımıza göre, mu'tâde olan müstehaza eski hayız günleri
bitince gusleder ve temizlenmiş sayılır. Ancak özür sahibi sayıldığı için Hanefilere
göre her namaz vaktinde abdest alır ve sonraki hayız günleri gelinceye kadar,
namazını kılmaya devam eder. Hanefîlerden Tahâvîbu meselede şunları
söylemektedir: "Müstehaza her namaz için abdest alır, diyenler ihtilaf etmişlerdir.
Bunlardan Ebû Ha-nîfe, Züfer, Ebû Yûsuf ve Muhammed b. Hasen'e göre her namaz
vakti için abdest alır. Bazıları ise, vakti söz konusu etmeden her namaz için abdest alır
demişlerdir. Biz, bu iki görüşten sahih olanı ortaya koymak istedik ve gördük ki,
müstehaza abdest alıp daha namazını kılmadan vakit çıksa ve bu abdestle namaz
kılmak istese yeniden abdest almadan bunun caiz olmayacağında ittifak etmişlerdir.
Yine gördük ki, istihazah bir kadın bir namaz vaktinde abdest alsa ve bu abdestle
namaz kılsa, sonra da bu abdeste nafile kılmak istese vakit çıkmadığı müddetçe bunun
caiz olduğunda icma etmişlerdir. Bu söylediklerimiz abdesti bozan şeyin vaktin
çıkması olduğuna ve abdestli olmayı gerekli kılan şeyin namaz değil, vakit olduğuna
delildir..."

Tahâvî'nin bu ifâdeleri aslında Hanefî mezhebinde fetva verilen görüşü tesbit ve
takviyedir. Buna göre, Hanefîlerce müstehaza her namaz vakti için bir ayrı abdest
alacaktır. Bu mesele hakkında daha evvel de bilgi verilmiştir.

imam Kâsânî, Bedâyi'de bu hususta mezheplerin görüşünü vermiştir. Kâsânî'nin
söylediklerinin hülâsası şudur:

"Müstehaza gibi kendisinde hades bulunmadığı halde üzerinden namaz vakti
geçmeyen özür sahiplerine gelince, namaz vakti devam ettiği müddetçe bunlardan
necaset çıkması abdesti bozmaz. Bu biz Hanelilerin görüşüdür.

"Şâfif, özür istihaza, idrarı tutamama ve devamlı yellenme gibi iki yoldan birisinden
ise, her farz için abdest alır ve bununla istediği kadar nafile kılabilir, demiştir.
"İmam Mâlik'in iki görüşünden birine göre her namaz için abdest alması lâzımdır.
İmam Mâlik "Müstehaza her namaz için abdest alır" hadisine dayanmış, Şafii de bu
namazı farz olarak kayıtlandırmış ve nafileyi de farza tâbi saymıştır.
"Bizim delilimiz ise, Ebû Hanîfe'nin nivâyet ettiği "müstehaza her namaz vakti için
abdest alır" hadis-i şerifidir. Bu hadis bu babda nasstır. Ayrıca azimet, nimete şükür
bakımından vaktin tamamını edâ ile meşgul etmektir. Ancak bir ruhsat, kolaylık,
rahmet ve fazl olarak Sâri, vaktin bir kısmını edâ ile meşgul etmeyi terke cevaz vermiş
ve bunu, hükmen bütün vakti namazla meşgul etmek saymıştır. Öyleyse vaktin
tümünü Şer'an edâ etmek fiilen edâ etmek demektir. Bu da taharetin bekası ile
mümkündür..."

Kâsânî bu şekilde Hanefî mezhebinin görüşünü müdafaa ettikten onra Şafiî ve
Malikilerin dayandıkları hadisin aslında kendi görüşleri aleyhine bir delil olduğunu
söyleyerek bunu ispat cihetine gitmiştir. Fakat burada bu münakaşaları nakletmeye
lüzum yoktur.

298....Aişe (r. anha)dan, şöyle demiştir:

Fatıma bint Ebî Hubeyş Resülullah (sallallahü aleyhi vesellem)e geldi (Burada Urve)
yukarıda geçen Fâtıma ile ilgili haberi nekletti. Resülullah:



rıon [iQ2]

"Sonra guslet ve her namaz (vakti) için abdest ahp namazını kıl" buyurdu.
Açıklama

İbni Mâce ve Beyhakî'de Fâtıma'nm haberi lâfzan şöyle zikredilmektedir:
Fatıma; Ya Resülullah ben istihaza olan bir kadınım, temizlenemiyorum. Namazı
terkedeyim mi? dedi. Resülulah; "hayır bu ancak damar(kam)dır hayz değildir. Hayz
günlerinde namazı bırak, sonra yıkan ve kan hasır (seccade) üzerine damlasa da her
namaz (vakti) için abedst al!" buyurdu.

Yukarıda beyan edildiği gibi "her namaz için abdest al" ifadesinde bulunan lâm vakit
mânâsmdadır. Buna göre mana, "her namaz vakti için abdest al," şeklinde olur.
Tereceme de buna göre yapılmıştır. Hanefîlerin görüşü budur. Yani özür sahibi bir
kadının her farz namaz için değil, her vakit için abdest alması lâzımdır.
Şafıîlere göre ise, hadisteki lâm vakit manasında tefsir edilmemiştir. Dolayısıyle her
namaz için abdest alması gereklidir, denilmiştir.

Mâli kilere göre ise, buradaki emir istihbâba hamdedilmiş, her namaz için abdest
alması müstehab addedilmiştir.

Burada söz konusu olan ihtilaflar farz namazlar içindir; istihazalubir kadın bir farz
namazın arkasında istediği kadar nafile kılabilir. Bunda bütün imamlar ittifak
etmişlerdir.

299....Aişe (r.anhâ) Müstehaza hakkında "Bir kere gusleder, sonra hayız günleri

ri031 [104]

gelinceye kadar abdest alır" demiştir.
Açıklama

Görüldüğü gibi, bu hadis-i şerifin senedi Hz. Aişeîde kalmak-tadır. Yani mevkuf bir
hadistir. Ancak Beyhakî, Abbas b. Mu-hammed tarikiyle merfuan, biraz değişik
lafızlarla Resulüllah'dan nakletmiştir.

Hadis-i şerif daha evvelki hadislerde olduğu gibi mu'tâde olan müstehazanm hayz
günleri bitince bir defa gusledeceğine sonra da her namaz vakti için abdest alacağına
işaret etmektedir.

300....Mesrûk'un hanımı, Hz. Aişe validemizden, o da, Resulüllah (s.a.)den aynen

[105]

önceki hadisin benzerini rivayet etmiştir.

Ebu Dâvud bu rivayetler hakkında şöyle demektedir: Adiy b. Sâbit'in bu hadisi
A'meş'inHabîb'denrivâyet ettiği hadis ve Eyyûb Ebul-âlâ'nm (Hz. Aişe'den mevkuf ve
merfu olarak rivayet ettiği) hadislerin hepsi zayıftır, sahih değildir. A 'meş'in Habîb
'den rivayet ettiği hadisin zayıflığına bu (evvelki) hadis delildir. Hafs b. öı~ yâs bunu
A 'meş'den mevkuf olarak rivayet ederek Habîb'in hadisinin merfû olduğunu red
etmiştir. Aynı şekilde Esbât, A 'meş'ten; o da mevkuf olarak Hz. Aişe'den rivayet
etmiştir.

Ebû Dâvûd devamla, tbn Dâvûd bu hadisin baş tarafını merfû olarak rivayet etmiş ve
onda, her namazda abdest almamın gerekli) olduğunu (bildiren ifadenin



mevcudiyetini) red etmiştir. ZuhrVnin Ur-ve'den; onun da Hz. Aişe'den rivayet ettiği
müstehaza hadisinde "Her namaz için guslederdi" demesi Habîb'in bu hadisinin
Zaafına delildir. Ebu'l-Yekzân Adiy b. Sabit'ten; o da, babası tarikiyle Ali (r.a.), Beni
Hâşim'in azatlısı Ammâr; İbn Abbas'tan, Abdülmelik b. Mey-sere, Beyân, Muğîre,
Firâs, ve Mücâhid de Şâbî'den; o da Kamîr vasıtasıyla Hz. Aişe'den "her namaz için
abdest alır* 1 şeklinde rivayet etmişlerdir. Dâvûd ve Asim'tn Şabf den; onun da Kamîr
vasıtasıyla Aişe'den rivayeti "müstehaza her gün bir defa yıkatıp" şeklindedir. Hişâmb.
Urve de babasından "müstehaza her namaz için abdestahr" diye rivayet etmiştir.
Kâmir ve Beni Başım 'in azatlısı Ammâr ile Hişâm b. Urve'in babasından rivayet ettiği
hadislerin dışındaki bütün bu hadisler zayıftır, îbn Abbâs tan bilinen (her namaz için

£1061

abdest değil), gusüldür.
Açıklama

Ebu Dâvûd bu rivayetleri, bu babdaki hadislerin zayıf oldu-ğunu isbat etmek için
getirmiştir. Bu dokuz rivayetten altısı mevkuf, üçü merfûdur. Sarihler, A'meş'in
Habîb'den rivayet ettiği hadisin zayıf olduğu iddiasını reddetmişlerdir ve bu rivayetin

£107]

zayıf olmadığını ispat için hayli söz söylemişler.

11081

(Müstehaza),Öğleden Öğleye Yıkanır Diyenler (İn Dayandıkları Hadisler)

301.... Ebû Bekr (İbn Abdirraman)m azatlısı Sümeyy'den rivayet edilmiştir ki: Ka'kâ
ve Zeyd b. Eşlem, Sümeyy'i müstehazanm nasıl yıkandığını sormak üzere Saîd b.

£1091

Müseyyeb'e gönderdiler Saîd:

"Öğleden Öğleye gusleder ve her namaz için abdest alır. Eğer kan çok gelecek olursa

mm

fercine bir bez bağlar" karşılığını verdi.
Ebû Dâvûd dedi ki;

îbn Ömer, ve Enes b. Mâlikten "öğleden Öğleye yıkanır" şeklinde rivayet edilmiştir.
Dâvûd ve Asim, ŞâbVden o karısı kanalıyla Kamtr'den, Kamîr de, Aişe'den aynısını
rivayet etmişlerdir. Ancak Dâvûd (yukarıdakine ilave olarak) "hergün" (sözünü de)
eklemiştir. Asim *m hadisinde de "öğle vaktinde" ilâvesi vardır. Bu görüş Salim b.
Abdillah, Hasen ve Atâ'nm görüşüdür.
Ebû Dâvûd dedi ki,

Mâlik: "Ben İbn Müseyyeb'in"öğleden öğleye.:.." şeklindeki hadisinin "temizlikten
temizliğe,,. "şeklinde olduğunu zannediyorum. Ancak buna vehm girmiştir ve insanlar
bunu değiştirerek, "öğleden öğleye" şekline çevirmişlerdir." Misver b. Adlimelik b.
Saîd b. Abdirrahman b. Yerbû; bu hadisi rivayet etmiş ve "temizlikten temizliğe...."

LUU

demiş, insanlar bunu "öğleden öğleye. .."şeklinde çevirmişlerdir.



Açıklama



Hadis-i şerifin metninden anlaşılan, müstehaza olan bir kadın öğleden öğleye bir defa
yıkanmalı, geri kalan namazlar için de abdest almalıdır.

Ebû Dâvûd, Salim b. Abdullah, Hasen ve Atâ'nm bu görüşte olduğunu söylemiştir.
Mâlik, hadis-i şerifteki Öğle mânâsına gelen (zuhr) kelimelerinin, aslında noktasız
olarak temizlik manasmdaki (tuhr) şeklinde olduğunu, fakat insanların zamanla
bunu bozduğunu söylemiştir.

Hattâbî de Mâlik'in bu sözünü beğenmiş ve "Mâlik'in sözü ne kadar güzel ve zannı ne
kadar uygundur. Çünkü müstehazamn öğle vaktinde gusletmesinde hiç bir mana
yoktur. Nitekim, fukahanm hiç birisinin bu görüşte olduğunu bilmiyorum. Doğrusu
"temizlikten temizliğe gusleder" şeklindedir ki, bu hayz kanının kesildiği vakittir.
Ancak, "öğleden Öğleye yıkanır" rivayeti bazı hallerde bazı kadınlar için uygun
olabilir. Meselâ kadın normal âdet günlerini ve vaktini unutur, sadece kanın daima
öğle vaktinde kesildiğini hatırlar. îşte o zaman bu kadının Öğle vaktinde yıkanması,
diğer vakitler için de abdest alması lâzımdır. Said b. eli Müseyyeb'e soru soran
kimsenin hâli böyle olan bir kadın hakkındaki hükmün ne olduğunu sorması, Said'in
de mezkûr cevabı vermiş olması.muhtemeldir." Hattabî'inin sözü burada sona
ermektedir. Ancak hadis-i şerifin başka muhaddisler tarafından "zâ" harfi ile "zuhr"
şeklinde yapılan rivayetleri mevcuttur. Bunların hepsine vehm karışması biraz müşkil
görünmektedir. Bazı sarihlerin ifâdelerine göre hadisin hem (zuhr) hem de (tuhr)
şeklinde değişik olarak rivayet edilmiş olması da mümkündür.

Görüldüğü gibi, bu Resulüllah'(s.a.v.)m bir hadisi değil, Saîd b. el- Museyyeb'in bir

IU21

sözüdür.

113. (Müstehaza) Öğle Vaktinde Değil Her Gün Bir Defa Yıkanır Diyenler
302.... Ali (r.a.) dan, şöyle demiştir:

"Müstehaza (olan bir kadın) hayzı bittiği zaman her gün gusleder ve yağ veya zeytin

£1131 LİI41

yağı sürülmüş bir yün (veya pamuk) kullanır."
Açıklama

Hz.Ali kendisine müstehazanm hükmünü sorulduğunda, onun her gün gusletmesini ve
tereyağı veya zeytin yağı sürülmüş bir bezi fercine koymasını söylemiştir. Daha evvel
de müstehazanm pamuk kullanması tavsiye edilmiştir. Bunlardan maksat tedavi ve

£1151

kanın akışını azaltmaktır.

114. (Müstehaza Temizlik) Günleri Esnasında Yıkanır Diyenler(ln Dayandığı
Hadisler

303.... Muhammed b. Osman, Kasım b. Muhammed (b.Ebî Bekr)e müstehazanm
hükmü sordu; O da:

"Hayz günlerinde namazı terk eder, hayzı bitince yıkanır, namazını kılar sonra da

£1161

(temiz olduğunu kabul ettiği) günlerde yıkanır."



Açıklama



Kasım b. Muhammed'in bu ifâdelerine göre müstehaza olan bir kadın iki defa yıkanır.
Birisi kendini hayızlı saydığı günlerin bitiminde, diğeri de temizlik günleri esnasında.
Bu sadece Kasım b. Muhammed'in görüşüdür.

Cumhura göre ilk gusül farz, sonraki ise, kanı azaltmak ve bedeni temizlemek için
£1171

mendubtur.

115. (Müstehaza) Her Namaz İçin Abdest Alır Diyenlerin Delilleri)

304.... Urve b. Zübeyr, Fâtıma bint Ebî Hübeyş'ten rivayet etmiştir:
Fatıma müstehaza idi. Resulüllah (s. a.) kendisine:

"Hayız kam (olduğu zaman) siyah olur, bilinir. Böyle olduğu zaman namazı terket.
Başkası olunca abdest al ve namaz kıl" buyurdu.
Ebû Dâvûd dedi ki;

Ibnü'l-Müsennâ "bize tbn EbîAdiy ezber olarak Urve'den o da Hz. Aişe'den
"muhakkak Fatıma...." diye haber verdi."

Bu hadis aynı zamanda Ala b. Müseyyeb ve Şube'den -ki o Hakem kanalıyla, Ebü
Cafer'den- de rivayet edilmiştir. Ala doğrudan doğruya Resulüllah (s. a.), Şube ise,

£1181

mevkuf en Ebû Cafer'den "Her namaz için abdest alır'9 diye nakletmişlerdir.
£1191

116. (Müstehazanın) Sadece Hades Vâki Olduğunda Abdest Alacağı Nı
Söyleyenler

305.... (tbn Abbâs azatlısı) tkrime'den şöyle rivayet edilmiştir:

Ümmü Hâbibe bint Cahş istihaza oldu. Resulüllah (s. a.) ona hayz günlerini(n
geçmesini) beklemesini; sonra yıkanıp namazım kılmasını, (hayz günler bittikten
sonra) ancak bundan (abdesti bozan hallerden) birşey görürse, abdest alıp namazını

[120] ri2iı

kılmasını emretti.
Açıklama

Bu hadis-i şerif mürseldir- Anlaşıldığına göre, müstehaza olan kadın mûtâde ise, âdeti
olan hayz günleri bitince gusleder. Daha sonra abdesti bozan bir şey gelirse abdest
alır. Bu abdesti bozan şeyin kan mı, yoksa başka bir şey mi olduğu hususunda ihtilâf
edilmiştir. Aynî, bu mesele ile ilgili olarak Hanefi imamlarının ihtilaflarını
dercetmiştir. Bu ihtilafın özeti şudur: Ebû Hanife ve Muhammedi göre müstehazanm
abdesti vaktin çıkmasıyla Ebû Yûsuf a göre girmesi ve çıkmasıyle bozulur. İmam
Ahmed'-in görüşü de Ebû Yûsuf unki gibidir.

306....Rabia, (b. Ebû Abdurrahman), müstehazanm her namaz için abdest alması



gerektiği görüşünde değildi: "Ancak kendisine kandan başka bir hades gelirse abdest
alır" derdi.

[122]

Ebû Dâvûd: "Bu, Mâlikin görüşüdür" dedi.
Açıklama

Rabia'nm görüşüne göre müstehaza olan kadın ancak kendisinden kandan başka bir
hades (abdesti bozan şey) vaki olursa abdest almak zorundadır.

Rabîa'mn bu görüşü aynı zamanda Hanefî mezhebinin de görüşüdür. Daha önceden de
temas edildiği üzere Hanefîlere göre özür sahibinden, özürün dışında bir hades
olmadığı müddetçe abdesti vakte bağlanır. Bu abdest-Ie vakit içinde dilediği kadar
namaz kılabilir. Fakat özrün dışında abdesti bozan bir hal arız olursa, namaz kılmak
için abdestini yenilemesi gerekir.

[123]

Ebû Davud'un kaydına göre Mâlik'in görüşü de budur.

117. Temizlendikten Sonra Sarı Ve Bulanık Renkte Akıntı Gören Kadına Ait
Hükümler

11241

307....Resulüllah (s.a.)a bi'at etmiş olan Ümmü Atıyye den, şöyle demiştir:

[1251

"Biz hayz, bittikten sonra sarıldığı ve bulanıklığı bir şey (hayz) saymazdık."
£126]

Açıklama

Hadis-i şerifte her ne kadar "Resulüllah'in zamanında" kaydı yoksa da Ümmü
Atıyye'nin ifâdesinden, zikredilen durumun Resulüllah (s. a.) devrinde hayz
sayılmadığı anlaşılmaktadır.

Hadisin zahirinden anlaşıldığına göre; âdet günleri bittikten sonra kadının gördüğü
toprak rengi veya sarı renkteki akıntı hayz değil, âdet günleri içinde gördüğü ise,
hayzdır. Bu hal içindeki kadınların sarı renkte akıntı bulaştırılmış pamuklan Hz.
Aişe'ye göndermeleri, Hz. Aişe'nin de onlara acele etmemelerini bildirdiğine dâir
rivayet, bu hâdisenin âdet günleri içerisinde olduğuna hamledilir. Dolayısıyle bu iki
hadis arasında zıtlık yoktur.

Hattâbî'nin ifâdesine göre hayz bittikten sonra gelen sarımtırak ve bulanık su
şeklindeki akıntı hakkında ulema ihtilaf etmiştir. Hz. Ali, Süfyan es-Sevrî ve Evzaî'ye
göre bu hayz değildir, namaza mâni olmaz. Said b. el-Müseyyeb ve Ahmed b.
Hanbel'e göre kadın bunu görünce gusledip namazım kılar.

Şâfiîlere göre muhteliftir. Meşhur olana göre, bu renklerdeki akıntı kan kesildikten
sonra fakat onbeş gün içinde gelirse, hayz sayılır. On beş gün geçtikten sonraki akıntı
ise, hayz değildir.

Haneğîlere göre ise kan kesildikten sonra fakat on gün içinde gelen bir veya iki günlük
akıntı hayzdan sayılır. Hâiz olan kişi beyaz görünceye kadar temizlenmiş sayılmaz.



Hiç hayz olmamış kadının ilk gördüğü kan sarı veya bulanık renkte ise, fukahanm
ekserisine göre hayz sayılmaz. Şâfiîlerin bazıları, bunlar için hayz hükmünün câri
olduğunu söylemişlerdir.

Ebû Dâvûd dediki; Yahyab.Maîn, "Mualiâ Sikadır" derdi. Ah-med b. Hanbel ise,
Muallâ re*ye değer veren biri olduğu için ondar hadis rivayet etmedi.

308....Muhammed b. Sîrin; Ümmü Atıyye'den evvelki hadisin aynısını rivayet etti.
Ebû Dâvûd dedi ki;

(Evvelki hadisin senedinde adı geçen) Ümmü Hüzeyl, Hafsa bint Sîrtn'dir. Oğlunun

Lİ2ZL

ismi Huzeyl, kocasının ismi de Abdurrahman'dır.

118. Kocası Müstehazayla Cinsî Temasta Bulunabilir

309.... îkrime şöyle demiştir:

£128]

"Üramü Habîbe müstehaza idi ve kocası kendisiyle cinsi temasta bulunurdu."
Ebû Davûd dedi ki: Yahya b. Main, "Muallâ sıkadır" dedi Ahmed b. Hanbel ise,

£129]

Muâllâ re'ye değer veren biri olduğu için ondan hadis rivayet etmedi.
Açıklama

Ebu Davud'un üzerinde durduğu râvî Muallâ, Ebû Yûsuf ve Muhammed'in
arkadaşlarmdandır. Ahmed b. Hanbel'in, onu rey taraftan görerek hadis rivayet
etmemesi, Muallâ'yı ta'n etmeye delil olamaz. Zehebî, "Ahmed, Muallâ'ya yalancılık
isnad etti, diyenler hata etmiştir" der.

"Eser"den anlaşıldığına göre Müstehâza olan bir kadına kocasının temasta bulunması
caizdir. Ulemanın çoğunluğunun görüşü de bu merkezdedir.

Sadece îbn Şîrîn müstehâzaya teması mekruh görmüş, Ahmed b. Hanbel de temasın
cevazım istihâza halinin uzamasına bağlamıştır. Ahmed'den başka bir görüşe göre ise,
erkeğin zinaya sapmasından korkulursa temas caiz, korkulmazsa caiz değildir.
Hanefî, Şafiî ve Mâliklere göre; müstehâza, temiz hükmündedir. Namaz, oruç,
mushafa el sürme, i'tikâf caiz olduğu gibi, cinsî temas da caizdir.

310. ...îkrime'nin Hamne bint Cahş'tan rivayetine göre;

[130] ri311

Hamne müstehâza idi ve kocası kendisiyle cinsi temasta bulunurdu.
Açıklama

Bu "eser"de yukandakinde olduğu gibi müstehâzaya, kocasının temas etmesinin caiz
olduğuna delildir. Münzirî; "îkrime'nin bunları Ümmü Habîbe ve Hamne'den işitmiş

£1321

olmasını ihtiyatla karşılamak lâzımdır" demiş, "Eser" lerde inkıta olduğuna işaret
etmiştir.

Hayz halindeki kadına yaklaşmanın nass ile yasaklandığını bilen sahâ-bîlerin,



müstehâzaya temasta beis görmemeleri, bunun cevazına delildir. Ayrıca
Resulüllah'(s.a.)'dan bunu nehyedenhiç bir haber yoktur. Darimî de îbn

[133]

Abbâs'danbunun caiz olduğunu rivayet etmiştir.

119. Lohusalığın Müddetini (Tayin) Hakkındaki Hadisler

Türkçemize lohusahk olarak geçen nifas, fakîhlere göre, doğumdan sonra gelen
kandır. Lügatçılara göre nifas, "doğum yapmak"tır.

Doğum yapan kadına nüfesâ denilir, çoğulu "nifâs" şeklindedir. Ha-yızh olan kadına
haram olan şeyler lohusa olan kadmlarada haramdır. Yani namaz, kılamaz, oruç
tutamaz, Kur'an-ı Kerim'e el süremez ve okuyamaz, Kabe'yi tavaf edemez, Mescid'e
giremez vs... Lohusahk müddeti hakkında farklı görüşler vardır. Bunlar hadislerin
açıklaması yapılırken beyan edilecektir.

311....Ümmü Seleme (r.anhâ) şöyle demiştir:

"Resulüllah (sallellahü aleyhi vesellem) zamanında lohusa olan bir kadın doğumdan

£1341 '

sonra kırk gün veya kırk gece oturur (namazı, orucu terk eder)di." Biz (yüzdeki

ri351 [136] [137]

çığırtan dolayı) yüzlerimize vers sürerdik.

Açıklama

Hadis-i şeriften lohusalığın azamî müddetinin kırk gün olduğu anlaşılmaktadır.
Ulemânın ekserisinin görüşü bu merkezdedir. Ömer b. Hattâb Osman, Ali, îbn Abbâs,
Enes, b. Mâlik, Aişe, Ümmü Seleme, Süfyân-es-Sevrî, Ebû Hanife ile ashabı, Ahmed
ve İshak b. Râhûye bu görüştedirler.

Şâbî, Atâ ve Şafiî'ye göre lahusalığm ekser müddetli iki aydır. İmam Mâlikin görüşü
de bu merkezde iken sonra bundan dönmüş ve lohusalığın âzâmî müddeti için bir sınır
tayin etmemiştir. Mâlikin ashabı ise İmam Mâlikin ilk görüşünü benimsemişlerdir.
Hasan el-Basri'ye göre elli gündür.

Bu hadisin senedi hakkında bazı tenkitler yapılmışsa da, Tirmizî,. İbn Mâce ve
Teberânî'de bu hadisi takviye eden başka rivayetler vardır.
Lohusalık müddetinin asgarisi hakkında da ihtilaf edilmiştir.

Şafiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre lohusalığın asgarî müddeti için sınır yoktur. İbâdet
meselesinde Hanefıler de aynı görüştedir.

Doğumdan sonraki kan gelmezse kadın hiç lohusa olmamış sayılır. Kan gelir de kırk
günden önce kesilirse, lohusahk müddeti kanın kesilme müddetidir. Kan kırk günden
fazla devam ederse Hanelilere göre, kırk günü mfâs, kalanı istahâzadır. Şafıîlere göre
ise, iki aydan sonrası istihâzadır. Nifas müddeti içinde görülen temizlik de nifastan
sayılır. Meselâ, on gün kan gelip beş gün kesildikten sonra tekrar on gün kan
gelecekolsa, bu yirmi beş günün hepsi nifas müddeti sayılır.

Şafıîlere göre bu temizlik günleri en az onbeş gün devam ederse tuhr sayılır. Bu
günlerden evvelki hal nifas, sonraki günler de hayz hali sayılır. Fakat temizlik on beş
günden az devam ederse, hepsi nifastan sayılır. Ancak iddet için nifas müddetine
ihtiyaç hissedilirse bu, Ebû Hanîfe'ye göre yirmi beş gün, Ebû Yûsuf a göre on bir gün,



İmam Muhammed'e göre on bir saattir. Şöyleki, bir adam karısına, "sen doğurduğun
zaman boşsun" dese, bilâhere kadın gelerek ben doğum yaptım, lohusa oldum, sonra
da üç defa hayz görüp temizlendim dese, kadının sözünün tasdik edilebilmesi için, Ha-

£1381

nefî imamlarına göre, yukarıda geçtiği şekilde nifas müddeti şart koşulur.
Bazı Hükümler

1. Nifas müddetinin âzamisi kırk gündür,

2. Tedavi için ilaç kullanılabilir, buna cevaz vardır.

312....Müsse (r.anha) şöyle demiştir:

Hacca gitmiştim, Ümmü Seleme (r.anha)nm huzuruna girdim ve

Ey mü'minlerin annesi, Semure b. Cündub kadınların hayz günlerindeki namazlarım

kaza etmelerini emrediyor dedim.

Bunun üzerine Ümmü Seleme:

[1391

(Hayır) kaza etmezler, Resulüllah (sallellahü aleyhi veseilem)m kadınları
lohusahkta kırk gece otururlar (namazı, orucu, terk ederlerdi de Resulüllah (s.a.)

[1401

onlara lohusalık zamanındaki namazlarını kaza etmelerini emretmezdi, dedi.
Muhammed b. Hatim dedi ki, (Senetteki el-Ezdiyye'nin) ismi Müsse, künyesi Ümmü
Büsse'dir.

Ebü Dâvûd, "(Hadisin senedinde geçen) Kesir b. Ziyâd'm künyesi Ebû Sehl'dir" dedi.

[Mü

Açıklama

Semure b. Çündüb'un kadınlara hayz günlerindeki namazla-rım kaza etmelerini
emretmesi tamamen içtihadıdır. Her halde ikiyüz altmış iki numaradaki Hz. Aişe
hadisini duymamıştır. Semure'nin bu hareketine Ümmü Seleme, Resultillah'm
akrabaları olan hanımların lohusahk esnasında geçirdikleri namazları kaza
etmediklerini delil getirerek, hayız halinde geçen namazları kaza edilmeyecek diye
cevap vermiştir. Halbuki nifas hayizdan çok daha nâdirdir. Hayız da geçen namazlar
kaza edilecek olsaydı nifasta geçenlerin evleviyyetle kaza edilmeleri gerekirdi.
Bu hadisin burada getirilmesine sebep lohusalık müddetini kırk gece olarak tayin

[1421

etmesidir. Konu ile ilgili malumat önceki hadisin açıklanmasında verilmiştir.
Bazı Hükümler

1. Hayz ve nifas halinde kılmamayan namazlar sonradan kaza edilmezler.

[1431

2. Lohusalığm azamî müddeti kırk gündür.



120. Hayzdan Dolayı Yıkanma (Nın Keyfiyeti)



313.. ..Süleyman b. Sühaym; Ümeyye bint Ebi Sait'in ismini kendisine açıkladığı Benî
Gifâr'dan bir kadının şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Resulüllah (sallellahü aleyhi vessellem) beni terkisine (hayvanının semerinin
arkasına) bindirdi. Vallahi Resulüllah sabah namazı için indi(ği yere kadar yola devam
etti.) (Sabah olunca) hayvanını çöktür-dü. Ben de hayvanının semerinden indim. Bir
de ne göreyim, semerin arkasına benden kan bulaşmış. Bu benim ilk hayz görüşümdü.
Utanarak devenin yanma çekildim, Resulüllah benim hâlimi ve kanı görünce.
Sana ne oluyor? Her halde sen hayz oldun, buyurdu. Ben de:
Evet, dedim. Resulüllah:

Kendine (kanın akmasına mani olacak) uygun bir şey bul, sonra bir su kabı al ve içine
tuz at ve semere bulaşan kanı yıka sonra da bineğine dön buyurdu."
(öifârlı kadın devamla) dedi ki:

"Resulüllah (sallellahü aleyhi vesellem) Hayberi fethedince ganimetten bize de bir
£144]

miktar verdi."

(Ümeyye) dedi ki: Bu Gifârh kadın bundan sonra, suyuna tuz katmadan hiç hayzdan
temizlenmezdi. Öldüğü zaman yıkanacağı suya da tuz karıştırılmasını vasiyet etti.
£145]

Açıklama

Resulullan (s-a-). Hayber kalesini fethetmek için yola çıktığında hayvanına henüz
bâliğa olmamış bir kız çocuğunu da bindirmişti. Gerek bu kızın küçük olması, gerekse
hayvanın semerinin büyüklüğünden Peygamber Efendimize dokunmaması,
"Resulüllah yabancı bir kadınla nasıl aynı hayvana biner?" gibi bir soru sormaya
meydan vermez.

Hz. Resulüllah semere bulaşan kanın temizlenmesi için suya tuz karıştırılmasını
emretmiştir. Hattâbî buna istinad ederek elbise sabundan zarar görecek cinsten ise, bu
elbiseyi bal ile veya elbiseye bulaşan mürekkebi sirke ile yıkamanın ve insanın kepek
ile kirini sürttürmesinin caiz olduğunu söylemiştir. Yûnus b. Abdilalâ'da "Mısır'da bir
hamama girdim, Şafiî'yi kepekle vücudunu ovdururken gördüm" demiştir.
Yukarıda temas edildiği gijîî üzerinde durduğumuz olay Hayber fethi esnasında
olmuştur. Hayber bir takım kale ve köylerden müteşekkil bir yerin adıdır. Medine ile
Şam arasındadır. Orada yerleşen Amâlikahlardan Hayber b. Kâniye'den dolayı bu ismi
almıştır. Hicretin yedinci senesi Muharrem ayında fethedilmiştir. Resulüllah (s.a.)
Hudeybiye'den dönerken Hayber'in fethi ile va'd olunmuştur. Hayber'in kaleleri teker
teker fetholunmuş en sağlam kalelerini muhasara, on gece kadar devam etmiş,
Resulullah'm hastalığı dolayısıyle zafer gecikmiştir. Bunun üzerine sancağı Hz. Ebu
Bekir almış, şiddetli çarpışmalar yapmış fakat sonuç alamamıştır. Daha sonra Hz.
Ömer sancağı almış fakat netice yine değişmemiştir. Bir gün Resulüllah, "Yarın
sancağı Allah ve Resulünü seven birine vereceğim Allah ve Resulü de onu sever.
Allah fethi onun elleri ile müyesser kılacaktır" buyurdu. Sabah olunca Resulüllah Hz.
Ali'yi sordu. Ashab "Ya Resulüllah Hz. Ali'nin gözleri ağrıyor" karşılığını verdiler.
Bunun üzerine Resulüllah Hz. Ali'nin gözlerine tükrüğünü sürüp dua etti. O da şifa



£1461

buldu. Sancağı Ali'ye verdi, o da fetih tamamlanıncaya kadar savaştı.
Bazı Hükümler

1. Elbiselerin yıkanmasında tuz kullanılması caizdir. Dıger gıda maddeleri de aynı
hükümdedir. Yanı temizleyici özellikleri bilindiği takdirde bu maksatla
kullanılabilirler.

2. Hayz kanının yıkanması lâzımdır.

3. Savaşa katılan kadınlara da ganimetten bir miktar verilir.

4. Sahabe hanımlarının cihâda rağbeti tanındı. Resulullah da onlara itinâ ederdi.

314. .. Aişe (r.anha)dan demiştir ki; "Esma Resulullah (s.a.)m huzuruna girdi ve;
Ya Resulallah bizden biri hayızdan temizlediğinde nasıl yıkanmalı? diye sordu.
Resûlullah (s.a.)î
[1471

Sidrini ve suyunu alıp abdest alır, su saçlarının dibine varıncaya kadar

£148]

ovalayarak başım yıkar ve vücuduna döker; sonra da bezini alıp onunla

temizlenir, buyurdu.

Esma;

Ya Resulallah, o bezle nasıl temizleneyim? diye sordu.

Aişe (r.anha), Resulüllah'm kastettiğinianladımveEsmâ'ya; "o bezle kan izlerini

[149] ri501

silersin dedim" dedi.
Açıklama

Esmâ bint Şekel adında bir kadın Resulullah'a gelerek hayızdan temizlendikten sonra
nasıl yıkanacağını sormuş, Hz. Peygamber Efendimiz de ona tafsilatlı olarak
anlatmıştır. Ancak Resuhıllah'm söylediklerinin farz olarak telakki edilmemesi
lâzımdır. Gusülde abdest almak veya sidr kullanmak farz değildir. Hayzdan
temizlendikten sonra yıkanmakla, cenabetten dolayı yıkanmak arasında fark yoktur.
İnsanın nasıl gusledeceği ve guslün mezheplere göre farzları önceden verilmiştir.
Bu hadisi şeriften sabun soda, deterjan gibi suyun içine karıştırılan ve suyun
temizleyicilik özelliğini artıran maddelerin guslün ve abdestin sıhhatine mani olmadığı

imi

anlaşılmaktadır.
Bazı Hükümler

1. Dinî hükümleri öğrenmek için, yapmak, gurbete çıkmak faziletli bir ıştır.

2. Söylenilmesi, hayayı gerektiren şeylerden de olsa, dinî hükümlerin öğrenilmesi
maksadıyla büyüklere soru sormak meşrudur, hatta teşvik edilir.

3. Halk arasında ayıp telâkki edilen şeylerin, kinâ olarak söylenmesi, açıklanmaması
efdaldır,

4. Kendisine soru sorulan kişi, soruya açıkça cevap vermelidir.



5. Gusle, abdestle başlamak sünnettir.

6. Yıkanırken sabun, şampuan, soda gibi şeyler kullanılabilir; meşrudur.

7. Başı diğer azalardan evvel yıkamalıdır.

8. Saçların dibine kadar suyun ulaşması için başı yıkarken ovalamalıdır.

9. Hayzı biten kadının, vücûdunda kalan pislik ve fena kokuları gidermek için misk
gibi güzel koku sürülmüş bir pamuğu veya bezle vücuttaki kan ve kirleri silmesi
müstehaptır.

315....Safiyye bint Şeybe'den rivayet edildi ki,

Aişe (r.anhâ) Ensâr kadınlarını anıp övdü; onlar hakkında güzel şeyler söyledi ve:
"Onlar (Ensar)dan bir kadın Resûlullah'm huzuruna girdi. ..." dedi. Ebû Avâne dan
geçen, kadınların hayızdan nasıl temizlenmesi gerektiğine dair soru ile ilgili hadisi
nakletti ancak "bezini alırsın" sözünün yerine "misk sürülmüş bir bez alırsın" demiştir.

£1521

Musedded dedi ki: Ebû Avâne (fırsaten), Ebü'l-Ahvas ise, (kırsaten) derdi.
Açıklama

Bu hadisin burada getirilmesinden maksat, Sellâm (b. Sûleym) ile Ebû Avâne'nin
rivayetleri arasındaki ihtilâflara işarettir. Hadis metninde de görüldüğü gibi Ebû
Avâne'nin rivayetinde, kullanılması tavsiye edilen bezin misk sürülmüş olması ziyâde
edilmiştir. Bunun hikmeti, avret mahallinin temizlenmesi ve pis kokularının
giderilmesidir.

316.. ..Aişe (r.anhâ)dan rivayet edildi ki;

Esma, önceki hadiste zikredilen şeyleri Resûlullah'a sordu. (Resûlullah, cevabının

sonunda) "misk sürülmüş bir bez alır" buyurdu. Esma:

Onunla nasıl temizleneyim? dedi, Resûlullah bir elbise ile gizlenerek;

Sübhanellah... Onunla temizlen buyurdu. (Şube rivayetinde şunları) ilâve etti:

Esma, Resûlullah'a cünüplükten dolayı nasıl yıkanacağını sordu, Resûlullah da şu

karşılığı verdi:

Suyunu alır güzelce temizlenir (abdest alır)sm. Sonra başına su döker, saçlarının
dibine (su) ulaşıncaya kadar iyice ovalarsın. Daha sonra da bedenine dökersin.
(Şube) dedi ki:

Hz. Aişe; "Ensarm kadınları ne iyi kadınlardır. Haya onları dinlerini (n hükümlerini)

[153] ri541

sorup anlamaktan alıkoymadı" demiştir.
Açıklama

Bu hadiis babın başındaki hadisin bazı ilâvelerle değişik bir rivâyetinden ibarettir.
Görüldüğü gibi burada hazıylmm nasıl gusledeceği sorusuna ilâveten, cenabetten
dolayı nasıl gusledileceği sorusu ve cevabı da yer almıştır. Hz. Aişe bu gibi şeyleri
sormaktan haya etme dikleri için Ensar kadınlarını övmüştür. Aslında haya, bir korku
veya ayıplanma anında arız olan hâldir. Burada kasdedilen bu değil, halk arasında iyi

£1551

bir haslet olarak kabul edilen utangaçlık hâlidir.



Bazı Hükümler



1. Taacüp anında teşbih (süphanellah demek) caizdir.

2. Mahrem şeylerle ilgili konuların üstü kapalı ifadelerle anlatılması uygundur.

3. Yıkanmakta mübalağa edilmeli ve vücut ovulmalıdır; bu müstahaptır.

4. Gerekli olduğunda hayayı izhar etmek matlup amellerdendir.

5. Hayzdan dolayı yıkanan kadının vücûduna güzel koku sürmesi müs-tehaptır.

6. Alimin sözü, Onun huzurunda başkaları tarafından tefsir edilebilir.

7. Alim birinin huzurunda, İlimde aşağı derecede birinden ilim almak caizdir.

8. Yaratılıştan da olsa kişinin ayıplarını gizlemesi lâzımdır. 11561
121. Teyemmüm

Müellif, su ile temizlenmeye ait hükümleri ihtiva eden hadis-i şerifleri sıraladıktan
sonra, toprakla temizlenme demek olan teyemmüm bahsine geçmiştir. Teyemmüm,
abdest ve gusle bedel olduğu için ancak onlara muktedir olunamaması halinde taharet
sebebi olabilir. Teyemmüm bir çeşit taharet olduğundan müellif bu konuyu ayrı bir
"kitap" olarak değil de, "Kitabü't-Tahâre"nin içerisinde mütalaa etmiştir.
"Teyemmüm" tefe'ül babından mastardır. "Su bulunmadığı veya bulunduğu halde,
kullanılmasına imkân olmadığı takdirde, temiz olan toprak cinsinden bir şey ile hadesi
gidermek maksadıyla, yüzü ve elleri (dirseklere kadar) meshetmek" demektir.
Teyemmüm, bu ümmete mahsus bir ruhsattır. Önceki ümmetlere böyle bir ruhsatın
verilmediğini bizzat Efendimiz (s. a.) haber vermiştir. Seyhan'ın (Buharî-Müslim), Hz.
Câbir vasıtasıyla rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Bana, benden evvelki Peygamberlere verilmeyen şu beş şey verilmiştir : Bir aylık
mesafeden düşmanlarımın kalbine korku vermekle bana yardım edildi, bana (bir
rivayette "Ümmetime") yer yüzü namazgah ve temizleyici kılındı, Onun için
ümmetimden namaz vakti gelip çatmış her kim olursa olsun, hemen (orada) namazını
kılıversin. (Savaşta alman) ganimetler de bana helâl kılındı. Halbuki benden evvel
kimseye helâl kılınmamıştı. Bana şefaat verildi. Bir de, (benden evvelki) her
peygamber sadece kendi kavmine gönerilmişken, ben bütün insanlara
[1571

gönderildim."

Teyemmümün meşruiyeti Kitab, Sünnet ve icmâ ile s,abittir.Onun azimet mi, yoksa
ruhsat mı olduğunda ihtilâf vardır.

Bazıları, suyun bulunmaması hâlinde azimet; hastalık gibi bir özürden dolayı olursa,
ruhsat olduğunu söylemişlerdir.

Teyemmüm, hicret'in beşinci yılının Şaban ayının ilk günlerinde meşru kılınmıştır.
Benî Mustalik Gazvesinde Resûlullah (s.a) ile bin kadar İslâm askeri, Hz. Aişe'nin
kaybolan gerdanlığım aramak için susuz bir yerde konaklamak mecburiyetinde
kalmışlardı. Sabah namazını kılmak için abdest almaya su bulamadılar. Sabaha yakın,

£1581

"Su bulamazsanız temiz toprak ile teyemmüm ediniz." mealindeki âyet-i kerime

nazil oldu. Bu ayet-i kerime, teyemmümün meşruiyetinin Kitab'tan delilidir.

Ulema, teyemmümün hem küçük nemde büyük hadeslerde (abdests izlik-gusül) meşru



olduğunda müttefiktir. Sadece İbrahim en-Nehâî ve Amr b. Mes'üd'un, teyemmümün
ancak küçük hadesi (abdestsizliliği) izâlede meşru olduğu görüşünde oldukları rivayet
edilmiştir. Onların bu görüşlerinden döndüklerini söyleyenler de bulunmaktadır.
Hanefîlere göre, tahâretsiz yapılması caiz olmayan her şey„teyemmümle mübâh olur.
Meselâ, cünup kimse teyemmüm ettiğinde, Kur'ân-ı Kerîm'i eline alabilir mescide
girebilir... Teyemmüm eden bir kimse abdesti bozacak bir şey olmadığı ve suyu
bulmadığı müddetçe dilediği kadar farz ve nafile namaz kılabilir. Özür devam ettiği
müddetçe onunla hades izâle olur.

Diğer mezheblere göre teyemmüm, hadesi izâle etmez. Onunla sadece
bir farz edâ edilebilir. Ancak, istenildiği kadar nafile kılınabilir. Bir teyemmümle iki
farz edâ edilemez. Teyemmüm eden kişi, teyemmüm ederken farz kılmaya niyet
etmişse hem farz, hem de nafile namaz kılabilir. Nafile kılmak için niyet etmişse,
ancak nafile kılabilir, farz kılamaz. Bir teyemmümle birden fazla cenaze namazı
kılabileceği gibi bir farz namaz ve birden fazla cenaze namazı da kılabilir.
Teyemmüm edecek olan bir kimse, iki elini Şâfiîlere göre toprağa; Ha-nefîlere göre,
yer yüzü cinsinden temiz bir şeye bir defa vurup, bununla yüzünü mesheder. Sonra iki
elini bir daha vurup bununla da dirseklerine kadar iki elini mesh eder. Yaptığı bu
işleri, hadesi gidermek veya namaz kılmak ya da tahâretsiz sahîh olmayan diğer bir
ibâdette bulunmak maksadıyla yapar.

Hanefî mezhebine göre teyemmümün farzları, bir niyet ve iki meshten ibarettir. İmam
Züfer'e göre niyet farz değildir.

Şâfiîlere göre, teyemmümün farzı beştir: 1. Niyet etmek, 2. Toprağı mesh edilecek
uzva nakletmek, 3. Bütün yüzü meshetmek, 4. Elleri dirseklerle beraber meshetmek, 5.
Tertibe riâyet etmektir.

Teyemmüm bahsine girerken şu hususları da belirtelim:

Su yerine toprak kullanılmasının hikmet-i teşriiyyesini bazı âlimlerimiz şu şekilde
açıklamışlardır: İnsan iki unsurdan meydana gelmiştir: Toprak ve su.|Su tabiatı
itibariyle temizleyicidir. Su bulunmadığı takdirde, görünürde kirletici olan fakat
insanın ikinci unsuru bulunan toprak da temizleyici olarak kabul edilmiştir. Bu da
insanın aslını hatırlatmak noktasından olsa gerektir.

Teyemmümde dört abdest azası değil de bunlardan yalnız ikisi olan el ve yüze
meshetmek gereklidir. Zira teyemmüm abdeste bedeldir. Abdestte vasıtalı veya
vasıtasız meshi caiz olan baş ve ayaklar, teyemmümde bir ruhsat olarak çıkarılmıştır.
Diğer bir husus ise,teyemmümün namazla beraber farz olan abdestten takriben 6,5 -7
yıl sonra meşfru olması nazar-ı dikkatten uzak tutulmamalıdır.

Başka bir husus ise, teyemmüm sadece abdestsizliği gidermek için değil, gerektiğinde
cenabeti izâle etmek içinde yapılır :Bu iki teyemmüm arasında yapılış bakımından hiç
bir fark yoktur. Abdest için yapılan teyemmüm neyse, cenabeti temizleyen gusül
yerine geçen teyemmüm de odur-.

Teyemmümün şartları, teyemmümü mubah kılan özürler, teyemmümü bozan haller ve

£1591

diğer hükümler yeri geldikçe beyân edilecektir.
317. ...Aişe (r.anha)dân; demiştir ki;

O601

"Resûlullah (s. a.) Üseyd b. Hüdayr ile birlikte bazı kişileri Ai-şe'nin kaybettiği
bir gerdanlığı aramak üzere gönderdi. (Gerdanlığı ararlarken) namaz vakti geldi, onlar



da namazı abdestsiz olarak kılıp Resûlullah (s.a.)'a geldiler ve yaptıklarını haber

verdiler. Bunun üzerine teyemmüm âyeti (el-Maide (5), (6) nazil oldu."

İbn Nufeyl şunu da ilave etti: "Üseyd b. Hudayr Âişe'ye dedi ki;

Allah'ın rahmeti üzerine olsun, senin başına, hoşlanmadığın ne gelmişse Allah sana ve

£1611

müslümanlara ondan bir kurtuluş ihsan etmiştir."
Açıklama

Hadis-i şerifte zikredilen sahâbîlerin, su olmadığı için abdest-siz namaz kılmaları ve
bunu Resûlullah (s.a.)a haber verdikleri halde, Efendimizin men'etmemesi, abdest
alacak su veya teyemmüm edecek bir şey bulamayan kimsenin bu halde kıldığı
namazın sahih olduğuna delil gösterilmiştir. Zira bu durumda namaz sahih olmasaydı,
Resûlullah buna tepki gösterir, böyle durumlarda namazın farz olmadığını söylerdi.
Halbuki Efendimiz böyle yapmamış, Onların yaptığını ikrar etmiştir. İmam Şafiî,
İmam Ahmed ve Muhaddislerin cumhuru bu görüştedir. İmam Mâlikin ashabının
çoğu da aynı şeyi söylemişlerdir. Ancak bu görüşte olanlar, bu durumda kılman
namazın iade edilip edilmeyeceğinde ihtilâf etmişlerdir. İmam Şafiî ve ashabının
ekserisine göre iadesi gerekir. İmam Ahmed'in meşhur görüşüne, Müzenî ve Sehnûn'a
göre bu şekilde kılman namazın iadesi gerekmez.

İmam Ebû Hanife ve İmam Malike göre, Abdest için su, teyemmüm içinde
teyemmüm edecek bir şey bulamayan kimsenin abdestsiz veya teyemmümsüz olarak
namaz kılmaları sahih değildir Bâbu farzi'l-Vudu' (abdestin farzları) daki 59,60 ve 61
numaralı hadisler bu görüşün delilleridir. İşaret edilen hadislerde abdestsiz namazm
sahih olmayacağı açıkça ifâde edilmektedir. Bu görüşte olanlar, üzerinde durduğumuz
hadis hakkında şu mütalaada bulunmuşlardır: "Resûlullah aleyhisselâmm, zikredilen
sahâbilerin abdestsiz namaz kılmalarını hoş karşılamamış olması muhtemeldir.
Hadiste inkârın zikredilmemesi, aslında onun olmamasını gerektirmez. O sahâbilerin
abdestsiz olarak namaz kılmaları kendi ictihadlarıyla olmuştur. Müctehid isabet
edebileceği gibi hata da edebilir. Ayrıca meselenin beyânının daha sonra yapılmış
olması da mümkündür. Üstelik tahâretsiz namazın olmayacağını ifâde eden hadisler
sarihtir. Üzerinde durduğumuz hadiste, Resûlul-lah'm onların hâlini red etmediği
kabul edilse bile, bu tahâretsiz namazı men'eden hadislere muarız olamaz. Çünkü bu
hadis tahâretsiz namazın sıhhatine ihtimâlli olarak delâlet eder. Öbürleri ise sarihtir.
Hanefîlere göre bu durumdaki bir kimsenin, imkân bulduğunda geçen namazını kaza
etmesi lâzımdır. Medinelilerin rivayetine göre, İmam Mâlik bu durumda kılmamayan
namazın kaza edilmesini şart görmez.

Hadisteki İbn Nufeyl'in ilâvesinden anlaşıldığına göre, teyemmüm âyetinin inmesine
sebep olan bu hâdise İfk Hâdisesi değildir. Buradan Hz. Aişe'nin gerdanlığının bir kaç

£162]

defa kaybolduğu anlaşılmaktadır.
Bazı Hükümler

1. Az da olsa, malın korunması lâzımdır.

2. Savaş veya başka bir maksat için kadınlarla birlikte sefere çıkmak caizdir.

3. Kaybolan malı aramak meşrudur.



4. Kadınların kocalarına güzel görünmek için süslenmeleri ve ziynet eşyası takmaları
11631

caizdir.

318. ...Ammâr b. Yâsir (r.a) şöyle haber vermiştir:

"Sahâbîler, Resûlullah (s. a) ile beraber oldukları halde, sabah namazı için yeryüzü
(toprak) cinsinden bir şeyle teyemmüm ettiler. Şöyleki: Ellerini yere vurdular sonra
yüzlerini bir kere meshettiler. Bilâhere ellerini tekrar yere vurdular ve her iki ellerini

[1641

omuzlarına ve koltuk altlarına kadar avuçlarının içiyle meshettiler."
Açıklama

İbn Reslan ve el- Munziri, Ubeydullah b. Abdullah'ın Ammar b Yasın görmediğini
söyleyerek bu hadisin munkatı olduğuna hükmetmişlerdir. îbn Mâce bu hadisi
Ubeyhudullah'm babasmdan,onun da Ammâr'dan rivayeti şeklinde muttasıl olarak
tahrîc etmiştir. İbnü'l-Arabî de "Ammar hadisindeki ıztırap, noksanlık, ziyâde ve
başka illetlere rağmen, ulemanın bu hadisin sıhhati üzerindeki ittifakı şaşılacak şey!"
demiştir.

Müellifin bu ve bundan sonraki hadisi getirmekten maksadı teyemmümün yapılış
şeklini göstermek ve teyemmümün ne ile yapılacağını belirtmektir.
Hadis-i şerifte geçen "said" kelimesinin mânâsı, ister toprak, ister başka birşey olsun,
yer yüzünün adıdır ,Zeccâc:in mânâsının bu olduğunda lûgatçılar arasında bir ihtilaf
bilmiyorum" demiştir. Bu kelimenin, sadece toprak için kullanıldığını söyleyenler de
olmuştur. Bu yüzden âlimler kendisiyle teyemmüm yapılabilecek maddeler hakkında
ihtilaf etmişlerdir.

Evzâi ve Sevrî'ye göre, yer yüzündeki her şeyle hatta kar ile teyemmüm edilebilir,
imam Şafiî, İmam Ahmed b. Hanbel, Hanefî imamlarından Ebû Yûsuf, Dâvûd ve İbn
Munzir, teyemmümün ancak uzuvlara tozu yapışan toprakla sahih olduğu
görüşündedirler.

İmam Mâlik, yanmadığı müddetçe yer yüzündeki her türlü madde ile teyemmümün
sahih olduğunu söylemiştir.

îmam Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed'e göre (mezhebin görüşü de budur) yandığı
zaman kül olmayan ve erimeyen arz cinsinden her şey ile teyemmüm yapılabilir. Buna
göre toprak kum, taş, kireç ve sürme gibi maddelerle teyemmüm sahihdir. Ama odun,
tahta gibi yamnea kül olan, demir, kurşun, bakır gibi ateşte yumuşayan maddelerle
teyemmüm sahih değildir. Bu görüş, "saîd" kelimesinin manasına en uygun düşenidir.
Ayrıca bu babın mukaddimesinde mânâsım naklettiğimiz '"Bana yeryüzü namazgah
ve temizleyici kılındı" şeklindeki hadis-i şerif ile Ebû Dâvûd' da 331 numarada gelecek
olan ve Resûlullah (s. a) in duvardan teyemmüm ettiğini bildiren hadis-i şerif de
Hanefî mezhebinin görüşünü te'yid etmektedir.

Hadis-i şerifte geçen ibaresindeki "min" harf-i cerrinin mânâsında olması mümkün
olduğu gibi, ibtidâi gaye için olması da caizdir. Ter ceme birinci ihtimâle göre
yapılmıştır. İkinci veçhe göre mânâ, "avuçlarının içinden omuzlan ve koltuk altlarına
kadar mesnettiler" şeklinde olur.

Teyemmümde, ellerden mesh edilecek kısmın, parmak uçlarından, dirseklere kadar
olduğunda ulema aşağı yukarı müttefiktir. Sadece Zührî'nin bu hadisin zahiri ile amel
ederek koltuğa kadar meshedilmesinin gerektiği görüşünde olduğu nakledilmiştir.



Cumhur, bu hadisle ilgili olarak şöyle demiştir: "Ammâr ve beraberindekiler,
kendilerinde husus ifâde eden bir delil bulunmadığı için el kelimesini zahiri mânâsına
göre tâbir etmişlerdir. Çünkü el, parmak uçlarından koltuğa kadar uzanan uzvun
adıdır. Ama bilâhere, dirseklerden sonraki kışımın sükûtuna dâir icmâ delili meydana
gelmiş geriye kalan kısım yani parmaklardan dirseklere kadar olan uzuv aslı üzere
kalmıştır. Üstelik teyemmüm abdestten bedeldir. Bedel olan birşey bedel kılmana
muhalif olamaz."

İmam Şafiî, -üzerinde durduğumuz hadisteki koltuklara kadar- "mesh ile ilgili haber,
Resûlulah'm emri ile olmuşsa, bu mensûh efendimizin emri ile olmamışsa hüccet yine
Resulullah'm emri olandır." der.

Hattâbî "Dirseklerden yukarısını meshetmenin lüzumlu olmadığı hususunda ulemâ
müttefiktir" demiştir.

Bu hadis-i şerifin zahiri, teyemmümde, biri yüz, diğeri de eller için olmak üzere iki
defa yere vurulacağına delildir. Ulemânın çoğunluğunun görüşü de bu şekildedir.
Atâ, Mekhûl, Dâvûd, Evzâî, Taberî, Ahmed, İshak b. Râhûye ve İbn Munzir'e göre
yüz ve eller için sadece bir vuruş kâfidir. Mâlikiler'e göre eller yere iki defa vurulur,
fakat bunlardan birincisi farz ikincisi sünnettir.

îbn Şîrîn ve İbnu'l-Museyyeb ise, elleri yere üç defa vurmanın şart olduğu
görüşündedirler.

Hanefî ve Şâfiîlere göre teyemmümün farzları, bu babın mukaddimesinde verilmiştir.

£1651



Bazı Hükümler

1. Teyemmüm biri yüz diğeri de kollar için olmak üzere iki vuruşla yapılar.

2. Kollar koltuklara kadar meshedilebilir

£1661

3. Teyemmüm yer yüzü cinsinden bir şeyle yapılabilir.

319. ...Abdülmelik b. Şuayb, İbn Vehb'den önceki hadisin benzerini rivayet etti. îbn
Vehb rivayetinde şöyle dedi:

"Müslümanlar kalktılar ve topraktan bir şey avuçlamadan ellerini yere vurdular." (İbn
Vehb bundan sonra) önceki hadisin benzerini söyledi. Ancak omuzlan ve koltuk

Lİ6U

altlarım zikretmedi. İbnu'l-leys ise, "dirseklerin üstüne kadar..." dedi.
Açıklama

Görüldüğü gibi, bu hadis aşağı yukarı bir önceki hadisin aynısıdır Ancak bu rivayette,
Sahâbilerin toprağı avuçlamadan, sadece yere vurdukları tasrih edilmiş, omuzlar ve
koltuk altlan zikredilmemiştir. Ayrıca İbnu'l-Leys'in rivayetinde dirsek üstlerine kadar

£168]

meshedileceği beyan edilmektedir.

320. ...Ammâr b. Yâsir'den rivayet edilmiştir ki;

Resûlullah (s. a.) yanında Aişe olduğu halde gece yarısından sonra Ulâtü'l-Ceyş



£1691

(denilen yer) de konakladı.

UTffl

(Burada) Aişe'nin Zafâr boncuğundan olan gerdanlığı kayboldu. Ordu tanyeri
ağarmcaya kadar bu gerdanlığı aramakla meşgul oldu. Halbuki yanlarında su yoktu.
Bundan dolayı Ebû Bekir, Aişe'ye kızdı ve, "insanları (yola devam etmekten)
alakoydun. Halbuki onların yanında su yok" dedi. Bunun üzerine Allah Celle
Celâlühü, Resûlullah (s.a.)'a temiz olan yer yüzü cinsinden bir şeyle temizlenme
ruhsatını (teyemmüm âyetini) indirdi. Hemen müslümanlar Resûlullah'Ia
birliktekalktılarıve ellerini yere vurdular, sonra da topraktan bir şey avuçlamadan
kaldırıp yüzlerini ve ellerini üstten omuzlarına, avuç-larmm içinden de koltuk altlarına

um

kadar mesnettiler.

İbn Yahya rivayetinde, îbn Şihâb'm; "insanlar buna (omuzlara ve koltuk altlarına
kadar meshetmeye) itibar etmiyorlar" dediğini ilâve etti.
Ebû Dâvûd dedi ki:

Bu hadis-i şerifi, îbn îshâk da böylece (Salih b. Keysân 'in rivayet ettiği gibi) rivayet
etti ve rivayetinde (Ubeydullah b. Abdillah ile Am-mârb. Yâsir'in arasına) îbn Abbâs'ı
soktu. (îbn îshâk ayrıca) Yûnus'un dediği gibi, "iki defa vurdular" dedi. (Musannifin
bu sözü, Salih b. Keysân 'in "bir defa vurdular"şeklinde rivayet ettiğine delâlet
ediyor.)

Bunu Mâ'mer de Zührî'den "iki vuruş" şeklinde rivayet etti.

Mâlik, ZührVden, Zührî, Ubeydullah b. Abdillah' dan o da babası tankıyla Ammâr'dan
rivayet etti.

Ebû Uveys de aynı şekilde (Mâlik'in dediği gibi Abdullah 'in ilâvesiyle) Zührî'den
rivayet etti.

îbn Uyeyne, Ubeydullah'm babası(nm zikredilip ve zikredilmediği)nde şüphe etti.
Bir seferinde "Ubeydullah'dan o da babasından, veya Ubeydullah'tan, o da îbn
Abbâs'tan" şeklinde, başka bir seferinde i 'babasından "bir seferinde de' 'îbn Abbâs
'tan" şeklinde rivayet etti

Yine îbn Uyeyne, o hadisi Zührî'den duyup duymadığında da tereddüt etti.

Onlardan (Ammâr hadîsini Zührî'den rivayet edenlerden) ismini verdiğim (Yûnus, îbn

um

îshâk ve Ma'mer)den başka hiçbirisi bu hadiste "iki vuruştu zikretmedi.
Açıklama

Görüldüğü S'bibu hadis-i Şerif teyemmüm âyetinin inmesine sebep olan hâdiseyi
anlatmaktadır. Ancak bu mevzudaki rivayetler arasında bazı farklılıklar göze
çarpmaktadır. Bazı rivayetlerde gerdanlığı bütün ordunun aradığı beyân edilirken
bazılarında (317. hadiste olduğu gibi), gerdanlığı arayanların ordudan bir kısmı olduğu
ifâde edilmektedir.

Buhârî ve Müslim'in rivayetinde, Resûlullah Efendimizin, Aişe validemizin uylukları
üzerine başını koyup uyuduğu ve Hz. Aişe'nin, "Beni yola çıkmaktan men'eden şey
(gerdanlığı aramak değil) Resûlullah (s.a.)'m uyluklarım üzerinde oluşudur" dediği
nakledilmektedir.

Ashâb-ı Kiram, teyemmüm ettiklerinde, Resûlullah (s. a.) da teyemmüm etti mi, yoksa



o'nun namazını abdestte mi kıldığı konusunda ihtilâf edilmiştir. Hadisin zahirinden
onun da teyemmüm ettiği anlaşılmaktadır. Fakat îbn Reslân,îbn AbdiIUerr'demnaklen
efendimizin namaz farz kılındıktan sonra bütün namazlarını abdestle kıldığını
nakletmektedir. Buna göre Efendimizin teyemmümünü anlatan haberleri ümmetini
talime hamletmek gerekir.

Görüldüğü gibi bütün bu hadis-i şerifler Kur'ân-ı Kerim'de mücmel olan teyemmüm
âyetini tefsir ve beyân etmektedir. Teyemmümde toprağa vurmanın bir veya iki olması
ve el ve kollardan nerelere kadar mesh yapılacağı hususunda geçen ve ileride gelecek
hadisler ışığında fukahâ üç görüşe ayrılmışlardır. Ayrıca ulemânın ekserisinin kabul
ettiği gibi toprağa vuruş bir değil, her ne kadar bir defa ile iktifa edilebileceğini
söyleyenler ve hatta üç kere vurulmasının gerektiğini söyleyenler var ise de iki defa
olması istikametindedir. Ulemânın mesh konusundaki ihtilâflarını şu şekil de
sıralayabiliriz:

1. Parmak uçlarından omuzlara kadar mesh edilmesi görüşüdür. Bu İmam-i Zuhrî'ye
aittir.

2. Yalnız bileklere kadar meshedilmesi gerekir diyenlerin görüşüdür. Bu da Ammâr b.
Yâsir'den vârid olan sahih bir hadise dayanmaktadır.

3. Dirsekler de dahil dirseklere kadar mesh edilmesi görüşüdür. Bu, Hanefiler de dahil,
cumhurun görüşü oluyor. Bu hususta İmam Dehlevî "İki vuruşla dirseklere kadar
meshedilmesi amel bakımından ihtiyata en uygundur" demektedir.

Buhâri ve Müslim'in rivayetlerinde Hz, Aişe'nin gerdanlığının kayboluşu anlaşılmakta,

£173]

fakat teyemmümün keyfi 1 yetinden söz edilmemektedir.
321. ...Şakîk (r.a.)'den; şöyle demiştir:

Ben, Abdullah (b.Mes'ud) ile Ebû Mûsâ el-Eşârî'nin yanında oturmakta idim. Ebû
Mûsâ;

£1741

Ya Ebû Abdirrahman bir adam cünup olsa ve bir ay su bulamazsa teyemmüm
yapamaz mı? Ne dersin? dedi. Abdullah;

Hayır, bir ay da su bulamasa teyemmüm yapamaz, karşılığını verdi. Bunun üzerine
Ebû Musa:

Peki, Mâide Süresindeki "Su bulamazsanız temiz yer yüzü ile teyemmüm ediniz"
âyetini ne yapacaksın? dedi, Abdullah;

İnsanlara ruhsat verilseydi, suları soğuk gördükleri zaman hemen toprakla
teyemmüme yönelirlerdi. Ebû Mûsâ:

Demek bunu (cünüplükten dolayı teyemmümü)bunun için kerih gördünüz, öyle mi?
Abdullah:

Evet, dedi.Ebû Musa;

Ammâr'm, Hz. Ömer'e (söylediği) şu sözü duymadın mı? "Resûlullah (s. a.) beni bir
ihtiyaç için göndermişti, Cünup oldum, fakat su bulamadım .Bunun üzerine hayvanın
yerde yuvarlandığı gibi yuvarlandım, sonra da Resûlullah sallelahü aleyhi vesellem'e
gelip bu durumu haber verdim. Resûlullah; "Şöyle yapman kâfi idi" dedi ve elini yere
vurup, silkeledi, sonra sol eliyle sağ elinin üstünü, sağ eliyle de sol elinin üstünü daha
sonra da yüzünü mesnetti" Abdullah (b.Mesûd, Ebû Musa'ya cevaben);
Sen de Ömer (b. Hattâb)m, Ammâr'm sözü ile ikna olmadığını bilmiyor musun?



£1751

dedi."



Açıklama

Üzerinde durduğumuz haberin Buhârî ve Müslim'deki rivayetlerinde bazı farklılıklar
göze çarpmaktadır. Ancak bu farklılıklar mânâyı pek değiştirmemekte» laf uzların
ayrılığına rağmen mefhum itibariyle aynı sonuç elde edilmektedir.
Haberin zahirinden anlaşıldığına göre Abdullah b. Mesûd, cünup olan kişinin su
bulunmaması veya suyu kullanma imkânı Olmaması hâlinde teyemmüm
edemiyeceğini söylüyordu. Bu, Ebû Mûsâ el-Eş'ârî'nin kulağına gitmiş ve aralarında,
haberin metninde görülen konuşma cereyan etmiştir. İbn Mes'üd'un cünubün
teyemmümünü kerih görmesi, insanların soğuktan korktukları takdirde guslü bırakıp
teyemmüme yönelmeleri endişesinden doğmaktadır. Buhârî sarihlerinden Kirmânî'nin
beyânına göre, cünubün teyemmüm edebilmesi ruhsatı ile, soğuktan dolayı
teyemmüme yönelmesi arasındaki alâka, suyu kullanmaya kudretinin yetmemesidir.
Suyu kullanmaya gücün yetmemesi, ya suyun bulunmaması veya kullanılmasının
mümkün olmamasıdır.

Ulemânın büyük çoğunluğu, hem abdestsizlik, hem de cünublükten dolayı teyemmüm
edip namaz kılmanın sahih olduğu görüşündedirler ,Dört mezhebin görüşü budur.
Sadece, Ömer b. el-Hattab, Abdullah b. Mesûd ve İbrahim en-Nehaî'den, cünubün
teyemmümle namaz kılamayacağı görüşünde oldukları nakledilmiştir. Yine bunlardan
Hz.Ömer ile îbnMes'ûdunbu görüşlerinden döndükleri de rivayet edilmiştir.
Bu haberin tertibinden, teyemmümde tertibin şart olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü
Ammâr'm haberine göre, Efendimiz önce kollarını meshetmiş, yüzünün meshini
sonraya bırakmıştır. Tertip ise bunun tam aksidir. Hanefî ve Mâlikîlerin
mezheplerinde tertip şart değildir. Ahmed b. Hanbel de büyük hadesten dolayı
teyemmümde tertibe riâyeti şart koşmaz. Yine bu haberden, teyemmüm için ellerde
toz izlerinin bulunmasının şart olmadığı anlaşılmaktadır. Resûlullah Efendimizin
ellerini silkelemesi bu görüş sahiplerini te'yid etmektedir. Ellerde toz izlerinin
kalmasını şart koşanlar bu silkelemenin hafif olduğunu, tozları düşürmediğini
[1761

söylemektedirler.
Bazı Hükümler

1. Cünüplükten dolayı teyemmüm caizdir.

2. Teyemmüm ederken elleri silkelemek caizdir.

3. Teyemmümde tertibe riâyet şart değildir. Gusül için yapılan teyemmüm, abdest için

[1771

yapılanın aynıdır.

[1781

322. ...Abdurrahmânb. Ebza (r.a.)den şöyle demiştir:
Ben Ömer b. el-Hattab (r.a)m yanında idim. Bir adam geldi ve;

(Yâ emire'l-mü'minin) biz bir iki ay bir yerde kalıyoruz. (Cünub oluyor su
bulamıyoruz, ne yapalım?) dedi. Hz. Ömer;



Ben olsam su buluncaya kadar yıkanmam, cevabını verdi. (Orada bulunan) Ammâr
şöyle dedi:

Yâ emir'el-mü'minin, hatırlıyor musun? Hani senjnle deve (gütmek) de idik de ikimiz
de cünup olmuştuk. Bunun üzerine ben yerde yuvarlandım.Resûlullah (s. a) a gelip
durumu söyledim. Resûlullah;

"Şöyle yapman sana yeterdi" buyurdu ve ellerini yere vurdu, sonra onlara üfledi.
Sonra da elleriyle yüzünü ve kolunun yansına kadar ellerini mesnetti. Hz. Ömer:
Yâ Ammâr Allah'tan kork! dedi. Ammâr da:

Yâ Emirel-mü'minin, eğer sen istersen vallahi bunu ebediyyen (bir daha) söylemem,
dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer:

Hayır, vallahi bundan (teyemmüm hadisesinden) üzerine aldığın sorumluluğu sana
Lİ791

bırakıyorum, dedi.

Haberden anlaşıldığına göre, bir adam Hz. Ömer'e gelerek kendilerinin çok az su
bulunan bir yerde olduklarım, bu yüzden bazan yıkanabilmek için bir iki ay su
bulamadıklarını, bu durumda ne yapmaları gerkektiğini sormuş. Hz. Ömer de"Ben
olsam su buluncaya kadar yıkanmam" diyerek bu durumda namaz Alamayacaklarını
söylemiş; orada bulunan Hz. Ammâr başlarından geçen bir hâdiseyi hatırlatarak, böyle
hallerde teyemmüm yapılabileceğini belirtmek istemiştir. Ancak Hz. Ömer bu
hâdiseyi hatırlayamamış ve bu istikâmetteki birfetvânm vebalinin Ammâr'a ait
olacağını söylemiştir.

Bu hadiste Resûlullah'm, ellerini yere vurduktan sonra üflediği beyân edilmektedir ki
önceki hadiste de ifâde edildiği üzere teyemmümde elde toz bulunmasını şart
koşmayanların görüşlerini te'yid eder. Karşı görüşte olanlar, bu üflemenin, tozu
uçurmayacak şekilde hafif olduğunu söylemişlerdir.

Yine hadis-i şeriften, teyemmümde bir vuruşun yeterli olduğu anlaşılmaktadır.
Nitekim, bazı âlimlerin bu görüşte oldukları daha evvel beyân edilmişti. İki vuruşun
farz olduğu görüşünde olanlar, bu hadis-i şerifi şu şekilde anlamışlardır: "Bu ve
bundan önceki hadis, meshin nasıl yapıldığını beyân içindir. Teyemmümle ilgili bütün
esasları ifade etmemekdedir. Cenab-ı Allah, abdestte elleri dirseklere kadar yıkamayı

[İM

"yüzünüzü ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayınız" ayet-i kerimesi ile farz

um

kılmıştır. "Teyemmüm'de de meshi "yüzünüzü ve ellerinizi mesh ediniz" ayeti
ile vacip kılmıştır. Teyemmüm âyetinde mutlak olarak zikredilen el, abdest âyetinde
"dirseklere kadar" diye kaydedilen eldir.Bu açık beyân ancak bunun kadar açık bir
beyanla terkedilebilir ki, o da yoktur. Öyleyse teyemmümde ellerin mes-hedileceği
miktar, "dirseklere kadar"dır. Bu ifâdeler, ayrıca teyemmümde, ellerin bileklere kadar
meshini yeterli görenlere de bir cevap mahiyetindedir.

Hafız İbn Hacer el-Askalânî Buhârî şerhi Fethu'l-Bârî'de teyemmümde vacip olan
şeylerin bu hadiste anlatılanlar olduğunu, bunlara ilave olarak fiilen yapılan şeylerin
kemâle delâlet ettiğini, kavli bir ziyâdenin de mevcut olmadığını söylemektedir.
Ammâr (radıyallahü anh)m bu kıssası Resûlullah (s.a.) zamanında içti-Mdm caiz
olduğuna ve bunun fiilen tatbik edildiğine delildir. Fakat konu, usûl âlimleri arasında
ihtilâflara yolaçmıştır.Kimi, Resûlullah (s.a.) devrinde içtihadın mutlak olarak caiz
olmadığını; kimi, Efendimiz'in gıyabında caiz olduğunu, huzurunda caiz olmadığını
söylerken bazıları da Efendimizin hem huzurunda hem de gıyabında içtihadın caiz



olduğu görüşünü benimsemektedirler. Menhel sahibinin beyânına göre esah olan, her

£182]

hâlükârda cevazıdır.



Bazı Hükümler

1. Öğreticinin, öğreteceği şeyleri en iyi metotla karşıdakine aktarması lâzımdır.

2. Teyemmümde bir vuruş kâfidir. Tafsilat yukarıdaki hadislerin şerhinde
açıklanmıştır. Bu hadis de bir vuruş ile kifayet edilir diyenlere delildir.

3. Yere vurduktan sonra ellere üflemek caizdir.

4. Ashâb-ı kiramın, Resûlullah zamanında ictihâd ettikleri vakîdir.

5. Müctehid bütün gayretini sarfettikten sonra hata ederse, bu hatadan dolayı

0831

kınanamaz.

323. ...Abdurrahman b. Ebzâ; Ammâr b. Yâsir'den bu hadis-i şerifi (şu şekilde) rivayet
etti:

"Resûlullah (s.a.)î

"Ya Ammâr, şöyle yapman sana yeterdi" buyurdu Ve ellerini bir kere yere, sonra da
birini diğerine vurdu. Sonra yüzünü ve dirsekleri aşmadan kollarını, yarısına kadar

Lİ841

mesnetti."

Ebû Dâvûd dedi ki; Bu hadisi Veki' Ameş-Seleme b. Küheyl- Abdurrahman b. Ebzâ
senediyle; Cerîr de A 'meş-Seleme b, Küheyl-Said b. Abdirrahman b. Ebzâ ve babası

1185]

(Abdurrahman b. Ebzâ) senediyle rivayet etti.
Açıklama

Bu hadis bazı küçük farklarla önceki hadisin tekrarı gibi görünmektedir. Ancak bu
rivayette Resûlullah in teyemmümü beyan etmesine sebep olan hâdise yer almamıştır.
Bir de Efendimizin yere bir defa vurduğu ve kollan meshederken dirsekleri aşmadığı
açıkça ifâde edilmiştir.

Müellifin, sonraki ziyâdeyi kitabına almaktan maksadı A'meş'in talebeleri arasındaki

£1861

ihtilaflara işaret etmektir.
Bazı Hükümler

1. Teyemmümde yere bir vuruş kâfidir

2. Dirsekten mesh etmek şart değildir. Ancak teyemmüm abdestten bedel olduğu için

£1821

hanefîlere göre dirsekler de meshedilmelidir.

324. ...Abdurrahman b. Ebzâ'nm oğlu, babası vasıtasıyla Ammâr (r.a.)dan bu (önceki
hadislerde geçen)kıssayı rivayet etti. A Bu rivayete göre) Resûlullah (sallellâhü aleyhi
vesellem): "Sana sadece (şu) yeterdi" buyurdu ve elini yere vurup ona üfledi sonra da



£1881

yüzü ve ellerini mesnetti.

(Şube dedi ki); Seleme şüphe etti ve "Bu hadiste, dirseklere kadar mı, yoksa bileklere

£1891

kadar (manasına gelen bir şey) mi (dediğini) bilmiyorum" dedi.
Açıklama

Bu rivayet de, öncekilerle aynı mânâyı ifâde emektedir. Ancak bu rivayette: Seleme,
Rasûlullah (s.a.)'m ellerini dirseklerine kadar mı, yoksa "ellerine kadar" mânâsına
gelen başka bir mafsala kadar mı, meshettiğini bilmediğini kaydetmiştir. Ancak
Seleme "ellerine kadar" mânâsı ifâde eden sözü, lâfzan, hatırlayamadığını fakat bu

£1901

manayı ifâde eden bir söz olduğunu söylemiştir.

325. ...Şube bu (önceki) hadisi ayrı isnatla rivayet etti ve şöyle dedi: (Ammâr) dedi ki;
"Resûlullah (s. a.) sonra eline üfleyip, onunla (elleriyle) yüzünü ve dirseklere -veya
kollara- kadar ellerini mesnetti."

Şube dedi ki;

"Seleme, (Resûlullah) ellerini, yüzünü ve kollarım (mesnetti)" derdi. Bir gün Mansûr
kendisine "söylediğine dikkat et çünkü kolları (Zerr b. Abdullah'ın talebelerinden)

£191]

senden başka hiç biri söylemedi" dedi.
Açıklama

Bu Dâvûd bu rivayeti Sünen'e almaktaki maksadı, yukarıda Seleme'nin lâfzını
hatırlayamayıp mânâsıyle naklettiği sözün,"Kollara kadar" ibaresi olduğuna işaret

£192]

etmektir. Ancak bu ilâveyi sadece Seleme, bazı rivayetlerinde zikretmiştir.

326. ...Abdurrahmân b. Ebzâ bu (yukarıda geçen) hadisi Ammâr' dan, rivayet etti. Bu
rivayetinde Ammâr der ki:

"Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:

Ellerini yere vurup onlarla yüzünü ve ellerini meshedivermen sana yeterdi." Ammâr
(bunu dedikterî sonra) hadisin tamamım nakletti.
Ebû Dâvüd dedi ki;

Bu hadisi Şu'be, Husayn'den, o da Ebû Mâlik'ten şöylece rivayet etti: "Ammâr'ı
(Önceki hadisin) benzerini söylerken işittim. Ancak o "üflemedi" dedi."
Bu hadisi, Huseyn b. Muhammed ve Şu 'be 'den o da Hakem 'den: (Ammâr),

£193]

"Resûlullah ellerini yere vurdu ve üfledi dedi" şeklinde rivayet etti.
Açıklama

Bu rivayet de aşağı yukarı öncekilerdeki mefhumu içine almaktadır. Ne var ki, önceki
rivayetlerde Efendimizin, teyemmümü bizzat yaparak tarif ettiği beyân edilirken,



bunda lisânen tarif ettiği anlaşılmaktadır. Ayrıca, bu rivayette ellerde meshin son
haddi beyân edilmemektedir.Herneıkada A bazı âlimler bu hadisin elleri bileklere'kadar
mesh etmeyi kâfi görenlerin görüşünü te'yid ettiğini söylemekte ise de, buna delâlet
eden açık bir ifâde yoktur. Çünkü dirseklere kadar mesh de elleri içine alır.
Ebû Dâvûd bu hadisi Müsedded'den,bundan önceki rivayetleri ise, başa doğru sırayla,
Ali b. Selh er-Remlî, Muhammed b. Beşşâr, Muhammed b. Ali, Muhammed b. Kesir

£1941

eli -Abdı ve Muhammed b. Süleyman el-Enbârî isimli hocalarından almıştır.

327. ...Ammâr b. Yâsir'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Resûlullah (s. a. Ve
teyemmümü sordum. Bana hem yüz, hem de eller için bir defa vurmamı

[1951

emretti."
Açıklama

Bu hadisin zahirine göre, yüzü ve elleri meshetmek için yere bir kere vuruş yeterli
olmaktadır. Ellerin meshedilmesinde son bir had zikredilmediği için de sadece ellerin
meshi kâfi gibi görünmektedir.

Yere iki kere vurmayı ve dirseklere kadar meshetmeyi şart koşanlar, bu hadisi şöyle
te'vil etmişlerdir: "Daha önce Ammâr'm teyemmümde iki kere vurmaya işaret eden
rivayetinde olduğu gibi bu hadisin manası bir kere yüz bir kere de eller için vurmanı
emretti" şeklindedir. Bu hadis-i şerifte sadece eller zikredilmiş ise de, dirseklere kadar
meshi işaret eden hadisler ve teyemmümün abdeste bedel olması keyfiyeti ellerin
dirseklere kadar meshedileceği hükmünü ortaya koymaktadır.
Tahâvî, Şerhu Meânil-Asâr'da bu hususa işaretle şunları söylemektedir;
"Teyemmüm hakkındaki rivayetlerin farklılığı ve ulemânın ihtilâfından dolayı bu
görüşlerden sahih olanı ortaya çıkarmak için düşündük ve gördük ki, teyemmüm,
Cenab-ı Allah'ın zikrettiği abdest azalarından bazılarını düşürmüştür. Meselâ, baş ve
ayakların teyemmümde meshine lüzum yoktur. Ancak meshedilmeme o uzvun bir
kısmını değil, tümünü içine almaktadır. Yani teyemmümde meshedilmesi gerekmeyen
uzvun tümü hükmün dışında bırakıldığı gibi, meshedilecek uzvun da tamamı hükmün
içine girmekdedir. Abdest de yüzün tamamını yıkamak gerektiği gibi, teyemmümde de
yüzün tamamını meshetmek lâzımdır Aynı şekilde, nasıiki abdestte elleri dirseklere
kaçlar ykamak icabediyor ise teyemmümde de dirseklere kadar meshetmek gerekir."

Lİ961

Bu konuda söylenecek en güzel söz bu olsa gerektir.

328. ...Katâde'ye seferde iken teyemmümün hükmü soruldu. Katâde;

Bana bir muhaddis Şâ'bî'den, o Abdurrahman b. Ebzâ'dan o da Ammâr b. Yâsir'den
(Ammâr'm) şöyle dediğini haber verdi:

£1971

"Resûlullah (s.a.) (bana yüzü ve) dirseklere kadar (elleri) meshetmemi emretti."
Açıklama

Bu rivayet elleri dirseklere kadar meshetmeyi şart görenlerin görüşlerim te'yid



etmektedir.

Katâde'nin kendisinden hadis aldığı muhaddisin ismini söylememesi hadisin sıhhatine
mâni değildir. Çünkü bu zat onun katında güvenilir bir kimsedir. Nitekim, Buhârî'nin

£198]

de bu şekilde rivayet ettiği hadisler vardır.
122. Hazarda Teyemmüm

329. ..İbn Abbâs (r.anhümâ)'nm azatlısı Umeyr şöyle demiştir:

"Resûlullah (s.a.)'uı zevcesi Meymune (r.anhâ)'nm azatlısı Ab-durrahman b. Yesâr'la

£1991

birlikte geldik ve Ebû Cuheym b. Haris b. Simme el-Ensâri'nin yanma girdik.
Ebû Cuheym şunları söyledi:

Resûlullah (s. a.) Bi'ri Cemel tarafından geliyordu. Kendisine bir adam rastlayıp selâm
verdi. Fakat Resûlullah selâmını almadı. Bir duvara gelip yüzünü ve ellerini meshetti

r2001

sonra da adamın selâmını aldı."
Açıklama

Bu hadis-i şerifin ana mezvuu, şartların elverdiği takdirde seferde olduğu gibi hazarda
da teyemmümün caiz olduğudur.

İkinci husus ise Hz. Peygamber'in selâmı almak için de teyemmüm etmeleri
hususudur. Halbuki yine ittifakla kabul edilen hükme göre selâm alan birinin abdestli
veya teyemmümlü olması gerekmez. Abdestsiz bir kimse de selâm alabilir. Ancak
burada Peygamber (s.a)'m tahâretsiz gezmemeye ve zikruilah olan selâmı da taharet
üzere almasma itinası görülmektedir ve bunda ümmeti teşvik vardır. Bu husustaki
hadisler ilerde gelecektir.

Resûlullah sallellâhü aleyhi vesellem'in, Medine'nin yakınındaki Bi'r-i Cemel denilen
yerden gelirken karşılaş ip abdesti olmadığı için selâmına karşılık vermediği şahabı,
Ebû Cuheym'in, Begavî'deki rivayetinden anlaşıldığına göre, kendisidir. Bu hâdise,
Medine içinde vuku bulduğu için seferde olduğu gibi hazarda da teyemmümün caiz
olduğuna delildir. Dört mezhebin muteber görüşü de budur.

Peygamber (s.a.)'m teyemmüm yaptığı duvar, ya vakıf gibi mubah bir maldır ya da
Efendimiz, sahibinin rızâsı olacağını bildiği için izin almak ihtiyacını hissetmedi. Rıza
hâlinde sahibine sormadan bir kimsenin malından istifade etmek müslümanlara
caizdir.

Resûlullah (s.a.)m bu teyemmümünü bazı âlimler suyu bulamadığına hamletmişlerdir.
Aynî şöyle der:

"Şeyh Muhyiddin; Bu hadis, Peygamber aleyhisselâmm suyu bulamadığına
hemledilir. Çünkü suyun bulunması halinde, onu (suyu) kullanmaya muktedir olan
kimsenin ister vakit dar, ister geniş, ister cenaze ve bayram namazı olsun,
teyemmümün caiz olmadığını söylemiştir. Ben de derim ki, hadis mutlaktır. Bundan
selâm almak gibi bir şey için, su bulunsa da bulunmasa da teyemmüm etmenin caiz
olduğu anlaşılır. Vaktin çıkmasından korkulduğu takdirde cenaze ve bayram namazları
için de hüküm budur. Yani su olsa bile teyemmüm yapılabilir. Onun için hadisi, suyun
bulunmadığına hamletme mecburiyeti yoktur."



Begavî, Şâfıtlerden naklen, vaktin darlığı hâlinde teyemmüm ederek farz namazın
kılınacağını, sonra abdest alarak o namazın kaza edileceğini söylemişse de bu Şafiîler
arasında pek muteber değildir. Hatta onlara göre vaktin daralması sebebiyle cenaze ve
bayram namazları için bile (su bulunduğu takdirde) teyemmüm edilemez.
Hanefilere göre, hüküm yukarıda Aynî'den naklettiğimiz gibidir. Vaktin çıkması
korkusuyla vakit ve cuma namazı için teyemmüm yapılamaz. Fakat cenaze ve bayram
namazı için caizdir. Ayrıca Hanefî âlimlerinden bazıları bu hadise dayanarak, suyu
kullanma imkânı olduğu halde mendup olan abdestin yerine teyemmümün caiz
olduğunu söylemişlerdir.

Yine bu hadis taş üzerinde teyemmüm caiz olduğu görüşünü de te'yid etmektedir.
Çünkü Medine'nin duvarları taş ile yapılmakta idi. Resûlullah öyle bir duvarda
teyemmüm yaptı. Teyemmüm için tozu şart koşan Şafiîler . hadisi duvarda tozun

[201]

bulunduğuna hamletmişlerdir.
Bazı Hükümler

1. Hadis, selâmın meşru oluşuna delildir.

2. Selamı alırken, teyemmümle de olsa taharet üzere bulunmak müstehabtır.

r2021

3. Duvar ve taş üzerine teyemmüm yapmak caizdir.
330. ...(Abdullah İbn Ömer'in azatlısı) Nâfi' demiştir ki;

Bir ihtiyaç içinîbnömer'leberaber İbn Abbâs'a gittik. İbn Ömer, (İbn Abbas'la ilgili
olan) ihtiyacım giderdi, (sonra döndük). İbn Ömer o günkü konuşması arasında şöyle
dedi:

(Medine) yollar(m)dan birinde bir adam büyük veya küçük ab-destinden çıkmış olan
Resûlullah (s.a.)'a rastlayıp selâm verdi. Fakat Efendimiz selâmını almadı. Adam
nerde ise sokakta kayboluyordu (uzaklaşmıştı) ki, Peygamber (s. a.) ellerini duvara
vurdu yüzünü mesnetti. Sonra tekrar vurdu, kollarını meshetti, sonra da adamın selâ-
mını iade edip şöyle buyurdu:

[2031

"Selâmını almadığıma sebep abdestsiz olmamdan başka bir şey değildir."
Ebû Dâvûd dedi ki;

Ahmed b. Hanbel'i, "(Bu hadisin râviierinden olan) Muhammed b. Sabit teyemmüm
hakkında münker bir hadis rivayet etti" derken işittim. (Ebû Davud'un talebeleriden)
îbn Dâse de şöyle demiştir:

Ebû Dâvûd; "Bu kıssadaki yere iki defa vurmanın Resûlullah aleyhisselâmdan
nakledildiğinde Muhammed b. Sabit'e mutâbeat edilmemiştir. (Başkaları) onu İbn

r2041

Ömer'in fiilî olarak rivayet etmişlerdir" dedi.
Açıklama

Musannifin bu son ilâveleri yapmaktan maksadı habisin zayıf-lığma işarettir. Aynî,
Buhârî'nin, Muhammed b, Sâbit'in bu hadisi Resûlullah'a kadar ref etmesini red
ettiğini söylerken, Hattâbî de Muhammed b. Sâbit'in> hadisi ile amel edilemeyecek



kadar zayıf bir râvi olduğunu, bu yüzden bu hadisin sahih olmadığını kaydeder.
Beyhakî ise, bazı Hafızların bu hadîsin Resûlullaha ref ini inkâr ettiklerini,bir gurubun
da bunu Nâfî'den İbn Ömer'in fiilî olarak rivayet ettiklerini söylemiştir. Daha sonra bu
hadisin ref inin münker olmadığını, Müslim b. İbrahim'in Muhammed b. Sâbit'i övüp
ondan rivayette bulunduğunu ilâve etmiştir.

Resûlullah (s.a.)'m yolda karşılaştığı sahâbînin kim olduğu bu hadiste tasrih
edilmemiştir. Fakat eğer bu hâdise, evvelki hâdis-i şerifte beyân edilen hâdisenin
aynısı ise, o zatın Ebû'l-Cuheym olması gerekir.

Efendimizin bu zâtın selâmını almaması hadis-i şerifte de beyân edildiği üzere abdesti
olmadığından dolayıdır. Bu konuda Aynî, İbn'l-Cevzî'nin şöyle dediğini söylemiştir:
"Ya, Selâm Allah'ın isimlerinden biri olduğu için, Resûlullah abdestsizken selâm
almayı doğru bulmamıştır, ya da önceden hüküm bu iken sonradan değişmiştir." ,
Tahâvi, şerhinde ise "Abdestsiz iken selâm aimayı men'eden hadis ab-dest âyeti ile
neshedümiştir.ıBu hükümün"Resûlullah her zaman Allah'ı zikrederdi" mealindeki Hz.

[205]

Aişe hadisi ile neshedildiği de söylenmiştir" denilmektedir.

331. ...Nâfıjbn Ömer(r.ahumâ)mşöyle dediğini rivayet etmiştir:

Resûlullah (s. a.) def-i hacetten gelmişti ki,Bi'r-i Cemel'in yanında bir adam (Ebû
Cuheym) kendisi ile karşılaşıp selâm verdi.

Resûlullah hemen selâmım almadı. Ancak duvara yönetip de, elini üzerine koyup

T2061

yüzünü ve ellerini meshettikten sonra o zatın selâmını aldı.
Açıklama

Bu hadis-i şerifin diğerlerinden farklı olan tarafı Peygamber (s.a.)'m duvara kaç defa

el sürdüğünün belirtilmemesidir.

îbn Mâce ise bu konuda şöyle bir hadis nekletmektedir:

"Resûlullah (s.a.) bevlederken birisi yanından geçti ve selâm verdi. Resûlullah
selâmını almadı. Hacetini bitirince, yere iki elini vurdu, teyemmüm etti, sonra da
selâmım aldı."

Bu rivayet ise, bir önceki Muhammed b. Sâbit'in merfu denilen hadîsini desteklemekte
ve merfu olduğunun inkâr edilmemesinin uygun olacağı istikametindedir. Ayrıca

r2071

Münzirî de bu hadis-î şerife basen demiştir.
123. Cünübün Teyemmüm Etmesi
T2081

332. ...Ebû Zerr (r.a.)'den demiştir ki;

"Resûlullah (sallellâhü aleyhi vesellem)in yanında (gelen zekâtlardan) küçük bir
koyun sürüsü birikti. Resûlullah (s.a.):

"Yâ Ebâ Zer, bu sürüyü (gütmük üzere) kıra götür", buyurdular.

f2091

Ben de Rebeze köyüne sürdüm. Ben cünup oluyor ve (su olmadığı için
yıkanamadan) beş altı (gece) kalıyordum. Nihayet Resûlullah (s.a.)a geldim:



"Sen ha Ebü Zer" (bu halin ne!)? buyurdular. Ben (cevap vermeden) sustum.
Efendimiz;

"Ya Ebâ Zer, Anan acını görmesin yazık anana" buyurdu ve benim için siyah bir
câriye kız çocuğu çağırdı. Câriye, içerisinde su dolu bir kova getirdi, beni (bir taraftan)
bir örtü ile gizledi. Ben de (öte yandan bir) devenin arkasına geçerek gizlendim ve
yıkandım. Üstümden bir dağı atmış gibi oldum. Bilâhere Resûlullah (s. a.) şöyle
buyurdu:

On seneye kadar bile olsa temiz toprak müslümanm abdest suyu (temizleyicisi)dur.
Ancak suyu bulduğun zaman onu bedenine dök, (guslet). Çünkü bu daha

hayırlıdır."

Müsedded, "Sürünün zekâtlardan biriktiğini" söylemiştir. (Tercemede de bu
gözönünde bulundurulmuştur.)

mm

Ebû Dâvûd, Amr (İbn Avn )m rivayeti daha tamdır, dedi.
Açıklama

Hadis-i şerifin siyakından anlaşıldığına göre, kıra koyun gütmek üzere giden Ebû
Zerr-i Gıfârî cünup olmuş, su bulamadığı için beş altı gün yıkanamamış ve
namazlarını bu halde kılmıştır. Ancak bu durum kendisini rahatsız etmiş ve Resûlullah
(s.a.)'a gelerek halini haber vermiştir. Resûlullah, Ebû Zerr'in durumunu yadırgayarak
"Sen ha, Ebû Zer?!" buyurmuş Ebû Zer ise utandığı için susmuştur. Bu hadisten sonra
gelecek olan rivayette ise, Ebû Zer Resûlullah'm sorusuna "Evet" diyerek mukabelede
bulunmuştur. Bu iki rivayet birleştirildiği takdirde, Hz. Ebû Zerr'in önce sustuğu daha
sonra da meselenin hükmünü öğrenmek için "evet" diyerek mukabelede bulunduğu
anlaşılır.

Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Anan oğulsuz kala, yazık senin anana" buyurmuştur.
Bu mânâyı ifade eden deyimi, bir beddua olabileceği gibi "Sen bu hâle

geldikten sonra ölseydin daha iyi idi" manasına da gelebilir. Buradaki söyleniş beddua
manasına olmayıp, ayıplama, kınama mânâsına olması akla yakındır. Bu bakımdan
tercümede bu deyimleri, "Anan acını görmesin, yazık senin anana!" diye çevirdik.
Resûlullah (s.a.)a bunu söyledikten sonra, Ebû Zerr'in gusletmesi için siyahı bir
cariyeyi vazifelendirmiş, daha sonra da suyun bulunmaması halinde teyemmümü
tavsiye etmiştir.

Hattâbî bu hadis hakkında şunları söylemektedir:

"Teyemmüm eden bir kimsenin bu teyemmümü ile birden fazla namaz kılmasını caiz
gören Hanefîler, bu hadis-i şerifi delil alırlar. Ayrıca her hâlü kârda ister namaz içinde,
ister dışına suyun bulunması ile, teyemmümle yapılan taharetin bozulacağı da hadisin
hükmü içindedir.

"Vücûdunun tamamına su yetişmediği takdirde yetiştiği kadarını yıkayıp geri kalan

uzuvların ise, teyemmüm edileceği görüşünde olanlar da bu hadise dayanırlar.

"Aynı şekilde, bazı uzuvlarında yara olanların, yaralı kısımları teyemmüm edip, kalan

kısımları yıkayacağını ve şehir içerisinde cenaze ve bayram namazı için de olsa

teyemmümü caiz görmeyen Şâfıîler için de bu hadis hüccettir."

Efendimizin "on seneye kadar bile olsa" sözünün mânâsı, belirli bir süre ile tahdit

etmek olmayıp uzun süre yapılabileceğini ifade etmektir, "on seneye kadar bir



teyemmüm kâfidir" demek değildir.

Ancak Hattabî'nin söylediği şeylere hadisin delâleti açık değildir. Nitekim Buhârî
şârihi Aynî, Hattabî'ye itiraz ederek şöyle der:

"Bu hadis, mübdel ile (teyemmümle) mübdelün minh olan (guslün) birleştirilerek bir
taharet yapılacağı anlamına gelmemektedir. Cildin bir kısmını yıkamak, bir kısmını da
teyemmüm etmek Efendimizin "onu bedenine sür" sözünün neresinden anlaşılır? İbare
asla buna delâlet etmez. Bilakis bu Şâfiîlere karşı bizim için bir hüccettir. Çünkü
"suyu bulduğun zaman" sözü gusül veya abdeste yetecek kadar suyu bulduğun zaman
onu bedenine sür, demektir. Zira Efenimiz, (s. a.), "su" kelimesini harf-i tarifle
söylemiştir ki, bu tam olanı içine alır. Dolayısıyle abdest veya gusle yetmeyecek kadar
su bulunursa, teyemmüm yapılır. İhtiyaca kâfi gelmediği takdirde suyun varlığı ile
yokluğu arasında fark yoktur. Aynı şekilde bir kimse su bulduğu halde, kullandığı
takdirde kendisinin veya hayvanının susuz kalacağından korkarsa, su bulamamış
gibidir. Yani teyemmüm yapar.

"Şehir içinde, cenaze veya bayram namazları için teyemmüm edilmeyeceği istidlali de
sahih değildir. Çünkü sadece suyu bulmak kâfi değildir. Şart olan onu kullanmaya
muktedir olmaktır. Cenaze hazır olup da ona yetişe-meyeceğinden korkan kişi, suyu
kullanmaya gücü yetmiyor demektir. Ama abdest alıp cenazeye veya bayram
namazına yetişebilecekse teyemmüm edemez. Bu mes'ele Hanefi fıkıh kitaplarında
açıktır."

Yukarıda Hattâbî'den naklettiğimiz Şâfıîlerin; Aynî' den naklettiklerimiz de Hanefîlerin
görüşleridir» Onun için mesele hakkında mezheplerin görüşlerini ayrıca tekrarlamaya

[212]

lüzum görülmemiştir.
Bazı Hükümler

1. Malın korunması ve artırılması için gayret sarfedilmelidir.

2. İdarecinin, idaresi altmdakileri gerektiği şekilde eğitmesi uygundur.

3. Küçüğün büyüğe hizmeti meşrudur.

4. Avret mahallin'in örtülmesi lâzımdır.

5. Suyun bulunmaması halinde gusül için de teyemmüm meşrudur. Bu teyemmüm de
abdest yerine yapılan teyemmüm gibidir.

6. Teyemmüm eden kişi bu teyemmümle birden fazla namaz kılabilir. Bu, Ebû
Hanîfenin görüşüdür.

7. Su bulunduğu zaman teyemmüm bozulur.

mu

8. Teyemmüm hususunda abdestsiz olanla cünup olan arasında fark yoktur.

[2141

333. ...Benû Amir'den bir zatın, şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"İslama (yeni) girmiştim. Dinim beni gayrete getirdi. (Dini konulara sarıldım). Ebû

Zerr'e geldim. Ebû Zerr şöyle dedi:

Medine'nin havası bana dokundu. Resûlullah (s.a.) bir zevd (üç yaş ile dokuz yaş
arasındaki deve) ile bir koyun (almamı) emretti ve "Sütlerinden iç " buyurdu.
Hammad dedi ki: "(Şeyhimin) idrarından da iç (deyip demediğinde) şüphe ediyorum. "



Ebû Zerr devamla şöyle dedi:

Ben sudan uzakta idim, ve hanımım da benimle beraberdi. Bu yüzden cünup oluyor ve

abdestsiz namaz kılıyordum. (Bir gün) öğle vakti Resûlullah (s.a.)'a geldim. Efendimiz

ashabından bir cemaat içinde mescidin gölgesinde idi. (Beni görünce):

(Ne bu halin) Ebû Zerr? buyurdu.

Evet, ya Resûlullah helak oldum, dedim. Resûlullah:

"Seni helak eden nedir? "diye buyurdu.

Ben sudan uzakta idim ve ailem benim yanımda idi. Bu yüzden cünup oluyor ve
abdestsiz namaz kılıyordum, dedim. Resûlullah (s. a.) benim için su getirilmesini
emretti ve siyah bir câriye (kız çocuğu)içinde su çalkalanan bir kap getirdi. Tam dolu
olmayan o su kabını alıp devemin arkasına gizlenip yıkandım ve (geri) geldim.
Resûlullah (s. a.) şöye buyurdu:

Ey Ebâ Zerr, on seneye kadar bile su bulamazsan muhakkak temiz toprak

[215]

temizleyicidir suyu bulduğun zaman suyla yıkan (guslet).
Ebû Dâvûd şunları ilave etti:

Bunu Hammâd b. Zeyd, Eyyûb'dan "idrarlarını" zikretmeden rivayet etti.
(Bu hadiste) "idrarlarını" sözü sahih değildir. "İdrarlar" (lâfzı) hakkında Enes

12161

hadisinden başkası yoktur. Onu da sadece Basralılar rivayet etmiştir.
Açıklama

Görüldüğü gibi bu rivayet, önceki hadisle hemen hemen aynıdır. Fazla olarak bu
rivâyette, Ebû Zerr (r.a.)m koyunla birlikte bir de deve götürdüğü ve ailesi yanında
olduğu için cünüplüğün temas neticesinde meydana geldiği anlaşılmaktadır. Buna
göre, teyemmümâle temizlenilen cünüplüğün isteyerek olması ile elde olmadan olması
arasında fark yoktur.

Hammâd'm şüphe olarak belirtdiği fakat Enes hadisinde açıkça ifade edilen "idrariarı"
kelimesindenjmam Mâlikle İmam Ahmed, deve ve buna kıyasla eti yenen
hayvanların idrarlarının temiz olduğu hükmüne varmışlardır.

Hanefî ve Şâfiîlere göre eti yenen ve yenmeyen bütün hayvanların idrarları ve tersleri
pistir. "İdrardan sakınınız. Çünkü kabir azabının çoğu, idrardandır" hadis-i şerifinin
umumu delil olarak kabul edilmiştir. Bu görüş sahipleri, adı geçen Enes hadisi ile
yapılan istidlale, Efendimiz (s.a.)in vahy ile şifâ vereceğini bildiği için tedâvî
maksadıyle idrarı süte karıştırarak içmeyi emrettiğini söyleyerek cevap vermişlerdir.
Resûlullah (s.a.)uı, "Muhakkak temiz toprak temizleyicidir" beyânının mutlak
oluşundan, teyemmüm hususunda yolcu ile yolcu olmayan arasında fark olamadığı,
zaman uzasa bile suyu kullanma imkânı olmadığı takdirde teyemmümün caiz olduğu
anlaşılmaktadır. Çünkü Efendimiz teyemmümün cevazı için bir mekân tayin

um'

etmemiştir.

124. Soğuktan Korktuğu Zaman Cünub Teyemmüm Edebilir Mi?
334. ...Amr b. el- As (r.a.)den demiştir ki;



"Zâtü's-selâsil gazvesinde iken soğuk bir gecede ihtilâm oldum. Gusledersem helak
olacağımdan korkup teyemmüm ettim ve arkadaşlarıma (orduya) sabah namazını
kıldırdım. (Medine'ye döndükten sonra) bunu Resûlullah (s.a.)'a haber verdiler.
Resûlullah (s. a.):

"Ya Amr, sen ashabına cünup olarak mı, namaz kıldırdın? dîye sordu.
Beni yıkanmaktan alıkoyan şeyi haber vererek şöyle dedim;

Ben Cenab-ı Allah'ın şöyle buyurduğunu işittim: "Kendi kendinizi öldürmeyiniz,

12181

muhakkak Allah size karşı merhametlidir." Bunun üzerine Peygamber (s.a.)

[2191

güldü, hiç bir şey demedi.

Ebû Üâvûd dedi ki; Abdurrahman b. Cubeyr Mısırlı 'dır, Hârice b. Huzâfe'nin

T2201

azathsıdır. Cubeyr b. Nufeyr değildir.
Açıklama

Zâtü's-selâsil gazvesi h. 8. senede yapılmıştır. Müşrikler, içlerinden bazılarının korkarak
kaçmalarından çekindikleri için birbirlerine zincirlerle bağlanmışlardı.Bu yüzden bu
isimle anılmaktadır.Bu isim hakkında başka görüşler varsa da meşhur olanı budur. Bu
gazve hakkında kısaca şu bilgileri yazalım:

Kuzâa Kabilesinden bir gurup toplanarak Medine civarına yaklaşmak isdediler.
Resûlullah (s.a.) Amr b. As'ı çağırarak üç yüz kişi ile düşmana karşı gönderdi. Amr,
onlara yaklaşınca çok kalabalık olduklarını öğrendi ve Hz. Peygamber'den yardım
istedi. Efendimiz de içlerinde Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer de bulunan iki yüz kişilik
bir kuvvetle Ebû Ubeyde'yi gönderdi. Müslümanlar, düşmana şiddetli bir hamle
yaptılar. Onlar da korkarak dağıldılar.

Hadis-i şeriften anlaşıldığına göre, soğuğun zarar vermesinden korkulduğu takdirde
gusül yerine teyemmüm caizdir. Çünkü Peygamber Efendimiz Amr b. As'ın
gusletmeyip teyemmüm etmesinin sebebini öğrenince ona karşı çıkmamış, bilakis
gülerek mukabelede bulunmuştur. İbn Reslân, tebessüm ve gülmenin ikrar yönünden
sükûttan daha kuvvetli olduğunu söyler. Ancak soğuktan korkan kimsenin gusül
yerine teyemmüm edip edemeyeceği ulemâ arasında ihtilaflıdır.
Atâ b. Ebî Rebâh ve Hasen el-Basrî'ye göre Ölecek de olsa, bu durumda teyemmüm
caiz değildir, gusletmesi gerekir. Süfyan es-Sevri ve İmam Mâlik soğuğu hastalık
mesabesinde tutarak mutlak manada teyemmümü caiz görmüşlerdir. İmam-ı âzam Ebû
Hanife bu durumda teyemmümü hazarca bile caiz görürken, Ebû Yûsuf ve
Muhammed hazar hâlinde caiz görmemişler; cevazı seferle kayıtlamışlardır.
İmam Şafiî'ye göre yıkandığı takdirde helak olacağından korkan kimse teyemmüm
ederek namazını kılar, fakat sonradan bu şekilde kıldığı namazlarını kaza eder. Bu
konuda İbn Reslân da şöyle der:

"Suyu ısıtmaya veya hatta onu, zarar vermeyecek şekilde kullanmaya imkân bulan
kimse teyemmüm edemez. Meselâ Uzuvlarını teker teker yıkayıp örtmeye böylece
soğuktan korunmaya muktedir olan kimse gusletmeli-dir. Ama buna imkân bulamazsa
teyemmüm edebilir. Ulemânın çoğunuluğunun görüşü bu merkezdedir."
Bu durumda teyemmümü caiz görenler hükmen, suyu yok kabul
etmişlerdir. Hanefîlere göre sudan bir mil (1855m) uzakta olan kimse de hükmen suya



sahip değildir. Teyemmüm edebilir. Yine aynı şekilde suya gittiği takdirde kendisine
veya malına (İmam Ebû Hanife'ye göre bir dirhem, Mâlike göre temizleneceği suyun
parası kadar bile olsa) zarar geleceğinden korkan kimseye göre de su hükmen yok

1221]

sayılır, teyemmüm edebilir.
Bazı Hükümler

1. Peygamber (s. a.) devrinde ictihâd yapılmıştır.

2. Hakimin hüküm vermeden önce davalıyı dinlemesi sadece hasmının iddiasıyla
yetinmemesi gerekiyor.

3. Dâvâlının ileri sürdüğü deliller doğru ve geçerli ise, hâkimin bunu kabul ettiğini
göstermesi lâzımdır.

4. Resûlullah (s.a.)m susması ve tebessümü ikrardır; hüküm için hüccettir.

5. Su olduğu halde kullanma imkânı yoksa teyemmüm caizdir. Çünkü bu halde

f2221

hükmen su yok sayılır.

335. ...Amr b. el-As'm azatlısı Ebû Kays:

"Amr b. el-As, bir seriyyenin başında idi" (diye başlayarak) önceki hadisin bir
benzerini rivayet etti ve şöyle dedi:

"Amr, koltuk altlarını ve eteğini yıkadı, namaz için aldığı abdest gibi abdest aldı,

f2231

sonra da cemate namaz kıldırdı." Ebû'Kays önceki hadisin benzerini nakletti

T2241

ancak teyemmümü zikretmedi.

Ebû Dâvûd bu kıssa Evzâî tarikiyle Hassan b. Atiyye'den: "Daha sonra teyemmüm eti"

1225]

şeklinde rivayet edildi demiştir.
Açıklama

Bu hadis, önceki hadisin değişik bir rivayetidir. Ancak önceki rivayette Hz. Amr'm
teyemmüm ederek namazı kıldırdığı söylenirken, bu rivayette teyemmüm
zikredilmemiş, buna mukabil, koltuk altlan ile eteğini yıkayıp abdest aldığı ve bu
şekilde namazı kıldırdığı belirtilmiştir.

Beyhakî'nin beyânına göre, Amr b. el-As'm her iki rivayette nakledilenleri yapması
yani hem abdest alarak hem de teyemmüm ederek namazı kıldırmış olması

T2261

muhtemedir. Böylece iki rivayet arasındaki ihtilâf giderilmiş olmaktadır.
12271

125. Yaralının Teyemmümü

336. ...Câbir b. Abdillah (r.a.)den, şöyle demiştir:

Bir sefere çıkmıştık, bizden bir adama taş değdi ve başını yardı. Sonra bu zat ihtüâm
oldu. Arkadaşlarına:



Benim teyemmüm etmeme ruhsat buluyor musunuz? diye sordu.

Sen suyu kullanabilirsin, sana (teyemmüm için) ruhsat bulmuyoruz dediler.

Adam yıkandı akabinde de öldü. Peygamber (s.a.)m huzuruna geldiğimizde bu hâdise

(kendisine) haber verildi. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.):

"(Fetvayı verenler) onu Öldürdüler, Allah da onları öldürsün. Bilmediklerini sorsalardı
ya! Cehaletin ilacı ancak sormaktır. Onun teyemmüm etmesi, yarasının üzerine bir bez
T2281

bağlayıp sonra üzerine meshetmesi ve vücudunun geri kalan kısmım da yıkaması

f2291

ona yeterdi, diye buyurdu.
Açıklama

Hadis-i şerif, yaralı olan kişinin teyemmüm edebileceğini göstermektedır.Hattabi, bu
hadisin teyemmümle guslü beraber yapmayı emrettiğini, diğeri olmadan birisinin kâfi
olmayacağını söyledikten sonra, Hanefi ve Şâfıîlerin bu meseledeki görüşlerini
kaydeder. Hattâbî'nin kaydına göre, Hanefî mezhebinde, uzuvların azı yaralı ise, su ile
teyemmüm arası birleştirilir. Azaların çoğu yaralı ise, yıkanmaya lüzum yoktur, her ta-
rafı için teyemmüm yeterlidir. Şafiî'de esah olan görüşe göre, yara az olsun çok olsun
mutlaka gusül gerekir.

Ancak Hanefilerden Aynî, Hanefî Mezhebinin görüşünün, Hattâbî'nin isnad ettiği gibi
olamadığını, doğrusunun şu şekilde olduğunu söyler: "Bir kimsenin vücudunun
yandan çoğu sağlam olup da bazı yerlerinde yara varsa, sıhhatli yerlerini yıkar,
sargıların üzerine mesheder, teyemmüm edemez. Eğer bedeninin çoğu yaralı ise,
sadece teyemmüm eder sıhhatli yerlerini yıkamasına lüzum yoktur."
Hanefi Mezhebinin yaralılar hakkındaki görüşü Hattâbî'nin dediği gibi değil, Aynî'nin
söylediği gibidir.

Aynî, üzerinde durduğumuz hadis-i şerifteki, teyemmümle guslü birleştirmeyi ifâde
eder mahiyetteki ibareyi de şu şekilde izah etmiştir: "Peygamber (s.a.) gusulle
teyemmümü birlikte yapmayı emretmemiştir. Ancak yaralı olan cünub bir kimsenin,
ya teyemmüm edeceğini, ya da yaranın üzerini mes-hedip bedeninin kalan kısmını
yıkayacağım beyân etmiştir. Fakat buradaki "teyemmüm edip yarasını mesheder"
sözü, vücudunun ekserisinin yaralı oluşuna, "bedeninin geri kalanım yıkar" sözü de
vücudunun ekserisinin sıhhatli oluşuna hamledilir. Böyle olmasa bile bu hadis
malûldür. Çünkü senedinde Zübeyr b. Hurayk vardır. Dârakutnî bu zat için "kuvvetli
değildir", Beyhakî de bu hadis kuvvetli değildir, demektedir."

Aynî'nin sözleri burada sona ermektedir. Aynî ve Hattâbî'nin söyledikleri ile beraber
diğer mütalaalar da değerlendirilirse, şöyle bir sonuca varılabilir:
Suyu kullandığı takdirde öleceğinden korkan bir kimsenin teyemmüm etmesi ittifakla
caizdir. Eğer hastalığın artması veya tedavinin gecikmesinden korkarsa, Ebû Hanife ve
Mâlik'e göre teyemmüm ederek namaz kılabilir, iadesi de gerekmez. Şafiî
mezhebindeki râcih görüş de budur. Bir kimsenin bir uzvunda yara, çıban veya kırık
olur da üzerine sargı sarar ve onu çözdüğü takdirde öleceğinden korkarsa, Şafiî'ye
göre sargının üzerine mesheder ve teyemmüm eder. Eğer sargıyı taharet üzere iken
sarmışsa, bu şekilde kıldığı namazı iade gerekmez. Hanefîlerle Mâlik'e göre
vücudunun bir kısmının yaralı veya çıban olmakla beraber, sağlam tarafı fazla ise,
oraları yıkayıp yaranın üzerini mesheder. Yaralı kısım daha fazla ise, sadece



teyemmüm eder. Ahmed b. Hanbel ise sağlam kısımların yıkanacağını, kalan
kısımların da teyemmüm edileceğini söyler.

Resûlullah (s. a.), yaralı olan sahâbiye teyemmüm ruhsatı vermedikleri için ölümüne
sebep olanlara "Onu öldürdüler" dediği halde diyet almaması,haksız yere de olsa
yanlış fetva verip de birisinin ölümüne sebep olan müftüye diyet gerekmediğine işaret
eder.

Resûlullah (s.a.)m yanlış fetva verenler için, "Onu öldürdüler, Allah da onları
öldürsün" buyurması, onların ölümü için dua değil, onları tehdid ve azarlamak içindir.
Bundan sonra da Efendimiz, bilmeden fetva vermeyi ayıplamış ve bilmediklerini

sorup öğrenmeye teşvik etmiştir.

Bazı Hükümler

1. Bilmeden fetva vermek büyük bir günahtır.

2. Ilım öğrenmek cehaletin ilacıdır.

3. Hata da etse, fetva veren kimseye diyet yoktur.

4. Zarara uğramakdan korkan kişinin, guslü bırakıp teyemmüm etmesi caizdir.

5. Yaralı olan kimsenin yarayı bir sargı ile sardıktan sonra üzerine meshetmesi caizdir.
[231]

337. ...Abdullah b. Abbâs (r. anhüma)dan; demiştir ki;

Resûlullah (s. a.) zamanında bir adam yaralandı sonra da ihtilam oldu. Yıkanmasını
emrettiler o da yıkandı. Bunun üzerine adam öldü. Hâdise Peygamber (s.a.)e aktarıldı.
Resûlullah (s. a.) şöyle buyurdu:

f2321

Onu öldürdüler, Allah da onları öldürsün, cehaletin şifâsı sormak değil miydi?
Açıklama

Bir önceki hadiste zikredilen hâdisenin değişik bir rivayeti olan bu hadisi Evzâî'nin
Ata'dan bizzat işitip işitmediğinde ihtilâf vardır. Ebû Zür'a ve Ebû Hâtim'den,
Evzâî'nin bu hadisi Atâ'dan işitmediği, onun İsmail b. Müslim'den, onun da Atâ'dan
işittiği nakledilmiştir. Fakat Hâkim bu hadisi, Bişr b. Bekir, Evzaî ve Atâ b. A Ebî
Rebah senediyle rivayet edip, "Bişr b. Bekir sıkadır, me'mundur" demiştir.
Evzâ'nin bu hadisi Atâ'dan bir defa vasıtalı, bir defa da vasıtasız olarak iki kere
rivayet etmiş olması muhtemeldir. İmam Nevevî, "Bu, yân'ı bu babın hadisi ittifakla
zayıftır. Peygamber (s.a.)'in Hz. Ali'ye sargı üzerine meshetmesini emrettiği haberine
benzer." demektedir.

Hadisin muhtevası hakkında malumat edinmek için bir önceki hadisin açıklamasına
f2331

bakılmalıdır.

126. Namazı Kıldıktan Sonra Vakit İçinde Su Bulan Müteyemmimin Durumu



338. ...Ebû Saîd el-Hudrî'den ; demiştir ki;



"İki kişi bir yolculuğa çıktılar. Namaz vakti geldi ama yanlarında su yoktu. Temiz
toprakla teyemmüm edip namazlarını kıldılar. Bilâhere vakit çıkmadan suyu buldular.
Birisi abdestini ve namazım iade etti, öbürü ise iade edemedi. Sonra Resûlullah (s.a.)'e
gelip durumu anlattılar, Resûlullah (s. a.) iade etmeyene:

Sünnete uydun, namazın sahilidir; abdest alıp namazını iade edene de "senin de ecrin

[2341

iki kattır." buyurdu.
Ebû Dâvûd dedi ki:

İbn Nâfî'den başkaları bu hadisi, Leys, Amire b, EbîNaciye, Bekr b. Sevâde, Ata b.
Yesâr senediyle Resûlullah (s.a.)dan rivayet etti.

Ebû Dâvûd dedi ki; Bu hadiste, Ebû Saîd el-Hudrî'nin zikredilmesi mahfuz değildir..

12351

Dolay isiyle hadis mürseldir.
Açıklama

Hattabi bu hadis hakkında şunları söylemektedir:

"Bu hadisten anlaşıldığına göre, su ile abdest alan hakkında olduğu gibi, teyemmüm
eden için de namazı vaktin başında kılmak sünnettir. Ancak bu meselede ulema ihtilaf
etmişlerdir. İbn Ömer'in, vakit içerisinde istediği anda teyemmüm eder dediği rivayet
edilmiştir. Atâ, Süfyân, Ebû Hanife ve Ahmed b. Hanbel de aynı şeyi söylemişlerdir.
İmam Mâlik'-in görüşü de buna benzemektedir. Ancak Mâlik, kişi suyun bulunması
umulmayan bir yerde ise, vaktin başında teyemmüm eder ve namazını kılar demiştir.
Zuhrî'nin, "vaktin çıkmasından korktuğu bir zamana kadar teyemmüm edemez" dediği
rivayet edilmiştir.

Aynı şekilde teyemmüm edip namazını kıldıktan sonra, daha vakit çıkmadan suyu
bulan kişinin ne yapması gerektiği de ihtilaflıdır. Atâ, Tâvûs, İbn Sırın, Mekhûl ve
Zührî'ye göre namazını iade etmelidir. Evzâî ise, bunu müstehab görmüş "vâcib"
dememiştir.

Cumhurun görüşüne göre ise, namazı iadeye lüzum yoktur. Bu, ibn Ömer'den de
rivayet edilmiştir. Şafiî, Mâlikî,Hanbelî ve Hanefî mezheplerinin görüşleri de bu
şekildedir.

Hattâbî'nin özet olarak verdiği bu malumat namazı kıldıktan sonra suyu gören kimseye
ait hükümler ile namaz vakti girince hemen teyemmüm edilip namazın kılınıp
kılmmayacağı husundaki ihtilaflara işaret etmektedir. Teyemmümle namaza duran
veya henüz namaza durmadan suyu gören kimsenin ne yapması gerekdiği de aynı
şekilde ihtilaflıdır.

Cumhura göre, namaza durduktan sora suyu bulan kimse namazını kesmez. Ebû
Hanife ve bir rivayetinde Ahmed b. Hanbel teyemmümün bozulduğu görüşündedirler.
Ancak Muğnî'nin ifâdesine göre, Ahmed b. Hanbel cumhurun görüşünden dönmüştür.
Hanefî mezhebinde namaz içinde su bulunsa teyemmüm bozulacağından namaz da
bozulmuş olur, yeniden namazın kılınması icab eder. Müzeni, Sevrî, Evzâî ve İbn
Şureyh'de bu görüştedir.

Teyemmüm edip de henüz namaza durulmadan su bulunacak olursa, ittifakla
teyemmüm bozulur.

Her ne kadar yukarıda Hattâbî'nin sözleri nakledilirken, namazını teyemmüm ile kılıp
vakit çıkmadan suyu gören kimsenin namazını iadeye lüzum olmadığı dört mezhebin



görüşü olarak verilmişse de bu konuda Şâfiiî mezhebinde bazı ayrılıklar vardır.
Bunları İmam Nevevî şu şekiide ifâde etmektedir:

"Teyemmümle kılman namazın iadesi meselesine gelince, bizim mezhebimize
(safilere) göre hastalık, yara ve buna benzer bir sebepten dolayı teyemmüm etmişse,
iade gerekmez. Suyu kullanmaktan âciz olduğu için teyemmüm etmişse -ki, yolculukta
olduğu gibi- suyun olmadığı bir yerde ise yine iade gerekmez. Ama suyun
bulunmaması nâdir olan bir yerde teyemmüm etmişse iadesi gerekir. Sahih olan görüş
12361

budur."

Bazı Hükümler

1. Suyun bulunmadığı yerde teyemmüm yapılabilir.

2. Önemli meselelerin merciine götürülmesi gerekir.

3. İçtihada ehil olan kişi içtihadından mes'ûldür.

4. Teyemmüm eden kimsenin namazını kıldıktan sonra vakit çıkmadan suyu bulması

r2371

halinde namazını iade etmesine gerek yoktur.

339. ...İsmail b. Ubeyd, Atâ b, Yesâr'dan:

"Resûlullah'in ashabından iki zat" (diye başlayarak) önceki hadisi manâ olarak rivayet
r2381

etti.

Açıklama

Musannifin bu rivayeti Sünen'e alması, senetlerdejki bazı farklılıklara işaret etmek
içindir. Bu farklılıklar, hadis metinlerinin başındaki isnat silsilesinde kendisini
f2391

göstermektedir.

[240]

127. Cuma Günü Gusletmek

340. ...Ebû Hureyre (r.a.) şöyle haber vermiştir:

"Ömer b. el-Hattab (r.a.) bir cuma günü hutbe okurken, bir zat (mescide) giriverdi. Hz.
Ömer:

Niçin namaza (vaktinde) gelmiyorsunuz? dedi. Adam:

Ezam duyup abdest aldım (ancak geldim) , dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer şu
karşılığı verdi:

Hem de sadece abdest (öyle mi)? Resûlullah (s.a.)m, "Sizden biri cumaya geldiği

1240

zaman gusletsin" buyurduğunu işitmediniz mi?
Açıklama



Hadis-i Şerifin Buhârî'deki rivayetinde cuma namazına geç kalan sahabînin



muhacirlerden biri, Müslim'deki bir rivayette ise, daha da müşahhas olarak Hz. Osman
olduğu beyân edilmektedir. Buna göre, Ebû Davud'un adını vermediği şahsın. Hz.
Osman olduğu anlaşılmış olmaktadır.

Hz. Ömer, önce Hz. Osman'ın namaza geç kalmasına tariz ederken, Onun gusletmeden
sadece abdest alarak geldiğini duyunca sözü o yöne çevirmiş ve "namaza geç kalmak
suretiyle fazileti kaçırmakla yetinmedin bir de, guslü terkettin öyle mi?" demiştir.
Hz. Osman başka bir rivayetten anladığımıza göre pazara gittiği için gecikmiş, ezanı
işitince, hutbe dinlemenin faziletini, guslün faziletine tercih ettiği için gusletmeden
abdest alarak mescide koşmuştur.

Hattâbî, bu hadisin cuma günü gusletmenin vâcib olmadığına delalet ettiğini söyler.
Çünkü eğer vacip olsaydı, Hz. Ömer, Hz. Osman'a gidip gusletmesini emreder veya
Hz. Osman gusletmeden camiye gelmezdi. Hz. Osman'ın cevâbına karşılık, Hz. Ömer
ve mescitte hazır olan ashâb'ı kiramın susması, cuma günü gusletmenin müstehap
olduğuna delâlet eder. Bütün bu zevatın, vacibin terki üzere içtima etmeleri
düşünülmez.

Fethıı'l-Bârî'de de İmam Şafiî hazretlerinin şöyle dediği nakledilmektedir: "Hz. Osman
gusletmek için namazı terketmediğine ve Hz. Ömer de çıkıp gusletmesi için
emretmediğine göre, onlar gusülle ilgili emrin ihtiyarî olduğunu biliyorlardı."
Hattâbî ve diğer bazı ulemadan, cuma günü gusletmeden namazın cevâzmda icmâ
olduğu nakledilmiştir. Bu guslün hükmü hakkında bazı ihtilaflara rastlanmaktadır. Ebû
Hureyre, Ammâr b. Yâsir ve Mâlik'ten bu guslün vacip olduğu nakledilmiştir. Zahirî
mezhebinin görüşü de bu şekildedir. Hattâbî, Hasan el-Basrî'den de aynısını rivayet
etmiştir.

Selef ve Halef ulemâsının cunhüruna göre bu gusül sünnettir.

Efendimizin cuma için guslü emretmesindeki hikmet, diğer bazı rivayetlerden
anlaşıldığına göre, vücuttaki kirleri, yağlan ve fena kokuları izâle edip cemaate eziyet
vermemektir. Bu sebep göz önüne alınırsa guslün, cuma namazından evvel olması
iktiza eder. Nitekim cumhura göre, gusül cuma namazından evvel yapılmışsa,
efendimizin emrine ittiba edilmiş sayılır. Namazdan sonraki gusül cuma guslü
sayılmaz. Sabah namazından sonra gusletmek de Imam-i Azam ve İmam-ı Şafiî'ye
göre fazileti kazanmaya kâfidir, ancak cuma namazına gidecek zamana yakın olması
efdaldir.

İmam Mâlik, Evzâî ve Leys b. Sa'd ise sabah namazından sonraki guslü kâfi görmeyip
fazileti kazanabilmek için cumaya giderken gusledilmesini şart koşarlar.
Hanefîlerden Hasan b. Ziyâd ve Zahirîlere göre, cuma namazından sonra yapılan gusül
de, fazilet elde etmeye kâfidir. Çünkü bu gusül cuma gününün faziletini izhar içindir.
Mebsût'un beyânına göre İmam Muhammed'in kavli de budur. Hidâye'nin ifadesine
göre Ebû Yûsuf un görüşü, cumhurun görüşüne muvafıktır. Niketim Aişe (r.anha.)
şöyle demektedir: 'İnsanlar İş sahibi idiler yeterli vakitleri de yoktu. İş sonucu
terlemeden ötürü ter kokulan hissedilirdi. Bunun için de onlara cuma günü

f2421

yıkanabilirsiniz. . " denilmiştir.

341. ...Ebû Said el-Hudrî (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre Resûlullah (s,a.) şöyle
buyurmuştur;

[243]

"Cuma günü gusletmek, baliğ olan herkese vaciptir."



Açıklama



Hadis-i Şerifte "bâliğ olan" diye terceme edilen kelime "ihtilâm olan" mânasına
gelecek şekildedir. Bundan maksat baliğ olandır. İhtilâm olmak bulûğa ermeyi gerekli
kıldığı için, mecazen bulûğa eren yerine "ihtilâm olan" kullanılmıştır. Burada "ihtilâm
olan" kelimesini, hakiki mânâda anlamak mümkün değildir. Çünkü ihtilâm olan
kimsenin cuma olsun olmasın mutlaka yıkanması lâzımdır. Bazıları ise bu kelimeden
muradın erkekler olduğunu söylerler.

Yine hadis-i şerifteki "vâcibtir" kelimesinin mânâsı "sabittir" şeklinde anlaşılmalıdır.
Çünkü bundan evvelki hadisin şerhinden de anlaşılabileceği gibi, cuma günü
gusletmenin vacip olmadığını ifâde eden bir çok rivayet mevcuttur. Meselâ Hz.
Semure'den rivayet edilen bir hadiste, "Bir kimse abdest alırsa ne alâ! Fakat
guslederse, gusül daha efdaldir" buyurulmaktadır.

Hattâbî, bu kelimenin bilinen mânâda vacibin karşılığı olmadığım şu sözleri ile ifâde
eder: Buradaki "vâcib" kelimesinin mânâsı vücub-i ihtiyari ve istihbâbî'dir, vücub-i
farzî değildir. Bir adamın arkadaşına "Senin hakkın bende vâcibtir, ben hakkını
ödeyeceğim" demesi gibidir. Bu, uyulması şart olan lüzum mânâsına değildir. Bu
te'vilin sıhhatine bir önce geçen Hz. Ömer radiyellahü anh hadisi şahittir."
Cuma günü gusletmenin vacip olduğu görüşünde olanların dayandıkları hadislerden
birisi budur. Vâcib olmadığım söyleyenler ise, ya yukarıda ifâde edildiği gibi te'vil
etmişler, ya da vücûbiyetinin mensûh olduğunu söylemişlerdir. Aynî şöyle der:
"Ashabımızdan (Hanefîler) bazıları, zahiri guslün vücübuna delâlet eden hadislerin
"Bir kimse abdest alırsa ne alâ! Guslederse daha efdaldir" hadisi ile neshedildiğini
söylemişlerdir."

İbn Dakîki'l-İyd, İbnu'l-Cevzî ve Şevkânî bu te'villere karşı çıkarak vücûba delâlet
edenierin daha sarih ve daha sağlam olduklarım, bundan daha zayıf olan hadislerle
nesh edilemeyeceğini söylemişlerdir.
Dikkat edilmesi gereken hususlar:

1. Bu hadisten anlaşıldığına göre "Her baliğ (ergin) olan kişiye gusül" gerektiğinden,
hem kadın hem de erkek için bu bir emirdir.

2. Bu Fethii'l-Bârî sahibi ibn Hacer'in görüşüdür, diğer âlimlere göre ise, yalnız

f2441

erkeklere şâmildir.

342. ...Hafsa (r.anhâ) Peygamber (s.a.)in şöyle buyurduğunu haber vermiştir:
"Her ihtilâm (baliğ) olana, cumaya gitmek vâcibtir. Cumaya giden (gitmek isteyen)

£2451

herkese de gusül vaciptir."

Ebû Dâvûd dedi ki: Bir adam cünüblükten dolayı da olsa fecrin doğmasından sonra

[2461

gusül ederse, ona kâfidir.
Açıklama

Bu hadis-i şerifteki harf-i çerler mukaddem ve mahfuz bir habere
mütealliktirler.Bezlu'l-Mechud sahibi bu mahzufu olarak takdir etmiştir. Terceme de



bu takdir göz önünde bulundurularak yapılmıştır.

Hadis-i şerifden mutlak olarak cumanın baliğ olan herkese vacip olduğu
anlaşılmaktadır. Ancak ileride cuma namazı bahsinde de temas edileceği gibi hasta,
misafir, kadın, köle vs. ye cuma namazı farz değildir. 1067. no'-da gelecek olan Târik
b. Şihâb'm rivayet ettiği "Cuma, köle, kadın, çocuk ve hastaların haricinde her
müslümana vâcib bir haktır" mealindeki hadis, üzerinde durduğumuz hadisi
kayıtlamaktadır.

Ebû Davud'un ilâvesinden, cünuplükten dolayı yıkanıldığı takdirde, ayrıca cuma için
tekrar gusletmenin gerekli olmadığını anlıyoruz.

Bundan da cuma günü yapılan guslün cuma namazı için camiye gelecek müslümanları

f2471

kerih kokularla rahatsız etmemek için olduğu anlaşılmaktadır.

343. ...Ebû Hureyre ve Ebû Saîd el-Hudrî (r.anhüma), Resûlullah (s.a.)in şöyle
buyurduğunu haber vermişlerdir:

"Kim cuma günü gusül eder, en güzel elbisesini giyer, yanında varsa (güzel) koku
sürünür, sonra da cumaya gelip insanların omuzlarına basmaz ve Allah'ın kendisine
yazdığı ve takdir ettiği (tahiyyetu'el-mescidi)ni kılar; imam (hutbe için) çıktığı zaman
namazını bitirinceye kadar (konuşmaz) susarsa, (onun bu durumu) bu cuma ile geçmiş

r2481

cuma arasındaki (günah) 1er için keffârettir."

Ebû Seleme, Ebû Hureyre'nin;"iki cuma arasmdakilere" (ilâve olarak) ve üç gün
ziyâdesinin,(günahlarma kefaret olur.) Çünkü haseneler on misli iledir" dediğini
nakletti.

Ebû Dâvûd dedi ki; Muhammed b. Ebî Seleme'nin hadisi (Hammad'm hadisinden)

T2491

daha tamdır, Hammâd, Ebû Hureyre'nin sözünü zikretmemiştir.
Açıklama

Müellif, hadis-i şerifi üç ayrı şeyhten almış ve bunlara senette işaret etmiştir. Bunlar:
Yezîd b. Hâlid, Abdül-Aziz b. Yahya ve Musa b. İsmail'dir. Yezîd'Ie Abdulaziz,
Muhammed b. Seleme'den, Musa b. İsmail de Hammâd'dan Muhammed b. Seleme ile
Hammad da Muhammed b. îshâk'dan rivayet etmişlerdir. Hadisin metni Muhammed b.
Seleme'nin rivayet ettiği metindir.

Bu hadis-i şerifte, Resûhıllah (s. a.) Cuma günü gusül edip en güzel elbiselerini giyen
ve varsa güzel kokular sürünüp mescide gelerek öne geçmek için insanların
omuzlarına basıp eziyet etmeden tahiyyetü'l-mescid veya nafile namaz kılıp, imam
hutbeye çıktıktan sonra namaz bitinceye kadar hiç konuşmadan dinleyen kimsenin bu
hareketlerinin, iki cuma arasındaki günahlarına keffâret olacağını haber vermiştir. Ebû
Hureyre (r.a.) her iyiliğin on katı ile mukabele göreceği esasını dikkate alarak, iki
cuma arasmdakilere ilâve olarak üç günün daha (7 + 3 = 10 gün) günahına keffâret
olacağım söylemiştir.

Hattâbî, keffârete konu olan günahların namazı kılınmakta olan ile önceki cuma
namazının kılındığı vakit arasındaki geçen müddet olduğu kanaatindedir.
Hadisin açıklamasında beyân edilen tahiyyetü'l-mescid ve mutlak nafile veya kaza
namazının zikredilmesi, diğer imamların bir çoğunun bu görüşte olması dolayısıyladır.



Hanefî mezhebine göre ise, bu hadis-i şerif iki şekilde te'vil edilmelidir:

a. "Allahm yazdığı ve takdir ettiği ifâdesini Hanefıler Peygamber (s.a.)in söylediği de
Allah'ın takdir ettiği gibi olacağından vaktin girmesi ile kılınan namazı cumanın ilk
sünnetine hamletmişlerdir. Amel de buna göre olmuştur.

b. Hanefilerden bazılarına göre bu hadis-i şerifin mutlak ifâdesinden ve diğer bazı
hadislerden de istifâde ederek cuma günü öğle vaktinde tahîyyetü'l-mescit için ruhsat

12501

olduğuna cevaz vermişlerdir. Bu, da Ebû Yûsuf un görüşüdür.
Bazı Hükümler

1. Cuma günü gusletmek ve güzel elbise giymek sünnettir.

2. Cuma günü güzel koku sürmek müstehaptır.

3. Ön saflara geçmek için camide cemaat rahatsız edilmemelidir.

4. Mescide giren bir kimsenin orada namaz kılması meşrudur.

5. İmam hutbe okumak için minbere çıktığı zaman, namaz bitinceye kadar

£2511

konuşulmaz.

344. ...Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.) Peygamber (s.a.)ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

1252]

"Cuma günü gusül etmek ve dişleri misvaklamak baliğ olan herkese sabittir.
(Baliğ kimse o gün) kendisi için takdir edilen kokudan (da) sürer."
(Râvilerden) Bukeyr, Abdurrahman'ı zikretmemiş, koku hakkında da "kadınların

1253]

kokusundan bile olsa" demiştir.
Açıklama

Hadis-i şerifinin Buhârîdeki rivayeti şeklindedir. Dipnotta işaret edilen Ebû Dâvûd
nüshasmdaki rivayet de aynıdır. Buradaki cümlesi de Müslim'de "bulabildiği takdirde"
demektir. Bu cümle hakkında Kadı Iyâz, "Bu cümle bulabildiğini sürmesi hususunda
te'kid için ya da çok sürmek istediğini anlatmak için söylenmiş olabilir. Birinci mânâ
daha zahirdir" demiştir.

Behlül-mechûd sahibi ise, "Kadı İyaz'm dediği bu iki ihtimal, Müslim'in rivayetine
göredir; Ebû Davud'un rivayetine göre, te'kid olma ihtimali daha yakındır" demiştir.
Ancak bu ifâdeler Kadı iyaz'm söylediklerinden pek farklı değildir.
Bu hadis-i şerifin Buhârî'de yer alan rivâyetindeki "vacib" lâfzının açık ifâdesine
bakarak, cuma günü guslü vacip görenler bu hadisi delilleri araşma almışlardır.
Cumhur ise buradaki "vâcib"in terkedilmesi uygun olmayan müekked sünnete delâlet
ettiğini, gusülden sonra zikredilen misvak kullanma ve koku sürünmenin de bunu
pekiştirdiğini söylemişlerdir. Çünkü misvak kullanmak ve koku sürünmek ittifakla
vacip değildir. Vacib olmayan bir şeyin vacip olanla birlikte tek lâfızla müşterek
olarak kullanılması sahih değildir. O halde cuma günkü gusül de vacip değil, misvak
kullanma ve koku sürünmenin hükmündedir.

İbnü'l-Cevzî: "Özellikle ma'tûfun hükmü sarahaten ifâde edilmediği zaman, vacib
olmayan bir şeyin vacib olan birşey üzerine atfına manî bir durum yoktur" demiş ve



cumhurun bu hadisi,kendi mezheplerine göre te'villerini tenkid etmiştir.

Bu hadis cumaya gitsin veya gitmesin, baliğ olan her müslüman kişiye guslün lâzım

olduğuna delâlet ediyor. Bu babın ilk hadîsinde ise, "Sizden biriniz cumaya gittiği

zaman gusletsin" buyurulmaktadir. Cuma günündeki gusül etmenin herkes için

müstehap, cumaya gitmek isteyenlere de sünnet-i müekkede olduğunu söyleyerek bu

hadisilerin arasını birleştirmek mümkündür. Ancak cumhura göre meşhur olan görüş

guslün cumaya gitmek isteyenlere müstehap olduğu şeklindedir.

Misafir ve kendisine cuma farz olmayanların gusletmelerinin müstehap olup olmadığı

ihtilaflıdır. Cumhura göre bunlar cumaya gitmek isterlerse gusletmeleri müstehabtır.

Hanbelîler, kadınlar için gusletmenin gerekli olmadığım söylemişlerdir.

İmam Şafiî: "Ben suyu bir dinara satın alsam bile hazarda da seferde de cuma günü

guslü terk etmedim" demiştir.

Alkame, Abdullah b. Artır, İbn Cubeyr, Kasım b. Muhammed, Esved ve İyas b.

12541

Muâviye kendisine cuma farz olmayanlara guslü gerekli görmezler.

345. ...Evs b. Evs es-Sekâfî, Resûlullah (s.a.)'i şöyle buyururken işittim demiştir:
"Her kim cuma günü (başını ve vücudunun geri kalan kısmını) yıkar ve gusleder
erkenden yola çıkıp (hutbenin evveline) yetişir (bir şeye) binmeyip yürür, imamın
yakınma oturarak abesle iştigal etmeyip (konuşmadan) hutbeyi dinlerse onun için

'[255]

attığı her adıma bir senelik oruç ve namazının ecri vardır."
Açıklama

İmam Nevevî Muhezzeb Şerhi'nde bu hadisin şeddeli ve şeddesiz olarak şekilleriyle
rivâyet edildiğini, muhakkikler nazarında şeddesiz olarak "ğasele"nin daha tercihe
şayan olduğunu ve mânâsının "başını yıkadı" şeklinde olduğunu, Ebû Davud'un
bundan sonra rivayet ettiği hadis-i şerifinin bu mânâyı kuvvetlendirdiğini söyler.
Araplar hıtmî ve yağ sürerek önce başlarını yıkayıp sonra gusül ettikleri için başı
yıkama gusulden ayrı olarak zikredilmektedir.

"camiye erken gitti, ilk saatte yola çıktı" demektir. İbn En-bârî, nin "sadaka verdi"
mânâsında olduğunu söyler. Buna göre mânâ, "camiye gitmeden Önce sadaka
verirse..." şeklinde olacaktır.

Namaz kılmak, Kur'ân okumak ve zikretmek gibi, erken gelenlerin yaptığını yapar
veya hutbenin evveline yetişirse, demektir.

"konuşmadı" manasmdadır. Çünkü hutbe esnasında konuşma Iağvdır.Hutbe esnasında
konuşmak, cumhura göre haram Şâfıîlere göre tenzihen mekruhtur.
Hadis-i şeriften tavsiye edildiği şekilde camiye gelip hutbeyi dinleyen ve namazını
kılan kimseye bütün senenin gecelerini namaz kılarak, gündüzlerini de oruç tutarak

[2561

geçirmiş gibi sevap verileceği anlaşılmaktadır.
Bazı Hükümler

1. Cuma günü gusledilmelidir.

2. Camiye erkence gitmelidir.



3. Camiye giderken -mümkünse- yürüyerek gitmek daha efdaldir.

4. Hatibe yakın bir yere oturup hutbeyi dinlemeli ve hutbe okunurken

izm J

konuşulmamalıdır.

346. ...Evs es- Sekafî (r.a.) Resûlullah (s.a.)m şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Her kim cuma günü başını yıkar ve gusleder..." Daha sonra (ubâde) önceki hadisin

12581

lâfızları ile devam etti.
Açıklama

Bundan önceki hadisin aşağı yukarı aynıdır. Sadece kelimesi şeddesiz olarak ve
mef ulu ile beraber vârid olmuştur. Bu hadis yukarıda da işaret edildiği gibi önceki ha-

J2591

dişteki nin "başını yıkadı" mânâsında kullanıldığına delildir.

347. ...Abdullah b. Artır b. el-As, Resûlullah (s.a.)'uı şöyle buyurduğunu haber
vermiştir:

"Her kim cuma günü gusleder, -varsa- hanımının kokusundan sürünür, en güzel
(temiz) elbisesini giyer, insanların omuzları üzerinden aşmaz ve hutbe esnasında
konuşmazsa (bunlar) iki cuma arasındaki (günahlara) keffâret olur. Konuşan ve
insanların omuzlarına basan kimseye ise (cuma namazı) Öğlen namazı (gibi) olur,

r2601

(Ancak öğlen namazının sevabını alır."
Açıklama

Bu hadis-i Şerif de önceki hadislerde olduğu gibi cuma günü müslümanlarm temiz
olmalarım, insanlara eziyet verecek koku ve davranışlardan sakınmalarım ve hutbe
esnasında konuşmamalarını tavsiye etmektedir.

"Varsa hanımının kokusundan sürünür" cümlesinden maksat, kendilerinin kokusu
olmadığı takdirde hanımların kokularım kullanabileceklerine işarettir. Çünkü kadınlar,
genellikle koku bulundururlar.

"İnsanların omuzları üzerinden aşmak" ise, sonradan gelen bir kimsenin ön saflara
geçebilmek için cemaate ezâ etmesi, onların üzerlerinden geçmesidir. Efendimiz, her
konuda olduğu gibi, burada da sevap kazanmak kasdıyla bile olsa, müslümana eziyet
edilmemesini emretmiştir.

Bu tavsiyelere uymayan kimsenin ise iki cuma arasındaki hatalara keffâret olan
ecirden istafâde edemeyeceği, cumanın sevabını bile alamayıp sadece öğle namazının

£2611

sevabını alabileceği Resûlullah (s. a.) tarafından haber verilmiştir.

348. ...Abdullah b. ez-Zübeyr, (r.anha)nm kendisine şöyle dediğini rivayet eder:
"Peygamber sallellahü aleyhi vesellem (şu) dört şeyden dolayı guslederdi: Cenabet,

r2621

cuma günü, kan aldırmak ve cenaze yıkamak."



Açıklama



Bu hadis-i şerif sünen'in Cenâiz bölümünde 3160 numarada tekrar gelecektir. Müellif
aynı anlamdaki 3162. hadisin akabinde bu hadis-i şerifin mensuh olduğunu
söylemektedir.

Resûlullah (s.aj'in bizzat cenaze yıkamadığını ileri sürerek "Peygamber sallellahü
aleyhi vesellem bu dört şeyden dolayı gusülederdi" ibaresini "gusletmeyi emrederdi"
şeklinde takdir edenler olmuştur.

Hadis-i şerif zikri geçen dört şeyden dolayı gusül etmenin meşru olduğuna delâlet
etmektedir. Cenabetten dolayı yıkanmanın hükmü bellidir. Cuma günü gusletmenin de
hükmü bundan evvelki hadislerin şerhlerinde beyân edilmiştir.

Kan aldırmadan dolayı gusül, cumhura göre müstehap değildir. Bu, burun kanamasına
benzer. Üzerinde durduğumuz hadis ile de istidlal edilemez. Çünkü biraz önce de
işaret edildiği gibi buna "mensühtur" diyenler olduğu gibi, başka yönlerden tenkide
tabi tutanlar da vardır. Buhârî "bu konudaki Aişe hadisi bir şey değildir", İmam
Ahmed ve İbn Medînî: "Bu konuda hiçbir şey sabit değildir" demişlerdir. Bu hadisin
tenkidi daha çok Mus'ab b. Şeybe yönünden olmuştur. Kendisi hakkında "kavi
değildir, hafızası sağlam değildir." denilmektedir. Dârakutnînin rivayet ettiği ve
Peygamber (s.a.)'m kan aldırdığını ve kan alman yerden başka bir tarafını
yıkamadığını bildiren hadis de cumhurun mezhebini takviye etmektedir. Ancak
senedinde Salih b. Mukâtil olduğu için Dârakutnî'nin hadisi de tenkide tâbidir.
Cenaze yıkamaktan dolayı gusülün hükmü de ihtilaflıdır.

Hz. Ali ve Ebû Hureyre (r.anhüma)dan onun vâcib olduğu rivayet edilmiştir, imam
Mâlik, İmam Ahmed ve İmam Şafiî'nin ashabına göre, müstehaptır.
Leys ve Hanefîlere göre, müstehap da değildir. Bunlar, cenaze yıkayanın gusül
edeceğine dâir olan hadislerdeki guslü el yıkamaya hamletmişlerdir. Beyhakî'nin
rivayet ettiği, "Sizin ölüleriniz temiz olarak ölür. Ellerinizi yıkamanız kâfidir."
mealindeki hadis, bu gürüş sahiplerinin delillerindendir.

Her nekadar bazı Hanefî fıkıh kitaplarında sünnet ve müstehap olan gusüller arasında
kan aldırmak ve cenaze yıkamaktan dolayı gusül etmek de sayılmamakta ise de
bazılarında ihtilâftan (bunlardan dolayı gusül etmenin vacib olduğunu söyleyenlerin
ihtilâfından) sakınmak için, kan aldırmak ve cenaze yıkayanın gusül etmesinin

[263]

mendub olduğu beyân edilmektedir, ki ihtiyath olanı da budur.

349. ...Ali b. Havşeb şöyle demiştir:

[2641

sözünün manasını Mekhûl'a sordum. Başım ve bedenini yıkar (demektir) dedi."

350. ...Saîd b. Abdilazîz (Evs hadisindeki) sözü hakkında şöyle demiştir: "Başını ve

[265]

bedenini yıkar."
Açıklama

Müellefîn bu eserleri kitabına almaktaki maksadı 345 numaradaki Evs b. Evs es-



Sekafî hadisindeki cümlesi hakkında) Mekhûl}ve Said b. Abdilaziz'in görüşlerini
nakletmekdir. Ancak bu eserler mezkûr hadisin hemen akabinde verilmiş olsaydı daha
\266~]

uygun olurdu.

351. ...Ebû Hureyre (r.a.) Resûlullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu haber vermiştir:
"Bir kimse cuma günü cünüplükten dolayı yıkandığı gibi yıkanır, sonra da erkenden
(mescide) giderse, bir deve tasadduk etmiş gibi olur. ikinci saatte giden bir sığır,
üçüncü saatte giden boynuzlu bir koç, dördüncü saatte giden bir tavuk, beşinci saatte
giden de bir yumurta tasadduk etmiş sayılır. İmam (minbere) çıktığı zaman melekler

[267]

(minberin yanında) hutbeyi dinlemeye gelirler."
Açıklama

Hadis-i şerifteki kelimesi ile ifâde edilen mânâ hususunda âlimler değişik görüşler
serdetmişlerdir. Muvatta'da fiilinden sonra (ilk saatte) ibaresi ziyâde edilmiş ve
îmâmMâlik bu hadisteki saatleri "güneşin zevalinden sonraki latif anlar" diye tefsir et-
miştir. Şâfiilerden Kadı Hüseyin ve İmamü'l-Haremeyn de aynı görüşü be-
nimsemişlerdir. Ulemânın cumhuruna göre cuma günü müstehap olan günün
evvelinde gitmektir. Ezherî'nin ifâde ettiğine göre, günün başında da, sonunda da
gitmek manasına kullanılabilir.

Râfıîye göre, "saatler"den murat gece ve gündüzün zaman dilimleri olan saatler değil,
dereceleri tertibe koymak ve önce gelenlerin sonra gelenlerden daha çok fazilete nail
olduklarını bildirmektir.

Cumhur hadis-i şerifteki saatleri zaman mânâsına hamletmişlerdir. Ancak bu saatlerin
ne zamandan itibaren başlayacağı hususunda görüş ayrılıkları vardır.
Rûyânî: "İmam Şafiî'nin sözünün zahiri erken gitmenin fecrin doğmasından itibaren
olduğunu gösterir" demiş. Râfiî ve Nevevî de bunu sahih görmüşlerdir. Mâverdî ise bu
saatlerin güneşin doğmasından itibaren başlayacağım çünkü bundan evvelki vaktin
gusül vakti olduğunu söyler.

Hadis-i şerifin diğer hadis kitaplarındaki rivayetleri arasında ufak-tefek bazı
farklılıklar göze çarpmaktadır. Bununla beraber hepsinin ittifak ettiği mânâya göre,
cumaya gelenlerin alacakları sevaplar geliş sırasına göre farklıdır. Melekler, hatip
minbere çıkıncaya kadar bunları zapt ve tesbit ederler. Yukarıda beyân ettiğimiz farklı
görüşlere göre, sabahın erken vaktinde veya hemen zevalden sonra gelenlere bir deve
tasadduk etmiş gibi sevap yazarlar. Daha sonra gelenlere de sırayla, sığır, boynuzlu
koç, tavuk ve yumurta tasadduk etmiş sevabı yazarlar. Hatip minbere çıkınca bu
yazma işini bırakırlar ve okunacak hutbeyi dinlemek üzere minberin yanma gelirler.
Artık bu vakitten sonra gelenler yukarıda adı geçen sevaplardan istifâde edemezler, t
Sadece cuma namazına ait sevaplara nail olurlar. Camiye erken gelenlere verilen
sevapların farklı oluşu gelenlerin namaz kılmak, Kur'ân okumak, teşbih ve zikir gibi

r2681

ibadetleri daha çok yapacakları içindir.



Bazı Hükümler



1. Cuma günü gusletmek teşvik edilmiştir.

2. Camiye gitmek hususunda, erken davranılmalıdır.

3. Mükafatlar amellere göre verilecektir.

12691

4. Cumaya melekler de iştirak ederler.

128. Cuma Günü Guslünü Terketme Ruhsatı

352. ...Aişe (r.anha)dan, demiştir ki;

"İnsanlar, kendi işlerini kendileri yapıyorlar ve o halleriyle (iş elbiseleriyle, terli bir
halde yıkanmadan) cumaya geliyorlardı. (Bundan dolayı) kendilerine, "keşke

r2701

yıkansaydmız" denildi."
Açıklama

Hadis-i şerifin Buhârî ve Müslim'deki rivayetleri birbirlerinden farklılıklar arz
etmektedir.

Hadisten anlaşıldığına göre Asr-ı Saadette genel olarak ashab-ı kiram işlerinde bizzat
çalışır hizmetçi, işçi kullanmazlardı. Bu yüzden tabiatiyle terlerler, üzerlerinde ter
kokusu olduğu halde cumaya gelirler ve bu durum cemaati rahatsız ederdi. Bundan
dolayı kendilerine "keşke yıkansanız" denilmiştir. Bu sözü söyleyen (Buhârî'nin
rivayetinden anlaşıldığına göre) Peygamber (s.a.)'in kendisidir.

Resûlullah (s.a.)in ashaba yıkanmayı emretmeyip de temenni suretiyle tavsiyede
bulunması cuma günü gusletmenin farz olmadığına delâlet etmektedir. Şayet farz
olsaydı, temenni etmez, emrederdi. Guslü emreden hadislerdeki emir siğasmm

[271]

emretmeyen hadislerle tearuza düşmemesi için mendûbiyete hamledilrniştir.
Bazı Hükümler

1. Cumanın vakti, öğlenin vaktidir ki, o da zevalden sonradır. Çünkü ashabın cumaya
gıdısı fiiliyle ifâde edilmiştir. Lûgatçılann ekserisine göre bu kelime, öğleden sonra
gitme mânâsında kullanılır.

2. Cuma günü gusletmenin hikmeti, insanlara ve meleklere eza vermemesi için pis

r2721

kokuların izâlesidir.

353. ...İkrime (r.a.)den rivayet edilmiştir.; "Iraklılardan (bazı) insanlar (Ibn Abbâs'a)
gelip:

Ya Ibn Abb. a, cuma günü gusletmeyi vâcib görür müsün?dediler. İbn Abbas,:
Hayır, fakat o daha çok temizlik ve gusleden için daha hayırlıdır. Gusletmeyen
kimseye de vâcib değildir. Size (cuma günü) gusletmenin nasıl başladığını haber
vereyim:

İnsanlar darlık ve meşakkatte idiler. Yünden (elbiseler) giyerler, bedenen (yük
taşıyarak) çalışırlardı. Mescidleri dar, tavam basıktı, o (tavan) bir gölgelikten ibaretti.
Sıcak bir günde, Resûlullah (sallellahü aleyhi vesellem) mescide geldi. Yün elbiseler



içerisinde insanlar terlemiş, kendilerinden kokular yayılmıştı. Bu kokularla bir
birlerine eziyet ediyorlardı. Resûlullah (sallellahü aleyhi vesellem) bu kokuyu
hissedince:

"Ey insanlar, Bugün (cuma günü) olunca yıkanmız.Her biriniz bulabildiği koku ve
yağların en güzelini sürünsün" buyurdu.

Aradan zaman geçti Şanı yüce Allah, (mallar, elbiseler, hizmetçilerle onlara) bolluk
verdi. Müslümanlar yünden başka elbiseler giydiler, (bizzat bedenen) çalışmaya
ihtiyaçları kalmadı, mescidleri genişletildi. Böylece bir birlerine eziyet veren ter de
r2731

kısmen zail oldi.
Açıklama

Abdullah ibn Abbas'm azatlısı ikrime'nin naklettiği bu konuşma, İbn Abbas Basra'da
vali iken onunla Iraklı bazı kimseler arasında geçmiştir. Irak o zamanlar İran körfezi
ile Musul arasındaki bölgenin adı idi.

Abdullah İbn Abbas'm sözlerinden anladığımıza göre, Müslümanlar ilk günlerinde
fakir oldukları için bizzat kendileri bedenen çalışarak maişetlerini te'min ediyorlardı.
Yünden dokunmuş elbiseden başka giyecekleri de olmadığı için terliyorlar ve bu
kendilerinde hoş olmayan kokular bırakıyordu. Bu halleriyle, mescidin üstünün hurrna
dallan ile örtülü olması, hava almaması, mescidin dar ve tavanının basıklığına izdiham
da eklerince, çıkan ter kokuları gelen cemaati rahatsız ediyordu. Bu yüzden Efendimiz
Cuma günleri yıkanmalarını emretmişti. Ancak müslümanlar bolluk ve refaha kavu-
şunca içlerinde hizmetçiler çalıştırmaya başlamışlar, yünün dışında daha hafif elbiseler
giyme imkânına kavuşmuşlar, böylece eskiden olduğu gibi, başkalarını rahatsız
edecek biçimde terlemez olmuşlardır. Böylelikle cuma günleri gusletme zorunlulukları
da ortadan kalkmıştı.

Hanefi âlimlerinden Tahavî Şerhu Meânil-Âsâr adındaki eserinde bu hadisi rivayet
ettikten sonra şunları söylemektedir:

"Resûlullah (s.a.)'m guslü emrettiğini haber veren İbn Abbâs bunun vücûb için
olmadığını söylemektedir. Bu emir, bir illete mebnidir. Bu illet ortadan kalkınca
guslün vücûbu da ortadan kalkmış demektir. Bunları söyleyen İbn Abbas, ayin

r2741

zamanda cuma günü guslü emreden hadisleri rivayet edenlerden biridir."
Bazı Hükümler

1. Mescid veya bir toplantıya gidecek olan kişi üzerideki kerih kokuları izale
etmelidir.

1275]

2. Cuma günü gusletmek teşvik edilmektedir.

354. ...Semure b. Cündüb (r.a.)den demiştir ki; Resûlullah (s.a.)şöyle buyurdu.
"Kim cuma günü abdest alırsa gerekeni yapmıştır ve güzeldir. Ama kim guslederse o

£2261

daha faziletlidir."



Açıklama



Bu hadis-i şerif biraz değişik lâfızlarla Ashâb-ı kirâmdan Enes, Ebû Saidel-Hudrî,ve
Ebû Hureyre,Câbir, Abdurrahrnan b.Semure veîbn Abbâs tarafından da rivayet
edilmiştir.

Hattâbinin de dediği gibi hadis-i şerif bu konuda gayet açıktır. Cuma namazı için
abdest kâfidir. Gusül farz değildir, fakat gusleden için fazilet vardır. Tirmizî de şöyle
demiştir; "Bu hadis delâlet etmektedir ki cuma günü gusletmekte fazilet vardır, vacip
r2771

değildir."

129. Yeni Müslüman Olan Kimseye Gusletmesi Emrolunur

r2781

355. ...Kays b. Asim (r.a.)'den, şöyle demiştir:

"Müslüman olmak gayesiyle ResuluIIah (s.a.)'a geldim, Sidr karışmış su ile

r2791

gusletmemi emretti."
Açıklama

Hadis-i şerif, müslüman olmak isteyen bu zâta Efendimizin Sidr karıştırılmış su ile
yıkanmasını emrettiğini haber vermektedir.

Sidnkelimesinin çoğuludur. Trabzon hurmasına benzer bir ağacın adıdır. Yaprakları
kurutularak dövülür ve sabun yerine kullanılırdı.

Yeni müslüman olan kimsenin gusletmesinin vücûbuna kail olanlar bu hadis ile
istidlal etmişlerdir. Ebû Hureyre (r.a.)den rivayet edilen ve Sumâme müslüman olduğu
zaman, Efendimizin ona gusletmesini emrettiği hadis de aynı mevzudadır. İmam
Ahmed ve Ebû Sevr'in mezhebi budur. Bunlar, "Müşrikin, küfr halinde cima veya
ihtilâmdan hali olmayacağını İslama girmeden önce gusletmiş bile olsalar, farz-ı
ikâmeye kâfi gelmeyeceğini" söylemişlerdir.

Şâfîî ve Mâlikîlere göre, İslama girmeden önce cünup olan kimsenin küfür halinde
gusletse de etmese de müslüman olunca yıkanması farz, cünup olmayan kimsenin
yıkanması ise, müstehaptır. Bunlar Efendimizin, her İslama girene guslü
emretmeyiyim delil kabul etmişler ve eğer yeni müslüman olan herkesin gusletmesi
vacip olsaydı, Peygamber (s. a.) herkese emrederdi, halbuki böyle yapmamıştır. Bu,
emrin bazen istihbâba delâlet ettiğine, guslün vücöbunu gösteren emirlerin de cünub
olana gusletmenin vacib olduğuna karinedir demişlerdir.

Hanefilere göre ise küfür halinde cünup olup da gusleden kişiye müslüman olduktan
sonra tekrar yıkanmak farz değildir. Çünkü su temizleyicidir ve gusl için niyet şart
değildir. Ancak bu halde yıkanmak müstehaptır. Müslüman olmadan önce cünup olup
da, gusletmemişse İslama girdikten sonra gusletmesi farz olur.

İslama girmeden önce abdest alıp da abdesti bozmadan müslüman olan bir kimsenin o
abdestle namaz kılıp kılamayacağı meselesi de ihtilaflıdır.

Şafiî, Mâliki ve Hanbelîlere göre,bu durumda olan bir kimse namaz kılamaz, abdestini
yenilemesi gerekir, Teyemmüm için de hüküm aynıdır.



Hanefîler, teyemmüm niyete muhtaç olduğu için teyemmüm konusunda diğer
mezheplerle aynı fikirde oldukları halde abdest hususunda farklı görüştedirler. Hanefî
mezhebine göre cenabetten daha önce yıkanmış ise, şirk hâlinde abdest alan kimse, bu
abdest ile müslüman olduktan sonra namaz kılabilir. Çünkü abdest için niyet şart
değildir. Dolayısıyle abdestin iadesine ihtiyaç yoktur. Eski abdestin kullanılması daha
[2801

faziletlidir.
Bazı Hükümler

1. İslama yeni giren kimsenin gusletmesi gerekir.

2. Sabun gibi, suyun temizleyicilik özelliğim artıran maddelerin suya katılması

£2811

caizdir.

T2821

356. ...Useym b. Kuleyb babası tarikiyle.dedesinden rivayet etmiştir ki:

"O (Kuleyb el-Cuhenî) Peygamber (s.a.)e gelip:

Ben müslüman oldum, demiş, Resulûllah (s.a.) de 'ona:

"Kendinden küfür kıllarını al, buyurmuştur."

(Kavilerden biri Resûlullah (s.a.)'m sözünü) "traş ol" diye açıklamıştır.
(Useym'in babası Kesîr) şöyle dedi:

"Bir başkası bana haber verdi ki; Peygamber (s.a.) kendisi (Haberi veren veya
Resûlullah) ile beraber olan diğer birine:

r2831

"Kendinden küfür kıllarını at ve sünnet ol, buyurdu."
Açıklama

Resûlullah (s.a.)m yeni müslüman olan bu zata "kendinden küfür kıllarını at"
buyurması umûma şâmil değildir. Yani İslama yeni giren herkesin traş olması şart
değildir. Burada; "kıl'm küfre izafe edilemesi, bazı kâfirlerin, alemeti farikası olarak
uzattıkları saçlarının kesilmesi gereğine işarettir. Çünkü bazı bölgelerdeki gayr-i
müslimler başlarını değişik bir biçimde traş ederlerdi. Ve kendilerine has bir alâmet
olarak başlarının bir yerindeki saçları uzatırlardı. Meselâ, Mısır ve Hindistan'da durum
böyle idi. İşte Resûlullah (s.a.)'m kesilmesini emrettiği kıllar bu tipteki saçlardır.
Aynî bu mevzuda şunları söyler: "Peygamber (sallellahu aleyhi ve sellem)in tıraş
olmayı emretmesi, temizlikten mübalağa ve kâfirken büyüyen kıllarım izâle içindir.
Sünnet olmayı emretmesi ise, gayet açıktır. Eğer kâfir müslüman olur ve sünnet
olmanın vereceği eleme katlanamayacak durumda olursa, olduğu hal üzere terk edilir."
Aynî'nin, sünnet hususunda söylediği günümüzde problem değildir. Zira uyuşturucu
iğnelerle hiç bir acı duymadan sünnet olmak mümkündür. Dolayısıyle İslama yeni
girenlerin sünnet olmamasını meşru kılacak bir özür kalmamıştır.
Bu mevzudaki görüş farkları 54. hadis-i şerifin şerhinde verilmiştir. Ayrıca, hanefî
fukahası bu konuda şunları da ilâve etmiştir:

Bülûg çağından sonra müslüman olan kişinin mümkünse, kendi kendini sünnet etmesi
veya eşi tarafından (sünnet) edilmesi daha uygundur.



Hz.İbrahim'in, 80 yaşında iken kendi kendisini sünnet ettiği sahih hadislerde
bildirilmiştir. Bütün buna rağmen mümkün olmadığı takdirde "sünnetin ikâmesi için
haram irtikab edilmez" kaidesinden hareketle sünnet olma işini terk eder diyenler,
olmuş ise de bu görüş muteber sayılmamaktadır. Zira sünnet olma hüküm bakımından
her ne kadar sünnet ise de İslâmm şiarı olması açısından lüzumlu görülmüş ve doktor
tarafından sünnet edilmesi gereği üzerine durulmuş, fetva da buna göre verilmiştir.
Peygamber Efendimiz, küfür halinden kalma kılların kesilmesini İslâmm şiar olan
sünneti emrettiğine göre, küfür halinden kalma kirlerin izâlesi öncelikle emredilmiş
olmaktadır. Netice itibariyle hadis-i şerifte, müslüman olan kimsenin üzerindeki İslam

r2841

adabına uymayan kılları kesmesi ve sünnet olması istenmektedir.
130. Kadın, Hayızken Giydiği Elbisesini Yıkar

357. ...Muâze (bint Abdullah el-Adevî) şöyle demiştir:

"Aişe (r.anhâ)'ye elbisesine kan bulaşan hayızlı kadının ne yapacağını sordum.
Onu yıkasın eğer kanın eseri gitmezse, onu (n rengini) sarı bir şeyle değiştirsin.
Muhakkak ben Resûlullah (s.a.)'m yanında (peşi peşine) uç hayızı (birden) olur,

12851

elbisemi yıkamazdım (elbiseme kan bulaştırmadım.)"
Açıklama

Bu hadis-i şerif mevkuftur fakat merfû hükmündedir. Çünkü Aişe (r.anhâ)'nm hayız
halinde giydiği elbisesini yıkamaması Resûlullah devrinde olmuş ve Peygamberimiz
buna müdâhale etmemiştir. Hz. Aişe kendisine bunu soran kadına elbisesinde kan izi
varsa onu yıkamasını, kanın rengi çıkmıyorsa üzerine rengini değiştirecek başka bir

r2861

şey sürmesini tavsiye etmiştir.
Bazı Hükümler

1. Kadınların özel hallerinde titiz ve dikkat gerekir.

2. Kadınlar, mahrem yerlerinden çıkan her hangi bir şeyin izâlesi mümkün olmadığı
takdirde rengini değiştirerek kullanabilirler.

3. Kadınların, utancakları herhangi bir şeyi yok edici tedbire baş vurmaları

[2871

mümkündür.

358. ...Aişe (r.anhâ) şöyle demiştir;

"Bizden (Resulüllah'm hanımlarından) birinin sadece bir elbisesi vardı. O elbisesi
üzerinde iken de hayız olurdu. Eğer elbisece kan bulaşırsa, onu tükürüğü ile ıslatır,
r2881

sonra ovalardı."



Açıklama



Hz. Aişe'nin elbisedeki kanı tukruğu ile ovaladıktan sonra su ile yıkaması fakat ravinin
bunu zikretmemesi mümkün olduğu gibi, kanın yıkamaya lüzum hissettirmeyecek
derecede az olması da muhtemeldir. Çünkü her ne kadar Menlıel müellifi "Hanefîler
elbisedeki necasetin suyun dışındaki sirke ve tukrük gibi maddelerle izâlesine bu
hadisle istidlal etmişlerdir" demekte ise de, tükrükle necaset izâle edilemez. Ancak
burada şu söylenebilir, bu necaset namaza manî olacak miktarda değildir. Tükürükle
izâlesi ise, eserin gözlerden uzak tutulmasını sağlamaktı. Hanefîlere göre bazı
şartlarla, sudan başka da bazı mayiler ile necaset izâle edilebilir. Zaten hadis de,
necasetin suyun dışındaki bazı maddelerle de izale edileceğine delâlet etmektedir.
r2891

359. ...Bekkâr b. Yahya, ninesinin şöyle dediğini haber verdi:

"(Bir gün) Ümmü Seleme'nin yanma gitmiştim ki, Kureyş'ten bir kadın, (kadının)
hayızlı iken giydiği elbisede namazı (n hükmünü) sordu. Um mu Seleme şu cevabı
verdi:

Resülullah (s. a.) zamanında biz hayz olur, hayz günlerinde bir elbise giyer,
temizlenince hayızlı iken giydiğimiz bu elbiseye bakardık: Eğer ona kan bulaşmışsa,
yıkar ve o elbise içinde namazı kılardık. Ona bir şey bulaşmamışsa (yıkamaya gerek
duymaz), onunla namaz kılardık.

Saçı taralı olana gelince, bizden (Resûlullah'm hanımlarından) birinin saçları taralı
(saçları taranacak kadar uzun) ise; guslettiğinde saçlarını çözmez, başı üzerine üç avuç
su döker, saçlarının dibine ıslaklık nüfuz ettiği zaman onu ovalar sonra da (suyu)

r2901

bedeninin geri kalan kısmına dökerdi.
Açıklama

Hadis-i şerif eğer kan bulaştmlmamışsa hayız halinde ikengiyilen elbiseyi yıkamadan
giyip onunla namaz kılmanın caiz olduğuna delâlet etmektedir. Zira pis olan giyilen
elbise değil, o haldeki kandır. Kan olmayınca da elbise temizdir. Ümmü Seleme
cevâbında, saçı sık olduğu için saçını tarakla tarayan kadının guslederken saçlarını ve
örgülerini çözmesine lüzum olmadığını da söylemiştir. Hadisteki ifâdede saçın sık
oluşundan bahesedilmemekte ise de, kadının saçlarını tarayıcı olmasından maksat
onların sık olduğunu ifâde etmektir. Mecazen buna "mümteşita" denmiştir. Burada
ifâde edilmek istenen husus, hayızdan kurtulan kadının yıkanırken örgülerini çözmesi
gerekmediğidir.

Kadının âdet halinde giydiği elbiseye kan bulaşmaması halinde o elbise ile namaz

[291]

kılabilir.Bulaşmışsa, yıkadıktan sonra kılabilir.

T2921

360. ...Esma bint Ebî Bekr (r.anhümâ)'dan, demiştir ki;

"Bir kadının Resülullah (s.a.)'a "Bizden (kadınlardan) biri temizlendiği zaman (hayızh
iken giydiği) elbisesini ne yapsın, onunla namaz kılsın mı?" diye sorduğunu işittim
(Resûlüllâh sallellahü aleyhi vesellem) şöyle cevap verdi:

"Baksın, eğer onda kan görürse, biraz su ile ovalasın (bu suda veya elbisede kan izi)



f2931 f2941
görmeyinceye kadar yıkasın ve namazını kılsın."



Açıklama

Son cümlenin mânâsı dipnottaki şekilde olduğu takdirde, bu yıkama,,
kokuların, vesvesenin giderilmesi ve temizlik içindir. Necasetten temizlenmesinde
(sirke, elma suyu vs. gibi) sudan başka maddeleri caiz görmeyenler bu hadis-i şerifi
görüşlerine destek saymaktadırlar. Ancak su haricindeki bazı mayilerle de
temizlenmeyi caiz gören Hanefîler "bu hadisteki suyun zikri tahsis için değil,
temizlenme daha çok su ile olduğu için Efendimiz su ile ovalamayı emretmiştir"
12951

derler.

Bazı Hükümler

1. Soru sorulan kişi bildiği şekliyle cevap vermekten kaçınmamalıdır.

2. Kan ittifakla necistir, temizlenmelidir.

12961

3. Namaz kılabilmek için elbisedeki necasetin izâlesi şarttır.

361. ...Esma bint Ebî Bekr (r.ahhâ)dan, demiştir ki; "Bir kadını Resûlullah (s.a.)'a
şöyle sorarken duydum:

Ya Resûlullah, bizden birinin elbisesine hayız kanı bulaşırsa, ne yapsın? Nebi (s. a.) şu
cevabı verdi:

" Sizden birinize hayz kanı bulaşırsa onu (pamukla) ovalasın sonra su ile yıkasın ve
r2971

namazım kılsın."
Açıklama

Aynî' Buhârî Şerni'nde İbn Battâl'm "Esma hadisi, ulemâ katında necasetin yıkanması
hususunda esastır" dediğini naklettikten sonra şunları söyler: "Bu hadis ulemâ indinde
çok olan kana hamledilir. Çünkü Cenâb-ı Allah kanın necaseti konusunda mesfuh
olmayı şart koşmuştur. O da akıcı olan çok kandan kinayedir. Fakihler çok olanın mik-
tarım tayinde ihtilâf etmişlerdir. Küfeliler (Hanefîler) kanda ve diğer necasette az ile
çoğun arasını ayıklamakta bir dirhem den daha aza itibar etmişlerdir..."
İmam Mâlik'e göre kanın azı affedilir, fakat diğer necasetlerin azı da, çoğu da
yıkanmalıdır.

Şâfıîlere göre kanın azı affedilmiştir. Yalnız köpek ve domuz kanının azıda, afdan
müstesnadır. Pire kanı, bazı şartlarla çok da olsa mâfuvdür. Diğer necasetlerde gözle

r2981

görülebilen pislik necistir.

362. ...Hammâd b. Seleme, Hişâmb. Urve'den önceki hadisi mânâ bakımından (aynen)
rivayet etti: (Müsedded ve Musa b. İsmail rivayetlerinde) şöyle dediler: "Resûlullah
(s.a.):



T2991

"Onu (kanı) kazı, sonra su ile ovala, sonra da yıka','buyurdu.



DOOl

363. ...Ümmu Kays bint Mihsan ( ) şöyle demiştir:

"Resûlullah (sallellahü aleyhi vesellem)'e elbisede olan hayz kanım(n hükmünü)
sordum.

1301]

"Onu bir çubuk (çöp) ile kazı, su ve sidr ile yıka','buyurdu.
Açıklama

Tercemeye çubuk (çöp) diye aktardığımız kelimesi aslında kaburga kemiğinin
Arapçası olduğu halde, ona benzeyen eğri çubuk için de ad olmuştur îbn Dakiki'l-iyd,
Nesâî'den Ibn Hay-ve tarafından yapılan rivayette bu kelimeyi "taş" şeklinde
bulduğunu söylemiş fakat Irakî bunu tenkid etmiştir.

Kanın yıkanmadan ince bir çubuk parçasıyla kazınması, yıkanmayı kolaylaştırmak,
suya sidr karıştırılması ise, temizlikte mübalağa bakımından suyun temizleyecilik
özelliğini artırmak içindir. Bugünkü deterjanlar sidrin görevini fazlasıyla yapmaktadır.
Tabii bu ameliyeler, uyulması şart olmayıp kolaylık bakımından yapılmış
D021

tavsiyelerdir.
Bazı Hükümler

1. Elbisedeki hayz kanını yıkamadan önce sert bir cisimle kazımak, daha çok
temizlenmeye vesiledir.

2. Necasetin yıkanacağı suya, suyun temizleme gücünün artması gayesiyle uygun

r3031

maddelerin karıştırılması meşrudur.

364. ...Aişe (r.anhâ)dan, demiştir ki;

"Bizim (Rasûlullah'm zevcelerinden) birimizin bir tek gömleği olurdu. O gömlek
üzerinde iken hayız olur, o üzerinde iken cünüp olurdu. Sonra onda bir kan damlası

[3041

görür ve onu tükrüğü ile ovalardı."
Açıklama

Hz.Aişenin naber verdiği hanımın kendisi olması muhtemeldir. Bu hadis her ne kadar
mevkuf ise de Resûlullah'm huzurunda olduğu ve Efendimiz reddetmediği için merfû'
hükmündedir.

Hz. Aişe bu haberi verirken, hayız veya cenabet halinde giyilen bir elbisenin pis
olmadığını, şayet elbisede az bir kan lekesi olursa, bunun namaza manî olmadığını

r3051

söylemek istemesinden dolayı zikretmiştir.



365. ...Ebû Hureyre (r.a.)den rivayet edilmiştir; "Havle bint Yesâr, Resûlullah (s.a.)'a
gelip:

Ya Resûlullah! Benim sadece bir tane elbisem var, ben o (elbisem) üzerimde iken
hayız oluyorum, ne.yapayım? dedi.
Nebî(s.a.) şu cevabı verdi:

Temizlendiğin zaman onu yıka ve onda (onu giyerek) namazını kıl."
Havle dedi ki:

Kan çıkmazsa (ne yapayım)? Nebî (s.a.);

r3061

'"Kam yıkamak sana yeter, izi zarar vermez" buyurdular.
Açıklama

Bu hadis-i şerif de Efendimiz, hayız olunan elbisenin yıkanmasını emretmişlerdir.
Bunu kanın çok oluşuna hamledersek önceki hadislerle olan ihtilâf halledilmiş olur.
Ayrıca buradan anlıyoruz ki, temizce yıkandıktan sonra necaset eserinin kalması, o
elbisenin temiz olmasına manî değildir. Bu şekildeki necasetler, temizlendiğine kanaat
gelinceye kadar yıkanır, Hanefîlere göre üç defa yıkanıp sıkıldığında temizlenmiş
D071

sayılır.

131. Hanımıyla Cinsi Temasta Bulunurken Giydiği Elbise İle Namaz Kılmanın
Hükmü

366. ...Muâviye b. Ebî Süfyân'dan rivayet edilmiştir;

"O, Peygamberimizin hanımı olan, kızkardeşi Ummu Habîbe'ye:

Resûlullah (s.a.) cima ederken üzerinde bulunan elbisesi ile namaz kılar mıydı? diye

sordu. Ummu Habîbe (Radıyellahü anhâ):

T3081

Evet, O elbisede pislik görmediğinde (kılardı) dedi."
Açıklama

Meninin pis olduğuna hükmedenlerin dayandıkları hadislerden birisi budur. Çünkü
cinsi temastan sonra elbiseye bulaşabilecek pislik nıezi veya menidir. Efendimiz,
elbisede pislik görmediğinde o elbise ile namaz kıldığına göre, meni veya mezi
gördüğü zaman yıkattığı anlaşılmaktadır.

Bu, Efendimizden çıkan şeylerin temiz oluşuna muhalif değildir. Çünkü hükümlerde
ümmetin durumu göz önünde bulundurulur.

Yine bu hadis-i şeriften şüphe ile amelin vacip olmadığı anlaşılmaktadır. Zira cima
esnasında giyilmiş olan elbisede meni veya mezi eserinin bulunacağı muhtemeldir.
Buna rağmen Efendimiz necasetin olduğunu yakinen bilmedikçe şüpheye binâen amel

r3091

etmeyerek şüphe ile değil, kesin bilgi ile amelin vacip olduğuna işaret etmiştir.



Bazı Hükümler



1. Cinsi temas esnasında giyilen elbiseye meni veya mezi bulaşmamışsa yıkanmadan o
elbise ile namaz kı-hnabilir. Çünkü meni ve mezinin her ikisi de necistir. (İmam
Şafiî'ye göre meni tâhirdir.)

2. Elbiseye meni bulaşmışsa yıkanması gerekir.

3. Bir şeyin aksi ortaya çıkmadıkça aslı üzere hükümedilir.

mm

4. Şüphe ile değil kesin bilgi ile amel vaciptir.

132. Kadınların İç Çamaşırları İle Namaz Kılmak

kelimesi Arapçada kelimesinin çoğuludur. Aslında insanın vücuduna temas eden iç
çamaşırı demektir. Ancak burada uyku esnasında örtülen örtü mânâsında olması da

[3İİ]

muhtemeldin. Fakat terceme, kelimenin asıl manasına göre yapılmıştır.
367. ... Aişe (r.a.)'dan demiştir ki

Rasûlullah (salallallahü aleyhi vesellem) bizim çamaşır larımiz da veya

[3121

çarşaflarımızda namaz kılmazdı.

Ubeydullah: "Babam (çamaşır mı, yoksa çarşaf mı olduğunu) şüphe etti" demiştir.
[313]



Açıklama

Hadis-i şerif hayız kanı gibi necaset bulunması ihtilmali olan kadın elbiselerinden
sakınmanın matlup olduğuna işaret etmektedir. Her ne kadar vacip olan, zanna göre
değil de, kesin bilgiye göre hükmetmek ise de ihtiyatlı davranmak dinimizin teşvik
ettiği hususlardandır. Ancak bu farz değil menduptur. Nitekim bir sonraki babta
gelecek olan hadis-i şeriflerden, kadınların iç elbiselerinde namaz kılmanın caiz

I3İ4J

olduğu anlaşılmaktadır.

368. ...Aişe (r.anhâ)'nm şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Peygamber (s. a.) bizim elbiselerimizde (veya çarşaflarımızda) namaz kılmazdı."
Hammâd;Said b. Ebi Sadaka 'nın şöyle dediğini duydum demiştir:
Bu hadis-i şerifi Muhammed b. Sırın 'e sordum, rivayet etmedi ve "Ben onu eskiden
beri duydum. Fakat kimden duyduğumu bilmiyorum. Güvenilir birinden mi, yoksa

1315]

başkasından mı duyduğumu hatırlayamıyorum. Onu (başkasına) sorunuz" dedi.
Açıklama

Hadis-i Şerifin Hz. Aişe'ye nisbet edilen bölümü bir evvelki hadisle aynıdır.
Müellifin Hampvîd'm sözünü kaydetmekten maksadı, hadisin münkatı' olduğuna işaret
etmektir. Çünkü hadisin senet zincirine göre Hammâd Hişâm'dan, Hişâm da İbn Şîrîn



vasıtasıyla Hz. Aişe'den rivayet etmiş görünmektedir. Said b. Ebî Sadaka, bu hadisi
İbn Sîrîn'e sorduğunda kesin bir cevap da almamış, ne red etmiş ne de olumlu karşılık

I3JL61

vermiştir. Bu, hadis-i şerifte bir inkıta olma ihtimalini ortaya koymaktadır.
133. Kadınların İç Çamaşırları İle Namaz Kılma Ruhsatı

369. ...Meymûne (r.anha)dan;

"Resûlullah (s.a.)'m bir bölümü kendi üzerinde, diğer bölümü hayız hâlindeki bir

[3171

hanımının üstünde olan bir elbise ile namaz kıldığı" rivayet edilmiştir.
Açıklama

Hadis-i Şerifin konu ile alâkası şudur: Peygamber (s. a.) kendi üzerindeki elbisenin
yarışımda hayız halindeki hanımının üzerine örttüğü halde namaz kıldığını ifâde
etmektedir. Efendimiz bu şekilde namaz kılarken yanında olan zevcesi, Meymûne
olabileceği gibi aşağıdaki hadisten anlaşılacağı üzere Hz. Aişe de olabilir. Ancak
Buharî'nin rivayetinden Meymûne olduğu anlaşılmaktadır.

Hadiste geçen kelimesinin mânâsı yün, keten veya başka bir şeyden yapılan, hem
erkeklerin, hem de kadınların göbekten aşağıya ve yukarıya giyebüdekleri bir elbise
[3181

çeşididir.

Bazı Hükümler

1. Üzerinde kan görülmedikçe hayızlı olan kadının elbisesi temizdir.

2. Bir kimsenin hayız olan hanımının yakınında namaz kılması caizdir.

3. Bir kısmı namaz kılanın, diğer bir kısmı da hayız halindeki hanımının üstünde olan

[3191

elbisede namaz kılmak caizdir.

370. ...Aişe (r.a.)dan; demiştir ki;

"BenResûlullah (s.a.)'m yakınında, hayızlı bulunduğumda, üzerimdeki elbisenin bir

r3201

kısmı Resûlullah'm üzerine (sarkmış) bir vaziyetteyken geceleyin namaz kılardı."
Açıklama

Yukandaki hadisle aynı gibi görülen bu hadis farklı bir manaya gelmektedir. Şöyle ki;
birinci hadis-i şerif Peygamber (s.a.)'m elbisesinin hayızlı hanımının üzerine sarktığını
anlatırken hayızlı kadının pis olmadığını, onun üzerine sarkan elbisenin pis
olmayacağına işaret etmektedir. Halbuki bu hadis-i şerif, Hz. Aişe validemizin
üzerindeki elbisenin Resûlullah (s.a.)'e örttüğünü, dolayısıyla hayızlı kadının

[321]

elbisesinin pis olmadığı gibi başkasını da kirletemediğini ortaya koymaktadır.



134. Elbiseye Bulaşan Meninin Hükmü



T3221

371. ...Hemmam b. Haris ten rivayet edilmiştir:

"(Bir gün) Hemmâm Hz. Aişe'nin yanında (misafir) iken ihtilâm olmuştu.Elbisesini
D231

veya elbisesindeki. cenabet eserini (meniyi) yıkarken Hz. Aişe'nin cariyesi onu
gördü ve Hz. Aişe'ye haber verdi. Bunun üzerine Aişe (r.anha) şöyle dedi:

L324J

(Şu anda) Resûlullah (s.a.)'m elbisesinden onu ovaladığımı görür (gibiyim).

13251

Ebû Dâvâd: "Bunu, Hakem rivayet ettiği gibi, A 'meş de rivayet etmiştir" dedi.
Açıklama

Bu hadis-i şerif, kurumuş olan meninin ovalamakla temizleneceği görüşünde olanların
del iHeırindendir. Konu ulema arasında ihtilaflıdır.

Şafiî, Dâvûd, İbn Munzir, Said b. el-Müseyyeb, Atâ İshak ve Ebû Sevr'e göre meni

temizdir. İmam Ahmed'in iki rivayetinden esah olanı da bu şekildedir. Ancak Şafiî

mezhebinin muteber kitaplarından Muğnî'l-muhtâc'ta "Bir kimse küçük abdestten

sonra tenasül uzvunu yıkamazsa ondan çıkan meni pistir" denilmektedir.

Bu görüşte olanların delili, meninin ovalanmakla izâle edilebildiğini, gösteren

rivayettir. Pis olsaydı ovalamakla temizlenmezdi, demektedirler.

Hanefî Mezhebine göre meni pistir. Yaşı ancak yıkamakla, kurusu ise, ovalamak

suretiyle de temizlenebilir. Ancak küçük abdestinden sonra su ile temizlenmiş olması

şarttır. Aksi halde ovalamakla da temizlenmez. Zira uzuv üzerinde kurumuş olan idrar

ıslak meni ile yayıldığından temizlenmez.

Üzerinde durduğumuz, Hz. Aişe'nin rivayeti, bu görüşün delilerinden-dir. Meninin
ovalamakla izâle edilmesi, Onun temiz olmasını gerektirmez. Nitekim, ayakkabıya,
bulaşan ve cüssesi olan pislik yere veya toprağa sürtmek suretiyle temizlenebilir,
yıkamaya ihtiyaç göstermez. Su ile yıkanmadan silmek, tehavvül, kuruma vs. gibi
daha birçok temizleme yollan vardır. İbn Abbâs'tan nakledilen ve meniyi bir burun
akıntısına benzeten rivayeti ise, İshâk el-Ezrak'm Şureyk tarikiyle yaptığından başka
ref eden olmamıştır. Gerçekte bu rivayet Beyhakî'nin dediği gibi mevkuftur, hüccet
olmaz.

Dârekutnî'nin Hz. Aişe'den rivayet ettiği, "Ben Resûlullah (s.a.)'nı elbisesindeki
meniyi kuru ise ovalar, yaş ise yıkardım" şeklindeki hadis de açıkça bu görüşü takviye
[3261

etmektedir.
Bazı Hükümler

1. Meni pistir

T3271

2. Elbiseye bulaşan meni kuru ise ovalayarak, temizlenebilir; yaşı ise yıkanır.



372. ...Aişe (r.anha) şöyle demiştir:

"Ben Resûlullah (s.a.)'m elbisesinden meniyi ovalardım. Resûlullah da o elbisede
D281

namaz kılardı."
Ebû Dâvûd dedi ki:

[3291

Hammâd'a bu rivayetinde Muğîre, Ebû Ma'şer ve Vâsıl muvafakat ettiler.

373. ...Süleyman b. Yesâr Aişe (r.anhâ)'yı şöyle söylerken dinlemiştir:

"Ben Resûlullah (s.a.)'ın elbisesinden meniyi yıkardım daha sonra elbisedeki

moı

temizleme izlerini görürdüm."
Açıklama

Bu hadis-i şerif, meninin pis olduğu görüşünü kabul edenlerin delil gösterdikleri
hadislerden biridir. Çünkü Hz. Aişe Efendimizin elbisesindeki meniyi kendi kendine
değil, Resûlullah aleyhisselâmm emri ile yıkamıştır. Eğer meni pis olmasaydı
Efendimiz onu yıkamayı emretmez, Hz. Aişe de yıkamazdı. Aişe validemizin meniyi
ovaladığını gösteren hadisler ise, İmam-ı Azam'm kavline göre, meninin kuru oluşuna
hamledilir.

Meninin temiz olduğunu söyleyenler ise, buradaki yıkama işinin, istihbabâ delâlet
ettiğini söylerler. Meninin temiz olup olmadığı hususunda ulemânın görüşleri 371.

£3311

hadisin açıklaması içerisinde verilmiştik.
Bazı Hükümler

1. Meni pistir.

T3321

2. Kadının kocasına hizmet etmesi, elbiselerim yıkaması meşrudur."
135. Çocuk İdrarının Elbiseye Bulaşması

374. ...Üramü Kays bint Mihsan'dan rivayet edilmiştir ki:

"O, (bir gün) henüz yemek yemeye(başlamaya)n küçük oğlunu Resûlullah (s.a.)'a
getirdi Ffendimiz de çocuğu kucağına oturttu. Çocuk Resûlullah(s.a.)'m elbisesine

P331

bevletti.Efendimiz su isteyerek (sidiğin) üzerine döktü, onu yıkamadı."
Açıklama

İmam Nevevî'nin beyânına göre, küçük çocuğun idrarının pis olduğunda ihtilâf yoktur.
Hatta bu konuda icmâ olduğunu bile söyleyenler vardır. Ancak Dâvûd-u Zâhirî'ye
göre çocuğun bevli temizdir. İmam Şafiî'den de onun temizliğine dâir bir nakil
yapılmakta ise de, Nevevî bunun kesinlikle bâtıl olduğunu kaydeder.



Çocuğun idrarının temizleniş biçimi ise, mezhepler arasında ihtilaflıdır.
Şafiî mezhebinde üç ayrı kavil vardır. Bunlardan esah olanına göre, oğlan çocuğunun
idrarı, üzerine su serpmekle, kız çocuğununki ise, diğer necasetlerde olduğu gibi ancak
yıkamakla temizlenir. Hz. Ali, Atâ b. Ebî Rebah, Hasan el-Basrî, Ahmed b. Hanbel,
İshak b. Râhûye ve Mâlikîlerden İbn Vehb'e göre de oğlan çocuğu ile kız çocuğunun
idrarları farklıdır. İmam Ahmed, İshak ve Ebû Sevr de Şâfıîlerle aynı görüştedirler. Bu
görüşte olanların dayandığı bir çok hadis-i şerif vardır. Mesela Ebû Dâvûd, Tirmizî ve
İbn Mâce'nin tahric ettikleri, "kızın idrarı yıkanır oğlanmkinin üzerine su dökülür"
mealindeki hadis bunlardandır.

Hanefi mezhebi ile İmam Malik, İbrahim en-Nehaî, Said b. El-Müseyyeb, Hasan b.
Hayy ve Sevriye göre kız ve oğlan çocuklarının idrarları arasında fark yoktur. Her
ikisi de pistir ve ancak yıkamakla temizlenir.

tmam Muhammed, "Yemek yemeye başlamamış oğlan çocuğunun idrarı hakkında
ruhsat verilmiş, kız b'evli ise yıkanması emredilmiştir. Fakat bize göre her ikisini de
yıkamak daha makbuldür" demiştir.

Bu görüş sahipleri, hadislerdeki "Su serpme, su dökme" şeklinde anlaşılan "Nadh"
kelimesinden bazan yıkamak da kastedilir demişler ve mezkûr kelimenin yıkamak
mânâsında kullanıldığnı bazı hadislerle isbat etmişlerdir. Bazı hadislerde "nadh"
kelimesinden sonra "onu yıkamadı" şekilindeki ilâveleri de "yıkamada mübalağa
etmedi" şeklinde tefsir etmişlerdir.

Buraya kadar, ifâde etmeye çalıştığımız bilgiler henüz yemek yemeğe başlamayan, süt
ile beslenen çocuklar ile ilgilidir. Yemek yiyen çocukların idrarı ise, ittifakla ancak

[334]

yıkamakla temizlenebilir.
Bazı Hükümler

1. Sütle beslenen çocuğun idrarı üzerine su dökmekle temizlenebilir.

D351

2. Çocuklara şefkatli davranmak gerekir.

[3361

375. ...Lûbâbe bint el-Hâris (r.anhâ)'dan; demiştir ki;

"Ali(r.a.)nın oğlu Hüseyin, Resûlullah (s.a.)'m kucağında idi. Efendimizin üzerine
bevletti.

Bir elbise giy, izarmı da bana ver yıkayayım, dedim. Resûlullah (s. a.);
"Ancak kızın idrarından dolayı yıkanır oğlanın idrarından ise (üzerine) su dökülür,"
r3371

buyurdu.
Açıklama

Bu hadisin zahiri erkek çocuğu ile kız çocuğunun idrarları arasında fark görenlerin
görüşünü te'yıd etmektedir. Ancak Hattâbî, buradaki "nadh" kelimesini su serpme
değil de önceden suyla ıslamadan ve ovalamadan yıkamak şeklinde açıklamıştır.
Erkek ve kız çocuklarının idrarları arasında fark görmeyen Hanefîler de hadisi
Hattâbî'nin dediği gibi anlamışlardır.



Hanefi âlimlerinden Tahâvî de bu hadis hakkında şunları söyler:
"Erkek çocuğun idrarının çıkış yeri dar olduğu için dar bir satha isabet eder. Kız
çocuğunun idrarı ise, daha geniş bir alana yayılır. Bundan dolayı Efendimiz oğlanın
idrarı üzerine su dökmeyi kız çocuğun idrarında ise, muhtelif yerlere bulaşacağı için
yıkamayı murat etmiştir."

Bu ifâdelere göre hadis-i şerifin her iki görüşe de aykırı olmadığı, taraflardan birini,
hadise zıt görüşe sahip olmakla töhmet altında bırakmağa mahal olmadığı
D381

anlaşılmaktadır.

T3391

376. ...Ebu 's-Semh den; demiştir ki;

"Resûllullah (s.a.)'e hizmet ederdim. Efendimiz gusletmek istediğinde bana "Yönünü
çevir" der, ben de çevirir ve onu gizlerdim, (siper olurdum). (Bir gün) Hasan veya
Hüseyin (r.anhumâ) getirildi. Efendimiz'in göğsü üzerine bevletti. Ben hemen onu
yıkamaya geldim. Resûlullah (s. a.):

13401

"Kız çocuğunun idrarı(ndan dolayı)yıkamr, oğlanmkine ise, su serpilir" buyurdu.
Abbâs (b. Abdilazîm) dedi ki;

(Çoğul sigasıyla) Bize Yahya b. Velid haber verdi. Ebû Davûd da dedi ki; Yahya b,
Velid, Ebu'z-Za'râ dır. Harun b. Ebî Temim, Hasen el-Basrî'nin "Bütün idrarlar

eşittir," dediğini söyledi.

Açıklama

Bu hadis-i şerifte, küçük çocuğun idrarının hükmünün yani sıra ikinci bir konu
dikkatimizi çekmektedir ki, o da gusul esnasında örtünme meselesidir. Bundan önceki
hadis-i şeriflerin şerhinde çocuğun idrarı ile ilgili yeterli bilgi verildiği için burada
gusül esnasında örtünme meselesini ele alacağız.

İnsanların görebileceği açık bir yerde gusleden kimsenin tesettüre riâyetinin farz
olduğunda ulemâ müttefiktir. Açık bir yerde fakat kimsenin görme ihtimali olmadan
veya kapalı bir yerde gusleden kimsenin örtünmesinin hükmü ise, ihtilaflıdır.
İbn Ebî Leylâ'ya göre, her hâl-ü kârda gusleden kimsenin avret yerini örtmesi farzdır.
Cumhur-u ulemâya göre bu durumlarda örtünmek farz değil, müstehaptır. Üzerinde
durduğumuz hadis-i şerifte ki Ebû s-Semh'in Efendimize siper olmasının, Efendimizin
emri ile değil kendi arzusu ile, olduğunu ve bunun vücûba delâlet etmediğini söylerler.
Hadisin sonundaki ta'lik'de Hârûn b. Temim, Hasan el-Basrî'nin "Bütün idrarlar

1342]

eşittir." dediğini rivayet etmiştir.
Bazı Hükümler



1. Fazilet erbabına hizmet etmek meşrudur.

13431

2. Satr-ı avrete itina edilmelidir.



377. ...Ali (r.a.) şöyle demiştir:

"Kız çocuğun idrarı yıkanır, oğlan çocuğunun ise (sütten başka) yemek yemediği

0441

müddetçe idrarına su serpilir."
Açıklama

Bu "eser" de, oğlan ve kız çocuklarının idrarlarının temizlenmesinin farklı olması
bakımından önceki hadisler gibidir. Ancak bunda ilâve olarak bu hükmün, henüz
yemeye başlamayan, ana sütü ile beslenen oğlan çocuklara ait olduğu sarahaten beyân
1345]

edilmektedir.

378. ...Ali (k.v.) yukarıdaki hadisi Resûlullah (s.a.)dan merfuan rivayet etmiştir.
Ancak (bu rivayette) "yemedikçe" kaydını (Katâde'nin talebesi Hişâm) zikretmemiştir.
(Hişam ilâveten) Katâde'nin; "Bu, yemek yemedikleri müddetçedir, yemek yerlerse
her ikisi de yıkanır"

[3461

dediğini de bildirmiştir.
Açıklama

Müellif burada Hz. Ali'nin hadisim, tekrar rivayet, etmiştir. Ancak önceki hadis Hz.
Ali'nin sözü olarak mevkuf iken, aynı manadaki bu ikinci hadis-i şerif Resûlullah
(s.a.)'a nisbet edilmektedir.

Bir de birinci hadiste "yemedikçe" ifâdesi erkek çocuğa inhisar ettirilmiş bu rivayette
ise, her ikisine teşmil edilerek "yemedikleri müddetçe" denilmiştir.

[3471

Buna göre de erkek ve kız çocuğunun idrarı aynı derecededir.

379. ...Hasan (el-Basrî), annesinin şöyle dediğini haber verdi:

"(Ben) Ümmü Seleme (r.anha)yı henüz yemek yemeyen erkek çocuğun idrarı üzerine
su dökerken gördü (m). Eğer (çocuk) yerse, onu yıkardı. Kız çocuğunun idrarını da
£3481

yıkardı."
Açıklama

Buraya kadar bu bölümle ilgili hadislerde henüz yemek yemeyen süt çocuklarının
idrarlarının aynı derecede pis olmadığı, kız çocuğununkinin her hâl-ü kârda
yıkanması, erkek çocuğunkinin ise üzerine su dökülerek temizleneceği ifâde
edilmektedir. Bu hadislere dayanarak cumhûr-u ulemâ iki idrar arasında fark olduğuna
zâhib olmuşlardır. Ancak Hanefî fukahası "İdrardan temizlenin! Çünkü kabir azabının
çoğu idrardandır" hadis-i şerifi ve benzeri hadislerle isdidlâl ederek bir ayırım yap-
maksızın erkek ve kız çocuğunun idrarları, henüz süt çocuğu bile olsalar eşit ve aynı
derecede pistir ve büyüklerin idrarına eşittir; affedilen miktarı aştığı takdirde
yıkanması gerekir, görüşündedirler. Bununla beraber Hanefî uleması bu bölümdeki



hadislerle diğer babtaki hadisler arasında görünen tearuza cevaben hadislerde geçen
"nadh" kelimesini yıkama ile tefsir etmişler ve bu tefsirlerini diğer hadislerdeki

13491

yıkama manasına gelen "nadh" ile takviye etmişlerdir.
136. İdrarın İsabet Ettiği Toprak(In Temizlenmesi)
380. ... Ebû Hureyre (r.a.)'dan rivayet edilmiştir ki;

Resûlullah (s. a.) Mescidde otururken bir bedevi Mescide girip namaz kıldı. (İbn Abd
bu namazın iki rekat olduğunu söyler). Sonra da:

Allah'ım, bana ve Muhammed (s.a.)'e rahmet eyle, bizimle beraber bir başkasına
acıma, dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.):

Geniş olan şeyi men'ettin (Allah'ın geniş tuttuğu rahmetini daralttın), buyurdu. Aradan
fazla bir zaman geçmeden bedevi Mescidin içinde (bir kenara) bevletti. Bunu gören
sahâbîler bedeviye doğru koştular, fakat Resûlullah (s.a.) onlara mâni oldu ve:
Siz ancak kolaylaştırcı olarak gönderildim, zorlaştırıcı olarak değil. O (bedevinin)

r3501

bevli üzerine büyük bir kova dolusu veya doluya yakın su dökünüz" buyurdu.
Açıklama

A'rabi çöllerde, kırlarda yaşayan ancak bir ihtiyaç için zamanla şehre gelen Araplara
denir.

Hadis-i şerifte bahsi geçen Arabi'nin adı, başka rivayetlerden anlaşıldığına göre Zu'I-
Huveysıra el-Yemânî veya Ekra' b. Habis et-Temimîdir.

Hadis-i şerifin siyakından da anlaşılacağı üzere bu zat İslâmı yeni kabul etmişti.
Henüz İslâm edep ve kültürünü tam olarak elde edememiş, câhiliye ve çöl geleneğini
üzerinden atamamıştı. Bu yüzden Cenab-ı Allah'tan rahmet isterken, başkalarının
rahmetten mahrum olmasını ister hissini veren ifâdeler kullanmış ve Mescide idrar
yapmıştı. Rahmet Peygamberi sallellahü aleyhi vesellem Efendimiz, bu şahsın her iki
hatasını da gayet nâzik bir şekilde düzeltmiş ve güzel bir ders vermiştir. Bedevinin
bevletmesine mâni olmak üzere harekete geçen sahâbileri de daha büyük zararlar
tevlid edebileceği mülahazasıyla durdurmuştur. O'nun" Siz zorlaştırıcı olarak değil,
kolaylaştırıcı olarak gönderildiniz" tabirini kullanması mecazî mânâdadır. Çünkü
aslında tebliğ vazifesi ile gönderilen sahâbiler değil, bizzat Resûllah'ın kendisidir.
Fakat, sahâbiler de Resûlullah'tan gerek huzurunda, gerek gıyabında tebliğ vazifesi
için onun tarafından gönderilmiş olmaktadırlar.

Hadis-i şerif necis olan arz (yer) üzerine su dökmek suretiyle o mahallin
temizleneceğine delâlet etmektedir ki, cumhurun görüşü de bu merkezdedir.
Hanefîlere göre, yeryüzü ve yeryüzünde sabit bulunan her hangi bir şey, pislenince
kurumakla temizlenir. Hidâye'de "güneşte kurumakla" deniyorsa da, İbn Humam
"güneş" kelimesinin kaydı ittifakı olduğunu, rüzgâr veya güneşle kuruması arasında
fark olmadığım söyler ki, mezhebin görüşü de bu şekildedir. Ancak pisliğin renk
vekokusudan eser kalmaması lâzımdır.

Necaset bulaşan yer yüzü (mahal) süratle temizlenmek istenirse, o yeri alt-üst ederek
necasetin kokusu hissedilmeyecek şekilde gömmek ya da üzerine toprak taşımak veya
eseri kalmaymcaya kadar üzerine su dökmekle de temizlenebilir.



Merâkf 1-Felâh Haşiyesi Tahtâvî'nin beyânına göre arz, üzerine su dökülerek
temizlenecekse toprağın sert veya yumuşak oluşuna göre farklı ameliyeler uygulanır.
Yer gevşekse, temizlendiği kanaati hasıl oluncaya kadar su dökülür, adet önemli
değildir. Yer engebeli ve sertse, necaset mahalinin alt kısmına bir çukur kazılır ve
necasetin üstüne su dökülür. Çukurun içine dolan suyun üzerine toprak doldurulur.
Yer sert ve düz ise, necaset üzerine üç defa su dökülür fakat her döküşte temiz bir bez
ile kurutulur.

Yukarıda da işaret edildiği gibi diğer mezheplere göre necaset bulaşan yeryüzü,
üzerine her hangi bir şekil ve tafsilata lüzum görülmeden su dökülerek temizlenir.
Hadis-i şerifin sonunda seçil ve zenîib kelimelerinin aynı mânâya geldiği belirtilmiş
ve ikisi arasında zikredilen ev (veya) râvinin rivayetteki şüphesine hamledilmiştir.
Diğer bir ifâdeye göre "seçil" dolu kova; "zenûb" ise, biraz eksik (doluya yakın) olan
manalarına gelir. Buna göre râviden bir şüphe varid olmamış her iki lafız da
Resûlullah'tan (s. a.) varit olmuş olur. O zaman "ev" kelimesi muhayyerliğe hamledilir.

1351]

Tercüme buna göre yapılmıştır.
Bazı Hükümler

1. Dua eden kişi, duasında sadece kendisi için değil, diğer müslümanlar için de istekte
bulunmalıdır.

2. Cahil, söylenileni küçümseyip inadına muhalif hareket etmedikçe ona yumuşak
davranmak gerekir.

3. İki zarardan büyüğü, küçüğü irtikâb edilerek def edilebilir.

4. Mâbedlere hürmet edilmeli ve temiz tutulmalıdır.

[352]

5. Toprağa bulaşan necaset, üzerine su dökülmek suretiyle temizlenir.

T3531

381. ...Ma'kıl b. Mukarrin den; şöyle demiştir:

"Bir bedevi, Resûlullah (s. a.) ile birlikte namaz kıldı..." (Ma'kıl bundan sonra) Önceki

hadisteki hâdiseyi (anlattı) ve şunları ilâve etti: Resûlullah (s. a.);

"Üzerine bevlettiğî toprağı alın ve (Mescidin dışına) atın, yerine de su dökün"

13541

buyurdu.

EbûDâvûd; "Bu hadis mürseldir. Çünkü İbn Ma'kıl, Resûlullah (s.a.)'ı görmemiştir"
[3551

dedi.



Açıklama

Görüldüğü gibi bu hadis-i şerif Tâbiûndan bir zât tarafından, aradaki sahâbî
zikredilmeksizin bizzat Resûlullah'tan duyulmuş gibi rivayet edildiği için mürseldir.
Fakat bu durum, hadisin kuvvetine zarar vermemektedir. Çünkü aynı hadisi Dârakutnî,



kesintisiz olarak -Ahmed ve Taberânî de dahil- iki ayrı senette rivayet etmişlerdir.
Ancak bu rivayetlerden İbn Mes'ücTdan geleni, senette Sem'anb. Malik olduğu için;
Vasile b. Eska'dan geleni de râviler arasında Ubeydullah b. Ebî Humeyd el-Huzelî

T3561

olduğundan tenkide uğramıştır, kuvvetli sayılmamıştır.

Bu hadis ihtiva ettiği ahkâm itibariyle bir önceki hadisten pek farklı değildir. Sadece
öncekine ilâve olarak necaset mahalline su dökülmeden evvel o toprağın alınıp

[3571

atılması emredilmektedir.

137. Yeryüzünün (Toprağın) Kurumakla Temizlenmesi Hakkında
382. ...Abdullah b. Ömer (r.a.)'dan, şöyle demiştir:

"Ben Resûlullah (s. a.) zamanında bekâr bir genç idim ve Mescidde gecelerdim.
Köpekler mescide girerler, çıkarlar, bevlederler, (sa-habiler de) bundan dolayı hiç bir

r3581

şey (su) dökmezlerdi."
Açıklama

Abdullah İbn Ömer'in Mescitte gecelemesi orada uyumasına delâlet etmez. Çünkü
"geceledi" fiili "geceleyin uyudu" mânâsına pek nadir kullanılır. Ferrâ demiştirki,
"gecenin tamamını taatle veya masiyetle uyanık geçirdi manasında "geceledi" denilir.
Ancak İbn Ömer'in geceyi Mescitte uyuyarak geçirdiğini anlamaya da bir mani
yoktur. Nitekim bazı sarihler fiiline "geceleyin uyudu" mânâsını vermişlerdir.
Mescitte uyumayı men eden açık bir nass olmadığına göre orada geceleyin uyumaya
da bir mâni yoktur. Fakat yine de bu konu ihtilâflıdır. îbn Abbâs ibâdet maksadı
olmasa, İbn Mesûd ise her halü kârda mescitte gecelemeyi mekruh görürler, imam
Mâlik, kalacak evi olmayanın mescitte kalmasını mubah sayarken evi olanın kalmasını
mekruh sayar. İmam Nevevî'nin bildirdiğine göre, İmam Şafiî mutlak olarak, İmam
Ahmed de misafirin kalmasını caiz görmüşlerdir. Hanefîlerin görüşü de bu
merkezdedir.

Yeryüzündeki necasetin, kurumak suretiyle temizleneceğini söyleyen Hanefîler, bu
hadis-i şerifi delil kabul ederler.

îbn Hümam bu hadis ile ilgili olarak özetle şöyle der: "Eğer necasetin kuruyarak
temizlendiği kabul edilmezse sahâbilerin bile bile orayı pis bırakmış olmalarına
hamletmek gerekir ki, bu mümkün değildir. Çünkü mescid-i Nebevî dar ve mü
slümanlar hemen hemen tamamen namazı mescidde kıldıkları için, köpeklerin
bevlettiği yerlerde namaz kılmamış olabilirler denemez. Ayrıca köpeklerin mescidin
bir köşesine değil, bir çok yerine bevletmeleri kuvvetle muhtemeldir. Bedevi'nin bevli
üzerine Resûlullah'm su dökülmesini emretmesi, bunun ancak su ile temizleneceği
manasına gelmez. Zira o hâdise gündüz olmuştur. Gündüz Mescitte peşi peşine
devamlı namaz kılınacağı için Efendimiz pislenen mahallin hemen temizlenmesini
istemiş, kuruyunca-ya kadar beklemeden üzerine bolca su dökmelerini emretmiştir.
Abdullah îbn Ömer'in haberinde köpeklerin Mescide bevletmeleri geceleyin olduğu ve
geceleri de kısa aralıklarla cemaat halinde namaz kılmmadığı için su dökme ihtiyacı
hissedilmemiş, temizlik konusunda kurumaya itibar edilmiştir."



Necaset bulaşan yer yüzünün kurumakla temizlenemeyeceğini mutlaka su dökülmesi
gerektiğini söyleyenler ise, bu hadîse daha değişik bir açıdan bakarlar. Kimi
"köpeklerin mescide girip çıkmaları oraya bevletmiş olmalarını gerektirmez. Mescide
girip çıkarlar, fakat dışarıya bevletmiş olabilir." Bazıları da, "köpek idrarlarının
üzerine su dökülmeyişi ya yerleri bilinemediği veya temizlenmesine lüzum
kalmayacak kadar az olduğu içindir" demişlerdir.

Şüphesiz her iki görüşün sahipleri makul fikirler ileri sürerek hadis-i şerifin mânâsım
te'vil etmişler ve görüşlerini mesnetsiz bırakmamışlardır. Ne varki, kuramakla yer
yüzünün temizlenmeyeceğini söyleyenlerin te'villerinde bir zorlama olduğu
hissedilmektedir.

Temizlendiğini söyleyenlere göre ise, bu sadece üzerinde namaz kılmak içindir.
Oradan teyemmüm etmek için yine de temiz sayılmamaktadır. Hanefîlerin görüşü
budur.

Daha önce de bildirdiğimiz gibi, o günkü mescidleri bugünkülerle mukayese etmemek
gerekir. Peygamber aleyhisselâm zamanında kapılar açık pencereler açık, yerlerde örtü
yoktu. Dışarıdan farkı, duvarlarla çevrili olması idi. Bu durumda kedi ve köpeklerin
geceleyin bu gibi yerlere girmesi gayet normaldir.

Bununla beraber, hadisten mescidlerde kedi ve köpek beslenir hükmü çıkarılamaz.
Güvercinler müstesna, bütün hayvanların mescidde beslenme, büyütülmeleri ve

[3591

aralara sokulmaları yaksaktır.
Bazı Hükümler

1. Mescitte gecelemek câizdir.

r3601

2. Toprağa isabet eden necaset mahalli kurumak sureti ile temizlenebilir.
Elbisenin) Eteğine Bulaşan Necaset İn Hükmü

383. ...Abdurrahman b. Avfm oğlu İbrahim'in Ümmü Veledi (Humeyde) den
rivayet edilmiştir. O; ResûluIIah'm hanımı Ümmü Seleme (r.anhâ) ya;
Ben eteğim uzatan bir kadınım, pis yerlerde yürüyorum (ne yapmalıyım)? diye sordu.
Ümmü Seleme (r.anha);

Resûlullah (sallellahü aleyhi vesellem) "Onu sonraki (temiz yerler) temizler" buyurdu
1362]

diye cevap verdi.
Açıklama

Ümmü Seleme (r.anha) kendisine sorulan bir soruya delilini söyleyerek cevab
vermiştir. Çünkü soru soran hanımı zeki, anlayışlı zaptı kuvvetli ve ilmi nakletmeye
kabiliyetli görmüştür. Bundan anlaşılmaktadır ki, bir âlime soru sorulduğu zaman soru
soran anlayışlı ve tâlime kabiliyetli ise, cevabı verirken delilini de zikretmeli ve bu
konu ile ilgili lüzumlu malumatı aktarmalıdır.

Ulemâdan bir gurup bu hadis-i şerifin zahirini alarak, "temiz bir yerde yürümek pis
yerden geçerken elbisenin eteğine ve paçasına bulaşan pisliği temizler. Elbisenin eteği



ayakkabı hükmündedir. Eteği pisleten yerin kuru veya yaş olması arasında fark
yoktur" demişlerdir.

Cumhura göre ise, bir kimse üzerinde necaset olan kuru bir yerden geçip de elbiseye

pislik bulaşmazsa sonradan yürüdüğü temiz yerlerle temizlendiği görüşündedir.

Üzerinde necaset bulunan yer yaş ise, ancak yıkamakla temizlenebilir. İmam Şafiî,

"Bu, kuru bir yerden geçip de üzerine necaset bulaşmayan kimse hakkındadır. Ama

yaş (ve pis) yerden geçerse ancak yıkamakla temizlenir" demiştir.

Şafıîlerde mezhebin görüşüne göre pis olan yolun çamuru şu dört şartın tahakkuku ile

affedilir:

1. Necasetin görülmemesi,

2. Yoldan geçenin dikkat edip, necasetten sakınması,

3. Yürürken veya binek üzerinde iken kendisine isabet etmesi. Şayet düşer veya
başkasından sıçrayarak kendisine bulaşırsa af yoktur.

4. Necasetin elbiseye veya vücuda isabet etmesi. Başka bir şeye isabet ederse af
yoktur.

İmam Ahmed b. Hanbel de şöyle der: "Bunun mânâsı, üzerine idrar bulaşır sonra da
temiz bir yerden geçerse, o elbise temizlenir demek değildir. Maksat, bir yerden
geçerken eteği pislenirse sonraki temiz yer Onu temizler demektir."
Zürkânî, İmam Mâlik'ten şunu nakleder: "Resûlulah'tan rivayet edilen "arzın bazısı
bazısını temizler" hadisinin mânâsı şudur: Bir kimse pis bir yere basar sonra da kuru
ve temiz bir yerde yürürse, sonraki yürüdüğü yer, evvelkinin pislettiğini temizler.
Fakat necaset bevl veya bu hükümde olan bir şey olur ve elbise yada bedene bulaşırsa,
ancak yıkamakla temizlenir. Bunda icmâ vardır."

Bu hadis hakkında Şah Veliyullah Dehlevî'nin şu sözleri de kayda değer: "Bu şu
demektir. Bir kimsenin eteğine yol pisliği bulaşır, sonra bir başka yerden geçer ve
necasete temiz yerin çamur veya tozu karışıp kurur. Bu durumdaki etek ovalamak
veya çitilenmekle temizlenir. Bu kadar zorluğa binâen sâri tarafından affedilmiştir."
Hanefîlere göre üzerinde necasetin aynı görülmedikçe yol çamurları temizdir. Bu
çamurun cıvık veya kuru, az veya çok olması arasında fark yoktur. Köpeklerin yattığı
yerler, pis şeylerden çıkan buharlar ve hayvan gübresinin tozu da aynı hükümdedir.
Çünkü bunlardan korunmak mümkün değildir.

D631

Şunu unutmamak gerekir ki "elbiselerini de temiz tut" ayet-i kerimesi genel
manada elbiselerin temizlenmesini emrettiği gibi, "eteklerini yerde sürünemeyecek
şekilde kısaltarak temiz tut"

şeklinde de tefsir edilmiştir. Ayrıca etekleri yere sürünecek şekilde elbise giymek kibir
ve gurur alâmeti olduğu için İslâm'da makbul sayılmamıştır. Kadınların ayaklarını 1
topuk üstü göstermeyecek tarzda ve bilhassa çorap giyme adeti olmayan Arap köylü

[3641

kadınları için lüzumlu görülmüştür ki, bu bir istisna niteliğindedir.
Bazı Hükümler

1. Hanımların uzun etekli elbise giymeleri meşrudur.

2. Yollardaki kuru pislik ile pislenen etekler daha sonra temiz bir yerden geçilerek

D651

temizlenir.



384. ...Abdu'l-Eşhel oğullarından bir kadın şöyle demiştir;

"(Resûlullah'a); Ya Resûlullah! Bizim mescide giden yolumuz pis, kerih kokuludur.
Yağmur yağdığında ne yapalım? diye sordum.
Bu kirli yoldan sonra daha temizi yok mu? dedi.
Evet (var) dedim,

T3661

Temiz yer pis yerin pislettiğini temizler" buyurdu.
Açıklama

Hattâbî, bu ve bundan önceki hadislerin senetlerindeki sahabî râvilerin halleri meçhul
olduğu için bu iki hadîsi tedbirle karşılamak gerektiğini söyler. Ancak hali bilinmeyen
râviler, sahabî olduğu ve sahâbiler tümüyle sika (güvenilir) kabul edildiği için

[3621

Hattâbî'nin bu sözlerine itiraz edilmektedir.
Bazı Hükümler

1. Dini hükümleri öğrenmek için soru sormak gerekli ve tabiidir.

2. Kadın doğrudan ilgili makama soru sorabilir.

r3681

3. Fitneye sebep olmadığı takdirde kadınlar da camiye gidebilerler, caizdir.
Ayakkabıya Bulaşan Pisliğin Temizlenmesi

385. ...Ebû Hureyre'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s. a.) şöyle buyurmuştur:
"Sizden biriniz ayakkabısı ile bir pisliğin üzerine basarsa (bilsin ki) toprak onun için

13691

temizleyicidir."
Açıklama

Hadîsin zânirî ayakkabıya bulaşan pisliğin (cinsi ne olursa olsun) yere sürtülerek
temizlenebileceğine delâlet etmektedir. Evza'î Ebû Sevr (bir rivayette) Ebû Yûsuf,
İshâk, (bir rivayette) İmam Ahmed, ve Zahirîler bu görüşü benimsemişlerdir.
Beğavî, ulemânın çoğunluğunun bu görüşte olduklarım söyler.

İmam Mâlik, Şafiî, Züfer ve Muhammed'e göre, pislenen ayakkabı ancak yıkamakla
temizlenir, toprağa sürterek temizlenemez. Bunlar, üzerinde durduğumuz hadisteki
"necâsef'i kuru olanına hamletmişlerdir.

İmam Azama göre, ayakkabıya bulaşan pislik katı (cüsseli, maddi varlığı bilinen
türden) olursa, toprağa sürtülerek temizlenir. îdrar gibi sıvı haldeki cüssesiz necasetler
ise ancak yıkamakla temizlenir, yere sürtmekle temizlenmez. Hanefî mezhebinde

r3701

fetva, îmam-ı Azam'm kavline göredir.



Bazı Hükümler



1. Toprak, ayakkabıya bulaşan katı pisliği temizler.

[371]

2. Ayakkabı tarafından emilen sıvı pislikler yıkanmalıdır.



386. ...Ebû Hureyre (r.a.) mânâ olarak öncekine benzeyen rivayetinde Resûlullah
(s.a.)'m şöyle buyurduğunu haber vermiştir.

r3721

"(Bir kimse) Necaset üzerine mestleri ile basarsa onların temizleyicisi topraktır."
Açıklama

Râvîlerî arasında Muhammed b. Kesîr olduğu için bu hadisi sahih kabul etmeyenler
olduğu gibi, başka yönlerden bu kusuru takviye edip hadisin sıhhatini savunanlar da
vardır. Yine senetteki Muhammed b. Aclân'i zayıf sayanlar olmakla beraber, çoğunluk
sika kabul etmiştir.

D731

Hadis-i şerifin ihtiva ettiği hüküm önceki hadisle aynıdır.

387. ...Aişe (r.anhâ) Resûlullah (s.a.)dan aynı manada bir hadis rivayet etmiştir.
138. Elbisedeki Necasetten Dolayı (Namazı) İade (Gerekir Mi?)

388. ...Ummu Câhder el-Amiriye'den; O, Aişe (r.anhâ)ya elbiseye bulaşan hayız
kanının hükmünü sordu. Aişe (r.anhâ) şu cevabı verdi:

"Ben (hayızlı iken bir gece) üzerimizde şiltemiz olduğu halde Resûlullah (s.a.) ile

beraberdik. Şiltenin üstüne bir elbise örtmüştük. Sabah olunca Hz. Peygamber elbiseyi

alıp giydi, çıktı. Sabah namazını kıldırdı ve oturdu. Bir adam:

Ya Resûlullah! Bu bir kan (lekesi) parıltısı (değil mi, diye kanı gösterdi).

Resûlullah lekeli kısmın kenarım avuçlayıri durulmuş bir vaziyette bir çocukla bana

gönderdi, ve:

'Bunu yıka kurut ve bana gönder,' buyurdu.

Çanağımı isteyip onu yıkadım, kuruttum ve Resûlullah (s.a.)a gönderdim. Resûlullah
öğleye doğru o elbise üzerinde olduğu halde
[375]

geldi."
Açıklama

Bu hadisin bâb ile münâsebeti, Resûlullah (s.a.Vm namazı kıldıktan sonra üzerindeki
kan lekesine vakıf olması ve fakat namazı iade ettiğine dair bir işaretin
bulunmayışıdır. Yani Resûlullah kan lekesini öğrendikten sonra namazını iade
etmemiştir. Bu mesele mezhepler arasında ihtilaflıdır.

Mâlikîler e göre, üzerinde necaset varken kılman bir namaz necaset farkediîdikten
sonra iade edilmez. Şafiî ve Hanbelîlerden iki görüş vardır. Hanefîlere göre namaz
iade edilmelidir.



Hanefîler, üzerinde durduğumuz hadisten, Resûlullah (s.a.)'m namazı iade etmediği
hükmü çıkartılırsa, bu görülen kanın namaza mâni olmayacak kadar az olmasındandır,
13761

derler.

Bazı Hükümler

1. Erkeğin navız hâlindeki hanımıyla aynı yatağa yatması caizdir,

2. Bir müslümanm, başka bir müslüman da gördüğü ve ıslahı gereken şeyi haber
vermesi caizdir.

3. Başkasının uyarmasını anlayışla karşılamak gerekir.

4. Necaseti izâlede acele edilmelidir.

5. Kadının kocasına hizmet etmesi meşrudur.

6. Elbisedeki necaset yeri belli ise, sadece oranın yıkanması kâfidir, elbisenin
tamamını yıkamaya lüzum yoktur.

T3771

7. Hadis Resûlullah (s.a.)'m tevazuunu göstermektedir.
139. Elbiseye Bulaşan Tükrüğün Hükmü

389. ...EbûNadra'dan, demiştir ki;

D781

"Resûlullah (s.a.) elbisesine tükürdü ve orayı biri biri üstüne (katlayıp) sürttü."
Açıklama

Bu hadis-i şerif mürseldir. Çünkü Ebû Nadra tabiûndandır. Resûlullah (s.a.)'ı
görmemiştir. Başka rivayetlerden

anlaşıldığına göre, Efendimiz'in elbisesinin bir ucuna tükürmesi namazda iken zaru-
rete binâen olmuştur. Ebû Nuaym'm rivayeti de böyledir. Şöyleki namazdaki bir
insanın yutamayacağı ve açığa da tüküremeyeceği bir tükürüğü, yanında da mendili
bulunmadığım düşünürsek, başkalarının kendisinin rahatsız olacağı bir manzara zuhur
etmemesi için, elbisesinin bir kenarına bırakmak ve onu izâle etmek en iyi bir
durumdur ki, onun temizlenmesi ise, daha kolaydır. Bu husus Hadisin rivayetinde
"tükürdü" manasına gelen lafzın tefsir ve te'vilidir.

Ebû Nuaym'in rivayetin de "Resûlullah namazda iken ağzındaki ıslaklığı elbisesinin
bir ucu ile çıkardı" şeklindedir.

Buna göre normal olan bu durumun te'vile ihtiyacı yoktur. Nitekim Menhel sahibi de
hadisi bu şekilde açıklamıştır.

Hadis-i şerif tükrüğün mutlak olarak temiz olduğuna delâlet eder. Aynî, İbn Battâl'dan
rivayetle, "tükrüğün temiz oluşu icmâ ile sabittir. Selman' dan rivayet edilenden başka
bu konuda ihtilaf bilmiyorum. Hasan b. Hayy da onu elbisede kerih bulmuştur"
demektedir. îbn Hazm: "Selman'-ı Fârisî ve Nehaî'ye göre ağızdan ayrılan tükrüğün
necis olduğu rivayeti sahihtir" der. İbn Ebî Şeybe de Musannef inde onun temiz
olmadığını söyler.

Bunların dışındaki bütün müctehid imamlar tükrüğün temiz olduğu hususunda



T3791

tüttefiktir. Bu İbn Battâl'm da dediği gibi icmâ hükmündedir.

390. ...Enes b. Mâlik (r.a.), Resûlullah (s.a.)'dan önceki hadisin benzerini rivayet
T3801

etmiştir.
Açıklama

Bu rivâvetin Nesâî'de zikredilen metni "Resûlullah ri dasmm bir ucunu alıp içine

ımı

tükürdü. Sonra bir kısmını, diğer kısmı üzerine örttü" şeklindedir.



m

Ebû Dâvûd, nikâh 77, Nesâî, tahâre 181; hayz 9; İbn Mâce, tahâre 123; Ahmed b Hanbel, I, 230, 237, 245, 272, 286, 306, 312, 339, 363.

m

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 470.

[3]

TtiTnizî tahâre, 103.

LU

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 470-472.

Hadisi bu şekliyle kütub-İ sitte müelliflerinden sadece Ebû Dâvûd burada ve nikâh 47'de.

[6]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/472-473.

LU

ibn Mâce, tahâre 129; Dâriraî, vudû' 111.

m

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 473-474.

[21

Mu'dal: Senedinde biribiri peşinden iki veya daha fazla râvinın düştüğü hadistir.

noı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 474-475.

LLU

Nesâî, hayz 13; Ayrıca bk. Müslim, hayz 3; Ebû Davûd, nikâh 46; Dârîmî, vudû' 107; Muvatta, tahâre 95; Ahmed b. Hanbel, VI, 33, 55, 72, 113,
134, 143, 174, 189, 204, 209, 235.
£121

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 475.

ri3i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 475-476.

LLU

Ahmed b. Hanbel, VI, 174.

r i5i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 476.

ri6i

Ebû Dâvûd, nikah 46; Nesâî, tahâre 178; hayz 11.

LLZi

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 476-477.

[181

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 477.

LL21

Umara: Tabiûndandır. îbn Hibbân Sika raviler arasında sayar. Halasından ve Abdur-rahmân b. Ziyâd'dan hadis rivayet etmiştir. [Bilgi için bk.
tbnu'l-Esîr, Üsdu'l-gabe, IV, 142; îbn Hacer el-tsâbe, III, 170-171].
[201

Hadisi kutub-u sıtte müelliflerinden sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.

[211

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 477-479.

[221

Bu hadisi de sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.

[231

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 479.

[241

Bu hanımın, Hz. Aişe veya Meymune olması muhtemeldir.



[251

Ahmed b. Hanbel, VI, 59.

[26]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 479-480.

[271

Buhârî, hayz 5; Müslim, hayz 2; İbn Mâce tahâre 12V, Ahmed b. Hanbel, VI, 40, 42, 44, 98, 113, 126, 128, 156, 161, 201, 204, 206, 216, 230,

266.
[281

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 480-481.

[291

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 481-482.

[M

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 482.

1311

Ncsâî, tahâre 133; hayz 3; İbn Mâce menasik 12; Darimî, vudu 84; Muvatta' 105; Ah-med b. Hanbel, VI, 293, 304, 320, 323, 464.

[321

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 482-483.

[331

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 483-486.

[341

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 486.

[351

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 486-487.

[361

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 487.

[371

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 488.

[381

Ümmü Habibp: Cahş'ın kızıdır. Abdurrahman b. Avfm hanımı. Resulûllah (s.a.)'m hanımı Hz. Zeyneb'in kardeşidir. Üçüncü bii kardeşleri daha
vardı ki o da Hamne'dir. İbn Abdilberr bu üç kardeşin de mustehâza olduğunu söyler. Suyûtî'nin de bunları müsteha-zalar arasında saydığı daha evvel
zikredilmişti. tbnü'l-Arâbî Zeyneb'i müstehaza saymaz, (bk. el-Menhel, III, 67-68.).
[391

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 488-489.

[401

Nesâî, talâk 74; tahâre 134; hayz 4; İbn Mâce tahâre 115; Ahmed b. Hanbel VI, 420, 464.

[İH

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 490-491.

[421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/491.

[431

Urve kendisine hadiseyi haber verenin Fâtıma mı, yoksa Esma mı olduğunda şüphe etmiştir. Fakat her hâl u kârda Resûlullah'a soruyu soran Esma
olmuştur. Bu Esma, Umeys'in kızıdır.
[441

Bu hadisi kütüb-i sitte sahiplerinden sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.

[45J

Müellifin bu ve bundan sonraki rivayetleri getirmesi cümlesinin Zührî hadisinde vehm olmakla birlikte başka rivayetlerde sabit olduğunu göster-
mek İçindir.
[46J

Şevde binti Zem'a b. Kays b. Abdi Şems el-Kureşî el-Amirî: Resûlullah sallellahu aleyhi vesellem kendisi ile Hz. Hatice'nin vefatından sonra -
daha Hz. Âişe ile evlenmeden evvel evlenmiştir.-Tirmizî'nin, İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre, Şevde, Resûluilah'ın kendisini boşamasından korkmuş
ve Efendimize (s. a.): "Beni boşama yanında tut ve sıramı Hz. Âişe'ye ver" demiş. Resûlullah da bunu yapmış bunun üzerine: "Eğer bir kadın kocasının
uzaklaşmasından yahut (herhangi bir suretle kendisinden) yuz çevirmesinden endişe ederse sulh ile aralarını düzeltmekte ikisine de vebal yoktur. Sulh
daha hayırlıdır..." mealindeki Nisa, 128. âyeti nazil olmuştur.

Şevde (r.a.) Resûluilah'tan hadis rivayet etmiştir, ibn Abbâs ve Yahya b. Abdullah da ondan rivayet etmişlerdir. Buhârî kendisinden iki hadis rivayet
etmiştir. H. 54 senesinde vefat etmiştir. [Bilgi için bk. İbn Sa'd, Tabakât, VIII, 52-58; İbnu'l-Esir, Üsdii'l-gâbe, VII, 157; Zehebi A'lamu'n-nubelâ, II,
265-269; İbn Hacer, el-lsâbe, IV, 338; Tehzibu't-Tehzîb, XII, 426-427; tbnu'l-tmad, Şezerâtu'z-zeheb, I, 24, 60.].
[471

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 491-494.

[481

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 495.

[491

Buhârî, hayz 19, 28; Tirmizî, tahâre 93; Nesâî, tahâre 133, 134, 137; hayz 2, 4, 6; tbn Mâce, tahâre 115,1 16, Dârimî, vudû' 84.

[501

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 495-496.

rşıı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 496.

[521

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 496-497.

[531

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 497.

[541

Hadisi Kutûb-i sitte içinde yalnızca Ebû Davud rivayet etmiştir.



[551

Buhârî, hayz 8, 19; Müslim, hayz 64; Tinnizî, tahâre 94; Nesâî tahâre 133, 134, 137, hayz 4, 6, İbn Mâce, tahâre 115, 116; Dârimî, vudû' 80.

[561

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 497-499.

[571

Nesâî, tahâre 137; hayz 6.

[581

Bu rivayetten anlaşılmaktadır ki, İbn Abbâs'a göre hayız kanının alâmeti çok miktarda kan gelmesi, istihaza kanının alameti de az kan gelmesidir.
(el-Menhel, III, 88).
[591

Bu eseri Beyhakî musannifin tarikiyla tahriç etmiş ve "Mekhûl ün dediğinin manası zayıf bir isnadla Ebû İmameden merfuan rivayet edilmiştir"
demiştir.
[601

Daha evvel zikredildiği gibi bu, Ebû Hanîfe ve Ahmed b. Hanbel'in mezhebidir.

[611

Bir rivayette imâm Mâlik bu görüşü benimsemiştir.

[621

Bu son iki eseri Dârimî tahriç .etmiştir.

[63J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 499-503.

[641

Söz konusu Hadis: 282-283.

[65J

Hamne bundan sonra gaibe sıygasını kullanmıştır. Fakat Turkçeye uygun olması için mu tekellim (1. şahıs) siygasına göre terceme edilmiştir.

[66J

Bir nüshada "bez kullan" ibaresinden önce ifadesi yer almaktadır Tırmızî'deki rivayet de bu şekildedir. Telemim ise, bezi önünden ve arkadan
dolayıp belde üzerine ip ya da kuşakla iyice bağlamak demektir.
[671

aslında ayakla vurmak, tepmek manasına gelir. Bununla zarar vermek ve ifsâd etmek kast edilir. Hattâbî'nin ifadesine göre kanın çokça gelmesinin
şeytanın bir darbesi olmasından maksat, şeytanın bununla dinî vazifelerinde işini karıştırmaya yol bulması Hammâne'ye bu emirleri unutturmasıdır.
[681

Buradaki Ahyyu'l-Kârî'nın beyanına göre, râvıden gelen bir sektir Buna göre Ravî, Resülüllah'ın altı gun mu, yoksa yedi gun mü dediğinde şüphe
etmiştir Neve-vî'ye göre taksim içindir. Yanı sıhhatli iken âdeti altı gün ise, altı yedi gun ise yedi gun kendim hayızlı say, demektir. Resulüllah
kadınların ekserisi daha çok altı-yedı gun âdet gördükleri için bu iki rakamı zikretmiş olabilir.
[691

ibaresi bazı nüshalarda kelimesi olmadan geçmektedir. Bu ibareye şerhler değişik manalar vermişlerdir. Terceme, Muhammed AH Esse-yid
neşrinin hâmişindeki ifadeler esas alınarak yapılmıştır. Hattâbî: "Senin işin hakkında altı veya yedi günden Allah'ın bildiğinde kendini hayızlı say"
şeklinde mana vermiştir. Buna göre Hamne daha evvelki âdetinin altı günmü, yoksa yedi gün mu olduğunu unutmuştur. Resulüllah da kendisine
âdetinin altı gün mü yoksa yedi gün mü olduğunu araştırmasını ve ona göre hareket etmesini emretmiştir.
1701

Hayız hâli yedi günse yirmi üç gün, altı günse yirmi dört gün temiz olur.

rıı

Tirmizî, tahâre 95; Dârimî, vudû' 94; MuvattS', hacc 124; Ahmed b. Hanbel, VI, 439, 464.

[721

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 503-506.

[731

Ric'at: Karısını bir veya iki ric'î talakla boşamiş olan bir kimsenin iddet içerisinde, evliliği devam ettirmek maksadıyla, sözle, cinsî temas veya
Öpme vs. gibi bir şekilde karısına geri dönmesidir.
HU

el-Bakara (2), 222.

[751

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 507-511.

[761

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/511.

[İZİ

Bk. 285. hadisin kaynaklan.

[781

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 51 1-512.

[791

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 512-513.

[M

Buhâri.hayz 26; Müslim, hayz 64; Nesâî,tahârel33, 134; tbnMâce, tahâre, 1 16-Dâri-mî, vudu 80, 84, 96; Ahmed b. Hanbel, VI, 83, 119, 128, 187,

237.
[811

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 513-515.

[821

Musannifin bu rivayeti almasının maksadı, tbn Ishâk'ın rivayetini takviyedir.

[831

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 515-516.

[841

Bu kadın Ümmü Habîbe bint Cahş'tır.

[851

Râvîlerden birisi zamirin müzekker olarak mi, yoksa müennes olarak mı olduğunda ve mı yoksa mu olduğunda şüphe etmişlerdir.



[86]

Ümmü Bekr'in rivayetini sadece tbn Mâce tahric etmiştir.

[87]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 516-518.

[881

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 518-519.

[891

Aşağıdaki hadisten anlaşıldığına göre, bu kadın Sehje bint Süheyl'dir.

[M

Bazı nüshalarda istisna edatı yoktur. Buna göre mana "Sana Rasulüllah'tan (s. a.) hiç bir şey

söyleyemem" şeklinde olur.
[211

bk. Tirmizî tahâre 95; Nesâî, tahâre 135; hayz 5; mevâkît 21; tbn Mâce, tahâre 1 17;Dârimî, vudu 84, 94, 95, 96, Ahmed b. Hanbel, VI,;172, 382,
439, 440.
[921

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 519-520.

[931

Dârimî, vudû' 84; Ahmed b. Hanbel VI, 1 19.

[941

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 520-521.

[951

Yedi seneden beri.

[961

Hadisi, kütüb-i sütte müelliflerinden sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.

[971

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 521-522.

[981

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 522-523.

[921

Tirmizi, tahâre 44; Dârimi, vudU'46.

nooı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 523.

rıon

Tirmizi, tahâre 93; İbn Mâce, tahâre 115; Ahmed b. Hanbel, VI, 42, 204, 262.

[102]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/523-525.

[1031

Hadisi Beyhâkî merfu olarak rivayet etmiştir.

[104]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 525-526.

[105]

Önceki hadis mevkuf olduğu halde, bu Resul u İlah'a (s. a.) kadar çıkan merffi bir hadistir.

[İMİ

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/526-528.

11071

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 528.

11081

Aynî bunun Said b. Müseyyeb ve Hasen'in görüşü olduğunu söylemektedir. Concordance bu bâb'a bab numarası vermemiştir.

rıo9i

Buradaki soru guslün keyfiyetini değil vaktini sormadır.

LU0i

bk. Dârimî, vudû'85 (bab başlığında).

[111]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/528-529.

[1121

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 529-530.

[113]

Sadece Ebû DâvÛd rivayet etmiştir.

[114]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/530-531.

[1151

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/531.

rı 161

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/531.

n i7i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/531.

[118]

Bu hadis 286. hadisin tekrarıdır. Orada gerekli açılmamda bulunulmuştur.

rı 191

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/532-533.

11201

Bu hadisi Kutub-i Sitte müelliflerinden sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.



[121]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 533.

[122]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/533-534.

[123]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 534.

11241

Ummü Atlyye'nin asıl adı Nesibe bini Ka'b el-Ensâriyye'dir. Resûlullah'tan kırk kadar rivayeti vardır. Bunların altısında Buhar! ve Müslim ittifak
etmiştir. Müstakil olarak her birinde birer hadisi vardır. Kadın cenazeleri yıkardı, Resûlullahın kızım da bu hanım yıkamıştır. (Bilgi için bk. İbn Ebî
Hatim, el-Cerh ne'I-ta'dil, IX, 465; lbnu'1-Esir, Üsdii'l-ğftbe, VII, 280; Zehebî, A'lfimu'n-nubelfi, II, 318; tbn Hacer, el-ts&be, 476; TehzEbıTt-Tehzib,
XII, 455).
ri251

Nesâi, hayz 7; Ibn Mâve, tahâre 127; Dârimi vudû 93,94; Ayrıca bk. Buhârî, hayz 25.

£1261

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/534-535.

£1271

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/535-536.

£1281

Sadece Ebü Dâvûd rivayet etmiştir.

[129]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/536-537.

[130]

Sadece Ebü Dâvûd rivayet etmiştir.

rnıı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 537.

£132]

"Eser" hz. Peygambere ulaşmayıp sahâbi veya tâbü'de kalan, onlara ait olan görüş vt haberlere denir.

£1331

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 537.

£1341

Buradaki şüphe râvidendir.

£1351

Vers: Yemen'de biter, kadınların hamilelikten dolayı yüzlerinde çıkan ve halk arasında "çiğit" denilen benekler üzerine sürdükleri san renkte bir
bitkidir.
£136]

Tirmizi, tahâre 105; tbn Mâce, tahâre 128; Ahmed b. Hanbel VI, 300, 303, 304, 310.

£1371

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 538.

£138]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/538-539.

£1391

Bundan murat, Resühıllah'ın hanımları değil, akrabalanoiankadınlardır. Zira Resûlul-lah'ın hanımlarından Hz. Hadîce'dcn başka hiç birisi
Resûlullah'm yanında lohusa olmamıştır. Hadîce de hicretten evvel vefat etmiştir. Mâriye de câriyesidır.
£140]

Hadisi Kütüb-i Sitte müelliflerinden sadece Ebü Dâvûd rivayet etmiştir.

£1411

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/539-540.

£1421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/540-541.

£1431

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 541.

£144]

Ahmed b. Hanbel, VI, 380.

£145]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/541-542.

£146]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/542-543.

£]471

Sidr: Trabzon hurmasına benzer bir ağaçtır. Yapraklan suya atılarak kaynatılır. Böylece suyun temizleyicilik özelliği artar.

11481

Bir pamuk veya bez parçasıdır.

£1491

bk. Buhârî, hayz 13; Müslim, hayz 60, 61; İbn Mâce, tahâre 124; Dârimi, vudü 84.

£1501

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/543-544.

ri5iı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 544.

£1521

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/544-545.

£1531

İbn Mâce, tahâre 124;Müslim, hayz 61;Ahmed b.Hanbel, V, 72; VI, 148.

£1541

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/545-547.



[155]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 547.

[156]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1/ 547.

[1571

Buhârî, teyemmüm 1; salât 56; cihâd 122; ta'bir 11: i'tisam 1; Müslim, mesâc id 3, 5, 8; Tirmizî, siyer 5; Nesâî, gusl 26; cihâd 1; Dârimî, siyer 29;
Ahmed b. Hanbel, I, 98, 301; II, 222, 264, 268, 314, 394, 412, 455/501; III, 304; IV, 416: V, 145, 148, 162, 248, 256.
[158]

el-Mâide (5), 6.

[159]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/7-10.

ri6oı

Useyd b. Hudayr : İbn Simâk b. Atik el-Ensâri. İslama ilk girenlerdendir. Bedr dışındaki bütün savaşlara katılmıştır. Uhud günü, ResûlullahTa
birlikte sebat etmiş ve yedi yerinden yaralanmıştır. Menkıbeleri çoktur. Ebû Hureyre'den, Resûlullah (s.a.)'m kendisi için "Useyd b. Hudayr ne iyi
adamdır!" buyurduğu rivayet edilmiştir. Hz. Aişe; "Useyd, insanların en fazıllarındandır" demiştir. Bir gün Useyd bir topluluğa konuşuyor ve onları
güldürüyordu. Efendimiz onun böğrüne dürttü. Useyd: "Beni incittin ya Resûlullah" dedi. Efendimiz: "Aynısını sen de bana yap" buyurdu. Useyd: "Ya
Resûlullah senin üzerinde gömlek var, bende İse yok" dedi. Efendimiz gömleğini topladı. Useyd onu bağrına bastı ve böğrünü öpmeye başladı. "Anam,
babam sana feda olsun ya Resûlullah, ben işte bunu istedim" dedi.

Useyd H. 20 yılında vefat eti. [Bilgi için bk. İbn Sa'd, Tabakât, III, 135; Buhârî, et-Tarîhu'l-Kebîr, II, 47; İbn Ebî Hatîm, ei-Cerh ve't-ta'dîl, II, 310;
İbnu'l-Esîr, Usdu'l-gâbe, I, 111, 113; Zehebî, A'lâmıTn-nubelâ, I, 340 - 343; İbn Hacer, el-İsâbe, I; Tehzîbu't-tehzîb, İbnu'l-İmâd, Şezerâtu'z-zeheb, I,
31; Ansâri, Asr-ı Saadet, III, 297 - 303 (Şamil Yayınlan)].
[161]

Buhârî, teyemmüm 1, 2; Tefsiru's-Sûre: 3, 4, 5, 10; nikâh 65; Müslim, tahâre 28; Ibn-i Mâce, tahâre 90; Nesâî, tahâre 193; Muvattâ, tahâre 89;
Ahmed b. Hanbel, I, 238' VI 57, 171.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 2/10-1 1.
[162]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/1 1-12.

[1631

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/12.

H641

ibn Mâce, tahâre 92; Ahmed b. Hanbel, IV, 321.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/12.
H651

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/12-14.

H661

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/14.

ri671

İbn Mâce, tahâre 92.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 2/14-15.
H681

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/15.

[1691

Ulatü'lceyş: Buhârî ve Müslim'de, Beyda ve Zâtü'l-Ceyş diye rivayet edilmiştir. Avnu'l-Mâbud'un İfâdesine göre Ulâtü'l-Ceyş ile Zatü'l-Ceyş
aynı yerin adıdır. Medine ile Mekke arasındaki konak yerlerinden biridir.
[170]

Zafâr, Yemen sahillerinde bir şehrin adıdır.

[171]

Buhârî, teyemmüm 1; şehâdât 15; meğâzî 34; Müslim, hayz 108; tevbe 56; Nesâî, tahâ-re 196; Ahmed b. Hanbel, IV, 264, VI, 195, 197, 198.

[172]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/15-17.

ri731

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/17-18.

ri741

Abdullah b. Mes'ûd'un künyesidir.

[1751

Buhârî, teyemmüm 7; Müslim, hayz 1 10; Nesâî, tahâre 198, 201; Ahmed b. Hanbel, IV, 264, 265.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/18-19.
£1761

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/20.

[1771

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/20.

£1781

Abdunahmar b. Ebzâ; Nâfı' b. Hâris'in azatlısıdır. Kendisinin Resûlullah'a sohbeti hususunda ihtilâf edilmiştir. Ancak onun Efendimizden on iki
hadisi olduğu rivayet edilmektedir. Ayrıca Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'den rivayetleri vardır, ibn Hibbân onu, tâbiûnun sikalarından saymış, Ebû Hatim
sahâbidir, demrş. Buhârî, Tirmizî, Yâ-kub b. Sufyan ve Dârakutnî de sahâbî olduğunu söyleyenlerdendir. (Bilgi için bk. İbn Sa'd, Tabakat, V, 462;
Buhârî, et-Tarîhul-kebir, V, 245; İbn Ebi Hatim, el-cerh ve't-ta'dil, V, 209; Ibnu'l-Kayserânİ, el-Cem'beyne ricali's-Sahihayn, I, 282; İbnu'l-Esir, Üsdul-
ğâbe, III, 278; Zehebî, A'lamu'n-nubelâ, III, 202 - 202; ibn Hacer A el-İsâbe, 1 1,388; Tehribu't-Tehzîb, VI, 132.).
£179]

Buhârî, teyemmüm 4, 5, 8; Müslim, hayz 1 12; Nesâî, tahâre 195, 199, 200; İbn Mâce, tahâre 91; Ahmed b. Hanbel IV, 263, 265, 320.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/20-22.
[180]

el-Maide (5), 6

£1811

Nisa (4), 43.



[182]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/22-23.

[183]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/23.

[184]

bk. Önceki hadisin kaynakları.

[185]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/23-24.

[186]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/24.

[1871

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/24.

[188]

bk. önceki hadislerin kaynaklan.

[189]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/24.

[190]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/25.

[1911

bk. aynı kaynaklar.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 2/25.
[192]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/25.

[193]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/25-26.

11941

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/26.

11951

Ahmed b. Hanbel, IV, 263, 265.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/27.
[196]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/27.

[1971

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/28.

[198]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/28.

[1991

Ebû Cuheym'in Müslim'deki zaptı Ebû Celim şeklindedir. İbn Hacer, doğrusunun Ebû Cuheym olduğunu, Ebû Cehm'in Kureyş'li başka biri,
bunun ise Ensârî olduğunu söyler. Ubey b. Kâ'b'm kız kardeşinin oğlu olduğu söylenir. Buhârî ve Müslim İki rivayetinde ittifak etmişlerdir.

r2ooı

Buhârî, teyemmüm 3; Müslim, hayz 1 14; Nesâî, tahâre 194; Ahmed b. Hanbel, IV, 169.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/28-29.
[201]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/29-30.

r2021

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/30.

12031

Hadisi sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.

[2041

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/30-32.

[2051

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/29-30.

r2061

Buhârî, teyemmüm 3; Müslim, hayz 1 14; Nesaî, tahâre İ94; Ahmed b. Hanbel IV, 169.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/32-33.
r2071

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/33.

T2081

Ebû Zerr: Asıl adının ne olduğunda hayli ihtilâflar vardır. Cundub b. Ci'nlde b. Kays diyenler olduğu gibi Bureyr ve Berîr diyen 1er de vardır,
islâm dinini ilk kabul edenlerdendir. Kendisi "Gıfâr" kabilesindendir. Ebû Zerr-i Gıfârî diye tanınmıştır. Resûlul-lah'm davetini duyup Mekke'ye
gelmiş, Efendimiz'in tebliğini dinleyip, davranışlarını inceledikten sonra îslâma girmiş, bu yüzden Mekke müşriklerinin hakaret ve saldırılarına
uğramıştır. Peygamberimiz, kavmine dönüp duyduklarını ve bildiklerini onlara da aktarmasını emretmiştir. Ebû Zerr ilk müslüman olanlardan olmakla
beraber, hicreti hayli geç olmuş, bu yüzden Bedr ve Uhud muharebelerine iştirak edememiştir. Dünyaya hiç değer vermezdi. İlimde İbn Mes'ûd'a denk
sayılır. Kendisinden 281 hadis rivayet edilmiştir. Bunların 12'sinde Buhârî ve Müslim müttefiktir. Ayrıca Buhâri'de iki, Müslim'de yedi rivayeti vardır.
H. 32'de vefat etmiştir. (Bilgi için bk. tbn Sa'd, Tabâkât, IV, 219 - 237; Buhârî, et-Târihu' 1 -kebir, II, 221; Ebû Nuaym, Hilyetu'l-evliyâ, I, 156, 170;
lbnu'1-Esir, Üsdii'l-ğâbe, I, 357; VI, 99, 101; Zehebî, A'lamu'n-nubelâ, II, 46 -78; ibn Hacer, el-tsâbe, IV, 62 - 64: Telızîbu't-tehzîb, XII, 90-91; İbn
İmâd, ŞezerâtuVzeheb, I, 24, 56, 63; Ansârî, Asr-ı Saadet, (Ashâb-i kiram), H, 315, 324. 22.
T2091

Rebeze: Medine'ye üç konak uzaklıkta bir köydür.

[2101

Nesâî, tahâre 203; Tirmizî, tahâre 92; Ahmed b. Hanbel, V, 146, 147, 155, 180.

[211]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/33-35.



[212]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/35-36.

1213]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/36-37.

[214]

Bu zat Munzirî'ye göre önceki hadiste adı geçen Amr b. Bucdân'dır.

[2151

Nesâî, tahâre 203; Ahmed b. Hanbel, V, 146.

12161

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/37-39.

[2171

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/39.

[2181

en-Nisâ (4), 29.

[2j9]

Biraz değişik şekli için bk. Buhârî, teyemmüm 7.

r2201

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/40-41.

[2211

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/41-42.

T2221

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/42.

[2231

Bu ifâde, BezluT-Mechûd sahibinin dediğine göre te'kiddir. Menhel sahibine göre ise, önceki(ayi) (benzerini) Amr b.el-As'm ihtilâm olup
teyemmüm ile namaz kıldırmasına, ikinci ise Amr'm Hz. Peygamberle konuşmasına işarettir.
[2241

bk. Buhârî teyemmüm 7.

[2251

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/42-43.

[2261

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/43.

[2271

Bazı nüshalarda "yaralı"kelimesininyerine "özürlü" bazılarında da "sivilceli" kelimeleri yer almaktadır.

[228J

Buradaki bağlama manasına gelen kelimenin mı, yoksa mı olduğunda râvî şüpheye düşmüştür.

[2291

İbn Mâce tahâre 93 (değişik şekilde).

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/43-44.
r2301

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/44-46.

[2311

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/46.

[2321

ibn Mâce, tahâre 93; Ahmed b. Hanbel,!, 370.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/46.
[2331

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/46-47.

[2341

Nesâî, ğusul 27; Dârimı, vudu 65.

[235J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/47-48.

[2361

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/48-49.

[2371

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/49.

[2381

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/49-50.

[2391

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/50.

[2401

Bir nüshadababın isme "Cuma için gusletmekle ilgi hadisler" şeklindedir.

[2411

bk. Buharı, cuma 2, 5, 12, 26; MüsIim,Cuma, 1, 3, 4; Tirmizi, Cuma 3, 29," Nesâî, Cuma 25; muvatta, cuma 5, Dârimî, salat 190; Ahmed b.
Hanbel, 1,15,46.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/50.
[2421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/51-52.

[2431

Buhârî, ezan 161; cuma 2, 3, 12; şehâdât 18; Müslim, cuma 5; Dârimî, salât J90; ibn Mace, ikâme 80; Muvatta,cuma 2, 4; Ahmed b. Hanbel, III,
6, 30, 60.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/52.
[2441

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/52-53.



[245]

Nesâî, cuma 25.

[246]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/53-54.

[2471

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/54.

[2481

Müslim, cuma 26-27 (muhtasar olarak).

12491

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/54-55.

12501

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/55-56.

[2511

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/56.

[2521

Bu cümle başka bir nüshada "cuma günü gusletmek her baliğ üzerine vacibtir" şeklindedir.

[2531

Müslim, cuma 7; Nesâî, cuma 6, 1 1 ; Ahmed b. Hanbel, III, 30, 69; IV, 34.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/57.
[2541

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/57-58.

[2551

Nesâî, cuma 10, 12, 19; Ibn Mâce, ikâme 80; Tirmizî.cuma 4; Ahmed b. Hanbel, III, 209; IV, 8, 9, 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/58-59.
[2561

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/59.

12571

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/59.

12581

bk. Bir önceki hadisin kaynaklan.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/60.
[2591

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/60.

[2601

Nesâî, cum'a'10, 12, 19; İbn Mâce, ikâme 80,83; Ahmed b. Hanbel, I, 93;IV, 9, 10, 104.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/0-61.

[26İ1

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/61.

[2621

Ebû Dâvûd, cenâiz 35.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/61-62.
[2631

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/62-63.

[2641

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/63.

[2651

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/63.

[2661

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/63.

[2671

Buhârî, cuma 4; Müslim, cuma 10; Nesâî, cuma 14; Tirmizî, cuma 6; Muvatta, cuma 5; Ahmed b. Hanbel, II, 460.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/63-64.
[2681

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/64-65.

[2691

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/65.

12701

Buhârî, cuma 16; Müslim, cuma 6.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/65.
[2711

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/66.

T2721

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/66.

[2731

Hadisi kutub-ı sitte müelliflerinden sadece Ebû Davûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/66-67.
[2741

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/67-68.

[2751

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/68.

[2761

Nesâî, cuma, 9; Tirmİzî, cuma 5; salât 337; Ahmed b. Hanbel; 8,1 1,15, 16, 22.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/68.



12771

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/69.

[278]

Kays b. Asım: Sinan b. Minkâr'ın oğludur. H. 9. senesinde îbni Temim kabilesinden gelen heyetle birlikte Resûlullah (s.a.)'a gelip mü A ıiman
olmuştur. Gayet zeki, halim-selim ve cömert bir zat idi. Efendimiz kendisi için "Göçebe hayatı yaşayanların efendisi" diyerek iltifat etmiştir. Ibn
Abdilberr'İn beyânına göre câhiliye hayatında da şarabı kep-disine haram kılmıştı. Basra'ya yerleşerek orada vefat etmiştir. Ebû Dâvûd, Nesâi ve
Tirmizi kendisinden rivayette bulunmuştur. (Bilgi için bk. lbnu'1-Esir, üsdü'l-ğâbe, IV, 432 - 434; Ibn Hacer, el-îsâbe, III, 252 - 254).
[2791

Nesâî, tahâre 125; Tirmizi, cuma 72; Ahmed b. Hanbel.V, 61.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/69.
r2801

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/69-70.

[281]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/70.

12821

Sarihlerin beyânına göre Useym'in babası Kesir, dedesi de .Kuleyb el-Cuhenîveya el-Hadramî'dir. Senedde Useym, dedesine nisbet edilerek
zikredilmiş, sanki Useym'in babası Kuleyb olarak gösterilmiştir. Buna göre senedin Useym b. Kesir b. Kuleyb olması gerekir. Ancak lerceme hadisin
senedindeki ibareye göre yapılmıştır. (Bilgi tçin bk. Ib-nul Esir, Usdul -ğâbe, III, 602; Ibn Hacer, el-İsâbe, III, 163'te yanlışlıklasahâbi sayılmış olanlar
arasında zikreder.)
[283]

Kütüb-i sitte sahiplerinden sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/70-71.
[2841

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/71-72.

[2851

Dârlmî, vudu', 84, 92.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/72-73.
12861

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/73.

12871

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/73.

f2881

Buhârî, hayz 1 1 .
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/73-74.
12891

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/74.

12901

Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/74-75.
[291]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/75.

12921

Esma bint Ebî Bekr: H7. Ebû Bekir'in kızı, Zubeyr b. Avvâm'm hanımıdır. Kendisine "Zatun-Nitakayn" (iki kemer sahibi) denilir, tslâmiyeti
kabul bakımından musluman-lann onsekizincisidir. Oğlu Abdullah'a hamile iken Medine'ye hicret etmiş oğlu Abdullah'ın katlinden on veya yirmi gun
sonra Mekke'de vefat etmiştir. (H. 73) Hişam b. Urve babasından rivayetle Hz. Esmâ'nm yuz yaşma bastığını, bir tane dişinin dahi düşmediğini
söylemiştir. Resulullah'tan hadis rivayet etmiştir. Oğullan Abdullah Urve ve torunları da kendisinden hadis almışlardır. (Bilgi için bk. Ibn Sa'd,
Tabakât, VI-II, 249 - 255; Îbnu'l-Esîr, ÜsduT-ğâbe, VII, 9; Zehebî, A'lâmu'n-nubelâ, II, 287, 296; Ibn Hacer, el-İsâbe, 229 - 230; Tehzîbu't-Tehzîb,
XII, 398; lbnu'1-Imâd, Şezerâtu'z-zeheb, I, 44, 80.)
[2931

Bu cümleyi, "Kan izi göremediği (fakat şüphe ettiği) yeri yıkasın" şeklinde de anlamak mümkündür.

[2941

Buhârî, hayz 9.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/75-76.
[2951

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/76.

[2961

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/76.

12971

Buhârî, hayz 9, vudu 63; Müslim, tahâre 1 10; Tirmizi, tahare 104, Ibn Mâce, tahâre 118; Nesâî, hayz 26; muvatta tahâre 103; Ahmed b. Hanbel,
VI, 246, 253.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/76-77.
12981

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/77.

12991

Tirmızî, tahare 104; Nesaî, tahare 26; hayz 26; Darimi, vudu 83, 105;.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/77-78.
13001

Ummu Kays bint Mihsanı AdmınCuzâme,Âmine veya Ümeyyelolduğu söylenir. Ukka-şe'nin kız kardeşidir. Mekke'de Islâmı kabul edip,
Medine'ye hicret edenlerdendir. Efendimiz kendisinin uzun omurlu olması tçin dua etmiştir. Gerçekten de onun kadar yaşayan başka bir kadın sahabi
bilinmemektedir. Resûlullah' dan 24 hadis rivayet etmiştir. İkisinde Buhârî ve Müslim müttefiktir. (Bilgi için bk. Îbnu'l-Esîr, Usdu'l-ğâbe, VII, Ibn
Hacer, el-İsâbe, Isâbe, IV, 485.).
13011

Nesaî, tahare 184; hayz 26; Ibn Mâce, tahare 118; Dârimî, vudû 83, 105; Ahmed b. Hanbel, VI, 355, 356.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/78.
13021

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/78.



T3031

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/79.

[3041

Dârimî, vudû, 105.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/79.
[305]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/79.

T3061

Ahmed b. Hanbel, 11,380.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/79-80.
[3071

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/80.

[308]

Nesâi, tahâre 185; İbn Mâce, tahare 83.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/80-81.
[309]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/81.

13101

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/81.

r3iıı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/81-82.

[312]

Ebû Dâvûd, salât 86; Nesâi, ziynet 115; Tirmîzî, cuma 64; Ahmed b. Hanbel, VI, 101.

[313]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/82.

13141

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/82.

[315]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/82-83.

[316]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/83.

[317]

Müslim, salât 274; İbn Mâce, tahare 131; Ahmed b. Hanbel, VI, 67, 99, 129, 137.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/82-83.
[318]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/84.

[319]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/84.

r3201

İbn Mâce, tahâre 131; Ahmedb. Hanbel, VI, 204; ayrıca bk. Buhârî, salat 19, Müslim, salat 273, 274.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/84.
[321]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/84.

[322]

Tabiûndandır, İbn Mes'ûd, Ammâr b. Yâsir, Huzeyfe ve Hz. Âişe'den rivayette bulunmuştur. (Bilgi için bk. ibn Ebî Hatim, el-Cerh, IX, 1 06).

[323]

Buradaki şüphe, râvilerden birine aittir.

[324]

Müslim, tahâre 105, 106, 45; Nesâi, tahâre 187; ibn Mâce, tahare 82 (mânâ olarak); Tirmizî, tahâre 85 (mânâ olarak);Ahmed b. Hanbel, VI, 35
97, 135.
[325]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/85.

[326]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/85-86.

[3271

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/86.

[328]

Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.

[329]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/86.

[330]

Buhârî, vudû' 65; Müslim, tahâre 108 (benzeri); Tirmizî, tahare 86 (benzeri);Nesaî tahâre 186; İbn Mâce, tahâre 81 (benzeri); Ahmed b. Hanbel,
VI, 142, 235.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/87.
[33U

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/87.

f3321

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/87.

[333]

Buhârî, vudû 59; Muslim.tahâre 101, 104; Nesâî,tahâre 188; Tirmizî, tahare 54 (benzeri) ibn Mace, tahâre 77; Darİmî, vudû' 63; muvatta', tahâre
1 10; Ahmed b. Hanbel, VI, 356, 464.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/87-88.
13341

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/88-89.



[335]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/89.

[336]

Lubâbe bint el-Hâris: Resûlullah'm amcası Hz. Abbâs'm hanımıdır. Hz. Hatice'den sonra Islâmı ilk kabul eden kadın olduğu söylenir.
Efendimizden otuz hadis rivayet etmiştir. Buhârî ve Müslim bir rivayetinde ittifak etmişler, birerini de ayrı ayrı rivayet etmişlerdir. Hz. Osman'ın
hilâfeti devrinde vefat etmiştir. (Bilgi için bk. Ibnu'1-Esîr, Üsdu'l-ğabe, VII, 253; Zehebî, A'lamu'n-nubelâ, II, 314 - 315; Ibn Hacer, el-lsâbe, IV.;
Tehzîbu't-Tehzîb, XII, 449).
13371

Buharı, vudu 59; İbn Mâce, tahâre 77; Ahmed b. Hanbel, VI, 239, 240, 255, 256.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/89-90.
[338]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/90.

[339]

Resûlullah'm azatlısı ve hizmetcisidir. Ebû Zur'a; "Onun adını da bundan başka bir rivayetini de bilmiyorum" demiştir. Başkaları adının; Iyad
veya Ebû Zer olduğunu söylemişlerdir.
[340]

Nesâî, tahâre 189; İbn Mâce, tahâre, 77.

T3411

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/90-91.

13421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/91.

13431

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/91.

13441

Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/92.
13451

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/92.

[3461

Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/92.
[3471

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/92.

13481

Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/93.
[3491

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/93.

f3501

Buhârî, vudû 57, 58, edeb 35, 80; Müslim, tahâre 98, 100; Tirmızî, tahâre 1 12; Nesâî, tahâre 44; mjyâh 2, İbn Mâce, tahâre 78; Dârimî, vudü' 62;
Muvattâ', tahâre 111; Ah-med b. Hanbel, ÎI, 282.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/93-94.
[351]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/94-96.

[3521

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/96.

[3531

Tâbıûndandır. Sika bir râvî olarak tanınır. H. 88'de Basra'da vefat etmiştir. (Bilgi için bk. Ibn Ebî Hatim, el-Cerh ve't-ta'dîl, VIII, 285; İbnu'l-
Esir, Üsdu'l-ğâbe, V, 221 -222; Ibn HAcer, el-İsâbe, ili, 447).
[3541

bk. önceki hadisin kaynaklan.

13551

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/96.

13561

Bezlu'l-mechûd, III, 130.

[3571

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/97.

[3581

Buharı, ta'bir 36; fedailu ashabın-Nebi 19; Müslim, fedailu's-sahâbe 140.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/97.
[3591

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/98-99.

r3601

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/99.

[36İ1

Ümmü Veled, Efendisinden çocuk dünyaya getiren câriyedir. Bu hanım tabiîdir.

[3621

Tirmizî, tahâre 109; İbn Mâce, tahâre 79; Dârimî, vudû 64; muvatta, tahâre 16.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/99-100.
[3631

el-Müddessir (74), 4.

[3641

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/99-100.



T3651

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/101.

T3661

Ibn Mâce, tahâre 79.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/102.
[3671

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/102.

[368]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/102.

[3691

Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/102-103.
13701

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/103.

[371]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/103.

[372]

Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/103-104.
[373]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/104.

13741

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/104.

[3751

Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 2/104-105.
[376]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/105-106.

[3771

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 2/106.

[378]

Nesâî, tahâre 192; İbn Mâce, ikâme 61; Alımed b.Hanbel, III, 42.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 2/106.
[3791

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/106-107.

[380]

Sunen-i Ebû Dâvûd, Kıtabu't-Tahâre (Temizlik Bölümü)'nün sonu.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınlan: 2/107.
[381]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,Şamil Yayınları: 2/107.



27. TIP BÖLÜMÜ

1. fnsanın Tedavi Olması Caizdir

2. Perhiz

3. Kan Aldırma

4. Kan Aldırma Yeri (Neresidir)?

5. Kan Aldırmanın Müstehap Olan Vakti Ne Zamandır?

6. (Tedavi İçin) Damar Kesme Ve Kan Alınacak Yer

7. Dağlamakla Tedavi Etmenin Hükmü

8. Buruna İ laç Damlatma

9. Nuşre

10. Panzehir Kullanmak

11. Kullanılması Hoş Olmayan Kötü f taçları Kullanmak

12. İyi Cins Hurma (İle Tedavi Olmak)

13. Ağıza Parmağı Sokup Boğazdaki Bademciği Sıkarak Patlatmak Suretiyle
Tedavi Etme

14. Gözlere Sürme Çekmek

15. Göz Değmesi Hakkında Gelen Hadisler

16. Emzikli Kadınla Cima Etmenin Hükmü

17. Muska Takmak

18. Okuma île Tedavi

19. Okuma İle Tedavi Nasıl Olur?

20. Şişmanlama Yollarına Başvurmak

21. Gaipten Haber Verdiğini fddia Eden (Kâhin) Hakkında

22. Yıldızlar(dan Hüküm Çıkarma) Hakkında

23. (Yere) Çizgi (Çizmek) Ve Kuş Uçurmak (Suretiyle İstikbale Dair Hükümler
Çıkarma) Konusunda Gelen Hadisler

24. Uğursuzluğa İ nanmak



27. TIP BÖLÜMÜ



1. tnsanın Tedavi Olması Caizdir

3855... Üsâme b. Şerik'ten rivayet olmuştur; dedi ki:

Peygamber (s.a)'in yanma varmıştım. Sahâbîleri (onun yanında) sanki başlarının

üzerinde bir kuş varmış gibi (sessiz ve hareketsiz durmakta) idiler. Selâm verip

(yanlarına) oturdum. Şuradan buradan (bir takım) bedeviler gelip;

Ey Allah'ın Rasûlü, tedavi olabilir miyiz? diye sormaya başladılar. (Hz. Peygamber

de);

"Tedavi olunuz. Çünkü aziz ve celü olan Allah, şifasını yaratmadığı bir hastalık

LU

yaratmamıştır. Ancak bir hastalık müstesna o da ihtiyarlıktır" buyurdu.
Açıklama

Tıb: İnbsan vücudunun sıhhat ve hastalığı kendisiyle bilinen bir ilimdir.
Bir de insan kalbine arız olan küfür, şüphe, vesvese gibi manevi hastalıkları ve bu
hastalıkların tedavisini araştiran tıb ilmi vardır.Ancak burada kastedilen birinci
manadaki tıb ilmidir.

a) Sıhhati korumak.

b) Vücudu rahatsız eden şeylerden sakınmak,

c) Vücuttaki zararlı maddeleri dışarı atmak.

Bunlardan birincisi, "Kim hastaolur yahut seferde bulunursa tutamadığı günler

121

sayısınca başka günlerde oruç tutsun" ayet-i kerimesinden almmıştır.Bu ayet-i
kerimede sıhhati kormak gayesiyle Ramazan' da yolculuk yapan bir kimsenin oruç

tutmasına izin verilmiştir. İkinscisi, "nefislerinizi öldürmeyiniz." Ayet-i
kerimesinde alınmıştır. Üçüncüsü ise, "...Ya da başından bir rahatsızlığı bulunan kimse

141

oruçtan, sadakadan veya kurbandan(biriyle) fidye verir." Ayet-i kerimesinde
almmıştır.Bu ayette, hacda ihramlı olan bir kimsenin başında kendisini rahatsız edecek
haşerelerin üremesi halinde, onlardan kurtulmak için başının tıraş edip karşılığında
fidye edilmesiene müsaade edilmektedir.

Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifteki "tedavi olunuz" emrinin zahiri ibahe ifade
eder.Hafız İbn Hacer ile Hanefi ulemasından Ayni bu görüştedirler. Fetava-yı
Hindiyye'nin zahirinden anlaşılan da budur.İmam Gazali de el-Erbain isimli eserde bu
görüşü savunmuştur.

Ancak Mecmau'l-Bihar yazarının açıklamasına göre; cumhur ulemaya göre bu emrin
zahiri müsteheblık ifade eder.İbn Kayyim el-Cevziyye ile Aliyyü'l-kari de bu
görüştedir.

Ayrıca bu hadis-i şerifte, ihityarlıktan başka her hastalığın bir ilacı olduğu
bildirilmekte, ilacı bilinmeyen hastalığın ilacını bulmak için araştırmalar yapılması
teşvik edilmektedir.

Bazı kimselein, "Allah'ın imtihan için verdiği hastalığa razı olmadıkça velayet
mertebesi tamam olmaz.Bu bakımdan veli için tedavi caiz değilidr." Şeklindeki sözleri



Hz. Peygamber' in mubah kıldığı tedavi hükümne aykırıdır. Eğer tedavi olunan
hastalıklar iyileşmiyorsa bunun sebebi ya hastalığın hakiki tedavisi bilinememesinden

£51

ve yahutta teşhis olunamamasmdandır.

Tedavilerin tümünü tevekküle aykırı saymak doğru değildir. Çünkü İslam alimlerinin
açıklamasına göre vücudun zararlarını giderecek sebepler üçtür:

1- Zararı gidermesi kesin olan sebepler, susuzluk zararının gideren su, açlık zararının
gideren ekmek gibi.Bu gibi sebepleri tevekkül maksadıyla terk etmek haramdır.

2- Zararı gidermesi kesin olmayan fakat gidermesi ihtimal dahilinde olan sebepler.Kan
aldırmak, üşümeyi giderebilen sıcaklık verici ilaçlar kullanmak gibi.bu gibi ilaçlara
başvurmak da tevekküle mani değildir.

3- Kendilerinden şifa beklemek tamamen bir vehimden ibaret olan sebepler.Efsun
yaptırmak gibi.Müslümana yakışan, bu kısma giren sebeplerden uzak durup Allah'a
tevekkül etmektir.

İbn Mes'ud'dan rivayet olunduğuna göre Hz.Peygamber, bu kısma giren sebeplerden
kaçıp Allah'a tevekkül edenler hesapsız olarak cennete gireceklerdir, buyurmuşladır.



Binaenaleyh hastalığın gelip gitmesi Allah'ın emriyledir.Allah hastalığın iyileşmesine

sebep olacak devalar yaratmıştır.Bu sebeplere sarılmak tevekküle mani değildir.
Hadis-i şerifte ihtiyarlığın hastalıktan sayılması, kendisini ölümün takib etmesi

[8]

sebebiyle hastalığa benzemiş olmasındandır.
2. Perhiz

3856... Ümmü Münzir binti Kays el-Ensâriyye'den rivayet olunmuştur; dedi ki:
Rasûlullah (s. a) (bir gün) yanıma geldi. Henüz hastalıktan yeni kurtulmak üzere olan
Ali (a. s) beraberindeydi. (O sırada) bizim asılı (hurma) salkımlarımız vardı.
Rasûlullah (s. a) kalkıp onlardan yemeye başladı. Ali (a. s) de (onlardan) yemek için
ayağa kalktı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) Ali'ye:

"Sakın ha, sen hastalıktan yeni kurtuluyorsun" buyurdu. Ali (a. s) de (onlardan

yemekten) vazgeçti. Ben (onlara) arpa ve şalgam (yemeği) yapıp getirdim. Bunun

üzerine Rasûlullah (s.a) (benim hazırladığım bu yemeği göstererek):

"Ey AH, (işte) bundan ye, bu senin için daha faydalıdır" buyurdu.

Ebû Dâvud dedi ki; (Bu hadisi rivayet eden) Harun, (hadisi kendisine rivayet eden Ebû

Davud'un, Ebû Davûd et-Tayâlisî olmayıp) Ebû Dâvûd el-Adeviyye (olduğunu)

söyledi.

Açıklama

Perhiz, insanın bedene zarar mideye ağırlık veren yemeklerden sakınması demektir.
Hadis-i şerifte insan vücuduna zararlı ve faydalı olan şeyleri bilmenin, bir başka
ifadeyle tıp ilminin faziletine delâlet ve bu ilmi öğrenmeye teşvik vardır.
Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, daha hastalıktan yeni kurtulmaya başlamış olan Hz.



Ali'ye bazı yiyecekleri yemeyi yasaklamıştır.

Bugün modern tıpta böbrek hastalığı, damar sertliği, romatizma, mide çıbanları ve
çocuk ishalleri gibi hastalıkların tedavileri hemen hemen perhizle yapılmaktadır.

£10]

Nitekim, "Mide hastalık evidir. Perhiz ise her devanın başıdır." buyurulmuştur.
3. Kan Aldırma

3857... Ebû Hureyre'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a):

"Sizin tedavi olduğunuz şeylerde hayırlı olan biri varsa o da kan aldırmadır"

im

buyurmuştur.

3858... (Ubeydullah b. Ali b. Ebû Râfı'in) ninesi ve Rasûlullah (s.a)'m hizmetçisi
Selmâ'dan rivayet olunmuştur; dedi ki:

Rasûlullah (s. a), başındaki ağrıdan şikâyet eden bir kişi yoktur ki ona "Kan aldır"
dememiş olsun. Ayaklarmdaki ağrıdan sızlanan bir kişi de yoktur ki ona, "Onlara kına

£121

yak" dememiş olsun.
Açıklama

Bu hadis-i şerifler kan aldırmanın müstehap olduğuna delâlet etmektedir.
Diğer bir hadis-i şerifte kan aldırmanın önemi ifade edilirken, "Eğer sizin
ilaçlarınızdan bir şey de hayır varsa bu ya neşter vurmakta, yabal şerbetinde yahutta

£13]

ateşle dağlamaktadır." buyurulmaktadır.

Kan aldırnmamı önemini bildiren hadislerden bazılarının mealleri şöyledir:

"Kan alan köle ne iyidir.Kan almak sülbün yükünü hafifletiyor ve gözleri

£14]

kuvvetlenidiry or. "

"Hz. Peygamber (s.a.), miraç gecesi meleklerden hangi topluluğa uğradıysa; ümmetine

£15]

kan aldırman emretmesini söylediler."

Bugünün tıbbıda genellikle 50 yaşın üzerindeki kişilerde görülen sebebi bilinmeyen,
organizmada alyuvar kitlesinin devamlı be mutlak suretle artmasıyla meydana gelen
Polsitemia Vera isminde bir hastalık tesbit edilmiştir ki ,hasta da baş ağrısı, baş
dönmesi halsizlik, fenalık hissi, geçici körlük, görme keskinliğinde azalma g,b,
şikayetleri vardır.

Bu hastalık kan alma suretiyle tedavi edilir. Böylece kısa zamanda alyuvar kitlesini
azaltarak hastalığın vücut için kötü olan etkileri önlenmiş olur.

Her defasında 300 ml. Kan alınır ve bu haftada 1-2 kere uygulanır. Bu işleme
alyuvarlar sayısı normal seviyeye gelinceye kadar devam edilir. Bazı vakalarda sadece
kan almayla hastalık kontrol altında tutulkabilir.

"Ani sol kalp yetmezliği ve buna bağlı akciğer bozukluklarında da kan alma suretyle
tedavi yapılır.Ani sol kalp yetmezliğinde toplardamar yoluyla süratle ve fazla
miktarda (500 ml) bir kan alımı kalbe kan dökümünü azaltarak sağ kalp atım hacmini



azaltmak suretiyle sol kalp yükünü hafifleteceğinden ani sol kalp yetmezliği ve buna

£161

bağlı akciğer bozukluklarına ait krizlerde hastayı kısa zamanda rahatlatabilir."



4. Kan Aldırma Yeri (Neresidir)?

3859... Ebu Keşbe el-Emmari, İbn sevban'a şöyle demiştir:

Peygamber (s. a.) başından ve iki omuzu arasından kan aldırır ve (alman kana işaret
ederek):

"Kim (kendisinden) şu kanları (dışarı) akıtırsa, artık başka bir hastalık için bir başka

im

yolla tedavi olmaması ona zarar vermez." buyururdu.
3860... Enes (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre;

Peygamber (s. a.), (boynun iki tarafında bulunan) ahdan (isimli iki damarın bulunduğu
yer)den ve iki omuz arasından üç defa kan aldırmıştır.

Ma'mer dedi ki: "(Bir gün) kan aldırmıştım.Aklım (başımdan) gitti. Öyle ki
namazımda Fatiha'yı bile ezbere okuyamıy ordum." Ma'mer başından kan aldırmıştı.
£181

Açıklama

Bu hadis-i şeiflerde kan aldırmanın çok tesirli bir tedavi şekil olduğu, usullerine riayet
edildiği takdirde önemli faydaları olabileceği ifade edilmektedir.
Kan aldırırken göz önünde bulundurulması gereken hususlardan biri, hastalığın
cinsini, vücudun kan alınacak yerini iyi tesbit etmektir.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifler kanın iki omuz arasından, boyunun sağ ve
solunda bulunan el-ahdeân denilen iki damardan ve baştan alınabileceği ifade
edilmektedir. 3863 numaralı hadis-i şerifte ise kanın kalçadan da alınabileceği
belirtilmektedir.

Hadis sarihlerinden AIiyyü'l-Kârî'nin açıklamasına göre; Ma'mer, kan aldırırken Hz.

£191

Peygamber'in riayet ettiği hususlara dikkat etmediği için bu duruma düşmüştür.

Kan aldırmayı gerektiren sebeplerin bilinmesi kadar vücuttan kan alınabilecek

noktaların bilinmesi de önemlidir.

İbnü'l-Kayyım el-Cevziyye'nin Zâdü'l-Meâd isimli eserinde açıkladığı gibi; başta
bulunan ağrı, kulak ve diş ağrısı gibi ağrılar, vücutta bulunan kanın çoğalmasından ve
bozulmasından doğmuş olabilir. Bu gibi ağrılar için boynun iki tarafında bulunan
damarlardan kan almak gerekir.

Sıcak ülkelerde bulunan kimselerin kanlan sıcaklığın cazibesi sebebiyle kılcal
damarlara hücum ettiği için, derilerinde bulunan solunum delikleri geniş olduğundan
bu kimselerden kan almak tehlikeli olabilir. Bu bakımdan kan aldırmanın zaman ve

[201

zeminini iyi tesbit etmek gerekir.

5. Kan Aldırmanın Müstehap Olan Vakti Ne Zamandır?



3861... Ebû Hureyre'den rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (s. a) şöyle buyurmuştur:
"Kim (kamerî ayların) onyedi, ondokuz ve yirmi bir (inci günlerinden bir)inde kan
aldırırsa (bu, kanın çoğalmasından ve bozulmasından doğan) her hastalığa şifa

£211

olur."

3862... Keyyise binti Ebû Bekre'nin haber verdiğine göre; babası, aile halkını salı
günü kan aldırmaktan nehyeder ve Rasûlullah (s.a)'m:

"Salı günü kan(ların artma) günüdür. Salı gününde bir saat vardır ki (o saatte akıtılan

[221

kan bir daha) dinmez" dediğini söylermiş.
3863... Câbir (r.a)'den rivayet olunduğuna göre;

[23]

Rasûlullah (s. a) kendisinde bulunan bir ağrıdan dolayı kalçasından kan aldırmıştır.
Açıklama

Bu babdaki hadis-i şeriflerde kan aldırmak için kamerî ayların onyedi, ondokuz ve
yirmibirinci günlerinden birinin seçilmesi ve salı günü kan aldırmaktan kaçınılması
tavsiye edilmekte ve Hz. Peygamber'in vücudunda bulunan bir ağrıdan dolayı
kalçasından kan aldırdığı bildirilmektedir.

Neylü'l-Evtâr sahibi Şevkânî'nin de açıkladığı gibi; doktorlar, kan aldırmak için ayın
üçüncü haftasındaki günlerin en uygun olduğunda ittifak etmişlerdir. İstikbalde
anlaşılabilecek bir gerçeği yüzyıllarca önce bildirmesi yönünden 3861 numaralı hadis
bir mucize niteliği taşımaktadır.

Herhalde ayın üçüncü haftasının kan aldırmak için ayın birinci, ikinci ve dördüncü
haftalarından daha uygun olması, ayın dünyaya etkisinden kaynaklanmaktadır.
Çünkü Erzurumlu İbrahim Hakkı'nm da ifade ettiği gibi, "ayın ilk yarısında sıcaklıkla

1241

nemliliğin fazlalığından damarlarda kan çoğalır." Kanın çoğaldığı bir sırada
damardan kan alınması halinde kanın dindirilmesi zorlaşacağından tehlikeli olacağı
gibi, ayın son haftalarında da kan iyice azalacağından o haftada da kan aldırmak
tehlikeli olabilir.

Hadis sarihlerinin açıklamasına göre; salı günü kan aldırmanın tehlikesi de o günde
kanın fazlalaşması sebebiyle dindirilmesinin zorlaşması ve ölüme sebep
olabileceğinden doğmaktadır. Ancak, sah günü kan aldırmanın yasak-landığmı
bildiren bu 3862 numaralı hadis, senet yönünden tenkid edilmiştir. Hatta İbn Cevzî bu
hadisin mevzu olduğunu söylemiştir. Ayrıca bu hadisi, "Salı günü Hz. Adem'in oğlu
Habil'in kardeşi Kabil'i öldürdüğü kan günüdür" şeklinde tefsir edenler de olmuştur.
Hz. Peygamber'in kalçasından kan aldırdığını ifade eden 3863 numaralı hadiste de
çözülmesi müşkil görünen kapalı bir husus vardır. Çünkü Ahmed b. Hanbel'in
rivayetindeki Hz. Peygamber'in vücudundaki ağrıyla ilgili ifadede kesinlik yoktur. Bu
ağrının sırtında mı yoksa kalçasında mı olduğunda tereddüt edilmektedir.

1251

Ayrıca aslında bu ağrının Hz. Peygamber'in attan düşmesinden dolayı meydana



geHen ağrı olabileceği kabul edilirse, o zaman kal aldırma hâdisesinin Medine'de ve
ayaktan olması gerekirdi. Oysa bu kan aldırma hâdisesinin Mekke'de ve ihramlı iken

[26]

olduğuna delâlet eden rivayetler de vardır.

Netice olarak burada kan aldırma hadisesinin kalçasından mı yoksa sırtından mı
olduğu araştırılmaya muhtaçtır.

Esasen 3863 numaralı hadisin mevzumuzu teşkil eden bab başlığı ile pek ilgisi
görülmüyor. Bu bakımdan bu hadisin yeri bir sonraki bab yahutta bir önceki bab
olmalıydı. Nitekim elimizde bulunan Avnü'l-Ma'bûd nüshasında bu hadis bir sonraki

[27]

bab başlığı altında zikredilmiştir.

6. (Tedavi İçin) Damar Kesme Ve Kan Alınacak Yer

3864... Câbir (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Peygamber (s. a) Übeyy'e bir doktor

[28]

gönderdi. (Doktor tedavi maksadıyla) onun bir damarını kesti.
Açıklama

Bu hadis-i şerif Hz. Peyamber'in damar kesmeninde tedavi için bir yol olduğunu
tasvib ettiğine delâlet etmektedir. Müslim'in rivayetinden anlaşılacağı üzere, Hz.
Peygamber'in Übeyy'e gönderdiği doktor, Übeyy'in damarım kestikten sonra kanı
dindirmek için kestiği yeri dağîamıştır.

Bu da gösteriyor ki, doktor tedavi için hastanın durumuna en uygun yol hangisi ise o
yolu tercih eder ve hastasını o yolla tedavi etmeye çalışır. Hadis-i şerifin delâlet ettiği
mana budur.

Nitekim bugünkü doktorlar da hastayı en hafif yoldan tedavi etmenin yolu ne ise
tedavi için o yolu seçmek gerektiğinde ittifak etmişler. Hastayı daha hafif bir yolla
tedavi etme imkânı varken daha ağır bir yola gitmenin doğru olmayacağını; fakat daha
hafif yollarla tedavi imkânı kalmadığı zaman en ağır tedavi yollarına dahi

[29] "

başvurulabileceğini söylemişlerdir.

7. Dağlamakla Tedavi Etmenin Hükmü

3865... İmrân b. Husayn'dan rivayet olunmuştur: Peygamber (s.a) (bize) dağla(mak
suretiyle tedavi yap)mayı yasakladı. (Biz ise tedavi için) dağlama yoluna başvurduk.
(Fakat bu rahasızlıklarımız) ne iyileşti, ne de şifa buldu.

Ebû Dâvûd dedi ki: (îmrân b. Husayn, Hz. Peygamber'in yasakladığı bu dağlama ile
tedavi etme yoluna başvurmadan) önce meleklerin selâmım işitirdi. Dağlandıktan
sonra bu halden mahrum oldu. Dağlanmayı bırakınca eski hali tekrar kendisine döndü.
[30]



3866... Câbir (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a), ok yarasından dolayı



im

Sa'd b. Muaz'ı dağla-mtştır.
Açıklama

Bir önceki hadis-i şerifte de açıkladığımız gibi, bir hastalığı daha hafif ve daha kolay
yoldan tedavi imkânı varken dağlama ile tedavi etmek yasaklanmıştır. Ancak
dağlamadan başka tedavi imkânı kalmadığı zaman tedavi için dağlama yoluna
başvurmakta şer'î bir sakınca yoktur.

Nitekim had cezasıyla eli ve ayağı kesilen kimselerin kanlarını dindirmek için
başvurulan yol dağlama yoludur.

Fahr-i Kâinat Efendimiz, Sa'd b. Muaz'm yarasını dağlamak suretiyle bize bu
gerçekleri öğretmiştir. Rasûluüah Efendimizin İmrân b. Husayn'ı dağlanmaktan
nehyedişinin sebebini de bu şekilde açıklamak icab eder.

Siyer kitaplarında açıklandığına göre Hz. İmrân'm tedavi olmak için dağlanmasını
istediği yarası basur yarası idi. Burası çok nazik ve tehlikeli bir yer olduğu için Hz.
Peygamber buna izin vermedi.

Hattâbî, Hz. Peygamber'in dağlamayı yasaklamasına sebep olarak iki ayrı önemli
sebep daha gösterir:

1) Hz. Peygamber'in dağlama yoluyla tedaviyi yasaklamasının bir sebebi de cahiliye
araplannm, "Nerede olsanız, sağlam kaleler içinde bulunsanız yine ölüm sizi

[321

bulur" kaziyye-i ilâhiyesine aykırı olarak, ölüm ve kalımı Allah'ın irade ve
kazasına değiî de tamamen maddî sebeplere bağlamaları ve dağlamanın ölüme karşı
kesin bir çare olabileceğine dair inançları idi.

Oysa bütün tedavi yöntemleri kesin sonuç almak için yeterli ve mutlak sebep değil,
ancak şifa için Allah'ın izni ve iradesi dahilinde birer vasıtadan ibaretti.
Hz. Peygamber işte bu sözü geçen yanlış inançla kendisine başvurulan dağlama ile
tedavi yolunu yasaklamıştı.

2) Hz. Peygamber'in bu tedavi yolunu yasaklamasının diğer bir sebebi de onların daha
hastalık gelmeden önce hastalıktan korunmak maksadıyla kendilerini dağlamayı bir
adet haline getirmiş olmalarıydı. Oysa zaruret olmadan vücudu dağlattırmak
mekruhtur.

Bir ihtimal uğruna böylesine tehlikeli bir tedavi yolunu göze almanın yanlışlığını
açıklamak icap ediyordu. İşte Hz. Peygamber'in dağlama ile ilgili olarak getirdiği
yasağın bir sebebi de bu idi.
Bu mevzuda İbn Kuteybe şöyie diyor:

"Bazı hadisler arasında çelişki bulunduğunu iddia eden sapık mezhep sahipleri bu
iddialarını ispat için şöyle diyorlar:

Siz Rasûlullah'm, "Hastalığını iyileştirmesi için vücudunu dağlattıran veya (kendisine)

[33]

okutup üflettiren Allah'a tevekkül etmemiştir" buyurduğunu rivayet ettiniz, sonra
da Rasûlullah'm Es'ad b. Zürâre'yi dağladığını ve; "Sizin tedavi olduğunuz şeylerde bir
hayır varsa şüpesiz hacamatçının kan akıtmak için neşterle vücudu yarmasında veya

[341

ateşle dağlamasmdadır." buyurduğunu rivayet ettiniz. Bu ise birinci hadisin
hilâfmadır.



Cevap: Biz deriz ki, burada herhangi bir uyuşmazlık yoktur. Her bir hadisin yeri
vardır. Oraya konulduğu zaman uyuşmazlık ortadan kalkar. Dağlamak iki çeşittir:
Birisi, Acemlerin pek çoğunun yaptığı gibi hastalığa yakalanmamak, hasta olmamak
için sağlam birisini dağlamaktır. Onlar çocuklarını ve gençlerini kendilerinde hastalık
olmadığı halde dağlarlar. Bu dağlamanın onların (çocukların) sıhhatini koruyacağını
ve hastalıkları onlardan uzaklaştıracağını zannederler.

İşte Rasûlullah'm (s. a) iptal ettiği ve hakkında, "Dağlanan tevekkül etmemiştir" dediği
husus da budur. Çünkü o sıhhatli olduğu halde dağlanmak ve tabiatını ateşle
korkutmakla kendisinden Allah'ın kaderini uzaklaş-tırabileceğini zannetmektedir. Eğer
Allah'a tevekkül etmiş olsaydı, O'nun (c.c) kazasından insanı kurtaracak hiçbir şey
olmadığını bilirdi ve sıhhatli olduğu halde tedavi olmaz ve hastalıktan kurtulmak için
hastalık olmayan yeri dağîamazdı.

Diğer dağlamaya gelince; yara iltihaplandığı ve kan akıp kesilmediği zaman yarayı
dağlama, karında ve bedende su toplandığı zaman damarların dağlanması da böyledir.
İşte Rasûlullah'm, "Muhakkak onda şifa vardır" dediği dağlama budur. (Resulullah)
Es'ad b.Zürâre'yi, boynunda hissettiği bir hastalıktan dolayı dağlamıştır. Bu ise birici
gibi değildir. Çünkü hastalığa yakalanmca tedavi olan bir kimseye "tevekkül
etmemiştir" denilemez.

Halbuki Rasûlullah (s. a) tedavi olunmasını emretmiş ve, "Her hastalığın ilacı
[351

vardır" buyurmuştur. İlaç mutlaka şifa vereceğinden değil, sadece bu ilaç ile
Allah'ın kendisine afiyet vermesi umularak içilir. Çünkü Alla-hu Teâlâ herşey için bir
1361

sebep kılmıştır."

Bu konuda âlimlerce verilen izahlardan şu netice almır:
Dağlamanın yasak olduğu durumlar:

1- Dağlamaktan başka tedavi mümkün iken,

2- Dağlamak tehlikeli iken,

3- Şifayı Allah' dan değil de dağlamaktan beklerken,

4- Sağlıklı olduğu halde hastalanmamak için ve bir tedbir mahiyetinde olmak üzere
dağlamak.

Yukarıdaki maddelerde yazılı durumlarda dağlamak da dağlanmak da yani kişinin
kendi nefsini dağlaması veya başkasını dağlaması yasaktır, yani mekruhtur.
Hastalıktan kurtulmanın başka çaresi görülmüyorsa zaruret halinde ve son çare olarak

£371

dağlama yoluna gidebilir.

8. Buruna tlaç Damlatma

3867... İbn Abbas'dan rivayet olunduğuna göre;

1381

Rasûlullah (s. a), buruna ilaç damlatırmış.
Açıklama

Seut: Hastayı omuzlarının altına yastık gibi bir şey koyarak sırtüstü yatırmak
demektir. Hasta bu şekilde yatırıhnca burnuna damlatılan ilaç dimağına daha çabuk



erişerek orayı tahriş edip hastayı aksırtır. Bu aksırık vasıtasıyla dimağında bulunan
rahatsızlığı dışarı atmış olur. Bu hadis-i şerif tababetin müsbet ve güvenilir bir ilim
olduğuna, burna ilaç damlatmakla tedavi olmanın müstehabhğma delâlet etmekte ve
tedavi için bu yola bizzat Fahr-i Kâinat Efendimiz'in de başvurduğunu ifade et-
[391

mektedir.

9. Nuşre

3868... Câbir b. Abdullah'dan rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s.a)'a nuşre
(denilen tedavi usulü) sorulmuş da:

[401

"O şeytan işidir" cevabını vermiş.
Açıklama

Avnü'l-Ma'bûd yazarının açıklamasına göre nuşre, kendisini cinlerin çarptığı
zannedilen bir kimseyi tedavi için kullanılan bir nevî okuyup üflemekle yapılan tedavi
usulüdür.

Bu tedavi usulünün uygulanması neticesinde hastayı rahatsız eden sebeplerin içinden
çıkarak önüne dökülüp neşr olunacağı umulduğu için bu tedavi usulüne "nuşre" ismi
verilmiştir.

Fethu'l-Vedûd yazarı bu mevzuda şöyle diyor: "Öyle zannederim ki bu tedavi usulü
içerisinde şeytanların isimleri, ya da anlaşılmaz ibareler bulunan bir takım metinleri
hastaya okumaktan ibarettir. Bu bakımdan bu tedavi şeklinin bir nevi sihir olduğu
kabul edilmiş, yapanlar hastanın içinde bulunan hastalığın bu yolla dökülüp
saçılacağma inandıkları için de ona nuşre ismi verilmiştir."

Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte "şeytan işi" olduğu haber verilerek yasaklanan
bu asılsız tedavi yolu İslâmiyyetten önce araplar tarafından kesin sonuç alınacağına
inanılarak uygulanan yaygın bir tedavi yolu idi. İslâmiyet gelince bunu yasakladı ve
yerine Allah'ın izni ve iradesi ile şifalı olabilen bazı âyetleri ve Peygamberin öğrettiği
duaları okuyarak tedavi etme yolu getirildi ki bunu inşallah bu bölümün 18. ve 19.

[411

bablarmda ayrıntılı olarak anlatacağız.

10. Panzehir Kullanmak

3869... Abdullah b. Amr, Rasûlullah (s.a)'i şöyle derken işittiğini söylemiştir:
"Eğer ben panzehir içersem veya muska takınırsam ya da kendi kafamdan şiir
söylersem (artık islâmî ölçülerin dışına çıkmış olacağımdan bir daha) yaptıklarımın
islâmî ölçülere uyup uymadığm)a aldırış etmem."

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu yasak sadece Peygamber (s. a) 'e aittir. (İslâm â/imlerinden) bir

[421

topluluk buna, yani panzehir kullanmaya cevaz vermiştir.



Açıklama



Bu hadis-i şerifle Rasûl-i Zîşan Efendimiz ümmetini; panzehir içmek, muska takmak
ve hikmetle ilgisi olmayan şiirle meşgul olmaktan nehyetmek istemektedir.
Ancak bunu ümmetinden hiç bahsetmeden, sözü kendi üzerinden açarak yapmaktadır.
Bilindiği gibi insanın muhatabı ile ilgili bir meseleyi bu şekilde anlatmasına "üslubu
hakimane" denir.

Hadis-i şerifte üslubu hakîmane'nin en güzel örneklerinden birini görmekteyiz. Bu
sanatı merhum Tâhîru'l-Mevîevî şöyle tarif ediyor: "Üslubu hakimane tariz
nevilerindendîr. Birini takdir makamında; niçin böyle yapıyorsun? diyecek yerde;
niçin böyle yapıyoruz, yapmasak daha iyi olmaz mı? tarzında nefsini teşrik ederek
[43]

söylemektir."

Tiryak: Zehirlenmeye karşı kullanılan zehirli ilaçtır.

İbnü'l-Esîr'in en-Nihâye isimli eserindeki açıklamasına göre, hadis-i şerifte kastedilen
ve yasaklanan zehirli ilaçtan maksat yılan etinden ve şaraptan yapılan bir ilaçtır.
İçinde böyle pis ve haram karışımlar olduğu için haram kılınmıştır. Fakat içerisinde
pis ve haram bileşimler bulunmayan zehirli ilaçların kullanılmasında sakınca yoktur.
Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre, cumhur ulema zehirli ilaç kullanmanın
caiz olmadığını söylemişlerdir. Mâlikîlere göre bunda bir sakınca yoktur. Musannif
Ebû Davud'un metnin sonuna ilâve ettiği, "bir topluluk buna cevaz vermiştir" sözü ile
herhalde Mâlikîleri kasdetmiştir. Çünkü onlar yılan etinin helâl olduğu
görüşündedirler.

İbn Reslân'a göre, kafadan şiir söyleme ve muska takma yasağı sadece Hz.
Peygamber'e aittir. Ümmetine helâl kılınmıştır. Zehirli ilaç kullanmak ise içinde
haram bileşikler bulunmadığı takdirde yine ümmetine helâl kılınmıştır.
Aslında söz konusu üç fiilin haram olanı da vardır, helâl olanı da. Meselâ zehirli ilaç
haram maddelerden yapılmış ise kullanılması haramdır. Helâl maddelerden yapılmışsa
kullanılması helâldir. İçerisinde söylenmesi haram sözler bulunan şiir yazmak ve
okumak haram oldğu gibi, içerisinde söylenmesi haram sözler bulunmayan şiirleri
yazmak ve okumak helâldir.

Muska takmak da böyledir, İçerisinde söylenmesi küfrü gerektiren sözler bulunan bir
muskayı yazmak veya takmak haram olduğu gibi, tesirini Allah'dan değil de bizzat
muskadan bekleyerek bunu takmak da haramdır. Fakat içerisinde böylesi sözler
bulunmayan bir muskayı tesirini sadece Allah'dan bekleyerek takmakta hiçbir sakınca
yoktur. Bezi yazarının tercih ettiği görüş de budur.

Abdullah b. Amr'm rivayetine göre, Hz. Peygamber uykuda korkanlar için şu duayı
okumalarım tavsiye buyurmuşlardır:

Ravi Abdullah b. Amr bu duayı aklı eren çocuklarına öğretir, aklı ermeyenler için de
yazıp boyunlarına asardı.

Din bilginlerinden bir kısmı bu meyanda Hz. Aişe, Mâlik, Ahmed b. Hanbel ve
Şâfıîlerin bir çoğu yukardaki rivayeti göz önüne alarak bunun caiz olduğunu
söylemişlerdir. İbn Abbas, İbn Mes'ud, Hanefîler ve Şâfiîler de nazarlık vb.'nin
taşınmaması hakkındaki rivayetlere bakarak âyet ve duaların da yazılıp taşınmasının
caiz olmadığı görüşünü benimsemişlerdir.

Muskacılığın bir meslek haline gelmemesi, dinin ve din? duyguların hasis menfaatlere
âlet edilmemesi bakımından ikinci görüş dikkat çekicidir. Çocuklara ve okuma
bilmeyenlere bilenler bir menfaat beklemeden okumalıdırlar. Okuyacak bulunmazsa



1441

yazma yoluna başvurulur.



11. Kullanılması Hoş Olmayan Kötü İlaçları Kullanmak

3870... Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Rasûkıllah (s. a) kötü ilaç

1451

(kullanmayı) yasaklamıştır.

3871... Abdurrahman b. Osman (r.a)'dan rivayet olunduğuna göre;

Bir doktor ilaca kurbağa (eti) koymanın hükmünü sordu. Peygamber (s. a) kurbağayı

1461

öldürmekten nehyetti.

3872... Ebû Hureyre'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s.a):

"Zehir yut (up da canına kıy) an cehennem ateşi içinde ebedi kalarak o zehiri yutmaya

1421

çalışmakla meşgul olacaktır" buyurmuştur.
3873... Simâk'dan rivayet olunduğuna göre;

Târik b. Süveyd, Peygamber (s.a)'e, (tedavi için) şarap (kullanmayı) sormuş, (Hz.
Peygamber) onu (bundan) nehyetmiş. Sonra o (bunu) Hz. Peygamber'e (tekrar)
sormuş. (Hz. Peygamber) onu (yine) nehyetmiş. Sonra o, Hz. Peygamber'e:
Ey Allah'ın Peygamberi, şarap gerçekten şifadır, demiş. Peygamber (s.a) de:

£481

"Hayır, (o şifa değildir) fakat hastalıktır" buyurmuş.

3874... Ebu'd-Derdâ'dan rivayet olunduğuna göre, Rasûlullah (s.a):

"Kuşkusuz Allah hastalığı da şifayı da yarattı ve her dert için bir derman yarattı.

Binaenaleyh (Allah'ın yarattığı bu şifalı ilaçlarla) tedavi olmaya çalışınız, (fakat)

[491

haramla tedavi olmaya kalkışmayınız" buyurmuştur.
Açıklama

Bu bab tedavi olmak için yenilip içilmesi İslama göre kötü sayılan maddelerden
yapılmış ilaçlan kullanmanın caiz olmadığını belirten hadisleri ihtiva etmektedir.
Hattâbî'nin dediği gibi yenilip içilmeleri dinen kötü sayılan şeyler iki kısımdır:

1) Pis olan şeylerdir. Bilindiği gibi pis olan şeyler tümüyle kötüdür. İçilmesi haram
kılman şarap gibi maddeler bunların en açık örneğini teşkil ederler.

2) Tadları insan tabiatına uygun düşmeyen ve yenilip içilmeleri çok zor olan
maddeler. İnsan tabiatı bunlardan hoşlanmadığı için kötü sayılmış ve yenilip içilmeleri
yasaklanmıştır.

Binaenaleyh bu babda yer alan hadis-i şerifler, yiyilip içilmeleri dinimizce kötü
sayılan maddelerden yapılan ilaçlarla tedavi olmanın caiz olmadığını ifade etmektedir.

1501

Çünkü dinen kötü kabul edilen şeyler haram kılınmıştır.



Nitekim İmam Ahmed bu gibi hadis-i şeriflere dayanarak haramla veya içinde haram
bulunan bir ilaçla tedavi olmanın haram olduğunu söylemiştir.

Zahirîlere göre, haram kılınmış şeylerle tedavi caizdir. Bu mevzuda İbn Hazm şöyle
der:

"Şarap darda kalan ve zaruret haline düşen için mubahtır. Susuzluğu gidermek tedavi
olmak veya boğulmayı önlemek için şarap içen kimseye ceza düşmez."
Delili: Tedavi zaruret hallerinden birisidir. Zaruretler ise haram olan şeyleri mubah
kılar. Yine İbn Hazm bu hususu şöyle ifade eder: "Tedavi zaruret derecesindedir.
Allah Teâlâ: 'Darda kalmanız müstesna olmak üzere size haram kıldıklarını size bir bir
açıkladı' buyurmuştur. Şu halde kişinin zaruret duyduğu yiyecek ve içecekler haram
değildir." İbn Hazm mezhebini takviye için şu delili de ileri sürmüştür: "Sidiği içmek
haramdır; ancak tedavi ve benzeri zaruret hallerinde haram değildir. Nitekim
Rasûlullah (s. a), Urey-nelilere hastalıklarının tedavisi için deve sidiğini mubah
kılmıştır." İbn Hazm, caiz değildir diyenlerin dayandığı hadisleri teker teker ele almış,
bir kısmı-minin zayıf olduğunu ileri sürmüş bir kısmını da şöyle te'vil etmiştir: "Za-
ruret halinde tedavi maksadıyla haram kılınmış şeyleri içmek mubahtır. Bunlar mubah
olunca, tedavide kullanılması yasaklanmış "pis ilaçlar" içinde mü-taala edilemezler,
bunlara pis denemez."

Hanefîlere göre; şifa vereceği kesin olarak biliniyorsa haram ile tedavi caizdir,
bilinmiyorsa mubah değildir. İmam Kâsânî, el-Bedâyi' isimli eserinde şöyle diyor:
"Açlık halinde murdar hayvan yemek, susuzluk halinde şarap içmek ve boğazda kalan
lokmayı indirmek, boğulmayı önlemek için şarap içmek nasıl caiz ise, şifa vereceği
kesin olarak bilindiği takdirde, haram yiyecek ve içeceklerle tedavi de öylece caizdir.
Ancak onlarla şifanın hasıl olacağı bilinmiyorsa tedavi caiz olmaz. Şu da var ki İmam
Ebû Yusuf, aslında haram olduğu halde deve sidiğinin tedavi maksadıyla içilmesini -



bu mevzuda gelmiş olan bir hadisten dolayı mubah kılınmıştır, demiştir. Ebû
Hanîfe'ye göre ise bu caiz değildir. Çünkü şifa olacağı kesin olarak bilinmeyen haram
ile tedavi caiz değildir. Ona göre Ureyneliler hadisini şöyle anlamak gerekir: Rasûlul-
lah (s. a) o sidiğin yalnız onların hastalığına şifa vereceğini bilmiştir.
Şâfıîler, şarap ile diğer haram nesneleri birbirinden ayırıyorlar. Onlara göre; pis ve
haram olan şeylerle tedavi caizdir, ancak şarapla tedavi caiz değildir. Mezhebin en
kuvvetli ve çoğunlukla benimsenmiş görüşü budur. Delilleri, yukarda geçen ve
Enes'den rivayet edilen hadistir. Ureynelilerden bir gurup Rasûlulîah'a gelerek İslâm'ı
kabul ve biat ettiler. Medine'nin havası kendilerine ağır geldiği için bir müddet sonra
hastalandılar ve durumlarını Rasûlulîah'a arzedince şöyle buyurdu: "Deve çobanımızla
beraber Medine dışına çıkıp develerin süt ve sidiğinden faydalansanız." Kabul edip
çıktılar, süt ve sidiğinden içtiler ve şifa buldular. Bu isbatlamadan anlaşılıyor ki Şâ-
fiîler, diğer pis ve haram şeyleri pis olan deve sidiğine kıyas ediyor ve onlarla da
tedavinin caiz olduğu neticesine varıyor, ancak şarabı bundan istisna ediyorlar. Bu
kıyasın gereği, zaruret halinde şarapla da tedavinin mubah olması iken Şâfıîlerin
ekseriyeti bunu kabul etmemişlerdir. Bunun sebebine gelince; Şâfıîler de boğazda
kalan lokmayı indirmek için, başka helâl bir sıvı bulunmadığı takdirde şarabın
içilebileceğİni kabul ederek şöyle diyorlar:

Boğazına lokma dursa ve indirecek başka bir şey de bulamasa, şarapla indirmesinin
caiz olduğunda ittifak vardır. Şafiî bunu açıkça söylemiş, bu görüş üzerinde fıkıhçılar
da ittifak etmiş, hatta şöyle demişlerdir: "Bu durumda şarabı içerek kurtulması farzdır.



Çünkü burada şarabı içince kurtulacağı katidir. Halbuki susuzluk ve hastalık için
içilmesi böyle değildir." Şarapla ve diğer sarhoşluk veren şeyler ile tedavi mevzuuna
gelince; ihtilâf etmişlerdir. Ekseriyete göre caiz değildir. Bu hüküm, mezhebin de

[521

sahih görüşü haline gelmiştir.

Şâfıîlerin bu mevzudaki delilleri ise mevzumuzu teşkil eden babda yer alan hadis-i
şeriflerdir.

Bu mevzuda üstad Abdülkerim Zeydan şöyle diyor:

"İşte bunlardan dolayı biz tedavi için haram şeylerin ilaç olarak alınabileceği görüşünü
tercih ediyoruz. Ancak bunun şartları vardır:

a) Hastalık tehlikeli olacak,

b) Haram kılınmış ilacın yerini tutacak mubah bir ilaç bulunmayacak,

c) Doktorlar o ilacın hastalığı iyi edeceğini kuvvetii zanla dayanarak açıklamış olacak,

d) Tedavi müddeti uzasa bile ilaçtan alman miktar hastalık zaruretini giderecek kadar
olacak.

Burada şunu da hatırlatmakta fayda vardır. Birçok doktora, "şaraptan başka ilacı
olmayan bir hastalık var mıdır?" diye sordum. "Bugüne kadar böyle bir hastalığın

[53]

mevcut olduğunu bilmiyoruz" cevabını verdiler."
Bazı Hükümler

1. Haramla tedavi olmak caiz değildir.

2. intihar eden ebedi cehennemliktir. Ancak Ayninin açıklamasına göre buradaki
intihardan maksat intiharın helâl olduğuna inanılarak işlenen intihar suçudur.

£541

3. Kurbağa öldürmek haramdır.

12. İyi Cins Hurma (İle Tedavi Olmak)

3875... Sa'd (b. Ebî Vakkâs)'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Bir gün iyice
hastalanmıştım. Rasûlullah (s.a) ziyaretime geldi ve elini göğsümün üzerine koyup;
"Sen kalp hastası bir adamsın. Sakîf in kardeşi Haris b. Kele-de'nin yanma git. Çünkü
o hastalıklara ilaç yapmakla uğraşan bir kimsedir. (Ona şöyle) Medine'nin Acve
(denilen bir hurma) smdan yedi tane alsın, çekirdekleriyle (birlikte) dövsün, sonra

1551 '

onları suya koyup sana içirsin" buyurdu.

3876... Sa'd b. Ebî Vakkâs'dan rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a) şöyle
buyurmuştur:

"Kim her sabah (aç karnına Medine'nin en iyi hurması olan) Acve'den yedi tane yerse

[561

ona o gün zehir de zarar vermez, sihir de."
Açıklama



3875 numaralı hadis-i şerifte Rasûl-i Zîşan Efendimiz'in Sa'd b. Ebî Vakkâs'm



hastalığının kalp hastalığı olduğunu.teşhis ettiğini ve bu hastalığa Acve denilen iyi
cins Medine hurmasının şifa olacağını ve bu ilacın kullanılış şeklini tarif ettiğini,
ayrıca hastayı tıptan anlayan bir kimsenin tedavi etmesi gerektiğine dikkat çektiğini
görüyoruz.

Aynı zamanda Hz. Peygamber'in doktora Acve hurmasının şifa vermesi için nasıl
kullanacağını açıklamış olması, ilacın kullanış tarzını doktordan daha iyi bildiğini
1571

göstermektedir.

Hattâbî de 3876 numaralı hadisi şöyle açıklıyor:

"Acve denilen hurmanın zehire ve sihire karşı koruyucu olması, Hz. Peygamber'in
Medine hurması için yaptığı duanın bereketinden dolayıdır. Yoksa hurmanın özelliği
sebebiyle değildir."

Nevevî ise şöyle diyor: "Medine hurmasının tahsis edilmesi ve hurmanın yedi tane
almasının hikmetini Allah ve Rasûlü bilir, biz bilemeyiz. Ancak namazın rekâtlarının
sayıları ve zekâtın miktarında olduğu gibi bir hikmeti bulunduğuna inanmanız
1581

gerekir."

Acve denilen bu hurma ile tedavi olmak isteyen bir kimsenin bundan yedi tane
almasını, bu tedavi ile ilgili bir sırra bağlamak mümkün olduğu gibi, "Allah tekdir,

£591

teki sever" hadis-i şerifinde açıklandığı üzere tek sa-yılardaki sırra bağlamak da

£601

mümkündür.

13. Ağıza Parmağı Sokup Boğazdaki Bademciği Sıkarak Patlatmak Suretiyle
Tedavi Etme

3877... Ümmü Kays binti'l-Mıhsân'dan rivayet olunmuştur; dedi ki:

Üzre (denilen boğaz hastalığı) sebebiyle parmağını boğazına sokarak bademciğini

çekip almış olduğum oğlumla birlikte Rasûlullah (s.a)'m yanma girmiştim.

"Niçin çocuklarınızın ağzına parmak sokarak bademciklerini çekip alıyorsunuz?

Çocuklarınızın bu hastalığını tedavi etmek için size gereken şu ûd-i hindî (denilen

bitki) dir. Onda yedi (çeşit şifa vardır), bu şifalardan biri de zâtülcenb hastalığının

şifasıdır. (Bu bitki) üzre (hastalığını tedavi) için buruna çekilir." buyurdu.

[611

Ebû Dâvûd dedi ki: Ud (-i hindî demlen bitkijden maksat, topalak (denilen ot)tur.
Açıklama

Üzre, boğazda kan toplanması ile bademciklerin iltihaplanmasından meydana gelen
bir boğaz hastalığıdır.

Hâk, üzerine parmakla basmak suretiyle bu yarayı söküp almaktır.
Dağr, kelimesi de bu manaya gelir.

îsât; buruna ilaç çekmek; led ise ağıza ilaç damlatmak, demektir.
Musannif Ebû Dâvûd ûd-i hindî kelimesini el-kust kelimesiyle açıklamıştır. el-Kust
kelimesi hakkında Ahterî'de şöyle deniyor: "el-Kust, topalak dedikleri bir ottur; iki
çeşit olur: Birincisi, Hindistan'da biter; siyah, hafif ve tatlı olur. İkincisi ise Şam'da



biter, Şemşad ağacı renginde ve hoş kokulu olur. Bunun bir de beyaz renkli olanı
vardır ki acı olur."

İbnü'l-Kayyım'in açıklamasına göre; "Doktorlar zâtü'I-cenbi, hakiki ve hakiki olmayan
diye iki kısma ayırırlar:

1- Hakiki zâtülcenb: Göğsü kaplayan ve akciğerleri kuşatan sulu zarda meydana gelen
iltihaptır. Bu hastalığın ateş, öksürük, kesik sancı ve nefes darlığı gibi belirtileri vardır.
Hadiste tavsiye edilen ilaç ise bu hastalığın ikinci kısmı için faydalıdır.

2- Hakiki olmayan zâtülcenb: Bir takım kaba ve zararlı yellerin bazı yerlerde tıkanıp
kalmasının meydana getirdiği ve hakikisine benzeyen bir sancıdan ibarettir. Ancak
hakiki zâtülcenbde sancı ke.sik kesik, hakiki olmayanda ise devamlıdır.

Ud-i hindinin kokusu nezleyi giderir, yağı sırt ağrısına fayda verir. İç uzuvları takviye
eder, vücuttaki gazı çıkarır, zâtülcenb hastalığına faydalıdır.

İbn Sina, ûd-i hindî'nin bademciklerin tedavisinde ilaç olarak kullanıldığını
zikrediyor."

Bugünkü tıpta bademciklerin çıkarılmış olmasına rağmen boğazdaki lenfa halkasının
iltihaplanmaları, boğaz ağrısına ve komplikasyonlara sebep olacağı belirtilmekte,
tedavi için de aspirin veya diğer ağn kesiciler kullanılmakta, hastanın allerjik olmadığı

£621

biliniyorsa antibiyotik olarak penisilin tercih edilmektedir.
14. Gözlere Sürme Çekmek

3878... İbn Abbas (r.a)'dan rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s. a) şöyle
buyurmuştur:

"Beyaz elbise giyiniz. Çünkü beyaz elbise, elbiselerinizin en hayırlilanndandır.
Ölülerinizi de beyaz kumaşlarla kefenleyiniz. Sürmelerinizin en hayırlısı ismid

163]

(denilen sürme taşı) dır. O gözün nurunu artırır, kirpikleri kuvvetlendirir."
Açıklama

Bezlü'I-Mechûd yazarının açıklamasına göre; bu hadis-i şerifteki beyaz elbise
giymekle ilgili emir mendupluk içindir.

Avnü'l-Ma'bûd yazarı, ölülerin kefenini beyaz kumaşlardan yapmakla ilgili emrin
hükmünün de müstehap olduğunu söylüyor.

Gerçekten beyaz elbise giymenin giyen kimse üzerinde birtakım ruhî tesirleri vardır.
Beyaz elbise gurur ve kibiri kırar, onun yerine tevazu duygusu getirir. Ayrıca beyaz
elbise kiri çabuk belli ettiği için sahibini hemen elbisesini yıkamaya zorlar. Renkli
elbiselerde ise kir pas belli olmadığından sahibi günlerce kirli paslı dolaşır da ne
kendisi ne de başkası bunun farkına varır.

Bu sebeple Fahr-i Kâinat Efendimiz, ümmetine temizliğin ve alçak gönüllülüğün
sembolü olan beyaz elbiseler giymelerini ve ölülerine de beyaz kumaşlardan yapılmış
kefenler kullanmalarını tavsiye etmiştir.

Bundan başka Rasûl-i Zîşan Efendimiz'in ümmetine ismid denilen sürme taşını
gözlerine sürmelerini tavsiye ettiğini görüyoruz ki, bugünkü tıpta da birçok
hastalıkların ilaçlarının bitkilerden ve tabii maddelerden yapıldığını ve bu yöntemin
çok da başarılı olduğunu biliyoruz.



Hadis-i şeriflerden öğrendiğimize göre Hz. Peygamber geceleri yatmazdan önce

[64]

gözlerini ismid taşıyla sürmeler ve bunu tavsiye edermiş.



15. Göz Değmesi Hakkında Gelen Hadisler

3879... Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s. a):

[65]

"Göz (değmesi olayı) doğrudur" buyurmuştur.

3880... Aişe (r.anha)'nm şöyle dediği rivayet olunmuştur: (Hz. Peygamber zamanında
bir göz değmesi hadisesi olduğunda) gözü değen kimseye (abdest alması) emredilirdi
de o abdest alırdı. Sonra (onun abdest suyu bir kapta toplanırdı). Göz değdirilen kimse

166]

de (başı üzerine dökerek) bu suyla yıkanırdı.
Açıklama

Hadis-i şerifte açıklandığı üzere, göz değmesi hâdisesi bir gerçektir, tecrübe ve
müşahade ile sabittir. Onun varlığını saplantı içine düşmüş inatçı kimselerden başka
kimse inkâr edemez.

Bu mevzuda İmam Kastalânî şöyle diyor:

"Bazı bid'at ehli göz değmesini inkâr etmişlerdir. Ama abes söylemişlerdir. Zira bir
şey ki, nefsinde muhal değildir. Kalp hakikatini anlayamaz ve aksini icap edecek bir
delil bulunamaz. Akıl indinde de caiz olur, vukuunu şeriat sahibi haber verdiği
zamanda inkâra mecal kalmaz. Bunu inkâr etmekle diğer haber verdiklerini inkâr
etmek arasında fark olmaz.

Göz değmesi olayı eşyanın hassaları kabilindendir. Bir eserdir, görünür. Fakat sırrının
ve sebebinin ne olduğu Hak Teâlâ hazretlerinden başkasına malum olmaz. Görmez
misin ki mıknatıs demiri kendisine çeker fakat sebebinin ne olduğunu kimse bilmez.
Bir çanak içinde süt olsa ve hayız gören bir kadın elini sütün içine soksa süt bozulur,
eğer temiz bir kadın elini soksa bir şey olmaz. Diğer hassalar da buna kıyas olunsun.
Gözü değen kimselerin kendilerinden nakledilmiştir ki: Ne zaman bir şey görsem ve
beğensem hemen gözlerimden bir hararet çıkar, diye hikâye etmişlerdir. Böyle bir
kimsenin gözünden hararet çıktığı gibi hararetten gözü
de çıkabilirdi.

Sözün kısası bu husus vakidir. Hakkında hadis-i şerif gelmiştir. Bunun ilacı Fahr-i
Alem hazretlerinden naklolunduğu üzere, Muavvizeteyn sûrelerini, ayrıca Fatiha

[67]

sûresi ve Ayetel-kürsî okumaktır."

İmam Kurtubî'nin de ifade ettiği gibi, "Ehli sünnet ulemasının tümü göz değme
olayının bir gerçek olduğunu kabul etmişlerdir. Ancak ehli bid'attan bazıları bunu
inkâra yeltenmişlerse de görünen olaylar onları yalanlamıştır. Nice insanlar ve nice

£681

kıymetli develer göz değmesi yüzünden toprağa girmişlerdir."

3880 numaralı hadis-i şerifte kendisine göz değdirilen kimsenin, gözü değen kimsenin



abdest aldığı suyla yıkanmak suretiyle bu hastalıktan kurtulabileceği ifade
edilmektedir. Ulema, gözü değen kimsenin bu abdesti almaya zorlanıp
zorlanamayacağı konusunda ihtilâf etmişlerdir. İmam Mâzirî, "Sizden gusül istenirse
1691

yıkanıverin" meâlindeki hadis-i şerife dayanarak zorlanabileceğini söylemiştir.
Ulemaya göre bu abdestin sıfatı şöyledir: Bir kabın içine su doldurulur. Kap yere
konmaz. Ondan bir avuç alarak mazmaza yapar ve suyu yine kabın içine püskürür.
Sonra aynı sudan alarak yüzünü yıkar. Sonra sol eliyle su alarak sağ elini yıkar. Sonra
sağ eliyle su alarak sol dirseğini yıkar, dirseklerle topuklarının arasını yıkamaz. Sonra
yine bu şekilde sağ ayağını sonra sol ayağını yıkar. Bunlar hep kabın İçerisinde
yıkanır. Sonra gömleğinin iç tarafını sağ böğrüne doğru yıkar. Böylece abdesti bitirir

[701

ve suyu arkasından başına döker. Ancak anlattığımız bu işlemin hikmet ve
sebeplerinin tahlilini yapmak bizim için mümkün değildir. Fakat bizim bu hikmetleri
kavramaya güç yetiremeyişimiz, inkâr etmemizi gerektirmez. Nitekim İmam Ahmed
b. Hanbel'in rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, Amir b. Rabîa'nm, bir yolculuk esnasında
yol arkadaşlarından beyaz tenli ve güzel vücutlu birini yıkanırken görüp ona nazar
değdiği ve Hz. Peygamber'in ona bu şekilde abdest aldırarak abdest suyu ile hastaya



gusl ettirdiği ve hastanın derhal iyileşip halkın arasına katıldığı ifade edilmektedir.
İnşallah 3888 numaralı hadisin şerhinde bu mevzuya tekrar döneceğiz.
Kâdî, gözü değen bir kimseden sakınmak gerektiğini söylüyor. İmam Kastalânî'nin
açıklamasına göre, "Böyle bir kimseden sakınmak; onun gözünden iyilikleri,
güzellikleri ve zinetleri gizlemekle olur. Yani kişinin kendini veya evladını süsleyip
ellere göstermesi uygun değildir. İmam Bağavî Şerhu's-Sünne'de zikretmiştir ki, Hz.
Osman b. Affân güzel bir çocuk görmüş de velilerine; "Göz değmemesi için yanağının

1221

çukuruna kara sürünüz" demiştir."

Bezlü'l Mechûd yazarı da bu konuda şöyle diyor: "Devlet başkanının gözü değdiği
bilinen kimselerin sokağa çıkıp halkın arasına karışmalarını yasaklaması ve evinde
oturmaya mecbur etmesi icab eder. Eğer o kimse fakir ise devlet başkanı ona yetecek
kadar maaş bağlayarak evinden dışarı çıkarmaz. Çünkü bu gibi kimselerin insanlara
verdiği zarar, soğan, sarımsak yiyerek dışarı çıkan kimselerin insanlara verdiği
zarardan daha fazladır." Bir kimse kendi gözünün başkalarına zarar vermesinden
korkarsa nazar ettiği zaman, "Allahümme bârik aleyhi = Allah'ım, onun hakkında
mübarek olsun" demelidir. Yahutta, "Maşallah, Iâkuvvete illa billâh = Allah ne güzel

[731

yaratmış, Allah'tan başka kuvvet sahibi yoktur" demelidir.
16. Emzikli Kadınla Cima Etmenin Hükmü

3881... Esma binti Yezid b. Seken'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Ben Rasûlullah
(s.a)'ı şöyle derken işittim:

"(Emzikli kadınlarınızla cima etmek suretiyle) çocuklarınızı gizlice Öldürmeyiniz.
Çünkü emzikli kadınla cinsel temasta bulunma (nın tesiri öylesine büyük ki) atlıya

1241

(arkasından) yetişir ve onu atından (yere) düşürür."



3882... Cüdâme el-Esediyye (r.anha)'den rivayet olunduğuna göre; kendisi Rasûlullah
(s,a)'i şöyle derken işitmiş:

"Vallahi, ben erkeğin emzikli kadınla cinsi münasebette bulunmasını yasaklamayı
(epeyce) düşündüm. Nihayet Rumlarla İranlıların bunu yaptıklarını ve çocuklarına
(hiç) zarar vermediğini hatırla (yıp bundan vazgeç) tim."

(İmam) Mâlik; "gfle" kelimesinin emzikli kadınla cinsi temasta bulunmak anlamına

[751

geldiğini söylemiştir.
Açıklama

Gayl: Emzikli kadınla cinsi münasebette bulunmak demektir. Fahr-i Kâinat
Efendimiz, zamanındaki doktorların kanaatine dayanarak emzikli kadınla cinsi
temasta bulunmanın onun sütünü bozup çocuğun beslenmesini olumsuz yönde
etkileyerek zihinsel sağlığının bozulmasına sebep olacağından bu fiili yasaklamak
istemiştir. Bu fiilin çocuk üzerinde mutlaka olumsuz bir tesir yapacağı kabul edildiği
takdirde kuşkusuz bunun sorumlusu çocuk süt emerken cinsi münasebette bulunan an-
nesiyle babasıdır. Meseleye emzikli iken anne ve babasının bu hareketinden zarar
gören bir çocuk açısından bakan Fahr-i Kâinat Efendimiz, bu fiili gizli olarak çocuk
öldürmeye benzetmiş, "atlıya yetişir ve onu atından düşürür" sözüyle de bu hareketin
çocuk üzerinde nasıl bir etki yapacağını kinayeli bir şekilde ifade buyurmuştur. Fakat
bu fiilin her zaman çocuk üzerinde olumsuz bir tesir yapmadığını anlayınca yasaklama
düşüncesinden vazgeçmiş ve emzikli bir kadınla cinsi münasebette bulunmaya izin
[761

vermiştir.
Bazı Hükümler

1. Gile caizdir. Çünkü Hz- Peygamber onu yasaklamadığını açıkça ifade buyurmuştur.

2. Hz. Peygamber' in içtihatta bulunması caizdir. Usul-i fıkıh âlimlerin büyük

[771

çoğunluğu bu görüştedir.
17. Muska Takmak

3883... Abdullah (b. Mes'ud)'un hanımı Zeyneb'den şöyle dediği rivayet olunmuştur:
Abdullah (b. Mes'ud): Ben Rasûlullah (s.a)'ı " (İçerisinde sihre ya da küfre ihtimali
bulunan anlaşılmaz sözleri) okuyarak (hasta) tedavi etmek, muska takmak ve sevgi
ilacı yapmak şirktir" buyururken işittim, dedi.
(Zeyneb, sözlerine devamla) dedi ki:

(Bunun üzerine ben Abdullah'a dönerek; "Acaba Rasûlullah s. a) bunu niçin söylüyor?
Vallahi (benim) gözüm (bir ağrıdan dolayı) ça-paklamyordu da ben (tedavi için)
falanca yahudiye gidip geliyordum (o da) bana okuyordu. (Bu sayede gözümün ağrısı)
dindi" dedim.

Abdullah da (şöyle) cevap verdi:

Bu şeytanın işinden başka bir şey değildir. (Şeytan seni buna inandırmak için senin)



gözünü eliyle (devamlı) dürtüyor (ve onu ağrıtıyor). Sen (yahudinin yanma varıp da
yahudi senin) gözüne okuyunca (şeytan elini) gözünden çekiyor. Oysa senin sadece
Rasûlullah (s.a)'m dediği gibi;

"Ey tüm insanların Rabbi (olan Allah'ım. Benden) bu sıkıntıyı gider, (yegâne) şifa
verici sensin. Senin şifandan başka şifa yoktur. (Bana) hiç hastalık bırakmayacak bir

[78]

şifa ver" diyerek dua etmen sana yeter.

3884... İmrân b. Husayn'dan rivayet olunduğuna göre Peygamber (s. a):
"Okuyarak tedavi etme usulü (nün) göz değmesinden ve zehirli böceklerin
sokmasından başka (hiçbir hastalıkta bu iki hastalık kadar olumlu tesiri) yoktur"
1791

buyurmuştur.
Açıklama

Rukye: Sözlükte büyü anlamına gelir. Şifa ümidiyle dua okumaya da "rukye" denir.
Şifa ümidiyle, Kur'an âyetlerini, Allah'ın güzel isimlerini ve Hz. Peygamber'in
öğrettiği duaları ve bunlardan alman ilhamla yazılan dua ve münacatları okumanın
caiz olduğunda ittifak vardır.

Ancak tedavi maksadıyla bunlardan başka şeyleri okumak, özellikle içlerinde manası

anlaşılmaz kelimeler bulunan sözleri okumak haramdır. Çünkü bu sözlerin sihir için

kullanılan sözler olması ihtimali bulunduğu gibi onların bir takım putların veya

şeytanların ismi ya da küfür ifade eden sözler olması ihtimali de vardır.

Tekili "temime" olan "temaim" kelimesi ise muska demektir. Biz îslâmm bu konudaki

hükmünü 3869 numaralı hadisin sonunda açıkladığımızdan burada tekrara lüzum

görmüyoruz.

Tivele: Karı ile kocanın arasında bir sevginin doğması ümidiyle okunan bir takım
sihirli sözlerdir. Bunlar ya ipler üzerine okunur, yahutta kâğıt üzerine yazılarak ve bir
takım ameliyelerden sonra gayeye erişmeye çalışılır.

Görüldüğü gibi 3883 numaralı hadis-i şerifte; nefes etmek, muska takmak ve bir takım
ibareler okumakla tedavi etme yöntemlerinin şeytan işi ve şirk olduğu ifade edilirken,
3884 numaralı hadis-i şerifte okunup üflemenin, bazı hastalıkların tedavisinde geçerli
bir yol olduğu ifade edilmektedir.

Zahiren bu iki hadis arasında bir çelişki görünüyorsa da aslında burada çelişki yoktur.
Çünkü Hz. Peygamber tarafından yasaklanan söz konusu tedavi usûlleri, şifası
Allah'dan değil de sırf kendilerinden beklenen ve İslâmî usûllere ters düşen tedavi
şekilleridir.

Bu zihniyetten ve bâtıl sözlerden uzak, âyet ve hadislerden alınmış dualarla hastalan
tedavi etmenin caiz olduğunda ise ittifak vardır.

"Hume" kelimesinin aslı "humevun" dur. Sonunda bulunan yuvarlak "ta" hazfedilen
vavm yerine getirilmiştir.

Bu kelime akrep zehiri, bazılarına göre ise mutlak zehir demektir, el-Ezherî, sadece
akrep zehirine "hume" dendiğini söylemektedir. Hume, aynı zamanda akrebin iğnesine

im

de ıtlak edilir. Çünkü akrep zehirini bu iğneden akıtır.



18. Okuma île Tedavi



3885... Sabit b. Kays'dan rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s. a) bir gün kendisinin
yanma girmiş. -Ahmed (b. Salih, o sırada) Sâ-bit'in hasta olduğunu söylüyor- Ve (Hz.
Peygamber):

"Ey insanların Rabbi, (bu hastalığı) Sabit b. Kays b. Şemmâs'-dan gider" diye dua
etmiş. Sonra (Medine'deki) Bathâ (denilen vadi)den toprak alıp onu bir bardağa
koymuş, sonra (o toprağın) üzerine (birazcık) su ile birlikte üflemiş ve bu (suyla
karışık) toprağı Sâ-bit'in üzerine dökmüş.

Ebû Dâvûd dedi ki: (Hadisin senedinde bulunan) İbn es-Serh (den maksad), Yusuf b.

İMİ

Muhammed'dir. Doğrusu budur.
Açıklama

Rukye, bir hastayı okuyup üfleyerek tedavi etmek demektir.

Bu hadis-i şerifte; Fahr-i Kâinat E fendimiz'in hasta düşen Sabit b. Kays'ı ziyareti
sırasında onun iyileşmesi için dua ettikten sonra gidip (Medine'deki) Bathâ denilen
vadiden bir bardak toprak alıp üzerine Kur'an-ı Kerim'den bazı dualar okuyup
üfledikten ve bir miktar da su ilâve ettikten sonra bu suyla karışık toprağı hastanın
üzerine dökmek suretiyle onu tedavi ettiği ifade edilmektedir.

Bezi yazarının da dediği gibi Hz. Peygamber'in bu toprağa ettiği nefes tükrüğü ile
karışıktı.

Hz. Peygamber'in hastaları bu şekilde tedavi ettiğine 3895 numaralı hadis-i şerif de
delalet etmektedir.

Hafız İbn Hacer el-Askalânî'nin dediği gibi, Hz. Peygamber'in bu tedavisi, başka bir
ilaç bulmanın mümkün olmadığı yerlerde özellikle yara, çıban gibi rutubetli
hastalıkları tedavide çok başarılı ve kolay bir tedavi usulüdür.

Çünkü, toprak her yerde kolayca bulunur ve kendisinde kuruluk ve soğukluk
özelliklen vardır. Toprağın soğukluk özelliği bilhassa sıcak ülkelerde yaşayan insanlar
için çok şifalı olduğu gibi onun kuruluk özelliği de kendisinde rutubetli hastalık
bulunan bütün insanlar için fevkalâde şifalıdır. Bazılarına göre bu şifa her toprakta
yoktur, sadece Medine toprağında vardır. Görüldüğü gibi Fahr-i Kâinat Efendimiz,
ilaç temini yönünden fevkalâde fakir ve imkânsızlıklar içinde yüzen bir ortamda
hastaları, mevcut imkânlardan faydalanarak tedavi etmek yoluna gitmiş, maddî
sebepler yanında manevî sebeplere de sarılmayı terketmemiş, bu maksatla hastaların
iyileşmesi için Allah'a dua ederek şifa istemiştir.

İslâm âlimleri tarafından büyük bir dikkat ve itina ile toplanmış olan bu dualar
mü'minler için tükenmez bir şifa kaynağıdır.

Hz. Peygamber'in hayatını tetkik edenler çok iyi bilirler ki, Allah (c.c) onun tükrüğü
ve nefesini de maddî ve manevî hastalıkların tedavisinde çok tesirli bir şifa olarak
yaratmıştır.

Görülüyor ki bu hadis-i şerif, cahilıye döneminin bâtıl düşünce ve manasız sözlerinden
tamamen uzak ve ayrı olarak, sadece Kur'an-ı Kerim'in âyetlerini veya islâmî manada
duaları okuyup üflemek suretiyle tedavi etmeye çalışmanın caiz olduğunu ifade
etmektedir.

Gerçekten iyi niyet ve temiz nefesle, Allah'a sığınarak, Allah'dan şifa niyaz ederek



okuyup üflemeyi, mutlaka sihirbazlık gibi telakki etmek doğru olmaz.
Binaenaleyh, bu hadis okuyup üflemekle hasta tedavi etmenin caiz olduğunu söyleyen

[82]

ehl-i sünnet ulemasının delilidir.

3886... Avf b. Mâlik' den rivayet olunmuştur; dedi ki:

Biz cahiliye döneminde okuyup üfleyerek hastaları tedavi ederdik. (Bir gün);
Ey Allah'ın Rasûlü, bu hususta ne buyurursun? dedik.

"Bana (yaptığınız bu tedavi şeklini) gösteriniz. İçerisinde şirk olmadıkça, okuyup

I83J

üfleyerek tedavi etmede bir sakınca yoktur" buyurdu.

3887... Şifâ binti Abdullah'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: (Bir gün) ben Hafsa'nm
yanında iken Rasûlullah (s. a) yanıma geldi ve bana:

"Şu Hafsa'ya yazı yazmayı öğrettiğin gibi (insanın böğürlerinde çıkan) karınca

£841

(şeklindeki yaraların) duasını da öğretsen ya" buyurdu.
3888... Sehl b. Huneyf şöyle demiştir:

Biz (yolculuğumuzda) bir akarsuya rastlamıştık. Ben (bu suya) girip içerisinde

yıkandım. (Fakat sudan) rahatsızlanarak çıktım. Bir tedavi çaresi bulma ümidiyle,

durum Rasûlullah (s.a)'a bildirildi. (Hz. Peygamber beni kastederek):

"Ebû Sâbit'e söyleyin, (kendisine isabet eden bu göz değmesinden okunarak Allah'a)

sığınsın" buyurdu. Bunun üzerine ben;

Ey efendim, okunarak tedavi olmak caiz midir? diye sordum.

"Okuyup üfleyerek tedavi etme (nin); göz değmesinin, (zehirli böceklerin sokması
neticesinde meydana gelen) zehirlenmenin, -ya da zehirli böcek sokmasının- dışında
(o kadar tesiri) yoktur" buyurdu.

Ebû Dövûd dedi ki: Hume; yılanın ve (diğer) sokucu böceklerin sokmasından

£851

meydana gelen zehirlenmedir.

3889... Enes (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Okuyup liflemekle tedavi etme (nin), gözdeğmesinin, (zehirli böceklerin sokmasıyla
meydana gelen) zehirlenmenin ve kanamanın dışında (bu hastalıklardaki kadar tesiri)
yoktur. (Okuyup üfleme kanamayı) keser."

(Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi bana rivayet eden iki raviden biri olan) el-Abbas,
(metinde geçen) göz değmesini rivayet etmedi. (Benim naklettiğim) bu (hadisteki

^ ' [861
sözler) Süleyman b. Davud'un (bana rivayet ettiği hadisin sözleridir.

Açıklama

3885 numaralı hadis-i şerifin şerhinde açıkladığımız gibi, bu hadisler Hz.
Peygamber'in okuyup liflemek suretiyle hastaları tedavi etmenin caizliğine delâlet
etmektedir. Ancak bu cevaz; okunacak duaların içerisinde manası anlaşılmayan veya
söyleyeni şirke düşüren ve dinî esaslara aykırı olan sözlerin bulunmamasına bağlıdır.



Kurtubî'nin açıklamasına göre; okunup liflemekle yapılan tedavi üç çeşittir:

1- Allah'ın kelâmını ve isimlerini okumak suretiyle yapılan tedaviler. Bunlar
meşrudur.

2- Hz. Peygamber tarafından şifa niyetiyle okunan âyet ve dualarla yapılan
tedaviler. Bunları yapmak müstehaptır.

3- Anlamı bilinmeyen, küfür ve şirk ifade etmeleri ihtimali bulunan sözleri okuyup
üflemek suretiyle yapılan tedaviler. Bunlardan kaçınmak farzdır.

Kendilerine saygı duyulan melek, arş, kurs? gibi mukaddes varlıkların isimlerini
okuyarak tedavi yapmakta bir sakınca bulunmamakla beraber, içinde Allah'a sığınmak

[871

ve iltica etmek bulunmadığı için yapılmaması daha iyidir.

3888 numaralı hadis-i şerifte geçen "nemle" sözlükte karınca manasına gelir. Ancak
burada insanın özellikle yan taraflarında çıkan çıbanlar anlamında kullanılmıştır. Bu
çıbanlar okunup üflenince Allah'ın izni ile kaybolurlar.

Bu dua cahiliye döneminde arap kadınları tarafından bilinen ve hastalıklarında tedavisi
için okunan bir takım sözlerden ibaretmiş. Aslında bir geline hitaben söylenmiş bu
sözler, "Sen düğüne derneğe gidebilirsin, kına yakınabilirsin. Ama kocana karşı
gelemezsin" anlamına gelen sözlerden oluşmaktadır.

Rasûl-i Zîşan Efendimiz Şifâ (r.anha)'ya, "Sen bu sözleri Hafsa'ya öğret" demekle bu
sözlerin fevkalâde faydalı ve makbul sözler olduğunu söylemek istemiş değildir. Hz.
Peygamber'in maksadı, bu sözlerin içinde geçen "kocana karşı gelemezsin"
anlamındaki sözcüklerin Hz. Hafsa'ya hatırlatılması idi. Çünkü, "Peygamber
eşlerinden birine gizli bir söz söylemişti, fakat eşi o sözü (saklamayıp başkasına)

[881

haber verdi" âyet-i kerimesinde açıklandığı üzere Hafsa, Hz. Peygamber'in

kendisine verdiği bir sırrı ifşa etmişti. Hz. Peygamber karınca duasmdaki çok meşhur

olan bu sözü Hz. Hafsa'ya hatırlatarak ona tarizde bulunmak istemişti.

Hadis sarihlerinin dediği gibi, hadis-i şerifte geçen "yazı yazmayı öğrettiğin gibi"

anlamındaki sözler, kadınlara okuma yazma öğretmenin caiz olduğuna delâlet

etmektedir.

Nitekim şu hadis-i şerif de buna delâlet ediyor:

"Ben Hz. Aişe (r.anha)'nm himayesinde idim. Ona her şehirden insanlar gelirdi. Onun
yanında benim mevkiim bulunduğundan yaşlılar da sıra ile bana gelirlerdi. Gençler de
beni kardeş edinirlerdi ve bana hediye verirlerdi. Şehirlerden bana mektup yazarlardı.
Hz. Aişe'ye derdim ki:

Teyzeciğim, bu falanın mektubu ve hediyesidir. Hz. Aişe de bana şöyle derdi:
Kızcağızım, ona cevap ver ve ona mukabelede bulun. Eğer sende verecek mükâfat
(hediye) yoksa ben sana veririm.

[891

Talha kızı demiştir ki: Hz. Aişe bana (hediyelik) verirdi."

1901

Her ne kadar bazıları "onlara yazı öğretmeyiniz" mealinde bir mevkuf hadis
rivayet etmişlerse de, bu hadisin senedinde hadis uydurmada meşhur Muhammed b.
İbrahim eş-Şâmî isimli bir ravi bulunduğundan muhakkik âlimler bu hadisin aslı
olmadığını söylemişlerdir. Özellikle Ebu't-Tayyib Şemsü'l-Hak el-Azîmâbâdî, Avnü'l-
Ma'bûd isimli eserinde sözü geçen hadisin asılsızlığını isbat etmiş ve kadınlara yazı
öğretmenin cevazını ve lüzumunu ispatlayan özel bir risale de hazırladığını ifade



etmiştir.

3888 numaralı hadis-i şerifte anlatılan hâdise ise daha önce 3880 numaralı hadis-i

şerifte anlatılan göz değmesi ile ilgili hadisedir.

Bu hâdise İmam Mâlik'in bir rivayetinde şöyle anlatılıyor:

"Babam Sehl b. Huneyf, Harrâr'da gusl yaptı. Üzerindeki cübbeİerini çıkarmıştı. Amir
b. Rabîa da bakıyordu. Sehl cildi güzel, beyaz bir adamdı.

Âmir b. Rabîa ona; "Bakirelerin cildi bile bugünkü gördüğüm gibi değildi" deyince
sehl olduğu yere yıkıldı, elem ve acılan şiddetlendi. Rasû-lullah (s.a)'a: "Sehl
rahatsızlandı, seninle gidemeyecek" dediler. Bunun üzerine Rasûluilah (s.a) Sehl'in
yanma gelince, Sehl ona Amir'in kendisine bakışım ve dediklerini anlattı. Rasûluilah
(s.a) da (Amir' e hitaben):

"Sizden biri kardeşini neden öldürüyor? Allah mübarek kılsın, demeliydin. Göz
değmesi vakidir. Onun için (yani Sehl için) abdest al" dedi. Amir de onun (iyileşmesi)
için abdest alınca Sehl Rasûluilah (s.a) ile beraber gitti. Hiçbir şikâyeti kalmadı ve

m

rahatladı."

Bütün bunlar gösteriyor ki, göz değmesi olayı gerçekten vardır. Göz değmesi, zehirli
böcek sokması, kanama gibi rahatsızlıklarda duanın tedavi edici tesiri diğer
hastalıklardaki tesirinden daha çok ve çabuktur. 3888 ve 3889 numaralı hadis-i
şeriflerden anlaşılan budur.

Gözdeki bu tesiri yaratan Allah olduğuna göre, O'nun ve Rasûlü'nün öğrettiği dualarla
bu hastalığı tedavi etmenin mümkün olacağını kabul etmek son derece makuldür.

[921

Bunu akıl sahibi her insanın kabul etmesi gerekir.
19. Okuma İle Tedavi Nasıl Olur?

3890... Abdülaziz b. Suheyb (r.a)'den rivayet olunduğuna göre;

Enes, Sabit (el-Bünânî)ye: "Seni Rasûluilah (s.a)'m duası ile tedavi edeyim mi?"

demiş. O da "Evet" demiş. Bunun üzerine (Enes):

"Ey insanların Rabbi ve sıkıntıların gidericisi olan Allah'ım. Sen den başka bir şifa

1931

verici yoktur. Buna hiç hastalık bırakmayan bir şi fa ver" diyerek dua etmiş.
Açıklama

Bu hadis-i şerif Hz. Peygamber'in hastaları, metinde geçen duaları okuyarak tedavi
ettiğine ve hastaları okuyarak tedavi etmenin caizliğine delâlet etmektedir.
Metin geçen cümlesi fiili ile onun mefulu mutlakı olan cümlesi arasına giren cümle-i
mu'tanza (parantez cümlesidir. Esasen bu cümle, "Hastalandığım zaman bana şifa
[941

veren odur." âyet-i kerimesinden iktibas edilmiştir.

Sükum, hastalık demektir. Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre, buradaki
hastalık kelimesiyle vücudu saran maddî hastalıklarla günahlardan meydana gelen ve
kalbe arız olan manevî hastalıkların tümü kastedilmektedir.

[951

Binaenaleyh Hz. Peygamber'in bu duasında maddî manevî hastalıklara şifa vardır.



Bazı Hükümler



1. Şifa veren ancak Allah'tır.

2. Dua ile tedavi etmek

3. Kur'anda olmasa bile Allah'ın şanına nakısa getirilmeyen kelimelerle Allah'ı anmak
caizdir. Hadis-i şerifte Cenab-ı Hakkın isminin "Allahümme" kelimesiyle anılması

[96]

bunu gösterir.

3891... Osman b. Ebi'l-As(r.a)'dan rivayet edildiğine göre;

Kendisi (bir gün rahatsızlığından dolayı) Rasûluilah (s.a)'m yanma varmış. Osman

(başından geçen hâdiseyi anlatırken şöyle) dedi:

Bende bir ağrı vardı, neredeyse canımı alacaktı, Peygamber (s. a):

"Bu ağrıyan yeri sağ (el)inle yedi defa ov (ve her defasında):

'Duyduğum ağrının şerrinden Allah'ın izzet ve kudretine sığınırım' diye dua et"
buyurdu. Ben bunu yaptım, Aziz ve Celîl olan Allah bendeki olan (bu ağny)i giderdi.

[97]

(O günden beri) aileme ve başkalarına sürekli bunu tavsiye ediyorum.
Açıklama

Bu dua Hz. Peygamber tarafından öğretilen, tesiri kesin ve emniyetli dualardan biridir.
İnsanların yaptıkları ilaçların ve uyguladıkları tedavi yöntemlerinin insana güven
verebilmesi için çeşitli deneme safhalarından geçmeleri ve yan tesirleri olup
olmadığının iyice bilinmesi gerekir. Bu bakımdan insanların uyguladıkları tedavi
usûllerine her zaman aynı derecede güvenilemez. Hz. Peygamber'in vahye dayanan
tedavi usûlleri ise her zaman aynı derece şifalı ve emniyetlidir.

Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte öğretilen tedavi usulü de böylesine tesirli ve
güvenilir bir tedavi usulüdür. Çünkü içerisinde, neticeyi, yegâne şifa verici olan
Allah'a havale etme, onun izzet ve kudretine sığınma ifade eden kelimeler vardır.
Bu duanın tekrarı maddi ilaçların tekrarı gibi hastalığın daha çabuk şifa bulması
bakımından daha faziletlidir. Bu tekrarın yedi defa olmasındaki hikmet tek sayılardan

[98]

olan yedi sayısının özelliği ile ilgilidir.

3892... Ebu'd-Derdâ'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûluilah (s.a)'ı şöyle derken
işittim:

"Sizden kimin bir tarafı ağmrsa, veya bir (din) kardeşi, ona hastalığından dolayı
müracaat edecek olursa;

"Ey göklerdeki Rabbimiz, (senin) ismin ve zâtın (noksan sıfatlardan) münezzehtir.
Rahmetin gökte (her tarafa şamil) olduğu gibi emrin de hem gökte hem de yerde
(hâkim) dir. Rahmetini yere de indir. Bizim (büyük olan günah (1ar) ımızi ve
hatalarımızı bağışla. Sen temiz kimselerin Rabbisin. Şu ağrıya rahmet (denizinden) bir
rahmet, şifa (hazine)nden bir şifa indir' diye dua etsin. (Allah'ın izniyle) ağrıdan
199]

kurtulur."



Açıklama



Allah'ın göklerde olmasından maksat kudret ve hükmünün göklerde hükümran
olmasıdır.

Metinde geçen, "rahmetini yere de indir" mealindeki cümle de "Şüphesiz Allah

um

insanlara şefkatli ve merhametlidir." gibi âyet-i kerimelerde bildirilen Cenab-i
Hakkın rahmetine işaret vardır.

kelimesiyle kastedilenler, büyük günahlardır. Nitekim bu kelime Nisa sûresinin 2.
âyet-i kerimesinde de bu manada kullanılmıştır. "Hata" ise, insanın farkında
olmayarak işlediği günahlardır. Cenab-ı Hak herşeyin sahibi ve yaratıcısı olduğu halde
kedisine kötülükleri nisbet etmek caiz olmadığından hadis-i şerifte kendisine "sen
temiz kimselerin Rabbisin" sözleriyle niyazda bulunulmuştur.

Hadis-i şerif, söz konusu dualarla hastaları tedavi etmenin caiz olduğunu ve bu
duaların şifasının kesin olduğunu ifade etmektedir.

Ancak Münzirî'nin açıklamasına göre, bu hadisin senedinde Ziyad b. Muhammed el-
Ensârî vardır. Bu ravi rivayetleri hatalarla dolu olan bir ravi-dir. Kendisinin Medineli

[Mİ

olduğu zannediliyor.

3893... (Şu'ayb b. Abdullah b. Amr b. As'm) dedesinden rivayet olunduğuna göre;
Rasûlullah (s. a) kendilerine korkudan (kurtulmaları için şu) sözleri öğretirmiş:
"Allah'ın gazabından, kullarının şerrinden, şeytanların vesveselerinden ve (onların)
bana uğramalarından, Allah'ın tanı olan kelimelerine sığınırım."
(Ravi sözlerine devam ederek dedi ki): Abdullah b. Amr (b.As), bu sözleri
çocuklarından aklı eren kimselere öğretir, aklı ermeyenlere de yazıp üzerine asardı.

£102]



Açıklama

Rasûl-i Zîşan Efendimiz, uykusu içerisinde korkan kimselere bu duayı öğrettiği gibi,
uykusu kaçıp kendisini uyku tutmayan Halid b. Velid'e de uykusuzluktan kurtulması

£1031

için yine bu duayı öğretmiştir. Bu bakımdan metinde geçen bu dua, uyku içinde
ve uyku dışında her türlü korkulu ve sıkıntılı haller için çok tesirli bir şifadır.
Hz. Aişe (r.anha)'nm haber verdiğine göre; Hz. Peygamber duayı öğrettikten üç gün
sonra Halid Hz. Peygamber'in huzuruna gelip, bu duayı okuduktan sonra geceleyin

£1041

kendisine arız olan korkudan kurtulduğunu söyleyerek teşekkür etmiştir.
Metinde geçen "Allah'ın gazabı" kelimesinden maksat, Allah'ın yardımını kesip
intikam almasıdır. Şeytanların bir kula musallat olabilmeleri ise ancak Allah'ın ondan
yardımım kesmesinden sonra mümkün olur.

Hadİs-i şerifte öğretilen bu dua, "... ve onların yanımda bulunmalarından sana
[1051

sığınırım Rabbim" meâlindeki âyet-i kerimeden iktibas edilmiştir



Bu hadis-İ şerif âyet ve duaların muska şeklinde yazılarak taşınmasının caiz olduğunu
söyleyen Hz. Aişe ile Ahmed b. Hanbel ve Şâfiîlerin çoğunluğunun delilidir.
Ancak İbn Abbas, İbn Mes'ud, Hanefîler ve bazı Şâfiîler; nazarlık vb. şeylerin
taşınmaması hakkındaki rivayetlere bakarak âyet ve duaları muska şeklinde yazarak

[1061

takınmanın caiz olmadığını söylemişlerdir.

3894... Yezid b. Ebî Ubeyd'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Seleme (b. el-Ekvâ')'nin
dizinde bir darbe (izi) gördüm ve, "bu nedir?" diye (kendisine sordum). Şöyle
cevapladı:

(Bu darbe) bana Hayber (savaşı) günü isabet etti. Bunun üzerine (orada bulunan) halk
'Seleme vuruldu' diye feryada başladılar. Derken Peygamber (s. a) yanıma getirildi ve

£107]

bana üç defa nefes etti. Nihayet bir saat sonra hiç rahatsızlığım kalmadı.
Açıklama

Bu hadis-i şerif kılıç, mızrak ve ok yarası gibi yaraların acı-smm da okuyup üfleme ile

£1081

geçeceğine delâlet etmektedir.

3895... Aişe (r.anha)'nm şöyle dediği rivayet olunmuştur: Peygamber (s.a), bir insan
hastalandığı zaman (önce) tükrüğü ile (toprağa) bir işaret (çizgi) çizerdi. -(Ravi bu
işareti göstermek için kendisi de) tükrükle toprağı çizdi.- Sonra;
"Yerimizin toprağı, bazılarımızın tükrüğü ile, Rabbimizin izni ile hastalarımıza şifa

im

verir" diye dua ederdi.
Açıklama

Bilindiği gibi, bir hadisi raviler Hz. Peygamber'in o hadisi söylemesi esnasındaki
hareketleri ile birlikte rivayet etmişlerse ona "Müselsel hadis" denir. Bu hadis de bu
şekilde rivayet edilmiş olduğundan müselsel hadisler sınıfına girmektedir.
İmam Nevevî'nin açıklamasına göre, hadis-i şerifin manası şudur: Peygamber (s.a)
şehadet parmağı ile kendi tükürüğünü alır, sonra parmağını toprağa sürerek ona yerden
bir şeyler yapışmasını sağlar, sonra yara veya hasta olan yeri onunla sıvazlar ve bir
yandan da bu duayı okurdu.

"Yerimizin toprağı"ndan murat, bütün yeryüzü ise de bazılarına göre bereketinden

LLM

dolayı bununla hasseten Medine'nin toprağı kastedilmiştir.

Tıybî, Şerhu'l-Mişkât isimli eserinde "türbe" kelimesinin "arzinâ" kelimesine, "rîka"
kelimesinin de "ba'zunâ" kelimesine muzaf kılınmasına bakarak, bu şifanın her
toprakta ve her müslümamn tükrüğünde bulunmayıp sadece Medine gibi mukaddes
beldelerin toprağı ile kuvve-i kudsiye sahibi salih kimselerin tükrüğünde

um

bulunabileceğini söylemiştir.

Bu hadis-i şerif hastayı tükrük ve toprakla sıvazlayarak okumak suretiyle tedavi



IU21

etmenin caiz olduğuna delâlet etmektedir.



3896... (Hârice b. es-Salt et-Temîmrnin) amcası (İlâka b. Sahr)'dan rivayet olunduğuna
göre;

Kendisi Rasûlullah (s.a)'a gelmiş, sonra onun yanından ayrılıp geri dönmüş. Daha
sonra yanlarında demirle bağlı deli bir adam bulunan bir topluluğa uğramış. (Bu
adamın) ailesi (ona): "Bize anlatıldığına göre şu sizin arkadaşınız (Allah'tan bir takım)
hayır (1ar) getirmiş. Senin yanında bu deliyi tedavi edecek bir şifa var mı?" diye
sormuşlar. (İlâka sözlerine devam ederek olayı şöyle anlattı):

Bunun üzerine ben de (deliye) FâtihatüM-Kitâb'ı okudum, (deli) iyi oldu. Bana
(okumanın karşılığı olarak) yüz koyun verdiler. Rasûlullah (s.a)'a varıp bunu anlattım.
"Bundan başka (okuduğun bir şey) var mı?" dedi.

(Ravi) Müsedded (bu hadisi) başka bir yerde (Hz. Peygamber'in bu sorusunu): "Başka
bir şey demedin mi?" şeklinde rivayet etti.
(İlâka sözlerine devam ederek şöyle dedi:)

Ben de (Hz.Peygamber'in bu sorusuna); "Hayır" cevabını verdim. (Hz. Peygamber
de):

"Vallahi, bâtıl bir şey okuyup üfleme karşılığında (ücret alıp) yiyen kimse (kuşkusuz
bunun günahını çekecektir. Sen ise) hak olan bir duayı okuyup üfleme ile (yaptığın)

imi

tedavi karşılığında (aldığın ücreti) yiyorsun" buyurdu.
Açıklama

Metinde geçen "demirle bağlı" sözü, "demir gibi sağlam bağlarla bagh anlamında
kullanılmıştır.

"Bâtıl bir şey okuyup üfleme karşılığında ücret alıp yiyen kimse" anlamındaki şart
cümlesinin cevabı fnahzufdur. Tercümemizde bu cümlenin cevabı yerine koyduğumuz
"kuşkusuz bunun günahını çekecektir" cümlesiyle hazfedilen cevabı açıklamış olduk.
[1141

Bazı Hükümler

1. Okuyup üfleme ile delileri tedavi etmek mümkündür.

2. Okuyup üfleme ile tedavi iki kısımdır: a) Hak olan nefesle tedavi, b) Bâtıl olan
nefesle tedavi.

Hak olan nefesten maksat Kitap ve Sünnet'ten alman dualarla yapılan tedavilerdir.
Temiz niyetlerle olmak şartıyla bu nevi tedavi caizdir.

Bâtıl olan nefesten maksat ise, içerisinde bulunan sözler Kitap ve Sünnet'ten alınmış
olmayan ve anlaşılmaz bir takım kelimeler ihtiva eden sözlerle yapılan dualardır. Bu
gibi sözleri okuyup üfleyerek hastaları tedavi etmeye çalışmak caiz değildir. Çünkü bu
sözlerin küfür ifade eden ya da şeytanların veya putların ismi olan sözler olması
ihtimali vardır.

3. Fatiha sûresinin şifaları çok ve tesiri çabuktur.

4. Nefes etmek karşılığında ücret almak caizdir. İmam Ebû Hanîfe (r.a) bu hadisi delil



getirerek, nefesle tedavinin dışında Kur'an okuma ve okutmaya karşılık ücret almanın

015]

caiz olmadığını söylemiştir.



3897... (Hârice b. es-Salt)'m amcasından rivayet olunduğuna göre;
Kendisi (bir kavme) uğramış (ve onların arasında bulunan) bir deliyi) üç gün sabah
akşam Fatiha okumak suretiyle tedavi etmiş, Fâti-ha'yı her bitirişinde (ağzında)
tükrüğünü toplayıp (deliye) tükürmüş. (Üç gün sonra deli içinde bulunduğu sıkıntılı
durumdan) sanki bağlandığı iplerden kurtulur gibi kurtulmuş. Onlar da kendisine (bu
tedavisine karşılık olmak,üzere) bir ücret vermişler. Bunun üzerine (kalkıp) Hz.
Peygamber'e gelmiş...

(Hârice'nin amcası İlâka, sözlerinin bundan) sonra(ki kısmında bir önceki) Müsedded

£1161

hadisin manasını (ifade eden sözler) söylemiştir.

3898... (Ebû Salih'in) babasından rivayet olunduğuna göre; Eşlem (kabilesin)den bir
adam şöyle demiştir:

Rasûlullah (s.a)'m yanında oturuyordum. Sahâbîlerden biri gelip:

Ey Allah'ın Rasûlü, bu gece (bir hayvan tarafından) sokuldum, sabaha kadar

uyuyamadım, dedi. (Hz.Peygamber):

"(Seni sokan) nedir?' 1 dedi. (Sahâbî):

Akreptir, cevabını verdi. (Bunun üzerine Hz. Peygamber);

"Şunu bit ki, eğer sen ikindi ile akşam arasında;

'Yarattığı şeylerin şerrinden Allah'ın tam olan kelimelerine sığınırım' diye dua etmiş

imi

olsaydın sana inşallah (o akrep) zarar veremezdi" buyurmuş.

3899... Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki:

Peygamber (s.a)'e akrep sokmuş bir adam getirildi. "Eğer (bu kimse);

'Yarattığı şeylerin şerrinden Allah'ın tam olan kelimelerine sığınırını' diye dua edeydi

£1181

sokulmazdı -yahutta kendisine (hiç bir şey) zarar veremezdi-." buyurdu.
Açıklama

"Tam olan kelimeler" sözünden maksat, içinde Allah'ın zat, sıfat ve ef aline noksanlık
getirmeyen bilakis Allah'ın zat, sıfat ve ef aline muvafık olan kelimelerdir ki bu
kelimeler de âyet ve hadislerde öğretilen dualardır.

Çünkü en-Nihâye yazarı İbnü'l-Esîr'in de dediği gibi, yüce Allah'ın ve Rasûlünün
öğrettiği dualarda Allah'ın şanına noksanlık getiren bir ifade bulunması söz konusu

11191

olamaz.

Bazı Hükümler

1. Metinde geçen duayı ikindiden sonra okuyan bir kimseyi o gece zehirli bir
böcek sokmaz. Ancak kış günündeki karın ve soğuğun ateşin yanmasını zorlaştırdığı



gibi ihlâs noksanlığının ve günahların, sahibinin yaptığı duaların tesirini azaltacağını
unutmamak gerekir.

2. İlahî şifalar, tabiî şifalardan farklı olarak hastalıkları gelmeden önce önleyebilirler.
£120]

3900... Ebû Saîd e-Hudrî (r.a)'den rivayet olunduğuna göre;

Peygamber (s.a)'in sahâbîlerinden küçük bir topluluk çıktıkları bir yolculukta arap

kabilelerinden birine uğramışlar. (Kabilenin fertlerinden) biri (onlara);

Bizim başkanımız (zehirli bir böcek tarafından) sokuldu. Birinizin yanında (bizim bu)

arkadaşımıza yarayacak (şifalı) bir şey var mıdır? demiş.

Yolculardan bir adam da:

Evet (var), vallahi ben (hastalan) okuyarak tedavi ederim. Fakat biz size misafir olmak
istediğimiz halde siz bizi misafir etmek istemediniz. (Bu sebeple) siz (yapacağım
tedaviye karşılık) bana bir ücret, tayin etmedikçe ben nefes etmem, diye karşılık
vermiş.

Bunun üzerine (kabile mensupları tutmuşlar) bu adam (in edeceği nefes) için (ortaya)
bir koyun sürüsü koymuşlar. (Tedavi edeceğini söyleyen bu yolcu) hastanın yanma
varıp ona Fatiha sûresini okumuş ve üfürmüş. Nihayet adam ipten kurtulmuş gibi
olmuş.

Bunun üzerine (yukarıda sözü geçen şahıs) kabilenin (vermek için) üzerinde anlaşmış

oldukları ücreti yolculara ödemiş. (Ücreti alan) yolcular, (birbirlerine) "Bunu

bölüşünüz" demeye başlamışlar. Nefes ederek (hastayı) tedavi eden şahıs, "Rasûlullah

(s.a)'a varıp kendisine da-nışmcaya kadar (bunu) yapmayınız" demiş.

Rasûlullah (s.a)'a varıp bunu (kendisine) arzetmişler. Rasûlullah (s.a):

"Fâtiha'nm tedaviye yaradığını nereden bildin? Aferin size, (haydi bu koyunları)

um

bölüşünüz. Sizinle beraber bana da bir pay ayırınız" buyurmuş.

3901... (Hârice b. Salt et-Temîmî'nin İlâka isimli) amcasından rivayet olunmuştur;
dedi ki:

Biz Rasûlullah (s.a)'m yanından dönüyorduk. (Yolda) bir arap kabilesine rastladık.
"Bize gelen habere göre siz şu hayırlı adamın yanından geliyormuşsunuz. Sizin
yanınızda bir ilaç yahutta bir dua var mıdır (bizim buna çok ihtiyacımız var)? Çünkü
bizim yanımızda bağlı bir deli bulunuyor" dediler. (Biz de) "Evet" cevabını verdik.
Kalkıp deliyi bağlı olarak getirdiler. Bunun üzerine ona sabah akşam üç gün Fatiha
okudum. Fâtiha'yı her bitirişimde tükürüğümü (ağzımda) biriktirip (ona) tükrüyordum.
(Üç gün sonra deli) ipten kurtulmuş gibi oldu. Bana ücret ver(mek iste)diler. (Ben de;
"Hayır) Rasûlullah (s.a)'a danışmcaya kadar almam" dedim (ve gidip Hz. Peygamber'e
danıştım).

"(Sen aldığın bu ücreti tereddüt etmeden) ye. Vallahi bâtıl bir şey okuyup üfleme
karşılığında (ücret alıp) yiyen kimse (kuşkusuz bunun günahını çekecektir. Sen ise)
hak olan bir okuyup üfleme ile (yaptığın) tedavi karşılığında (aldığın ücreti) yiyorsun"
£122]

buyurdu.



Açıklama



İmam Kastalânî'nin açıklamasına göre, 3896 numaralı hadis-i şerifle, mevzumuzu
teşkil eden 3901 numaralı hadiste anlatılan olay aynı olaydır. Fakat 3900 numaralı
hadis-i şerifte anlatılan olay ayrı bir olaydır. Çünkü 3900 numaralı hadis-i şerifte
anlatılan tedavi Ebû Saîd el-Hudrî tarafından, 3896 ve 3907 numaralı hadis-i şeriflerde

U23]

anlatılan tedavi ise İlâka tarafından gerçekleştirilmiştir.

3902... Peygamber (s.a)'in hanımı Aişe'den rivayet edilmiştir; dedi ki:
Peygamber (s. a) rahatsızlandığı zaman kendi kendine Muavvizât (sûre)leri(ni) okur ve
üfürürdü. (Bunları okuyamayacak derecede) ağrısı şiddetlendiği zaman (bu sûreleleri)

[1241

ona ben okurdum ve bereketini umarak (onun) eliyle vücudunu sıvazlardım.
Açıklama

İçlerinde Allah'a sığınma (istiâze) bulunduğu için Felak ve Nâs sûrelerine
"Muavvizetân sûreleri" denir. Bunlar, iki sûreden ibaret olmaları cihetiyle onlardan
tesniye kalıbıyla "Muavizzeteyn" sûreleri diye bahsedilmesi kaide icabı iken, çoğul
kalıbıyla "Muavvizât" sûreleri diye bahsedilmeleri, onlarla birlikte içerisinde istiaze
bulunan Kur'an âyetlerinin de tedavi için okunabileceğini ifade etmek maksadına
mebni olabileceği gibi, bu sûrelerle İhlas sûresinin okunduğunu bildirmek gayesine
bağlı da olabilir.

£1251

Çünkü bazı haberlerde Fahr-i Kâinat Efendimiz'in Muavvizeteyn ile birlikte İhlâs
sûresini okuduğu da bildirilmektedir. İmam Nevevî bu mevzuda şöyle diyor:
"Nefes, tükürüksüz hafif üfürüktür. Hadis-i şerif hastaya okurken üfür-menin
müstehab olduğuna delildir. Ulema bunun caiz olduğuna ittifak etmişlerdir. Sahabe,
tabiîn ve onlardan sonra gelen ulema bunu hep müstehap görmüşlerdir. Fakat Kadı
Iyâz, ulemadan bir topluluğun bunu kabul etmediklerini, hastaya okurken tükürüksüz
üfürmenin caiz olduğunu söylediklerini rivayet etmiştir. Ancak bu görüş ve bu fark
zayıf bir kavle dayanır. Zira nefes tükürüklü üfürüktür, diyenler olmuştur. Yine
Kadı'nm beyanına göre, ulema "nefes" ile "tefel" kelimelerinin manalarında ihtilâf
etmişlerdir. Bazıları, "Bunların ikisi de bir manaya gelir ve ikisi de tükürüklü
üfürüktür" demişler. Ebû Ubeyd; tefelde azıcık tükürük şart olduğunu, nefeste ise hiç
tükürük bulunmadığını söylemiştir. Bunun aksini iddia edenler de vardır. Ebû Ubeyd:
"Ben Âişe'ye, Peygamber (s.a)'in hasta okurken nasıl üfürdü- ğünü sordum da; kuru
üzüm yiyen gibi tükürüksüz üfürürdü, cevabını verdi" demiştir. Kadı Iyâz; tefel
denilen ıslak üfürüğün faydası bu rutubet ve hava ile teberrüktür, diyor.
İam Mâlik; kendine okursa üfürürmüş. Demirle, tuzla rukye yapmayı ve keza hatem-i
Süleyman şeklinde yazmayı şiddetle kerih görürmüş. Zira bunda sihre benzerlik
£1261

vardır.

Bazı Hükümler

1. Hastanın İhlâs, Felâk ve Nâs sûrelerini okuyup ellerine üfleyerek vücudunu



sıvazlamak suretiyle kendi kendini tedaviye çalışması müstehabdır.

2. Bir kimsenin bir hastayı bu şekilde tedavi etmesi de müstehabdır.

3. Okunan hasta, ilim ve takva yönünden okuyandan daha üstünse, okuyan kimsenin
bu sûreleri kendi ellerine değil de hastanın ellerine üfleyerek hastanın vücudunu,

[1271

hastanın elleriyle sıvaması müstehabdır.

20. Şişmanlama Yollarına Başvurmak

3903... Aişe (r.anha)'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s. a) ile zifafa
girmem için annem beni şişmanlatma! istiyordu. (Bütün çabalarına rağmen) onun
istediği kiloyu alamadım Nihayet bana yaş hurma ile hıyar yedirdi de en güzel şekilde

11281

şişmanladım.
Açıklama

Metinde geçen cümlesine Avnü'l Mabud yazarı, "Ben onun bana yedirmek ve içirmek
istediği şişmanlatıcı ilaçları kabul etmedim ve onları kullanmadım" şeklinde bi mana
vermiştir. Fakat biz îbn Mâce'nin, "fakat bu isteği gerçekleşmedi' anlamına gelen
rivayetini de göz önünde bulundurarak ve Bezi yazarının açık lamasına uygun olarak
bu cümleyi "onun istediği kiloyu alamadım" şeklin de tercüme ettik.
Metinde geçen kelimesi "şişmanlığın en güzeli" anlamına gelir ki, haddinden fazla
olmayan ve sahibine hantallık getirmeyen ortı halde (mutedil) bir şişmanlıktır. İdeal

0291

olan şişmanlık budur.
Bazı Hükümler

1. Gerdeğe girecek bir kızı gerdeğe girmeden önce haddi aşmayacak şekilde
şişmanlatmak mustehaptır

2. Bir kimseyi şişmanlatmak için pahalı ilaçlar yerine ucuz temin edileı gıdalar
kullanmak mustehaptır.

3. Kadında güzellik gibi orta halli bir şişmanlık da aranan bir husustur "Kıyamet

£130]

gününde şişman kadınların vay haline" anlamında bir hadis rivayet edilmişse de
bu tehdit yabancı erkeklerin gönlünde yer almak için ve ya diğer kadınlara
böbürlenmek için şişmanlayan kadınlar içindir.

4. Sofrada iki katık bulundurmak caizdir. Nitekim 3835-3837 numaralı hadislerin

um

şerhinde açıklamıştık.

21. Gaipten Haber Verdiğini tddia Eden (Kâhin) Hakkında

3904... Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlul-lah (s. a) şöyle
buyurmuştur:

"Kim (gaipten haber almak gayesiyle) bir kâhine giderse" Musa (b. İsmail, şu cümleyi



de) nakletti: "Ve onun söylediğim tasdik ederse" -(Hadisin bundan) sonra (ki kısmında
Müsedded ile Musa) birleşerek şu sözü rivayet ettiler: "Kim de (cinsi münasebet için)
bir kadına varırsa", (-Ancak burada) Müsedded, "karısına hayızlı iken ve dübii-ründen
(yaklaşırsa)" demiştir.- (Hadis şöyle sona eriyor): "O kimse Allah'ın Muhammed'e

[132]

indirdiği (dinin dairesi)nden dışarı çıkmıştır."
Açıklama

Kâhin: Kâinattan geleceğe ait haber vermek ve esrarı bildiğini iddia etmektir.
"Nihâyetü'l-Hadis'te beyan edildiğine göre, cahiliye devrinde araplarda "Şık" ve
"Satıh" gibi kâhinler varmış. Bunlardan bazıları, kendisinin bir tabii bulunduğunu ve
ona haber getirdiğini söyler; bir takımları da olacak şeyleri bazı mukaddimelerle
bildiğini ve bu mukaddimelerle sual sorduğu kimsenin sözünden, halinden veya
fiilinden onlara muvafık şekilde istidlalde bulunduğunu iddia edermiş. Araplar buna
"arrâf ' adını ve-rirlermiş. Çalman şeyi bildiğini iddia edenler bu kabildendir. "Her kim

£133]

bir kâhine giderse" hadisi, arrâf ve müneccimlere şâmildir."

Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerif, bu gibi kâhinlere giderek onların sözlerini
dinlemenin haram olduğuna ve onlarda gaipten haber verme gücünün bulunduğuna
inananların din dairesinden çıkacağına delâlet etmektedir.

Bir başka hadisi şerifte de, "Kâhine inanan kimsenin kırk gün namazı kabul

UM1

olmaz" buyurulmaktadır. İbn Hacer el-Heysemî, kâhinlik yapmanın ve yitiğin

£1351

bulunması için kâhine başvurmanın büyük günahlardan olduğunu söylemiştir.
Hadis-i şerif aynı zamanda bir kimsenin karısı ile hayızlı iken cinsi münasebette
bulunmasının caiz olmadığına da delâlet etmektedir.

Her ne kadar hadisin zahirinden bu işi yapan kimselerin dinden çıktığı anlaşılırsa da,

£1361

bu işi yapan kimsenin keffaret olarak sadaka verilmesinden bahsedilmesi onun
dinden çıkmayıp çirkin bir iş yaptığına delâlet eder. Sarihlerin açıklamasına göre,
hadisteki "dinden çıkar" sözü bu işi helâl sayanlar içindir, tehdit için söylenmiş de
olabilir.

İmam Ebû Hanîfe ile imam Mâlik ve Şafiî'ye göre, hayızm ilk günlerinde karısı ile
cinsi münasebette bulunan kimsenin bir dinar, son günlerinde cinsi münasebette
bulunan kimsenin de yarım dinar vermesi ve istiğfar etmesi müstehabdır.
Bir kimsenin karısına ters taraftan yaklaşmasının çirkinliği ona hayızlı iken
yaklaşmasının çirkinliğinden daha fazladır. Çünkü kadına hayızlı iken yaklaşmanın
başta gelen sebeplerinden birisi hayız halindeki pisliktir. Arkadan yaklaşmadaki
pisliğin daha da fazla olduğunda şüphe yoktur. Bu bakımdan onun haramhğmda şüphe

£1371

yoktur. İslâm uleması onun büyük günahlardan olduğunu söylemişlerdir.
22. Yıldızlar(dan Hüküm Çıkarma) Hakkında



3905... İbn Abbas'dan rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s. a): "- Yıldızlardan bir



ilim alan kimse sihirden bir bölüm almış olur.

(Yıldızlardan aldığı bilgiler) arttıkça (sihirle olan ilgisi de) artmış olur" buyurmuştur.

im

3906... Zeyd b. Halid el-Cühenî'den rivayet olunmuştur; dedi ki:
Rasûlullah (s. a) Hudeybiye'de geceleyin (yağan) bir yağmurdan sonra bize sabah
namazını kıldırdı. (Namaz) bitince halka dönüp:
"Rabbinizin ne dediğini biliyor musunuz?" dedi. (Orada bulunan halk):
Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, dediler. (Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle) buyurdu:
"(Rabbiniz buyuruyor ki:) Kullarımdan bir kısmı bana inamcı, bir kısmı da (beni)
inkâr edici olarak sabahladı. 'Allah'ın fazlı ve rahmeti ile (bu gece) bize yağmur yağdı'
diyenler bana inanmıştır. Yıldızlar (m yaratıcılığm A da inkâr edicidir.
Fakat, 'şu veya bu yıldızın hareketi sayesinde bize yağmur yağdı' diyenler ise beni

11391

inkâr etmiş, yıldızlara inanmıştır."
Açıklama

Yıldızlardan hüküm çıkarma ilmi mevzuunda Hanefî ulemasından Ibn Abıdm şöyle
diyor:

"Bu ilim gök cisimlerinin teşekküllerinden adi hâdiselerin vuku bulacağını istidlal
ilmidir. Merginânî'nin, MuhtârıTn-Nevâzil adlı eserinde şöyle deniyor: Bilmiş ol ki
ilmi nücûm haddizatında kötü değildir. Çünkü o iki nevidir:

Birincisi: Hesap yolu iledir ve haktır. Kur'an'da zikredilmiştir. Allah Teâlâ; "Güneş ve
ay hesab iledir." buyurmuştur. Bundan murad güneşle ayın seyretmeleridir.
İkincisi: İstidlal yolu iledir. Yıldızların seyri ve feleklerin (gezegenlerin) hareketi
vasıtasıyla hâdisatm, Allah'ın kaza ve kaderi ile vuku bulacağına istidlal edilir; bu
caizdir. Doktorun hasta kimsenin nabzına bakarak hastalığa ve sıhhate istidlali gibidir.
Ama hâdisatm Allah'ın kazası ile olduğuna inanmaz, yahut kendisinin gaybı bildiğini

Lİ401

iddia ederse kâfir olur."

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şeriflerde geçen, yıldızlara bakarak yeryüzünde
vukua gelecek hâdiseler hakkında hüküm çıkarmanın küfür, ve yıldızlarla ilgili
ilimlerin sihirin bir dalı olduğuna dair ifadeler, İbn Abidin'-in açıkladığı ikinci kışıma
gören yasaklanmış bilgilerdir.

Fakat her hâdisenin yaratıcısının Allah olduğuna inanmak şartıyla Astronomi ilmi ile
uğraşmak insanın Allah'a ait imanını takviye eden çok faziletli bir iş olması cihetiyle

kıymet ve fazileti çok büyüktür.

23. (Yere) Çizgi (Çizmek) Ve Kuş Uçurmak (Suretiyle İstikbale Dair Hükümler
Çıkarma) Konusunda Gelen Hadisler

3907... (Katan b. Kabîsa'nm) babası dedi ki: Ben Rasûlullah (s.a)'ı şöyle buyururken
işittim:

"Kuş uçur(arak, bu uçuştan hüküm çıkar)mak, uğursuzluğa inanmak, çakıl taşlan ile



fal açmak puta tapıcıhktandır."

(Musannif Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadiste geçen) "Tark" (kelimesi, kuş) uçurmak; "el-

£1421

ıyâfe" (kelimesi de; kum üzerine) çizgi çizmek anlamına gelir.

3908... Avf (el-Arabî); "el-Iyâfe, kuş uçur(tarak kuşun uçuşundan istikbale ait manalar

[143]

çıkar) maktır. Tark da, yere çizilen çizgidir" demiştir.

3909... Muaviye b. el-Hakem es-Sülemî'den rivayet olunmuştur; dedi ki:
Ben (Hz. Peygamber'e hitaben);

Ey Allah'ın Rasûlü, bizden bir takım adamlar da (istikbale dair bilgiler keşfetmek için)
çizgi çiziyorlar, dedim. (Peygamber (s. a) de:)

"Peygamberlerden biri (böyle) çizgi çizerdi. Her kim (çizgisini onun) çizgisine uygun

düşürürse, o kimse (gerçeğe isabet etmiş olur)" buyurdu.

Açıklama

Iyafe: Kuş kovalamak, kuş uçurmak anlamlarına gelir. Cahiliye döneminde araplar,
kuşları ürküterek uçururlar ve uçan kuşun ismine, sesine ve uçtuğu tarafa göre bir
mana çıkararak yapacakları işlere karar verirlerdi. Meselâ, ürküp uçan kuş tavşancıl
ise bunu sıkıntıya, karga ise gurbete, ibibik ise hidayete; eğer kuş sağ tarafa uçarsa
uğura, sol tarafa uçarsa uğursuzluğa yorarlardı. İslâmiyet bunların hepsinin bâtıl ol-
duğunu ilan ederek bu inançların hepsini iptal etmiştir.

Tıyâre ise, uğursuz saymak demektir. Bu kelime ile ıyâfe arasındaki fark şudur: Iyâfe,
kuş aracılığı ile olduğu halde bunda kuşun aracılığı şart değildir. Kuşun dışında bir
hayvan aracılığı ile de olabilir.

£145]

Tark: Çakıl taşlan ile fal açmak anlamına geldiği, gibi, kum üzerine çizgi çizmek

£1462 '

anlamına da gelir. Zemahşerî, el-Fâik isimli eserinde birinci manayı tercih
ettiğinden tercümemizde biz de birinci manayı esas aldık.

Cibt;kelimesi ise "put" demektir. Kâhin anlamına da gelir. Allah'dan başka ittihaz

£1471

edilen mabud karşılığıdır.

Ömer b. Hattâb (r.a), "Cibt sihirdir, tağut ise şeytandır" demiştir. Bu açıklama İbn
Abbas, Ebû Aliye, Mücâhid, Atâ, İkrime, Saîd b. Cübeyr, Şa'bî, Hasan, Dahhâk ve

£148]

Süddî'den de rivayet edilmiştir.

Hat: Çizgi demektir. İbn Abbas'dan rivayet olunduğuna göre, cahiliye devrinde bu
çizgiyi çizen belli remilciler varmış, ihtiyaç sahipleri bunlara müracaat edince bunların
yanında bulunan erkek bir çocuk sayıları bilinmemesi için çok acele olarak yere bir
takım çizgiler çizer sonra da ikişer ikişer ve yavaş yavaş bu çizgileri silermiş. Eğer en
sona kalan iki çizgi olursa bu kurtuluş alameti, tek çizgi kalırsa zarar alameti kabul

£1491

edilirmiş.



İslâmiyet bütün bu fal cinslerinin asılsız olduğunu bildirerek bunları haram kılmış ve

£150]

büyük günahlardan saymıştır.

Her ne kadar peygamberlerden birisi Allah'ın kendisine verdiği ledünnî bir ilimle veya
Allah'dan aldığı bir emirle kumlar üzerine çizdiği bir takım çizgilerden istikbale dair
bazı hadiselerin vukuunu keşfedermiş ise de, daha sonraki insanların çizecekleri
çizgilerin onun çizgilerine uygun düşeceği kesin olarak bilinmediğinden bu iş diğer
insanlara yasaklanmıştır.

Bu bakımdan metinde geçen, "her kim çizgisini onun çizgisine uygun düşürürse"
cümlesini, "bazı kimselerin çizgisi o peygamberin çizgisine uygun düşebilir" şeklinde
anlamak gerekir. "Onun çizgisine isabet eden kimseye bu hareketi yapmak caiz olur"

rım

şeklinde anlamak doğru değildir.

Sahih olan kavle göre bu ibarenin manası şöyledir: Kimin çizgisi o peygamberin
çizgisine muvafık düşerse o çizgiyi çizmek mubahtır. Lakin muvafık düşüp
düşmeyeceğini yüzdeyüz bilmeye bizim için imkân yoktur. Binaenaleyh remilcilik
bize mubah değil haramdır.

Rasûluilah (s.a)'m doğrudan doğruya "Remilcilik haramdır" demeyip, "Her kim
(çizgisini onun) çizgisine muvafık düşürürse o kimse gerçeğe isabet etmiş olur"
buyurması, remille meşgul olan peygamberin bu hükme dahil olduğu anlaşılmasın
diyedir.

Remil ile meşgul olan bu peygamberin İdris (a. s) veya Daniyel (a. s) olduğu rivayet
Iİ52]

edilmiştir.

24. Uğursuzluğa tnanmak

3910... Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet olunmuştur; dedi ki:

Rasûluilah (s. a) üç defa, "Uğursuzluğa inanmak şirktir, uğursuzluğa inanmak şirktir"
buyurdu.

Oysa bizden (kalbinde bu düşünce geçmeyen bir kimse ) yoktur. Fakat Allah bu

[153]

duyguyu tevekkülle giderir.

3911... Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Resulullah (s. a):

"Hastalık bulaşması, uğursuzluk, (karında bulunan yılan gibi bir hayvanın

hareketinden doğan bir) karın ağrısı ve (uğursuzluk getiren bir) baykuş yoktur"

buyurmuş.

Bunun üzerine (orada bulunan) bir bedevi:

(Ey Allah'ın Rasûlü), peki kumda geyik gibi (sıhhatli) oldukları halde (içlerine) karışıp

da kendilerini uyuzlaştırdığı uyuz devlerin hali nedir? dedi.

(Hz. Peygamber de ona):

"Ya birinciye kim bulaştırdı?" karşılığını verdi.

Mâmer'in Zührî'den, (Zührî'nin de) bir adamdan rivayet ettiğine göre, Ebû Hureyre;
Rasûluilah (s.a)'ı:**Deveterı hasta olan kimseler (develerini), develeri sağlam alan
kimseler(in develerinin yanm)a götürmesinler" derken işittiğini söylemiş. Bunun
üzerine (bu sözü Ebû Hureyre'den dinleyen) adam Ebû Hureyre'ye dönüp: Sen bize



(daha önce) Peygamber (s.a)'in, "Hastalık bulaşması da yoktur, (karında bulunan bir
yılan hareketinden doğan bir) karın ağrısı da yoktur, (uğursuzluk getiren bir) baykuş
da yoktur." dediğini söylememiş miydin? demiş. Ebû Hureyre de: "Bunu size ben
söylemedim" karşılığım vermiş.

Zührî dedi ki: Ebû Seleme, "Ebû Hureyre'nin bu hadisi rivayet ettiğini" (söyledi) ve:
"Ben Ebû Hureyre' nin bu hadisten başka (rivayet ettiği) bir hadisi unuttuğunu
£1541

duymadım." dedi.

3912... Ebû Hureyre'den rivayet olunduğuna göre; Rasûluilah (s.a):
"Hastalığm(sebepsiz olarak) bulaşması, (uğursuzluk getiren) baykuş, (insanların
kaderine hükmeden bir) yıldız batması, (karında bulunan bir yılanın hareketlerinden

[155]

doğan ve başkalarına bulaşan bir) karın ağrısı yoktur" buyurdu.

3913... Ebû Hureyre'den rivayet olunduğuna göre; Rasûluilah (s.a):

"(Kırlarda çeşitli kılıklara girerek insanların yolunu kaybettire-bilecek güce sahip bir)

^ [1561
cin taifesi yoktur" buyurmuştur.

3914... Ebû Dâvûd dedi ki: Eşheb (şöyle) dedi: (İmam) Mâlik'e, "lâ safere" sözü(nün
manası) soruldu da; "Ca hiliye halkı Safer ayını helâl (aylardan) sayarlardı. (Sonradan)
onu bi sene helâl, bir sene de haram saymaya başladılar. Hz. Peygamber (s.a de
onların bu âdetini kaldırmak için); "(Böyle bir sene helâl, bir sen< de haram sayılan)

[1571

bir Safer (ayj) yoktur" buyurdu" cevabını verdi.
3915... Bakiyye dedi ki:

Ben Muhammed b. Râşid'e hadisteki "hâm = baykuş" kelimesini sordum da;" Cahiliye
dönemi (halkı) 'Ölüp de defnedildikten sonra bir baykuş olarak mezarından çıkmayan
kimse yoktur' derlerdi, (işte hâm budur)" diye cevap verdi.

(Bunun üzerine): "Pekâla Safer nedir?" dedim. (Muhammed b. Râ-şid de): İşittiğime
göre cahiliye halkı Safer ayını uğursuz sayarlarmış da Peygamber (s.a):"Safer ayında
(bir uğursuzluk) yoktur" buyurmuş" dedi.

(Muhammed b. Râşid sözlerine devam ederek şöyle) dedi: "Biz 'Safer, karında tutan
bir ağrıdır' diyeni de işittik. (Bu görüşte olan cahiliye halkı) 'bu ağrı (başkasına da)
bulaşır' derlerdi. Bunun üzerine (Hz. Peygamber), "Safer (denilen böyle bir ağrı)
[1581

yoktur" buyurdu."

3916... Enes (ra.)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a): "Hastalık bulaşması
da yoktur, uğursuzluk da yoktur. Ben yararlı olan hayırlı ve uğurlu saymadan
hoşlanırım. Yararlı olan hayırlı ve uğurlu saymak ise, güzel söz(lerle yapılan hayırlı

[1591

yorumlar)dır" buyurmuştur.



Açıklama



Tıyere:Bir şeyi uğursuzluğa yormak, uğursuz saymak, bir şeyin uğursuzluk
getireceğine inanmak demektir. Cahiliyye dönemi halkı, bazı hayvanları ve olayları
uğursuz sayar, bu uğursuzluktan kurtulmak için bazı teşebbüslerden vazgeçerdiler.
İslâmiyet bu uğursuzluk telakkisinin asılsız olduğunu ilan ederek, asılsız telakkiler
silsilesinden biri olan bu yanlış inancı da İnsanların kafasından silip atmak suretiyle
onların yolunu aydınlatmış, onları cahiliyetin pençesinden kurtarmıştır.
3910 numaralı hadis-i şerifte açıklandığı üzere, Fahr-i Kâinat Efendimiz hayvanlarda
ve olaylarda bizatihi böyle bir uğursuzluk verme gücü bulunduğuna inanmayı şirk
saymış, insanın kalbine böyle bir korku geldiği zaman bu korkunun kalpten
giderilebilmesi için Allah'a tevekkül etmenin yeterli olduğunu bildirmiş ve ümmetine
bu gibi durumlarda Allah'a tevekkül etmelerini tavsiye etmiştir.
Advâ: Hastalığın bir hastadan diğer bir hastaya bulaşması demektir.
Bu mevzuda merhum Kamil Miras şöyle diyor:

"Cahiliye devrinde sâri hastalıkların ilâhi bir tesire tabi olmadan bizatihi sirayet ettiği
sanılırdı. İslâm akidesine göre her şeyde hakiki müessir Allah Teâlâ'dır, Hadiste bu
hakikat, "Bulaşıcı hastalıklar bizatihi sirayet etmez" cümlesiyle ifade
[1601

buyurulmuştur."

Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre, "Hastalık bulaşması konusunda üç türlü
görüş vardır:

1) Hastalık bulaşır, hastalık bulaşmasının Allah'ın izni ve iradesiyle ilgisi yoktur. Bu
görüşün küfür olduğu açıktır.

2) Hastalık Allah'ın dilemesiyle bulaşır. Fakat Allah'ın hastalığın bulaşmasını dilemesi
Allah hakkında zaruridir. Aksini dilemesi mümkün değildir.

Bu görüş de bâtıldır. Çünkü Allah isterse bulaşıcı hastalığa yakalanmış kimseler
arasında bulunan bir kulunu o hastalığa yakalanmaktan koruyabilir.

3) Hastalık bulaşması Allah'ın dilemesine bağlı olarak vardır. Allah dilerse bulaşıcı bir
hastalık başkasına geçebilir, dilemezse geçmez."

İşte hadis-i şerifte ifade edilen hastalık bulaşmasından anlaşılan bu üçüncü görüştür ki
ehl-i sünnet ulemasının bu mevzudaki görüşü de budur.

Bazıları kelimelerin zahirine bakarak, 3911 ve 3912 numaralı hadisler-deki, "!â adve"
kelimesini "hastalık bulaşması yoktur" şeklinde anlamışlar ve 3912 numaralı hadisin
sonundaki "Develeri sağlıklı olan kimseler develerini, develeri hasta olan kimselerin
develerinin yanma götürüp de onlarla karıştırmasınlar" mealindeki cümlelerle,

um

"Cüzzamlıdan aslandan kaçar gibi kaçın" hadisini de seddü'z-zerâyi' kabilinden
bir yasaklama olarak te'-vil etmişler. Yani develerin birbirine karışıp da birbirlerine
benzerlikleri sebebiyle hangi devenin kime ait olduğunun bilinmemesi durumuna
düşülmesini önlemek için getirilmiş bir yasak olarak yorumlanmıştır.
Ancak ulemanın büyük bir kısmı; bu mevzuda aslolan hastalıklı hayvanları
karıştırmayı yasaklayan ve cüzzamlıdan kaçmayı emreden hadis-i şeriflerdir. Çünkü
yüce Allah, dünyadaki bütün hâdiseleri bir sebebe bağladığı gibi hastalığın
bulaşmasını da hastalık mikrobu taşayan kimselerle veya eşya ile temas etmeye
bağlamıştır. Bu temas sağlandığı zaman Allah'ın izni ile hastalık bulaşabilir,
demişlerdir. Hadisi bu şekilde anlayan mezkûr İslâm âlimleri, hadis-i şerifte geçen
"hastalık bulaşması yoktur" sözünü ise, hastalık bulaşması için Allah'ın bir kanun



olarak koyduğu hastaya dokunmak gibi bir sebep bulunmaksızın hastalık bulaşması
olamaz, şeklinde anlamışlardır ki umumun tasvibine mazhar olan görüş de budur.
Esasen Fahr-i Kâinat Efendimiz, bedevinin "bizim geyik gibi sihhath develerimiz uyuz
develerin yanma varmca niye hastalanıyorlar?" sorusuna "Ya birinciye bu hastalığı
kim bulaştırdı?" karşılığını vermekle, bu bulaşmanın Allah'ın iznine bağlı olduğunu
çok veciz bir şekilde açıklamıştır. Çünkü bedevi, "birinci deveye falan deveden
bulaştı" cevabını verdiği takdirde kendisine aynı sual sorulmaya devam edilecek ve
nihayet bu hastalığın kendisinde ilk görülen deveye hastalığı Allah'ın verdiği
anlaşılacaktır.

Hâme: Baykuş demektir. Cahiliye dönemi halkı evlerinin üzerine bir baykuş konduğu
zaman onun o ev halkından birinin öleceğini haber vermek için geldiğine inanırlardı.
Hadis-i şerifteki "Baykuş yoktur" sözüyle bu inancın batıl olduğu anlatılmak
istenmektedir. İmam Mâlikin görüşü budur.

İkinci bir tefsire göre, cahiliye dönemi arapları baykuşların, ölen kimselerin dünyaya
dönen ruhları olduklarına inanırlardı. Hadisteki "Baykuş yoktur" sözüyle yıkılmak
istenen inanç budur. İslâm ulemasının büyük çoğunluğunun tasvibine mazhar olan
görüş budur.

Guvl: Eski araplarm inancına göre çeşitli renk ve kılıklara girerek insanlara görünen
ve onları yollarından sapıtıp helak eden bir nevi şeytandır. Kırlarda yaşar. Peygamber
(s. a) bunu da iptal etmiştir. Cumhur ulemanın kavli budur. Ulemanın bazılarına göre
ise hadisin manası, guvlü inkâr etmek değil sadece araplarm itikadını iptaldir.
Binaenaleyh "guvl yoktur" cümlesinden murad, guvl hiç kimseyi yolundan saptırmaz,
[162]

demektir.

Nev': Hattâbî'ye göre "yıldız" demektir. Ebû İshak ez-Zeccâc, garbta batan yıldızlara
enva', şarkta doğanlara bevârih denildiğini söylüyor. Bu hususta Tecrid Tercümesi'nde
şu malumat verilmektedir:

"Nev'in cemi enva' gelir. Enva' ayın menzilleri (burçlar) manasına gelir, yirmisekiz
adettir. Ay her gece bunlardan bir menzilde bulunur. Bu menzillerden herbiri o sema
sahasında bulunan yıldızlardan birinin ismiyle anılır.

Araplar bu yıldızlardan birinin fecir zamanmda batmasıyla birlikte onun devamlı
olarak ters istikametinde bulunan yıldızın o saatte doğmasına nev' derler. Onun için
lügat alimlerinin kimi yıldızın batmasına kimi de doğmasına kimisi de her ikisine
birden nev' denildiğini söylerler. Bu nev'ler birbiri arkasından onüçer gün fasıla ile
battığında ve aksi istikametindeki yıldız da doğduğunda, o müddet zarfında yağmur,
rüzgâr, soğuk, sıcak, bereket her ne olursa batan yıldıza izafe edilir ve filan şey filan

[163]

yıldızın nev'inde (batmasında) vaki oldu derlerdi."

Rasûl-i Zîşan Efendimiz, "Nev' yoktur" sözüyle bu bâtıl İnancı kökünden yıkmıştır.
Safer: Hicrî tarihin ikinci ayının adıdır. Cahiliye devrinde araplar nesîe usulüne göre
Muharrem ayının haramlığmı Safer'e naklederlerdi ve bu suretle Safer ayını haram
sayarlardı. Nitekim yüce Allah müşriklerin bu çirkin hallerini Tevbe sûresinin 37.
âyet-i kerimesinde bize açıklamaktadır. Rasûl-i Ekrem Efendimiz bunu da menedip
"Artık Safer ayı için hürmet yoktur" buyurmuştur. Asrı saadetten zamanımıza kadar
devam edip gelen halk telakkisine göre bu ayda kıyılan nikâhı devamsız sayarlar.
Hatta halk arasında bu aya boş ay derler. "Sa ferde uğursuzluk yoktur" buyurulmakla
bu telakki men olunmuştur. Buharî'nin bir rivayetine göre Hz. Aİşe "Benim nikâhım



da zifafım da safer ayında idi" buyurduklarına göre, Rasûl-i Ekrem bu hurafe fikrinin

£1641

izalesine fiilen de çalışmıştır.

İkinci bir te'vile göre bu hadis-i şerifteki Safer kelimesinden maksat, cahiliye
araplarmm insanın karnında yaşadıklarına inandıkları yılan gibi bir hayvandır. İnsan
acıktığı zaman o hayvan çoğu zaman heyecanlanıp sahibini öldürür. Hatta buna uyuz
hastalığından daha bulaşıcı sayarlardı. Neve-vî'nin açıklamasına göre Safer
kelimesinin sahih tefsiri budur. Mutarrif, İbn Vehb, İbn Habib, Ebû Ubeyd ve diğer
birçok ulemanın kavilleri de budur. Nevevî'nin beyanına göre, burada her iki tarafın da
kast edilmiş olabileceği, her iki anlamdaki Saferin de bâtıl ve asılsız olduğu
£1651

bildirilmektedir.

Ancak cahiliye halkının karın ağrısı hakkındaki bu yanlış telakkisini, bugünkü ilmî
gerçeklerin ışığında tesbit edilen karındaki solucan, tirişin ve tenyalarla karıştırmamak
gerekir. Hadiste reddedilen bunlar değildir. Her ne kadar İslâm'da uğursuzluk inancına
yer yoksa da bir şeyi hayırlı veya uğurlu saymak (tefe'ül) makbuldür. Nitekim
Hudeybiye'de Kureyşliler müslümanları müşkül bir vaziyete soktuğu sırada, Kureyş
tarafından muahede akdine mezun bir heyetin, Süheyl b. Amr'm riyaseti altında
gelmekte olduğu duyulunca Rasûl-i Ekrem'in uysallık ve yumuşaklık ifade eden

£1661

Süheyl adıyla tefe'ül ederek ashabına, "Artık işiniz kolaylaştı" buyurması buna
delâlet ettiği gibi, mevzumuzu teşkil eden 3916 numaralı hadisi şerif de bunun caiz

E1671

olduğunu ifade etmektedir.

3917... Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet olunduğuna göre;

Rasûlullah (s. a), hoşuna giden bir söz işitmiş de (bu sözü söyleyen kimseye):

£1681

"Senin uğurunu ağzından aldık" buyurmuş.
3918... Atâ (r.a)'dan rivayet olunmuştur; dedi ki:

"Halk; Safer, karında tutan bir ağrıdır, diyor." (Bu hadisi Atâ'-dan rivayet eden İbn
Cüreyc dedi ki); Ben(de Atâ'ya); "Pekâlâ) baykuş nedir? diye sordum. (Atâ şöyle)
cevap verdi:

Halk, (evlerin üzerine konup da acı acı) öten baykuş, halk baykuşudur, diyor. (Aslında
bu baykuş ölünün kemiğinden ya da başından çıkıp da baykuş şekline giren ve sady
ismi olan) insan baykuşu değildir. (Senin sorduğun) baykuş, sadece (bildiğimiz) bir

£1621

hayvandır.

3919... Urve b. Amr el-Kureşî dedi ki:

Peygamber (s.a)'in yanında (bir şeyle karşılaşmayı iyiye veya) kötüye yorma(nın
hükmünden) bahsedildi de Peygamber (s. a) şöyle buyurdu:

"Bu yorumların en iyisi iyiye yormaktır. (Aslında bir şeyi kötüye yorumlamak bile) bir
müslümam (yapılması gereken bir işi yapmaktan) geri eeviremez. (Binaenaleyh)
sizden biriniz hoşlanmadığı bir şeyi görünce;

'Ey Allah'ım, güzellikleri senden başkası veremez. Kötülükleri de senden başkası



önleyemez. Binaenaleyh, (kötülüğü önlemek için gerekli olan) güç de (güzelliği elde

mm

etmek için gerekli olan) kuvvet de ancak senindir* diye dua ediniz."
3920... Ebû Büreyde(nin) babasından rivayet olunduğuna göre;

Peygamber (s. a) hiç bir şeyi uğursuz saymazmış. (Bir yere) bir tahsildar göndereceği
zaman (önce) ismini sorarmış, eğer (onun) ismini beğenirse bu isimden memnun
olurmuş ve bu sevinç yüzünde görülür-müş. Eğer beğenmezse bu hoşnutsuzluk
yüzünde görülürmüş, (fakat böyle hoşa gitmeyen bir isimle karşılaşmayı kötüye
yormazmış).

Bir köye girdiği zaman da (yine köyün ismini sorarmış, eğer (köyün) ismini beğenirse
sevinirmiş ve bu sevinç(in belirtileri yüzünde görülürmüş). Eğer (köyün) ismini
beğenmezse bu hoşnutsuzluk yüzünde görülürmüş, (fakat böyle hoşa gitmeyen bir

um

isimle karşılaşmayı kötüye yormazmış).

3921... Said b. Mâlik'den (rivayet olduğuna göre; Rasûlullah (s.a);

"(Uğursuzluk getiren bir) baykuş da yoktur, (kendiliğinden zuhur eden bir) hastalık

bulaşması da yoktur, uğursuzluk da yoktur. Eğer bir şeyde uğursuzluk olursa (o da sert

um

başlı) atta, (isyankâr) kadında ve (dar) evde olur" buyurmuş.

3922... Abdullah b. Ömer'den rivayet olduğuna göre; Rasûlullah (s.a):
"Uğursuzluk (dar) evde, (isyankâr) kadında, (sert başlı) attadır" buyurmuştur.
Ebû DâvOd dedi ki: (Bu hadis) Haris b. Miskîn'e okundu, ben de orada idim.
Kendisine: (Bunu) sana İönü 7-Kasım haber verdi mi? diye soruldu. (Haris b. Miskin
de şöyle) dedi: Kadındaki ve evdeki uğursuzluk (İmam) Mâlik 'e soruldu da, "Nice
evler var ki onlarda oturan insan/ar helak oldular. Sonra onlara başkaları oturdu, (onlar
da) helak oldular. Bizim görüşümüze göre bu (durum, bu hadisin) tefsiridir. Allah
daha iyi bilir" cevabını verdi.

Yine Ebû Davûd dedi ki: Ömer (r.a); evdeki bir hasır çocuk dünyaya getirmeyen bir

£173]

kadından daha hayırlıdır" buyurdu.

3923... Ferve b. Müseyk'den rivayet olmuştur; dedi ki:
Ben (Peygamber (s.a)'e;

Ey Allah'ın Rasûlü, bizim elimizde "Ebyen" denilen bir arazi var. Bu bizim
çiftliğimizin ve ziraat mahsullerimizin arazisidir; ve bu arazide veba hastalığı vardır. -
Yahutla buranın vebası çok şiddetlidir. -(Ne yapmamı tavsiye edersiniz)? diye sordum.
"Orayı terket. Çünkü ölüm (böyle bulaşıcı hastalıklara) yakın durmaktan ileri gelir"
£1741

buyurdu.

3924... Enes b. Mâlik (r.a)'den rivayet olunduğuna göre;
Bir adam Hz. Peygamber'e gelerek);

Ey Allah'ın Rasûlü, biz bir evde yaşıyorduk; orada (iken) sayımız ve mallarımız çoktu.
Derken başka bir eve göç ettik, orada ise sayımız da azaldı mallarımız da, demiş.



Rasûlullah (s. a) da:

£1751

"Kölü bir yer olduğu için orayı terkediniz" buyurmuş.



3925... Câbir (r.a)'den rivayet olunduğuna göre:

Rasûlullah (s. a); bir cüzzamlmm elini tutarak onu kendi (eli) ile birlikte (yemek) kab
(m)a koymuş ve;

"Allah'a güvenerek (benimle birlikte) ye, ben de Allah'a güveniyorum" buyurmuş.
[176]

Açıklama

3917 ve 3819 nunıaraiı hadis-i şeriflerde "fe'l" (iyiye yormak, tefe'ül) kelimesiyle

3918 ve 3921 numaralı hadis-i şeriflerde geçen "tıyâre" (uğursuzluğa yormak)
kelimesi ve 3921 numaralı hadis-i şerifte geçen "advâ" (hastalık bulaşması) kelimesini
3910-3916 numaralı hadis-i şeriflerin şerhinde açıklamıştık.

Bu açıklamamızda ise 3921 ve 3922 numaralı hadislerde söz konusu olan ev, kadın ve
attaki uğursuzluk ile bir memleketin uğursuzluğu ve veba, cüz-zam gibi bulaşıcı
hastalıklardan kaçmanın gerekip gerekmediği konularını ele alacağız.
Bu konuda merhum Ahmed Davudoğlu şöyle diyor:

Ulema bu rivayetlerde belirtilen üç şeyde uğursuzluk olup olmadığında ihtilâf
etmişlerdir. İmanı Mâlik ile bir cemaata göre rivayetlerden murad, zahirî manalarıdır.
Allah Teâlâ bir evi zarar ve ölüme sebep halk eder. Muayyen bir kadın ve at yahut ev
de Allah'ın kaza ve kederiyle bazen helâka sebep olabilir. Hadisin manası; bazen bu üç
şeyde uğursuzluk hasıl olur, demektir.

Hattâbî ile diğer birçok ulema bu rivayetlerdeki üç şeyin memnu olan teşe'umden
(uğursuz saymadan) istisna edildiğine kail olmuşlardır. Bu görüşte olan ulemaya göre
bu hadisin manası; "Teşe'üm yasaktır, fakat bir kimsenin içinde oturmaktan
hoşlanmadığı bir evi, beraberce yaşamaktan hoşlanmadığı bir hanımı veya
hoşlanmadığı bir atı varsa onlardan ayrılsın" demektir.

Bazıları da, "Evin uğursuzluğu darlığı ve komşularının kötülüğünden ibarettir.
Kadının uğursuzluğu doğurmaması, gevezeliği ve şüpheli işler yapmasıdır. Atın
uğursuzluğu ise üzerinde harp edilmemesi yahut fiyatının pahalılığı, hizmetçinin
uğursuzluğu ise kötü ahlâklı olması, kendisine ısmarlanan şeylere kulak asmaması gibi
şeylerdir" demişlerdir. Aynî diyor ki: "Bu babda sahih olan mana teşe'ümün bütün
nevileriyle ibtal edilmesidir. Resü-lullah (s.a)'in "Teşe'üm yoktur; uğursuzluk üç
şeydedir" buyurması cahili-ye devrinin itikadını hikâyedir. Çünkü o devirde araplar bu
üç şeyde uğursuzluk olduğuna inanırlardı. Yoksa bu hadis 'Müslümanların itikadınca
üç şeyde uğursuzluk vardır' manasını ifade etmez."

Bu rivayetlerin bazısında Rasûlullah (s.a)'m; "Eğer uğursuzluk namına bir şey varsa
(bu) atta, kadında, evdedir" buyurmuş olması bizce bu bab-daki ihtilâfa meydan
vermeyecek kadar açıktır. Çünkü hadisin manası şudur: "Eğer uğursuzluk namına bir
şey sabit olsaydı şu üç şeyde sabit olurdu, lâkin uğursuzluk namına bir şey sabit
olmamıştır. Binaenaleyh bunlarda da uğursuzuk yoktur."

Hz. Aişe'nin bu hadisi işittiği vakit kızdığı ve üzerinden bir elbise parçasının havaya
uçtuğu diğer bir parçasının da yere düştüğü rivayet olunur. Aişe (r.anha) bu hadisi



işittiği zaman yemin ederek şunları söylemiştir: "Kur'an-ı Kerim'i Muhammed (s.a)'e
indiren Allah'a yemin ederim ki, Rasûlullah {s. a) bu sözleri asla söylememiştir. O

um

ancak cahiliye devri insanlarının bunlardan teşe'üm ettiklerini söylemiştir."
Kadı Iyaz'm beyanına göre ulemadan bazıları bu babda şunları söylemişlerdir:
"Hadislerde geçen bu kısımlar bir araya getirilirse insanın karşılaştığı bu tür
tehlikelerin üç adet olduğu ortaya çıkar:

Birincisi; zarar kendisiyle hasıl olmayan, ammenin ve hassanın da âdetini teşkil
etmeyen ki buna iltifat edilmez. Şeriat da buna kıymet vermeyi yasak etmiştir. Bu
tıyâre yani teşe'ümdür. İkincisi; nadiren vuku bulan ve umumi zarara sebep olan
kısımdır, taun gibi. Onun bulunduğu yere gidilmez ve o yerden çıkılmaz. Üçüncüsü;

£1781

hususidir. Ev, at ve kadın gibi ki boy-İçlerinden kaçmak mubahtır."
Her ne kadar atta, kadında ve evde uğursuzluk olmayacağını ifade eder

392 1 numaralı hadiste bu üç yaratıkta uğursuzluk bulunabileceğini ifade eder

3922 numaralı hadis arasında zahiren bir çelişki göze çarpmakta ise de, as hnda bu iki
hadis arasında hiçbir çelişki yoktur. Çünkü Bezlü'l-Mechûd ya zarının da açıkladığı
gibi uğursuzluk iki çeşittir:

1) Gerçekten, zahirde mevcut olan uğursuzluk.

2) Zahirde vücudu olmadığı halde var olduğu vehmedilen uğursuzluk. Bazı kimseler
kendilerine ait olan bazı şeylerde uğursuzluk bulunduğuna inanarak bu türden bir
vehim hastalığı içine düşerler. Kafalarına yerleşen bu varsayım kendilerine öyle
hükmetmeye başlar ki zamanla hastalık haline dönüşür.

Onları bu hastalıktan kurtarmanın en kestirme yolu bu kimselerin o şeylerle ilgisini
kesmektir. İşte 3921 numaralı hadiste nefyedilmek istenen ve tamamen soruyu
yönelten kişinin şahsıyla ilgili olan ikinci türden bir uğursuzluktur. 3922 numaralı
hadis-i şerifle varlığından bahsedilen uğursuzluk ise üçüncü türden uğursuzluk
olabilir. Günümüzde bazı şeylerin kendisine uğursuzluk getirdiği vehmine kapılan
kimseleri tedavi için "telkin ile tedavi" denilen bir tedavi yöntemi uygulanmaktadır.
Kendilerini terketmek ev ve at kadar kolay olmayan şeylerin kendisine uğursuzluk
getirdiğine inanan kimseler için bu tedavi usulünden başka bir yöntem yoksa da, ev ve
at gibi terkedilmesi kolay olan şeylerden vehme kapılan hastaların en kısa yoldan
tedavisi onu terketmeleridir.

Evlerdeki uğursuzluk bazen evin darlığı, havasının bozukluğu ve cinlerin karargâhı
haline gelmesiyle de ilgili olabilir. Bu durumda orada gerçekten bir uğursuzluk var
demektir.

3925 numaralı hadis-i şerifte ise, Hz. Peygamber'in cüzzamhnm elinden tutup onunla
yemek yediği ifade edilmektedir.

Iİ79J

Bu hadis-i şerif zahiren, "Cüzzamlılara devamlı bakılmamasmı" ifade eden hadis

£1801

ile cüzzamlıdan arslandan kaçildığı gibi kaçılmasını emreden hadise ve Hz.

[İMİ

Peygamber'in bir cüzzamlı ile beyattan çekindiğini ifade eden hadise ters
düşmekte ise de aslında burada böyle bir çelişki yoktur. Bu hususta Sayın A. Osman
Koçkuzu şunları kaydetmekledir:

"...Peygamberimizden menkul bu iki durum üzerinde fikirler beyan edilmekte; meselâ



Hz. Ömer nesha kail bulunmaktadır. Yani kişiden ictinab ve kaçınma neshedilmiştir.
Fakat kaynakların belirttiğine göre burada nesh mevcut değildir. Bilâkis hadislerin
arası cem' edilebilir. Yerine göre çekingen davranma ve ihtiyat, yerine göre temas
emredilmektedir. Tıb yönünden de durum aynıdır. Daha önceleri uzaktan hastalıkları
teşhis ve tedavi edilen cüz-zamlılar bugün kendilerine daha yakın muamele
görmektedirler. Neshi kabul etmeyenlerin, etmeyiş sebepleri beyan edilmemiştir.

£182]

Belki de mesele bir şer'î hüküm olaralk mütaala edilmemektedir."
Aslında cüzzamlı ile temasta korkuya kapılması gereken biri varsa o da cüzzamlı değil
cüzzamlıya temas eden kimsedir. Böyleyken Hz. Peygamber'in elinden tuttuğu
cüzzamlıya, "Korkma, Allah'a güvenerek benimle ye" diyerek ona cesaret vermeye
çalışması açıklığa kavuşturulması gereken bir husustur. Bezlü'l-Mechûd yazarının
açıklamasına göre, burada cüzzamhnm korkusu kendi şahsı ile ilgili değildir. Onun
korkusu hastalığının Hz. Peygam-ber'e geçmesiyle ilgilidir. Fahr-i Kâinat Efendimiz
onun bu korkusunu bildiği için ona cesaret vermek gayesiyle bu sözü söylemiştir.
Şafiî ulemasının ekserisine göre; Hz. Peygamber cüzzamlıdan kaçılmasını emrederken
hastalıkların bir kimseden diğer bir kimseye geçmesinde bir takım sebeplerin
bulunduğuna ve bu sebeplerden kaçınmak gerektiğine, hastaya yakın durmanın da bu
sebeplerden biri olduğuna işaret ettiği gibi; cüz-zamlmm elini tutarken de bu
sebeplerin hakiki bir sebep olmayıp ancak Allah'ın izni ve İradesiyle bir tesir İcar
edebileceklerine, Allah'ın izni ve iradesi olmadıkça, hiçbir tesir icra edemiyeceklerine
işaret buyurmuştur.

Kadı Ebû Bekir el-Bâkillânfye göre; Hz. Peygamber bir hadisinde, "Hastalık
£1831

bulaşması yoktur" derken diğer bir hadisinde de "Cüzzamlıdan, aslandan kaçar
gibi kaçınız" buyurmakla, her hastalık bulaşıcı değildir, ancak cüzzam gibi bazı
hastalıklar bulaşabilir demek istemiştir.

Bazılarına göre, "Hastalık bulaşması yoktur" sözü, hastalıklar öyle kendiliklerinden
bulaşivermezler, hastalıkların bulaşmasını sağlayan hastayla bir arada bulunmak, onun
teneffüs ettiği havayı tenefüs etmek gibi bir takım âmiller vardır anlamında
söylenmiştir.

İbn Kuteybe'ye göre; cüzzamm bulaşmasını sağlayan âmil onun vücuduna dokunmak
değil, onun vücudundan çıkan pis kokuları teneffüs etmektir.

Bazılarına göre de cüzzamlıdan kaçmayı emreden hadis-i şerif tamamen cüzzamhnın
psikoloj isiyle ilgilidir. Şöyle ki, bir cüzzamlı sağlıklı bir kimseyi gördüğü zaman,

Lİ841

rahatsızlığına daha çok üzülür, sıkıntısı iyice fazlalaşır.



m

Tirmizî, tıb 1; İbn Mâce, tıbb 1; Ahmed b. Hanbel, III, 156.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/487.

m

Bakara, (2) 185.

Ol

Nisa, (4) 29.

[il

Bakara, (2) 196.



[İl

Kamil Mirasi Tecrid-i Sarih Tercümesi, VII, 75.

[6]

Vedadi Efendi, Tekmile-i Tercüme-i Tarikat-ı Muhammediyye, 38-39.

m

Müslim, bin- 52.

im

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/488-489.

L21

Tirmizî, tıb I; İbn Mâce, tıb 3; Ahmed b. Hanbel, VI, 364.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/489-490.

rıoı

Adunî, KeşfüT-Hafâ, II, 214.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/490.

LU]

Buharı, tıb 13; Müslim, mü'sâkâl 62, 63; Ebû Dâvûd, nikâh 26; Tinnizî, büyü 48, tıb 9, 12; İbn Mâce, tıb 20; Muvatta, isti'zan 27; Ahmed b.
Hanbel, I, 18, III, 108, 182, V, 9, 15, 19.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/491.

ri2i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/491.

roı

Buhari, tıb 3, 4, 15, 17; Müslim, selam 71; İbn Mace, tıb 23; Ahmed b. Hanbel, I, 246, III, 343, IV, 146, VI.401.

[14]

Tirmiiz, tıb 12; İbn Mace, tıb 20.

r i5i

Ahmed b. Hanbel, 1,354.

[16]

Denizkuşları Mahmud, Peygamberimiz ve Tıp, 87.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/491-492.

rnı

İbn Mace, tıb 21.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/492-493.

risı

Tirmizi, tıb 12; Ahmed b. Hanbel, I, 234, 241, 316, 324, 333.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/493.

ri9i

Aliyyü'l-Kâr, MirkâtüT-Mefâtih, IV, 505.

[20J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/493-494.

[21]

Tirmizi, tıb 12; İbn Mace, tıb 22.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/494.
[22]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/495.

[23]

Ahmed b. Hanbel, III, 305, 357, 382.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/495.
[24]

Marifetname, IV, 98.

[25J

Ahmed b. Hanbel, III, 300.

£26]

Buharı, sayd 11, savın 22, tıb 12, 14, 15; Müslim, hac 87, 88; Ebû Dâvûd, menâsik 35.

[271

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/495-496.

[281

Müslim, selâm 73; Ahmed b. Hanbel, III, 315.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/496-497.
[291

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/497.

[301

Buharî, tıb 3; Tirmizî, tıb 10; tbn Mâce, tıb 23; Ahmed b. Hanbel, IV, 156, 427, 430, 444, 446.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/497-498.
[31]

Müslim, selâm 74;Tirmizî, tıb 1 1; İbn Mâce, tıb 24; Ahmed b. Hanbel, IV, 65, V, 378.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/498.
[32]

Nisa, (4) 78.

[33]

Ahmed b. Hanbel, IV, 249, 251.

[34]

Buharî, tıb 4.

[351

Buharî, tıb 1; Ahmed b. Hanbel, I, 377, 413, III, 156, IV, 278.



[361

İbn Kuleybe, Hadis Müdafaası, 432-434.

[37]

Hatiboğlu Haydar, Sünen-i İbn Mâce Tercemesi ve Şerhi, IX, 251-252.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/498-500.
[381

Buharı, tıb 9; Müslim, müsâkât 65, selam 76; Tirmizi, tıb 9, 12, 22.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/500.
[391

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/501.

[4pJ

İbn Mâce, tıb 40; Ahmed b. Hanbel, II, 294.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/501.
[411

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/501-502.

[421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/502.

[431

Edebiyat Lügati, 178.

[441

Karaman Hayreddin, İslâmın Işığında Günün Meşkleri, 2. b. 67-68.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/502-504.
[451

Tirmizi, tıb 7; İbn Mâce II; Ahmed b. Hanbel, II, 305, 444, 478.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/504.
[461

İbn Mâce, sayd 10; Nesâî, sayd 36; Dârimî, edâhi 26; Ahmed b. Hanbel, III, 453, 499.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/504-505.
[471

Buharı, tıb 56; Müslim, imân 175; Tirmizi, tıb 7; Nesâî, cenâiz 68; Dârimî, diyât 10; Ahmed b. Hanbel, II, 254, 478.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/505.
[481

Müslim, eşribe 12; İbn Mâce, tıb 27; Tirmizi, tıb 8; Ahmed b. Hanbel, III, 31 1, 3 17, IV, 293, VI, 399.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/505.
[491

Buhan, tıb 1; Müslim, selâm 69, fedâilü's-sahâbe 92; ibn Mâce, tıb 1; Ebû Dâvûd, tıb l;Tirmizî, tıb 2; Ahmed b. Hanbel, 1,377,413,443,446,
11 1,335, IV, 278, 315, V, 371.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/505-506.
[501

Buharı, eşribe 15.

[511

Buharı, tefsir sûre (5) 5, cihad 152, diyât 22; Müslim, kasâme 9-11.

[521

Karaman Hayreddin, İslâmın Işığında Günün Meseleleri, I, 202-205.

[ŞU

Karaman Hayreddin, a.g.e, 212.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/506-508.
[541

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/508.

[551

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/508-509.

[561

Buharı, etime 43, tıb 52, 56; Müslim, eşribe 155; Ahmed b. Hanbel, I, 168, 177, 181.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/509.
[571

Denizkuşlan Mahmud, Peygamberimiz ve Tıb, 107.

[581

Denizkuşlan, M, A.g.e., 107-108.

[591

Buharı, da'avât 69; Müslim, zikir 5, 6; Ebû Dâvûd, vitr 1.

[601

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/509-510.

[611

Buharı, tıb 21, 23, 26; Müslim, selâm 86, 87; İbn Mâce, tıb 13; Ahmed b. Hanbel, VI, 355, 356.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/510-511.
[621

Denizkuşlan Mahmud, A.g.e., 100-101.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 3/5 11-512.
[63J

Ebû Dâvûd, libas 13; Tirmizî, cenâiz 18, edep 46; Nesâi, cenâiz 38, zîne 97; İbn Mâce, cenâiz 12, libas 5; Ahmed b. Hanbel, 1, 247, 328, 355, 363,
V, 10, 12, 13, 17-19,21.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/5 12.
[641

el-Benna, A, el-Felhû'r-Rabbânî, XVII, 309.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/512-513.
[65J

Buharî, tıb 36, libas 86; Müslim, selâm 41, 42; Tirmizî, tıb 19; Muvatta, ayn 21; Ahmed b. Hanbel, I, 274, 294, II, 222, 289, 319, 420, 439, 487,
IV, 56, V, 80, 379.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/513.
[66J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/513.

[671

Mevâhib-i Ledünniye Tercemesi, II, 290.

[681

el-Münavî Abdurrauf, Feyzü'l-Kadîr, IV, 397.

[69J

Müslim, selâm 42.

um

Davudoğlu, A. Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, IX, 607.

[211

Ahmed b. Hanbel, III, 486; Muvatta, ayn 2.
Mevâhibi Ledüniyye Tercümesi, II, 292-293.

031

A.g.e., II, 291-292.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/514-515.
£741

İbn Mâce, nikâh 61; Ahmed b. Hanbel, VI, 453, 457, 458.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/515-516.
[751

Müslim, nikâh 140, 141; Tirmizi tıb 27; Nesâî, nikâh, 54; Dârimî, nikâh 33; Muvatta, radâ 17; Ahmed b. Hanbel, VI, 361, 434.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/516.
[261

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/516-517.

[221

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/517.

HU

Buharı, merzâ 20, 38, 40; Müslim, selâm 46-49; Tilmizi, da'avât 1 1 1; İbn Mâce, cenâiz 46, tıb 19, 36, 39; Ahmed b. Hanbel, IV, 259, VI, 44, 45,
50, 108, 109, 114, 120, 125, 126, 127, 131,208,261,278,280.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 3/5 1 7-5 1 8.
[221

Buharı, tıb 17; Müslim, iman 374; Tirmizî, tıb 15; Ahmed b. Hanbel, I, 271, III, 1 18, 1 19, 127, 486, IV, 436, 438, 446.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 3/5 18-519.
[M

Mollamahmutoğlu O. Zeki, Sünen-i Tirmizî Tercemesi, III, 443.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/519.
[811

İbn Mâce, tıb 19.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/520.
[821

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/521.

[831

Müslim, selâm 64.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/522.
[841

Ahmed b. Hanbel, IV, 372.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/522.
[851

Ahmed b. Hanbel, III, 486.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/522-523.
[861

Buharî, tıb 17; Müslim, iman 374, selâm 52, 57, 58; Tirmizî, tıb 15; İbn Mâce, tıb 34; Ahmed b. Hanbel, I, 271, III, 118, 119, 127, 486, IV, 436,
438, 446.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/523-524.
[871

Mevâhib-i Ledünniye Tercümesi, II, 288.

[M

Tatmin, (66) 3.

[M

Ahlâk Hadisleri, II, 482-483.

[901

Râmuzu'l-I hadis, III, 480.

[911

Buharî, tıb 36; Muvalta, ayn 1, 2; İbn Mâce, tıb 32.

[921

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/524-526.

[931

Buharî, tib 38, 40; Tirmizî, cenâiz 4.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/526.
[911

Şuarâ, (26) 80.

[951

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/527.

[961

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/527.

[221

Buharî, meğâzî 83, fedâilü'l-Kur'an 14, tib 32, 41; Müslim, selâm 50, 51; İbn Mâce, tıb 38; Muvalta, ayn 10; Ahmedb. Hanbel, VI, 104, 114, 124,
256, 263.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/527-528.
[981

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/528.

[991

Ahmed b. Hanbel, VI, 21.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/528-529.
[100]

Bakara, (2) 143.

[101]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/529.

[102]

Tirmizî, da'avât 93; Muvatta, şi'r 9; Ahmed b. Hanbel, II, 181, IV, 57, VI, 6.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/529-530.
[103]

Nevevî, el-Ezkâr, (Çev: Abdülhalık Duran), 125-126.

rıo4i

Muhammedb. Allan, el-Fütühâlü'r-Rabbâniyye, III, 185-186.

rıo5i

Mü'minûn, (23) 98.

ri061

Seyyid Sabık, Fıkhu's-Sünne, I, 495-496.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/530-531.
[107]

Buharı, megâzi 38; Ahmed b. Hanbel, IV, 98, 170.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/531.
11081

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/531.

no9i

Buharı, tıb 38; Müslim, selâm 54; İbn Mâce, tıb 36; Ahmed b. Hanbel, VI, 93.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/531-532.
[110]

Davudoğlu A, Sahih-İ Müslim Tercüme ve Şerhi, IX, 624-625.

rını

eş-Şerkavî Abdullah İbn Hicazı, Fethül-Mübdî bi-şerhi Muhtasan'z-Zebîdî, III, 298.

LÜ21

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/532.

rı 131

Ahmed b. Hanbel, V, 21 1; Ebû Dâvûd, hadis No: 3420.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/532-533.

rı i4i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/533.

n ısı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/534.

[1161

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/534.

[1171

Müslim, zikr 55, İbn Mâce, tıb 38.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/535.

rı ısı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/535-536.

rı i9i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/536.

[120]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/536.

[121]

Buharı, icâre 16, tıb 33, 39; Müslim, selâm 65, 66; Ebû Dâvûd, büyü 37, tıb 19; Tirmizî, tıb 20; İbn Mace, ticârât 7; Ahmed b. Hanbel, III, 3, 10,

44.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/536-537.
ri221

Ebu Dâvîid, büyü 37; Ahmed b. Hanbel, V, 2 1 1 .
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/538.
[123]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/539.



[124]

Buharı, megazî 83, fedâilü'l-Kur'an 14, tıb 22; Müslim, selâm 50, 51; İbn Mâce, tıb 38; Muvatta, ayn 10; Ahmed b. Hanbel, I, 222, 325, 336, VI,
114, 117, 263,274.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/539.
[125]

Buharı, tıb 39, da'avât II, İbn Mâce, dua 15.

[1261

Davudoğlu A, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 619.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/539-540.
[127]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/540.

[128]

İbn Mâce, et'ime 37.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/540-541.
11291

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/541.

ri3oı

Sehamefurî, Bezlü'l-Methûd, XVI, 232.

[131]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/541.

[132]

Tirmizî, tahâre 102; İbn Mâce, tahâre 122; Dârîmî, vudû 1 14; Ahmed b. Hanbel, II, 408, 429, 476, IV, 108.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/541-542.
[133]

Davudoğlu A, İbn Abidin Terceme ve Şerhi, I, 46.

[134]

Müslim, selâm 125; Ahmed b. Hanbel, II, 429, IV, 68.

H351

Çev: Serdaroğlu A, İslâmda Helâller ve Haramlar, II, 319.

Ü361

Tirmizî, tahâre 103.

[1371

Çev: Serdaroğlu A, İslâmda Helâller ve Haramlar, II, 82-84.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/542-543
11381

İbn Mâce, edeb 28; Ahmed b. Hanbel, I, 227, 311.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/543.
11391

Buharı, ezan 152, istiskâ 28, meğâzi 35; Müslim, iman 125, 126; Nesâî, istiskâ 16; Mu-vatta, istiskâ 4; Ahmed b. Hanbel, II, 362, 368, 421, IV,

117.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/544.
11401

Davudoğlu A, İbn Abidin Terceme ve Şerhi, I, 43.

11411

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/544-545.

[1421

Ahmed b. Hanbel, III, 447.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/545-546.
11431

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/546.

11441

Müslim, mesûcid 33, selâm 121; Ebû Dâvûd, salât 167; Nesaî, sehv 20; Ahmed b. Hanbel, II, 394, V, 447.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/546.
11451

Mütercim Asım Efendi, Kamus Tercemesi, 111, 10; İbnü'l-Esîr, en-Nihâye, III, 121.

11461

en-Nihâye, III, 121.

11471

Yazır Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, II, 1368.

11481

İbn Kesir, Hadislerle Kur'ân-ı Kerim Tefsiri, IV, 1732.

£1421

Ibnti'l-Esîr, en-Nihâye, II, 47.

11501

Çev; Serdaroğlu A, İslâmda Helâller ve Haramlar, II, 319.

11511

Davudoğlu A, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, IX, 679.

11521

Davudoğlu, A, a.g.e, III, 392.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/546-548.
11531

Tirmizî siyer 46; İbn Mâce, tıb 43; Ahmed b. Hanbel, I, 389, 438, 440.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/548.



[154]

Buharı, tıb 9, 43-45, 54; Müslim, selâm 102, 107, 1 10, 1 14, 116; İbn Mâce, tıb 43, mukaddime 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/548-549.
ri551

Buharî, tıb 19, 43-45, 54; Müslim, selâm 102, 107, 110, 1 14, 116; İbn Mâce, mukaddime 10, tıb 43; Ahmed b. Hanbel, I, 174, 180, 269, 328, II,
25, 153,222, 266,267,406,420,434,453,487,507,524, III, İ18, 130, 154, 173, 178,251,276,278,293,312.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/550.
fl561

Müslim, selâm 107, 108, 109; Ahmed b. Hanbel, III, 293, 312, 382.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/550.
[157]

Buharî, tıb 19, 25, 45, 53; Müslim, selâm 101-103, 106, 108, 109; Tirmizî, kader 9; İbn Mâce, tıb 43; Muvatta, ayn 18; Ahmed b. Hanbel, I, 269,
338, 400, II, 268, 327, 397, III, 382, 450.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/550-551.
[158]

Ahmed b. Hanbel, 1, 269, III, 382.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/551.
[159]

Buharı, tıb 44, 54; Müslim selâm 111,112; Tirmizî, siyer 47; İbn Mâce, tıb 43; Ahmed b. Hanbel, II, 507, III, 118, 130, 154, 173, 178, 251, 276,

278.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/551-552.

ri6oı

Tecridi Sarih Terceme ve Şerhi, XII, 91, 1927 nolu hadis.

[161]

Buharı, merzâ 19; Ahmed b. Hanbel, II, 443; Tecrid-i Sarih, 1927 nolu hadis.

T1621

Davudoğlu, A, Sahih-i Müslim Terecine ve Şerhi, IX, 668.

£1631

Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, U, 741, 743.

[1641

Kamil Miras, Tecrid-i Sarih Terceme ve Serin, XII, 93, had. no: 1827.

fl651

Davudoğlu A, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 667.

[1661

Kâmil miras, Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, VIII, 187, had. no; 1 165.

[1671

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/552-555.

H681

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/555.

H691

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/555-556.

[1701

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/556.

[171]

Ahınedb. Hanbel, I, 257, 304, 319, V, 347.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/557.
[1721

Ahmed b. Hanbel, II, 289, VI, 150, 240, 246.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/557-558.
[173]

Buharî, cihad 47, nikâh 17, tıb 43, 54; Müslim, selâm 1 15-120; Tirmizî, edeb 58; Nesâî, hayl 5; İbn Mâce, nikâh 5; Muvatta, isti'zan 22; Ahmed
b. Hanbel, II, X, 36, 115, 126.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/558.
ri741

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/559.

[1751

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/559.

[1761

Tirmizî, et'ime 19; İbn Mâce, tıb 44.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/560.
[1771

Bu hadis için bk. İbn Kuleybe, Hadis Müdafaası, 145.

[1781

Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 675-676.

[1791

İbn Mâce, tıb 44; Ahmed b. Hanbel, I, 78, 233.

fl801

Buharı, tıb 19; Ahmed b. Hanbel, II, 443.

T1811

Müslim, selâm 126; İbn Mâce, tıb 44.

[182]

Hadisde Nâsih Mensuh, 297.

T1831

bkz. 391 1 numaralı hadis.



[184]

eş-Şerkavî Abdullah b. Hicazı, Fethu'l-Mübdî bi şerhi Muhtasan'z-Zehîdî, 111, 292.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/560-563.



17- VASİYYETLER BÖLÜMÜ

1. Yapılması Emredilen Vasiyetler

2. Vasiyyette Bulunmak İsteyen Kimsenin Malından Vasiyyet Etmesi Caiz Olan
Miktar

3. Vasiyette (Haddi Aşarak Varislere) Zarar Vermenin Kötülüğü

4. Vasiyyetlerde Vasilik Görevi Alanın Hükmü

5. Ana, Baba Ve Yakınlar için Vasiyvet Edilmesini Emreden Ayetin Neshedilmesi

6. Varise Vasiyyet Etmenin Hükmü

7- 1 nsanın Kendi Yiyeceğini Yetimin Yiyeceğiyle Karıştırması

8- Yetimin Velisinin Yetim Maundan Alması Caiz Olan Miktar

9- Yetimlik Ne Zaman Sona Erer

10- Yetim Malı Yeme Hususunda Gelen Şiddetli Yasaklar

11. Mirastan Pay Dağıtılmadan Önce Kefenin Mirastan Temin Edilmesi

12- Hibe Ettiği Bir Mal Kendisine Vasiyyet Edilen Yahutta O Mala Varis Olan
Kimse Hakkında

13- Mahnı Vakfeden Kişi Hakkında

14. Ölen Bir Kimsenin Yerine Sadaka Vermek

15. Kendisi İçin Sadaka Verilmesini Vasiyet Etmeden Ölen Bir Kimsenin Yerine
Sadaka Verilebilir Mi?

16. Velisi Müslüman Olan Bir Harbinin Vasiyetini Yerine Getirmek Gerekir Mi?

17. Borçlu Olarak Ölüpte Geride Borcunu Ödeyecek Kadar Parası Kalan
Kimsenin, Alacaklılarından, Alacaklarını Tehir Etmeleri Ve Mirasçılara Karşı
Yıjmuşak Davranmaları İstenir Mi?



17- VASİYYETLER BÖLÜMÜ



Vasiyyet; kelime olarak "bağlamak, bitiştirmek" demektir. İstılahta ise bir kimsenin
ölümünden sonraya ait olmak üzere kendine ait bir mala bir başkasını sahip ve malik
kılmasıdır. Veya kişinin ölümünden sonra küçük çocuklarının ihtiyaçlarını gidermek
ve malını kullanmak üzere başkasına yetki vermesidir.

Vasiyet edene musi, kendisine vasiyet edilene mûsa leh ve vasiyet edilen şeye mûsa
bin denir.

Vasiyet; kitap, sünnet, icma ve akli delillere dayanmaktadır. Vasiyetin sebebi dünyada
hayırla yad edilmek ve ahirette yüksek derece kazanmaktır.
Vasiyetin Çeşitleri:

1. Farz Vasiyet: Yerine getirilmemiş olan Allah hakları ile kimsenin bilmediği kul
haklarının ödenmesini vasiyet etmek farzdır. Emanetleri geri vermek, yerine
getirilmemiş hac, zekat, oruç, keffaretler ve kullara olan borçlar gibi.

2. Haram Vasiyet: İslama aykırı olan hususların vasiyet edilmesi haramdır.
Kumarhane yapmak, şarap dağıtmak gibi.

3. Mekruh Vasiyet: İsyankar ve fasık kimselere vasiyet etmek mekruhtur. Zira bunlar
bırakılan malı günah yollarda harcayabilirler.

4. Mubah Vasiyet: Zengin olan yabancı veya hısımlara vasiyet etmek mubahtır.

5. Müstehab (mendup) vasiyet: Varislerin zengin olması şartıyla muhtaç olan
yabancılara usulüne uygun bir şekilde (üçtebiri aşmamak şartıyla) vasiyet etmek
müstehaptır. Yine bu şekilde hastahane, mektep, su, yol, cami, ilmi müesseseler,
kütüphaneler, vakıflar, faizsiz ödünç müesseselerine vasiyette bulunmak müstehaptır.
Ancak Hz. Peygamber (s. a) bu gibi hayırların ölmeden önce yapılmasının daha iyi
olduğunu bildirmiştir.

Vasiyetin Şartları:

1. Ehliyet; Vasiyet edenin bulûğa ermiş olması ve akıl hastası olmaması lazımdır.

2. Vasiyet edenin çok borçlu olmaması gerekir.

3. Vasiyet zamanında kendine vasiyet yapılan kimsenin sağ olması gerekir.

4. Kendisine vasiyet edilen kimsenin varis olmaması gerekir. Ancak diğer varisler izin
verirse varise de vasiyet yapılabilir. Zira Hz. Peygamber:



"Varisler izin vermedikçe varise vasiyet yoktur." buyurmuştur.

5. Kendisine vasiyet edilen kimsenin katil olmaması gerekir. Katile vasiyette
bulunmak sahih değildir.

6. Vasiyet edilen şeyin vasiyet edenin ölümünden sonra temlik edilmeye uygun bir şey
olması gerekir.

7. Ölümden sonra vasiyeti kabul etmek gerekir.

8. Bir kimse ancak malının üçte birini vasiyete konu yapabilir. Bundan fazlası için,
buluğ çağındaki varislerinin izin vermeleri gerekir. Bu izin vasiyet edenin ölümünden
sonra olmalıdır.

Vasiyetin Gerçekleşmesi:

Vasiyet, "Şu malımı veya şu malımın menfaatini falan kimseye vasiyet ettim" sözü ile
gerçekleşir. Mesela birisi bir kimseye evinin mülkiyeti ona geçmek üzere vasiyet
edebileceği gibi, sadece o evde oturmasını da vasiyet edebilir. Vasiyet esnasında iki
şahit olmalıdır.

Vasiyeti olan kimse öldüğü zaman önce geriye bıraktığı maldan teçhiz ve tekfinine



harcama yapılır. Sonra geri kalan malından, varsa borçları ödenir. Artan malının
üçtebirinden vasiyeti yerine getirilir. Bundan geri kalan mal da varislere paylaştırılır.
Müslümanm kafire, kafirin de müslümana İslam diyarında vasiyeti caizdir.
Müslümanm küfür diyarmdaki kafire vasiyeti ise batıldır.

Henüz doğmamış bir çocuğa vasiyet yapılabilir. Vasiyet ölüm hadisesinin
gerçekleşmesi sonucu geçerlilik kazanan bir tasarruf olduğu için, vasiyet eden istediği
zaman vasiyetinden dönebilir.
Allah haklarına dair vasiyet:

Bu tür hakların ödenmesi, vasiyet edilince önce ödenmesi farz olan haklar ödenir.
Önce; hac, zekat ve keffaretler yerine getirilir. Eğer haklar eşit ise vasiyet sırasına
göre yerine getirilirler. Ancak malın üçtebiri bütün vasiyetlerini karşılayabilecek
miktarda ise, böyle bir sırayı takip etmeye gerek yoktur. Yerine getirmediği farz
haccmı vasiyet eden kimse için, vasiyet edenin ülkesinden bir kimseyi hacca



göndermek gerekir.

1. Yapılması Emredilen Vasiyetler

2862... Abdullah b. Ömer'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a):

" Vasiyyet edecek -birşeyi olupta üzerinden iki gece geçen- bir müslümanm hakkı

[3]

ancak vasiyyetinin, yazılı olarak yanında bulunmasıdır" buyurmuştur.
Açıklama

141

Metinde geçen iki gece kelimesi, Müslim'in bir rivayeti ile, Nesâî'nin Sünen'inde
"üç gece" şeklinde geçmektedir. Bu bakımdan metinde geçen "iki gece" kelimesi kesin
bir sınırlamadan ziyade yanında vasiyyet edilecek bir malı olan kimsenin en kısa
zamanda vasiyyetîni yazıp yanında bulundurmasının lüzum ve ehemmiyetini ve bu
meselenin gecikmeye tahammülü olmadığını, nihayet bunun elde olmayan sebeplerle
en geç üç gün gecikebileceğim ifade etmektedir.

Mevzu m uzu teşkil eden bu hadis ile "Anaya, babaya ve yakın akrabaya vasiyyet

15]

etmek Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur." mealindeki âyetin zahirine sarılarak
ez-Zuhrî ile Ebû Miclez, Atâ ve Talha b. Musarrıf (r.a.) vasiyyet etmenin farz
olduğunu söylemişlerdir.

el-Beyhaki'nin açıklamasına göre, îmam Şafiî'nin eski görüşü ile İshak ve Dâvûd-u

Zahiri'nin görüşü de böyledir. Ebû Avane el-tfereyani ile tbn Cerîr de bu görüştedirler.

Cumhur ulemaya göre; vasiyette bulunmak vacib değil menduptur.

Bu mevzuda tbn Abd-il-Berrin "Bazı şaz, görüşler hesaba katılmazsa, vasiyyetin farz

olmadığında âlimlerin icmaı olduğu söylenebilir." dediği rivayet olunmuştur.

Yine İbn Abd-il Berr'e göre; "mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerif, va-siyyette

bulunmanın farziyyetini değil, ani bir ölüm neticesinde, vasiyyetsiz olarak gitme

tehlikesine karşı ihtiyatlı olmayı teşvik mahiyyetinde bir ikazdır. Metinde geçen hak

şer'an sabit olmuş bir hükümdür. Bu hüküm farz olabildiği gibi mendup ta olabilir. Bu

hakkın mutlaka farz olduğunu iddia etmek doğru olamayacağından metinde geçen bu



"hak" kelimesine bakarak vasiyyetin farz olduğu iddia edilemez.

Bilakis, metinde geçen Vasiyyet edeceği bir malı olan anlamındaki cümle, Müslim'in

^ ' [61
sahihinde "Vasiyyet etmek istediği bir şeyi olan" şeklinde vasiyyeti sahibinin
isteğine bırakır.Bu tarzda rivayet edilmiş olması, vasiyyetin farz olmadığına bir
delildir. Çünkü farz olsaydı bu vazife kişinin isteğine bırakılmaz, yerine getirilmesi
kesin bir dille emr edilirdi. Nitekim Hanefi âlimlerinden İbn Melek, metinde geçen
cümlesinde müslüman hakkında 4 tabiri kullanılıp ta "aleyhi" tabirinin kullanılma-
masına bakarak bu hadisin vasiyyetin farz ya da vacib olmadığına delalet ettiğini,
hadisin farziyyet ifade edebilmesi için "lehü" yerine "aleyhi" kelimesi kullanılmış
olması gerektiği ifade etmiştir. el-Mişkat üzerine yazılmış olan el-Mezâhir şerhinde
ise vasiyet etmenin vücubunun miras âyetiyle nes-hedildiği açıklanmaktadır. Meseleye
bu açıdan bakan Hanefilere göre, vasiyyet müstehabdır. Çünkü vasiyyet, bir kimsenin
kendi malı üzerinde kendi arzusuyla bir başkasının mülkiyet hakkını kabul ve isbat
etmesidir.

Bezlü'l-Mechud yazan bu mevzudaki görüşünü açıklarken şöyle diyor: "Her ne kadar
vasiyyet farz değilse de üzerinde para borcu, hac veya zekat borcu ya da emanet
bulunan kimselerin bu borçlarının mirasından ödenmesi için yazılı bir vasiyyet

m

hazırlaması üzerine farzdır.



Bazı Hükümler



1. Vasiyyette bulunmak dinen teşvik edilmiştir.

2. Şahıd huzurunda yazılmasa bile yazıya ıstınad edilir. İmam Ahmed'le Şafıîlerden
Muhammed b. Nasr bu görüştedir. Cumhur ulemaya göre; yazılı vasiyyetin muteber
olabilmesi için onun muhtevasına vakıf iki şahidin huzurunda yazılması gerekir.
Nitekim bu husus Maide sûresinin 109-111. numaralı âyetlerinde açıkça ifade
edilmektedir.

3. Ölüm için her an hazırlıklı bulunmak gerekir.

4. Bir malın kendisini vasiyyet etmek caiz olduğu gibi, sadece menfaatini vasiyyet
etmek te caizdir. Metinde geçen "Vasiyyet edecek bir şeyi bulunan" sözü buna delalet
eder. Cumhur ulemanın görüşü budur.

Fakat îbn Ebî Leyla ile İbn Şübrime ve Zahirilere göre; menfaatin vasiyyeti caiz

£81

değildir. İbn Abdi'l-Berr de bu görüşü tercih etmiştir.
2863... Hz. Aişe'den demitir ki:

"Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem (miras olarak geride) ne dinar, ne dirhem, ne

m

deve, ne koyun bıraktı. Ne de bir şey vasiyyet etti."



Açıklama



es-Siret-ül-Halebiyye'de, Rasûlu Zişan Efendimizin vefatlan esnasında yanında altı ya
da yedi dinar bulunduğu ve onları Hz. Aişe'ye vererek, fakir-fukaraya dağıtmasını
emrettiği kaydedilmektedir.



Bu bakımdan Hz. Peygamberin geride dirhem ve dinar olarak hiçbir mal bırakmadığı
hususunda rivayetler birleşmektedir.

Ancak mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte, Hz. Peygamberin vefat ederken
geride hiç bir deve ve koyun bırakmadığı ifade edilirken, bazı muteber kaynaklarda
geride yirmi sağmal deve, yedi sağmal koyun, dokuz da sağmal keçi bıraktığı
açıklanmakta ise de, bu rivayetlerle mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerif arasında bir
çelişki bulunduğu iddia edilmez. Çünkü bu hayvanlar Rasûl-ü Ekremin özel malı
olmayıp zekat malı idiler. Bu sebeple bunlar, Soffa ehli gibi fakir sahabilere aitti ve

£101

onları bu sahabiler otlatıp sütünü içerlerdi. Rasûlu Ekrem'in, Hayber ve Fedek'teki
arazilerine gelince, onları daha hayatta iken müslümanlar için sadaka olarak
bağışlamıştı. Nitekim şu hadis-i şerifler de bu gerçeaği ifade etmektedirler:

1. "Rasûlullah (s.a) vefat zamanında ne bir dirhem, ne bir dinar, ne bir (azadlanmamış)
köle, ne de birşey bıraktı. Yalnız beyaz, dişi bir katırla (harp) silahını, bir de (fakir



yolculara) vakfettiği (Fedek ve Hayberdeki) araziyi bıraktı."

2. "Vefatımda varislerim ne bir dinar, ne bir dirhem paylaşmayacaklardır. Bıraktığım
şey (ki hurmalıktır. Bunun) kadınlarımın nafakasından, işçimin ücretinden geri kalanı

£121

vakıftır."

3. "Biz (peygamberler) miras bırakmayız. Bizim geride bıraktığımız dünyalıklar
sadakadırlar."

Bütün bu rivayetler Hz. Peygamberin geride miras olarak bir dünyalık bırakmadığına
delalet etmektedirler.

Rasûl-ü Ekremin vefat ederken hiçbir vasiyette bulunmadığını ifade eden metindeki ne
de birşey vasiyyet etti cümlesine gelince, bu cümlede Rasûl-ü Ekremin herhangi bir
mal vasiyyet etmediği ifade edilmek istenmektedir. Allah'ın kitabına sarılıp, ehl-i
beytine tabi olmayı, Yahudilerin Arap Yarımadasından çıkartılmasını ve elçilere

£14] ' £151

ikram edilmesini emreden vasiyyeti ise bu cümlenin kapsamına dahil değildir.

2. Vasiyyette Bulunmak İsteyen Kimsenin Malından Vasiyyet Etmesi Caiz Olan
Miktar

2864... (Amir b. Sa'd'm) babasından demiştir ki: (Birgün ben Sa'd) öyle bir hastalandı
(m)ki; neredeyse ölüyordu(m). Derken Rasûlullah (s.a.) (ben Sa'd'ı) ziyarete geldi.
(Sa'd O'na):

"Ey Allah'ın Rasûlü! Benim pek çok malım var fakat bir kızımdan başka bana varis
olacak bir kimse yok (malımın) üçte ikisini sadaka olarak dağıtabilir miyim?" dedi(m)
(Hz. Peygamber de): "Hayır" cevabını verdi. Bunun üzerine (Sa'd):
"Yarısını" (dağıtabilir miyim?) diye sordu. (Hz. Peygamber yine): "Hayır" cevabını
verdi. (Bu defa Sa'd): "Üçte birini" (dağıtabilir miyim?) dedi. (Hz. Peygamber):
"Üçtebir çoktur. Şüphe yok ki senin varislerini zengin olarak bırakman, onları halka
elaçar bir halde bırakmandan daha hayırlıdır ve gerçekten infak edeceğin bir
yiyecekten dolayı mutlaka mükafat görürsün. Hatta hanımının ağzına vereceğin
lokmadan bile" buyurdu. (Bu defa ben Sa'd)



"Ey Allah'ın Rasûlü! Ben (yapmak istediğim) hicretimden geri mi kalacağım?" dedim.
(Rasûlullah):

"Şüphe yok ki, eğer sen, ben (vefat ettik)den sonra (hayatta) kalıp Allah rızası için
çalışırsan, bununla senin mutlaka yüksekliğin ve derecen artmış olur. Hatta (hicretten)
geri kalmakla belki de (bazı) insanlar faydalanır, diğer bir kısmı da senden zarar
görür" cevabını verdi ve "A İla hım! Ashabımın hicretini tamamla, onları ökçeleri
üzerinde geri döndürme. Fakat zavallı (olan) Sa'd b. Havle'dir" dedi ve Mekke'de

£161

ölmesinden dolayı da Rasûlullah onun hakkında mersiye söyledi.
Açıklama

Hz. Sa'd b. Ebî Vakkas'm tek varis olarak bırakacağından bahsettiği bu kızının Aişe
isminde bir kız olduğu ifade edilirken bazı rivayetlerde de Ümmü Hakem el-Kübra
isimli bir kız olduğu ifade edilmektedir. Hafız İbn Hacer bu kızın Hz. Sa'd'm ilk
karısından olan en büyük kızı olması gerektiği noktasından hareket ederek Hz. Sa'd'm
Ummül-Hakem -el-Kübra isimli kızı olması lazım geldiğine hükmetmiştir. Her ne
kadar metinde "Bir kızımdan başka bana varis olacak bir kimse yok" ifadesi varsa da
aslında Hz. Sa'd'm "kızımdan başka farz (pay) sahibi bir mirasçım yok" demek istediği
asabe olarak mirasçıları olan yeğenlerini kasdetmediği anlaşılmaktadır. Rasul-ü Zişan
Efendimiz Hz. Sa'd7a "mirasçılarını zengin bırakman daha hayırlıdır" derken Hz.
Sa'd'm bu hastalıktan kurtulacağım ve daha uzun yıllar yaşayıp mevcut kızından başka
çocukları dünyaya geleceğini mucize olarak haber vermiş olabilir. Nitekim Hz. Sa'd b.
Ebî Vakkas bu ümitsiz hastalıktan iyileşip kalkmış ve kırk seneden ziyade yaşamış,
birçok erkek ve kız çocukları dünyaya gelmiştir.
Bunlardan erkek olan çocukların adları şöyledir:

Ömer, İbrahim, Yahya, îshak, Abdullah, Abdurrahman, İmran, Salih, Osman.

Kız çocuklarının sayısının ise on ikiye ulaştığı Buhari şerhlerinde haber verilmektedir.

Rasûl-ü Ekrem Efendimiz bu cümledeki "mirasçıların" sözüyle, Hz. Sa'd'm kızı

Ümmü'l-Hakem ile yeğenlerini kastetmiş olması da mümkündür.

Hanefi âlimlerinden tbn Melek'in ifadesine göre, metinde geçen "üçte-bir çoktur" sözü

malın üçtebirini vasiyyet etmenin caiz; fakat, ondan azını vasİyyet etmeninse evla

olduğuna delalet eder.

Yine metinde geçen "Hatta hanımının ağzına vereceğin lokmadan bile" cümlesindeki
"tedfeuhâ = vereceğin" kelimesi Süneni Ebû Davud'un bazı nüshalarmda = kaldırıp
vereceğin" şeklindedir. Hatta kelime Buha-ri'nin rivayetlerinde de "terfeuha"
şeklindedir. Fakat netice itibariyle bu iki rivayet aynıdır. Mana bakımından aralarında
bir fark yoktur. Bu cümle ile, Fahri Kâinat Efendimiz, ameller niyyetlere göre
olduğundan, yiyecek ve içeceklerin, Allah'ın rızası için infak edilmiş olmaları halinde
bir takım meşru iştihaları tatmin yolunda sarfedilmiş bile olsalar, yine de bu
harcamaya sevap verileceğini ifade buyurmak istemiştir.

Bu hadis-i şerifte, Rasûl-u Ekremin mucizelerinden biri de Hz. Sa'd'm yakalanmış
olduğu hastalıktan kurtulduktan sonra, uzun süre yaşayacağını ve Rasûl-u Ekremin
vefatından sonra da hayatta kalıp Allah rızası için çalışıp Allah katında derecesinin
daha da artacağını ve kendisinden bazı kimselerin "yararlanıp bazılarının da zarara
gireceğini Hz. Sa'd'a açıkça haber vermesidir.

Gerçekten de Hz. Sa'd veda haccmdan sonra 45 yahut 48 sene yaşamıştır. Bu süre



içerisinde Hz. Sa'd b. Ebî Vakkas, Kadisiyye gibi büyük fetihlere muvaffak olmuş,
müslümanlar onun sayesinde hesapsız ganimet mallarına ulaşarak faydalanmışlardır.
Ehl-i şirk de zarar görmüştür. Hadis sarihleri bu babtaki mucize-i Peygamberiyi, bu
suretle tasvir etmişlerdi. Tahavî'nin bu hususta diğer bir tevcihi daha vardır kî bunu da
şârih Aynî nakletmiştir. Tahavi'nin Muttasıl bir senedle rivayetine göre Sa'd İbn Ebî
Vakkas'm oğlu Amir' den":

"Rasûl-ü Ekrem, babanın yüzünden bir kısım insanlar faydalanacak bir kısmı da zarar
görecek", buyurmuştur. Bunun medlulü nedir? diye sorulmuş. O da cevaben:
Babam Irak'a vali ve kumandan tayin olunup gittiğinde, halk irtidad etmişti. Bunlardan
bir kısmı mukavemet etmeyip tevbekâr olarak döndüler. Bir kısmı temerrüd etmişti.
Birinciler kurtulmuş ve müstefıd olmuş, öbürleri tenkid edilmiş ve zarar görmüşlerdir

im

demiştir.

Kadı İyaz'm açıklamasına göre, bazıları "Bir kimsenin elde olmayan sebeblerle
Medine'ye göç edemeyip Mekke'de ölünceye kadar ikamet etmesi o kimsenin hicret
sevabı almasına mâni değildir. Ancak hicret imkânı olduğu halde hicret etmeyip keyfi
olarak Mekke'de ikamet eden kimse hicret sevabından mahrum kalır. İşte Hz. Sa'd b.
Ebî Vakkas daha önce Mekke'den hicret ettiği halde hac etmek için kendi arzusuyla
Mekke'ye geldiğinde burada ölmesinin hicretinin sevabım azaltacağından yahutta
hicretinin sevabını tamamen yi k edeceğinden korkuyordu. Yahutta bu korkusu Resulü
Ekrem ve ashabı hac vazifelerini bitirip Medine'ye dönecekleri sırada hastalığı yü-
zünden onlara katılmayıp Mekke'de kalacağından ileri geliyordu. Çünkü ashab-ı kiram
göç ettikleri bir yere tekrar dönüp de orda kalmayı iyi saymazlardı." demişlerdir.
Nitekim Hz. Sa'd'm "Ey Allah'ım Rasûlü ben hicretimden geri mi kalacağım?" sözü bu
görüşü te'yid etmektedir. Bazıları ise "her ne sebeble olursa olsun, bir muhacirin
Mekke'de vefat etmesinin onun hicretini ibtal ettiğini söylemişlerdir.
Yine Kadı.Iyaz alimlerden bazılarının Rasûlü Ekrem'in metinde geçen "Allah'ım
ashabımın hicretini tamamla.." anlamındaki sözlerini delil getirerek "Bir muhacirin
Mekke'ye dönüp orada ikamet etmesinin onun hicretini tamamen ibtal edeceğini iddia
ettiklerini ifade ettikten sonra "aslında bu sözlerin hicretten sonra Mekke'ye dönen
belli bir sahabi İçin söylenmiş bir söz olmayıp tüm sahabiler için yapılmış genel bir
dua olduğunu söylemiştir. Ancak burada Resûl-ü Ekrem Efendimizin belli bir sahabiyi
hedef alarak söylediği bir söz varsa o da Hz. Sa'd b. Havi için söylemiş oldukları;
"zavallı (olan) Sa'd b. Havledir" sözüdür. Hz. Sa'd b. Havle'nin başından geçen hadise
hakkında çeşitli rivayetler vardır.

İsa b. Dinar'ın rivayetine göre, Hz. Sa'd b. Havle Mekke'den Medine'ye hicret etmeden
Mekke'de vefat etmiştir. Bu rivayete itibar edilecek olursa Rasûl-ü Ekrem Efendimizin
ona acımasının sebebi sadece ölümünün Mekke'de olmasıdır. Buhârî'nin rivayetine
göre, Hz. Sa'd Medine'ye hicret edip Bedir Savaşma katıldıktan sonra tekrar Mekke'ye
dönüp orada vefat etmiştir.

İbn hişam ise; Hz. Sa'd'm, Medine'ye hicret edip Bedir savaşma ve daha başka
savaşlara katıldıktan sonra veda haccı sırasında Mekke'de vefat ettiğini söylüyor.
Bu rivayetlere itibar edilecek olursa, Rasûlü Ekrem'in ona acımasının Medine'ye hicret
ettikten sonra kendi arzusuyla Mekke'ye dönüp orada vefat etmesinden kaynaklandığı
ortaya çıkıyor. Tam manâsıyla sevap dâr-ı hicrette olduğundan hangi suretle olursa
olsun, küfür diyarında ölmesi onun sevabını azaltmıştır. Alimlerin ekserisine göre,
metnin sonunda bulunan "Mekke'de ölmesinden dolayı Rasülullah onun hakkında



£181

mersiye söyledi" sözü râvi Zührî'ye aittir.



Bazı Hükümler

1. Hasta ziyaret etmek müstehaptir.

2. Mal biriktirmek mubahtır.

3. Hadis-i şerif mirasçılarla vasiyet arasında örfe riayet gerektiğine delildir. Cumhur
ulema Hz. Sa'd'm "bütün malımı tasadduk edeyim mi?" sözü ile istidlal ederek
"Hastanın bağış ve sadakası, malının üçtebirinden verilir" demişlerdir. Hanefılerle,
İmam Mâlik, Leys, Evzâî, Sevrî, İmam Şafiî, İmam Ahmed, İshâk ve bilumum hadis
imamlarının görüşleri budur.

Zahirîlerde hastanın bağışı bütün malından çıkarılır. İbn Battal: "Eski âlimlerden buna
kail hiçbir kimse bilmiyoruz" diyor. Bu mevzuda Nevevî de şunları söylemiştir:
"Alimlerimiz ve diğer âlimler mirasçılar, zengin iseler teberruan malın üçtebirini
vasiyet etmeleri müstehab, fakirseler üçtebirden daha azını vasiyet müstehab olur,
demiştir. Şu asırlarda mi-rakçısı olan kimsenin vasiyyeti mirasçıların rızası olmaksızın
üçtebirden fazlasını geçemeyeceğinden âlimler ittifak etmişlerdir. Ama mirasçıların
rızasıyla bütün malını vasiyet edilebileceğinde de müttefiktirler.
Bizim mezhebimize ve cumhura göre, mirasçısı olmayan kimse de malının
üçtebirinden fazlasını vasiyyet edemez. Ebû Hanife ile arkadaşları: İshak ve bir
rivayette İmam Ahmed bunu caiz görmüşlerdir. Mezkur kavil Hz. Ali ile İbn
Mes'ud'dan rivayet olunmuştur.

4. İbadette bulunmak için ömür dilemek caizdir.

5. Bu hadis bir mu'cizedir.

6. Mirasçıyı zengin etmeye çalışmak, onu fakir bırakmaktan efdaldir.

"Kur'an-ı Kerim'de umumî olarak zikredilen vasiyyet bu hadisle tahsis edilmiştir.
Cumhurun kavli budur.

7. Hayır yollarla infak etmek müstehabtır.

8. Ameller niyetlere göredir, dolayısıyla kişi Allah'ın rızasını kazanmak için çoluk

£191

çocuğuna yaptığı masraftan da sevap kazanır.

3. Vasiyette (Haddi Aşarak Varislere) Zarar Vermenin Kötülüğü

2865... Ebû Hureyre'den demiştir ki: "Bir adam Peygamber (s.a.)'e gelerek):
Ey Allah'ın Resulü! Hangi sadaka daha faziletlidir? diye sordu. (Hz. Peygamber de):
Sen sıhhatli ve hırslı olup da (hayatta uzun yıllar) kalmayı arzu ettiğin fakir düşmekten
korktuğun halde, sadaka vermendir. Can(m) gırtlağa gel(me zamanı yaklaş)ıp da
"Falan kişiye şu kadar falan kişiye de şu kadar (vasiyyet ediyorum) deyinceye kadar
bekleme(mendir.) (Çünkü o zaman malın zaten mirasçısı olan) falancanın olmuştur."
1201

buyurdu.
Açıklama

İnsan sıhhati, gücü ve kuvveti yerinde olup, hayat ve ümit dolu olduğu yıllarda mala,



mülke karşı daha düşkün olduğundan hayatının bu döneminde Allah rızası için
malının bir kısmını tasadduk etmesi Onun itilasına sadakatma ve dolayısıyla sevabının
da o nisbette büyüklüğüne delâlet eder.

İnsan hayattan ümidini kestiği ya da ölüm döşeğine düştüğü zaman, dünya malına
karşı hırsı ve dolayısıyla cimriliği kalmadığı için hayatının bu döneminde vereceği
sadakaların sevabı da azdır.

İşte bu hadis-i şerifte bu gerçeklere İşaret edilerek insanın vereceği sadakayı ölüm
döşeğine düşünceye kadar bekletmenin doğru olmayacağı ifade edilmektedir. Çünkü
ölüm döşeğine düşen bir kimsenin malına mirasçıların hakkı tealluk etmiş olduğundan
malının tümü üzerinde yetkisi kalmamış, sadece üçtebiri üzerinde tasarruf etme hakkı
kalmıştır. Geriye kalan üçteikisi ise varislerin olmuştur.

tşte metinde geçen gSui âır iîj zaten o zaman senin malınfm bir kısmı) mirasçılarının
olmuştur." cümlesiyle bu gerçek ifade edilmek istenmiştir. Bu cümleden önce geçen
falancaya şu kadar falancaya da şu kadar" lafızları ise kendilerine vasiyyet yapılacak
kimselerle, vasiyyet edilecek maldan kinayedir.

Biraz önce de açıkladığımız gibi, ölüm döşeğine düşen bir kimsenin yapabileceği
vasiyyetin miktarı, mevcut mallarının üçtebirini geçemez. Bu nis-beti geçen miktarı
varisler yerine getirip getirmemekte muhtardırlar. İsterlerse geçerli kılarlar, isterlerse
ibtal ederler. Hattâbî'nin açıklamasına göre metinde geçen * 'zaten o zaman senin
malın mirasçılarının olmuştur" mealindeki sözler, vasiyette bulunmak isteyen bir
kimsenin varislerin hakkı olan miktarı, gözetip meşru olan vasiyette miktarını aşarak
varislere zarar vermekten kaçınmasının lüzumuna delalet etmektedirler.
Hafız İbn Hacer bu mevzuda şöyle diyor: "Selef-i salihinden bazıları zenginlerin
mallan hususunda iki defa Allah'a karşı geldiklerini söylemişlerdir:

1. Sağlıklarında cimrilik yapmakla,

2. Mala tümü üzerinde tasarrufta bulunmak hakkı ellerinden gittiği sırada meşru
sınırlan aşarak vasiyyette bulunmakla."

Netice olarak, sadakanın efdali insanın vücudu sıhhate ve mala ihtiyacı varken verdiği
sadakadır. Ölüm döşeğine düşen kimsenin vasiyette bulunmaktan başka yapabileceği
bir hayır yoktur. Bilindiği gibi o da sınırlıdır. Hele insanın yapacağı hayrı son nefesine
kadar bekletmesi ise son derece büyük bir gaflettir. Çünkü insanın son nefesinde
yapacağı tasarrufların hiçbiri geçerli değildir.

Nitekim sarihler metinde geçen "can gırtlağa geldiği zaman" mealindeki cümleyi
"canın gırtlağa gelme zamanı yaklaştığında" şeklinde te'vil etmişlerdir. Biz de

121]

tercümede parantez içerisinde ilâve ettiğimiz kelimelerle bu manaya işaret ettik.

2866... Ebû Said el Hudrî (r.a.)'den demiştir ki: Rasûlullah (s. a.):
"Bir kimsenin sağlığında bir dirhem tasadduk etmesi, ölürken yüz dirhem tasadduk

[22]

etmesinden daha hayırlıdır" buyurmuştur.
Açıklama

Bir önceki hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi, insanın sıh-hati yerinde iken mala,

123]

mülke, ihtiyacı ve rağbeti daha fazla olduğu gibi "şeytan sizi fakirlikle korkutur..."



âyet-i kerimesinde açıklandığı üzere sadaka vermenin fakirliğe düşüreceğine dair,
şeytanın vereceği vesveselere daha çok maruz ve müsaittir. Ölüm döşeğine düşen bir
kimse dünyadan beklediği bir şey kalmadığından, ümit ve hayat dolu kimselere nis-
betle, nefsin telkinleriyle şeytanın vesveselerine karşı daha emin ve kuvvetlidir. Bu
bakımdan sıhhat yerinde iken sadaka vermek, ölüm döşeğinde sadaka vermekten yüz
derece daha zor ve yüz derece daha faziletlidir.

Ayrıca ölüm döşeğinde verilecek sadaka, vasiyyet hükmündedir. Bu halde iken sadaka
vermek isteyen kimselerin, mallarının üçte birinden fazlasını tasadduk etmekten ve
dolayısıyla varislerin hakkına tecavüz ederek onları zarara uğratmaktan sakınmaları
gerekir.

Sadece vârisleri zarara sokmak için vasiyyette bulunmak miktarı, mevcut malın
üçtebirinden az bile olsa caiz değildir.

Bu hadisle bir önceki hadisin bab başlığı ile ilgisini de burası teşkil etmektedir.
Her ne kadar el-Münzirî bu hadisin senedinde kendisine itimad edilemeyen Şürahbil b.
Sad el-Ensarî el-Hatmî bulunduğunu söylemişse de îbn Hibban Sahih'inde bu hadisi
rivayet ederek onun sahih olduğunu açıklamış ve İbn Hacer de kendisini tasdik

[241

etmiştir.

2867... Ebû Hureyre Rasûlullah (s.a.)'in:

"Şübhesîz ki erkek ve kadın altmış sene Allah'a itaatle çalışıp, çabalamalardan sonra,
kendilerine ölüm (vakti) gelip çatar. Bunun üzerine (mallarından bir çoğunu vasiyet
ederler. Yapmış oldukları bu) vasiyette (varislerine) zarar verirler de, ateşi hakketmiş
olurlar" dediğini söyledi ve "... bu hükümler, ölenin yapacağı vasiyyetten ya da bor-
125] ^ [261

cundan sonradır." (mealindeki âyet) ten "işte büyük kurtuluş budur"
(mealindeki âyet)e kadar okudu.

[271

[Ebû Dâvûd der ki (senette geçen) el Esas b. Câbir, Nasr b. Ali'nin dedesidir.]
Açıklama

İbn el-Melik'e göre, altmış yıl Allah'a itaat ettikten sonra yap-tıkları vasiyet yüzünden
cehenneme girmeye müstahak olan kadın ve erkeklerden maksat, vasiyyet hakkındaki
dini ölçüleri bir tarafa atarak vârislerin tümüne zarar vermek maksadıyla malının
üçtebirinden fazlasını mirasçıların dışındaki kimselere vasiyyet eden kadın ve
erkeklerdir. Yahutta mirasçıların bir kısmını mirastan mahrum etmek maksadıyla
malının tümünü diğer mirasçılara hibe eden kadın ve erkeklerdir.
Bazılarına göre, burada vasiyyetleri sebebiyle cehennemlik olan kadın ve erkeklerden
maksat; liyakatli olmayanlara mal verilmesini vasiyyet eden kadınlar ve erkekler
olabileceği gibi, haklı olarak yaptığı bir vasiyyetinden cayarak ikinci bir vasiyette
bulunan, ya da vasiyyetinin bir kısmını ibtal eden kadınlarla erkekler de olabilir.
Kişinin cehenneme girmeyi hakketmesi başkadır, cehenneme girmesi yine başkadır.
Kişinin cehennemlik olması onun mutlak cehenneme girmesini gerektirmez. Çünkü

[281

Allah'ın affının imdada yetişip de cehenneme girmekten kurtulması mümkündür.
Metinde geçen "altmış sene" sözüyle gerçekten "altmış yıllık bir ömür, kastedilmiş



değil çokluk kastedilmiştir. Bu bakımdan söz konusu kelime burada uzun yıllar
anlamında kullanılmıştır.

Nitekim İbn Mâce'nin Sünen'inde bu kelime yerine geçen yetmiş sene kaydı da yine
uzun yıllar anlamında kullanılmıştır.

Avnü'l Mâbûd yazarının ifade ettiği gibi konumuzu alakadar eden bu hadis-i şerif,
vasiyyet ederken dini ölçülere uymayan kimseler hakkında büyük bir tehdidi ihtiva
[291

etmektedir.

4. Vasiyy etlerde Vasilik Görevi Alanın Hükmü
2868... Ebû Zer'den demiştir ki:

Rasûlullah (s. a.) (bana hitaben şöyle) buyurdu: "Ey Ebû Zer! Gerçekten ben seni zaif
görüyorum ve kendim için arzu ettiğim şeyi senin için de arzu ediyorum. Binaenaleyh
iki kişi üzerine (bile olsa) başkan olma ve yetim malına veli olma" buyurdu. Ebû

İM

Dâvûd der ki bu hadisi sadece Mısır halkı rivayet etmiştir.
Açıklama

Fahr-i Kâinat Efendimiz kendisi bütün müslümanlann hâki-mi, bütün valilerin başkanı
ve devlet reisi olduğu halde, Hz. Ebu Zer'e "emir olma", "yetim malına veli olma"
diye nasihatta bulunması izaha muhtaç bir meseledir. Şeyh İzzüddin b. Abdisselâm bu
mevzuda şöyle diyor: "Râsulû Zişan Efendimiz, kendisi bütün müslümanlarm hâkimi
ve tüm müslüman valilerin seyyidİ olduğu halde - ben kendim için arzu ettiğimi senin
için de arzu ediyorum. Bu bakımdan emir olmanı ve yetim malına veli tayin edilmeni
arzu etmiyorum. Bu görevlerin dışında kalmanı istiyorum- diye nasihatta
bulunmasında izahı müşkil görülen iki husus vardır:

1. Devlet reisliği çok faziletlidir.

2. Aslına bakılırsa Hz. Peygamber reislikten ve velilikten uzak durmamış, bilakis
velayetin en büyüklerini üzerine almıştır. Yani kendisi için reisliği ve veliliği arzu
etmiştir. Durum böyle olunca Hz. Ebû Zer'in de bu gibi görevleri üstlenmesini arzu
etmesi gerekirdi.

Bunun sevabı şudur: "Hz. Peygamber Hz. Ebû Zer'e yaptığı bu nasihatte "Eğer ben de
senin gibi zayıf olsaydım, bu gibi vazifeleri yüklenmekten kaçınırdım. Sen zayıf
olduğun için bu görevlerden kaçınmanı arzu ediyorum" demek istemiştir. Çünkü
"Beni ülkenizin hazineleri üstüne (me'mur) koy. Ben onları iyi korur (yönetmesini) iyi

im

bilirim." âyet-i kerimesinde açıklandığı üzere bir yönetici için iki şartın bulunması
gerekir.

a. Üzerine aldığı görevin inceliklerini hakkıyla bilmek.

b. Bu görevi yürütürken idaresi altında bulunan müesseseye ya da kişilere faydalı olup
onları gelecek zararlardan koruyabilecek güçte olmak.

işte bu şartları taşımayan kimselerin velilik, vasilik emirlik gibi görevleri üslenmeleri
haramdır. Bu şartları taşıyarak sözü geçen görevleri üslenip de onları hakkıyla yerine
getiren kimseler için âhirette çok yüksek dereceler vardır.
Nitekim Rasûlü Zişan Efendimiz:



"Valilik bir emanettir, gerçekten kıyamet gününde o kepazeliktir ve pişmanlıktır.

[321 '

Yalnız onu hakkıyla alarak o hususta üzerine düşeni yapan müstesna" buyurmakla
ehliyetsiz olarak velilik, valilik, emirlik gibi vazifeleri yüklenen kimselerin kötü
akıbetini haber verdiği gibi "yedi kişi vardır ki Allah onları (arşının) gölgesinde

[33]

barındıracaktır. (Bunlardan birincisi) adâletli imam" buyurmakla yetenekli ve

adaletli yöneticilerin ahiret günündeki derecelerinin yüksekliğine işaret etmiştir.

Bu bakımdan gerekli şartları taşıyan yöneticilerin bulunmaması halinde bu şartlan haiz

[341

olan kişilerin yöneticiliği kabul etmeleri üzerlerine vâcib olur.

5. Ana, Baba Ve Yakınlar İçin Vasiyvet Edilmesini Emreden Âyetin
Neshedilmesi

2869... İbn Abbas'dan (rivayet olunduğuna göre İslâmiyetin ilk yıllarında) vasiyyet
"Eğer bir hayır (mal) bırakacaksa anaya, babaya, yakınlara ve uygun biçimde vasiyyet
[351

etmek..." (âyetinin emrine uygun bir) şekilde yapılır idi. Nihayet miras âyetiyle
[361

neshedildi.
Açıklama

Nisa sûresinin mirasla ilgili 11-13 numaralı âyetleri gelmezden önce, kişinin bıraktığı
maldan anne, baba ve akrabasına bir pay verilmesini vasiyvet etmesi bu âyetle farz
kılınmış idi. Fakat Nisa süresindeki miras âyetiyle anne babanın ve akrabanın mirastan
alacakları hisseler belirtildiğinden, Hz. Peygamber "Allah her hak sahibine hakkını

[371

vermiştir. Artık vârise vasiyyet olmaz." buyurarak bu âyetin akrabaya vasiyyet
hükmünü neshetmiş, yani yürürlükten kaldırmıştır. Bazı bilginlere göre; aslında miras
âyetinin inmesiyle yakın akrabaya vasiyyet hükmü neshedilmiş ise de mirastan payı
olmayan uzak akrabaya vasiyyet hükmü farz olarak baki kalmıştır.
Mesela erkek evladı, ana ve babası bulunduğu zaman, ölünün kız kardeşine miras
düşmez. "Amcaları bulunan çocuğa, dedesinden miras kalmaz. Babası yahut erkek
evladı bulunan kimsenin, amcasına, halasına, dayısına, teyzesine miras düşmez, işte
bu gibi kimseleri zaruretten kurtarmak için bunlara bir miktar malı vasiyyet etmek bu
âyetle emredilmektedir. hadislerle vasiyyet mecburiyeti kaldırılmıştır. Ancak vasiyyet
caizdir. Kişi miras düşmeyen akrabasına vasiyyet edebileceği gibi başkalarına da
[381

vasiyyet edebilir.

6. Varise Vasiyyet Etmenin Hükmü

2870... Şurahbil b. Müslim'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a)'i:

"Şüphesiz ki Allah her hak sahibine hakkını vermiştir. Hiçbir varise vasiyet edilemez."



1391

derken işittim.



Açıklama

Metinde geçen "Allah her hak sahibine hakkını vermiştir, cümlesiyle kast edilen,
varislerin mirastan alacakları payın miktarım açıklayan Nisa sûresinin 11-13.
âyetleridir.

Yüce Allah bu âyetlerde, mirasçıların mirastaki paylarını açıkladığı gibi, yine bu
âyetle, ölüm döşeğinde bulunan bir kimsenin başta anne ve babası olmak üzere yakın
akrabalarına malının bir kısmını vasiyyet etmesini farz kılan Bakara suresinin 180.
âyetini yürürlükten kaldırdı.

Ancak âlimlerden bazıları, "miras âyetlerinin inmesiyle ebeveyne ve yakın akrabaya
vasiyyeti farz kılan Bakara suresinin 180. âyetinin yürürlükten kalkmış olması
gerekmez. Çünkü bir kimsenin malının bir kısmını vasiyyet edip, kalan kısmını da
miras âyetlerinde belirtilen ölçüler içerisinde taksim edilmek üzere varislere bırakması
mümkündür" diyerek miras âyetlerinin vasiyyet âyetini neshetmediğini iddia
etmişlerdir.

Hanefi âlimleri, müslümanlar arasındaki yaygınlığı ve gördüğü kabul sebebiyle tevatür
derecesine ulaşan ve mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerife sarılarak "miras
âyetlerinin Bakara sûresinin 180. âyetini nesh ettiğini, dolayısıyle bir kimsenin
ebeveyniyle diğer yakın akrabalarına malının bir kısmını vasiyyet etmesinin üzerine
vacib olmadığını" söylemişlerdir. Ömer Na-suhi Bilmen efendi, Hanefi âlimlerinin bu
mevzudaki görüşlerini şöyle açıklıyor: "Müslümanlığın başlangıcında varis olacak ana
ile babaya ve sair yakınlara vasiyyet edilmesi, bir vecibe iken bu husustaki hükm-i
şer'î bilahere miras âyetleriyle ve mütevatirül âmel olan bir hadL-i şerif ile hikmet için
nesh edilmiştir. Filhakika varisler, zaten muayyen hisselerini alacakları için ken-
dilerine ayrıca vasiyyete hacet kalmamıştır. Gerek varisler arasında ve gerek varisler
ile müverrisleri arasında bir muhabbet ve sevginin, bir bağlılığın devamı pek istenen
bir şeydir. Bunlardan bazılarım bittercih vasiyyette bulunmak ise diğerlerinin
kalplerini kırar, aralarında bir düşmanlığın uyanmasına sebebiyet vererek akraba
bağlarının çözülmesine vesile olabilir. Binaenaleyh böyle bir hale sebebiyet verilmesi
doğru olamaz.

Şu kadar var ki, herhangi bir maslahat mülahazasıyla varislerden bazılarına yapılan bir
vasiyyeXe diğer varisler, icazet verirlerse kendi rızalarıyla haklarını düşürmüş

[4pJ

olacakları cihetle bu paylaşmanın cevazına bir engel kalmamıştır.
İmam Şafiî'ye göre; miras âyetlerinin Bakara suresinin 180. âyetini nes-hetmiş olması
ihtimali bulunduğu gibi, miras âyetleriyle vasiyet âyetinin ikisinin birden yürürlükte
kalmış olması ihtimali de vardır. Fakat mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerif, her iki
hükmün birlikte yürürlükte kalması ihtimalinin ortadan kaldırıp ebeveyne ve diğer
yakın akrabaya vasiyyet etmeyi farz kılan vasiyyet âyetinin miras âyetleriyle
neshedildiğini açıkça ifade etmiştir.

Hattâbî'nin açıklamasına göre; "Alimlerin pek çoğu miras âyetlerinin vasiyyet âyetini
neshetmesindeki maksadın kendilerine vasiyyet edilmediği için vasiyyetten
yararlanamamış olan diğer akrabaların hukukunu korumak olduğunu, durum böyle
olunca da diğer mirasçıların kabul etmesi halinde herhangi bir mirasçıya vasiyyette



bulunmakta bir sakınca bulunmadığını söylemişler. Bunu mirasçıların kabul etmesi
halinde, malın üçtebirinden fazlasını vasiyyet etmenin caiz oluşuna hamletmişlerdir.
Alimlerden bazıları da mirasçılardan bazılarına yapılan vasiyyet diğer mirasçılarca
kabul edilse bile yine de geçersizdir, demişlerdir.

Hattâbî'nin açıklamış olduğu son görüş, Zahirîlerin görüşüdür. Bezi yazarı âlimlerin
bu mevzudaki görüşlerini şöyle özetliyor:

"Alimlerin miras âyeti geldikten sonra vasiyyet âyetinin hükmünün geçerliliği
hakkındaki görüşleri ikiye ayrılır:

a. Vasiyyet âyetinin hükmü, varis olmayanlar için geçerlidir. Fakat varisleri hakkında
geçersizdir. İbn Abbas ile Hasan-i Basri ve Mesrûk bu görüştedirler. Bunlara göre; bir
kimsenin varis olmayan akrabasına malının bir kısmını vasiyyet etmesi üzerine
farzdır.

b. Varisler hakkında da varis olmayanlar hakkında da geçersizdir. Müfessirlerin
ekserisi ile fıkıh âlimlerinin ekserisi bu görüştedirler. Bu görüşte olan âlimlere göre,

1411

bir kimsenin herhangi bir kimse için vasiyyette bulunması üzerine farz değildir.
7- İnsanın Kendi Yiyeceğini Yetimin Yiyeceğiyle Karıştırması
2871... İbn Abbas'tan demiştir ki:

"Yetimin malına yaklaşmayınız; yalnız ergenlik çağma erişin-ceye kadar (onun

£421

malına) en güzel biçimde yaklaşabilirsiniz." (âyet-i kerimesi) ile "zulüm ile

[43]

öksüzlerin mallarını yiyenler, karınlarına sadece ateş doldurmaktadırlar..." âyeti
inince yanında yetim bulunanlar hemen Hz. Peygamber'in meclisinden) ayrılıp o
yetimin yemeğini kendi yemeklerinden, içeceğini de kendi içeceklerinden ayırdılar.
(Bu sefer de yetimin sofrasmdaki) yemeğinden (biraz yemek) artmaya başladı. (Bu
artıkları da) biriktiriyorlardı. Sonra yetim o yemeği yiyor ya da (bu yemek)
bozuluyordu. Bu ise onlara ağır gelmeye başladı. Bu durumu Rasûlullah (s.a.)'e arz
ettiler. Bunun üzerine Aziz ve Celil olan Allah "... ve sana öksüzlerden soruyorlar. De
ki: Onları(n durumlarını) düzeltmek hayırlıdır. Eğer onlara karışır (onlarla bir arada

[441

yaşardanız, sizin kardeşlerinizdir..." âyet-i kerimesini indirdi. Bunun üzerine
yetimlerin yiyeceklerini kendi yiyecekleriyle, içeceklerini de kendi içecekleriyle

1451

karıştırdılar.
Açıklama

"(Velîlerden) kim zengin ise (yetimin malını yemeye tenez-v zül etmesin) kaçınsın.
Kim de fakir ise o halde (malın muhafazası için gösterdiği çabaya ve ihtiyacına)

1461

uygun şekilde yesin." âyet-i kerimesinin zahiri; fakir olan vasinin israf etmeksizin,
bakım karşılığı olarak yetimin malından bir miktarım yiyebileceğine delalet eder.
Şayet vasî zengin ise, Allah'ın kendisine verdiğine kanâat ederek yetimin malından
sakınması farzdır. Alimler, ihtiyacı olduğu takdirde vasinin, yetimin malından ihtiyacı



kadar almasının caiz olduğuna hükmetmişlerdir. Yalnız, yetimin malından yiyen fakir
vasi, sonradan zengin olursa, daha önce aldığı malı geri verip vermeyeceği hususunda
ihtilaf edilmiştir. Bazı âlimlere göre, sonradan zengin olan vasi, fakir iken aldığ malı
ödemez. Zira Allah ona maruf bir şekilde yemeyi mubah kılmıştır. Onun aldığı, yediği
mal, bir bakıma çocuğun bakım ücreti sayılır. Bu görüş, İmam Hanbel (r.a.)'den
rivayet edilmiştir.

Diğer bazı âlimlere göre; sonradan zengin olan vasinin, yetimin malından fakir iken
aldığını aynıyla iade etmesi farzdır. Zira Hz. Ömer, halifeliği sırasında, "Ben şu anda,
mal hususunda yetimlerin vasileri gibiyim. Zengin olursam hazineden yemekten
kaçınırım. Fakir olursam ihtiyacım kadar hazineden alırım. Sonradan zengin olduğum
takdirde de daha önce aldıklarımın tamamını aynen öderim" buyurmuştur. İşte Hz.
Ömer'in bu veciz ifadesinden açık biçimde anlaşılıyor ki, yetim çocukların vasisi
zengin ise, yetimin malından kaçınmalıdır. Fakir ise, ihtiyacı kadar yemeli, sonradan
zengin olduğu takdirde de yediği kadarını aynen ödemelidir.

Cessâs'm rivayetine göre Hanefi âlimleri, vasinin, ister zengin ister fakir olsun,
yetimin malından yiyemiyeceği, hatta borç bile alamıyacağı görüşündedirler. Çünkü

1421

Allahü Teâlâ, "Yetimlerin mallarını verin..." "Yetimlerin mallarını haksız olarak
yiyenler, karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar. Onlar çılgın bir ateşe
[481

gireceklerdir." "... yetimlere karşı adaleti ayakta tutmanız (onlara iyi bakmanız)
hususunda (işte) kitapta okunup duran (ayet)le-ri... Hayırdan daha ne yaparsanız

[491

şüphesiz Allah onu da hakkıyla bilicidir." ve "Aranızda (birbirinizin) mallarınızı

mm

haksız sebeplerle yemeyin..." buyurmaktadır. Bu âyetler, muhkem âyetlerdendir.
Vasinin elinde bulunan yetim malından ihtiyacı olsa bile hiçbir surette
kullanamıyacağma delalet etmektedir.

Yine Hanefî âlimlerine göre: "Kim zengin ise kaçınsın; kim de fakir ise o halde örfe

[511

göre yesin." âyeti müteşâbih âyetlerdendir. İhtimâli manalar taşıdığından
hükmünün muhkem âyetlere hamledilmesi icabeder.

İbn Abbas (r.a.)'dan da şöyle bir rivayet yapılmıştır: "Kim de fakir ise o halde örfe
göre yesin." âyeti, "Gerçek, yetimlerin mallarını haksız (ve haram) olarak yiyenler
karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar. Onlar çılgın bir ateşe gireceklerdir." âyetiyle
neshedilmiştir." Ibn Abbas (r.a.)'m bu görüşü de Hanefi âlimlerinin görüşünü teyid
etmektedir.

Taberî, fakir vasinin, yetimin malından borç olarak alabileceği yolundaki görüşü tercih
etmiştir. Şöyle demektedir: "Bu husustaki görüşlerin doğrusu, "Kim de fakir ise o
halde örfe göre yesin." âyetinde de beyan olunduğu gibi, vasinin, zaruret halinde veya
ihtiyacı olduğunda sonradan ödemek üzere yetimin malından alabileceği yolundaki

£521

görüşüdür. Ödemek kaydıyla yemesi caiz değildir." Gerçekten Taberî*nin görüşü
£531

tercihe şayandır.



8- Yetimin Velisinin Yetim Maundan Alması Caiz Olan Miktar



2872... Amr b. Şuayb'in dedesinden rivayet olunduğuna göre; Bir adam Peygamber
(s.a)'e gelerek:

"Ben fakirim, benim hiç birşeyim yok, aneak (zengin) bir yetimim var." (onun
malından yiyebilir miyim?) dedi. (Hz. Peygamber (s. a) de :

"İsraf etmeyerek (buluğ çağma girmeden fırsatı ganimet bilerek harcayıp yararlanmak
gibi bir gaye taşımayarak harcamada) acele etmeyerek ve (onun malının ticaretini sana

[541

ait bir) sermaye edinme) ek yetimin malından yiyebilirsin." buyurdu.
Açıklama

Yetimin malını koruyup işletmesine ve yetimin çeşitli hizmetlerinde bulunmasına
karşılık, bir ücret olmak üzere, velînin,yetimin malmdan makbul bir ölçü içerisinde
ihtiyacını giderecek kadar yiyebileceğini ifade eden bu hadis-i şerif, Hz. Ibn Abbas
(r.a.) ile Ahmed b. Hanbel'in delilidir. Bu iki ilim adamına göre, vasi ya da veli,
yetime hizmet etmesine yahut da malını korumasına karşılık, onun malından makul
ölçüler içerisinde yiyebilir.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte, bir velinin ya da vasinin, yetimin malından
yemesinin caiz olabilmesi için şu üç şartın bulunması gerekir:

1. Alman malın miktarı, ihtiyaç miktarım geçmeyecek; bir başka ifadeyle israf
derecesine varmayacak.

2. Yetimin malı sermaye yapılarak kar temin edip, yetim buluğ çağma erince
sermayesini verip, ticaretine ise sahiplenme yoluna gidilmeyecek.

3. Yetim buluğ çağma ermeden, fırsatı ganimet bilerek menfaatlenme yoluna
gidilmeyecek.

Hadis-i şerifte zikredilen bu üçüncü maddede "... Büyüyecekler diye mallarını israfla

[55]

acele yemeyiniz. Zengin olan çekinsin, yoksul olan da m a Yuf veçhile yesin..."
âyet-i kerimesine işaret vardır. Tefsir âlimleri bu âyet-i kerimede geçen "ma'ruf
veçhile** kelimesinin tefsirinde ve buna bağlı olarak âyetten çıkartılan hüküm
konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. Bu görüşleri şu şekilde özetlemek mümkündür.
"Hz. Ömer, îbn Abbas, İbn Cübeyr, Ebü'l Aliye, Ubeyde es-Selmâni, Ebû Vâil,
Mücâhid ve Mukâtü'e göre; fakir veli veya vasi, zarurî ihtiyaç duyduğu miktarı ödünç
olarak yetimin malından alır. Ödünç aldığı miktarı, ödeme gücüne kavuşunca
ödemesinin gerekli olup olmadığı yolunda, bunlar arasında da ihtilâf vardır. Mücâhid,
Saîd b. Cübeyr: Veli ya da vasi, yetimin malından kendi ihtiyacına harcadığı miktar,
bir ödünç mâhiyetinde olduğu için ödeme imkânını bulunca ödemesi gereklidir.
Ayette geçen "Maruf kelimesi ödünce manasınadır, demişlerdir. Ömer (r.a.)'m kavli
de bu merkezdedir. Diğer arkadaşları: Sonradan ödenmesi gerekmez. Veli veya
vasinin yediği miktar, onun bir ücreti mahiyetindedir, demişlerdir, el-Hasan, Şa'bi,
Nahaî ve Katâde böyle hükmedenlerdendir. Şa'bî: Veli veya vasi çok zor durumda
kalmadıkça, yetimin malından hiç bir şey yiyemez. Ama açlıktan murdar hayvan etini
yemeye mecbur kalacağı derecede bir zaruret doğarsa, o zaman yetimin malından
tehlikeyi giderecek miktarda yiyebilir, demiştir.

Ayette geçen "Maruf bîr vecihle yemek" ifadesinin yorumlanması meselesine gelince;
âlimler bu hususta Özetle şu görüşleri ve yorumlan beyan etmişlerdir.



Atâ ve ikrime'ye göre; açlığı giderecek kadar yiyebilir. Avret yerlerini örtecek kadar
giyebilir. el-Hasan da: Yetimin hurmalığmdaki hurmalardan yiyebilir, sağım
hayvanların sütünden içebilir. Fakat yetimin altınından, gümüşünden hiç bir şey
alamaz. Bir şey alırsa derhal iade etmesi gereklidir. Aişe (r.anh) ve ilim ehlinden bir
cemaata göre; "Maruf tan maksad; veli veya vasinin gördüğü hizmet, bakım ve

£561

çalışması nisbetinde bir ücret alabilir.

Bir önceki hadisin şerhinde açıkladığımız gibi, Hanefi alimleri, vasinin, ister zengin,
ister fakir olsun, yetimin malından yiyemiyeceği, hatta borç bile alamıyacağı

görüşündedirler.

9- Yetimlik Ne Zaman Sona Erer

2873... Ali b. EbîTalib'(in şöyle) dedi(ği rivayet olunmuştur.) Rasûlullah (s.a.)'in şu
sözü hatırımdadır:

" Erginlik çağma geldikten sonra yetimlik yoktur. Gece-gündüz susmak da

" [58]
yoktur."

Açıklama

Babasını kaybetmiş bir çocuk yetim sayıldığından, ergenlik çağma gelinceye kadar
malı üzerinde alış-veriş gibi tasarruflarda bulunma yetki ve selâhiyyetine sahip
olmadığı gibi, evlenmek, boşanmak gibi medeni tasarruflarda bulunma salahiyetine de
sahip değildir.

Yetimin kendi malı ve davranışları üzerindeki tasarruflarında bulunan bu kısıtlama,

onun ergenlik çağma girmesine kadar devam eder. Ergenlik çağma girdikten sonra,

artık yetimlikten dolayı tasarruflarında bulunan kısıtlılık hali sona erer. Dolayısıyle

alış verişte, evlenme ve boşanmalarda tam bir tasarruf yetkisine sahip olur.

Fakat bu yetim, ergenlik çağma girdiği halde akıl noksanlığı sebebiyle reşid olamazsa

onun tasarrufları üzerinde bulunan kısıtlılık hali yine devam eder.

Çünkü Cenâb-ı Hak şu âyet-i kerimelerde bunu emretmektedir:

1591

a. "Allah'ın sizi başına diktiği mallarınızı sefihlere (beyinsizlere) vermeyin!"

b. "... Eğer borçlu olan kimse, aklı ermez ya da zayıf durumda ise ya da kendi

[60]

yazdıramayacak durumda ise velisi onu adaletle yazdırsın"

Görülüyor ki, burada mallarında tasarruf etme salahiyyeti ellerinden alınıp vasilerine
verilen iki sınıf insandan bahsedilmektedir:

1. Ergenlik çağma gelmemiş olanlar.

2. Sefihler (beyinsizler)

Bunlara ilaveten malını israf edip kötüye kullanan kimselerin mallarına da el
konabilir. İflâs ederek malları borçlarını ödeyemez duruma düşüp alacaklıların
kendisini kadıya şikayet ettiği kişi buna misâldir. Bu durumda kadı o kimsenin
mallarına el koyar.

Fıkıh âlimleri, çocuğun malının bulûğ çağma erinceye ve ticarete ve malını



kullanmaya aklı yetinceye kadar, kendisine verilmemesi gerektiği hususunda ittifak
etmişlerdir. Çünkü Allah "yetimleri nikâh çağma erdikleri zamana kadar (gözetip)
deneyin. O vakit kendilerinde bir akıl ve salâh gördünüz mü mallarını kendilerine
[611

teslim edin...." âyetinde bunu beyan etmektedir. Çocuğun malının teslimi sırasında
şu iki şartın bulunmasını da gerekli kılmaktadır.

1. Çocuğun bulûğa ermesi.

2. Rüşd (malı güzel bir şekilde tasarruf edebilme yeteneği) İmâm Şafiî'ye göre; üçüncü
bir şart daha vardır ki, bu da dindar olmasıdır. İmâm Şafiî fâsık bir kişinin servetine
tevbe edinceye kadar haciz konur görüşündedir. Yalnız emsal kadar yiyecek içecek ve
elbise verilir. Tevbe edip halini düzelttiği zaman, malı kendisine teslim edilir.

îmâm Şafiî âyette geçen "rüşd" kelimesine "sağlam akıl ve sağlam din" manası verdiği
için, bu üçüncü şartı da gerekli görmüştür.

Rüşd kelimesine "mâlı güzel bir şekilde tasarruf etme yeteneği" manası veren İmam
Ebû Hanîfe'ye göre; ilk iki şart yeterlidir. Üçüncü şarta gerek yoktur.
Cumhuri ulemaya göre; yaşlı kimselerin mallarına da çocuklar gibi iyi kullanmadıkları
ve israf ettikleri takdirde haciz konabilir.

İmâm Ebû Hanife'ye göre; bir kimse yirmibeş yaşma girdikten sonra, malını
kullanmaya aklı ersin veya ermesin malı kendisine teslim edilir.

İnsanlar, ergenlik çağma genellikle ihtilâm olarak girdiklerinden metinde geçen
ihtilâm = rüya görme ta'biri ergenlik çağma girme anlammda kullanılmıştır.
Bu hadis-i şerifte yetimlik konusuyla beraber işlenen diğer bir konu da, ibadet
maksadıyla gündüzün akşama kadar aralıksız susmanın caiz olmadığı konusudur.
Câhiliyye döneminde ibadet niyetiyle günlerce susarlardı. Özellikle ittikâflarda buna
çok önem verirlerdi. Fakat İslamiyet bu şekilde yapılan ibâdetlerin meşru ve muteber
olmadığını bildirerek bu kötü adeti kökünden yıkmıştır.

Münzirî'nin açıklamasına göre; "Bu hadisin senedinde Buhari'nin ve İbn Hıbban'm,
cerh ettikleri Yahya b. Muhammed el-Medenî vardır. Ukay-li, bu hadisi rivayet
ettikten sonra "Yahya*ya uyarak onun şeyhinden bu hadisi rivayet etmek doğru
[621

olmaz" demiştir.

10- Yetim Malı Yeme Hususunda Gelen Şiddetli Yasaklar

2874... Ebû Hüreyre'den demiştir ki: Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem:
" Helak edici olan yedi şeyden çekininiz!" buyurmuş da (kendisine)!
"Ey Allah'ın Rasûlü onlar nedir?" diye sorulmuş (Hz. Peygamber de):
Allah'a şirk koşmak, sihir yapmak, haklı bîr sebep olmaksızın Allah'ın haram kıldığı
bir cana kıymak, faiz yemek, yetim malı yemek, düşmana hücum gününde kaçmak,
zinadan uzak hiç bir şeyden haberi olmayan müslüman kadınlara zina iftirasında

£631

bulunmak' cevabım vermiş.

[641

Ebû Dâvûd der ki: Eb'ul Gays Ibn'üt-Mutî'in azatlı kölesi olan Salim' dir.



Açıklama



Ulema-i Kiram, büyük günahların muayyen bir adedle mahsur olarak ifâde
edilmeyeceğini söylemişlerdir. İbn Abbas (r.a.) hazretlerine:
Büyük günahlar dokuz mudur? diye sorulduğu zaman:

"Onlar yetmişe yakındır." bir rivayette de "yediyüze daha yakındır." dediği rivayet
olunmuştur. Yine İbn Abbas (r.a.)'ya göre Allah'ın yasaklarının tümü büyük günahtır.
Bazılarına göre; Allah'ın cehennem ateşiyle tehdid ettiği günahlarla, işlenmesinden
dolayı dünyada had cezası gereken günahların hepsi büyük günahtır. Üzerinde ısrar
edilen küçük günahlar da büyük günaha dönüşür.

Hz. İbn Mes'ûd ile ulemadan bir cemaata göre; Kur'ân-ı Kerim'de Nisa sûresinin
başından "Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük

165]

günahlarınızı örteriz. Ve sizi ağırlanacağınız bir yere sokarız." âyetine kadar
açıklanmış olan günahların tümü büyük günahlardır.

Bezi yazarının da ifâde ettiği gibi; bu mevzuda en güzel tarifin, Kurtu-bi'nin şu ta'rifi
olduğu söylenir: "Kitap ve sünnette kendisine zenb - günah ismi verilen, yahutta
büyük olduğuna dair icma bulunan, ya da işleyenler için ahirette şiddetli azab tehdidi
bulunan, dünyada ise had lazım gelen, ya da işleyenin Allah'ın şiddetli intikamına
hedef olduğu günahlara, büyük günahlar" denir.

İbn Ata, Hikem: isimli eserinde "Allah'ın fazlı yetişince büyük günah diye bir şey
olmadığı gibi, Allah adaletle hükmedince de küçük günah diye bir şey yoktur.
Günahların hepsi büyüktür" diyor.
Halimî'de, el-Minhâc isimli eserinde şöyle diyor:

"Günahlar büyük ve küçük günahlar olmak üzere ikiye ayrılır. Bazan küçük günahlar,
bazı sebepler dolayısıyle büyük günaha, büyük günahlar da daha büyüğe dönüşür.
Ancak küfür bunlardan hâriçtir. Çünkü küfür bütün günahların üstünde olduğu için
onun küçüğü olmaz. Bir başka ifadeyle küfrün her çeşidi en büyük günahlardan daha
büyüktür.

Bununla beraber günahlar çirkinlikleri itibariyle iki kısma ayrılır. Mesela bir kimseyi
haksız yere öldürmek büyük günahtır. Bir kimsenin babasını veya dedelerinden birini
yahutta evladından birini veya diğer akrabalarından birini öldürmesi, yahutta herhangi
bir kimseyi haksız olarak harem-i şerifte öldürmesi ise çok daha büyük ve çirkin bir
günahtır.

Zina büyük bir günahtır. Fakat komşusunun karısıyla zina etmek, yahut bir kadınla
Ramazan-ı Şerifte veya harem-i şerifte, zina etmekse çok daha büyük ve çirkin bir
günahtır.

Şarab içmek büyük bir günahtır. Fakat Ramazanda gündüzün içilecek olursa veya
harem-i şerifte içilecek olursa, yahud herhangi bir zamanda veya mekanda açıktan
içilecek olursa, o zaman bunun günahı çok daha büyük ve çirkin olur.
Yabancı bir kadının avret mahalline dokunmak küçük günahtır. Fakat bu kadın insanın
kendi babasının veya arkadaşının ya da oğlunun karısı olursa, yahutta akrabasından bir
kadınsa o zaman büyük günah olur.

Had vurulması için gerekli olan nisab miktarından az bir malı çalmak küçük günahtır.
Fakat bu malın sahibinin başka bir malı bulunmayıp ta bu mal'm çalınmasıyla bir
sıkıntıya düşmüşse o zaman bu hırsızlığın günahı büyük günah olur"
Büyük günahlar, bu kadar çok iken mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte, onların
sayısının yedi olduğundan bahsedilmesi, sözü geçen yedi günahtan başka büyük günah
olmadığı anlamına gelmez. Yani Hadis-i şerifte yedi büyük günah vardır sözüyle



"Aslında büyük günahlar çoktur. İnsanların sık sık işledikleri şu yedi günah da, insanı
helake götüren büyük günahlardandır." denilmek istenmiştir. Rasûl-u Ekrem
Efendimiz bu hadisiyle büyük günahların tümünü saymak istememiş, insanların büyük
günah olduğunu bilmeden sık sık işledikleri büyük günahlara dikkatleri çekmek
istemiştir. Daha sonra yeri geldikçe diğerlerini de açıklamıştır. Ibn Hacer-el-Mekki'nin
Kilâb, ez-Zevâcir isimli eseri bunun örnekleriyle doludur.

Ebû'l-Hasen el-Vakidî'nin açıklamasına göre; Rasûl-u Ekrem Efendimiz, büyük günah
olur endişesiyle bütün günahlardan sakınmasını temin etmek gayesiyle, büyük
günahların hepsini birden saymaktan kaçınmıştır. Bu hal, insanların devamlı ibâdet ve
taat üzere olmaları için, Allah'ın kadir gecesi ile Cuma günlerinin icabet saatini ve
ism-i azamı kullarından gizlemesine benzer bir haldir.

Fahr-i Kâinat Efendimiz yedi şeyden çekininiz buyurmakla Bu yedi şeyi terkedin
demek istemiştir.

Bilindiği gibi yedi şeyden çekininiz ifadesi yedi şeyi terkedin ifadesinden daha veciz
ve daha beliğdir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de yüce Allah; zina etmeyin yerine zinaya
1661

yaklaşmayın. Şimdi bu yedi günah üzerinde duralım.

1. Kaçınılması gereken yedi şeyden birincisi, Allah'a ortak koşmaktır. Bilindiği gibi
bundan daha büyük bir günah yoktur. Allah'a şirk koşan bir kimse ebedi olarak
cehennemde kalır.

2. Sihir yapmak: Sihir lügatte; bir şeyin yönünü değiştirmektir. Cevheri; "sihir
efsundur; Me'haz ve menşei lâtif ve gizli olan her şey sihirdir." demiştir; aldatmak
ma'nasma da gelir.

Ebû Abdîllah Râzi, sihri sekiz kısma ayırmıştır şöyle ki:

1. Yabancıların ve yedi yıldıza tapanların sihri. Bunlar taptıkları yedi seyyarenin bu
âlemi idare ettiğine, hayr ve şerrin onlardan geldiğine inanırlar. Hz. İbrahim (a. s) bu
kavme gönderilmişti.

2. Evham sahibleriyle kuvvetli ruh sahihlerinin sihri,

3. Cinlerin yardımı ile yapılan sihir. Buna azaim ve teshir denir.

4. Tahayyül, göz boyacılık ve el çabukluğu ile yapılan sihir. Bazı müfessirlerin
beyanına göre Fir'avn'un yaptırdığı sihir bu kabildendi.

5. Bir takım mürekkeb aletlerle yapılan acaip fiiller.

6. Bir takım devaların, yani yiyecek ve yağların hassalarından bilistifade yapılan sihir.

7. Kalbin taallûku ile yapılan sihir. Bunda sihirbaz ism-i azamı bildiğini ve ekseri
işlerde cinlerin kendisine mut'i ve râm olduklarını iddia eder.

8. El altından koğuculuk yapmak suretiyle meydana gelen sihirdir. Halk arasında
yaygın olan sihir budur.

Acaba sihrin hakikati var mıdır? Bu suâle Ebu'l-Muzaffer Yahya b. Mu-hammed şu
cevabı vermiştir: Alimler sihrin hakikati olduğunda ittifak etmişlerdir. Bunlardan
yalnız Ebû Hanife müstesna kalmış; ve sihrin hakikat olmadığına kail olmuştur.
Kurtubi dahi: "Bizce sihir sabittir. Allah Teâlâ'-nm dilediğini yaratmasıyla onun
hakikati vardır. Bu hususta Mu'tezile ile Şâfıîlerden Ebû İshâk el-Esferani muhalefet
etmiş; ve sihrin bir tahayyül ve göz aldatma olduğunu söylemişlerdir." demiş ve sihrin
şâbaze (el çabukluğu) Esma-i ilâhiyyeden bazılarıyla ezber edilen bir takım sözler,
şeytani ta'-limat, yiyecek ve saire ile yapılan kısımları olduğunu bildirmiştir.
Fahreddin Râzi tefsirinde, Mu'tezile taifesi için: "Bunlar sihrin mevcudiyetini inkâr
eder. Ve ona inananların küfrüne kail olurlar. AmaEhl-i sünnet, sihirbazın havada



uçmasını, insanı eşeğe, eşeği insana kalbetmesini olabilirliğini caiz görürler. Ancak
sihirbaz, muayyen efsun ve kelimeleri söylerken vücuda gelen şeyleri halk eden
Allah'dır; derler. Onlar felsefecilerle müneccimler ve yıldız perestler gibi felek veya
yıldızların müessir olduğuna kail değillerdir." diyor. Râzi sihrin vaki olduğuna ve
onunla meydana gelen tefsiri Allah halk ettiğine;

[67]

"Onlar Allah'ın izni olmaksızın o sihirle hiç bir kimseye zarar veremezler... âyet-i
kerimesiyle ve Peygamber (s.a.)'e yapılan sihrin te'sir ettiğini bildiren hadislerle
istidlal eder.

Sihri öğrenme meselesine gelince; Râzi bu babda şunları söylemiştir; "sihri öğrenmek
ne çirkin ne de memnû'dur. Muhakkak âlimler bunda ittifak etmişlerdir. Çünkü ilim,
zatı itibariyle şereflidir. Bir de şu var ki; eğer sihir bilinmezse onunla mucizenin
farkını bilmek te mümkün olmaz. Mu'cizin âciz bırakan manâsına geldiğini bilmek
vaciptir. Vacibin tevakkuf ettiği şeyi bilmek de vâcibdir. Bu ise sihri öğrenmenin
vâcib olmasını iktiza eyler. Vâcib olan bir şey nasıl haram ve çirkin olabilir!..."
Fakat Sahih Buhârî sarihlerinden Bedrüddin Aynî, Râzi'nin bu sözüne bir kaç yönden
itiraz ederek demiştir ki:

1. Eğer Râzi "sihri öğrenmek çirkin değildir" demekle onun aklen çirkin olmadığım
anlatmak istiyorsa; muhalifleri olan Mu'tezile taifesi bunu men' etmektedirler. Şer'an
çirkin değildir, demek istiyorsa Allah Teâlâ hazretlerinin: "Şeytanların okuduğu sihre

1681

tabi oldular..." âyeti kerimesi sihrin çirkinliğini beyan ediyor. Sahih hadisde:
"Her kim bir müneccim veya kahine müracaat ederse Muhammed (s.a)'e indirilene
küfretmiş olur/' buyurulmuştur. Sünen' de dahi:

"Her kim bir düğüm yapar da ona üfürürse sihir yaptı demektir" hadisi vardır.

2. Râzi: "Sihir memnu' değildir; Muhakkik âlimler, ittifak etmişlerdir..." diyor.
Zikrettiğimiz âyet ve hadislerin karşısında sihir nasıl memnu' olmayabilir?
Muhakkikin dediği zevat, şeriat âlimleridir. Hani bu babdaki sözleri nerededir.

3. "Eğer sihir bilinmezse, onunla mu'cizenin farkını anlamak mümkün olmaz vd. ..."
sözleri fasiddir. Zira Peygamberimiz (s.a.)'in en büyük mucizesi Kur'ân-ı Kerim' dir.

4. Mucizenin âciz bırakan manasına geldiğini öğrenmek, asla sihir ilmine bağlı
değildir. Sonra bizzarure malumdur ki sahabe tabiin ve müslüman-larm büyükleri
mu'cizeyi bilirler; mucize ile başka şeylerin arasını ayırırlardı. Halbuki sihri
bilmezlerdi. Onu ne okumuş ne de okutmuşlardı. Alimler, fakihlerin nassan
bildirdiklerine göre; sihri öğrenmek de öğretmek de büyük günahtır. "et-Telvih" adlı
eserde, bazı Şâfıîlerin: "Sihri öğrenmek haram değildir. Bilinip onu yapana karşı
koymak ve sihri evliyanın kerametinden ayırmak için öğrenmek caizdir" dediği
bildiriliyor. Aynîye göre; bundan muradın Fahreddin Razi ile İmam Gazali olduğunu
söylemiştir.

Sihri öğrenerek yapmanın hükmü âlimler arasında ihtilaflıdır. Ebû Ha-nife, Mâlik ve
Ahmed b. HambePe göre; küfürdür. Yalnız.Hanefîlerden bazısına göre, şerrinden
korunmak için sihri öğrenmek küfür değildir. Ama sihir yapmanın caiz olduğuna,
yahud fayda verdiğine inanmak küfürdür. Şeytanların insana istediğini
yapabileceklerine inanmak dahi küfürdür.

İmam Şafiî şöyle demiştir: "Bir kimse sihri öğrenirse kendisine "bize sihrini tarif et!*'
deriz. Şayet Bâbillilerin i'ti kad ettikleri yedi yıldıza ibadet ve bu yıldızların
kendilerinden istenen şeyi yapması gibi küfrü icâbedecek şekilde beyânda bulunursa o



kimse kâfirdir. Beyanı küfür icâbetmiyor da sihrin mubah olduğuna inanıyorsa yine
kafirdir."

Sihir yapan kimsenin şer'i cezası ölümdür. Yalnız İmam Mâlik ile Ahmed b. Hanbele
göre; bir defa yapmakla, Ebû Hanîfe ile Şafiî hazretlerine göre, bir kaç defa yapmakla
yahud muayyen bir şahsa sihir yaptığını i'tiraf etmekle öldürülür. Şafiî'den başka
imamlara göre, sihirbazın öldürülmesi bir hadd-i şer'idir. Şafiî'ye göre; fiilin tekrarı
veya i'tiraf halinde sihirbaz kısas olmak üzere öldürülür.

İmam Ebû Hanîfe'ye göre, ehl-i kitabın sihirbazı da öldürülür. Eimme-iselâse denilen
Mâlik, Şafiî ve Ahmedb. Hanbel'e göre, sihir yapan kadının hükmü de erkek gibidir.
Ebû Hanîfe'ye göre öldürülmezse de hap solunur.

Sihir yapan kimsenin tevbesinin kabul edilip edilmemesi ihtilaflıdır. İmam Mâlik'e
göre kabul edilmez. Ebû Hanife ile Ahmed b. Hanbel'den nakledilen meşhur kavle
göre de hüküm budur. İmam Şafiî'ye göre kabul edilir, tmam Ahmed'in ikinci kavli de
budur. İmam Mâlik'den bir rivayete göre sihirbaz yakalanırsa, zındık gibi onun da
tevbesi kabul olunmaz. Fakat yakalanmadan tevbe eder de tevbekâr olarak gelir teslim
olursa öldürülmez. Ancak yaptığı sihirle insan öldürmüşse kendisi de öldürülür. İmam
Şafiî'ye göre sihirbaz: "Ben öldürmeyi kasdetmedim." derse hata etmiş sayılarak ken-
disinden diyet alınır.

İmam Buhârî'nin naklettiğine göre Said b. el-Müseyyeb, sihir yapan kimseden sihrini
çözmesini istemeyi caiz görmüştür. Bazıları "Nüşra"ya cevaz vermişse de Hasan-ı
Basri bunu mekruh saymıştır.

Nûşra: Cinlerin çarptığı zannolunan bir kimseye tatbik edilen ilaç ve okumadır.

3. Allah'ın haram kıldığı cana kıymak: Haksız yere insan öldürmek İmam Şafiî (r.a.)'e
göre; Allah'a şirkten sonra en büyük günahtır. Bir hadiste: "Allah'ın arşı üç şeyden
deprenir. Ve Allah üç şeyden gazaba gelir." buyrulmuş; Kati bunlar arasında
zikredilmiştir. Katilin tevbesi hususunda ihtilâf edilmiştir. İbn Abbâs (r.a.)'ya göre;
katil ebedi olarak cehennemde kalacaktır. Hanefılerle diğer âlimlere göre; ebedi
olmasa da cehennemde uzun zaman kalacaktır. Dünyevi cezası ise kısasen
öldürülmektir. Ancak maktulün velileri affeder, yahut uzlaşırlarsa kısas edilmez.
Çünkü hak onlarındır. Kasden, haksız yere insan öldürmede Hanefıle-re göre keffâret
verilmez. Zira keffarette ibadet manâsı vardır. Binaenaleyh onunla büyük günah olan
kati ödenemez. Şâfiîlere göre; keffâret lazımdır.

4. Ribâ yemek: Ribâ: mal verip karşılığında mal alırken alman veya verilen karşılıksız
ziyadedir veya haksız kazançtır.

Buradaki yemek tabirinden maksat, riba muamelesi, yani faizcilik yapmaktır.
Faizcilikle kazanılan malların çoğu yenildiği için mezkûr kazanca mecazen yemek
denilmiştir.

Riba meselesi birçok âyet ve hadislerde en şiddetli bir lisanla haram kılınmıştır.

5. Yetim malı yemek: Yetim; babası ölen küçük çocuktur. Hatta Ze-mahşeri'ye göre,
büyük çocuğa da yetim denilebilir. Zira kelimenin lügat manâsı yalnız kalmaktır.
Ancak bu kelime daha ziyade küçükler hakkında kullanılır.

Hadisin zahirine bakılırsa yetim malını yemek mutlak surette- haramdır. Biz bu
mevzuyu 2871 numaralı hadisin şerhinde ayrıntılı olarak açıklamıştık.

6. Düşmana hücum edileceği zaman harpten kaçmak: Ancak bu kaçış, bir müslümana
kendilerinin iki mislinden fazla olmayan bir düşman kuvveti karşısında bulunduğu
zaman haramdır. Daha fazla olurlarsa fazla zayiat vermeyi önlemek için geri
çekilmekte bir sakınca yoktur. Nitekim 2646 numaralı hadisin şerhinde açıklamıştık.



7. Zinadan uzak müslüman kadınlara zina iftirasında bulunmak. Bu hükme erkeklere
edilen zina iftirası da dahildir. Binaenaleyh kadın olsun erkek olsun akıl, baliğ ve
namuslu olan bir müslümana zina iftirasında bulunmanın cezası seksen, köleye kırk
1691

değnek vurmaktır.

Bezl-ül-Mechûd yazarının da açıkladığı gibi, mevzumuzu teşkil eden hadiste Sevr b.
Yezid ismiyle geçen ravinin ismi aslında Sevr b. Zeyd'dir. Nitekim Buhârî'nin

rivayetinde de Sevr b. Zeyd olarak geçmektedir.

Herhalde Ebû Davud'un bazı nüshalarına bu isim yanlışlıkla Sevr b. Yezid olarak



geçmiştir.

2875... Ubeyd b. Umeyr (aynı zamanda) sahabi olan babasının kendisine (şöyle)
dediğini söyledi:

Bir adam Hz. Peygambere (gelerek):

"Ey Allah'ın Rasûlü! Büyük günahlar nelerdir?" diye sordu. (Hz. Peygamber de):
"Onlar dokuzdur." buyurdu. Ve bir önceki hadisin manasını ifade etti. (Bu hadisin
ravisi İbrahim b. Yakub yahutta Ubeyd' bir önceki hadise) ilave olarak (şunları da)
rivayet etti.

" Müslüman olan anne ve babaya karşı gelmek ve ölü iken de diri iken de kıbleniz

[721

olan beyt-i harama saygısızlık yapmaktır."
Açıklama

Bir önceki hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi, Fahr-i Kainat Efendimiz,
ümmetinin tüm günahlardan sakınmalarını temin için büyük günahların hepsini birden
açıklamamış onları ancak yeri geldikçe açıklamıştır. Bu sayede müminler, büyük
günah olur korkusuyla, küçük günahları işlemekten de sakmmışlardır.
Bu hadis-i şerifte bir önceki hadis-i şerife ilave olarak üç büyük günahtan daha
bahsedilmektedir. Bunlar sırasıyla şunlardır:

1. Anneye karşı gelmek

2. Babaya karşı gelmek.

Anneye ve babaya itaatsizlik, hadis-i şerifte "ukûk" kelimesiyle ifade edilmektedir.
Akk ji. ve ukûk: lügatte alakayı kesmek, sıla-i rahimde bulunmamak manasınadır.
Muhammed b. Abdi' s- Selâm bu babda şunları söylemiştir:

"Anneye ve babaya itaatsizliğe ve onlara mahsus olan haklara dair iti-mad
edebileceğim bir kaide bulamadım. Filhakika onlara her emir ve nehy ettikleri şey
hususunda itaat etmek bilittifak vacib değildir. Ama onların izni olmaksızın,
oğullarının cihada gitmesi haram kılınmıştır. Çünkü oğullarının öldürüleceğini veya
azasından bir uzvun kesileceğini düşünür ve buna son derece üzülürler. Çocuklarının
canı veya azasından bir uzvu için tehlikeli görülen her seferin hükmü de budur." Ebû
Amr b. Salah Fetâvâ smda anneye, babaya itaatsizliği şöyle tarif eder: "Haram olan
itaatsizlik vacib fiillerden olmamak şartıyle anne ve babaya azımsanmayacak derecede
eziy-yet veren her fiildir. Çok defa -Günah olmayan her hususta- anneye babaya itaat
farzdır. Bu babda onların emirlerine muhalefette bulunmak, itaatsizliktir denilir.



Alimlerden bir çokları, şüpheli şeyler hususunda bile onlara itaati vacib görmüşlerdir.
Bizim âlimlerimizden bazılarının -anne ve babanın izni olmadan çocuk okumağa ve
ticarete gidebilir- demesi benim söylediklerime muhalif değildir. Çünkü bu söz

173]

mutlaktır. Benim söylediğimde ise kayıtlama vardır.

3. Beyt-i haram (saygı değer ev) denilen Kabe'nin,haram dairesi içerisinde kasden av
avlamak, oradaki yaş ağaçlan kesmek, savaşmak. işteKâ-benin saygınlığını ihlâl eden
bu davranışların hepsi de büyük günahlardandır.

Metinde geçen ölü iken de diri iken de kıbleniz olan sözleriyle kabenin insanların sağ
iken namazlarında kabeye yöneldikleri gibi, ölünce mezara kondukları zamanda

1241

yüzlerinin Kabe'ye çevrildiğine işaret edilmektedir.

11. Mirastan Pay Dağıtılmadan Önce Kefenin Mirastan Temin Edilmesi
2876... Habbâb (b. Eret)'den demiştir ki:

Mus'ab b. Umeyr, Uhud (savaşı) günü şehid edilmişti, (üzerinde) alaca yünlü
kaftandan başka (bir şeyi de) yoktu. Başını örttüğümüz zaman ayaklan dışarda kalıyor,
ayaklarını örttüğümüz zaman da başı dışarıda kalıyordu. Bunun üzerine Rasûlullah
(s.a.)

1751

" Onun başını örtünüz ayaklarının üzerine de (biraz) izhir koyunuz." buyurdu.
Açıklama

Musannif Ebû Dâvûd bu hadisi 3155 numarada tekrar rivâ-yet etmiştir. Biz gerekli
açıklamayı orada yaptığımızdan, burada sadece hadisin, tekfin ve tedfin masrafları
karşılanmadan önce ölünün mirasından hiçbir harcama yapılamayacağına ve hiçbir
kimsenin bir pay alamayacağına delalet ettiğini söylemekle yetiniyoruz. Daha geniş

1261

açıklama için okuyucularımızı sözü geçen hadisin şerhine havale ediyoruz.

12- Hibe Ettiği Bir Mal Kendisine Vasiyyet Edilen Yahutta O Mala Varis Olan
Kimse Hakkında

2877... Büreyde'den demiştir ki: Bir kadın Rasûlullah (s.a.)'e gelereK (Ey Allah'ın
Rasûlü):

"Ben anneme bir cariye bağışlamıştım. (Şimdi ise) annem vefat etti. Bu cariyeyi
(miras olarak) bıraktı'* (Bu hususta ne buyurursunuz? diye sormuş da, (Hz.
Peygamber):

"Senin sevabın kesinleşmiştir. Cariye miras olarak sana dönecektir." buyurmuş. (Sonra
kadın: Ey Allah'ın Rasûlu):

"Annem üzerinde bir aylık oruç borcu olduğu halde Öldü. Benim onun yerine oruç
tutmam yeter mi? -yahutta onun borcunu öder mi?-" diye sormuş (Hz. Peygamber de):
"Evet!" cevabını vermiş. (Sonra kadın; Ey Allah'ın Rasûlü annem):



"Hacc etmedi. Benim onun yerine hacc etmem yeter mi? -Yahutta onun borcunu öder



[221

mi?-" demiş. (Hz. Peygamber yine): "Evet!" cevabım vermiş.
Açıklama

Yakınma bir mal bağışlayan kimsenin, bağışta bulunduğu bu yakınının ölmesi halinde,

bu mal ölünün mirasından sayılır.

Dolayısıyla miras hükümlerine göre taksim edilir.

Eğer bu mal eski sahibinin hissesine düşerse, bu sahibinin hissesinden rücû' etmesi
anlamına gelmez. Çünkü hibeden rücû' etmek (dönmek) istenerek yapılan bir iştir. Bu
malın eski sahibine dönmesi ise gayri ihtiyari bir iştir. Alimlerin çoğunluğu bu
görüştedir. Bazılarına göre, hibe edildikten, yahut sadaka olarak verildikten sonra,
hibe edilen kimsenin ölmesiyle bu malın ilk sahibinin eline geçmesi halinde o maldan
yararlanması caiz değildir. Çünkü, o mal Allah yolunda hibe edilmiş ve ona Allah'ın
hakkı tealluk etmiştir. Bu sebeple onu bir fakire bağışlamak gerekir.
Bu hadis-i şerif üzerinde Ramazan orucu, adak ve keffaret gibi oruç borcu varken ölen
bir kimsenin yerine oruç tutmanın caiz olduğunu söyleyen hadis ulemasıyla, Ebû Sevr,
Tavus, el-Hasen, Zuhrî, Katâde ve Hammad'm delilini teşkil etmektedir. Sözü geçen
âlimlerin delillerini teşkil eden diğer bir hadîs-i şerifte, "üzerinde oruç borcu olduğu
halde ölen kimsenin velisi (yakım) onun yerine oruç tutar" mealindeki 2400 numaralı
hadis-i şeriftir.

Sözü geçen hadisin şerhinde açıkladığımız gibi, İmâm Şafiî'nin eski görüşü de
böyledir. İmam Nevevî de bu görüşü tercih etmiştir.

İmâm Ebû Hanife ile İmâm Mâlik, el-Leys, Evzâî ve Sevrî'ye göre; üzerinde oruç
borcu olduğu halde ölen bir kimsenin yerine oruç tutulamaz. İmam Şafiî'nin yeni
görüşü de böyledir.

Ancak İmam Ebû Hanife ile arkadaşları, üzerinde oruç borcu varken ölen bir kimse,
sağlığında fidye verilmesini vasiyyet etmişse yakınlarının onun hesabına her gün bir
fitre verebileceklerini söylemişlerdir.

İmâm Mâlik'e göre; "yakınlarının onun hesabına hergün için bir müdd vermeleri
yeterlidir.*' Delilleri: "Herhangi bir kimse üzerinde oruç borcu olduğu halde ölürse

1281

onun yerine hergün bir yoksula yemek yedirilsin." mealindeki hadis-i şerifle,
Nesâî'nin Sünen-i Kübra'smda rivayet ettiği "Kimse kimsenin yerine namaz kılamaz,
kimse kimsenin yerine oruç tutamaz" mealindeki hadis-i şeriftir. İmam Ahmed'e göre;
velisi, Ölünün nezrettiği orucu tutabilir. Fakat Ramazan orucunu tutamaz. Ancak
hergün için bir müddlük fitre verebilir.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte, üzerinde hac borcu varken ölen bir
kimsenin yerine başka bir kimsenin hac etmesiyle borçlu olarak ölen bu kişinin hac
borcundan kurtulacağı ifade edilmektedir. Bezi yazarının açıklamasına göre; İbn

1291 '

Melek âlimlerin bu mevzuda ittifak ettiklerini söylemiştir.
13- Malını Vakfeden Kişi Hakkında
2878... İbn Ömer'den demiştir ki:

Hayber'de Ömer (b. Hattâb)'m hissesine bir tarla düşmüştü. Bunun üzerine (Ömer)



Peygamber (s.a.)'e gelerek: (Hayber'den)

"Benim hisseme bir tarla düştü. Bana hiçbir zaman ondan daha güzel bir mal isabet
etmedi. Bu tarla hakkında bana ne (yapmamı) emr edersiniz?" dedi. ( Hz. Peygamber
de):

"İstersen (tarlanın) aslını Vakfeder gelirini, tasadduk edersin." buyurdu.
Bunun üzerine Ömer bu toprağın aslı satılmamak, hibe edilmemek, miras yoluyla
mülk edinilmemek şartıyla gelirini fakirlere, yakınlara, köleleri (azat etmek isteyen
kimseler)e Allah yolunda (çalışanlara) ve yolda kalmışlara tasadduk etti. (Çünkü Hz.
Peygamberdin bildirdiği üzere onun aslı satılamaz bağışlanamaz. Miras yoluyla mülk
edinilemez. O ancak fakirler, yakınlar, (Azat edilecek) köleler, Allah yolunda
çalışanlar içindir. (Müsedded, hadisin burasına) Bişr'den (rivayet ettiği şu kelimeyi de)
ilâve etti. "ve konuk(lar)a" (tasadduk etti. Hadisin bundan) sonra(ki kısmında bu
hadisi Müsedded'e nakleden kimseler şu sözleri rivayette) birleştiler.
"Bu toprağa mütevelli olan kimsenin bundan mal edinmeksizin ve mülkiyetine
dokunmaksızm örfe göre yemesinde, bir dostuna yedirmesinde bir günah yoktur.
Müsedded (bu hadise) Bişr'den (naklen şunu da) ilave etti: (Bişr) dedi ki (bana İbn
Avn şöyle) dedi: Muhammed (İbn Sîrin bu hadiste geçen -gayra mutemevvilin malen
kelimesinin) "Gayra müteessilin malen= aslına dokunulmaksızm" (şeklinde rivayet

LM

edilmesi gerektiğini) söyledi.
Açıklama

Her ne kadar metinde geçen "onun aslı satılamaz, bağışlanamaz, miras yoluyla mülk
edinilemez'* şeklindeki şartlar zahirde Hz. Ömer'e aitmiş gibi görünüyorsa da
Beyhâki'nin Sünen-i Kübra'-smda Yahya b. Said yoluyla Nâfı'den rivayet edilen bir
hadis-i şerifte bu şartların Hz. Peygamber tarafından konduğu açıkça ifade edildiği

£81]

gibi, Buhâ-rî'nin bir rivayetinde de bu şartları Hz. Peygamberin koyduğu açıklan-
maktadır. Bu bakımdan biz tercümemizde parantez içerisinde ilave ettiğimiz
açıklamalarla buna işaret ettik. Bu şartların Hz. Ömer tarafından konmuş olduğu kabul
edilse bile, onun bunları Hz. Peygamber'den öğrendiği esaslara uygun olarak koymuş
olduğu muhakkaktır.

Metinde geçen "yakınlar" kelimesiyle vakfeden kimsenin yakınları kas-dedilmiş
olabileceği gibi: "... Bilin ki, ganimet olarak aldığı ri iz şeylerin beş-tebiri Allah'a,
Rasûlüne ve (Allah'ın Rasûlü ile) akrabalığı bulunan(lar) a, yetimlere, yoksullara ve

[821

yolculara aittir..." âyet-i kerimesinde geçen yakınlar da kastedilmiş olabilir.
Müfessirlerin açıklamasına göre, bunlar Ha-şimoğulları ile Abdülmuttaliboğullarıdır.
Hadîs-i şerifte söz konusu edilen vakfın gelirinin nerelere harcanabileceği kesin bir
şekilde belirlenmiştir. Bu yerler şunlardır.

1. Fakirler; kendilerine zekat ve sadaka verilebilenler

2. Köleleri satın alıp azat etmek isteyenlerle, bir miktar para ödeyince azat edileceğine
dair efendisinden söz alan mükateb köleler.

3. Allah yolunda çalışanlar

4. Yolda kaldığı için parasız duruma düşen kimseler

5. Yakınlar



6. Akrabalar

Ayrıca bu şartlar içerisinde araziye bakacak olan mütevellinin örfe uygun bir şekilde,
yani ihtiyacına ve hizmetine uygun düşecek kadar yemesine ve örfe uygun bir şekilde

£831

dostuna ikram edilmesine izin verilmektedir.
Bazı Hükümler

1. Vakıf meşrudur. Buna yalnız Kadi Şureyh muhalefet etmiştir.

2. Cumhuru ulema,tnıam Ebû Yûsuf ve tmam Muhammed, vakfın caiz olduğuna
bununla istidlal etmişlerdir. Vakfı kuran şahıs sağ olduğu müddetçe, vakfettiği malın
gelirini tesadduk etmesinin vacib olduğu hususunda âlimler arasında ihtilaf yoktur. Bir
kimse evini veya arazisini vakfetse, bunların gelirlerini tesadduk etmesi icab eder. Bu,
o malın gelirini nezretmek gibi bir şey olur. Keza vakıf, hakimin hükmü ile yapılmış
veya öldükten sonraya izafe edilmişse, mal sahibinin malı olmaktan çıktığında da
ihtilaf yoktur. Fakat, hakimin hükmü bulunmaz yahut vakfedilen şey öldükten sonraya
izafe edilmezse, caiz olup olmadığı âlimler arasında ihtilaflıdır.

İmam Azam* a göre, bu suretle yapılan vakıf; sahih ve caiz değildir. Sahibi o malı
satabilir, yahut hibe edebilir. Öldükten sonra o mal mirasçılarının olur. İmam Ebû
Yusuf la İmam Muhammed ve Cumhur: "Bu vakıf caizdir, satılamaz, bağışlanamaz,
miras olarak da alınamaz" demişlerdir.

3. Vakfedilen mal, sahibinin mülkünden çıkıp Allah'ın olduğu için satılması,
bağışlanması ve miras olarak alınması caiz değildir.

4. Vakfedilen mal, kime vakfedildi ise onun mülkü olup olamayacağı ihtilaflıdır.
Hanefiler'e göre, o kimsenin mülkü olamaz. O, yalnız gelirinden istifâde eder. Çünkü
vakıf demek: Malın aslını hapsederek gelirini te-sadduktur. Hapis ise o malın mülk
olmasını gerektirmez.

tmam Mâlik ile İmam Ahmed ve bir rivayete göre İmam Şafiî, vakfedilen malın kime
vakfedilmişse onun mülkü olduğuna kaildirler; elverir ki o şahıs ehil olsun. İmam
Şafiî'den diğer bir rivayete göre de vakfedilen malın mülküyeti Allah'a intikal eder. Bu
kavil Hanefıler'den de rivayet olunmuştur.

5. Vakfın mütevellisi, maruf yolu ile yani ihtiyacından fazla birşey almamak şartıyla,
vakfm gelirinden nafaka alabilir. Fakat bu hüküm vakıf

yapılırken mal sahibi ona bir şey tayin etmediğine göredir. Muayyen bir miktar tayin
etmişse, onu alır.

6. Vakıfta şart sahihtir. Hatta: "Vakfın şartı, şari'in nassı gibidir." derler.

7. Hayır işlerinde fazilet ve salah ehli kimselerle istişare yapılmalıdır.

8. Hayber, cebren alınmış ve gaziler arasında ganimet olarak taksim edilerek onların
mülkü olmuştur.

9. Hadis-i şerif, Hz. Ömer'in yüksek faziletine delildir.

10. Yine bu hadis, akrabaya yardımın ve onlara yapılan vakfın faziletini göstermektir.
[841

11. Malım Vakfeden bir kimsenin, vakfın gayesine uygun olarak koymuş olduğu

£851

şartlar geçerlidir.



2879... Yahya b.'Said, Ömer b. Hattab'm vakfından (bahsederken) dedi ki:
Abdulhamid b. Abdillâh b. Abdillâh b. Ömer b. el-Hattab bana (o vakfın vakfiyesinin)
bir suretini yazıverdı (ki şöyledir):

"Bismillahirrahmanirrahim şu (yazı), Allah'ın kulu Ömer'in (Medine' yakınlarında
bulunan) semg (denilen yer) de yazmış olduğu vakfiyedir.

(Yahya b. Said, Hz. Ömer'in maHarım vakfetmesiyle ilgili haberini bir önceki) Nafı'
hadisine uygun şekilde anlattı, (ancak bir önceki hadiste geçen -gayra mutemevvilin
mâlen- kelimesi yerine) "gayra müteessilin = aslına dokunmayarak" (kelimesini)
rivayet etti. (Yahya b. Said rivayetine devamla vakfiyenin kalan metninin şöyle
olduğunu söyledi. Mütevelli, vakfın gelirinden bir kısmını örfe uygun bir şekilde
yedikten, bir kısmını da gerekli yerlere harcadıktan sonra) meyvesinden kalan kısmı
dilenci(ler) ve muhtaç(lar) içindir. (Ravi el-Leys) dedi ki: (Yahya b. Said, Hz. Ömer'in
mallarını vakfetmesi olayını olduğu gibi) anlatmaya devam etti ve şöyle dedi: Semg
(deki vakfın) mütevellisi dilerse onun meyvesinden (bir kısmını satarak parasıyla vak-
fın) hizmeti(ni yürütmesi) için bir köle satın alabilir. (Bu vakfiyeyi) Muaykîb yazdı,
Abdullah b. el-Erkam'da şahid oldu. (Birinci vakfıy-ye burada sona erdi, ikinci
vakfiyye de şöyledir:)

"Bismillahirrahmanirrahim şu, Allah'ın kulu Ömer'in yaptığı va-siyyettir. Eğer
kendisine ölüm gelirse Semg (denilen yerdeki arazi) ile İbn'ül-Ekva bölümü (denilen
küçük hurmalık) ve oradaki (hizmetleri yürüten) köleye ve Hayberdeki (bana düşen)
yüz hisse ile oradaki köleye ve Muhammed (s.a)*in vadi (el-kura)'da ona verdiği, yüz
(yük ağırlığındaki yiyeceğe) (kızım) Hafsa hayatı boyunca mütevelli olacaktır. Sonra
da onun ailesinden aklı başında birisi mütevelli olacaktır. (Şu şartla ki bu vakıf)
satılamaz. (Onunla bir şey) satın alınamaz. (Ancak mütevelli onun gelirini) dilenci ve
muhtaç (kimseler) le (kendi) yakm-lar(m)dan (uygun) gördüğü birisine verebilir.
Ayrıca Vakfa mütmöm da hürriyetine kavuşturmak için) köle satın almasında bir
[861

sakınca yoktur.
Açıklama

Vakıf: Bir mülkün menfaatini halka tahsis edip aynını Allah Teâlâ'nm mülkü
hükmünde olarak temlik ve temellükden müebbeden men etmektir. Bu ta'rif tmameyne
göredir. İmam Azam'a göre; vakıf; bir mülkün ayni (aslı) sahibinin mülkü hükmünde

kalmak üzere menfaatini bir cihete tasadduk eylemektir.

Hadis-i şerifte, Hz. Ömer'in iki ayrı vakıf için iki ayrı vakfiyye (vakfa dair, vakfın
şartların ihtiva eden vesika) yazdırdığı ifade edilmektedir. Bunlardan birincisi,
Besmele ile başlayıp, "Abdullah b. Erkam da Şahid oldu" anlamına gelen cümleyle
sona ermekte, ikincisi de yine Besmeleyle başlayıp metnin sonuna kadar devam
etmektedir. Merhum, Kamil Miras, Hz. Ömer'in vakfettiği hurmalıklar hakkında şu
malumatı veriyor.

İbn Esir Nihayesinde; "serag ve sar m e Ibnü'1-Ekva'; Medine'de ma'ruf ve Hz. Ömer'e
ait iki hurmalıktı. Sonra Hz. Ömer bunları vakfetmiştir." diyor. Mu'cemi Kubrada da
semg, Medine hizasında bir yerin adıdır. Burada Hz. Ömer'in güzel bir hurmalığı
vardı. Bir gün Ömer buraya gitmişti. Orada meşgul olurken ikindi namazını kaçırdı.
Müşarünileyh hazretleri bundan müteessir olarak sahabe toplantısında:



"Bu hurmalık beni namazdan alıkoydu. Şahid olunuz! Bu malım sadakadır," demiştir,
£881

denilmektedir.

Avn-ül Ma'bud yazarının açıklamasına göre, metinde Hz. Ömer'in vakfettiğinden
bahsedilen Hayber'deki yüz hisselik arazisinden maksat: Hayber savaşında
müslümanlarm eline geçipte, müslümanlar arasında dağıtılan araziden Hz. Ömer'in
payına düşen hisse değildir. Buradaki arazi Hayber'-de bir müslümantn hissesine
düşen arazinin yüz misli büyüklükte bir arazidir. Hz. Ömer bunu ganimetlerden
hissesine düşen mallarla satın almıştır. Nitekim şu hadis-i şerifte bu gerçeği dile
getirmektedir. İbn Ömer (r.a.)'dan Ömer (r.a.) Rasülullah (s.a.)'e geldi ve "Ey Allah'ın
Rasûlu, şimdiye kadar hiç sahip olmadığım bir mala sahip oldum... Benim yüzbaş

JM

hayvanım vardı onlarla, Hayber ehlinden yüz hisselik bir yer aldım" dedi.
Metinde geçen "... sonra onun ailesinden aklı başında biri mütevelli olacaktır..."
anlamına gelen cümle, Abdullah b. Şübbe'nin Yezid b. Harun vasıtasıyla İbn Avn'den
rivayet ettiği hadiste "Sonra, Ömer ailesinin büyüklerini mütevelli tayin ediyorum"
anlamına gelen kelimelerle nakledilmiştir. Da-rekuthî'nin rivayeti ile İmam Ahmed'in
Nafı'den rivayet ettiği hadis de böyledir. Bu da gösteriyor ki, Hz. Ömer bu vakıfların
mütevelliliğine önce Hz. Hafsa'yı tayin etmiş, onun ölümünden sonra da önce "onun
başına Ömer ailesinin büyükleri gelecek" şeklinde umumî bir ifade kullanmış, daha
sonra ifadesini özelleştirerek, Hz. Hafsa'nm ailesinden görüşüne güvenilir bir kimseyi,
mütevelli tayin ettiğini açıkça ifade etmiştir. Nitekim Ömer b. Şub-be'nin rivayetine
göre, Ebû Gassân:

"Ben Ömer ailesinin yanında muhafaza edilen bu vakfiyenin bir suretini aldım. Orada
Hz. Hafsa'nm ölümünden sonra bu vakfın mütevelliliğinin Hz. Hafsa'nm ailesine
intikal edeceği ifade ediliyordu." demektedir. Binaenaleyh bu rivayetler arasında bir
çelişki yoktur.

Metin, vakfıyyenin Muaykıb tarafından yazıldığı ifade edildiğine göre, bu vakfiyyenin
Hz. Ömer'in hilafeti zamanmda yazıldığı düşünülebilir. Çünkü Muaykıb Hz. Ömer'in
halifeliği sırasında katibi idi. Nitekim Vakfiyyede Hz. Ömer'den Müminlerin emiri
diye bahsedilmesi de bunu gösterir. Ancak Hz. Ömer'in bu vakfıyyenin metnini Hz.
Peygamber zamanında hazırlayıp, kendi hilafeti döneminde şahitler huzurunda kaleme
aldırmış olması da mümkündür.

Bu hadisle ilgili fıkhi hükümleri bir önceki hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada

[901

tekrara lüzum görmüyoruz.

14. Ölen Bir Kimsenin Yerine Sadaka Vermek

2880... Ebû Hüreyre'den demiştir ki: Rasülullah (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:

"İnsan Öldüğü zaman (bütün) amel(ler)i kendisinden kesilir. Ancak üç şey müstesna;

im

sadaka-i cariye, faydalanılan ilim ve kendisine dua eden mümin evlâd."
Açıklama



Bu hadisi şerifte, insanın dünyada işlemekte olduğu amellerinin sevabı, ölümüyle



birlikte sona erdiği ve artık bu amellerin sevabı, o kimsenin amel defterine bir daha
yazılmadığı fakat şu üç amelin sevabının insanın ölümünden sonra da yazılmaya
devam ettiği ifade edilmektedir.

1. Sadaka-i cariye: Bir kimsenin ölümünden sonra da devam eden ve Allah rızası için
insanların istifadesine sunulmuş olan hayır müesseseleri, mektepler, camiler, çeşmeler
ve vakıflardır. Sözü geçen bu hayırların sevapları kesilmediği için onlara "sürekli
hayır" anlamına gelen "sadakay-ı cariye" ismi verilir.

2. Kendisinden (sürekli olarak) faydalanılan ilim kişinin sağlığında öğrenip, neşretmiş
olduğu ilimdir. Neşir kitap yazıp yayımlama şeklinde olabileceği gibi, öğrenilen
bilgileri başkalarına öğretme yoluyla da olabilir.

3. Dua eden salih evlât: îbn Hacer el-Mekki'ye göre, burada salih evlat sözüyle
kasdedilen mümin evlattır.

Bu mevzuda Münavi (r.a.) şöyle diyor: "Aslında ölen bir kimsenin arkasından dua
eden her müslümamn duası ölüye ulaştığı halde, burada sadece salih evladın
duasından bahsedilmesinin hikmeti; çocukları, anne ve babalarının ardmdan'dua
etmeye teşviktir.

tmam Nevevî şöyle diyor: Ölünün arkasından verilen sadaka ile edilen duanın
sevabının ölüye ulaştığında âlimler arasında ittifak olduğu gibi, onun ölümünden sonra
mali borçlarının ödenmesinin onu borçtan kurtaracağında da ittifak vardır.
İmam Şafiî ile taraftarlarına göre, üzerinde hac borcu varken Ölen bir kimsenin
arkasından onun hesabına yapılacak hac, onu hac farizası borcundan kurtarır. Eğer bu
kişi ölümünden önce kendisi nafile bir hac yapılmasını vasiyyet etmişse, bu hac
vasiyyet hükmüne girer, dolayısıyle bir vasiyyet olarak o haccm yerine getirilmesi
gerekir. Şafiî mezhebi ve cumhur ulemaya göre; ölünün yerine namaz kılmak caiz
olmadığı gibi, ölü için okunan ve ona bağışlanan Kur'ân'm sevabı da ölüye ulaşmaz.
Yine İmam Şafiî ile cumhur ulemaya göre; ölüye bağışlanan namaz ile orucun sevabı
da ölüye erişmez. Ancak ölünün velisinin yahutta bu velinin izin verdiği bir kimsenin
ölünün yerine tuttuğu farz oruç, Şâfıîlerin müteahhirin âlimlerinin muhakkiklerine
göre, makbul olur. İmam Şafiî'den bu hususta iki görüş rivayet edilmiştir. Bu iki
görüşten en meşhur olanına göre, ölü hesabına tutulmuş olan bu oruç ödenmiş olmaz.
Hattâbî'de, konumuzla alakalı hadis-i şerifin "namaz ile orucun ve bunlara benzeyen
diğer ibadetlerin vekillik kabul etmediğine ve dolayısıyle ölen bir kimsenin üzerinde
borç olarak bulunan bedeni ibadetlerin başkası tarafından ödenemeyeceğine delalet
ettiğini" ifade etmiştir. Hanefi âlimlerinden İbn Abidin bu mevzuda şöyle diyor:
Âlimlerimizin, hac babında, açıkladıklarına göre; insan, namaz, oruç, sadaka ve
benzeri amellerinin sevabını başkasına bağışlayabilir. Hidaye'de böyle denilmiştir.
Hatta Tatarhaniye'de Muhit'ten naklen nafile sadaka veren kimsenin, bütün mü'min ve
mü'minata niyet etmesinin efdal olduğu bildirilmiştir. Çünkü bu onlara erişir ve seva-
bından hiç bir şey eksilmez. Ehl-i sünnet ve'l-cemaat'm mezhebi budur. Yalnız İmam
Mâlik ile Şafiî, sırf bedeni olan namaz ve Kur'ân okumak gibi ibadetleri istisna
etmişlerdir. Onlara göre, bunların sevabı ölüye ulaşmaz. Mutezile taifesi Ehl-i sünnet'e
muhalefet etmişlerdir. Tamamı Fethul-Kadir' dedir.

Ben derim ki: Şafiî'den meşhur olan kavil yukarıda geçmiştir. Şâfıîle-rin müteehhirin
âlimlerinin beyanına göre, meyyit huzurunda okunan Kur'ân ona ulaşır. Keza hemen
Kur'ân'm arkasından dua ulaşır. Çünkü Kur'ân okunan yere rahmet ve bereket iner.
Onun arkasından yapılan duanın kabulü daha yakındır. Bunun muktezası şudur:
Murad, meyyitin Kur'ân'dan is-tifadesidir. Sevabın hasıl olması değildir. Onun için de



dua ederken, "Ya-rabbi okuduğumun sevabı kadar sevabı filana ulaştır!" demeyi tercih
etmişlerdir.

Bize gelince, meyyite ulaşan bizzat sevaptır.Bahır'da şöyle denilmiştir: "Bir kimse
oruç tutar, namaz kılar veya sadaka verir de sevabını başka bir ölüye veya diriye
bağışlarsa caiz olur. Bu sevab Ehl-i sünnet ve'l-cemaat'a göre onlara ulaşır."
Bedayi'de böyle denilmiş, sonra şöyle devam edilmiştir: "Bundan anlaşılır ki,
bağışlanan kimsenin ölü veya diri olmasının farkı yoktur. Zahire göre, sevabı, o fiili
yaparken bağışlamasıyla, evvela kendisi için yapıp sonra başkasına bağışlaması
arasında fark yoktur." Fetava'da, "Farzlarda caiz değildir diyenler olmuştur." ibaresi
192]

vardır.

[93]

"İnsana, kazandığından başka bir şey yoktur." âyetine gelince: O te'vil edilmiştir.
Yani ancak bağışlarsa caiz olur denilmiştir.

Nitekim Kemal tahkikini yapmış kısaca şöyle demiştir: "Ayet-i kerime, Mutezile
taifesinin söylediği manâda zahir ise de nesih veya takyid edilmiş olması ihtimali
vardır. Bu neticeyi tesbit eden hadis sabit olmuştur ki, o da Peygamber (s.a.)'in iki ala
koç kurban etmesidir. Bunların birini kendi namına diğerini ümmeti namına kesmiştir.
Bu hadisi sahabeden bir çok kimseler rivayet etmiş; hadis yaygın bir hal almıştır.
Binaenaleyh meşhur olması ihtimalden uzak değildir. Meşhur hadisle ise, mutlak olan
âyet takyid edilebilir. Dârekutnî'nin rivayetine göre, biri Peygamber (s.a.)'e sormuş;
"Annem babam vardı. Hayatlarında kendilerine itaat ederdim ölümlerinden sonra
onlara ne iyilik edeyim?" demiş. Rasûlullah (s. a.):

"Öldükten sonra hayır namına kendi namazınla birlikte onlar için de namaz; orucunla
birlikte onlar için de oruç tutmalısın" buyurmuştur. Hz. Ali'den dahi Rasûlullah
(s.a.)'den naklen şu hadis rivayet olunmuştur.

"Bir kimse kabristana uğrar da on bir defa ihlâs sûresini okur ve sevabını ölülere
bağışlarsa» kendisine ölülerin sayısınca sevap verilir." Enes'den de rivayet olunmuştur
ki:

"Ya Rasûlullah! Biz ölülerimiz namına sadaka veriyoruz. Onlar namına haccediyor
duada bulunuyoruz. Acaba bu onlara vasıl oluyor mu?" diye sormuş. Rasûlullah (s.a.),
"Evet, onlara vasıl olur ve onlar bundan, sizden birine bir tabak hediye geldiği zaman
nasıl sevinirse öyle sevinirler" buyurmuştur.

Bu hadisi, Ebû Hafs Ükberî rivayet etmiştir. Bir rivayete göre Peygamber (s.a.):
"Ölülerinize Yasin okuyun!" buyurmuştur. Bu hadisi Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Bütün bunlar ve sözü uzatırız korkusuyla bıraktıklarımız arasındaki kadr-i müşterek
tevatür derecesini bulmaktadır. Bu kadr-i müşterekten murad, başkasının amelinden
faydalanmaktır. Keza Kur'ân-ı Kerim'de, anneye babaya dua edilmesi emr
buyurulmuştur. Meleklerin mü'minlere istiğfarda bulundukları haber verilmiştir.
Bunlar fayda hasıl olduğunu göstermekte kesindir. Ve bunlar Mutezile'nin istidlal
ettikleri âyetin zahirine muhaliftir. Çünkü o âyetin zahiri, bir kimsenin biri için
istiğfarda bulunması hiçbir vecihle fayda vermeyeceğini gösterir. Çünkü bu kendi
emeği değildir. Biz, "Ayetin zahiri murad değildir" diyerek, onu kişi hibe etmezse
diye kayıtladık. Bu, mensuhtur demekten evlâdır. Zira daha kolaydır. İrade ettikten
sonra batıl olma yoktur. Bir de bu âyet haber kabilindendir. Haberlerde nesih yoktur.
Yahut âyetteki "lâm', ala" manasınadır. Bu ikinci bir cevabtır. Ama Kemal onu
reddetmiştir. Çünkü âyetin zahirinden ve gelişinden uzaktır. Ayet, yüz çeviren ve



cimrilik eden kimseye va'z ve nasihattir. Şu da var ki bu âyet, "Hiç kimse başkasının
günahını yüklenmez" âyetiyle tekerrür etmektedir. Daha başka cevaplar da verilmiştir.
Onları Zeylâî ve başkaları sıralamıştır. Bazıları şunlardır:

1. Bu âyet neshedilmiştir.

2. Bu âyet Musa ve İbrahim (a.s.)'m kavimlerine mahsustur. Çünkü onların
sahifelerindekini hikaye etmektedir.

3. Bu âyetteki insandan murad kafirdir.

4. Bu adalet yoluyla değil, fakat fazl ve ihsan yoluyla olur demektir.

5. İnsana ancak emeğinin karşılığı vardır. Lakin bazan çalışması esbaba tevessüle olur.
İhvanını çoğaltır. İmanı tahsil eder. Peygamber (s.a)'in "Ademoğlu ölünce ameli
kesilir. Ancak üç şeyden kesilmez..." hadisine gelinçe: Bu hadis, başkasının ameli
kesildiğine delalet etmez. Bizim sözümüz ise, başkasının ameli hakkındadır. (Zeylâî)
"Kimse kimse namına oruç tutamaz ve kimse kimse namına namaz kılamaz." hadisi
ise borçtan kurtulmak hususundadır. Sevap hakkında değildir. Nitekim Bamr'da beyan

194]

edilmiştir.

Celadeddin Suyutî, sevabı kesilmeyen hayırların sayısını bir şiirinde ona çıkarmıştır ki
sırasıyla şunlardır.

1. Neşredilmiş ilim 2. Evladın duası, 3. Ağaç dikmek 4. Sadaka-ı cariye 5. Miras
olarak bırakılan Kur'ân-ı Kerim 6. Sınırda nöbet tutmak 7. Kuyu kazmak 8. Bir nehrin
suyunu bir yere akıtıp insanların istifadesine sunmak 9. Gariplerin barınması için
hanlar ve imaretler inşa etmek 10. İçerisinde zikir yapılması yahut ta Kur'ân-ı Kerim

[951 '

okunması için bina inşa etmek.

15. Kendisi İçin Sadaka Verilmesini Vasiyet Etmeden Ölen Bir Kimsenin Yerine
Sadaka Verilebilir Mi?

2881... Aişe (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; bir kadın (Hz. Peygamber'e gelerek)
"Ey Allah'ın Rasûlü, annem ansızın vefat etti. Eğer bu ani ölüm başına gelmeseydi
(kanaatimce malının bir kısmını) tasadduk (etmemizi vasiyyet) ederdi ve (mutlaka
malının bir kısmını da kendi eliyle halka) verirdi. Şimdi benim onun yerine sadaka
vermem yeterli midir?" diye sormuş da Peygamber (s. a.):

1961

"Evet onun yerine sadaka ver!" buyurmuş.
Açıklama

Bu hadisi şerifte, ölünün ardmdan verilen sadakaların sevabinin, ölüye ulaşacağı ifade
edilmektedir. Ibn Mace'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, ölünün ardından verilen

1971

hayırların onun günahlarına keffaret olacağı ifade edilirken yine İbn Mace'nin
rivayet ettiği bir hadis-i şerifte de ölünün arkasından verilen bir sadakanın sevabının
hem ölüye hem de bu sadakayı veren kimseye yazılacağı açıklanmaktadır. Her ne
kadar konumuzla alakalı bu hadis-i şerifte, ölen annesinin yerine sadaka vermesinin
caiz olup olmadığını soran kimsenin bir kadın olduğu ifade ediliyorsa da, kutub-i
sittenin diğer rivayetlerinde bu soruyu soran kimsenin bir erkek olduğu ifade



edilmektedir.

Hafız İbn Hacer'in açıklamasına göre; kutub-i sittenin bu mevzudaki diğer rivayetleri,
Sünen-i Ebû Davud'un rivayetine nisbetle daha sağlam ve tercihe şayandır. Çünkü bu
soruyu soran zât gerçekte Sa'd b. Ubadedir. Annesinin ismi de Amre'dir. Hanefi
âlimlerinden Bedruddin Ayninin açıklamasına göre; Sünen-i Ebû Dâvûd da anlatılan
hadise, ile kutub-u sittenin diğer rivayetlerinde anlatılan hadiseler aynı hadiseler

İM

değildir. Ayrı ayrı zamanlarda vukubulmuş, birbirine benzeyen iki ayrı hadisedir.
Bazı Hükümler

1. Müslüman bir ölünün ardında sadaka vermek müstehaptır.

2. Müslüman bir ölünün ardından sadaka verebilmek için, ölünün bu sadakanın
verilmesini vasiyet etmiş olması şart değildir. Biz, fıkıh âlimlerinin bu mevzudaki
görüşlerini bir önceki hadisin şerhinde açıkladığımız için burada tekrara lüzum

£921

görmüyoruz.

2882... İbn Abbas'dan demiştir ki; bir adam(Hz.Peygamber'in huzuruna gelerek)
"Ey Allah'ın Rasûlü annem vefat etti. Onun yerine sadaka versem ona faydası
olur,mu?" diye sormuş (Peygamber efendimiz):
"Evet!" cevabını vermiş (Bunun üzerine adam):

"Öyleyse benim bir bostanım var, bu bostanı annemin yerine sadaka olarak verdiğime

UM

dair seni şahid tutuyorum" demiş.
Açıklama

Bu hadis-i şerifte, malından hayır verilmesini vasiyyet etmeden ölen bir kimsenin
ardından verilen sadakaların sevabının ona yetişeceğini ifade etmektedir. Biz Fıkıh
âlimlerinin bu mevzudaki görüşlerini 2850 numaralı hadisin şerhinde

[101]

açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.

16. Velisi Müslüman Olan Bir Harbinin Vasiyetini Yerine Getirmek Gerekir Mi?

2883... Amr b. Şuayb'm dedesi Amr b. As'dan rivayet olunduğuna göre:
As b. Vail kendi hesabına (ölümünden sonra) yüz köle âzât edilmeşini (oğullarına)
vasiyyet etmişti. Bunun üzerine oğlu Hişam, elli köle azat etti. Kalan elli köleyi de
(diğer) oğlu Amr (b. As) azat etmek istedi ve "Ben (bunu bir) Rasûlullah (s.a.)'e
sorayım" dedi. Sonra (Hz. Peygamberin huzuruna varıp):

"Ey Allah'ın Rasûlü babam kendi hesabına yüz köle azat edilmesini vasiyyet et(miş)ti.
(kardeşim) Hişam onun hesabına elli köle azat etti. Şimdi babamın üzerinde borç
olarak elli köle kaldı. (Bu elli köleyi) onun hesabına azat edebilir miyim?" dedi.
Rasûlullah (s.a.) de:

"Eğer o müslüman olsaydı da onun hesabına köle azat el şeydiniz, yahut sadaka



£102]

verseydiniz, ya da hacc etseydiniz bu(nlarm sevabı) ona erişirdi" buyurdu.
Açıklama

Harbi: Müslümanlarla aralarında sulh akdi bulunmayan ülke ahalisinden herbırıdır.
[103]

Bu hadis-i şerifte, ölümünden sonra kendi hesabına yüz köle azat edilmesini iki oğluna
vasiyyet ederek öldüğünden bahsedilen kimse, Hz. Peygambere düşmanlığıyla tanınan
ve Mekke müşriklerinin ileri gelenlerinden olan As b. Vâildir. Müşrik olarak yaşamış,
müşrik olarak ölmüştür.

Kendilerine yüz köle azat etmeleri için vasiyyette bulunduğu oğulları ise Hişâm (r.a.)
ile Artır (r.a.)dır. İbn Hibban'm rivayetine göre Hişam, İslama girmeden önce Ebû-As
künyesiyle künyelenmişti. Fakat Hz. Peygamber onun bu künyesini değiştirerek O'na
Ebû Muti künyesini verdi. Hz. Hişam İsla-mm ilk yıllarında müslüman olmuş, Mekke
müşriklerinin dayanılmaz işkencelerinden kurtulmak için bazı müslümanlarla birlikte
Habeşistana hicret etmişti.

Yermük savaşında Allah yolunda savaşırken şehid oldu. İbn Sa'd'm açıklamasına göre,
annesi Ümmü Hanmele b. Hişam b. el-Muğîre'dir.

As b. Vâil'in diğer oğlu ise, Hz. Hişam'm ağabeyi olan meşhur Mısır fatihi Amr b.

Lİ041

As'dır.

Bazı Hükümler

1. Sadakanın kafire faydası olmaz.

2. Ölen bir muslumanm arkasından yapılan malı ve bedeni ibadetlerin sevabı ona
ulaşır.

3. Kafirin mirasçılarının veya yakınlarının, onun vasiyy etini yerine getirmeleri
gerekmez.

[1051

4. Ölen bir muslumanm yerine köle azat edip sevabını ona bağışlamak caizdir.

17. Borçlu Olarak Ölüpte Geride Borcunu Ödeyecek Kadar Parası Kalan
Kimsenin, Alacaklılarından, Alacaklarını Tehir Etmeleri Ve Mirasçılara Karşı
Yıjmuşak Davranmaları İstenir Mi?

2884... Cabir b. Abdullah'ın haber verdiğine göre; babası bir ya-hudiye otuz vesk
borcu varken ölmüş. Cabir yahudiden bu borcu ertelemesini istemişse de yahudi
(bunu) kabul etmemiş. Bunun üzerine Cabir Peygamber (s.a.)'e gidip (yahudinin
alacağını ertelemesi hususunda) aracılık etmesini rica etmiş. Rasûlullah (s. a.) de
yahudiye varıp alacağına karşılık olmak üzere Cabir'in hurma ağaçlarının meyvesini
almasını teklif etmiş. Yahudi bunu da kabul etmemiş sonra Rasûlullah (s.a.) yahudiye
(borcunu ödemesi için) Cabir'e biraz mühlet vermesini teklif etmiş. (Yahudi bunu da)
kabul etmemiş. (Vehb b. Key-san) bu hadisi(n tamamını sonuna kadar) rivayet



£1061

etmiştir.



Açıklama

Vesk: Kûfelilere göre,-200 kg. lık bir ölçektir. 60 sa' Rasul-u Zîşan Efendimizin,
Yahudiye, Hz. Cabir'den alacağı olan otuz vesk (- 6000 Kg) kuru hurma yerine onun
hurma ağaçlarında bulunan yaş hurmayı almasını teklif etmekle, kuru hurma
karşılığında yaş hurma satın almasını teklif etmiş değil, ancak ikisi arasında bir sulh
akdi teklif etmiştir. Yaş hurma ile kuru hurma satın almayı Rasûl-u Ekrem

£1071

Efendimizin bizzat kendisi yasaklamış olduğundan âlimler Rasûl-u Ekrem
Efendimizin yahu-diye yaptığı teklifin bir alış-veriş teklifi olmayıp, sulh teklifi
olduğuna hüküm etmişlerdir.

Hz. Câbir'in hurmalığından elde edilecek hurma miktarının, Hz. Câbir'in borcu olan
otuz vesk hurmadan az olduğu tahmin edildiği için, yahu-di bu sulh teklifini kabule
yanaşmamıştır.

Hadisin devamından anlaşıldığına göre, Hz. Peygamber, Câbir'in hurmalığını şöyle bir
gezdikten sonra, Cabir'den bu ağaçların hurmalarını toplayıp yahudiye olan borcunu
ödemesini istemiş, Cabir de bu teklifi kabul ederek hurmaları toplamış. Neticede
toplanan hurmadan yahudinin borcu ödendikten sonra, İbn Mace'nin rivayetine göre
oniki vesk, Buhârî'nin rivayetine göre, onyedi vesk artmıştır. Çünkü Hz. Peygamberin
bu hurmalığı gezmesiyle Cenab-ı Hak o hurmalara fevkalade bir bereket ihsan
etmiştir.

Hadisin devamı İbn Mace'nin Öünen'inde şu manâya gelen lafızlarla rivayet
olunmuştur. "... Bunun üzerine Rasûlullah (s. a.) Câbir'in hurmalığına girdi ve içinde
(bir süre) dolaştıktan sonra Cabir'e:

"Ağaçlardaki hurmaları yahudi İçin topla ve onun borcunun tamamını ver" buyurdu.
Rasûlullah (s. a.) hurmalıktan döndükten sonra Cabir de yahudi için otuz vesk hurma
topladı. Ve oniki vesk de kendisi için arttı. Sonra Cabir olup biten bu durumu
Rasûlullah (s.a.)'e haber vermek üzere O'nun yanma gitti. Fakat Rasûlullah (s.a.)M
(yerinde) bulamadı. Rasûlullah (s.a.) (gittiği yerden) dönünce, Câbir O'nun yanma
vardı. Yahudinin borcunun tamamını ödediğini haber verdi. Oniki veskin arttığım arz
etti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) (Cabir'e):

"Bu durumu Ömer b. Hattâb'a haber ver." buyurdu. Cabir de Ömer (r.a.)'a gelip haber
verdi. Ömer, Cabir'e:

"Andolsun Rasûlullah (s.a.) hurmalıkta dolaştığı zaman kesin olarak bildim ki Allah

' im

muhakkak hurmalığı bereketlendirecektir" dedi.



m

Şevkanî, Neylü'l-Evtâr, VI-36.

m

Debbağoğlu Ahmet, Ansiltlobedik Büyük İslam İlmihali, 667, 668, 669.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/45-46.

m

Buharî, vesaya 1; Müslim, vasiyye 1, 4; Tirmizî, vasiyyet 3, cenaiz 5; Nesâî Vesaya 1; İbn Mâce, vesaya 2; Darimî, vesaya T; Muvatta, vesaya 1;
Ahmedb. Hanbel, II- 4, 10,35,50, 57, 80, 113.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/47.



IH

Müslim, vesaya 46.

[İl

el-Bakara, (2), 180.

[6]

Müslim, vasiyye 1 .

m

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/47-48.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/48-49.

121

Buhârî, Megazi 83, vesaya 1; Müslim, vasiyyet 18, Nesâi, thbas 1; İbn Mâce, vesâya, 1.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/49.

rıoı

Aliyyü'l-Kari, Mirkat-ül-mefatih V-504, 505.

Lül

Buhârî, cihad 61, 86, humus 3, meğazi 83, vesaya 1; Müslim, vasiyye 18, Miras Kamil, Tecrid-i Sarih VIII-235, Hadis: 1167.

ri2i

Buhâri, vesaya 32; Müslim cihad 55; Muvatta, kelam 28; Ahmed b. Hanbel, 1 1-242, 376, 464; Miras Kamil, Tecrid-i sarih VIII-273, hadis: 1 173.

ri3i

2963 numaralı hadis.

ri4i

3029 numaralı hadis.

[İÜ

Aliyyü'l-Kari Mirkatu'l-Mefatih, V-504.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/49-50.
[161

Buhâri, cenaiz 37, vesaya2, Menakıbii'l-ensar 49, nafakat 1, merza 16; daıvat43; Müslim, vasiyye 5; Tirmizî, vasiyye 1; Nesâî, vesaya 3; İbn
Mâce, vesaya 5; Darimî, vesaya 7; Muvatta, vasiyyet 4; Ahmed b. Hanbel, 1-173, 176, 179.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/50-51.

im

Miras Kamil, Tecrid-i Sarih VIII-245.

[181

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/52-54.

ri9i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/54-55.

[201

Buhâri, zekât 11, vesaya 7; Müslim, zekât 93; Nesaî, vesâya 1; Ahmed b. Hanbel II, 231, 250, 415, 447; İbn Mâce, vesâya 4.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/55.
[211

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil

[221

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil

[231

el-Bakara (2), 268.

[2£

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil

[251

Nisa (4), 11.

[261

Nisa (4), 13.

[271

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil

[281

el-Mubarekffirî, Tuhfetü'l Ahvezî, VI, 304.

[291

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil

[M

Müslim, imare (17); Nesâî, vesaya 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/59-60.
Hil

Yusuf (12), 55.

[321

Müslim, imâre 16.

[331

Buhârî, zekât 16, hudud 19; Müslim, zekât 91; Tirmizî, ahkâm 4, cenne 2, zühd 53; Nesaî, kaza 3; İbn Mâce, siyam 48; Muvatta; şa'r 14; Ahmed b.
Hanbel, II, 305, 439, 444, 445.
[341

Mansur Ali Nasır, el-Tâc 111-41 .
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/60-61.
[351

Bakara (2), 180.



Yayınevi: 11/55-56.
Yayınevi: 11/57.

Yayınevi: 11/57.

Yayınevi: 11/58.
Yayınevi: 11/58-59.



[361

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/61.

[37]

2870 nolü hadis.

[381

Süleyman Ateş, Kur'ân-ı Kerim'in yüce meali ve çağdaş tefsiri I, 169.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/61-62.
[391

Buhâri, vesaya 6, buyu 88; Tirmizî, vesaya 5; Nesaî, vesaya 5; tbn Mâce, vesâya 6; Da-rimi, vesaya 28; Ahmed b. Hanbel, IV, 186, 187, 238, 239,
286, V, 268.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/62.
[4pJ

Ömer Nasuhi Bilmen, Huktık-ı Islamiye ve Istılâhat-ı Fıkhıyye Kamusu, V, 125.

[411

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/62-64.

[421

Enam, (6) 152.

[431

Nisa, (4) 10.

[441

Bakara, (2) 220.

[451

Nesâî, vesâyâ, 1 1 .
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/64-65.
[461

Nisa, (4) 6.

[471

Nisa, (4) 2.

[48J

Nisa, (4) 10.

[49J

Nisa, (4) 127.

[501

Bakara, (2) 188.

[511

Kur'ân-ı Kerimin Ahkam Tefsiri, Terceme; Mazhar Taş kesenlioğlu, 1-371, 373.

[521

Kur'ân-ı Kerimin Ahkam Tefsiri, Terceme; Mazhar Taşkesenlioğlu, 1-371, 373.

[ŞU

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/65-66.

[541

Buhâri, Şürût 19, vekâle 12; Müslim, vasiyye 15; Tirmizî, ahkam 36; Nesâî, vesâyâ 11; tbn Mâce, vesâyâ 9; Ahmed b. Hanbel II, 13, 216.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/66-67.
[551

Nisa, (4) 6.

[561

Hatipoğlu Haydar; Sünen-i b. Mâce tercemesi ve şerhi. VII, 403.

£571

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/67-68.

[581

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/68-69.

[591

Nisa, (4) 5.

[601

Bakara, (2) 282.

[611

Nisâ, (4) 6.

[621

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/69-70.

[63J

Buhâri, vesâya 23, hudud 44, muharibin 30; Müslim, imân 144; Ebû Dâvud cihad 96; Nesâî, vesaya 12, Tirmizî İsti'zân 33.

[641

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/71.

[65J

Nisa, (4)31.

[66J

İsrâ, (17) 32.

[671

Bakara, (2) 102.

[681

Bakara, (2) 102.

[69J

Davudoğlu A; Sahih-i Müslim tercüme ve şerhi 1-374-378.



ım

Buhâri, vesaya 23.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/71-77.

£721

Buhâri, edep 6, Isti'zân 35, îman 16, Istitabe 1, diyat 2, şehâdât 10; Müslim, imân 143, 144; Tirmizî, birr 4, büyü 3, şehâdât 3, Tefsir sûre III, 4-7;
Nesâi, tahrim 3, kasame 49, Danmî, diyât 9, Ahmed b. Hanbel, 11-201, 203, 214, III-131, 134, 495, V-36, 38.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/77-78.



Davudoğlu A. Sahih-i Müslim tercüme ve şerhi 1-368.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/78-79.



Buhâri, cenâiz 28, menakıb-til-ensar 45, megazİ 17, 26, rikâk 16; Müslim, cenâiz 44; Nesâi, cenaiz 40; Tirmizî, menakıb 53; Ahmed b. Hanbel V-
109, 112VI-395.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/79.
[761

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/80.



Müslim, siyam 158; Tirmizî, hacc 85; İbn Mâce, siyam 51; Ebû Dâvûd, zekat.24, ey-man 24.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/80-81.



ibn Mâce, siyam 50.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/81-82.

[801

Buhâri, şarut 19, vesaya 22, 28, 29, eyman 33; Müslim, vasaye, 15; Tirmizî, ahkam 36; Nesâî, ihbas 2; İbn Mâce, sadakat 4; Ahmed b. Hanbel 1 1-
11,12.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/82-83.



Buhârî, vesaya 22.

[821

Enfal,(8)41.

[831

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/83-84.

[841

Davudoğlu A., Sahih-i Müslim, Tercüme ve Şerhi VIII-187, 188.

[85J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/84-85.

[M

Buhârî, vesaya 22.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/85-86.
[871

Bilmen Ö. Nasuhi Istılahat-ı Fıkkıyye Kamusu IV-284.

[881

Miras Kamil, Tecrid-i Sarih Tercemesi VII-2 1 6.

[891

Nesâî, ihbas 3.

[901

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/87-88.

1911

Müslim, vasıyye 14; Tirmizi, ahkam 36; Meşâî, vesaya 8; Ahmed b. Hanbel 1 1-372; Darimî, mukaddime 46.

[91]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/88.

1921

Davudoğlu, A. İbn Abidin, Terceme ve Şerhi, III-503, 504.

[921

Necm, (62) 32.

[941

Davudoğlu, A. İbn Abidin Terceme ve Şerhi V-177, 178.

[951

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/89-92.

[961

Buhârî, vesaya 19; Nesâî, vesaya 9. İbn Mâce, vesaya 8, Ahmed b. Hanbel V-285, VI-7, 51.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/92.
[971

İbn Mâce, Yasaya 8.

[981

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/93.

[921

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/93.

rıooı

Nesâî, vesâyâ, 8; Tirmizî, Zekât, 33.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/93-94.

rıon

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/94.

[102]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/94-95.

[103]

Bilmen Ö. Nasuhi, İstlahat-ı Fıkhıyye Kamusu, VII-338.

[104]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/95.

[105]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/95.

11061

Buhârî, vesaya 36; Nesâî, vesaya 3, İbn Mâce, sadaka 20.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/96.
£1071

bk. 3359 numaralı hadis.

£108]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 1 1/96-97.



21. YEMİNLER VE NEZİRLER BÖLÜMÜ
Nezir:

1. Yalan Yere Edilen Yeminler Hakkında Sert Tutum
Birinin Malını Almak İçin Yemin Etmek

2. Hz. Peygamberin Minberinin Yanında Edilen Yemini Tazim Konusunda (Gelen)
Haberler

3. Putlar Adına Yemin Etmek

4. Babaların Adı İle Yemin Etmek Mekruhtur

5. Emanete Yemin Etmek Mekruhtur

6. Yemin-i Lağv

7. Yeminde Ta'riz

(İslâm'dan) Berî Olmaya Ve İslâm'dan Başka Bir Dine Yemin Etmek

8. Katık Yemeyeceğine Yemin Eden Kişinin Durumu

9. Yeminde İstisna

Hz. Peygamber (S.A)'in Yemini Konusunda Gelen Haberler

10. Kasem Yemin Olur Mu?

11. Bir Yemeği Yemeyeceğine Yemin Eden Kimsenin Durumu

12. Akrabayı Ziyareti (Sıla-i Rahim) Kesmek Üzere Edilen Yemin

13. Kasden Yalan Yere Yemin Eden Kişinin Durumu

14. Kişi Yeminini Bozmadan Önce Keffaret Ödeyebilir

15. Keffarette Kaç Sa' Verilir?

16. (Yemin Keffaretinde) Mü'min Köle Azad Etmek

17. Sustuktan Sonra Yeminde İstisna

18. Nezirlerden Nehy

19. Günah İşlemeyi Adamak (Konusunda Gelen Hadisler)
Günah İşlemeyi Adayana Keffaret Gerekir Diyenler

20. Beyt-i Makdis'de Namaz Kılmayı Adayan Kimsenin Durumu

21. Kişinin Sahip Olmadığı Bir Şeyi Nezretmesi

22. Vefa Gösterilmesi Emredilen Adak

23. (Tüm) Malını Sadaka Olarak Vermeyi Adayan Kimse Hakkındaki Hadisler

24. Ölünün Adağını Onun Namına İfa Etmek

Oruç Borcu Olduğu Halde Ölen Birinin Orûcunu Velisinin Tutacağına Dair
Gelen Hadisler

25. Gücünün Yetmeyeceği Bir Adağı Adamak
Adını Tayin Etmeden Adak Adamak

Cahiliye Çağında Nezredip De Daha Sonra Müslüman Olan Kişi Ne Yapar?



21. YEMİNLER VE NEZİRLER BÖLÜMÜ



Yeminler ve nezirlerle ilgili hadislerin terceme ve izahlarına geçmeden önce, bu
terimlerin sözlük ve ıstılah manaları ile, Hanefî mezhebine ait genel hükümlerinden
kısaca bahsetmek istiyoruz:

Yemin sözlükte; sağ el, hayır, bereket ve kuvvet manalarına gelir.
Istılahta yemin; bir kimsenin, bir işi yapma veya yapmama konusundaki kararlılığını
göstermek ve sözüne güç katmak için söylediği bazı sözlerdir. Kelimenin lügat manası
ile ıstılah manası arasındaki münasebeti Askalânı iki şekilde izah eder:

a) "Yemin" kelimesinin, lügat manalarından birisi "sağ el"dir, Araplar birbirleri ile
yeminle şeceklerinde; her biri diğerinin sağ elini tutardı. Onun için bu andlaşmaya
yemin denilmiştir.

b) Sağ elin özelliği, bir şeyi korumaktır. Yemin, yemine konu olan şeyi korumaya
vesile olduğu için, bu ameliyyeye "yemin" denilmiştir.

Yemin, her zaman geleceğe dönük olarak edilmez. Geçmişte yapılan veya yapılmayan
konularda inandırıcılık sağlamak için de yemin edilir. Meselâ; "Vallahi yarın şöyle
yapacağım" demek yemin olduğu gibi, "Vallahi dün şu işi yaptım" ya da "yapmadım"
demek de yemindir.

Aslında yemin, Allah'ın isimlerinden veya örfen yemin edilen zatî sıfatlarından birisi
ile edilir. Yeminde en çok kullanılan sözler: "Vallahi, billahi tallahi" sözleridir. Kur'an
adına edilen yeminler de yemin sayılırlar. "Kâfir olayım, kıblem başka yöne olsun"
gibj sözler yemin niyetiyle söylenmişse yemin olur. Ancak bunları söyleyen kişi
yemine konu olan şeyi yapmadığı takdirde kafir olacağını zanneder ve o şeyi
yapmazsa dinden çıkar; iman ve nikâh yenilemesi icabeder. Halk arasında çok
kullanılan, "Kur'an, ekmek çarpsın" sözü yemin değildir. Dolayısıyla bu sözle yapılan
yemin bozulduğu takdirde keffaret gerekmez.
Kasem suretiyle yapılan yeminler üç çeşittir:

1- Yemin-i Gamûs: Geçmişle ilgili olarak yalan yere yapılan yemindir. Bir kimsenin,
yaptığı bir şeyi bilerek inkâr edip yemin etmesi ya da yapmadığı bir şeyi bilerek,
yaptım diyerek yemin etmesi bu sınıftandır. Yemin-i gamûs haramdır. Hz. Peygamber
(s. a) bir hadis-i şerifte bu yemini; Allah'a ortak koşmak, anaya babaya isyan etmek ve

m

haksız yere adam öldürmekle birlikte en büyük günahların arasında saymıştır.
Yemin-i gamûs o kadar büyük bir günahtır ki, bu günahın eserini silmekte keffaret
yeterli değildir. Onun için yemin-i gamûstan dolayı tevbe istiğfar edilir. Eğer bu
yemin ile bir kulun hakkının zayi olmasına sebep olun-muşsa, tevbe etmeden önce o
hak telafi edilir. Şâfıîlere göre, bu yeminden dolayı, keffaret icabeder.

2- Yemin-i Lağv: Yanlışlıkla ve doğru olduğu zannedilerek yapılan yemindir.
Yemin-i lağv geçmiş zamanla ilgili olabileceği gibi, şimdiki zamanla ilgili de olabilir.
"Vallahi borcumu ödedim" geçmiş zamana, "vallahi su akıyor" da şimdiki zamanla
ilgili yemine misâldir.

Yemin-i lağv, Allah katında bir mes'uliyeti gerektirmez. Dolayısıyla bu çeşit
yeminlerde tevbe de keffarette gerekmez. Allah (c.c.) bir âyet-i kerimede: "Allah sizi
lağv (rastgele) yeminlerinizden dolayı değil, bile bile ettiğiniz yeminlerinizden dolayı

hesaba çeker." buyurmaktadır.

3- Yemin-i Mün'akide: Gelecekle ilgili bir jş için yapılan yemindir. Bu tür yeminler;



yapılması da yapılmaması da mümkinattan olan bir şeyi yapmak veya yapmamak için
edilir. Meselâ, "Vallahi yarın falan yere gideceğim" şeklindeki bir yemin bu türdendir.
Yemine konu olan şey yapılırsa, yani yemine riayet edilirse yapılacak bir şey yoktur.
Ama yeminin icabı yerine getirilmemiş veya getirilememişse, bu yeminden dolayı
keffaret icabeder.

Mubah bir şey için yapılan yeminlerde, imkân nisbetinde verilen söz tutulmalı ve
yemin bozulmamalıdır. Fakat, bir farzı terk veya bir haramı işlemek için yemin
edilmişse bu yemine riayet edilmemeli, yeminin keffareti ödenmelidir.
Yemin eden kişinin, yemini, bilerek veya unutmuş olduğu halde, kendi rızasıyla veya
zorlama yoluyla etmiş olması arasında fark yoktur. Ayrıca yeminin bozulması
durumunda, yemine konu olan şeyin unutularak ya da başkasının zorlamasıyla
yapılması keffareti düşürmez.

Yeminin gereğini yerine getiremeyip, bozan kişiye lâzım olan kefaretin ödenme yolu;
bir köle azad etmek veya on fakiri akşamlı sabahlı doyurmak, ya da on fakire orta halli
bir elbise giydirmektir. Buna gücü yetmeyen kişi ise peşpeşe üç gün oruç tutar. Şafiî
mezhebinde orucun peşpeşe olma şartı yoktur.

Yemin keffaretinin yemek yedirme şeklinde ödenmesi durumunda, yemek yedirme
yerine fitre de verilebilir. Bu durumda ya on fakire birer fitre, ya da bir fakire her gün
bir fitre olmak üzere on günde on fitre verilir. Bir fakire bir günde on fitre verilse bu
bir fitre yerine geçer. Elbise giydirmede de, on elbise bir tek fakire verilecekse her bir
elbise ayrı ayrı günlerde verilmelidir.
Yemin keffaretinin dayanağı şu mealdeki âyet-i kerimedir.

"...Yeminin keffareti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on düşkünü yedirmek
yahut giydirmek ya da bir köle azad etmektir. Bulamayan üç gün oruç tutmalıdır;
yeminlerinizin keffareti budur. Yemin ettiğinizde yeminlerinizi tutun. Şükredesiniz

[3]

diye Allah size böylece âyetlerini açıklıyor."



Nezir:



Nezir, sözlükte "korkutmak" demektir. Istılahta; Allah'a ta'zim için, mubah bir şeyin
yapılmasını deruhte etmek, demektir. Râğıb, nezri; "Bir şeyin meydana gelmesi için,
vacib olmayan bir şeyi, vacip kılmak" şeklinde tarif eder.
Görüldüğü gibi nezir, Türkçe'de "adak" diye bilinen şeydir.
Bir nezrin sahih olması için şu şartların bulunması gerekir:

1- Nezir, farz ye vacib cinsinden bir ibadetle ilgili olmalıdır. Dolayısıyla, "Şu kadar
oruç tutayım", şeklindeki bir nezir sahihtir. Fakat, "Falan yere gideyim" tarzındaki bir
nezir sahih değildir.

2- Nezredilen şey, kişinin zaten yapmak mecburiyetinde olduğu farz veya vacipler
olmamalıdır. "Nezrim olsun bu Ramazanın orucunu tutayım" tarzındaki bir nezir sahih
değildir. Çünkü Ramazan orucunu tutmak zaten vazifesidir.

3- Nezredilen şey cinsinden olan farz veya vacib, lizâtihi maksud olmalıdır. Onun için
namaz kılmak üzere yapılan nezir sahih, fakat abdest almak üzere yapılan nezir, sahih
değildir.

4- Nezredilen şey, olması mümkün olmayan cinsten bir şey olmamalıdır. Dolayısıyla,
"Geçen sene oruç tutayım" şeklinde yapılan bir nezir sahih değildir. Çünkü, geçen
senenin geri gelmesi mümkün değildir.



5- Nezredilen, günah cinsinden bir şey olmamalıdır. "Şu işim olursa, kendimi Allah'a
kurban edeyim" tarzındaki bir nezir sahih değildir. Çünkü bu, intihardır.

6- Nezir malla ilgili ise, nezredilen şey nezredenin mülkünden fazla veya başkasına ait
olmamalıdır. Meselâ, elli bin lirası olan kişinin, "nezrim olsun fakirlere yüz bin lira
sadaka vereceğim" şeklindeki bir nezri sahih olmaz.

Nezirler; bir zamanla kayıtlı olup olmaması itibarıyla; muayyen, gayr-i muayyen; bir
şarta bağlı olup olmaması itibarıyla da; mutlak ve muallak çeşitlerine ayrılır.
Muayyen nezir: Bir zamanla kayıtlı olan nezirlerdir. "Nezrim olsun önümüzdeki ayın
onuncu günü oruç tutayım" tarzındaki bir nezir, muayyen nezirdir. Bu ifade ile yapılan
bir nezir, şarta bağlanmadığı için, aynı zamanda mutlaktır.
Bir yerle kayıtlı olan nezirler de muayyen nezirdir.

Mutlak muayyen nezirler; kayıtlanan, zaman ve yere münhasır olmaz. Dolayısıyla o
gün yerine getirilmezse başka bir günde o ibadet işlenir. Meselâ, "Cuma günü Eyüp
Camii'nde iki rek'at nafile namaz kılmayı" nezreden kişi; iki rek'at namazı cumadan
başka bir günde ve Eyüp Camii'nden başka bir yerde kılsa, nezrini yerine getirmiş
sayılır. Hatta, bir gün tayin ederek bir adakta bulunan kişi, o gün gelmeden adağını
yerine getirebilir. Bu, Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf a göredir.

Gayr-i muayyen nezir: Bir zaman ve yerle kayıtlı olmayan nezirlerdir. "Nezrim olsun

üç gün oruç tutayım" şeklinde yapılan bir nezir, gayr-i muayyendir.

Mutlak nezir: Bir şarta bağlı olmadan, doğrudan doğruya Allah rızası için yapılan

nezirler, mutlak nezirlerdir. "Allah rızası için oruç tutayım" demek gibi.

Bu şekilde yapılan nezirler makbuldür ve sevaba vesiledir. Çünkü işin içinde dünyalık

bir kaygı yoktur.

Muallak nezir: Bir şartın gerçekleşmesine bağlı olarak yapılan nezirlerdir. "Şu
hastalıktan iyi olursam, kafirlere şu kadar lira sadaka vereyim." şeklindeki bir nezir,
muallak nezirdir. Aslında bu, dünyevî bir menfaata bağlı olduğu için makbul değildir.
Çünkü nezir ibadet cinsinden olacaktır. Ve ibadet Allah için edilir. Zaten Allah'ın
takdiri değişmez. Onun için kişi nezirle ölecek hastayı iyileştiremez. Buna rağmen, bir
şarta bağlı olarak yapılan nezirlerin bağlandığı şartın gerçekleşmesi halinde yerine
getirilmesi gerekir. Aksi halde borçlu olur.

Şart tahakkuk etmeden, nezir yerine getirilemez. "Şu işim olursa şu kadar oruç
tutayım" diyen kişi, o işi.olmadan oruç tutarsa, nezrini eda etmiş sayılmaz.
Şarta bağlanan nezirler, zaman ve mekânla kayıtlı olmaz. Meselâ; "Şu işim olursa
filan günü oruç tutayım" diye, adakta bulunan kişi, o işi olunca, orucunu o günden
başka bir günde tutulabilir.

Nezirde kasd şart değildir. Dolayısıyla, "Ben şakadan nezretmiştim" diye bir sözün
geçerliliği yoktur.

1. Yalan Yere Edilen Yeminler Hakkında Sert Tutum

3242... İmrân b. Husayn (r.a), Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Yalan yere; "masbûra" yemini üzerine yemin eden kişi.cehennemdeki yüz üstü



kalacağı yerine hazırlansın."



Açıklama



"Masbûra" sözlükte; habsedilmiş demektir. Çünkü sabr; hapis manasına gelir.
"Masbûra yemini", Kamus'da şöyle izah edilmektedir: "Üzerine yemin terettüp eden
kişi o yemin sebebiyle hapsedilir ve yemin edinceye kadar hapiste tutulursa, bu



yemine "masbûra" denilir."

Aslında, hapsedilen yani masbûr olan; yemin değil, yeminin sahibidir. Fakat insan, bu
yemin sebebiyle hapsedildiği için, mecazi olarak yeminin sıfatı olmuştur.
İbnü'l-Esir, Nihâye'de; "Kim habs yemini ile yemin ederse..." hadisindeki, sabr" ve,
hadisindeki "masbûra" kelimelerini izah ederken şöyle der: "Yani kişinin ilzam
edildiği ve onun yüzünden hapse atıldığı yemin. Bu yemin hüküm cihetinden"
sahibine lâzım (bitişik)dir. Her ne kadar aslında yemin sahibi habşedilir ise de, bu
yemine masbûra denilir. Çünkü kişi o yemin yüzünden hapsedilmiştir. Dolayısıyla,
yemin mecazi olarak haps ile vasıflanmış ve ona izafe edilmiştir."
Aynî de; bir sonraki hadisin, Buharî'deki rivayetinde bulunan; cümlesini izah ederken
şöyle der: "Bu yemin kendisinin üzerine sahibinin ilzam edildiği.ve zorlandığı
yemindir. O, sultanın, bir adamı yemin edinceye kadar bir yemin üzerine
hapsetmesidir." Yine Aynîdeki ifadeye göre; Dâvûdî: Bu yeminin manasının; kişinin,
insanların başlan üzerine yemin edinceye kadar tutulması olduğunu söyler.
Bu ifadelerden anlaşılıyor ki; masbûra yemini; yemin etmesi gereken kişinin o yemini
edinceye kadar hapsedilmesini icabettiren yemindir.

Hz. Peygamber (s. a), bu hadiste; hapsedildiği konuda yalan yere yemin eden kişinin
Cehennemdeki yerinde yüzüstü kalacağını ifade etmektedir. Ter-cemeye "yüzüstü"
diye geçtiğimiz terkibindeki "bâ" harfi cerri "ala" manasmdadır. Bu terkibi, bizim
terceme ettiğimiz manada değil de; "O yemini sebebiyle" şeklinde anlayanlar da
olmuştur. O zaman cümlenin manası; "O yemin sebebiyle cehennemdeki yerine
hazırlansın" olmuş olur. Ancak bu mana sarihler tarafından pek tutulmamıştır.
Cehennemliklerin, cehennemdeki.yerleri şu anda mevcuttur. Hadiste belirtildiği üzere
yalan yere yemin eden kişi, o yerinde yüzünün üzerinde sürünerek kalacaktır. Hz.
Peygamber (s. a) bu manayı, emir siğasıyla "hazırlansın" şeklinde ifade etmiştir.
Yalan yere yemin etmenin, son derece günah olduğunu gösteren birçok hadis vardır.

m

Bundan sonraki babda gelecek olan hadisler bunlardandır.

M

Birinin Malını Almak İçin Yemin Etmek

3243... Abdullah (b. Mes'ûd) (r.a) Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğunu haber
vermiştir:

"Bir kimse, müslüman bir kimsenin malım almak için yalan yere yemin ederse; Allah

kendisine gazaplı olduğu halde Allah'a ulaşır. "Eş'as (r.a) dedi ki:

Vallahi bu hadis benim hakkımdadır. Benimle bir yahudinin arasında (nizâlı) bir arazi

vardı. Yahudi benim hakkımı inkâr etti. Durumu Hz. Peygamber'e arzettim.

Rasûlullah (s. a) bana:

"Delilin var mı?" diye sordu.

Hayır, dedim. O zaman yahudiye: "Yemin et!" dedi.

Ya Rasûlullah! Öyleyse yemin eder, malımı alır götürür, dedim. Bunun üzerine Allah,



m

"Allah'ın ahdini ve yeminlerini az bir değere değişenlerin," âyetini indirdi.



Açıklama

Hadisin Buharı'deki rivayetinde; kelimesinden sonra bir de kelimesi vardır. Yanı
oradaki rivayet, şeklinde başlamaktadır. "Sabr"dan maksadın ne olduğu, önceki
hadisin şerhinde geçmiştir. Ayrıca Buharî'nin rivayetinde âyet-i kerime hadisin
sonunda değil, ortasında; Eş'as b. Kays'm sözünden öncedir. Ebû Dâvûd'da ise âyet,
hadisin sonunda yer almıştır. Bir de; Ebû Dâvûd'da Eş'as'm, "Bir yahudi ile aramda
nizâlı bir arazi vardı..." dediği bildirildiği halde, Buharî'de: "Amcamın oğlunun
arazisinde bir kuyum vardı" dediği zikredilmektedir. Bu hal, rivayetler arasında bir
tezat görünümü arzetmektedir.

Aynî bu ayrılığı şu şekilde te'Iif eder: Eş'as'm kuyusu, amcasının oğlunun tarlasının
içindedir. Ebû Davud'un rivayetindeki "arz"dan maksat da kuyunun yeridir.
Amcasının oğlunun yahudi olması da pek tabiidir. Çünkü Yemenlilerin bir kısmı
yahudi idi. Yusuf Zü Nüvas oraya hâkim olup', Ha-beşlileri kovdu. İslâm Yemen'e

[101

girdiği zaman, onlar yahudi idiler.

Aynî'nin bu ifadeleri gözönüne alındığında Buharı ve Ebû Dâvûd'daki hadisleri

müştereken düşünerek şöyle diyebiliriz: Eş'as; "Amcamın yahudi olan oğlunun arazisi

içinde, onunla benim aramda yeri nizâlı bir kuyu vardı..." demek istemiştir.

Hadis-i şerifte; bir müslümanm malını almak için yemin eden kişi anlatılırken; ( >ü lj

y>} ) "O yemininde yalancı olduğu halde" kaydı yer almıştır. Bİzim "yala" yere" diye

terceme ettiğimiz bu kayddan anlaşılıyor ki; bilmeden, unutarak veya zorlanarak

yemin eden kişi, hadiste ifade edilen hükmün dışında kalmaktadır.

Rasûlullah (s. a), bir müslümanm malını almak içiri yemin eden kişinin Allah'a, Allah

kendisine öfkeli olduğu halde ulaşacağını bildirmiştir. Bundan maksat şudur: Allah

(c.c) böylelerine, gazaba uğrayanlara yaptığı muameleyi yapacak, onlara azab

edecektir.

Hadisin devamında; Eş'as b. Kays'm başından geçen bir hâdise yer almaktadır. Bu
bölümde, önemli bir fıkıh kaidesine işaret edilmektedir kî o da şudur: "Beyyine
müddeiye, yemin müddea aleyhe (davalı) aittir." Çünkü Hz. Peygamber (s. a), Eş'as'a;
"Delilin var mı?" diye sormuş, o "hayır" deyince yahudiye yemin teklif etmiştir.
Buradaki beyyineden maksat, iki tane şahittir. Bu konu, ilende gelecek olan Kitabu'l
Büyü' da izah edilecektir.

Hadisin ışık tuttuğu diğer önemli bir nokta da; dünyevi ahkâm hususunda İslâm
idaresi altında yaşayan müslümanlarla, gayrı müslimlerin aynı hükümlere tabi
oldukları ve onların mallarının da müslümanlarm malları gibi dokunulmazlığının
olduğudur. Çünkü öyle olmasaydı Hz. Peygamber davaya gerek duymadan, nizâlı
araziyi müslüman olan davacıya verir, işi bitirirdi. Ama öyle yapmadı, davacının delili
olmayınca, davalıya yemin teklif etti.

Eş'as (r.a), muhatabının bir yahudi olduğunu, dolayısıyla hakka hukuka riayet etmeden
yemin ederek arazisini elinden alabileceğini söyleyince, metinde zikri geçen âyet
inmiştir. Biraz önce de işaret edildiği gibi, anılan âyet, Buharî'nin rivayetine göre;
Eş'as'm sözü üzerine değil Hz. Peygamber (s.a)'in yalan yere yemini kötüleyen ifadesi
üzerine inmiştir. Ancak bu ayrılığın pek önemi yoktur. Fakat aynı âyetin, ticaret



malını ikindiden sonraya bıraktp da yalan yere yemin edenlerle ilgili olarak indiğine
işaret eden haberler de vardır.

Aynî, bu farklı rivayetler için de şu mütalaayı beyan eder: "Ayetin, aynı anda her iki
hâdise için de inmiş olması mümkündür. Çünkü âyetin ifadesi her iki kaziyyeyi hatta
daha fazlasını şamil olacak derecede geneldir."

Hadis metninde, baş tarafı yer alan âyetin tamamının meali şöyledir: "Allah'ın ahdini
ve yeminlerini az bir değere değişenlerin, işte onların âhi-rette nasipleri yoktur. Allah
onlara kıyamet günü hitab etmeyecek, onlara bakmayacak, onları temize
çıkarmayacaktır. Elem verici azab onlar içindir."

Bu hadiste sözü edilen yemin; bile bile yalan yere edilen yemindir. Bu yemine
"yemin-i gamûs" denildiği, konunun girişinde belirtilmişti.

İbn Battal; bu hadis ve âyetle, cumhurun, gamûs yemininde keffaret olmadığı

hükmünü çıkardıklarını söyler. Çünkü, Hz. Peygamber (s. a) hadiste bu yeminin cezası

olarak; günahı, Allah'ın gazabını zikretmiş, keffare-ti anmamıştır. Eğer yemin-i

gamûsun keffareti olsaydı Hz. Peygamber (s.a) bunu da belirtirdi.

İbnü'l-Münzir de; "Yemin-i gamûsta keffaretin gerekli olduğuna delâlet eden hiçbir

hadis bilmiyoruz. Aksine sünnet, bu yeminde keffaret olmadığına delâlet etmektedir"

der.

İbn Battâl'm da belirttiği gibi; içlerinde İmam A'zâm Ebû Hanîfe, İmam Malik ve
İmam Ahmed b. Hanbel'in de bulunduğu cumhura göre, gamûs yemininden dolayı
keffaret gerekmez. Tevbe ve istiğfar edilir, Allah dilerse affeder.
Şâfulere göre ise; gamûs yemininden dolayı da keffaret gerekir, yani keffaret bu
yeminin günahını düşürür.

İbn Rüşd'ün ifadesine göre; bu ihtilâfa sebep; Kur'ân'daki ifadelerin âmm oluşunun
hadislerdeki ifadelere aykırı gibi görünmesidir. Çünkü, Mâide sûresinin 89. âyetinde;
"Allah sizi rastgele yeminlerinizden dolayı değil, bile bile ettiğiniz yeminlerden ötürü
hesaba çeker. Yemininizin keffareti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on
düşkünü yedirmek yahut giydirmek ya da bir köle azad etmektir. Bulamayan üç gün
oruç tutmalıdır. Yeminlerinizin keffareti budur. Yemin ettiğinizde yeminlerinizi tutun.
Şükredesiniz diye Allah size böylece âyetlerini açıklıyor." Duyurulmaktadır. Buradaki
ifadeler, yemin-i gamûsun da, mün'akide cinsinden olduğu için, keffaretin gerekli
olduğunu gösterir.

Ayet-i kerimenin sonuna doğru, "Yemin ettiğinizde yeminlerinizi tutunuz..."
buyuruluyor. Bu şüphesiz ileriye matuf olarak yapılan, yemin-i mün'-akideye aittir.
Dolayısıyla âyetin baş tarafında konu edilen yeminin de yemin-i gamûs değil, yemin-i
mün'akide olması daha muvafıktır. Onun için âyet, Şâ-fıîlerden çok, cumhura delil
olsa gerektir.

Şâfıîlerin görüünü benimseyen âlimler, cumhurun dayandığı bazı hadislerin, çeşitli

011 '

yönlerden ma'lul olduğunu söylemişlerdir.
Bazı Hükümler

1. Başkasının malını almak için, yalan yere yemin eden kişiye Allan (c.c) gazaba
uğrayanlara yaptığı muameleyi yapacak, onlara azab edecektir.

2. İslâm idaresi altında yaşayan zimmîler muamelatla ilgili konularda, İslâm ahkâmına
tabidirler.



3. Davalarda; delil getirmek davacıya aittir. Davacı delil getiremezse davalıya yemin
teklif edilir.

4. Müslümanm malını haksız yere almak caiz olmadığı gibi, gayri müs-Iim tebeanın

£121

malını almak da caiz değildir.

3244... Eş'as b. Kays (r.a)'den rivayet edildiğine göre; Kinde ve Hadramevt'den olan
iki adam, Yemen'deki bir arazi konusunda Ra-sûlullah (s.a)'in huzurunda
davalaştılar.Hadramh:

Ya Rasûlallah! Benim arazimi bunun babası gasbetti. O, (şu anda) bunun elindedir,
dedi.Rasûlullah (s.a):
"Delilin var mı?" buyurdu.

Hayır, fakat onun; o arazinin benini olup, babasının benden gasbettiğini bilmediğine,
Allah adına yemin etmesini istiyorum.

Kindi, yemin etmeye hazırlandı. Hz. Peygamber (s.a): "Yemin ederek bir mala sahip
olan kimse, Allah (c.c)'a ancak elleri ayakları kesik olarak varır." buyurdu. -Bunun

£131

üzerine Kindeli: ;- Arazi onundur, dedi.
Açıklama

Ahmed b. Hanbel'in MiisnecTinde, Adiyy b. Umeyre tarafından rivayet edilen ve
buradaki hadiseye benzeyen bir haberde Kindeli olan şahsın adının İmriü'I-Kays
olduğu belirtilmektedir. Ancak bu, meşhur şair Imriü'1-Kays değildir.
Kinde; Arabistan'ın güneyinde cahiliye devrinde yaşayan bir kabiledir. Babalarının
adına nisbetle bu ismi almışlardır. Bunlardan bir kısmı Amr b. el-As'la birlikte Mısır'a
gitmişlerdir. Meşhur filozof Kindi, şâir Ebu'l-A'lâ el-Maarrî ve İmriü'I-Kays bu
kabileye mensupturlar.

Hadramevt, Arabistan Yarımadasının güneyinde, Yemen'de bir yerin adıdır. Eski
Hımyerîlerin merkezi idi. Bu bölgeye mensup olan kişilere "Hadramî" denilir.
Hadiste konu edilen hâdise Eş'as b. Kays tarafından rivayet edilmektedir. Eş'as,
bundan evvelki İbn Mes'ûd hadisindeki bir yahudi ile nizâh arazisi olup, Rasûlullah'a
davacı olan şahıstır. Ancak, olaylar arasında o kadar fark var ki, iki hâdisenin aynı
olduğunu söylemek mümkün değildir. O halde, İbn Mes'ûd tarafından rivayet edilen
önceki haber ile üzerinde durduğumuz haber ayrı ayn iki hâdiseye aittirler. Zaten
önceki haberde davacı durumunda olan Eş'as Kindelidir. Burada ise davacı olan
Hadramhdır. Kindeli ise davalıdır.

Bu haberin muhtevası, metinde açıkça görüldüğü gibi bir arazi davasıdır. Şahıslardan
birisi arazisinin hasmının babası tarafından zorla elinden alındığını iddia ile
Rasûlullah'a dava etmiştir. Hz. Peygamber, davaciya iddiasını isbat için delilinin olup
olmadığını sormuştur. Delilden maksat iki şahittir.

Davacı, şahidinin olmadığını fakat, hasmının "Vallahi, bu arazinin onun olup babamın
gasbettiğini bilmiyorum" diye yemin etmesini istediğini söyledi. Kindeli, teklif edilen
yemine hazırlanınca Hz. Peygamber (s.a); yalan yere yemin ederek bir mala sahip olan
kişinin, Allah'a "eczem" olarak varacağını haber verdi.

Eczem: Eli ayağı kesik, bereketi, delili ve hareketi olmayan, cüzzamlı gibi manalara
gelir.



Tıybî;"Eczemü'I-huccet; konuşacak dili, elinde delili olmayan demektir. Yani, onun
bir müslümamn malını zulmen alması ve yalan yere yemin etmesi konusunda
kendisini savunacak delili yoktur." der.

Bunlardan hangisi alınırsa alınsın, yalan yere yemin ederek, bir başkasının malını alan
kişinin âhirette büyük azaba uğratılacağı anlaşılmaktadır.

Kindeli şahıs; yalan yere yemin konusundaki cezanın şiddetini öğrenince yemin

İMİ

etmekten vazgeçmiş ve arazinin hasmına ait olduğunu kabul etmiştir.
Bazı Hükümler

1. Davalarda davacının delili yoksa, davalıya yemin tekin edilir. Bu yemin için
davacının özel bir kalıp teklif etmesi caizdir.

2. Hâkimin, kendisine arzedilen davaları sonuçlandırmadan önce tarafların gerçeği
ikrar etmeleri için telkinde bulunması iyidir.

3. Yalan yere yemin ederek, başkasının malına sahip olan kişi Allah'ın huzuruna eli

£151

kolu kesik, cüzzamlı olarak çıkacaktır.

3245... Alkame b. Vâil b. Hucr el-Hadramî, babasm(Vâil)'dan şu haberi nakletmiştir:
Hadramevt ve Kinde'den birer adam Rasûlulîah (s.a)'a geldiler. Hadramh olan:
Ya Rasûlallah! Bu adam, benim babamdan kaian arazime zorla sahip oldu. Kindeli:
O, benim elimde (sahip olduğum) arazimdir. Orayı ekiyorum. Bunun orada hakkı yok.
Hz. Peygamber (s.a) Hadramlıya; "Delilin var mı?" diye sordu. Hadramlı:
Hayır. Rasûlulîah (s.a):

"Senin için ancak onun (Kindelinin) yemini var (ona yemin ettirme hakkın var)."
Hadramlı:

Ya Rasûlallah! Bu facir birisi, yemin ettiği şeye aldırmaz, hiçbir günahdan
sakmmaz.Hz. Peygamber (s.a):
"Senin bundan başka hakkın yok."

Kindeli yemin etmek için (minberin yanma doğru) gitti. Arkasını dönünce Rasûlulîah
(s.a): "Dikkat edin! Vallahi eğer haksız yere yemek için bir mal üzerine yemin ederse
şüphesiz Allah Teâlâ'ya, o kendisinden yüz çevirmiş olduğu halde varacaktır."
£161

buyurdu.
Açıklama

Bu haber de, önceki gibi; bir Hadramlı ile bir Kindeli arasındaki arazi davasını konu
etmektedir. Ancak, öncekinden senet yönüyle tamamen farklı olduğu gibi metin
yönüyle de oldukça farklıdır. Meselâ bu rivayette öncekinden farklı olarak,
Hadramî'nin dava ettiği arazinin kendisine babasından kaldığı, Kindeli'nin, hasmının
iddiasını reddettiği, Hadramlmm, Kindeliyi facirlikle itham edip yalan yere yeminden
sakınmayacağını iddia ettiği, Kindelinin; yemin etmek için mihraba doğru gittiği
bildirilmektedir. Ayrıca, geçen rivayetin sonunda, Hz. Peygamber (s.a)'in, "Bir
başkasının malını yalan yere yemin ederek alanın, Allah'a eli ayağı kesik olarak
ulaşacağını" söylediği belirtildiği halde bunda; "Allah'a, Allah ondan yüz çevirmiş



olduğu halde varacağı" belirtilmektedir. Bütün bu farklılıklardan her iki haberde
anlatılan olayların ayrı ayrı olduğunu anlaşılmaktadır.

Bu haberde, babın diğer hadislerinde bulunmayan bir konu karşımıza çıkmaktadır, o
konu şudur: Davacı dava neticelenmeden hasmını fücurla, yalan yere yemin etmekle
itham etmektedir! Hz. Peygamber (s. a) de bu ithamı men etmemiş, sadece: "Senin, ona
yemin ettirmekten başka hakkın yok" buyurmuştur. Bu hal, davacının yaptığının
meşru olduğunu göstermektedir.

Hattâbî, bu konu ile ilgili olarak şöyle der: "Bu hadisde hasımlar arasında cereyan
eden münazaada, taraflardan birisi sözü esas konudan çıkarıp hasmını hıyanet, fücur
ve haramı helâl görme gibi bir şeye nisbet ederse, bu konuda bir hüküm
verilmeyeceğine delil vardır."

Yine bu hadiste; öncekilerden ayrı olarak, yemin edecek kişinin yemin etmek için
minberin yanma doğru gittiği de sözkonusu edilmektedir. Hattâbî bu konuda da şöyle
der:

Ravinin; "Yemin etmek için (minbere doğru) gitti ve arkasını dönünce" sözleri; Hz.
Peygamber zamanında yeminin minberin yanında edildiğine delildir. Böyle olmasaydı
Kindelinin Rasûlullah'm meclisinden gidip arkasını dönmesinde mana olmazdı. Hz.
Peygamber'in şu sözü de buna şahitlik eder: "Yeşil bir misvak dalma da olsa benim
minberimin yanında (yalan yere) yemin eden kişi Cehennemdeki yerine

im

hazırlansın."

Hz. Peygamber (s.a)'in, "O Allah'a, Allah kendisinden yüz çevirmiş olduğu halde
varır" sözündeki, Allah'ın yüz çevirmesinden maksat, Allah'ın ona değer vermemesi,

£181

gazab etmesi, rahmetinden uzaklaştırmasıdır.
Bazı Hükümler

1. Bir mah' elinde tutan kişi (sahibu'l-yed, zi'I-yed) o mala, onu iddia eden yabancıdan
daha çok mustehaktır. Yani malı elde bulundurma, o mala sahip olmanın delilidir.
Araziyi elde tutmak; onu ekip biçmekle, evi elde tutma içinde oturmakla olur. Malm
çeşidine göre zi'l-yedlik değişir.

2. Davacı, iddiasını isbat için delil getiremez ve davalı da davacının id-. d i asını ikrar
etmezse davalının yemin etmesi gerekir.

3. Başka deliller, malı elde bulundurma (zi'l-yedlik) delilinden daha önce gelir. Çünkü
Hz. Peygamber (s. a), Kindelinin "Bu arazi benim elimde, orayı ekiyorum" demesine
rağmen Hadramlıya, delilinin olup olmadığını sormuştur. Eğer zi'l-yedlik de diğer
delillere denk olsaydı, Kindelinin deliline karşı yeni bir delil istemezdi.

4. Davalı, günahkâr, facir birisi de olsa yemini kabul edilir ve karşı tarafın delili
yoksa, bu yeminle dava sona erdirilir.

5. Hasımlardan birisi diğerine dava esnasında "yalancı, facir, zalim" gibi isnadlarda
bulunsa, bu sözler ayrı bir davayı gerektirmez.

6. Bir kimse, mirasla ilgili bir şey iddia etse, hâkim de o kişinin murisinin öldüğünü ve
başka bir vârisin olmadığını bilse, dava esnasında başka delil istenmeden bununla
hükmeder. Çünkü Hadramh, "Bu adam bana babamdan kalan araziye zorla sahip oldu"
demiş, Hz. Peygamber de gerçekten Hadramlmm babasının ölüp ölmediğine veya
başka vârisinin bulunup bulunmadığına delil istememiştir. Eğer Rasûlullah (s. a) onun,



babasının mirasına tek vâris olduğunu bilmeseydi, bunu isbat için delil isterdi.
7. Mahkemede, hasımlardan birisinin salih, dürüst, diğerinin de yalancı, günahkâr
olması verilecek hükmü etkilemez. Hüküm hasımların hallerine göre değil, delillerine
£191

göre verilir.

2. Hz. Peygamberin Minberinin Yanında Edilen Yemini Tazim Konusunda
(Gelen) Haberler

3246... Câbir b. Abdillah (r.a)'dan, Rasûlullah (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir:

"Benim şu minberimin yanında, yeşil bir misvak üzerine bile olsa, bir şey için yalan
yere yemin eden hiç kimse yok ki cehennemdeki yerine hazırlanmış olmasın -veya

[201

kendisine cehennem vacip olmasın-."
Açıklama

İbn Mâce'de, aynı manayı ifade eden iki hadis vardır. Bunlardan birisi Câbir'den diğeri
ise Ebû Hureyre'den rivayet edilmiştir. Câbir'in rivayeti, "Benim şu minberimin
yanında, yeşil bir misvak üzerine bile olsa yalan yere yemin eden kişi, cehennemdeki
yerine hazırlansın"; Ebû Hureyre'nin rivayeti ise; "Benim şu minberimin yanında bir
erkek ve kadın taze bir misvak üzerine bile olsa yalan yere yemin ederse, ancak
Cehennem kendisine vacip olur." şekillerindedir.

Hadis-i şerif, basit bir malı elde etmek için bile olsa yalan yere yemin etmenin kişinin
cehenneme gireceğine sebep olduğuna işaret etmektedir. Değersiz bir mal için yemin
etme, kişinin cehenneme girmesine sebep olduğuna göre, kıymetli mallar için yemin
etmeyi siz düşünün.

Hz. Peygamber (s. a) yemine konu olacak değersiz malı "yeşil bir misvak" veya "taze
bir misvak" sözüyle ifadelendirmiştir. Çünkü, taze misvak Arabistan'da çokça
bulunan, alınıp satılmayan değersiz bir şeydir. Kuruduktan sonra ise, satılır. Onun için
kuru misvakın az çok değeri vardır.

Hadis-i şerifte ayrıca Hz.Peygamber(s.a)'in minberinin yanında edilen yeminin
önemine de işaret vardır. Yani Rasûlullah'm minberinin yanında edilen yemin başka
taraflarda edilen yemine nisbetle daha büyüktür. Çünkü eğer öyle olmasaydı,
Hz.Peygamber (s.a)'in, bu kaydı koymasında mana olmazdı.

Cumhur bu hadise dayanarak mescid, Harem ve minber gibi kutsal yerlerde, ikindiden
sonra ve cuma günü gibi kutsal zamanlarda edilen yeminlerin daha ağır olduğunu, bu
yer ve zamanlarla yeminin daha da şiddetleneceğini söylemişlerdir.
Hanefilere göre ise hâkim davalıya yemin ettirecek olursa bunu belirli yerler ve
zamanlarla takviye cihetine gitmez. Çünkü yemin eden kişi, Allah adını anarak yemin
etmektedir. Dolayısıyla bunun bir de ayrıca yer ve zamanla te'kidine ihtiyaç yoktur.
Buharî'nin bir bab'a; "Davalı, yemin kendisine nerede vacip olursa orada yemin eder"
adını vermesi de, Hanefîlerin görüşlerini takviye eder.

Bazı âlimler ise , yemin ettirirken yeminin yer ve zamanla kuvvetlendirilip
kuvvetlendirilmemesinin hâkime ait bir yetki olduğunu söylerler. Bunlara göre, hâkim
isterse davalıya yemini camide, cuma günü gibi belli yer ve zamanda, isterse kaza



meclisi nerede ise orada ettirir. Sahabelerden bazılarının hasımlarına yemin ettirirken;
Rükünler arasında veya Makain-ı İbrahim'in yanında etmelerini istediklerine,
bazılarının da bunu kabul etmekten kaçındıklarına dair haberler gelmiştir. Yine bazı
sahâbîlerin Mushaf üzerine yemin ettirdikleri olmuştur.

İbn Reslân;âlimlerin zimmîye yemin ettirirken onun, bir yerle kuvvetlendirilmesinin
caiz olduğunda ihtilâflarının olmadığını söyler. Ancak bu Hanelilere göre caiz
değildir. Yemin ettirirken, yahudiye; "Tevrat'ı Musa'ya indiren Allah'a...",
Hristiyanlara da; "İncil'i İsa'ya indiren Allah'a..." şeklinde yemin ettirilir. Fakat, yemin
ettirmek için onların ibadethanelerine girilmez. Çünkü bu, hem oralara değer verme



manasına gelir, hem de müslü-manm oralara girmesi hoş değildir.
Şevkânî bu konuda şöyle der:

"Yemini kuvvetlendirmede caiz olan son had, bu ve benzeri hadislerde varid olan,
sözle kuvvetlendirmektir. Ama zimmîlere kilise ve benzeri yerde yemin ettirmek gibi,
muayyen bir yer ve zamanla kayıtlayarak yemini te'kid konusunda herhangi bir delil
[221

mevcut değildir."
Bazı Hükümler

1. Değeri az da olsa, bir mala sahip olmak için yalan yere yemin etmek, kışının
cehenneme atılmasına sebeptir.

2. Kişinin, yalan yere yemin etmesine mani olmak için onun saygı duyduğu kutsal bir
yer ve zamanda yemin ettirilmesi caizdir.

[23]

Bu konu ile ilgili malumat açıklama bölümünde geçmiştir.

İM

3. Putlar Adına Yemin Etmek

3247... Ebû Hureyre(r.a)'den, Hz. Peygamber (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir:

"Yemin edip, yemininde "Lâfa yemin ederim ki" diyen kimse, hemen "Lâ ilahe
illallah" desin. Arkadaşına; "Gel seninle kumar oynayalım" diyen kişi, sadaka olarak
£251

bir şey versin"
Açıklama

Hadisin Buharî'deki rivayetinde, Lâfın yanı sıra Uzza da anılmaktadır. Yanı, "Lat ve
Uzza'ya yemin ederim ki derse..." denilmektedir. Müslim'deki rivayet ise aynen Ebû
Dâvûd'taki gibidir.

Lât: Cahiliye devrinde Arapların taptıkları üç büyük puttan birisinin adıdır.
Sa'Iebî; Lât isminin Allah isminden alındığını, lafzatullah'm sonuna bir tâ ilâve
edilerek bu hale getirildiğini söyler. Putperestler, bu hareketleriyle, kendi ilahlarının
adını Allah'ın adına benzetmek istemişlerdir. Sonra Allah (c.c) ismi celalini korumak
için anılan putun adını "Lât" şekline çevirmiştir. Mücâhid; Lât'm, Tâif te bir taş; Ebû



Zeyd, Nahle'de Kureyşlilerin ibadet ettikleri bir ev olduğunu söyler. Bu kelimenin,
hacılar için, unu yağ ile karıştırarak yemek yapan bir adamın hatırasından alındığı da
söylenir. Çünkü, unu yağ ile karıştırma işine "lett" denilir. Bu görüşe göre hacılar için
yukarıdaki şekilde yemek yapan bir adam vardı. O adam ölünce, kabri üzerine durup,

[261

ona ibadet etmeye başladılar.

Bu puta "Lât" adının verilişine sebep olarak başka hâdiselerden de bahsedilir. Ancak
bunlar o kadar önemli değildir. Önemli olan "Lâfın; Arapların tapındıkları bir put
olduğunu bilmektir.

Bu hadiste; Lâfın adını anarak yemin eden kişinin yemininin sonunda "Lâ ilahe
illallah" demesi emredilmek t edir. AIiyyül'l-Kârî bu meseleye iki açıdan
bakılabilecğini söyler:

1- Kişinin sehven cahiliyye devrinden kalma bir âdet olarak "Lât" üzerine yemin
etmesi. Bu durumda "Lâ ilahe illallah" demesinden maksat; tevbe etmesi, tevhid
kelimesini, günahına keffaret kılmasıdır. Çünkü iyilikler, kötülükleri siler. Bu,
gafletten dolayı tevbedir.

2- Bu yemini ile "Lâfı ta'zim etmesi. Böyle olursa; anılan.veminden sonra tevhid
kelimesi söylenmesinden maksat, iman tazelemektir. Çünkü bu yemin kişiyi dinden
çıkarır. Bu durumda tevbe, ma'siyetten tevbedir.

Aliyyün-Kârî devamla, Şerhu's-Sünne'den şu sözleri nakleder:

"Bu hadiste; İslâm'dan "başka bir şeyle yemin edene keffaret gerekme-yip, günahkâr
olduğuna ve tevbe etmesi gerektiğine delil vardır. Çünkü Hz.Peygamber (s. a) bu
yeminin cezasını kişinin dininde kılmıştır, malında değil, sadece kelime-i tevhid'i
emretmiştir. Çünkü yemin ma'kud ile olur. Lât ve Uzza'ya yemin edince bu konuda
kâfirlere benzemiş olur. Onun için Rasûllah kelime-i tevhidle bunu telâfiyi

[221 '

emretmiştir."

Aliyyül'l-Kârî'nin anlayışına göre; bu hadiste putlar adına yemin etmenin caiz
olmayışından başka bir hükme işaret yoktur.

Nevevî ise, "Şöyle yaparsam ben yahudi veya hristiyan olayım, İslâm'dan veya
Peygamber'den beri olayım" ve benzeri sözlerle yemin eden kişiyi de putlar adına
yemin etmeye benzetmiş ve bunlarla yemin olmayacağını, dolayısıyla bu sözlerin
keffareti gerektirmeyeceğini söylemiştir.İmam Şafiî, İmam Mâlik ve alimlerin
cumhurunun görüşü Nevevî'nin dediği gibidir. Bu sözleri söyieyen kişiye keffaret
değil tevbe istiğfar gerekir.

Hanefîlere göre; bir şeyi yapıp veya yapmamak için, "yahudi olacağına veya hristiyan
oîacağna" dair yemin eden kişiye sözünü yerine getirmediği takdirde keffaret gerekir.
Çünkü kişi bu sözünde; şartı küfre alâmet kılınca, o şarttan kaçınmanın gerekli
olduğuna inanmıştır. O halde bunu yemin olarak söylemiştir. Ama kişi şart koştuğu
şeyi yapmadığı takdirde gerçekten yahudi veya hristiyan olacağına inanır ve sözünü
tutmazsa dinden çıkmış olur. İman ve nikâh tazelemesi gerekir.
Nevevî, Hanefîlerin şu mantıkî delille görüşlerini desteklediklerini söyler:
Aüah (c.c), zıhar yapana keffareti emretmiştir. Çünkü bu günah bir söz ve yalandır.
Anılan sözlerle yemin etmek de aynı şekilde günahtır. Öyleyse bunlardan dolayı da
[28]

keffaret gerekir.

Hattâbî; Nehaî, Evzaî, Süfyân-ı Sevrî, Ahmed b. Hanbel ve İshak b. Râhûyeh'in de



Hanefîlerin görüşünde olduklarını söyler.

Hadis-i şerifte sözkonusu edilen diğer bir mesele de; arkadaşını kumar oynamaya
davet eden kişinin durumudur. Hz. Peygamber (s. a), arkadaşını kumar oynamaya
davet eden kişiye hemen sadaka vermesini emretmiştir. Bu„ günaha keffaret olarak
peşinden sadaka verme esasını gerektirir.

Bu durumda olan kişinin vereceği sadakanın mikdarı konusunda farklı görüşler vardır.
Hattâbî, arkadaşına kumar oynamayı teklif ettiğinde düşündüğü mikdarı sadaka olarak
vereceğini söyler. Nevevî ise; muhakkik âlimlerin anlayışına göre, hadiste böyle bir
kaydın olmadığını, sadaka denilebilecek miktarda olmak kaydıyla imkânına göre
sadaka verebileceğini söyler. Nevevî, Sahih-i Müslim'deki, "Bir şey tasadduk etsin"
şeklindeki ifadenin bu görüşü dekteklediğini kaydeder.

Kadı Iyaz da; bu hadisin; kalpte yerleştiği zaman, masiyete azmetmenin günah olduğu
tarzındaki cumhurun görüşüne delil olduğunu söyler. Kalbe yerleşmeden akla gelip
geçen masiyet ise günahı gerektirmez.

Aynî; kumara davetten sonra verilecek olan sadakanın vacip değil mendup olduğunu,

[291

fakihlerin hadisteki emri.nedbe hamlettiklerini bildirmektedir.
Bazı Hükümler

1. Ta'zim kasdı ile putlar adına yemin etmek, kişiyi dinden cıkanr.Böyle bir yemini
eden kişinin hemen peşinden iman tazelemesi gerekir.

2. Putlar adına edilen yeminlerin bozulması halinde keffaret gerekmez.

3. Bir günaha azmedip karar vermek de günahtır.

İM

4. İşlenilen bir günaha keffaret olarak hemen peşinde sadaka vermek menduptur.



4. Babaların Adı İle Yemin Etmek Mekruhtur

3248... Ebû Hureyre (r.a)'den Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Babalarınızın, annelerinizin ve putların adlan ile yemin etmeyiniz. Sadece, Allah'ın
adı ile yemin ediniz. (Allah'ın adı ile de) ancak (sözünüzde) doğru olduğunuzda yemin
[321

ediniz."
Açıklama

Hafız el-Mizzî; bu hadisin Lü'Iüî'nin rivayetinde mevcut olmayıp Ibn Dase nın
rivayetinde bulunduğunu söyler. Hadis-i şerifin ilk bölümünde; Hz.Peygamber (s. a)
babaların, annelerin ve putların adına yemin etmeyi yasaklamaktadır. Şüphesiz,
dedeler, nineler, çocuklar ve torunlar da aynı yasağın altına girerler. Putlar adına ye-
min konusu bundan evvelki hadiste izah edilmiştir.

Hadisin ikinci bölümünde ise daha genel bir ifade ile Allah'tan başkaları adına yemin
etmek men edilmektedir.

Allah'tan başkası adına yemin etmenin yasak oluşundaki hikmet Nevevî'nin beyanına
göre şudur: Bir şey ile yemin etmek ona değer vermek ta'zim etmektir. Azamet ise



gerçekte sadece Allah içindir. Onun için Allah'ın zâtı ve sıfatlarından başka bir şeyle
yemin edilmez. Şevkânî, bunda bütün fakihlerin hemfikir olduğunu, ancak bu yasağın
hüfcmü konusunda farklı görüşler bulunduğunu söyler. Bu ihtilâfları biraz sonra ele
alacağız.

Nevevî'nin, Müslim Şerhi'nde bildirdiğine göre İbn Abbas (r.anhüma) şöyle demiştir:
"Allah adına yüz defa yemin edip günaha girmem, (yemini bozmam), başkaları adına

133]

yemin edip yeminime sadık kalmamdan daha hayırlıdır."

Burada; "Üzerinde durduğumuz hadis ve benzerlerinde, Allah'tan başkaları adına
yemin etmek yasaklanıyor. Halbuki Kur'ân'da Allah (c.c),bazi yaratıkları ile;
Hz.Peygamber de bir hadiste bir şahsın babası ile yemin etmiştir. Bu hadislerle âyetler
veya hadisler arasında bir tezat ortaya çıkmıyor mu?" şeklinde bir soru akla gelebilir.
Bu konuda Fethu'l-Bârî'de şöyle denilir:

"Kur'ân-ı Kerim'deki; Allah'tan başkaları ile edilen yeminler iki şekilde izah edilir:

1- Ayetlerde bir hazf sözkonusudur. Yani kelime düşmüştür. Meselâ; "Güneşe yemin
ederim..." âyetinin takdiri "Güneşin rabbine yemin ederim" şeklindedir.

2- Yaratıklar adına yemin etmek Allah'a has bir şeydir.Allah yaratıklarından birisine
değer vermeyi isterse onun adına yemin eder. Bu, Allah'tan başkaları için caiz
değildir.

Allah'tan başkaları ile yemin etmenin yasak olduğu hükmüne muhalif olarak varid
olan; Rasulûllah'm bir bedeviye söylediği: "Eğer sözünde sa-dıksa, babasına yemin

[341

olsun ki kurtuldu" şeklindeki sözlere gelince; buna da birkaç türlü cevap
verilmiştir:

1- Bu sözün sıhhati tenkide tabidir. İbn Abdilberr, bu sözün sabit olmadığını söyler. O,
rivayetin aslının; "Vallahi kurtuldu" şeklinde olup bazılarının bunu bozduğunu
zanneder.

2- Bu çeşit ifadeler; Arapların alışık olduğu, yemin kastedilmeyen sözlerdir. Allah'tan
başkası ile yemini yasaklayan hadisler, bu sözü yemin kas-dı ile söyleyenlerle ilgilidir.

3- Bu tip sözler arapçada iki manada kullanılır:

a) Ta'zim, b) Te'kid. Yasaklama, bu sözlerde ta'zim kastedildiğindedir.

4- Allah'tan başkası adına yemin önceleri caizdi, sonra neshedildi. Hz. Peygamber bu
sözü nesihten önce söylemiştir.

Süheylî; sarihlerin çoğunun bu görüşü benimsediklerini söyler. îbnü'l-Arabî de; bu
hadisin; "Rasûlullah (s. a) bu konudaki nehy varid olmadan Önce babası adına yemin
ederdi" şeklinde rivayet edildiğini söyler. Ancak bu sahih olamaz. Çünkü
Hz.Peygamber (s. a) Allah'tan başkası ile yemin edileceğini zannetmez. Münzirî ise;
hadislerin arasını birleştirmek mümkün ve hadisin vürud tarihi belli olmadığı için nesh
iddiasının zayıf olduğunu söyler.

5- Hadiste hazf vardır. Takdir; "Babasının Râbbi adına yemin ederim ki kurtuldu"
şeklindedir. Bunu Beyhakî söylemiştir.

6- Bu söz hayret ifade etmesi içindir. Bu, Süheylî'nin görüşüdür.

7- Bu şekilde yemin etmek Hz.Peygamber (s.a)'e mahsustu." Yukarıya aldığımız

£351

görüşleri, Şevkânî; Feth'den nakletmektedir.

AIiyyü'1-Kârî bunlardan ayrı bir görüş beyan eder. O da şöyledir: "Hz.Peygamber
(s.a) bu sözü Allah'tan başkaları ile yemin etmek yasaklandıktan sonra söyledi.



1361

Maksadı, sözkonusu yasağın harama delâlet etmediğine işaret etmekti."
Allah'tan başkaları adına yapılan yeminin hükmü konusunda âlimler değişik
görüştedirler. İbn Dakîki'l-îyd'in ifadesine göre; hüküm, yemin edilen şeyin durumuna
göre değişir:

a) Eğer adına yemin edilen şey putlar gibi ta'zimi küfrü gerektiren bir şeyse bunlar
adına yemin haramdır. Yeminde bu şeylerin ta'zimini kasdet-mek ise küfürdür. Ta'zim
kastedilmiyorsa haramdır. Bunda âlimler müttefiktirler.

b) Adına yemin edilen şeyin ta'zimi küfrü gerektirmiyorsa bu yeminin haram mı yoksa

£371

mekruh mu olduğunda ihtilâf vardır.

Bu tür yeminler konusunda Mâliki ve Hanbelîler'in iki görüşü vardır. Bir görüşe göre
haram, diğerine göre mekruhtur. Ama Hanbelîlerde meşhur olan görüş bunların haram
oluşudur.

Şâfıîlerin cumhuruna göre; tenzîhen mekruhtur.

Hâdivîlere göre; adına yemin ettiği şeyi azamet yönünden Allah'a bir tutmazsa veya

[381

yemin eden kişi küfrü ya da fıskr mutazammm değilse yemin caizdir.
Aliyyü'l-Kârî; Allah'ın isimleri ve sıfatlarının dışında bir şeyle yemin etmenin mekruh
olduğunu, bu konuda Peygamberin, Kabe'nin, meleklerin, emanet, hayat ve ruhun eşit
[391

olduğunu söyler.

Üzerinde durduğumuz konuda Hanefî âlimlerinden iki görüş vardır. Bazılarına göre,
Allah'tan başkaları adına yemin etmek mehruhtur. Aliyyü'l-Kârîbu görüşü
paylaşanlardandır. Çoğunluğuna göre ise Allah'tan başkası adına yemin etmek mekruh
değildir. Zeylaî; Allah'tan başkasına yapılan yeminin meşru olup bunun asİmda yemin
değil, cezanın şarta bağlanması olduğunu söyler. Ancak, fakihler cezanın şarta
bağlanmasına yemin demişlerdir. Çünkü bir işi yapmaya teşvik veya bir işten men
etmek için Allah adına edilen yeminin manası bunda da vardır. Allah'a yemin etmek
İse mukruh değildir.

Hanefîler; Allah'tan başkasına yemini nehyeden hadisin bir şarta bağlanmayan
yeminle ilgili olduğunu söylerler. Çünkü bir şeye bağlı olmadan edilen yeminde,

OT

yemin edileni ta'zim vardır. Bu da ittifakla mekruhtur.

MU

Yemin; Allah'ın isimleri veya âdet haline gelmişse zatî sıfatlarından biri ile edilir.
Bazı Hükümler

1. Babalar, anneler, putlar adına yemin etmek caiz değildir.

2. Yemin sadece Allah'ın adı ile edilebilir.

3. Allah adına yemin eden kişi, yeminine sadakat göstermeli, yalan yere yemin

1421

etmemelidir.

3249.... Ömer b. el-Hattâb (r.a)'dan rivayet edildiğine göre;

O, bir kafile içerisinde babası adına yemin ediyor iken Rasûlullah (s. a) kendisine



yetişmiş ve:

"Şüphesiz Allah sizi babalarınız (adı)ile yemin etmekten nehyediyor. Yemin edecek

1431

olan, Allah'a yemin etsin veya sussun." buyurmuştur.
Açıklama

Hadisin Buharî'deki bir rivayeti Hz.Ömer'de değil, oğlu Abdullah'da son bulmaktadır.
Yani Abdullah'ın hâdiseyi babasından duyduğuna dair bir işaret, mevcut değildir. Yine
Buharî'deki rivayette buradan fazla olarak Hz.Ömer'in kafile içerisinde "yürürken"
Rasûlullah'm kendisine ulaştığı ifade edilir. Yani orada bir "yürüyor" ilavesi vardır.
Tercemeye "kafile" diye aldığımız "rakb"; develerine binmiş vaziyetteki, on ve daha
fazla kişiden teşekkül eden topluluktur. Bazan atlılara da "rakb" denildiği olur.
Aynî'nin bildirdiğine göre, aynı hadisi İbn Abbas da Hz. Ömer'den nakletmiştir. Bu
nakle göre olay bir savaş yolculuğunda olmuştur. İşaret edilen haber şu şekildedir:
"Rasûlullah (s. a) ile birlikte bir kafile içerisinde bir savaşa giderken "babama yemin
ederim ki hayır"dedim. Ardımdan birisi;"Babalarmız adıyla yemin etmeyiniz" diye
fısıldadı. Geri döndüm,bir de ne göreyim, Rasûlullahmış."

İbn Ebî Şeybe'nin İkrime kanalıyla Hz.Ömer'den rivayetine göre; Hz. Peygamber (s. a):
"Eğer biriniz, Mesih adına yemin ederse -ki Mesih, babalarınızdan daha hayırlıdır-
helak olur." buyurmuştur.

Hadis, babalar adına yemini men ediyor ve sadece Allah adına yemin edilebileceğini

1441

bildiriyor. Bu konu, bundan önceki hadisin şerhinde genişçe ele alınmıştır.

3250... Ömer (r.a)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s. a) beni işitti... -
(Hz.Ömer;) babalarınız adı ile... sözüne kadar, önceki hadisin mana olarak benzerini
(söyleyip) şunu da ilâve etti-: "Vallahi (artık) ne kendimden ne de (başkasından)

1451

naklen bu şekilde bir daha yemin etmedim."
Açıklama

Bu hadis, bundan önceki hadisin başka bir rivayetidir. Musannif Ebû Dâvûd, önceki
hadisi, Ahmed b. Yunus'dan, bunu işe Ahmed b. Hanbel'den almıştır. Tabiî, Ahmed b.
Yunus ile Ahmed b. Hanbel'in isnadları da birbirinden farklıdır.

Ahmed b. Hanbel'in rivayetinde, Ahmed b. Yunus'un rivayetinde bulunmayan iki
cümle vardır. Ebû Dâvûd, bu fazlalıkları aynen aktarmış, geri kalan kısmı ise "Önceki
hadisin manasım..." şeklinde işaretle iktifa etmiştir.

Ahmed b. Hanbel'in rivayetindeki fazlalıklardan biri, hadisin başındaki, Rasûlullah'm
Hz.Ömer'in, sözünü işittiğine dair olan cümle; diğeri de yine Ömer'in, bir daha o
şekilde yemin etmediğini ifade ettiği cümledir.

Bu son kısım, Buharî ve Müslim'in rivayetlerinde: "Vallahi Rasülullah'i dinledikten
beri ne kendimden ne başkasından naklen bir daha öyle yemin etmedim" şeklinde
varid olmuştur.

Hz. Ömer'in bu ifadesinden anlaşıldığı üzere, o babasının adı ile yemin ettiğinde ya
bunun günah olduğunu bilmiyordu ya da, cahiliye devrinden kalma bir alışkanlık



olarak diline öyle gelivermişti. Ama Hz.Peygamber kendisini bu şekilde yemin

1461

etmekten nehyedince artık bir daha öyle yemin etmedi.



Bazı Hükümler

1. Allah'tan başkaları adına yemin etmek caiz değildir.

2. Bilmeden bir günah işleyen kışı yaptığının günah olduğunu öğrenince hemen onu
terketmelidir.

3. Bir müslümanm günah işlediğini gören ve duyan kişi, uygun bir dille bu günaha

1421

mani olmaya çalışmalıdır.

3251... Saîd b. Ebî Ubeyde'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: İbn Ömer (r.anhüma);
"Kabe'ye yemin ederim-ki hayır" diye yemin eden bir adamı duyup ona: "Ben
Rasûlullah (s.a)'m; Allah'tan başkasına yemin eden(0'na)ortak koşmuştur,

£481

buyurduğunu işittim." dedi.
Açıklama

Hafız Mizzî, el-Etrâf adındaki eserinde, bu hadisin Lü'lüî'nm rivayetinde mevcut
olmadığını söyler.

Hadisin zahiri; Allah'tan başkaları ile yemin etmenin, Allah'a ortak koşmak olduğunu
iifade etmektedir. Alimler bunun; yemin edilen şeyi, azamet yönünden Allah'a ortak
koşma niyetiyle olduğu takdirde şirk sayılacağını, ama dil alışkanlığı ile söylendiği
takdirde sureten başkasını Allah'a ortak koşma gibi görünmekte ise de gerçekte öyle
olmadığını söylerler.

Şevkânî; bu hadisteki, "Allah'a ortak koşmuştur" ifadesinin; bu şekildeki yeminden
men etmekte mübalağaya delâlet ettiğini, Allah'tan başkalarına yemin etmenin haram
olduğunu söyleyenlerin bu hadise dayandıklarını söyler.

Hadis, sadece put gibi ta'zimi küfrü gerektiren şeylerle değil; Kabe, Kur'ân, Nebi gibi
ta'zime lâyık olan şeylerle de yemin edilemeyeceğine ve bunlarla edilen yeminlerin
yemin sayılmayacağına delâlet etmektedir. Bu konuda ulemadan nakledilen bazı farklı
görüşler vardır:

Cumhura göre; Allah'tan başkaları adına edilen yeminler yemin olarak gerçekleşmez.
Hanbelîlerden bir kısmı, Hz.Peygamber (s.a)'in adına edilen yeminin yemin sayılıp
bozulması halinde keffaretin gerektiği görüşündedirler.

Hz,Ömer'in Kabe adına, Katâde'nin de Mushaf, talâk ve nikâhla yemin etmeyi
nehyettikleri rivayet edilir.

İbnu'l-Münzir'in bildirdiğine göre, Kur'ân-ı Kerîm'e yemin eden kişi ye-Tiinini
bozarsa, İbn Mes'ûd ve Hasan el-Basrî, her âyet için bir yemin keffa-reti gerektiğini
söylerler.

Ebû Yusufa göre; bir kimse "Rahman" diyerek yemin eder ve bununla Allah'ı
kastederse bu yemindir, eğer Rahman sûresini kastederse yemin değildir. Dolayısıyla
bozduğu takdirde keffaret gerekmez.

Hanefîlere göre; Peygamberlere, Kabe'ye, yaratıklardan birinin başına veya hayatına



yemin edilmez. "Yemin ederim", "kasem ederim", "şehadet ederim", "üzerime yemin
olsun", "üzerime ahdolsım" gibi sözler yemin sayılır, bozulması halinde keffaret
gerekir.

Kur'ân-ı Kerîm'e edilen yemin konusunda iki görüş vardır: Bir görüşe göre; Kur'ân,
Allah kelâmı olduğu için onunla yemin edilir. Diğer bir görüşe göre yemin edilmez.
"Mushaf hakkı için, Kur'ân hakkı için" gibi sözler esah görüşe göre yemin sayılmaz.
Bu sözleri bir şarta bağlayan kişi, sözünde durmazsa, tevbe istiğfar etmesi gerekir.
Yalan yere, "Allah bilir şu şöyledir" diyen kişi, bir görüşe göre dinden çıkar. İman
tazelemesi gerekir. Diğer bir görüşe göre; dinden çıkmaz, günaha girmiş olur. Tevbe
istiğfar etmesi icabeder. Yalan yere; "Allah şahittir" denilmesi de yemin sayılmaz.
Dolayısıyla keffareti değil, tevbeyi gerektirir.

Yemin edilmesi âdet olan Allah'ın sıfatlarından biri ile yemin edilebilir. Ancak,

[491

"Allah'ın ilmi, Allah'ın gazabı" gibi sözlerle yemin edilmez.

3252... Talha b. Ubeydullah (r.a) -bedevinin kıssasını (anlatan) hadiste-;
Hz.Peygamber (s.a)'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Babasına yemin ederim ki doğru söylüyorsa kurtuldu. Babasına yemin ederim ki,

1501

doğru söylüyorsa cennete girdi."
Açıklama

Burada bir bölümü zikredilen hadisin tamamı Kitabü's-Salât'da 392 numarada
geçmiştir. Hadisin tamamını görmek isteyen oraya müracaat edebilir.
Hadisin bu konu ile ilgisi, Hz.Peygamber (s.a)'in bedevinin babasına yemin etmesidir.
Bu meselenin izahı da babın ilk hadisinde verilmiştir. Burada tekrar ele alınmasına
gerek yoktur. Ancak, Rasûlullah'ın; "...doğru söylüyorsa cennete girdi" diye geçmiş
zamana delâlet eden bir siga kullanması, ileride mutlaka gireceğine işaret içindir. Ya

I5JJ

da, cennete girecek ameli işlemiş olur, şeklinde anlaşılır.
5. Emanete Yemin Etmek Mekruhtur

3253... İbn Büreyde; babasından, Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir:

[52]

"Emanete yemin eden, bizden değildir."
Açıklama

Hadis-i şerif, emanete yemin etmenin caiz olmadığını göstermektedir.
Hattâbî, bu hadisle ilgili olarak şöyle der: "Emanete yeminin mekruh 3İuşu; Allah'ın,
sadece Allah ve sıfatları ile yemin etmeyi emretmiş olmasından dolayı olsa gerektir.
Emanet Allah'ın sıfatlarından değil, sadece emirlerinden bir emir ve farzlarından
biridir. Müslümanlar, emanete yeminden; bunun Allah'ın ismi ve sıfatları ile bir
tutulması olacağından dolayı nehye-dilmişlerdir. Ebû Hanîfe ve arkadaşları; bir kimse



Allah'ın emanetine yemin ederim ki derse bu yemindir ve keffaret gerekir derler. Şafiî

ise, bunun yemin olmadığını dolayısıyla keffaretin gerekmediğini söyler."

Bu ifadelerden; emanete yemin etmenin haram değil mekruh olduğu ve bu kerahate

sebebin, emanetin Allah'ın isim ve sıfatlarından biri olmayışı anlaşılmaktadır.

Hattâbî, Hanefîlerin emanete yemini, yemin saydıklarını söyler. Fakat bu Hanefîler

arasında ittifak edilen bir mesele değildir. Hanefî âlimlerinin bu konudaki ifadelen

farklıdır.

Bedâi'de şöyle denilir: "Eğer, "ve emanetillâhi = Allah'ın emanetine yemin ederim ki"
derse; Asıl'da bunun yemin olduğu söylenir. İbn Semâa ise, Ebû Yusuftan bunun
yemin olmadığının nakledildiğini bildirir. Tahâ-vî, arkadaşlarımızdan rivayetle bunun
yemin olmadığını söyler. Tahâvî'nin sözünün delili şudur: Allah'ın emaneti, namaz,
oruç ve başkaları gibi kulların ibadet ettikleri Allah'ın farzlarından bir farzdır. Allah
(c.c); "Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arzettik. Onu yüklenmekten kaçındılar..."

£531

buyurmuştur. Emanete yemin, Allah'ın isminden başka bir şeyle yemin olduğu
için yemin sayılmaz. Asıl'da zikredilenin izahı da şudur: Yemin esnasında Allah'a
izafe edilen emanetle, Allah'ın sıfatı kasdedilir. Nitekim "emîn", Allah'ın
sıfatlarmdandır, o da "emanet" kökünden türemiştir. Mutlak olarak zikredildiğinde,
özellikle kasem konusunda, onunla Allah'ın sıfatı murad edilir."

Görüldüğü gibi AUahm emanetine edilen yeminin yemin sayılıp sayılmayacağı
konusunda Hanelilerden iki görüş vardır. Kâsânî, Bedâi' adındaki eserinde bu
görüşleri ve her birinin aklî izahını yapmıştır. Asi, İmam Mu-hammed'in Mebsût
adındaki kitabıdır. Zâhiru'r-rivâye eserlerinden birisi olduğu için Hanefî mezhebinde
ondaki görüşler daha esah kabul edilir.

Hz. Peygamber (s.a)'in, "emanete yemin eden bizden değildir" sözündeki, "bizden
değildir" ifadesi; "bizim yolumuza uyanlardan değildir" manasınadır. Yoksa, "bizim
mensub olduğumuz dinden değildir" demek manasına gelmez. Kâdî şöyle der: "Bizim
huyumuzda olanlardan değil, başkalarına benzeyenlerdendir. Çünkü o, ehl-i kitabın

[541

âdetindendir. Herhalde bununla tehdidi kasdetmiştir."
Bazı Hükümler

Iİ51

Emanete yemin etmek caiz değildir. Konu yukarıda izah edilmiştir.
6. Yemin-i Lağv

3254... İbıahim -yani es-Sâiğ-; Atâ'dan, yeminde lağv konusunda şöyle haber
vermiştir:

Âişe (r.anha) dedi ki: Resûlullah (s. a.); "[O], kişinin evinde (söylediği) "Hayır vallahi,
evet vallahi" gibi sözleridir." buyurdu.

Ebû Dâvûd dedi ki: İbrahim es-Sâiğ, salih bir adamdı. Ebû Müslim onu, Avandes'de
katletti. Tokmağı kaldırdığında ezanı duyarsa bırakıverirdi.

Yine Ebû Dâvud dedi ki: Bu hadisi Dâvûd b. Ebi'l-Furât; İbrahim es-Sâiğ'den, Hz.
Aişe'ye mevkuf olarak rivayet etmiştir. Zührî, Abdülmeük b. Ebî Süleyman ve Mâlik
b. Miğvel de aynı şekilde hepsi Atâ'dan Hz. Aişe'ye mevkuf olarak rivayet etmişlerdir.



[561



Açıklama

Bu hadis Münzirî'nin, Muhtasarında mevcut değildir. Hadis; Buhârî'de, Hz. Aişe'nin

[571

sözü olarak, "Yeminle rinizdeki lağvdan dolayı Allah sizi muaheze etmez..."
âyetini tefsir sadedinde varid olmuştur. Buharî'deki rivayet şu şekildedir: "Hz. Aişe;
âyeti (kişinin); 'hayır vallahi evet vallahi' sözü hakkında nazil olmuştur, dedi."
Hadisin sonunda Ebû Davud'un da işaret ettiği gibi, başkaları da hadisi mevkuf olarak
rivayet etmiştir.

Hadis-i şerif; lağv'm, yemin kasdı olmadan söyleniveren söz olduğuna delâlet
etmektedir. Şâfiîler, yemin-i lağvı, bu rivayetin işareti istikametinde izah etmişlerdir.
İmam Muhammed; İmam A'zam'm yemin-i lağvı yukarıda belirtildiği biçimde izah
ettiğini söyler. Fakat, Hanefî mezhebinin görüşüne göre yemin-i lağv, mukaddimede
de belirtildiği gibi; doğru zannedilerek yanlışlıkla edilen ve aksi ortaya çıkan
yemindir. Hâdivîler, Rabîa, Mâlik, Mekhûl, Evzâî, Leys ve Ahmed'in bir rivayeti de
Hanefîlerin görüşü doğrultusundadır.

Askalânî, yemin-i lağv konusunda sekiz ayrı görüş olduğunu söyler. Meselâ;
Tâvûs'dan nakledilen görüşe göre yemin-i lağv, kişinin öfkeli iken ettiği yemindir.
İbrahim en-Nehaî'ye göre ise, bir kimsenin bir şeyi yapmamak üzere yemin edip sonra
unutarak o işi yapmasıdır. Saîd b. Cübeyr kanalıyla İbn Abbas'tan yapılan rivayete
göre, Allah'ın helâl kıldığını haram saymaktır. Bir görüşe göre, kişinin bir işi yaparsa
kendisine beddua etmesi, sonra da onu yapmasıdır.

Şevkânî, yemin-i lağv konusundaki görüşleri sekize münhasır kılmanın doğru
olmayacağını, araştırıldığı takdirde daha başka görüşlerin de ortaya çıkacağını söyler.
Şüphesiz bu görüşler içerisinde en meşhur olanları, Şâfiîlerle Hanefile-rin görüşleridir.
Yine Şevkânî bu görüşlerden de, Şâfiîlerin görüşünün daha isabetli olduğunu
kaydeder. Şevkânî'nin bu tercihi yaparken ortaya koyduğu izah şöyledir:
"Lağv'm manasını anlamakta başvurulacak merci, Arap lügatidir, Hz. Peygamber
(s.a)'in asrında yaşayanlar, Allah'ın kitabını en iyi anlayanlardır. Çünkü onlar birer
lügat ehli olmanın yanı sıra şeriat ehli de idiler. Hz. Peygamber (s.a)'i görmüşler ve
Kur'an'm iniş günlerinde hazır olmuşlardır.

Sahâbîlerden birisinden Kur'an-ı Kerimle ilgili bir tefsir bulunur ve ondan daha üstün
veya kendisi seviyesinde olan birisinden de buna zıt bir görüş bulunmazsa bu tefsin
almak vacib olur. Bu görüş, lügat âlimlerinin bu sözün manası hakkında rivayet
ettikleri haberlere uymasa bile sonuç değişmez. Çünkü o sahabenin naklettiği
mananın, lügavî değil şer'î olması mümkündür.: Usûl'de, belli olduğu üzere, şer'î
mana, lügavî manadan daha önce gelir. Bizim sadedinde olduğumuz konuda lağv;
Aişe (r.anha)'nm dediğidir."

Hz. Peygamber (s.a)'den lağv yemini ile ilgili olarak başka haberler de nakledilmiştir.
Meselâ, Taberî'nin Hasenü'l-Basrî'den merfu olarak rivayet ettiği bir habere göre: Ok
atıcılardan biri okunu attığı zaman, hedefi vurduğuna dair yemin eder ve onun
vuramadığı ortaya çıkar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s,a): "Atıcıların yeminleri

[581

lağvdır. Onun için keffarette yoktur, ceza da" buyurmuştur.



İbn Hacer; bunun sabit olmadığını, zira ulemanın, Hasen'in mürsellerine
güvenmediklerini, çünkü onun herkesten hadis aldığını söyler.

İbn Vehb de; Zührî vasıtasıyla Urve'den o da Hz. Aişe'den şöyle rivayet etmiştir: "O
(yemin-i lağv), sadece doğruluğu arzu edilerek edilen fakat aksi çıkan yemindir."
Bu rivayet Hanefîlerin görüşlerini desteklemektedir. Fakat ravileri, üzerinde
durduğumuz babın hadisinin ravileri kadar sika olmadıkları için onun karşısında zayıf
bulunmuştur.

Hadis-i şeriften anlaşıldığına göre; yemin-i lağvdan dolayı ne keffaret ne de ceza
vardır. Bakara sûresinin, 225 ve Mâide sûresinin 89. âyetleri de buna çok açık bir
şekilde delâlet etmektedirler. İbnü'l-Münzir ve İbn Abdil-berr, bu hususta tüm
âlimlerin görüşbirliği içinde olduklarını söyler.

Hanefî fıkıh kitaplarında; "Allah'ın bu yemin sebebiyle sahibini mua-haza
etmeyeceğini umarız." manasına gelen bir ibare yer alır. Asıl metinlerde olduğu için,
bu söz İmam Muhammed'e ait olsa gerektir. "Allah (c.c), âyet-i kerimelerde açık bir
şekilde, yemin-i lağv sebebiyle kişiyi muaheze etmeyeceğini bildirdiği halde, İmam
Muhammed niçin böyle bir ifade kullanmıştır?" şeklinde bir soru akla gelebilir. Bu
soruya şu şekilde cevap verilmektedir: "Umud iki türlüdür. Bunlardan biri tama' diğeri
tevazu içindir. Birincisine recâ-i tama', ikincisine de recâ-i tevazu denilir. İmam

[59J

Muham-med'in sözü, recâ-i tevazu cinsindendir."
Bazı Hükümler

1. Yemin-i lağv; yemin kastı olmadan, dil alışkanlığı ile söylenen evet vallahi, hayır
vallahi gibi sözlerdir. Konu, şerh bölümünde izah edilmiştir,

[601

2. Yemin-i lağv'den dolayı ne dünyevî bir keffaret ne de uhrevî bir ceza gerekmez.

1611

7. Yeminde Ta'riz

"Ta'riz" diye terceme ettiğimiz "el-meâriz" kelimesi "mi'raz" kelimesinin çoğuludur.
Bu kelime; en-Nihâye'deki ifadeye göre, sözünü açıkça ifade etmenin zıddı olan
ta'rizden alınmadır. Aynî; "Ta'riz, bir kinaye türüdür, tasrihin zıddidır" der. Râğıb ise
bu kelimeyi şöyle izah eder: "Bu, açık ve gizli manası olan bir sözdür ki, söyleyen
gizli manayı kasdeder, açık manasını söyler."

Bu izahlardan anlıyoruz ki, buradaki ta'rizden maksat; yemin ederken ayrı ayrı
manaya gelen sözün kullanılması, yemin edenin, niyetinin başka, sözünün başka
I62J

olmasıdır.

3255... Ebû Hureyre (r.a)'den, Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Yeminin, arkadaşının seni tasdik edeceği (niyet) üzerine olanıdır."
Müsedded; "Bana, Abdullah b. Ebî Salih haber verdi" dedi.

Ebû Dâvûd dedi ki: Onun ikisi, (yani) Abdullah b. Ebî Salih ve Abbâd b. Ebî Salih
[63]

birdir.



Açıklama



Müslim, hadisi; "Yemin edenin yemini, yemin ettirenin niyetine göredir" manasına
gelen bab altında vermiştir. Bu ifade hadisin manasını anlamada oldukça kolaylık
sağlamaktadır. Zaten Müslim'in diğer bir rivayeti; "Yemin, yemin ettirenin niyetine
göredir" şeklindedir.

Metindeki, "arkadaş" diye terceme ettiğimiz "sahib" kelimesi burada "hasım",
"müddeî" manalarında kullanılmıştır.

Hadis-i şerif, iki hasım arasındaki davalaşmada edilen yeminin, yemin edenin değil,
yemin ettirenin niyetine göre olacağına delildir. Yani, yemin eden kişi "evet, ben
yemin ettim ama maksadım o değildi, şu idi" şeklinde bir mezarette bulunamaz.
Fethu'l-Vedûd'da; "Bunun manası; yemin, yemin ettirenin niyetine göre vaki olur.
Yeminde tevriyenin tesiri olmaz." denilmektedir.

Yeminde, yemin ettirenin niyetinin muteber oluşu, genel değildir. Bazı hallerde
şartlarla sınırlıdır.

Nevevî, bu konuda şu açıklamada bulunur:

"Bu hadis, hâkimin yemin istemesi durumunda edilen yemine hamlolunur. Bir adam,
başka birini dava eder, hâkim de ona yemin ettirdiğinde, adam hâkimin niyetinden
başkasına niyet ederse, yemin hâkimin niyeti üzerine olur. O adamın kendi niyetini
gizlemesi fayda vermez. Bu konuda görüş birliği vardır. Delili, bu hadis ve icmadır.
Hâkimin isteği olmadan yemin eder ve farklı bir niyet beslerse, o zaman niyetinin
faydası olur ve yemin bozulmuş olmaz. İster hiç kimse istemeden, isterse hâkim ve
onun naibinin dışında birinin istemesiyle olsun, sonuç aynıdır. Hâkimden başkası,
niyet ettirdiğinde onun niyetine itibar edilmez. Hasılı; kendisine yöneltilen bir davada
hâkimin ve naibinin yemin ettirmesinin dışındaki bütün hallerde yemin, yemin edenin
niyetine göredir. Hadiste murad edilen budur. Hâkimin huzurunda hâkim istemeden
yemin etmesi halinde ise, ister Allah adı ile ister hanımını boşama ve köle azadına
yemin etsin, yemin edenin niyeti muteberdir. Ancak hâkim; karısını boşama veya köle
azad etmesi üzerine yemin ettirirse, niyetini gizlemesi fayda verir. Yemin edenin
niyeti muteberdir. Çünkü hâkimin bunlarla yemin ettirmeye hakkı yoktur. O, ancak
Allah adına yemin ettirebilir.

Şunu bilmek gerekir ki; niyet ile sözün başka mana ifade etmesi her ne kadar yemini
bozmak sayılmasa da, hak sahibinin hakkını iptal edecek durumlarda bu şekilde yemin
etmek ittifakla caiz değildir. Bütün bu açıklamalar Şafiî mezhebine göredir.
Kadı Iyaz; İmam Mâlik ve arkadaşlarından bu konuda farklı görüşler ve tafsilat
nakletmiş ve şöyle demiştir:

"Kendisinden yemin istenmeden ve birinin hakkı taalluk etmeden yemin eden
kimsenin yemininin kendi niyetine göre olduğunda âlimler arasında ihtilâf yoktur.
Ama bir hak veya vesika hakkında kendi kendine ya da hâkimin hükmü ile başkası
için yemin ediverirse, sözünün zahirine göre hüküm verileceğinde ihtilâf yoktur.
Konunun, Allah'la kul arasındaki yönüne gelince; kimisi, kendi lehine yemin edilenin,
kimi de yemin edenin niyetinin muteber olduğunu söyler. Eğer yemini teklif üzerine
etmişse, kendisi için yemin edilenin; kendiliğinden yemin etmişse kendisinin niyetine
itibar edileceği şeklinde görüşler de vardır. Bu; Abdülmelik ve Sahnûn'un görüşüdür.
İmam Mâlik ile İbnü'l-Kasım'm zahir olan görüşleri de böyledir. Bunun aksini
söyleyenler de vardır. Bunu Yahya, İbnü'l-Kasım'dan nakletmiştir..."



Nevevî'nin Kadı Iyaz'dan naklettikleri biraz daha devam eder. Ancak, fazlaca tafsilat
olacağı için bu kadarla iktifa ediyoruz.

Bu konuda; Hanefî âlimlerinden Aliyyü' 1 -Kârî de, "Yemini teklif edenin, buna hakkı
varsa onun niyeti; yoksa yemin edenin kendi niyeti muteberdir. Onun, niyetini
gizlemeye hakkı vardır. Bu; âlimlerimizin görüşünün özetidir" dedikten sonra,
Nevevî'nin yukarıya aldığımız sözlerin bir kısmını nakleder.

Yeminde niyetin hukukî yönden hükmü budur. Ancak başka şeye niyet edilerek edilen
yemin dinî açıdan doğru değildir. İmam Mâlik'den; "Hile ve kurnazlıkla edilen
yeminin sahibi günahkârdır. Yemini de bozulmuştur. Bir özür dolayısıyla olması ise

£641

caizdir" dediği nakledilir.
Bazı Hükümler

Davalaşmalarda; yemin edenin değil, yemin ettirenin niyeti muteberdir. Yemin edenin

165]

değişik bir şeye niyet etmesine itibar edilmez.

1661

3256... Süveyd b. Hanzala (r.a)'nm şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Aramızda Vâil b. Hucr da olduğu halde Rasûlullah (s.a)'ı görmek üzere çıktık. VâiFi
bir düşmanı yakaladı. (Yanımızdaki) topluluk yemin etmeyi günah saydılar, ben ise;
"O benim kardeşim" diye yemin ettim. Bunun üzerine düşmanı onu salıverdi.
Rasûlullah (s.a)'a geldik, ona öbürlerinin yemin etmeyi günah saydıklarını, benim ise
"o benim kardeşim" diye yemin ettiğimi haber verdim. Rasûlullah (s. a):

1671

"Doğru söylemişsin, müslüman mü si umanın kardeşidir" buyurdu.
Açıklama

Hadiste anlaşıldığı üzere; Vâil b. Hucr'u düşmanının elinden kurtarmak için yemin
etmek icabetmiş, ancak yanındakiler günah olacağını düşünerek yemin etmekten
kaçınmışlardır. Sadece Süveyd b. Hanzala, gönlünden İslâm kardeşliğini geçirerek
karşısındakinin bunu anlamamasına rağmen, "o benim kardeşimdir" diye yemin
etmiştir. Mesele Hz. Peygamber'e aktarılınca o bunun doğru olduğunu, çünkü
müslümanm, müş-lümanm kardeşi olduğunu söylemiştir.

Şüphesiz Rasûlullah (s.a)'m bundan maksadı, kan kardeşliği değil, İslâm kardeşliğidir.
Çünkü aralarında ortaklık bulunan şeylere kardeş denilmesi caizdir. Dolayısıyla bir
kimse bir müslüman için, "Bu benim kardeşimdir." diye yemin ederse, yalan yere
yemin etmiş olmaz.

Hadis-i şerif; ihtiyaç duyulduğu hallerde kişinin, esas niyetini gizleyerek,
karşısındakinin arzusuna göre yemin etmesinin caiz olduğuna delildir. Konu ile ilgili

1681

açıklama bundan evvelki hadisin şerhinde geçmiştir.



1691

(İslâm'dan) Berî Olmaya Ve İslâm'dan Başka Bir Dine Yemin Etmek



3257... Sabit b. Dahhâk (r.a)'m Ebû Kılâbe'ye haber verdiğine göre;

O, (Sabit) ağacın altında Hz. Peygamber (s.a)'e bi'at etmişti. Rasûlullah (s. a) şöyle

buyurdu:

"İslâm dininden başka bir din üzerine yalan yere yemin eden kişi, dediği gibidir.
Kendisini bir şey (âlet) ile öldüren kimse, kıyamet gününde onunla cezalandırılır.

im

Sahibi olmadığı bir şeyi adakta bulunana bir şey lâzım değildir."
Açıklama

Hadisin Buharî'deki rivayetinde Sâbit'in Hz. Peygamberle ağaç altında biat ettiğine
dair bir kayıt mevcut değildir. Yine Buharî'nin rivayetinde buradakinden farklı olarak
mü'mine lanet etmenin ve küfür isnad etmenin, onu öldürmek hükmünde olduğu da
bildirilmektedir. Bu rivayet, Kitabü'n-Nüzûr'daki rivayettir.

Aynî; lanet etme ve küfre insad etmenin mü'mini öldürmek gibi oluşundan maksadın,
haramlık yönünden olduğunu söyler.

Kitabu'l-Cenâiz'deki rivayette ise; bu ilâveler olmadığı gibi hadisin nezir (adak) ile
ilgili olan bölümü de mevcut değildir. Ayrıca, Ebû Dâvûd'ta ki, "Bir şeyle kendini
öldüren kimse" bölümü; Buharî'nin bu rivayetinde, "kendisini bir demirle öldüren
kimse..." şeklindedir.

Metinden anlaşıldığı üzere; hadisin ravisi Sabit b. Dahhâk ağaç altında Rasülullah'a
bi'at edenlerdendi. Hatta Ebû Davud'un rivayeti; Hz. Peygamber (s.a)'in bu sözleri, adı
geçen bi'at esnasında söylediği intibaını vermektedir.

Ağacın altında edilen bu bi'ata; "Rıdvan Bi'atı" denilir. Bu hadisenin özeti şudur:
Hz. Peygamber (s.a.) H. 6 senesinde Zilkade ayında yanında 1400 sahâbî olduğu halde
Kabe'yi ziyaret etmek maksadıyla Mekke'ye doğru yola çıktı. Ancak Kureyşlüer,
müslümanları Mekke'ye sokmak istemiyorlardı. Bunun için, süvarilerini
müslümanlarm önüne çıkardılar. Halbuki Hz. Peygam-ber'in maksadı savaş değil,
Kabe ziyareti idi. Onun için, sahâbîler yanlarına yolcu kılmandan başka silah
almamışlardı. İhramlı idiler ve yanlarında kurbanlık develeri vardı. Bu yüzden Hz.
Peygamber Efendimiz Kureyşlilerle karşılaşmamak için yolunu değiştirdi. Sarp
yollardan geçti ve Hudeybiye denilen yere vardı. Fakat Kureyşlüer burada da
karşılarına çıktılar. Müslümanlarla Kureyşlüer arasında elçiler gidip geldiler. Her ne
kadar Hz. Peygamber (s.a); gayesinin, savaş etmek değil Kabe'yi ziyaret etmek
olduğunu söylüyorsa da Kureyşlüer bir türlü müslümanları Mekke'ye sokmak
istemiyorlardı.

Hz. Peygamber; son olarak Hz. Osman'ı Kureyşlilerle görüşmesi için Mekke'ye
gönderdi. Hz. Osman'ın Kureyşle görüşmesi uzun sürdü, bu yüzden dönüş gecikti.
Müslümanlar arasında, Hz. Osman'ın öldürüldüğü şayiaları dolaşmaya başladı. Bu
şaiya Hz. Peygamber(s.a)'in kulağına kadar geldi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a),
Kureyş'in yaptığını yanma bırakmak istemeyerek bütün ashabtan İslâm davası uğrunda
canlarını feda etmeleri için bi'at istedi. Müslümanların tümü kılıçlarının kabzalarını
tutarak yemin ettiler. Bu bi'at bir ağacın altında yapıldı. Erkek kadın tüm mü'minler,
sonuna kadar Hz. Peygamberle birlikte sebat edeceklerine, ondan ayrılmayacaklarına
and içtiler.

İşte bir ağaç altında edilen ve Rıdvan Bi'atı diye meşhur olan bi'at budur. Kur'an-ı



Kerim'de bu bi'attan şu şekilde bahsedilir:

"Mü'minler sana o ağacın altında bi'at ettikleri zaman, Allah onlardan razı olmuştu.
Cenab-ı Allah onların kalbindeki itilâsı biliyordu da onlara huzur ve sekinet vermiş,

im

onları pek yakın bir fetih ve zaferle mükafatlandırmıştı."

Hadis-i şerif hüküm itibarıyla üç bölümü ihtiva etmektedir. Şimdi bu bölümleri ayrı
ayrı ele alıp açıklayalım:

1- "İslâm'dan başka bir din anarak yalan yere yemin eden kişi dediği gibidir." Bu
yeminden maksat; "Şöyle edersem kâfir olayım, yahudi olayım..." gibi yeminlerdir.
Bir kimse bu şekilde yemin eder de sözünü yerine getirmezse dediği gibi, yahudi ya da
hıristiyan olur.

Kâ'dî İyaz, bu konuda şöyle der: "Bu hadisin zahirine göre bu tür yeminlerle, İslâm
gider ve dediği gibi olur. Bu söylenilenin, yemini bozmaya bağlanması da
muhtemeldir. (Yani dediğini yerine getirmez, yemini bozarsa dediği gibi olur.)
Büreyde'nin Rasûlullah (s.a)'den rivayet ettiği şu hadis bu ihtimale delildir: "Bir kimse
ben İslâm'dan beriyim der de eğer yalancı ise, dediği gibidir. Doğru ise İslâm'a salim
olarak dönmeyecektir." Her halde bundan maksat, tehdid ve azab bakımından
mübalağaya işarettir. Oriun, bununla yahudi olacağı veya İslâm'dan beri olacağı
değildir. Sanki, yahudi gibi cezaya müstehaktir demiş gibidir. Hz. Peygamber'in:
"Namazı terkeden kâfir olmuştur" sözü bunun benzeridir. Bu tür sözler şeriat örfünde
yemin sayılır mı, sayılmaz mı? Bu sözlerini yerine getirilmemesi halinde de keffaret
gerekir mi, gerekmez mi?

Nehaî, Evzaî, Sevrî, Ebû Hanîfe'nin talebeleri, Ahmed ve İshak; bunların yemin olup,
bozulması halinde keffaretin gerekli olduğu görüşündedirler. Şafiî, Mâlik ve Ebû
Ubeyd'e göre ise, bunlar yemin değildir, sözde durmamakla kekffareti gerektirmezler.
Ancak bunu söyleyenler, isteF sözlerinde sadık ister yalancı olsunlar, günahkârdırlar."
Aynî, hadisteki "yalan yere" kelimesinin, yalan yere yemin manasına olmayıp yalan
yere yemin ettiği dinleri ta'zim olduğunu söyler. Ay-nî'nin anlayışına göre; İslâm
dininden başka dinleri ta'zim eden her zaman ve her halükârda yalancı olacağından
dolayı, kişinin sözünde sadık veya yalancı olması arasında fark yoktur.
Aynî, İbnü'l-Cevzî'nin; "Yemin eden kişi, kendince büyük olan şeylere yemin eder.
Küfür dinlerinden birini ta'zim eden kişi de kâfire benzer" dediğini naklettikten sonra,
şunları söyler: "Gerçekten kâfir olmuştur. Kâfire benzemek bundan aşağıdır."
İbn Hacer de hadisteki, "O dediği gibidir" sözünden muradın; tehdid ve azabda
mübalağaya delâlet etmesinin veya kişinin o dinden olduğuna hüküm edilmemesinin
muhtemel olduğunu söyler. Askalânî'nin beyanına göre; böyle diyen kişi, dediği dine
inananın hak ettiği azabı hak etmiştir.

Münzirî'nin görüşü de bu tür sözlerle yemin etmenin sahibini yahudi veya kâfir
kılmayacağı istikametindedir.

islâm dininden başka dinler adına yemin etmenin, şer'an yemin sayılıp sayılmayacağı
konusu "Yeminler kitabının" başındaki mukaddimede ve "Putlar adına yemin"
konusundaki hadislerin şerhinde daha geniş olarak izah edilmiştir.

2- "Kendisini bir şeyle öldüren, kıyamet günü onunla azab edilir." Çünkü onun cezası,
ameli cinsinden olur. İbn Dakîkı'1-İyd, bunun; uhrevî cezaların dünyevî cinayetler
cinsinden olduğuna benzediğini söyler. Bundan, insanın kendisini öldürmesinin
günahının başkasını öldürmenin günahı gibi olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü insanın
nefsi mutlak olarak kendisinin değil, Allah'ındır. Kişi onda istediği gibi tasarrufta



bulunamaz. Ancak Allah'ın izin verdiği şekilde tasarrufta bulunabilir.
Aynî, İbn Battâl'm şöyle dediğini nakleder:

"Kişinin kendi kendini öldürmekle dinden çıkmadığında, fakihler ve ehl-i sünnet
âlimleri müttefiktirler. Onun cenaze namazı kılınır ve günahı kendi- sinedir. Ömer b.
Abdilaziz ve Evzaî'den başka kimse, onun namazını kıl mayı mekruh saymamışlardır.
Doğrusu umumun dediğidir. Çünkü Hz. Peygamber (s. a) müslümanlarm cenaze
namazını kılmayı sünnet kılmış, kimseyi istisna etmemiştir. Onun için hepsinin
namazı kılınır."

Aynî, İbn Battâl'm bu sözlerine; Ebû Yusuf a göre de, kendi kendini öldürenin cenaze
namazının kıhnmadığmı ekler. Ebû Yusuf; böylelerinin, kendilerine zulmederek
eşkiya ve yol kesici zümresine dahil olacakları görüşündedir.

3- "Kendi sahibi olmadığı bir şeyle adakta bulunan kimseye bir şey lâzım değildir."
İbn Melek, bunu şu şekilde izah eder: "Allah hastama şifa verirse, -kendisinin
olmayan bir şahıs için- filân hür olsun" demek gibidir.

Tıybî de şöyle der: "Sahibi olmadığı bir köleyi azad etmek veya başkasının koyununu
kurban etmek üzere adakta bulunan kişiye -sonradan o şeyler bunun mülküne girseler
bile- adağına vefa etmesi gerekmez."

Mukaddimede işaret edildiği gibi; adanılan şeyin adayanın mülkünde olması nezrin
172]

şartlarmdandır.
Bazı Hükümler

1. İslâm dininden başka dinler üzerine yemin eden kişi, onu ta'zım ettiği için sanki o
dine mensup olmuş gibidir. Konu şerh bölümünde izah edilmiştir.

2. Kendisini bir âletle öldüren kişiye, âhirette o âletle azabedilecektir.

3. Sahibi olmadığı bir şey üzerine adakta bulunan kişiye adağının gereğini yerine

£231

getirmesi icabetmez.

3258... Abdullah b. Büreyde, babasından, Rasûlullah (s.a)'in şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir:

"Yemin edip de, "ben İslâm'dan beriyim" diyen kişi eğer yalancı ise dediği gibidir.

£241

Sadık ise, asla İslâm'a salim olarak dönmeyecektir."
Açıklama

Hadis-i şerif, yalan yere yemin eden ve bu yemini "İslâm'dan beriyim" şeklinde yapan
kişinin, dediği gibi, İslâm'dan beri olduğuna; sözü doğru ise bir daha İslâm'a salimen
dönemeyeceğine delâlet etmektedir.

Aliyyu'l-Kârî; kişinin İslâm'dan beri olması şeklindeki ifadenin, bu gibi sözlerden
sakındırmak maksadıyla kullanılmış mübalağalı bir tehdid olduğunu söyler. Yine
AIiyyü'l-Kârî'nin ifadesine göre; yalan yere bu şekilde yemin etmek, "yemin-i gamûs"
tur.

Hattâbî ise; "İslâm'dan beri olmak" üzere edilen yeminlerin, keffareti gerektirmeyip
günaha sebep olduğunu; çünkü hadiste bu yeminin cezasının, sahibinin malında değil,



dininde kılındığını söyler.

Allah'tan başkası adına edilen yeminlerin yemin sayılıp sayılamayacağı konusundaki
âlimlerin çeşitli görüşleri daha önceden açıklanmıştı.

Hadisten, yalan yere değil de vakıaya uygun olarak; "şöyle değilse ben İslâm'dan
beriyim, ben İslâm'dan beriyim ki şu şöyledir." gibi sözlerle edilen yeminin de meşru
olmadığı anlaşılmaktadır. Ancak bunun günahı yuka-rıdakine nisbetle daha hafiftir.
Vakıaya uygun olmasına rağmen bu yeminin günah olmasına sebep, bu sözde İslâm'ın
küçümsenmesi ve küfre meyi olmasıdır. Bu şekilde yemin eden kişinin İslâm'a salim
olarak dönmemesinden maksat, onun günahkâr oluşudur. İbn Melek; bunun emanet
üzerine yemin etmeye daha yakın olduğunu söyler.

Buraya kadar yaptığımız izahlar; edilen yeminin geçmiş ve şimdiki zamanki vakıalarla
ilgili oluşuna göredir. Tabii bu çeşit yeminlerin; "Şöyle edersem İslâm'dan beri
olayım..." gibi gelecekle ilgili olması da mümkündür. O zaman, yemin edenin yalancı
veya sözünde sadık olmasından maksat; yeminine bağladığı şeyi yapıp yapmamasına
göredir.

Hanefî mezhebine göre, bu ifadelerle edilen yeminler, yemin sayılır ve bozulması
halinde keffaret gerekir.

İbnü'l-Hümâm şöyle der: "Kişinin; şöyle yaparsa İslâm'dan beri olduğuna dair sözü,
bize göre yemindir. Aynı şekilde, namazdan ve oruçtan beri olma şeklindeki sözler de

1251

yemindir."
Bazı Hükümler

Yalan yere; "İslâm'dan beriyim" diye yemin eden kişi, dediği gibidir. Bunu söyleyen

[761

kışı sözünde sadık ise günaha girmiş olur.

8. Katık Yemeyeceğine Yemin Eden Kişinin Durumu

HU

3259... Yusuf b. Abdullah b. Abdüsselâm'dan, şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Rasûlullah (s.a)'i gördüm; hurmayı bir ekmek parçasının üzerine koyup, "Bu (hurma),

1781

bunun (ekmeğin) katığıdır." buyurdu.
Açıklama

Bu hadis, hurmanın katık olduğuna delâlet etmektedir. Bilindiği gibi katık; ekmekle
birlikte yenen maddelerdir. Ancak hangi maddelerin katık sayılıp sayılmadığmda
farklı görüşler vardır. Konunun yeminle ilgisi; katık yememeye yemin eden kişinin
neleri yediği takdirde yemininin bozulacağı yönündendir.

Aynî, bu hadis ile; ister taze olsun ister kuru, evde bulunan ekmeğin dışındaki tüm
yiyeceklerin katık sayıldığı sonucuna varıldığım söyler. Buna göre; katık yememeye
yemin eden kişi, hurma yerse yeminini bozmuş olur.

Ebû Hanîfe ve Ebû Yusufa göre katık; zeytin yağı, bal, sirke gibi (ekmeğe)
sürülebilen yiyeceklerdir. Çünkü katık, kendi başına değil ekmekle birlikte yenen, ona



tabi olan yiyeceklerdir. Ama, kızartılmış et, peynir, yumurta gibi ekmeksiz yenilen
yiyecekler katık değildirler.

İmam Şafiî, İmam Mâlik, Ahmed b. Hanbel, İmam Muhammed ve Ebû Yusuf un bir
görüşüne göre; çok kere ekmekle birlikte yenen maddeler katıktır.
İbn Hacer, İbnü'l-Kassâr'm şöyle dediğini nakleder:

"Ekmekle birlikte kızartılmış et yiyenin bu eti katık edindiği konusunda dilciler
arasında hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Bu kişi eğer katıksız ekmek yedim dese, yalan
söylemiş, katıkla ekmek yedim dese doğru söylemiş olur.

Ama, Kûfelilerİn; katık, iki şeyin arasını birleştirmenin adıdır, şeklindeki sözleri,
katıktan maksadın; ekmeğin o şey içinde yok edilmesine delildir. Bu durumda katık;
.parçalarının ekmeğin parçalan içine girmesi suretiyle ona tabi olur. Bu da ancak,
katığın sürülmesi (ekmeğin bandırılması) suretiyle olur. Karşı görüşte olanlar buna;
"Önceki söz doğrudur. Fakat katıkla ekmeğin parçalarının birbirine yemeden önce
girmesi iddiasının delili yoktur. Maksat, önce birleştirmek, sonra da yemek suretiyle
yok etmektir. İşte o zaman parçaların birbirinin içine girmesi gerçekleşir." diyerek
karşılık verirler." Neyin katık sayılıp neyin sayılmayacağını, bugün "katık"
kelimesinin ifade ettiği manadan ziyade örfe bağlamak daha uygun olsa gerektir. Çün-
kü bunu en güzel tayin eden şey örftür. Günümüzün örfü de ikinci görüşe daha uygun
1291

düşmektedir.

3260... Harun b. Abdullah, Ömer b. Hafs'dan, Ömer, babası vasıtasıyla Muhammed b.
Yahya'dan, o Yezid el- AVer' den, o da Yusuf b. Abdullah b. Selâm' dan. önceki hadisin

JM

benzerini rivayet etmiştir.
9. Yeminde İstisna

3261... İbn Ömer (r.a)'den, Rasûlullah (s.a)'a ref ederek, şöyle dediği rivayet
edilmiştir:

"Bir şey üzerine yemin edip arkasından "İnşaallah" diyen kimse (yemininde) istisna
[M]

etmiştir."
Açıklama

Hadisin Tirmizî'deki rivayetinde; buradaki "istisna etmiştir" sözünün yerinde, "Ona
hms (yemini bozma) yoktur" cümlesi yer almaktadır. İbn Mâce'nîn İbn Ömer'den olan
bir rivayeti de Tirmizî'nin rivayetine yakındır. Ebû Hureyre'den rivayet ettiği ise bazı
ifade farklılıkları olmasına rağmen, Ebû Davud'un rivayeti ile aynı manaya gelmekte-
dir.

Tirmizî; "Bu hadisi, Eyyûb es-Sahtiyanî'den başka hiçbir kimsenin merfû olarak
rivayet ettiğini bilmiyoruz" der. İbn Aliyye ise; Eyyûb'un bu hadisi bazan merfû
olarak, bazan da merfû olmayarak rivayet ettiğini söyler. Bey-hakî de; bu hadisin,
merfû rivayetinin sadece Eyyûb'dan olduğunu ve onun bu hadisin sıhhati konusunda
şek ettiğini bildirir.

Eyyûb es-Sahtiyanî, güvenilir bir ravidir. Onun için, ondan başkalarının hadisi merfû



olarak rivayet etmemeleri hadisin sıhhatine zarar vermez. Üstelik aynı hadisi, Musa b.
Ukbe, Kesîr b. Ferkad, Eyyûb b. Musa ve Hassan b. Atıyye de Nâfı'den merfû olarak
rivayet etmişlerdir.

İstisna: Bir sözün içine aldığı manalardan bir kısmını o sözün hükmünün dışına
çıkarmak demektir. Bugün dilimizde "müstesna, hariç, dışında" gibi sözcüklerle ifade
edilmektedir. Meselâ, "Ahmet müstesna herkes geldi" dediğimizde "herkes" sözünün
içine giren "Ahmet", "geldi" hükmünün dışına çıkartılmış yani istisna edilmiştir.
Aslında Arapçada istisna için kullanılan özel edatlar vardır. Bunlar, gibi edatlardır.
Yani istisna aslında, istisnaya mahsus olan bu edatlardan birisiyle olur. Ancak, bir
hükmü bir şarta bağlama veya Allah'ın dilemesine bağlama da istisna yerinde
kullanılmaktadır. Meselâ, "Bize gelirsen sana ikram ederim" cümlesinde ikram hükmü
eve gelme şartına bağlanmıştır. Sanki "bize gelmen müstesna, sana ikram etmem"
denilmiştir. Bir kimsenin, "Allah dilerse (inşaallah) şöyle yapacağım" demesi, yani işi
Allah'ın dilemesine bağlaması da bir istisna sayılmaktadır.

İşte bu hadiste, mevzubahis edilen istisna bu sonuncusudur. Yani, yemin ettikten
hemen sonra "inşaallah" demekle ilgilidir. Bu istisna mecazidir. Yukarıda da işaret
edildiği gibi, yemin edip de peşinden ."inşaallah (Allah dilerse)" diyen kişinin sözü;
"vallahi, Allah'ın dilemesi dışında hiç bir şey benim bu işi yapmama mani olamaz."
manasınadır.

Bu ve buna benzer hadislerden anlaşıldığına göre; bir kimse yemin eder ve peşinden
"inşaallah" derse yemini bozulmaz, yani sözünü yerine getire-mese bile yemininden
dolayı keffaret gerekmez. İbnu'l-Arabî bu konuda tüm âlimlerin ittifak halinde
olduklarını söyler. Aliyyü'l-Kârî ise, İmam Mâlik'-in istisnanın yeminin tahakkukuna
mani olmadığı görüşünde olduğunu bildirir. Kârî'nin ifadesine göre İmam Mâlik;
herşeyin Allah'ın dilemesine bağlı olduğunu, dolayısıyla "inşaallah" demesinin hükmü
değiştirmeyeceğini söyler.

"inşaallah" sözünün yemini hükümsüz kılması için, söze bitişik olması gerekir. Bu
bitişikliğin hükmü ve sınırı konusunda farklı görüşler vardır.

Şevkânî'nin bildirdiğine göre; içlerinde Mâlik, Evzaî ve Şafiî'nin de bulunduğu
cumhur, istisnanın bitişik olmasından maksadın yemini eder etmez hiç susmadan
"inşaallah" denilmesi olduğunu söylerler. Bunlara göre, arada nefes almaktan dolayı
olan susmanın zararı olmaz. Şevkânî, susmanın özürlü ya da özürsüz olması arasında
fark yoktur der. Hanelilere göre; kas-den soluk alma istisnaya manidir.
Tâvûs, Hasan ve tabiîlerden bir gruba göre; yemin eden kişi, bulunduğu meclisten
kalkmadıkça "inşaallah" deme yetkisine sahiptir. Katâde; kalkmadıkça veya
konuşmadıkça, istisnanın caiz olduğunu söyler. Atâ, bu müddetin bir deve sağacak
kadar; Saîd b. Cübeyr ise, dört ay olduğu kanaatin-dedirler. İbn Abbas'a nisbet edilen
görüş tamamen yukardakilere aykırıdır. İbn Abbas, istisna için bir süre tanımaz. Kişi
ebediyyen bu İstisnayı yapabilir.

İbn Abbas'a nisbet edilen bu görüş zayıftır. Çünkü, eğer dediği gibi insan yemin
ettikten, günlerce hatta yıllarca sonra "inşaallah" deyip, yeminin hükmünden
kurtulursa ne yeminin bir faydası kalır ne de yeminini bozan birisi bulunur.
İmam Gazali; İbn Abbas'tan nakledilen bu görüşün ona ait olmaması gerektiğini,
çünkü bunun onun şanına yakışmadığını söyler. Yine Gazalî bu sözün gerçekten ona
ait olması durumunda; "Her halde o, önce istisnaya niyet edip sonra onu açıklamayı
kasdetmiştir..." der.

Nakledildiğine göre; halife Mansur, istisna konusunda dedesi İbn Abbas'a muhalefet



etti diye Ebû Hanîfe'ye sitem etmiş, Ebû Hanîfe de; "Bunun zararı sana döner. Sana
yeminlerle bi'at edip de yanından çıktıktan sonra inşaallah diyen kişiye razı olur
musun?" demiştir.

Alimlerin cumhuruna göre; and karşılığında kullanılan yemindeki istisna ile, hanımını
boşama veya köle azad etmedeki istisna arasında fark yoktur. Buna göre bir kimse
hanımına, "inşaallah sen boşsun", kölesine "inşaallah sen hürsün" dese hanımı boş
olmaz, kölesi de hürriyete kavuşmaz. Ahmed b. Hanbel; köle azadı konusunda
cumhura muhaliftir. Delili: "İnşaallah sen boşsun dediğinde boş olmaz. Kölesine,
inşaallah sen hürsün derse o hürdür." manasına gelen hadistir. Ancak bunun
rivayetinde Humeyd yalnız kalmıştır ve o meçhuldür. Onun için hadis zayıftır.
Hadisten anlıyoruz ki; istisnanın sıhhati için, "inşaallah" sözünün dil ile söylenmesi
gerekir; niyet yeterli değildir. Ulemanın çoğunluğu da bu görüştedir. M âli kıl erden
bir kısmı ise; İmam Mâlik'in, niyetin yeterli olduğu fikrinde olduğunu

£821

zannetmektedirler.
Bazı Hükümler

1. Yemin ettikten sonra "inşallah" diyen kişi, sözünü yerine getiremese bile yeminini
bozmuş sayılmaz.

2. İstisnanın sahih olması için,' bunun dil ile söylenmesi gerekir. Kalben niyet kâfi

[83]

değildir.

3262... İbn Ömer (r.anhüma), Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Yemin edip de istisna eden kimse, isterse döner, isterse hms (yemini bozma) olmadan
[841

terkeder."
Açıklama

Bu hadis, Lü'lüî'nin rivayetinde mevcut değildir. İbn Dâse'nm rivayetinde vardır.
Yeminde istisnadan maksadın yemin ederken "inşaalah" demek olduğu yukarıdaki
hadiste anlatılmıştı.

Hadisten; yemine bitişik olarak edilen istisna ile, yeminin mevzuu yerine getirilmese
bile yeminin bozulmuş sayılmayacağı anlaşılmaktadır.
Bu hadise şerh olarak, Hattâbî şunları söylemektedir:

"İstisna etse" sözünün manası: kalbi ile değil, dili ile istisna etmesidir. Çünkü Ebû
Dâvûd'dan başkalarının rivayetinde "yemin edip, inşaallah diyen kimse..." şeklinde bir
cümle vardır. Bu hükmün içine; talâk, köle azadı ve bunların dışındaki tüm yeminler
girer. Çünkü Hz. Peygamber (s. a) bunu genel bir şekilde ifade etmiş, tahsis
etmemiştir. Alimler, bir şeyi yapma veya yapmamaya yemin edip de istisna eden
(inşallah diyen) kişiden hms (yen.ini bozma) in sakıt olduğunda görüşbirliği
içindedirler. Talâk veya köle azadı için yemin etme ve istisnada bulunma konusunda
ise, Mâlik ve Evzaî; istisnanın fayda etmeyeceğini, boşanma ve köle azadının vaki
olduğu görüşündedirler. Mâlikîlerin bu konudaki illetleri şudur: Keffaretin dahil
olduğu tüm yeminlerde, istisna amel eder. Keffaretin bulunmadıklarında ise istisna



amel etmez.

Mâlik der ki: Beytullah'a kadar yürümeye yemin ettiği ve istisnada bulunduğu zaman,

istisna düşer, yemininde hânis olur.

Hattâbî'nin hadisle ilgili sözleri burada sona ermektedir.

Diğer âlimlerin de hadis üzerinde şerhleri vardır. Ancak bunlar, bizim bir önceki
hadisin şerhinde verdiğimiz bilgilerle paralel bir biçimdedir. Onun için bu şerhlerin

İMİ

buraya tekrar aktarılmasına gerek yoktur.

1861

Hz. Peygamber (S.A)'in Yemini Konusunda Gelen Haberler

3263... İbn Ömer (r.anhüma)'nm şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s. a), en

£821

çok; "Kalbleri değiştirene yemin ederim ki, fıayır..." şeklinde yemin ederdi.
Açıklama

Haberde Hz.Peygamber (ş.a)'in Allah'ın sıfatlarından birisi ile yemin ettiği
anlaşılmaktadır. Bu sıfat; "Mukallibu'I-<ulûb: Kalbleri değiştiren" dir.
Aynî; kalbleri değiştirmekten maksadın; Allah'ın, kullarının kalbini, ima-ıı terkedip
küfrü seçmeye veya küfrü terkedip imanı tercih eder hale getirmesi olduğunu söyler.
Ibn Hacer de; "Mukallibu'l-kulûb, üzerine yemin edilendir. Kalpleri değiştirmekten
maksad, kalbin kendisini değil, araz ve ahvalini değiştirmekir." der.
Şevkânî'nin bu konu ile ilgili sözleri de şu şekildedir: "Mukallibu'l-kulûb, kendisi ile
yemin edilen şeydir. Kalbleri değiştir-nek sözü ile kastedilen kalblerin hallerini
değiştirmektir; zâtını değil. Bu ifalede; kendisine lâyık bir şekilde sabit olan sıfatı ile
Allah'ı isimlendirmenin caiz olduğuna delâlet vardır. Kadı Ebu Bekir b. el-Arabî:
Hadis, kendileri ile vasfedildiği ve ismi anılmadığı zaman Allah'ın fiilleri ile yemin
etmenin caiz olduğunu gösterir, der. Hanefîler; kudretle ilmin arasını ayırmışlar ve
Allah'ın kudreti ile yemin ederse yemin gerçekleşir, ilmi île yemin ederse ger-
çekleşmez, demişlerdir. Delilleri şudur: İlimle, malum da kastedilir. Nitekim Allah

[881

(c.c): "Bize karşı çıkabileceğiniz bilginiz var mı?..." buyurmuştur.

Şevkânî'nin bildirdiğine göre Râğıb; Allah'ın kalbleri ve gözleri değiştirmesini,

"Allah'ın onları bir görüşten diğer görüşe çevirmesidir" şeklinde izah eder.

Hadis; irade gibi kalbî amellerin, Allah'ın yaratması ile olduğuna delâlet eder.

Yine hadis; Allah'ın kendisine lâyık bir şekilde, onun sabit olan sıfatları ile

isimlendirilmesinin caiz olduğunu gösterir.

Hadis-i şerif; Allah'ın sıfatlarından biri ile yemin edip de yeminini bozana keffareti
gerekli görenler için delildir. Bu konunun esasında ihtilâf yoktur. İhtilâf, Allah'ın
hangi sıfatları ile yemin edilip, hangileri ile edilemeyeceği konusundadır. Gerçek şu
ki, sadece Allah'a ait olan, başkalarında bulunmayan sıfatlar ile yemin etmek caizdir.
"Mukallibu'l-Kulûb" bu çeşit sıfatlardandır.

Yukarıya naklettiğimiz bu mütalaa, Hafız İbn Hacer'e aittir. Hanefîle-rin Hidâye
adındaki fıkıh kitabında: "Yemin, Allah adıyla veya Rahman, Rahîm gibi diğer
isimlerinden biri ile, ya da; Allah'ın izzeti, celâli, kibriyâsi gibi, örfen yemin edilen



sıfatlarından biri ile edilir" denilmektedir.

[891

Hidâye'de anılan bu sıfatlar, Allah'ın zâti sıfatlarıdır.



Bazı Hükümler

1. İnsanların kalbi amellerinin yaratıcs, Allah'tır

İM

2. Allah'ın zatı sıfatlarından bin ile yemin etmek caizdir.

3264... Ebû Saîd el-Hudrî'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s. a); yeminde
mübalağa ettiği zaman; "Ebu'l-Kasım'm canına sahib olan (Allah)'a yemin ederim ki..."
[9ü

derdi.
Açıklama

Bu hadis, Lü'Iüî'nin rivayetinde mevcut değildir. Onun için Münziri kitabında
zikretmemiştir. Mizzî, el- iraf mda, îbn Mâce'ye de nisbet eder. Ancak İbn Mâce'de
aynı isnad ve aynı metinle bu hadis yoktur. Fakat, Rufâ'a el-Cühenî'den, "Rasûlullah
(s. a) yemin ettiğinde; Muhammed'in canına sahib olan, derdi," şeklinde bir rivayet
[921

vardır.

Bu hadisi Ebu Saîd el-Hudrî'den nakleden Asim b. Şümeyh için; Ebû Hatim,
"Meçhul"; Ebû Bekir el-Bezzâr: "Bilinen biri değil" derler. İbn Hibbân ise bu zâtı, sika
raviler arasında saymaktadır.

Bilindiği gibi; Ebu'l-Kasım, Hz. Peygamber'in künyesidir. Rasûlullah (s.a)'m ilk oğlu
Kasım olduğu için Efendimiz "Kasım'm babası" manasına "Ebu'l-Kasım" diye
künyelenmiştir.

Hadis-i şerif; "hayatıma sahip olan", "nefsim elinde olan" gibi sözlerle yemin etmenin
meşru olduğuna delildir. "Ebu'l-Kasım'm canına sahip olan" diye terceme ettiğimiz
cümlenin tam karşılığı; "Ebu'l-Kasım'm nefsi elinde olan" demektir. Aliyyü'l-Kârî;
"Elinde" kelimesinden maksadın, Allah'ın tasarrufu, kudreti, iradesi olduğunu söyler.
Hz.Peygamber (s.a)'in buna benzer sözlerle yemin ettiğine işaret eden daha başka
haberler de vardır. Yukarıda İbn Mâce'den naklettiğimiz rivayet bunlardan biridir.
Zaten, "Nefsim elimde olan", "Hayatıma sahip olan" gibi sözlerin ifade ettiği mana
Allah'tır. Çünkü bunlara sahip olan Allah'tır. Dolayısıyla bu şekilde edilen yeminler
Allah'a edilen yeminlerdir.

Hadiste, Hz.Peygamber (s.a)'in yeminde mübalağa ettiği zaman bu şekilde yemin
ettiği ifade ediliyor. Fakat böyle bir kayit olmadan Hz.Peygamber (s.a)'in normal
hallerde de adı geçen sözlerle yemin ettiği çok olmuştur. Aliyyü'l-Kârî'nin bildirdiğine
göre Tıybî; bu gibi sözlerde Allah'ın kudretini izhar olduğu için, bu şekildeki

[93]

yeminlerin daha üstün olduğunu söylemiştir.

3265... Ebû Hureyre (r.a)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s. a) yemin



1941

ettiği zaman; "Hayır, estağfırullah" derdi.
Açıklama

Hadisin zahiri; Hz. Peygamber (s.a)'in yemin ettiği zaman "Estağfırullah" dediğine,
yani bu şekilde yemin ettiğine de lâlet etmektedir. "Estağfırullah"; "Allah'tan bağış
dilerim" manasınadır.

Bu kalıp ise, bilinen yemin kalıplarına benzememektedir. Şüphesiz Hz. Peygamber'in

bu şekilde yemin etmesi devamlı değildir. Bazan böyle yemin ederdi.

Alimler, bu haberde ifade edilen manayı izahda farklı şeyler söylemişlerdir. Aliyyü'l-

Kârî'nin el-Mirkât adındaki eserinde verdiği şu bilgi bu konuya oldukça açıklık

getirmektedir:

Kâdî, bu sözün manasının; eğer mesele bunun aksine ise, Allah'tan bağış dilerim,
demek olduğunu söyler. Kadı'nm beyanına göre; gerçi bu söz (ve'stağfırullah) yemin
değildir, ancak sözü tekid edip kuvvetlendirmesi bakımından yemine benzer. Onun
için ravi buna yemin demiştir.
Tıybî ise şöyle der:

"sözündeki "vav" harfi, atıf içindir. Bu da kendisine atıf yapılan mahzuf bir cümlenin
olmasını gerektirir. Buna karine de; sözüdür. Çünkü bu ya; Cenab-ı Allah'ın sözünde
olduğu gibi, geçen sözü reddetmek maksadıyla yemine h azırlık içindir, ya da başlı
başına yemindir. Her iki takdire göre de mana; "Allah'a yemin etmem ve Allah'tan af
dilerim" demektir. el-Muzhir sahibinin şu görüşü bu anlayışımızı teyid eder:
Rasûlullah (s. a); bilmeden (lağv) yemin ettiği zaman hemen peşinden, dilinden kayan
bu sözü telafi için, estağfırullah derdi. Gerçi, Kur'ân'da da belirtildiği üzere,
Hz.Peygamber'in bu davranışı affe-dilmişti ama o bunu ümmetinin böyle şeyden
kaçınması için delil olarak söylerdi."

İbn Melek de Muzhir'a uyarak, Hz.Peygamber'in bu şekildeki sözleri; konuşma
esnasında ağzından çıkan "evet vallahi, hayır vallahi" gibi sözlerinin yemin
olmadığına işaret etmek ve o sözleri telâfi için söylediğini kaydeder.
Aliyyü'l-Kâri, bu nakilleri yaptıktan sonra kendi görüşünü şöyle ortaya koyar:
"Hz.Peygamber(s.a)'in yanlışlıkla (lağv) yemin etmesi mümkün değildir. Çünkü bu,
peygamberlik makamına aykırıdır. Hadiste geçen sözün takdirinin şu şekilde olması
mümkündür: Hz.Peygamber (s. a) yemin ettiği zaman onun yemini "Hayır ve Allah'tan
bağış dilerim" sözüne bitişikti. Yani yemin ettiği ve bunda "lâ" sözü ile mübalağa
ettiği zaman, derdi. Bundan maksadı; benden sadır olanın hilâfına, Allah'ın bildiği
şeyden dolayı Allah'tan af dilerim, demekti. Çünkü her ne kadar bunda bir sorumluluk
olmasa da, iyilerin hasenatı mukarrebûnun seyyiâtıdır. Yahut da takdir; yemin
etmekten dolayı Allah'tan af dilerim, şeklindedir. Çünkü zaruret olmadıkça yemin
etmemek efdaldir. Zira yemin aslında bir hiledir ve insan bundan nehyedilmiştir. Onun
için bazıları; gerçek de olsa yemin etmekten kaçınmışlardır. Hz.Peygamber (s.a)'in
ettiği yeminler hep ihtiyaca binaendir. O, ya bir hükmü te'kid ya da yemin etmenin
caiz olduğunu beyan için yemin etmiştir. Bu yüzden, yemin etmek istediği zaman,
yemin etmez, onun yerine bu sözü söylerdi."

Aliyyü'l-Kârî'nin üzerinde durduğumuz hadisi şerhederken söyledikleri bundan ibaret.
Zaten ihtiyaca da k afi gelmektedir.

Aliyyü'l-Kârî, şerhinde; yeminin haddizatında mekruh olduğunu ancak ihtiyaç halinde



başvurulabileceğini söylüyordu. Acaba bu hüküm genel midir, yoksa duruma göre
yeminin hükmünde değişiklikler olur mu? Bu konuda, Hanbelî âlimlerinden meşhur
İbn Kudâme, el-Muğnî adındaki eserinde (özet olarak) şöyle der:
Yeminler beş çeşittir:

1- Vacib yeminler: Masum birini helakten kurtarmak için edilen yeminler.

2- Mendub yeminler: İki hasmın arasını bulmak, bir müslümanm gönlündeki kini
gidermek gibi bir maslahata dayanan yeminler. Bir tâatı işlemek veya bir günahtan
kaçınmak için edilen yeminler de bazı Hanbelî ve Şâ-fıîlere göre bu cümledendir.

3- Mubah olan yeminler: Mubah bir işi yapmak ya da yapmamak için edilen
yeminlerdir. Gerçeğe uygun olan veya öyle zannedilen yeminler bu türdendir.

4- Mekruh yeminler; Mekruh bir işi yapmak veya mendub bir işi yapmamak için
edilen yeminler.

[95]

5- Yalan yere edilen yeminler. Bu da haramdır.

3266... Asim b. Lakît'den rivayet edildiğine göre, Lakît b. Amir bir hey'etle Rasûlullah
(s.a)'a gelmişti.Lakît şöyle dedi:

Rasûlullah (s.a)'m yanma vardık... Lakît; içerisinde Rasûlullah (s. a); "İlâhının Ömrüne

196]

(bekasına) yemin ederim ki..." buyurdu (sözleri de bulunan) bir hadis söyledi.
Açıklama

Hadiste geçen ve "...ömrü" diye terceme ettiğmiz "amr" kelimesi "ömür, hayat"
manalarmadır. Allah (c.c)'a izafeten söylendiğinde, "Allah'ın bekası, devamı" manaları
anlaşılır.

Gerçi haberin ifadesine göre Hz.Peygamber (s. a); "Allah'ın bekası" değil de "İlâhının
bekası" demiştir. Fakat bu da "Allah'ın bekası" anlammadır. Çünkü muhatabı
müslümandı ve müslümanm ilâhı Allah'tır.

Ebu'l-Kasım ez-Zeccâc, bu terkibi açıklarken; "Amr, hayat demektir. Le amrillahi
diyen kişi; sanki, Allah'ın bekasına yemin ederim... demiştir" demektedir.
Bu tür sözlerin yemin sayılıp sayılmayacağı konusunda İslâm âlimlerinden iki önemli
görüş nakledilir:

1- Mâlikîve Hanefîlere göre; bu sözlerle yemin tahakkuk eder. Çünkü Allah'ın bekası
onun zatî sıfatlarmdandır. İmam Mâlik: "Bu şekilde yemin eden beni şaşırtmaz. İshak
b. Râhûyeh'in Musannefinde Abdurrahman b.Ebî Bekre'den rivayet ettiğine göre,
Osman b. EbiTAs'm yemini; ömrüme yemin olsun ki şeklinde idi." demiştir.

Hanefi fıkıh kitaplarından Bedâî'de de şöyle denilir: "Allah'ın bekasına (ömrüne)
yemin ederim ki şöyle yapmayacağım, diyen kişinin sözü yemindir. Çünkü bu,
Allah'ın bekasına yemin etmektir. Bu da ancak onun sıfatında kullanılır. Ayrıca bu
sözle yemin etmek yaygındır. Allah (c.c): "Senin ömrüne yemin ederim ki onlar

1971

sarhoşluklarında bocalıyorlar." buyurur. Tarafe de, bir şiirinde: "ömrüne yemin
ederim ki, ölüm kimsede hata etmedi..." demektedir."

2- Şafiî ve îshak b. Râhûyeh'e göre; bu sözle ancak niyet edilirse yemin sayılır.
Ahmed b. Hanbei'den her iki görüş de nakledilmiştir. Ancak Şâfiîlerin görüşüne
benzeyeni daha tercih edilenidir.



Bu görüşün sahipleri; yukarıda zikredilen âyetin mevzubahis sözlerle yeminin
tahakkukuna delil olamayacağını, çünkü Allah (c.c)'m her sözle yemin edebileceğini
söylerler. Yaratıklar ise öyle değildir. Çünkü Allah'tan başkasına yemin edilmeyeceği
sabittir, derler.

Bilindiği gibi, yemin için kullanılan harfler üçtür. Bunlar; "Bâ, tâ, vav" harfleridir.
Üzerinde durduğumuz sözde, bu harflerden birinin değil de "lâm" harfinin oluşu da

198]

Şâfıîlerin görüşünün delillerindendir.
10. Kasem Yemin Olur Mu?

3267... İbn Abbas (r.anhuma)'dan rivayet edildiğine göre; Ebû Bekir (r.a), Rasûlullah

£1001

(s.a)'a "Allah aşkına" diye yemin etti, o da: "Yemin ederek ısrar etme" buyurdu.
Açıklama

Kasem, yemin demektir. Arapçada "yemin etti", "yemin ederim" manalarına gelir.
Aslında yemin edilirken eğer kasem sözü kullanılacaksa sonuna "bi'llâhi" sözü de
eklenir ve öyle yemin edilir. Yani, "yemin ederim" demekten çok "Allah'a yemin
ederim" denilir.

İşte bu bab, yemin için konulmuş olan sözlerin değil de, "yemin ederim" sözünün
yemin sayılıp sayılmayacağı konusundadır. Bu rivayet, bundan sonra gelecek olan
hadisin bir bölümüdür. Ancak Zührî'den sonraki ravileri farklıdır ve bunda hâdiseye
İbn Abbas, bizzat şahid olmuş gibi, ötekinde ise Ebû Hureyre'den naklen aktardığı için
musannif hadisi iki ayrı rivayet halinde takdim etmiştir.

£101]

Konu ile ilgili malumat gelecek hadisin şerhinde verilecektir.

3268... îbn Abbas (r.a nhuma) şöyle haber vermiştir:

Ebu Hureyre (r.a)'in bildirdiğine göre; bir adam Rasûlullah (s.a)'a geldi ve:

Ben bul gece bir rüya gördüm, deyip rüyasını anlattı.

Ebû Bekir (r.a) rüyayı tabir etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s. a): "Bazısında isabet
ettin, bazısında hata ettin" buyurdu. Hz. Ebû Bekir;

Babam sana feda olsun ya Rasûlallah! Allah aşkına, sana yemin ediyorum, hata

ettiğim şeyin ne olduğunu bana haber versen, dedi.

Rasûlullah:

Lİ02]

"(Allah adına) yemin ederek ısrar etme." buyurdu.
Açıklama

Hadisin diğer kaynaklardaki rivayetlerinde anılan şahsın gör-düğü rüya ve Hz. Ebû
Bekir'in bu rüyayı tabir şekli de yer almaktadır.

Buharî'nin rivayetinde hadisin tamamı şöyledir: İbn Abbas (r.anhüma) şöyle der: Bir
adam Rasûlullah (s.a)'a gelip dedi ki:



Ya Rasûlallah, bu gece rüyamda (yerle gök arasında) bir bulut gördüm. O bulut (yere)
yağ ve bal yağdırıyordu. İnsanlar da bunlardan, kimi az kimi çok olmak üzere avuç
avuç alıyorlardı. Bu sırada yerden göğe bir ip uzandığım, senin de o ipe yapışıp
yükseldiğini gördüm. Sonra ipi başka birisi tuttu, o da yükseldi. Sonra bir başkası tuttu
o da yükseldi, sonra bir başka şahıs (üçüncü) tuttu ama ip koptu. Sonra ip bağlandı.
Bunu duyan Hz. Ebû Bekir: "Ya Rasûlallah! Anam babam sana feda olsun, vallahi
beni bırakıp müsaade edersen rüyayı ben tabir edeyim" dedi. Hz. Hz. Peygamber (s.a)
de "Haydi, tabir et" buyurdu. Bunun üzerine Ebû Bekir (r.a) şöyle dedi:
Adamın gördüğü bulut, İslâm'dır. Ondan yağan yağ ve bal Kur'an'-dır. İnsanlar onun
tadından az veya çok yararlanacaklardır. Gökten yere uzanan ip, üzerinde bulunduğun
hak ve adalet ipidir. Sen onu tutuyorsun, Allah da seni yüceltiyor. Senden sonra onu
bir adam tutacak, ve o iple o da yükselecek. Sonra bir başkası tutacak o da yükselecek.
Sonra bir kişi daha tutacak fakat ip kopacak, sonra ip onun için bağlanacak o da
yükselecek.

Anam babam sana feda olsun ya Rasûlallah, bu tabirimde isabet mi ettim, yoksa hata
mı bana haber ver.

"Bir kısmında isabet ettin, bir kısmında da hata ettin."

Ya Rasûlallah, hata ettiğim yönü Allah rızası için söylesen. "- Allah adına yemin
ederek ısrar etme."

Evet, Buharî'nin rivayetine göre mevzubahis hâdisenin oluş tarzı bu şekilde.
Aynî ve Nevevî'deki ifadelere göre; Hz. Ebû Bekir'in rüyayı tabirinde-ki hataların
neler olabileceği konusunda hayli farklı görüşler ortaya konmuştur. Kimisi hatanın,
bizzat Hz. Ebû Bekir'in yorumlamasında olduğunu, çünkü rüyayı Hz. Peygamber
(s.a)'in yorumlayacağını söylerler. Fakat bu görüşe katılmayanlar, Hz. Ebû Bekir'in
Rasûlullah (s.a)'dan izin aldıktan sonra bunu yaptığına dikkat çekerek itiraz ederler.
Bu görüşe göre Hz. Ebû Bekir'in hatası, rüya tabirine ait değil, tabire atılmasıdır.
Hatanın tabire ait olduğunu söyleyenler; Hz. Ebû Bekir'in rüyadaki yağ ve balı sadece
Kur'an'la tabir ettiğini, oysa bundan maksadın Kur'an'la sünnet olduğunu bildirirler.
Ayrıca elinde ip kopan şahıs üçüncü halife Osman (r.a) idi. Hz. Osman devrinde
karışıklıklar çıkmış ve adalet ipi onun elinde kopmuştu. Bilâhare ip bağlandığında Hz.
Osman için değil, bir başkası için (Hz. Ali için) bağlanmıştı. Hz. Ebû Bekir rüyayı
tabir ederken ipin Osman'ın elinde bağlandığını söylemiş ve böylece hataya düşmüştü.
Hz. Peygamber (s.a)'in Hz. Ebû Bekir'in tabirindeki hataları söylememesi; ilende
ortaya çıkacak olan fitneleri şimdiden haber verip de insanları telaşlandırmama
hikmetine dayanır. Buhârî sarihlerinden Kirmanı; rüya tabirindeki hataların, Hz.
Peygamber (s.a) tarafından açıklanmadığı halde, kendileri tarafından ortaya
çıkarılmasına sebep olarak; artık herşeyin ortaya çıkıp insanları telaşlandırma
korkusunun ortadan kalkmasını gösterir.

Buraya kadar yazılanlardan anlaşıldığı üzere; Hz. Peygamber (s.a)'den sonra adalet
ipine yapışacak olanlar Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman (r.anhum)'dur. Fakat,
Hz. Osman devrinde ip kopmuş, Hz. Ali için tekrar bağlanmıştır.
Hadisin konumuzla (yemin ile) ilgili yönü de şudur:

Kasem suretiyle yani, "yemin ederim" gibi sözlerle edilen and, yemin sayılır mı,
sayılmaz mı? Bu konuda ulemadan farklı görüşler gelmiştir. Hattâbî şöyle der:
"Bu hadis; Allah'a yemin ederim, demedikçe sadece yemin ederim demenin yemin
sayılmadığını söyleyenlerin görüşlerine delildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a), yemini
yerine getirmeyi emretmiştir. Eğer yemin ederim sözü yemin olsaydı, onun kendisinin



(yerine getirmesi, Ebû Bekir'in isteğine cevap vermesi) gerekirdi. Mâlik ve Şafiî bu
görüştedirler.

Kasemi yemin kabul edenler ise; hadise başka bir açıdan bakarlar ve bunun kendileri
için delil olduğunu söylerler. Çünkü eğer kasem yemin olmasaydı o zaman Hz.
Peygamber (s. a), Hz. Ebû Bekir'e, "Yemin etme" demezdi, derler. Ebû Hanîfe ve
arkadaşları da bu görüşe sahip olmuşlardır."

Hattâbî bu sözleri, üç mezhebin görüşünü esas alarak ortaya koymaktadır. Ancak bu

görüşlerde bazı ayrıntılar vardır, onların da açıklanması gerekir.

İbn Hacer'in İbnü'l-Münzir'den nakline göre; bir kimse, "Allah'a yemin ederim" dese,

bununla niyeti yemin olmasa bile, İbn Ömer, İbn Abbas, Nehaî, Sevrî ve Kûfelilere

göre bu yemindir. Çoğunluk ise bu sözün yemin olmasının niyete bağlı olduğu

görüşündedir.

İmam Mâlik, "Allah'a yemin ederim" sözünün niyetsiz yemin, "yemin ederim"
sözünün ise ancak niyet ile yemin olduğunu söyler.

İmam Şafiî'ye göre ise; "yemin ederim" sözü hiçbir şekilde yemin olmaz. "Allah'a
yemin ederim" sözü ise ancak niyetle yemin olur.

Demek ki; içlerinde Hanefîlerin de bulunduğu bir gruba göre; "yemin ederim",
"Allah'a yemin ederim" sözleri her halükârda niyete bağlı olmaksızın yemindir.
Mâlikîlere göre; birincisi niyetle, ikincisi niyete bağlı olmadan yemin sayılır. Şâfiîlere
göre ise; birincisi hiçbir şekilde yemin olmaz, ikincisi ise ancak niyet edilirse yemin
olur.

Metinde görüldüğü üzere, Hz.Ebû Bekir; Hz. Peygamber'e yemin vermiştir. Hz.
Peygamber (s. a), yeminlerin gereğinin yerine getirilmesini emrettiği halde kendisi
burada yapmamıştır. Çünkü, yeminin bozulmaması, başkalarına zarar vermeyecekse,
yerine getirilir. Burada ise, Hz. Peygamber'in yeminin gereğini yerine getirmesi
halinde Hz. Ebû Bekir'in hatalarını bildirmesi icabederdi. Bu ise müslümanlarm

£103]

zararına olacaktı-. Bu zararın ne olduğu yukarıda belirtilmiştir.

3269... Bize Muhammed b. Yahya (b. Fâris), Muhammed b. Kesîr'den; o, Süleyman b.
Kesîr'den, Süleyman; Zührî'den, o Ubeydul-lah'tan; Ubeydullah da İbn Abbas
vasıtasıyla Rasûlullah'tan bu (önceki) hadisi haber verdi. Kasem (yemin)i zikretmedi.
Ancak hadisinde, "Hz. Peygamber (s. a) Ebû Bekir'e (hatasını ve doğrusunu) haber

LİM

vermedi." sözünü ilâve etti.

11051

11. Bir Yemeği Yemeyeceğine Yemin Eden Kimsenin Durumu

3270... Abdurrahman b. Ebî Bekir (r.anhuma) şöyle demiştir: Bize misafirlerimiz
geldi. Ebû Bekir (babam) geceleyin Rasûlul-lah (s.a)'m yanında konuşuyordu. Bana
"Sen bunların ziyafetini tamamlayıncaya kadar yanma dönmeyeceğim" dedi.
Misafirlerin yemeklerini getirdim. Onlar;

Ebû Bekir gelinceye kadar yemeyiz, dediler. Nihayet Ebû Beky: geldi ve;
Misafirleriniz ne yaptı? Yemeklerim yedirdiniz mi? dedi. Misafirler;
Hayır, dediler. Ben;

Onlara yemeklerini getirdim, yemediler, "Vallahi Ebû Bekir gelinceye kadar yemeyiz"



dediler, dedim.Onlar da:

Doğru söyledi, bize yemeği getirdi ama biz sen gelinceye kadar yemek istemedik. Ebû
Bekir:

Sizi yemekten men eden ne? (Niçin yemediniz?).
Senin mevkiin, (Peygamber'in katındaki derecen).
Vallahi, bu gece ben o yemeği yemeyeceğim.

Vallahi, sen yemedikçe biz de yemeyeceğiz. Bunun üzerine Ebû Bekir:
Vallahi bu geceki kadar kötü bir gece görmedim. Yemeğinizi yaklaştırın, dedi.
Yemekleri yaklaştırıldı, Ebû Bekir "Bismillah" deyip yedi, onlar da yediler. Öğrendim
ki; Ebû Bekir, sabahleyin Hz. Peygamber (s.a)*e gidip, kendisinin ve misafirlerin
yaptıklarını haber vermiş. Efendimiz de; "İyi etmişsin, sen yeminine onlardan daha

UM

itaatli ve daha sadıksın" buyurmuş.
Açıklama

Hadisin Buharî'nin Kitabu'l-Edeb bahsinde, buradakinden hayli farklı iki rivayeti
vardır:

Bunlardan birisi, "Misafirin yanında öfkelenmek ve sabırsızlanmak mekruhtur"
bahsindedir. Buradaki rivayete göre; Hz. Ebû Bekir, misafirlerin yemeği yemediklerini
görünce sinirlenmiş, oğlu Abdurrahman'a bağırmış ve ö yemeği yemeyeceğine yemin
etmiş. Misafirler de, Ebû Bekir yemedikçe yememeye yemin edince, "Bismillah ilki
şeytan içindir" diyerek yemiş, misafirler de yemişlerdir.

Buharî'nin diğer rivayeti ise; "Müsafırin ev sahibine sen yemedikçe vallahi ben de
yemem, demesi" adındaki bâbdir. Bu babdaki rivayet de oldukça farklıdır. Bu
rivayette Hz. Ebû Bekir'in konuşması oğlu ile değil, hanımı ile olmuştur. Yine bu
rivayette; yeminden sonra yemeye başladıklarında lokmaların çoğaldığı belirtilir. Aynı
hadis, Buharî'nin Kitabu'l-Evkât ve Me-nâkıb bahislerinde de geçmiştir.
Ebû Davud'un rivayetinde bahsi geçen misafirler Suffa ashabından üç kişi idiler.
Buharî'nin Mevâkıt'deki rivayetinde beyan edildiğine göre; Suffa ashabı fakir
insanlardı. Hz. Peygamber (s. a), sahâbîleri bunları yemeğe götürmeye teşvik eder,
"Yanında iki kişilik yemek olan üçüncü birini, dört kişilik yemek olan da beşinci ve
altıncı kişiyi götürsün" buyururmuş. Hz. Ebû Bekir ise üç kişiyi götürmüş.
Hadisten anlaşıldığı üzere misafirler, Hz. Ebû Bekir'in Rasûlullah'm katındaki
mevkiinden veya evin reisi olmasından dolayı, o olmadan yemekten kaçınmışlar; Hz.
Ebû Bekir de kendisinin yüzünden müsafırlerinin gece geç vakitlere kadar aç
kalmalarına üzülmüş ve o yemekten yememeye yemin etmiş. Ancak, misafirlerin, o
yemedikçe kendilerinin de yememeye yemin etmeleri üzerine, misafirleri aç
koymamayı yeminine riayete tercih etmiş ve yeminini bozarak yemeği yemiştir.
Tabiatıyla misafirlerin, yemek için koştukları şart gerçekleştiği için onların yeminleri
bozulmamıştır.

Hz. Ebû Bekir, sabah olup da hâdiseyi Hz. Peygamber (s.a)'e aktarınca, Efendimiz
onun yaptığını beğenmiş, yeminini bozma pahasına da olsa misafirine ikramını takdir
etmiştir. Hatta onun yaptığının; misafirlerinin yeminlerine sadakat konusundaki
yaptıklarından daha iyi olduğunu ifade buyurmuştur.

Bu rivayette Hz. Ebû Bekir'in, yeminini bozmaktan dolayı keffaret ödeyip ödemediği
konusunda bir kayıt mevcut değildir. Bundan sonra gelecek olan rivayette de



Muhammed b. el-Müsennâ, Sâlim'in; "Bana keffaret (Ebû Bekir'in keffareti ödediğine
dair bir bilgi) ulaşmadı" dediğini kaydeder.

Bu söz, bir maslahata mebnî olarak bozulan yeminlerde keffaretin gerekmediğine
delâlet etmez. Nevevî; bu durumda keffaretin gerekli olduğu konusunda hiç bir ihtilâf
bulunmadığını söyler. Çünkü Hz. Peygamber (s. a) bir hadisinde: "Bir şey üzerine
yemin edip de başkasını ondan daha hayırlı gören kimse, hayırlı olanı yapsın, yemini
için de keffaret ödesin" buyurmuştur. Hz. Ebu Bekir'in yaptığı da işte bunun aynısıdır.

£1071

Ayrıca yemim munakide ile ilgili olan âyet de buna delâlet eder.
Bazı Hükümler

1. Evde, misafirlerle ilgilenecek kişi varsa, ev sahibinin misafirleri bırakıp bir işine
gitmesi caizdir.

2. Fakir, kimsesiz kişileri eve götürüp ikram etmek, yemek yedirmek
müstehaptır.

3. Bir şeyi yapmak veya yapmamak için yemin eden kışı, sözünün aksini daha hayırlı

£1081

görürse, yemini bozar ve keffaret öder.

3271... İbnü'l-Müsennâ; Salim b. Nuh ve Abdül-A'lâ'dan, onlar Cerîrî'den; Cerirî, Ebî
Osman'dan, o da Abdurrahman b. Ebî Bekir'den bu (önceki) hadisin benzerini rivayet
etmişlerdir. İbnü'l-Müsennâ hadisinde, Salim'den; "Bana keffaret ulaşmadı" dediğini

im

ilâve etmiştir.
Açıklama

İzah önceki hadiste geçmiştir. Sâlim'in, "Bana keffaret ulaşmadı" sözünden maksat;
Hz. Ebû Bekir'in yeminim bozmaktan dolayı keffaret verip vermediği konusunda bir

Lüoı

bilginin ulaşmayışıdır.

12. Akrabayı Ziyareti (Sıla-i Rahim) Kesmek Üzere Edilen Yemin

3272... Saîd b. Müseyyeb'den rivayet edildiğine göre; Ensar'dan iki kardeş arasında
(ortak) bir miras vardı. Birisi, diğerinden (mirası) taksim etmeyi istedi. Bunun üzerine
kardeşi;

Eğer bir daha taksimi istersen bütün malım Kabe'ye (adak) olsun, dedi. O zaman Hz.
Ömer (r.a) şöyle dedi:

Kabe'nin senin malına ihtiyacı yok. Yemininin keffaretini ver ve kardeşinle konuş.
Ben Rasûlullah (s.a)'i: "Rabbine isyanda, sıla-ı rahmi kesmekte ve sahibi olmadığın
şeyde; sana yemin (yeminin gereğine sadakat) de yoktur, nezir de" buyururken

Oii]

duydum.



Açıklama



Münzirî bu nadisle ÜgHi olarak; "Saîd b. Müseyyeb'in bu hadisi, Ömer b. el-
Hattâb'dan işittiği doğru değildir. Onun için hadis, munkatı'dir" demektedir.
Şevkânî de; hadisin salih bir hadis olduğunu söyledikten sonra munkatı' olduğunu
kaydeder. Şevkânî hadisin sıhhatine işaret için Mâlik ve Beyhakî'-nin de Hz. Aişe'den
aynı manaya gelen bir hadis rivayet ettiklerini ve İbn Sikkîn'in mezkur hadisi sahih
kabul ettiğini söyler. İşaret edilen Hz. Aişe (r.anha)'nin hadisi şöyledir:
"Aişe (r.anha)'ya akrabasıyla konuştuğunda, malını Kabe'ye nezreden kişinin durumu
soruldu. O da; yemininin keffaretini verir, dedi."

Hadisin metninde, şeklinde bir terkib mevcuttur. Bu terkibin tam sözlük karşılığı;
"Kabe'nin kapısı" demekdir. Fakat, malını, Kabe'ye adayan kişinin maksadı Kabe'nin
kapısı değil, bizatihi kendisidir. Onun için terceme, murad edilen manaya uygun
olarak yapılmıştır.

Bu hadiste; nezir (adak) için konulmuş olan sözler, yemin yerinde kullanılmıştır.
Çünkü yemin kişinin nefsini bir şeyden men etmeye veya bir şeyi yapmaya teşvik
maksadıyla söylediği, bilinen sözlerdir. Burada da, mirası taksim etmek istemeyen
kardeş, niyetindeki kararlılığını isbat için, "Bir daha taksimi istersen bütün malım
Kabe'ye ait olsun" demiştir. Bunu duyan Hz. Ömer (r.a)'in: "Yemininin keffaretini
öde." demesi de, yukarıdaki sözün yemin makamında kullanıldığına delildir.
Şerhu's-Sünne'de bu konuda şöyle denilir:

"Falanla konuşursam, Allah için bir köle azad edeceğim, falan eve girersem Allah için
oruç tutacağım veya namaz kılacağım gibi, yemin yerine kullanılmış adaklar
konusunda âlimler ihtilâf etmişlerdir. Şu gerçek ki bunlar; yemin yerinde kullanılmış
adak lafızlarıdır. Çünkü bunu söyleyen kişi, nefsini o işten men etmeyi kasdetmiştir.
Bu, kendisini bir şeyi yapmaktan men etmeyi kastederek yemin edene benzer.
Sahâbîlerin ve tabiîlerin çoğuna göre; bu şekilde konuşan kişi, dediğini yaparsa
kendisine yeminini bozduğunda olduğu gibi keffaret icabeder. Şafiî de bu görüştedir.
Bu ve daha başka hadisler de buna delâlet eder. Diğer nezirlere kıyasla, üstlendiği şeyi
yerine getirmesi gerekir diyenler de vardır."

Hattâbî; yemin maksadıyla, nezir için kullanılan sözlerin, yemin sayılıp bozulması
halinde keffaretin yeterli olduğu konusunda, Ahmed b. Hanbel ve İshak'm da Şafiî'nin
görüşünde olduklarını söyler. Yine Hattâbî; Hz. Aişe, Hasenu'l-Basrî ve Tâvûs'un da
bu görüşte olduklarını kaydeder.

Şa'bî, Hakem ve Hammâd; malını sadaka olarak vermeye yemin eden kişiye bir şey
gerekmediği görüşündedirler. İmam Mâlîk'e göre ise, bu durumda olan kişi malının
üçte birini fakirlere dağıtır.

Hanefîlere göre; malının tamamını sadaka olarak dağıtmak üzere yemin eden kişinin
yemini, zekâta tabi olan mallar için geçerli olur.

Yine Hanefîlere göre; "Nezrim olsun ki falan yere gitmeyeyim, falanla
konuşmayayım" gibi sözler birer yemin sayılır. Dolayısıyla denilen yere gider veya
anılan kişi ile konuşursa bu sözlerin sahibine yemin keffareti gerekir.
Hadisin konu ile ilgisi, sıla-i rahmi (akrabayı ziyareti, onlarla konuşmayı) kesmek
üzere yemin eden kişiye yemininde durmasında gerek olmayışıdır. Sıla-i rahmi
kesmek, aslında Allah'a isyanın bir çeşididir. Öyleyse hadiste önce Allah'a isyan
üzerine edilen yeminlere sadakat gösterilmeyeceği söylendikten sonra, sıla-ı rahmin
anılması, zikru'l-hâs ba'de'l-âmm kabilinden bir itnabtır. Has olan, sıla-ı rahmin
önemine işaret için getirilmiştir.



Hadis, kişinin, herhangi bir surette Allah'a isyan etmek yani günah olan bir şeyi
yapmak üzere yemin eden kişinin yeminini bozup keffaret vermesi gerektiğinde
delildir. Bu konu ileride 19. babda, müstakil olarak gelecektir. Burada şu kadarını
hatırlatalım ki, cumhura göre; bir günah işlemek üzere yemin eden kişi, sözünde
durmaz ve keffaret de ödemez. Ahmed b. Hanbel, Süfyân-ı Sevrî, îshak, bazı Şâfiîler
ve Hanefîlere göre ise keffaret öder.

Hadisin ihtiva ettiği bir diğer konu da, sahip olmadığı bir şeyi üzerine adakta bulunana

£1121

da bir şeyin gerekli olmadığıdır. Bu konu da ileride 25. babda gelecektir.
Bazı Hükümler

1. Yemin yerine kullanılan nezre mahsus sözler yemin sayılır. Bozulması halinde
yemin keffareti gerekir.

2. Bir günahı işlemek üzere yemin eden kişi, yemini bozar (günah olmaz) ve keffaret
öder.

3. Sıla-ı rahmi kesmek Allah'a isyandır.

U13]

4. Bir kimsenin, sahibi olmadığı bir şey üzerine adak adaması muteber değildir.

3273... Amr b. Şu'ayb; babası vasıtasıyla dedesinden, Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir:

"Nezir (adak) ancak kendisi ile Allah'ın rızası istenilen şeyde olur. Sıla-i rahmi

£1141

kesmek konusunda da yemin yoktur, (yemine sadakat gösterilmez)."
Açıklama

Hadisin' Anmed b- Hanbel'in Müsned'indeki bir rivayeti biraz daha uzuncadır. Mezkur
rivayet şu şekildedir:

Rasûlullah (s. a), halka hitabederken, güneşin altında ayakta duran bir adamı görüp:
"Bu halin ne?" diye sordu. Adam:

Sen konuşmanı bitirinceye kadar, güneşte kalmayı adadım ya Rasü-lallah! dedi.
Rasûlullah (s. a):

"Bu adak değildir. Adak, ancak kendisi ile Allah'ın rızası istenilen şeydir." buyurdu.
[115]

Ahmed b. Hanbel'in Müsned'indeki bu rivayetle, Ebû Davud'un rivayeti aynı olsa
gerek. Ancak Ebû Davud'un rivayetinde hadisin vüruduna sebep olan hâdiseye temas
edilmemiştir.

Hadis-i şerif, iki önemli hükme delâlet etmektedir:

1- Bunlardan birincisi; ancak, Allah'a ibadet kasdiyla yapılan namaz, oruç, hac,
sadaka, itikâf gibi amellerle nezrin edilebileceğidir. Yani bir kimse bir adakta
bulunmak isterse, ibadet cinsinden olan bir ameli adamahdır. Biz, "Yeminler ve
Nezirler Kitabı"nm başında, yeminler ve nezirler hakkında genel bilgi verirken, nezrin
ancak farz ve vacib olan ibadetlerden birisinin cinsinden olabileceğine işaret etmiştik.
Ancak nezir bir kimsenin bir ibadeti kendisine gerekli kılması olduğu için, zaten farz



olan beş vakit namaz veya zaten vacib olan vitir namazı ve zenginler için fıtır
sadakası, kurban bayramında kesilen kurban adak olamaz. Çünkü müslüman bunları
adama-sa bile yapmak zorundadır.

Şevkânî; masiyet kabilinden olan şeylerle nezrin caiz olmadığını bildiren hadislerin
muhalif mefhumunun, mubah olan (elbise giymek, yemek yemek gibi) amellerde
nezrin caiz olduğuna; üzerinde durduğumuz bu hadisle, Ebû İsrail hadisi diye meşhur
olan hadisin62 ise, mubah işlerde nezrin caiz olmadığına delil olduklarını söyler.
Şevkâm'nin nakline göre; Beyhakî bu farklı istidlallere şöyle bir orta yol gösterir:
Mubah işlerdeki nezir; geceleyin kalkıp namaz kılabilmek maksadıyla gündüz
uyumayı adamak olabilir. Bu durumda adak, mendub bir konuda olmuş olur. Gündüz
oruca dayanabilmek için gece sahuru adamak da bu kabildendir. Hz. Peygamber
(s.a)'in gelmesinden dolayı sevinç göstermek de sevaba vesiledir.
Beyhakî'nin bu izahı, nezrin caiz olduğu mubahtan maksadın, bir sevabın işlenmesine
sebep olan mubah fiiller olduğu anlaşılıyor. Ayrıca, masiyet olan işlerde nezrin
olmadığını bildiren hadislerde, mubah işlerde adağın caiz olduğunu gösteren açık bir
ifade yoktur. Bu sonuca, mefhumu muhalefetten varılıyor. Yani, madem ki günah olan
konularda adak caiz değildir, o halde günah olmayan işlerde caizdir sonucuna
varılıyor. Muhalif mefhumun bu çeşidi Hanefî âlimlerine göre delil kabul edilmez.
İbn Kudâme, İmam Mâlik ve Şafiî'ye göre de haddizatında ibadet olmayan konularda
nezrin sahih olmadığım söyler.

Sahih hadis kitaplarında; yürüyerek hacca gitmeyi adayan kişilere Hz. Peygamber'in,
Allah'ın onların yürümesine ya da nefislerine eziyet etmelerine muhtaç olmadığını
söyleyerek hayvanlarına binmelerini emrettiğine dair birkaç tane hadis vardır. Bu
hadisler ileride gelecektir.

Hanbelîlere göre; elbise giymek, hayvana binmek gibi mubah bir işi adayan kişi,
isterse sözünde durur, isterse dediğini yapmaz, yemin keffareti verir. İleride 3312
numarada gelecek olan şu manadaki hadis, bu görüş için delil kabul edilmektedir:
Bir kadın, Rasûlullah (s.a)'a gelip:

Ya Rasûlallah, ben senin huzurunda def çalmayı adadım, demiş.
Efendimiz de:

"Adağını yerine getir" karşılığını vermiştir.

İbnu'l-Kattân, Ebû Hatim ve Ukaylî; bu hadisin zayıf olduğunu söylerler.
Hadisin sahih olması halinde yukarıya aktardığımız Beyhakî'nin görüşleri ile
hadislerin arası te'vil edilir. İşaret edilen olay, müslümanlarm kâfirlere karşı elde
ettikleri bir zafer sonrası vuku bulmuştur. Müslümanların bu sevinç gösterileri, kâfir
ve münafıkları üzdüğü için Hz. Peygamber (s. a) kadının def çalmasına izin vermiştir.
Sanki bu sevap kabilinden bir şeydir.

2- Üzerinde durduğumuz hadisin ihtiva ettiği ikinci hüküm ise, sıla-i rahmi kesmek
üzere edilen yemine itaat edilmemesi ile ilgilidir. Bu konu bir önceki hadisin şerhinde
£1161

işlenmiştir.

3274... Amr b. Şu'ayb, babası kanalıyla dedesinden Hz.Peygamber (s.a.)'in şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir:

"Kişinin mâlik olmadığı şeyde, Allah'a isyan konusunda ve sıla-i rahmi kesmekte;
yemin de nezir de yoktur (bunlara sadakat gösterilmez). Bir kimse, bir şey üzerine
yemin eder de, başkasını ondan daha hayırlı görürse, yeminini (yemin ettiği şeyi)



Ü171

bırakıp o hayırlı olanı yapsın. Şüphesiz onu terketmesi, yeminine keffarettir."
Ebû Dâvûd dedi ki:

Pek azı müstesna, Hz. Peygamber (s.a)'den gelen tüm (sahih) hadislerde, "Yemininden
dolayı keffaret ödesin" şeklindedir.
Yine Ebû Dâvûd der ki:

Ahmed'e, "Yahya b. Saîd, Yahya b. Ubeydullah'tan hadis rivayet etti mi?" dedim.
"Buna ehil olduğu halde, rivayeti terketti. Yahya b. Ubeydullah'm hadisleri münkerdir,

018]

babası da tanınmaz. " dedi.
Açıklama

Münzirî, Ebû Bekir el-Beyhakî'nin; "Amr'm bu hadisi sabit değildir. Ebû Hureyre'nin,
daha hayırlı olanı yapsın, bu kef-farettir, şeklindeki hadisi de sabit değildir" dediğini
söyler.

İbn Hacer el-Askalânî de; "Bu hadisin ravileri fena değil ama Amr'a kadar isnad
edilmesi konusunda ihtilâf edilmiştir" der.

Ebû Davud'un hadisin sonuna aldığı talik da bu hadisin ve bu manayı ifade eden, yani
bir şeye yemin edip de daha hayırlısını gören kişinin yeminini bozup hayırlı olanı
yapmasının yeminine keffaret olduğuna işaret edilen hadislerin zayıf olduğuna delâlet
eder.

Alimlerin bu hadiste dikkatlerini çeken bölüm, yukarıda işaret edilen son bölümdür.

Diğer bölümlerin ifade ettiği manayı takviye eden başka hadisler de vardır.

Bu hadisin ihtiva ettiği hükümleri şu şekilde sıralamak mümkündür:

1- Bir kimse, sahibi olmadığı bir şey üzerine adakta bulunamaz. Meselâ, kendisine ait

olmayan bir malı göstererek; "Şu malı Allah yolunda ta-sadduk edeceğim..." diyen

kişinin bu sözü adak değildir.

Şevkânî; Buharı ve Müslim'de bulunan, "Kişiye sahip olmadığı şeyde nezir yoktur"
manasına gelen hadisi şerhederken, hiçbir ihtilâfa temas etmeden, "Bu hadis, sahibi
olmadığı bir şeyi adayan kişinin adağının geçerli olmadığına delildir" der.
Buharî; kişinin sahibi olmadığı bir şeyi nezretmesi konusunu günah olan bir şeyi
nezretme ile yan yana, "Sahibi olmadığı şeyde ve masiyet konusunda nezir babı"
şeklinde yazmıştır. İbnu'l-Münîr, kişinin sahibi olmadığı bir şeyi adamasının
başkasının mülkünde tasarruf olduğu için masiyet olduğunu, bu yüzden Buharî'nin
anılan babı bu şekilde isimlendirdiğini söyler. İbn Hacer de İbnü'l-Münîr'in bu izahını
beğenmiştir.

Başkasına ait mal ile ilgili bir adakta bulunmak, günah olan bir şeyi adamak içerisinde
mütalaa edilirse; bu adağı yerine getirmeyen kişiye keffaretin gerekli olup olmadığı
hususuna, masiyeti adayana keffaretin gerekli olup ol-madığmdaki ihtilâfı
uygulamamız gerekir. Hatırlatalım ki; cumhura göre Allah'a isyanı konu alan bir nezir
yerine getirilmez ve bundan dolayı keffaret gerekmez. Ahmed b. Hanbel, Süfyân-ı
Sevrî, İshak, bîr kısım Şâfıîler ve Hanelilere göre ise keffaret gerekir.
Ancak, Hanelilere göre; kişinin sahibi olmadığı bir şeyi adaması halinde ona
keffaretin gerekli olduğuna dair bir kayıt mevcut değildir.

Kişinin sahibi olmadığı bir malı adamasından maksat, aynıyla bir başkasına ait bir
maldır. Meselâ, "Falanın koyununu kurban edeceğim" şeklinde bir adaktır. Öyle



olmayıp da; hiç koyunu olmayan bir kişinin "Bir koyun kesmek nezrim olsun"
şeklindeki adağı, bu konuya girmez. Bu şekilde adağı olan kişi, parasıyla bir koyun
alır ve keser.

İnsanın takatinin üstünde bir külfeti gerektiren nezirler de muteber değildir. Meselâ,
yüz bin liraya sahip olan kişinin, iki yüz bin lira adaması halinde adağı sadece elinde
olan yüz bin lira için geçerlidir.

2- Allah'a isyan etmek üzere edilen yemin ve nezirlere İtibar edilmez. Yeminler
bozulur, biraz evvel anlatıldığı şekilde, kimi âlimlere göre keffaret ödenir, kimilerine
göre bir şey gerekmez.

3- Sıla-i rahmi kesmek için edilen yeminlere itaat edilmez. Bu konu daha evvel geçti.

4- Bir şeyi yapmak veya yapmamak için yemin edip de aksini daha hayırlı gören kişi,
yeminini bozar. Yani yemin ettiği şeyi değil, aksini yapar. Meselâ, bir şahıs babasının
rızasına muhalif olarak, mubah bir işi yapmak için yemin etse; babasının rızasını
kazanmak daha hayırlı olduğu için o işi yapmaz, terkeder. Peki bundan dolayı
kendisine yemin keffareti gerekir mi?

Bu hadisin zahirine göre gerekmez. Çünkü hadisin sonunda; kişinin yemin ettiği şeyi
terkedip hayırlı olanı yapmasının yeminine keffaret olduğu belirtiliyor. Ancak, daha
önce de işaret ettiğimiz gibi; Hz. Peygamber'in birçok sahih hadisi, bunun keffareti
gerektirdiğine delâlet ediyor. Bu üzerinde durduğumuz hadis de âlimler tarafından
tenkid ediliyor. Onun için bu hadisin diğer sahih hadislere ters düşen son bölümünün
ihticaca elerişli olmadığını hatırlatıyoruz.

Yemin edip de aksini daha hayırlı gördüğü için yemininin gereğini yapmayan kişiye
keffaret gerekir.

13. Kasden Yalan Yere Yemin Eden Kişinin Durumu
3275... İbn Abbas (r.anhuma)'dan rivayet edildiğine göre;

İki adam Rasûlullah (s.a)'m huzurunda birbirleri ile davalaştılar. Hz.Peygamber (s. a)
davacıdan (iddiasını isbat edecek) delil istedi, ancak onun delili yoktu. Bunun üzerine
davalıya yemin teklif etti. Davalı; "Kendisinden başka ilah olmayan Allah'a yemin
ederim" diye yemin etti. Bunun üzerine Hz.Peygamber (s. a):

"Evet, (yalan yere) yemin ettin. Fakat "Lâ ilahe illallah" sözünün ihlâsi sebebiyle
bağışlandın" buyurdu.
Ebû Dâvûd dedi ki:

Bu hadisten, Hz.Peygamber (s.a) keffareti emretmediği murat edilir.
Açıklama

Bu hadiste, "yemin-i gamûs" diye bilinen, yalan yere yemin söz konusu edilmektedir.
Yalan yere yemin etmenin ne derece büyük bir günah olduğu, bu bahsin birinci ve
ikinci babmdaki hadislerde açıkça görüldü. Onun için burada, yalan yere yemin
etmenin ulj/evî mes'u-liyeti üzerinde değil de, bu yeminin dünyalık cezası yani
kefaretinin olup olmayışı konusu üzerinde duracağız.

Ebû Dâvûd, hadisin sonunda; bu hadisde, Hz.Peygamber (s.a)'in yalan yere yemin
eden şahsa keffareti emretmediğine işaret edildiğini söyler.



Müntekâ'da Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inden bu konuda üç hadis nakledilmektedir.
Hem üzerinde durduğumuz hadisi daha açıklaması, hem de konuya daha açık bir
şekilde delalet etmeleri bakımından bu hadislerin manalarım buraya aktarıyoruz. Daha
sonra da, mesele ile ilgili söylenen söz varsa onları vereceğiz:

1- Ebû Hureyre (r.a)'den Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğu rivayet sdilmiştir:

"Beş şeyde keffaret yoktur. Bunlar: Allah'a ortak koşmak, haksız yere adam öldürmek,
bir mü'mine iftira etmek, savaştan kaçmak ve haksız yere A başkasmm) malını almak

um

için edilen sabîra yemini."

2- İbn Ömer (r.anhüma)'den rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (s.a) bir idama:
"Şöyle yaptın mı?" diye sordu. Adam:

Hayır, kendisinden başka ilâh olmayan (Allah)'a yemin ederim ki yapmadım, dedi.
Rasûlullah (s.a):

"Cebrail (a. s): "O şüphesiz yaptı. Ancak, kendisinden başka ilah ol-nayana yemin
ederim ki hayır, demesi sebebiyle Allah (c.c) onu bağışladı" ledi, buyurdu.

3- İbn Abbas (r.anhüma) şöyle demiştir:

İki adam Hz.Peygamber (s.a)'in huzurunda muhakeme edildiler. Biri-ine yemin
verildi. Adam da davacının hakkının kendisinde olmadığına da-r, kendisinden başka
ilâh olmayan Allah adına yemin etti.
Bunun üzerine Cebrail (a.s) Rasûlullah (s.a)'a gelip:

Bu adam yalancıdır, hasmının hakkı bundadır, dedi. Hz.Peygamber s.a) de, adamın
hakkını vermesini emretti ve;"Adamm yemininin keffareti Ulah'tan başka ilâh
olmadığını bilmesi veya şehadetidir" (buyurdu).

Görüldüğü gibi bu hadislerden ilkinde, yalan yere edilen yeminin kefaretinin olmadığı
açıkça belirtilmekte; ikincisinde de yemin eden şahsın günahının kelime-i tevhidin
hatırına affedildiği bildirilerek keffarete hiç temas dilmemektedir.
İbn Abbas'dan rivayet edilen ve Ebû Davud'un rivayetine benzeyen üçün-ü hadis ise
öncekilere ters düşmektedir. Çünkü bunda, kelime-i tevhidi bilenin yemine keffaret
olduğu ifade edilmektedir. Bu, her ne kadar yeminin ilinen keffaretine benzemese de,
burada anılan yalan yere yemin etmenin e bir keffareti olduğuna işaret eder.
Hadisler arasındaki bu tezat şu şekilde halledilmiştir:

Yalan yere edilen yeminin keffaretinin olmadığını ifade eden hüküm âmmdır;
geneldir. İbn Abbas hadisinde geçen ve kelime-ı tevhidin bu yemine keffaret oluşu. ise
Özeldir, sadece o vakaya mahsustur.

Alimlerin cumhuruna göre; yalan yere edilen gamûs yemininden dolayı keffaret
yoktur. Bu, yeminin Önemsizliğinden dolayı değil, keffaretle telâfi edilmeyecek kadar
büyük bir günah oluşundan dolayıdır. Dolayısıyla yalan yere yemin eden kişi, tevbe
istiğfar eder; Allah dilerse afeder, dilerse affetmez. Ebû Hanîfe, İmam Mâlik ve
Ahmed b. Hanbel'in görüşleri cumhurun görüşü istikametindedir.
İmam Şafiî ve bir grup âlime göre ise; yemin-i gamûstan dolayı da keffaret icabeder.
Hadiste Hz'.Peygamber (s.a)'in; yemin eden adamın yalan yere yemin ettiğine işaret
ettiği bildiriliyor. Hz.Peygamber (s.a)'in bu bilgisi, Müntekâ'dan naklettiğimiz İbn
Abbas hadisinden anlıyoruz ki, vahye dayanıyor. Durumu Efendimize Cebrail (a.s)
£122]

bildirmiştir.



Bazı Hükümler



1. Hâkim önündeki davalarda, beyyine getirmek davacının vazifesidir. Davacı beyyine
getiremezse davalıdan, hâdisenin hasmının iddia ettiği gibi olmadığına dair yemin
etmesi istenir.

2. Yalan yere edilen yeminler (yemin-i ğamûs) için keffaret gerekmez. Tevbe istiğfar

11231

edilmesi icabeder.



m

14. Kişi Yeminini Bozmadan Önce Keffaret Ödeyebilir

3276... Ebû Büreyde, babasından (Ebu Musa el-Eş'arî); Rasûlullah (s.a)'m şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir:

"Vallahi şüphesiz ben, inşaallah bir şey üzerine yemin edip de, o şeyden başkasını
daha hayırlı zannedersem; mutlaka yeminimden dolayı keffaret öder ve o hayırlı olanı
yaparım."

Yahut da Hz. Peygamber (s.a),t "Mutlaka daha hayırlı olanı yapar, yeminime de

£125]

keffaret öderim" buyurdu.
Açıklama

Hz.Peygamber (s.a)'in sözündeki "inşaallah" sözcüğü yeminin Allah'ın dilemesine
bağlanması değildir, teberrüken söylenmiştir. Bu ve bundan sonra gelecek olan
hadisler iki hükmü ihtiva etmektedirler:

a) Bir şeye yemin eden kişi, yemin ettiği şeyden başkasını daha hayırlı zanneder veya
bilirse yeminini bozar.

b) Yemin edip de yeminini bozan (yemininden dönen) kişi daha yemini bozmadan
önce keffaretini ödeyebilir. Bu konu âlimler arasında ihtilaflıdır. Birinci madde izah
edildikten sonra bu konuya tekrar dönülecektir.

Şimdi tekrar bu şıkları ele alalım:

a) Her hangi bir konuda yemin eden kişinin sözünde durup yemine devam etmesi mi,
yoksa yemini bozup keffaret ödemesi mi daha iyidir? Bu meseli yemine konu olan
şeye göre değişir:

1- Farz veya vacip bir şeyi yapmak ya da bir haramı yapmamak için edilen yemin,
tâattır. Dolayısıyla yemine sadakat gerekir. Yeminin bozulması günahtır. Ramazan
orucunu tutmak veya içki içmemek için edilen yemin bu kabildendir.

2- Yukarıdaki maddenin aksi; yani, farz veya vacib bir ibadeti yapmamak ya da haram
bir şeyi yapmak için edilen yemin. Bu şekildeki bir yemin bozulur, yani sözde
durulmaz, keffaret ödenir. Çünkü yemine sadakatin icabı ya bir borcu terketmek ya da
bir haramı işlemektir.

3- Müstehap olan bir işi yapmak için edilen yemin bir tâattır. Bu yemine devam yani
sözünde durmak müstehap, yemini bozmak ise mekruhtur.

4- Müstehap bir ameli (meselâ bir hastayı ziyareti) yapmamak için edilen yemini
bozup keffaretini ödemek müstehap, yemine sadakat ile mekruhtur. Üzerinde
durduğumuz hadis bu şıkla ilgili olsa gerektir.



5- Mubah bir işi yapmak ya da yapmamak; meselâ, bir elbiseyi giymemek için yemin
edilirse, yemin sahibi yeminine sadakat gösterip göstermemekte muhayyer olmakla
beraber sözde durup yemine sadakat göstermek daha evlâdır.

b) Yemin edip de yeminini bozmayı daha hayırlı gören kişi; keffareti, yemini
bozmadan mı yoksa bozduktan sonra mı öder?
Keffaretin üç hali vardır:

1- Yemin etmeden önce keffaret ödemek. Bu, hiçbir âlim tarafından caiz
görülmemiştir. Yani önce yemin keffareti ödemek, sonra yemin edip daha sonra da
yemini bozmak meşru değildir.

2- Yemin edip bozduktan sonra keffareti ödemek. Bu da bütün âlimlerin ittifakı ile
caizdir. Yani kişi bir şey için yemin eder, yemininin gereğini yerine getirmemeyi
uygun bulur ve yeminini bozar daha sonra da keffaretini öderse, bu keffaret ihtilafsız
geçerlidir.

3- Yemin edip yemini bozmadan önce keffareti ödeyip daha sonra yemini bozmak.
İşte bu konu ihtilaflıdır. Alimler bu konuda üç ayrı görüşe sahiptirler:

a) Yemini bozmadan önce, ne şekilde olursa olsun (köle azadı, fakir doyurma, oruç
tutma) keffaret ödemek caizdir. Bu keffareti bilâhare tahakkuk edecek olan hms
(yemine riayet etmemek) için yeterlidir. İbnü'l-Münzir'in ifadesine göre; Rabîa, Evzaî,
Mâlik, Leys ve Hanefîlerin dışındaki şehirler uleması bu görüştedir. Bunlar, üzerinde
durduğumuz babdaki hadislere dayanırlar. Çünkü Hz.Peygamber bu hadislerin
çoğunda önce keffareti bilâhare hmsı (yemini bozma) anmiştır. Hatta, bazılarında,
"Keffareti öde sonra yemini boz" ifadesini kullanmıştır.

Kadı Iyaz bu görüşün ondört tane sahâbîden nakledildiğini söyler. Hat-tâbî de; İbn
Ömer, İbn Abbas, Aişe (r.anhüm), Hasen el-Basrî, İbn Şîrîn, Mâlik, Evzaî, Şafiî,
Ahmed b. Hanbel ve İshak'm bu görüşte olduklarını; ancak Şafiî'nin, keffaretin oruçla
ödenmesi halini istisna ettiğini kaydeder.

b) Keffaret malî bir yolla, yani köle azad etmek, fakir doyurmak veya fakir giydirmek
şeklinde ödenecekse, yemini bozmadan önce keffaret ödenebilir. Ama, oruç tutmak
suretiyle ödenecek e, yemin bozulmadan keffaret ödenmez.

Bu görüş Şâfıîlere aittir. Hattâbî'nin ifadesine göre Şâfiîler, keffareti mal ve oruçla
ödeme arasındaki bu ayrımı şöyle izah ederler: Keffarette oruca, yemek yedirmenin
mümkün olmaması halinde gidilir. Bu su bulunmadığı takdirde teyemmümün caiz
oluşuna benzer. O halde keffaret olarak orucun kâfi olması için fakir doyurma
imkânının mevcut olmaması gerekir. Bu da ancak yeminin bozulmasından sonra sabit
olur. Keffareti fakir doyurma ile ödemek, vakti gelmeden önce zekât vermeye; oruç ile
ödemek ise Ramazan gelmeden Ramazân orucu tutmaya benzer. Bunlardan birincisi
caiz, ikinicisi değildir.

c) Yemin bozulmadan Önce keffaret ödenemez. Ödenirse bu yeterli değildir. Yemin
bozulduktan sonra tekrarlanması gerekir.

Bu görüş Hanefîlere aittir. İbnü'l-Münzir'in ifadesine göre; İmam Mâlik'den bir rivayet
ile Mâlikîlerden Eşheb ve Dâvûd-u Zâhirî'nin görüşü de bu istikamettedir.
Hanefîlerden Tahavî bu görüşe, "Bu, yemin ettiğiniz zaman yeminlerinizin

um ' ^

keffaretidir" mealindeki âyeti delil gösterir. Ayetteki, "Yemin ettiğiniz zaman"
ifadesinden maksadın, "yemin edip de yemininizi bozduğunuz zaman" olduğunu
söyler. Karşı görüşte olanlar ise âyetteki "yemin ettiğiniz zaman" ifadesinin; "yemin
edip de yemini bozmayı dilediğiniz zaman" takdirinde olduğunu söylerler.



Askalânî; takdirin bundan daha genel olduğunu ve âyetin izahında öne sürülen
görüşlerden birisinin ötekinden daha üstün olmadığını söyler.
Hanefîlerin, görüşlerini destekledikleri diğer delilleri de şunlardır:

1. Keffaret, günah olan bir işin telafisi için meşru kılınmıştır. Yemin konusunda günah
olan bizatihi yemin değil, yemini bozmaktır. Çünkü yemin etmek meşrudur. Bu
konuda hiçbir tereddüd ve ihtilâf yoktur. Zaten Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadislerde birçok
yemin mevcuttur. O halde yemin meşrudur, mübahdır. Öyleyse, yemin bozulmadan
keffaret olmaz,

2. Bozulan yeminin keffareti farzdır. Yemin bozulmadan öncie ödenen keffaret ise
nafiledir. Nafilenin ise farzın yerini tutması mümkün değildir.

3. Hadislerin bazılarında, önce keffaretin sonra hinsin (yemini bozmanın) anılması da
delil olamaz. Çünkü Ebû Davud'un da işaret ettiği gibi bazı rivayetlerde durum tam
tersinedir; yani keffaret, yemini bozmadan sonra zikredilmiştir.

Bedâiu's-Sanâi'de her iki görüşün delilleri ve münakaşası ayrıntılı olarak
incelenmektedir. Bedâi' bir Hanefi fıkıh kitabı olduğu için tabiatıyla Hanefîlerin
görüşü ve delilleri üstün gösterilmektedir.

Kadı Iyaz; keffaretin ancak yeminin bozulması ile vacip olduğunda ve yeminin
bozulmasından sonra keffaret, ödemenin cevazında âlimlerin müttefik olduklarını
söyler. Kadı lyaz'm bildirdiğine göre; İmam Mâlik, Şafiî, Evzaî ve Sevrî'nin
mezheplerinde de keffaretin, yeminin bozulmasından sonra ödenmesi müstehaptır.

[1211

Bazı Hükümler

1. Bir kimse bir konuda yemin eder de başkasını daha hayırlı görürse yeminini bozup
keffaret öder. Mesela, babası ile konuşmamak için yemin eden kişinin babası ile
konuşup yeminine keffaret ödemesi (Aliyyü'l-Kârî'nin ifadesine göre) menduptur.

2. Yeminini bozacak olan kişi, önce keffaret Ödeyip sonra yeminini bozabilir. Bu
konu ihtilaflıdır. Hanefîler aksi görüştedir. İhtilâf, şerhte ayrıntılı olarak ele alınmıştır.

£1281

3. Yemin ederken istisna kasdı olmadan, "inşaallah" demek caizdir.

3277... Abdurrahman b. Semüre'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah(s.a)
bana:

"Ya Abdurrahman b. Semüre! Bir şey üzerine yemin edip de başkasını o şeyden daha
hayırlı gördüğünde o hayırlı olanı yap ve yeminine keffaret öde" buyurdu.
Ebû Dâvûd dedi ki: Ahmed'in, yemini bozmadan önce keffaret ödemeye ruhsat
£1291

verdiğini duydum.
Açıklama

Buharî'nin bir rivayeti ve Tirmizî'nin rivayeti burada olduğu gibidir. Yani önce yemin
edilen şeye muhalif olarak daha hayırlı olanı yapmak, sonra da keffaret zikredilmiştir.
Buharî'nin bir rivayeti ile Müslim'in rivayetinde ise keffaret, yemini bozmadan önce
anılmıştır.



Buharî'nin Keffaretu'l-Eymân kitabındaki rivayetinde hadisin baş tarafında emanet
konusu da ele alınmıştır. Anılan rivayet şu şekildedir:

"Liderliği isteme. Eğer o sana istenmeden verilirse, o konuda yardım görürsün. Ama
istediğin için verilirse, kendi başına bırakılırsın (Allah yardım etmez). Bir şeye yemin
edip de başkasını daha hayırlı görürsen, o hayırlı olanı yap ve yemininden dolayı
kefaret öde."

Bu hadis, herhangi bir konuda yemin edip de yemin ettiği şeyin aksini yapmanın daha
efdal olduğuna delildir. Şüphesiz bu durumda kendisine yemin keffareti gerekir.

OM

Konu, bir önceki hadiste ayrıntılı biçimde ele alınmıştır.

3278... Katâde, Hasen'den o da Abdurrahman b. Semüre'den (önceki) hadisin
benzerini rivayet etmişlerdir.

Katâde,-(bu rivayette, öncekinden farklı olarak Rasûluîlah s.a'in); "Yemininden dolayı
keffaret öde, sonra o hayırlı olanı yap" (buyurduğunu) söyledi.Ebü Dâvûd dedi ki:
Ebû Muse'l-Eş'arî, Adiyy b. Hâtem veEbû Hureyre'nin hadisleri bu hadisin
manasmdadır. Bunlardan her birinden (yapılan) bazı rivayet (ler)de; yemini bozmak

[131]

keffaretten önce, bazılarında ise keffaret yemini bozmaktan öncedir.
Açıklama

Bu rivayet, öncekinin farklı bir naklidir. O rivayeti, Hasen'den aktaranlar, Yunus ve
Mansur'dur. Bunu Hasen'den rivayet eden ise Katâde'dir.

Ancak bu rivayetin tekrarına esas sebep senetteki farkhlıkdan ziyade, metindeki
farklılık olsa gerek. Çünkü, önceki hadiste, Hz. Peygamber (s. a) Abdurrahman b.
Semüre'ye; önce daha hayırlı olanı yapmasını (yemini bozmasını) peşinden keffareti
zikretmiştir. Bu rivayette ise, önce yemin keffaretini ve daha sonra hayırlı olanı
yapmasını emretmiştir.

Ebû Dâvûd da hadisin sonundaki ta'Iikinda, bu konuda Ebû Mûse'l-Eş'arî, Adiyy b.
Hâtem ve Ebû Hureyre'den hadis rivayet edildiğini, bu rivayetlerin bir kısmında önce
keffaretin sonra yemini bozmanın bir kısmında da aksinin zikredildiğini söyler.
Ebû Davud'un işaret ettiği bu rivayetlerden, Ebû Musa'ya ait olanı; Buharî, Müslim ve
Ebû Dâvûd'da; Adiyy b. Hâtem ve Ebû Hureyre'ye ait olanları da Sahih-i
£1321

Müslim'dedir.

15. Keffarette Kaç Sa' Verilir?
3279... İbn Harmele dedi ki:

Ümmü Habib bize bir sa' hibe etti ve Safıyye (r.anha)'nin kardeşinin oğlu vasıtasıyla
Safıyye (r.anha)'dan, onun Rasûluîlah (s.a)'m sa'ı olduğunu haber verdi.Enes (r.a) der
ki:

ri331 ri341 ri351

"O sa'ı ölçtüm , Hişâm'm müddü ile iki buçuk müd buldum."



Açıklama



Hadis;yemin keffaretinde fakirlere verilecek olan sadakanın mikdarmı konu alan bir
başlık altında yer almıştır. Ancak, hadisin zahiri bu konu ile hiç de ilgili
görülmemektedir. Çünkü burada; yemin keffaretinden değil, hibe edilen bir sa'ın
Hz.Peygamber'in sa'ı olup, bu sa'ın da Hişâm'm ölçüsü ile iki buçuk müd mikdarmda
olduğu bildirilmektedir.

Sa' ve müd ölçüleri ile ilgili malumat Kitabu't-Tahâre'nin "Abdestte yeterli olan su"
babında (bab:44) ve Kitabu'z-Zekât'ta geçmiştir. Onun için biz burada önce yemini
bozmadan dolayı gerekli olan keffaret, sonra da bu keffaretin edası ile ilgili görüşleri
verelim. Bu bilgiyi verirken eski metinlerdeki ölçü birimlerini (müd, sa') esas alacağız.
Bu birimlerin bugünkü karşılıkları için, işaret edilen yerlere bakılabilir.-
Yemini bozmanın keffaretini eda biçimi Kur'an-ı Kerim âyetiyle tesbit edilmiştir.
Mâide sûresinin 89. âyetinde şöyle buyurulur: "...Yeminin kef-fareti, ailenize
yedirdiğinizin ortalamasından on düşkünü yedirmek yahut giydirmek ya da bir köle
azad etmektir. Bulamayan üç gün oruç tutmalıdır; yeminlerinizin keffareti budur.
Yemin ettiğinizde yeminlerinizi tutunuz. Şük-redesiniz diye Allah size böylece
âyetlerini açıklıyor." Ayet; yemin keffareti ödeyecek kişiyi önce üç şey arasında; köle
azad etmek, on fakir giydirmek veya doyurmakta muhayyer bırakmış; bunlardan
birisine güç yetirilmemesi halinde üç gün oruç tutmasını öngörmüştür. Alimlerin
çoğunluğu âyeti zahiri üzerine almış ve bu şekilde görüş beyan etmiştir. Ancak bu
sayılan şeylerin ayrıntılarında ihtilâfa düşmüşlerdir.

Keffaret, fakir doyurma şeklinde ödenecekse, her bir fakire verilecek veya yedirilecek
mikdar nedir?

İmam Mâlik, İmam Şafiî ve Medinelilere göre her fakire, Hz. Peygam-ber'in ölçeği ile
bir müd buğday verilir. Ancak Mâlik, bir istisnada bulunmuş ve bunun Medinelilere
ait olduğunu, başka memleketlerde ahalinin kendi nafakalarından orta bir mikdarı
vereceklerini bildirmiştir.

Hanbelîlere göre; her fakire buğday ve undan bir müd, ekmekten iki rıtıl, arpa ve
hurmadan iki müd'tür.

İmam A'zam Ebu Hanîfe'ye göre; her fakire buğdaydan yarım sa', arpa ve hurmadan
£1361

bir sa' verir. Keffaret ödeyen kişi, bunları vermeyip de, on fakiri akşamlı sabahlı
doyursa bu da yeterlidir. Ayrıca bu maddelerin para olarak karşılığını da verebilir.
Alimlerin ihtilâfına sebep; geçen âyetteki "...ailenize yedirdiğinizin ortalamasından..."
ifadesini yorumlama farklılığıdır. Şafiî ve Mâlikîler bu ifadeyi, bir defa yemek;
Hanefîler de, bir gün yemek şeklinde anlamışlardır.

Ebû Davud'un bu bölümünde, keffaretin fakir giydirme ya da oruç ile ödenmesi
konusunda bir bab yer almamıştır. Onun için biz bu konulara da burada kısaca temas
edelim:

Fakirlere giydirilecek elbisenin mikdarı mezhepler arasında ihtilaflıdır:

Mâlikîlerle Hanbelîlere göre; namazda setrü'l-avrete yeterli olan elbisedir. Yani

giyildiğinde, namazın caiz olduğu elbisedir.

İmam Muhammed veİmam Şafiî'ye göre; elbise denilebilen herşey keffareti ödemede
kâfidir. Meselâ gömlek, pantolon hatta başa sarılan sarık birer elbisedirler. İmam
A'zam ve Ebû Yusuf a göre sadece pantolon veya sarık, keffaretin ödenmesinde kâfi
değildir. Hanefî mezhebinde, sonraki görüş uygulanmaktadır. Vücudun tamamını veya
ekserisini örten bir elbisenin verilmesi şart koşulmuştur. İbn Rüşd'ün Bidâyetu'l-



Müctehid adındaki eserinde, Ebû Hanîfe'nin İmam Şafiî ile aynv görüşte olduğu;
İmam Ebû Yusuf un görüşünün ise farklı olduğu söylenir.

Keffaret verilirken on ayrı fakirin olmasının şart olup olmadığı konusu da ihtilaflıdır:
İmam Şafiî veİmam Mâlik'e göre mutlaka on ayrı fakire yedirilmeli veya
giydirilmelidir. Hanefî veHanbelîlere göre; on ayrı fakirin bulunması şart değildir. Bir
tek fakire on ayrı gün sabahlı akşamlı yemek yedirilse, veya her gün bir fitre ya da her
gün birer elbise verilse caizdir. Fakat bir fakire bir günde on fitre verilse veya on
elbise verilse bu, bir fitre yerine geçer. Dokuz fakirin daha doyurulması veya
giydirilmesi, ya da aynı fakire dokuz gün daha fitre verilmesi gerekir.
Yukarıda da işaret edildiği gibi, yemin keffareti ödeyecek kişinin köle azad etme, fakir
doyurma veya fakir giydirme imkânı yoksa üç gün oruç tutar. Bu üç günün peşpeşe
olmasının şart olup olmadığında farklı görüşler vardır. İmam Mâlik ve Şafiî'ye göre
orucun peşpeşe olması (tetâbu) şart değildir; Hanefî ve Hanbelîlere göre şarttır. İbn
Kudâme'nin belirttiğine göre, İbrahim en-Nehaî, Sevrî, İshak, Ebû Ubeyde ve Ebû
Sevr de bu görüştedir. Aynı görüş; Hz. Ali, Atâ, Mücâhid ve İkrime'den de rivayet
edilmiştir.

Bu görüş ayrılığına sebep, İbn Rüşd'ün bildirdiğine göre şudur:

1- Mushafta bulunmayan kıraatle amel caiz midir? Caiz diyenler, orucun peşpeşe
olmasını şart koşarlar. Çünkü İbn Mes'ûd yukarıda geçen âyeti, "Peşpeşe, fasılasız
üç gün oruç" şeklinde okumuştur. Halbuki mushafta peşpeşe, fasılasız" kaydı
mevcut değildir.

İbn Kudâme; "Bu ilâve Kur'ândan ise, onunla amel şarttır. Kur'ân'-dan değilse Hz.
Peygamber'den bir rivayettir. Çünkü İbn Mes'ûd'un bunu Hz.Peygamber'den duyması
muhtemeldir, o Kur'an'dan zannetmiştir. Her iki takdirde de orucun peşpeşe olması
gerekir." der. Merginanî de Hidâye'de îbn Mes'ûd'un bu kıraatinin meşhur haber
hükmünde olduğunu söyler.

2- Mutlak olarak orucun emredilmesi, onun peşpeşe olmasını gerektirir mi,
gerektirmez mi?

Orucun peşpeşe olmasını şart koşanlardan Hanbelîlere göre; hastalık ve kadının hayzı,
tevaliye (peşpeşe olmasına) manî değildir. Hanefîlere göre manidir. Çünkü müddet

£1371

azdır. Bu özürlerin bulunmadığı zamanda oruç tutulabilir.

3280... Muhammed b. Muhammed b. Hallâd Ebû Ömer şöyle der: Bizde Halid'in
mekkûku denilen bir mekkûk vardı. O Harun'un ijlçeği ile iki ölçekti.

[1381

Halid'in sa'ı da, Hişâm'ın yani Hişâm b. Abdilmelik'in sa'ı idi.
Açıklama

Bu rivayet Ebû Davud'un nüshalarının çoğunda mevcut değildir. Avnü'l-Ma'bûd
sahibi; "Bu rivayet, Sünen'in muh asarında ve Sünen nüshalarının umumunda yoktur.
Fakat biz onu bazı sa-ih nüshalarda bulduk. Hafız Mizzî de bu rivayeti, Etraf da
Muhammed b. 'fuhammed el-Bâhilî'den bahsederken anmış fakat hiçbir raviye nisbet
tmemiştir" der.

Mekkûk: Bir ölçek adıdır. Nihâye'de: "Mekkûk, müd'tür. Sa' olduğu la söylenir. Ama
önceki daha uygundur. Çünkü başka bir hadiste bu keli-ıe, müd ile izah edilmiştir"



£1391

denilir.

3281... Müsedded, Ümeyye b. Halid'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Halid el-Kasrî
vali olunca sa'ı büyüttü ve bir sa' on altı ntıl oldu. Ebû Dâvûd dedi ki: Muhammed b.
Muhammed b. Hallâd'ı zenciler (harpte ve hataen değil) kasden öldürdüler.
Ebû Dâvûd elini şöyle uzattı, avuçlarının içini yere doğru tuttu ve şöyle dedi:
Halid'i rüyamda gördüm "Allah sana nasıl muamele etti? diye sordum. "Cennete
koydu"dedi. "Senin (Zencilerin önünde) durman demek sana zarar vermedi" dedim.

[1401



Açıklama

Bu rivayet de birçok nüshada mevcut değildir. Halid el-Kasrî'nin sa'ı büyütmesi ile
ilgili bu haber bir hüccet değildir. Çünkü büyüklüğü 5 rıtıldır. Ebu Yusuf, sa'ı sekiz
ntıl zannediyormuş. Bu konuda İmam Mâlik ile münazara etmiş, İmam Mâlik gidip
evinden bir sa' getirmiş; bu Hz. Peygamber'in sa'ı demiş, ölçmüşler tam 5 ntıl gelmiş.

Ebu Yusuf da görüşünden dönmüş.

16. (Yemin Keffaretinde) Mü'min Köle Azad Etmek

3282... Muâviye b. Hakem es-Sülemî'den, şöyle dediği rivayet edilmiştir:

Ya Rasûlallah! Benim bir cariyem var, ona bir tokat attım, dedim. Hz. Peygamber (s. a)

bunu bana çok gördü, (yakıştırmadı). Ben de:

Onu azad edeyim mi? (Hürriyetine kavuşturayım mı?) diye sordum.

"O cariyeyi bana bîr getir." buyurdu.

Ben de onu Rasûluilah'a getirdim, Efendimiz (kadına):.

"Allah nerede?" diye sordu.

Gökyüzünde. "Ben kimim?"

Sen Allah'ın elçisisin. RasûluIIah (s. a) (bana):

£142]

"Onu azad et, şüphesiz o mü'mindir" buyurdu.
Açıklama

Hadisin İmam Mâlik'in Muvatta'mdaki rivayetinde; Muâviye 'nm cariyeye tokat
vurmasına, onun bir koyunu kaybetmiş olmasının sebep olduğu belirtilmektedir.
Anılan rivayette bu husus şu şekilde ifade edilmiştir:

"RasûluIIah (s.a)'a gelip; ya Rasûlallah, benim koyunlarımı güden bir cariyem var.
Yanma gittim, bir koyun kaybolmuş. Sordum; kurt yedi, dedi. Bende kızdım; nihayet
ben de insanım ve yüzüne bir tokat vurdum. Benim bir köle azad etme borcum var,
onu azad edeyim mi? dedim..."

Görüldüğü gibi, gerek Ebû Davud'un gerekse Muvatta'm rivayetlerinde mevzubahs
edilen köle azad etmenin yemin keffareti ile ilgili olduğuna dair bir kayıt mevcut
değildir. Muvatta'm rivayetinde ravi sahabenin bir köle azad etme borcu olduğuna



işaret edilmekte, fakat bu borcun neden dolayı olduğu belirtilmemektedir. Ancak,
işaret edilen hadis Muvatta'da "Vacib olan köle azadlarda caiz olanlar" başlığı altında
yer almıştır.

Sahih-i Müslim'de; kölesine tokat atan kişinin keffaret olarak o köleyi azad etmesi
gerektiğine dair bir bölüm ve bu konuda bazı hadisler vardır. Gerçi üzerinde
durduğumuz hadis, Müslim'in o babında yer almamaktadır. Fakat, bu hadiste işaret
edilen azad konusunda onunla alâkalı olması muhtemeldir. Yani, Hz. Peygamber (s. a)
Muâviye'ye, cariyesine tokat attığı için onu azad etmesini emretmiş olabilir. Cariyenin
azadından önce Hz. Peygam-ber'in onun müslüman olup olmadığını araştırması,
keffarette azad edilecek kölenin müslüman olmasının şart' olduğuna işaret kabul
edilmiştir.

Alimler; az bir dövmekte, köle azad etmenin vacib değil mendub olduğunda ittifak
etmişlerdir. Bunun yapılan hataya keffaret olacağı ümit edilir. Fakat, aşın derecede
dövülmesi halinde ne gibi cezalar verileceği.konusunda farklı görüşler Vardır.
Mâlikîlerle İmam Leys'e göre, böyle bir köle, sahibi aleyhine azad olur ve sahibi
idarece cezalandırılır. Diğer âlimlere göre köle azad olmaz.

Hadis metninde ifade edildiği üzere, Muâviye (r.a) cariyeyi Hz. Peygamber'e (s. a)
getirince, Efendimiz, onun mü'min olup olmadığını anlamak maksadıyla, Allah'ın
nerede olduğunu sormuş, o da "gökyüzünde" karşılığını vermiştir. Kadının Hz.
Peygamber'in peygamberliğini de tasdik etmesinden sonra Efendimiz, cariyenin
mü'min olduğuna hükmetmiştir.

Bu ifadelerden; "Allah göktedir" diyen kişinin dinden çıkmayacağı, hatta Allah'ın
semada olduğu anlaşılmaktadır.

Ancak cariyenin, "Allah gökyüzündedir" demesinden maksadı, Allah'ın yüceliğini
işaret olsa gerektir. Çünkü ehl-i sünnet itikadına göre, Allah yer ve zamandan
münezzehtir. Kur'ân-ı Kerîm' deki, Allah'ın arş üzerine istiva ettiğini bildiren âyetleri,
selef uleması hiç te'vil etmez, olduğu gibi kabul eder. Bundan muradın ne olduğunu
ancak Allah Teâlâ'nm bildiğini söyler. İşte ehl-i sünnette muteber ve meşhur olan
görüş budur.

Allah'ın arş üzerine istivası konusu, ilgili âyetlerin tefsirlerinde uzun uzadıya anlatılır.
[143]

Biz bu konuyu merak edenlere, işaret ettiğimiz yere bakmalarını tavsiye edip,
hadisten elde edilen hüküm konusuna dönelim.

Yukarıda işaret edildiği gibi hadisin zahiri, yemin keffaretinden dolayı azad edilecek
kölenin vasfına doğrudan delâlet etmemektedir. Ebû Dâvûd'-un bu hadisi, yemin
keffareti babında vermesi, keffaretlerin tümünde azad edilecek kölenin aynı vasıfta
olması gerektiğine işaret için olmalıdır. Yani madem ki, müslüman bir köleye tokat
atmaktan dolayı azad edilecek kölenin müslüman olması gerekiyor, yemin keffareti
olarak azad edilecek köle de müslüman olmalıdır, demek istiyor. Bu konu mezhepler
arasında ihtilâlidir.

Şafiî, Mâliki ve Hanbelîlere göre, bütün keffaretlerde azad edilecek kölenin mü'min
olması şarttır. Dolayısıyla, kâfir olan kölenin azad edilmesi keffareti ödemede yeterli
değildir. Bu görüş sahipleri azad edilecek olan mü'min kölenin namaz kılıp oruç tutar
olmasını da şart koşarlar. Fakat namaz kılıp oruç tutmadan maksadın, gerçekten bu
ibadetleri işlemek mi yoksa bu ibadetlerle mükellef olmak mı olduğu konusunda farklı
görüşlere sahiptirler. Genelde, müslüman olan bir çocuk köleyi azadın keffaret için
yeterli olduğu kabul edilir. Hanefîlere göre; yemin keffareti için azad edilecek kölenin



müslüman olması şart değildir. Ahmed b. HanbePden de, zimmî kölenin azad
edilmesinin yeterli olduğuna dair bir rivayet mevcuttur.

Mezhepler arasındaki bu görüş ayrılığına sebep, hâtaen adam öldürmenin keffareti ile
ilgili olan âyeti anlama farklılığıdır. Çünkü o âyette kati keffareti olarak, "bir mü'min
kölenin azad edilmesi" öngörülmektedir. Yemin keffareti ile zıhar keffareti hakkındaki
âyetlerde ise, azad edilecek kölenin tnü'min olması gerektiğine dair bir kayıt mevcut
değildir.

Yemin keffaretinde azad edilecek kölenin müslüman olmasını şart kokanlar; yemin
bahsindeki mutlak (kölenin müslüman olması kaydı olmayan) lyeti, katil bahsindeki
mukayyed (kölenin müslüman olması gerektiğini bil-iiren) âyete hamleflerler. Hataen
adam öldürmeden dolayı da yemini bozmaktan dolayı da keffaret olarak köle azad
etmek gerekir. Yani, "Her iki suçun cezası da aynıdır. Birisinde azad edilecek kölenin
müslüman olması ?art olduğuna göre ötekinde de şarttır." derler.
Hanefîler ise, âyetlerden mutlak olanı mukayyed olana hamletmezler. Her bir âyeti
ilgili bulunduğu konuya hâs kılarlar ve katilden dolayı olan ceffarette azad edilecek
kölenin müslüman olmasını şart koşarlarken yemin ceffaretinde bunu şart koşmazlar.
[1441



Bazı Hükümler

1. İslâmiyet; müslümanm emri altında bulunanlara, hizmetçilere iyi muamele etmesini
emreder.

2. Allah'ı tanıyan ve Hz. Peygamberdin peygamberliğini bilen kişi müslümandir. Ona
müslümana yapılan muamele yapılır.

Ancak mesele bu kadar basit değildir. Kişinin imanına zarar veren birçok söz ve
davranışlar vardır. Konu, ilgili yerlerinden araştırılmalıdır.

3. Keffaret için azad edilecek kölenin kadın ya da erkek oiması arasında ark yoktur.
Ancak, müslüman olmasının şart olup olmadığı konusunda farklı görüşler vardır. Bu
görüşlere yukarıda temas edilmiştir.

4. Bir köleyi döven kişi, keffaret olarak onu azad eder. Mesele yukarıla kısaca

Ü45]

anlatılmıştır.

3283... Şerîd (b. Süveyd es-Sakafî)'den rivayet edildiğine göre;

Annesi ona kendisi adına bir mü'min köle azad etmesini vasiyet iti. Şerîd, Rasûlullah

(s.a)'a gelip:

Ya Rasûlallahî Annem bana kendisi adına bir mü'min köle azad etmemi vasiyet etti.
Benimse, Nûbiyeli siyah bir cariyem var (onu azad edebilir miyim?), dedi.
(Bundan sonra) ravi, önceki hadisin benzerini zikretti.
Ebû Dâvûd dedi ki:

£1461

Halid b. Abdiliah, hadisi mürsel olarak rivayet etti, Şerîd'i anmadı.
Açıklama

Nûbiye, Sudan'da geniş bir yerdir. Bilâl-i Habeşî (r.a) de buralı idi.



Yukarıdaki metinden anlaşıldığına göre; Şerîd annesinin vasiyetini yerine getirmek
için mü'min bir köle azad etmek istediğinde, elindeki cariyenin yeterli olup
olmadığında tereddüt etmiş ve meseleyi Hz. Peygamber (s.a)'e intikal ettirmiştir. Hz.
Peygamber (s. a) cariyeye; "Allah nerede? Ben kimim?" gibi sorular sorarak, cariyenin
müslümanhğma hükmetmiştir. Ancak bu bölüm hadiste anılmamış, sadece "yukarıdaki
hadisin benzen..." diye işaretle yetinilmiştir.

Nesâî'deki rivayette, bu kısım da metne alınmıştır. Fakat birazcık farklıdır. Oradaki
rivayete göre Hz. Peygamber (s. a) cariyeye; "Rabbin kim?*' diye sormuş cariye,
"Allah" karşılığını vermiş, daha sonra "Ben kimim?" demiş, bu sefer de "Sen Allah'ın
elçisisin" cevabını almıştır. Bunun üzerine Rasûlullah (s. a): "Onu azad et, o mü-
'mindir" buyurmuştur.

Ebû Dâvûd, bu hadisi Halid b. Abdullah'ın Şerîd'i hiç anmadan mürsel olarak da
rivayet ettiğini söyler, Bezlü'I-Mechûd sahibi; "Halid'in bu hadisini ben yanımda olan
kitaplarda bulamadım" demektedir.

Bu hadis de keffaretlerde azad edilecek kölenin mü'min olması gerektiğini isbat için
bu baba alınmıştır. Fakat hadisin böyle bir delâleti açık ve kesin değildir. Çünkü
Şerîd'in, elindeki cariyenin azad için yeterli olup olmadığını araştırması, mutlak olarak
azad edilecek kölenin müslüman olması gerektiğinden dolayı değil de annesinin
vasiyetine tam uymak için olabilir. Çünkü annesi kendisine, mü'min bir köle azad
etmesini vasiyet etmiş, o da meseleyi Hz. Peygamber'e bildirirken aynı ifadeyi

kullanmıştır.

Bazı Hükümler

1. Vasiyet edenin (mûsî) vasiyeti uygulanmalıdır. Bu konu oldukça tafsilatlıdır, ilgili
bolümde izah edilecektir. Burada şu kadarcığma işaret edelim; vasiyet, kişinin ölüm
hastalığında olmamışsa, vârislerinden başkasına edilmişse ve bıraktığı malın üçte biri-
ni geçmiyorsa mutlaka uygulanır. Aksi halde vârislerin rızasına bağlıdır.

2. Allah'ı Rab, Muhammed (s.a)'i de peygamber olarak tanıyan kişi müslümandır.
[1481

3284... Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet edildiğine göre, bir adam Rasûlullah (s.a)'a siyah
bir cariye getirip:

Ya Rasûlallah! Benim mü'min bir köle azad etme borcum var (bu olur mu?),
dedi.Rasûlullah (s.a), cariyeye;

"Allah nerede?" dedi. Cariye parmağı ile gökyüzünü gösterdi; Hz. Peygamber bu sefer:
"Ben kimim?" diye sordu. Cariye, Peygamber (s.a)'i ve gökyüzünü işaret etti; yani,
"Sen Allah'ın elçisisin" (demek istedi). Bunun üzerine Rasûlullah (s.a):

£149]

"Onu azad et, o mü'mindir" buyurdu.
Açıklama

Bu hadisi Münzirî, Muhtasar'mda rivayet etmemiştir. Mizzî, el-Etrâf mda hadisi almış
ve üzerine Ebû Dâvûd rumuzunu koymuştur. Onun için matbu nüshaların bir kısmında



bu hadis yer almamıştır.

Şevkânî; "Her ne kadar yemin keffareti ile ilgili âyette, azad edilecek kölenin mü'min
olmasına dair bir kayıt yoksa da, hadiste yemin keffareti için azad edilecek kölenin
müslüman olması gereğine işaret vardır" der.

Bu babın ilk hadisinde bu konudaki görüşler ve delilleri verilmişti.Buraya, Şeyh
Abdulhamid'in ta'likmdan bir iki cümle aktararak konuya son vereceğiz.
"Bu ve bu babda geçen diğer hadislerde anılana (yemin keffaretinde azad edilecek
kölenin müslüman olmasının şart olduğuna) bir delil yoktur. Çünkü ilk hadiste, sahibi
cariyeye tokat attığı için; ikincisinde vasiyeti yerine getirmek için; üçüncüsünde de
sahibinin bir mü'min köleyi azad etme borcu olduğu için sahipleri cariyeleri azad
£1501

etmişlerdir."

ımı

17. Sustuktan Sonra Yeminde İstisna

3285... İkrime (r.a)'den rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (s. a): "Vallahi Kureyş'le
savaşacağım, vallahi Kureyş'le savaşacağım, vallahi Kureyş'le savaşacağım" buyurdu.
Sonra "İnşaallah" dedi. Ebû Dâvûd dedi ki: Çokları bu hadisi, Şerik, Simâk ve İkrime
kanalıyla İbn Abbas'a, o da Rasûlullah (s.a)'a isnad etmiştir.

Velid b. Müslim, Serik'ten naklen; "Sonra Rasûiuliah (s. a) onlarla savaşmadı"
£152]

demiştir.
Açıklama

Bu babın hadisleri, yeminde istisna ile ilgilidir. Aşağı yukarı aynı manayı ifade eden
başka bir bab, 9 numarada geçmişti. Oradaki bab ile bu babın farkı şu: Önceki, mutlak
olarak yani yeminden sonra ara verme, susma gibi bir kayıt olmadan "inşaallah"
demenin hükmü ile ilgili idi.

Bu bab ise yeminden sonra biraz sustuktan veya başka bir şeyler konuştuktan sonra
"inşaallah" demek, yani istisnada bulunmakla ilgilidir.

Beyhakî, Sünen'inde; ('Yemin eden kişinin, yemini ile istisnası arasında az bir sekte ile
sesini kesmesi veya nefes alarak susması" şeklinde bir başlık koymuş ve bu hadisi
vermiştir.

Yeminde istisna konusunu, yeminle istisna arasındaki susma ve bu susmanın ölçüsü
ile ilgili görüşleri 9. babda (3261, 3262 hadislerin şerhi) özet olarak vermiştik. Onun
için burada tekrar o konuya dönmeyeceğiz. Sadece Hattâbî'nin bu hadisle ilgili izahını
aktarıp, Ebû Davud'un hadisin sonundaki sözleri ile ilgili bazı notlar koyacağız.
Hattâbî şöyle der:

"Bu hadiste, sözdeki birkaç fasıldan sonra söylenilen istisna lafzının bu fasılların
tamamını içine aldığına delil vardır.
Ebu Hanife ve talebeleri şöyle derler:

Bir kimse, haccetmek ve umre yapmak üzere yemin edip arkasından istisnada
bulunursa bu, hac ve umrenin tamamı için istisna olur. Ama, eğer falanla konuşursam
kölem hürdür, falanla konuşursam öteki kölem hürdür inşallah der ve o adamla
konuşursa kazaen önceki kölesi hür olur. Bu konudaki niyeti, ancak Allah'la kendi



arasında olan şeyde (diyâneten) tasdik olunur. Yine kişi hanımına; sen filânla
konuşursan boşsun, sen filânla konuşursan boşsun inşaallah der, kadın da onunla
konuşursa, ilk boşama vaki olur. Bu kazâendir. Ama diyâneten boş olmaz."
Hattâbî'nin sözleri burada sona erdi. Konu daha önce işlendiği için fazla bir şey
söylemeye gerek yok.

Görüldüğü gibi bu rivayet mürseldir. Yani tâbiûndan olan İkrime, sa-hâbîyi atlayarak
doğrudan doğruya Hz. Peygamber'den rivayet etmiştir. Ebû Dâvûd; her ne kadar bu
rivayette sahâbî anılmamışsa da, birçoklarının (metinde belirtilen senedle) hadisi İbn
Abbas (r.anhüma)'dan rivayet ettiklerini söyler.

Zeylaî,Nasbu'r-Râye' de bu hadis üzerinde durarak birkaç isnadını zikreder. Zeylaî'nin
bildirdiğine göre; İbn Hibbân, Ebû Ya'lâ, İbn Adiyy ve İbnü'l-Kattân hadisi İbn
Abbas'a isnad ederek rivayet etmişlerdir. Bu rivayetlerin ravilerinde ve metinlerinde
bazı küçük farklar vardır. Ancak hepsinin buraya nakli geniş yer alacağı için sadece
rivayetlerin varlığına işaretle yetiniyoruz.

Beyhakî de,hem mürsel hem de mevsul olarak rivayet etmiştir. İbn Ebî Hatim ise,
"Hadisin mürsel olduğu daha uygundur." der.

Yine Ebû Dâvûd; Velid b. Müslim'in, Şerîk'ten naklen Hz.Peygamber (s.a)'in
Kureyşlilerle savaşmadığını söylediğini bildiriyor. Fakat bu isabetli olmasa gerektir.
Çünkü Efendimiz Mekke'nin fethinde Kureyşlilerle savaşmıştır.
Rasûlullah (s.a),"Kureyşle savaşacağım" derken bir zaman kaydı koymamıştır. O
halde Hz. Peygamber yemininde istisna etmişse de vemininin gereğini yerine
£153]

getirmiştir.

3286... İkrime'den merfu olarak rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (s. a):
"Vallahi Kureyş'le savaşacağım" buyurmuş, sonra"İnşallah" demiştir. Daha sonra,
"İnşaallah, vallahi Kureyş'le savaşacağım" buyurmuştur. Yine, "Vallahi Kureyş'le
savaşacağını" deyip susmuş, daha sonra da "İnşaallah" demiştir.Ebû Dâvûd dedi ki:
Velid b. Müslim bu hadiste Serik'ten, "Sonra onlarla savaşmadı" dediğini ilâve
[1541

etmiştir.
Açıklama

Bu rivayette nadisin merfu oluşu bildiriliyor. Ayrıca yukarıdakinden farklı olarak, Hz.
Peygamber'in Kureyş'le savaşmak için ettiği üç yeminin birbirinden farklı olduğu
görülüyor. İlk yeminden biraz sonra istisnada bulunmuş, fakat OOarada sustuğuna
işaret edilmemiştir. İkinci yeminden sonraki istisna fasılasız olmuştur. Üçüncü
yeminden sonra ise biraz susmuş ve sonra istisna etmiş, (inşaallah) demiştir. Bu
rivayet, yemin ile istisna arasına giren birazcık susmanın istisnanın sıhhatine mani
olmadığını söyleyenler için delildir.

Yemin ile istisna arasının bitişik olmasını şart koşan Hanefîler, Hz. Peygamber'in bu
rivayette belirtilen susuşunun bir özre mebni olduğunu söylerler; şu âyeti de izahlarına
delil gösterirler: "Herhangi bir şey için, Allah'ın dilemesi dış mda ; 'Ben yarın onu
£1551

yapacağım' deme."



18. Nezirlerden Nehy



3287... Abdullah b. Ömer (r.anhuma)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:

£1561

Rasûlullah (s. a) nezirden nehy etmeye başladı. "Nezir hiçbir şeyi değiştirmez,
ancak onun sebebiyle cimriden (mal)çıkartıhr." buyurdu.

£1571

Müsedded, Rasûlullah (s. a); "Nezir hiçbir şeyi değiştirmez" buyurdu, dedi.
Açıklama

Bilindiği gibi "nezr" dilimizdeki "adak" manasınadır. Fakat, fıkhı bir istilan olduğu ve
Türkçede de kullanıldığı için, terceme etmedik. "Kitabu'l-Eymân ve'n-Nüzûr"un
başında da belirtildiği gibi nezir; bir kimsenin Allah'ı tazim için mubah bir fiilin
yapılmasını deruhte etmesi, öyle bir işin yapılmasını kendi nefsine vacip kılmasıdır.
Nezrin; bir zamanla kayıtlı olup olmaması durumuna göre, muayyen ve gayri
muayyen; bir şeyin tahakkukuna bağlı olup olmaması yönünden de mutlak ve muallak
çeşitlerinin olduğu da yine orada kısaca açıklanmıştı.
Bu hadisde nezirle ilgili iki hususa temas edilmektedir:
1- Nezr'in Rasûlullah tarafından nehyedüdiği meselesi:

Alimlerin bir kısmı buradaki nehyi zahirî manasına alarak gerçekten, adakta
bulunmanın yasak olduğu görüşüne varmışlardır.

Bazı âlimler ise bu nehyi te'vil ederek, nezrin yasak olmadığım söylemişlerdir. İbnti'I-
Esîr, Ebu Ubeyd, el-Mâzerî bu istikamette görüş beyan edenlerdendirler.
İbnü'l-Esîr, en-Nihâye fî Garibi'I-Hadis ve'l-Eser adındaki eserinde şöyle der:
"Rasûlullah'm hadislerinde nezrden nehyin zikri tekrar tekrar geçti. Bu nehiyden
maksat, onun önemini te'kid ve adakta bulunduktan sonra, gevşeklik göstermekten
sakmdırrnaktır. Eğer nehyin manası, nezrin yapılmaması için men olsaydı bu onun
hükmünü iptal ve nezre vefanın gereğini düşürmek olurdu. Çünkü nehiy masiyet olur
ve bu bağlayıcı olurdu. Hadis onlara; nezrin hiçbir fayda temin etmeyip hiçbir zararı
savmadığını ve Allah'ın takdirini değiştirmeyeceğini bildirmektedir."
Ebu Ubeyd'in şu sözleri, yukarıdaki manayı ifade yönünden daha da açıktır:
Nezirden nehy ve o konuda katı davranmak; nezir günahtır demek değildir. Eğer öyle
olsaydı, Allah (c.c) nezre vefayı emretmez ve vefa göstereni övrnezdi. Ama bence
hadisin manası; nezrin kadrini yüceltmek ve böylece nezir konusunda gevşeklik
gösterilmemesini temin etmektir."

Hadisteki nehiyden maksadın, nezrin yasaklanması olmadığım savunan görüş, daha
isabetli olsa gerektir. Nitekim günümüzde mensubu bulunan mezheplerden hiçbirisi;
mutlak olarak, kayıtsız şartsız nezrin haram olduğunu söylememiştir. Mezheplerin
nezir konusundaki görüşlerinin özeti şöyledir:

Hanefîlere göre: Şartlarına riayet edilerek, yapılan adak meşrudur. Bu şartlar, üzerinde
durduğumuz bölümün başında geçmiştir.

Şâfıîlere göre: Bir faydayı temin veya zarardan kurtulma düşünülsün ya da
düşünülmesin, adakta bulunmak caizdir ve ibadettir.

Mâlikîlere göre: Elde edilen bir nimet veya savuşturulan bir belâdan dolayı Allah'a
şükür olarak edilen nezirler menduptur ve ifası gerekir. Bir şarta bağlanarak, yani bir
menfaati temin veya musibetten kurtulmaya bağlı olarak edilen nezrin hükmünde iki



görüş vardır: Bunlardan birine göre caiz, diğerine göre mekruhtur. Ama adağın,
faydayı temin veya belâyı def edeceğine inanılarak edilen nezir haramdır.
Hanbelîlere göre; nezir mekruhtur. Fakat yapılmışsa edası gerekir.
Alimlerden bazıları ise hadisteki nehyin bir takım menfaatlarm temini için, (Hastam
iyi olursa şu kadar oruç nezrim olsun demek gibi) edilen nezirlerle ilgili olduğunu
söylerler. Kadı İyaz ve Tıybî; bu görüşü ortaya atıp, benimseyenlerdendirler.
Kurtubî'nin şu mütalaasını da kaydetmek istiyoruz: "Bu nehyin mahalli; kişinin meselâ
şöyle demesidir: Allah hastama şifa verirse, sadaka vermek nezrim olsun. Kerahete
sebep; anılan ibadetin Allah rızâsı için değil de bildirilen maksadın husulüne

Lİ581

bağlanmasıdır. Böylece kişi ibadeti bir menfaat karşılığında yüklenmiş oluyor...
Bu manaya, cahillerin; nezrin umulan maksadın husulünü gerektirdiği veya Allah bu
faydayı adanılan adaktan dolayı sağlar tarzındaki yanlış zanları eklenir. Hadisteki;
nezir hiçbir şeyi değiştirmez sözü işte buna işaret eder. Bunlardan ilk hal küfre
yakındır, ikincisi de apaçık bir hatadır."

2- Adak, Allah'ın takdir ettiği bir şeyi değiştirmez. Dolayısıyla bir kimse meselâ,
"Hastam iyi olursa şu kadar oruç tutayım" diye adakta bulunur ve hastası iyi olursa bu
sırf Allah öyle istediği içindir, adakta bulunanın adağından dolayı değildir.
Hadisin Buharı ve Müslim'deki rivayetleri bu hususa daha açık bir biçimde delâlet
eder. Hadisin Ebû Davud'un rivayetindeki: "O hiçbir şeyi değiştirmez" cümlesi,
Buharı ve Müslim'deki bir rivayette: "O hiçbir hayır temin etmez" şeklindedir.
Müslim'de ayrıca şu manaya gelen bir rivayet daha vardır:

"Adak, hiçbir şeyi öne de atmaz geciktirmez de;sadece onun cimriden-mal çıkarılır."
Yine Müslim'de Ebu Hureyre'den rivayetle, Hz. Peygamber (s.a)'in, "Nezretmeyin,
çünkü nezir kaderden hiçbir şeye fayda vermez. Onunla sadece cimriden mal çıkarılır"
buyurduğu bildirilmektedir.

Her ne kadar adağın sonuca tesiri yoksa da, adağın bağlandığı şeyin tahakkuku halinde
adanılan şey ifa edilmelidir. Hattâbî, nezrin masiyet için olmaması halinde gereğini
yapmanın vacip olduğunda müslürnanlarm itifak ettiklerini söyler. Hz. Peygamber'in,
"Onunla sadece cimrinin malı çıkarılır" tarzındaki sözü de muallak nezrin gereğini
yapmanın lüzumunu gösterir. Çünkü normal hallerde fakire fukaraya sadaka vermeyen
cimri kişiler, bir menfaat temin edilmek maksadıyla sadaka vermeyi adarlarsa, bu adak

1159]

onlardan mal çıkmasına sebep olur.
Bazı Hükümler

1. Rasûlullah (s. a), adakta bulunmaktan nehyetmiştır. Hadisin zahiri bu manayı ifade
ediyorsa da, aksı hükme delâlet eden deliller sebebiyle bu mana te'vil edilmiştir. Konu
şerh bölümünde de anlatılmıştır.

2. Adağın, bir şeyin olup olmamasına hiçbir etkisi yoktur. Allah neyi takdir etmişse o
olur.

3. Bir işin tahakkukuna bağlı olarak edilen nezre, o işin tahakkuku halinde itaat

£1601

lâzımdır.

3288... Ebu Hureyre (r.a)'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s. a) (Allah cc'm



£1611

şöyle buyurduğunu) söylemiştir:

"Adak adamak insanoğluna; benim kendisi için takdir etmediğim bir şeyi getirmez.
Ancak adak insanı, benim kendisine takdir ettiğim şeye iletir. (Onunla) cimriden mal

11621

çıkarılır. Cimri, Önceden vermediğini o adağı üzerine verir."
Açıklama

Bu hadisi Ebû Dâvûd'dan, Ebu'l-Hasen b. el-Abd rivayet etmiştir. Lü'lüî'nin
rivayetinde ise mevcut değildir. Bu yüzden Münzirî'nin Muhtasarında yer
almamıştır.Avnu'l-Ma'bûd sahibi; Hafız Mizzî'nin de bu hadisi el-Etrâf adındaki
kitabında zikretmediğini söyleyerek şaşkınlığım ifade. eder.

Bu hadis, dipnotta da işaret edildiği gibi bir kudsî hadistir. Ancak, sözün Allah (c.c)'a
nisbeti açıkça gösterilmemiştir. İbn Hacer, Fethu'l-Bârî' de buna işaretle şöyle der:
"Bu hadis, kudsî hadislerdendir. Ancak Allah'a nisbeti açıkça ifade edilmemiştir."
Hadisin Buharı, Ebû Dâvûd ve Nesâî'deki rivayetlerinden, onun bir kudsî hadis olduğu
hemen anlaşılmaktadır. Çünkü metnin bir bölümünde, "Nezir insanoğluna, benim
kendisi için takdir etmediğim hiçbir şeyi getirmez" de-riilmektedir. İnsanlar için
olacak şeyleri takdir eden sadece Allah (c.c) olduğuna göre bu hükmün sahibinin de
Allah olması gerekir. Hükmün hikâye yoluyla değii de doğrudan doğruya hüküm
sahibine nisbet edilmesi, hadisin kudsî hadis olduğuna delildir." Ancak bu durum,
Müslim ve îbn Mâce'nin rivayetlerinde bu derece açık değildir. Çünkü yukarıda işaret
ettiğimiz cüm-[e Müslim'in Sahih'inde: "Allah'ın kendisi için takdir etmediği bir
şeyi..."; Sünen-i İbn Mâce'de, "...Ancak kendisi için takdir edilen şeyi..." şeklinde
ifade edilmiştir. Görüldüğü gibi bu rivayetlerde takdir etme işini ya Hz. Peygamber
Allah'a nisbet etmiş, ya da takdir meçhul olarak kullanılmıştır.

Hadis metnindeki "Cimriden çıkartılır" manasına gelen; cümlesi de; Buharı'de, "Allah,
onunla cimriden (mal) çıkarır"; Müslim'de, "Bu nezirle cimriden daha önce vermek
istemediği şey çıkartılır"; İbn Mâce'de de, "Nezir sebebiyle cimriden (bir şey)
çıkarılır" manalarına gelecek şekilde ifade edilmektedir.

Bundan önceki hadiste olduğu gibi bunda da; arzuladığı bir sonuca ulaşmak için
adakta bulunmanın sonucu değiştirmeyeceği, çünkü olan herşeyin Allah'ın takdirinin
eseri olduğu ifade edilmektedir. Ama adak sayesinde normal hallerde bir şey
vermeyen cimrilerden mal çıkar. Çünkü cimri, bir şeyin Dİması halinde sadaka
vermeyi veya kurban kesmeyi adar ve istediği olursa adadığını vermek zorunda
kalacak ve kendisinden mal çıkacaktır.

Adağın, malın çıkmasına sebep olmasında sadece cimrilerin anılması, ;imri
olmayanların adak sebebiyle mal vermeyecekleri manasına gelmez. Çünkü muallak
nezirde, istenilen şeyin gerçekleşmesi halinde nezrin gereğini yapmak hem cimri hem
de cömert için vacibtir. Cömertler bir şey adamadan ia sadaka verip hayır ve hasenatta

£1631

bulundukları için, hadiste sadece cimri-er anılmıştır.

19. Günah İşlemeyi Adamak (Konusunda Gelen Hadisler)

3289... Aişe (r.anha)'den, Hz. Peygamber (s.a)'in şöyle buyurluğu rivayet edilmiştir.



"Allah'a itaat etmeyi adayan kişi itaat etsin. Allah'a isyan etmeyi adayan ise isyan
£1641

etmesin."
Açıklama

Hadis-i şerifte geçen Allah'a itaat tabiri, hem farz hem de müstehap olan tâatleri içine
alır. Buna göre hadiste; dinen farz, vacip veya müstehap olan bir şeyi yapmayı adayan
kişinin adağını yerine getirmesi emredilmektedir. İçki içmek, ana babaya isyan etmek,
sıla-i rahmi kesmek gibi Allah'ın yasak ettiği bir şeyi yapmayı adayan kişi ise bu
adağını yerine getirmemelidir.

Günah olan bir şeyin adanması halinde adağın yerine getirilmemesi gerektiğinde
âlimler arasında görüş ayrılığına rastlayamadık. Ancak bu durumda olan, yani günah
bir şeyi adayıp da dediğini yapmayan kişiye keffaretin gerekli olup olmadığında
âlimler ihtilâf etmişlerdir.
Bu konuda Hattâbî şöyle der:

"Bu hadis, A_llah'a isyan konusundaki adağın bağlayıcı olmayıp, adak sahibinin
adağına vefa göstermemesi gerektiğini beyan etmektedir. Durum böyle olunca o
adakta keffaret yok demektir. Eğer bunda keffaret olsaydı, hadiste onun da
bahsedilmesi gerekirdi. Bu, Mâlik ve Şafiî'nin görüşlerine uygundur.
Ebû Hanîfe ashabı ve Süfyân-ı Sevrî'ye göre; bir günahı işleme konusunda adakta
bulunmanın keffareti, keffaret-i yemindir. Bu görüşte olanlar Ebû Davud'un bu babda
rivayet etmiş olduğu Zührî hadisini kendilerine delil almışlardır."
Şevkânî de, günah olan bir şeyi yapmak üzere adakta bulunmanın haram oluşunda
âlimlerin hemfikir olduklarını, ancak adağa riayet edilmediğinde keffaretin gerekli
olup olmadığında ihtilâf ettiklerini söyler. Şevkânî'nin bildirdiğine göre; cumhurun
görüşü bu durumda olana keffaretin gerekli olmadığı biçimindedir. Ahmed b. Hanbel,
Sevrî, İshak, bir kısım Şâfıîler ve Hanefîlere göre ise keffaret gerekir. Bu görüş
sahiplerinin delili, yukarıda Hattâbî'nin görüşü nakledilirken işaret edilen Zührî
hadisidir ki bu hadis Hz.Aişe'den rivayet edilmiştir. Şevkânî, bir sayfadan fazla bu
hadisin kritiğini yapmış, hadisin sıhhati ile ilgili nakillerde bulunmuştur. Bundan
sonra gelecek olan mezkur hadisin izahında bu kritiğe temas edilecektir. Burada şu
kadarını ifade edelim ki, bu hadis oldukça tenkid edilmiştir.

Günah bir iş işlemek üzere adakta bulunup da bu adağı yerine getirmeyene keffaretin
gerekli olduğu görüşünde olanların dayandığı diğer bir hadis de Sahih-i Müslim'de,
Ukbe b. Amir' den rivayet edilen; "Nezrin keffareti yemin keffaretidir" manasına gelen
hadistir. Çünkü bu hadiste nezir keffaretinin, yemin keffareti olduğu bildirilirken,
nezirler arasında bir ayırım yapılmamıştır. Nezir sözü genel anlamda kullanılmıştır ki,
bu isyanla ilgili olanlar da dahil olmak üzere tüm nezirleri içine alır. Ancak bu hadisin
Tirmizî ve İbn Mâce'deki rivayetlerinde, "Adanılan şey söylenmezse, nezrin keffareti,
yemin keffaretidir" denilmektedir. Müslim'deki rivayet, bu ilâve ile birlikte gözönüne
alınırsa, bu görüşe kaynak olma özelliğini kaybedecektir.

Şevkânî; Hanefîler ve onlarla aynı görüşte olanların görüşlerine delâlet eden hadislere
işaret edip, onların tenkidini yapmış olmasına rağmen, karşı görüşe açıktan delil
olabilecek bir hadis nakletmemiştir. Sadece, nezrin Allah'ın rızasına uygun konularda
veya mubah şeylerde olacağına işaret eden hadislerin, bunların dışındaki konularda
nezrin olmayacağına işaret ettiğini söylemiştir.



îbn Rüşd de, Bidâyetii'l-Müctehid ve Nihâyetü'l-Muktesid adındaki eserinde
cumhurun görüşüne delil olarak, üzerinde durduğumuz Hz. Aişe hadisini
göstermektedir. Karşı görüşe dayanak olan hadisler burada da tenkid edilmiştir.
Tirmizî; sahâbîlerin de bu konuda iki ayrı görüşe sahip olduklarını söylemektedir.
İbn Kudâme, el-Muğnî adındaki eserinde; İbn Mes'ûd, İbn Abbas, Câ-bir, İmrân b.
Husayn ve Semüre b. Cündüb'den de keffaretin gerekli olduğunun rivayet edildiğini,
Ahmed b. Hanbel'den ise keffarete gerek olmadığına dair bir rivayet bulunduğunu
söyler.

Daha önce belirtildiği gibi, Hanefîlere göre nezrin sıhhati için nezredi-len şeyin ibadet
cinsinden olması gerekir. Dolayısıyla günah olan bir şeyi yapmak için yapılan adaklar
nezir sayılmazlar. Belki yemin olarak mütalaa edilirler,

Aliyyü'l-Kârî, Mirkât'da İbnü'l-Hümâm'dan naklen; nezri, mutlak olarak ve bir şeye
niyet etmeden söyleyen yani; "Allah'a nezrim olsun ki şöyle yapacağım veya
yapmayacağım" diyen kişinin söylediğini yapmaması halinde kendisine yemin
keffareti gerekeceğini bildirir. Yine İbnü'l-Hümâm'dan yaptığı bir başka nakilde,
masiyet olan nezrin; bizzat kendisi haram olan veya kendisinde ibadet manası
bulunmayan konulardaki nezir olduğunu söyler. Buna göre; bir kimse, bayram günü
oruç tutmayı adaşa, oruç bir ibadet olduğu, fakat bayram günü oruç tutmak haram
olduğu için başka bir gün oruç tutarak adağını yerine getirir. Ama haram olmasına
rağmen bayram günü oruç tutarsa adağının sorumluluğundan kurtulur.
Bir kimse, tahakkukunu istemediği bir şey üzerine adakta bulunursa, İmam A'zam ve
İmam Muhammed'e göre yemin keffareti gerekir. Meselâ birisi, "Filânla konuşursam
veya eve girersem, bir sene oruç borcum olsun..." gibi bir adakta bulunsa kendisine
yemin keffareti gerekir. Zaruretten dolayı, âlimlerden bazıları bu görüşü tercih
Iİ651

etmişlerdir.
Bazı Hükümler

1. Bir tâatı işlemek üzere adakta bulunan kimse, nezrim ifa etmelidir.

2. Bir günahı işlemek üzere adakta bulunan o günahı işlemez. Bundan sonra bazı
âlimlere göre kendisine yemin keffareti gerekir, bazılarına göre hiçbir şey gerekmez.
£166]

11671

Günah İşlemeyi Adayana Keffaret Gerekir Diyenler

3290... Âişe (r.anha)'dan, Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Allah'a isyan konusunda adak olmaz. (Eğer adanmışsa) onun keffareti yemin
Lİ681

keffaretidir."
Açıklama

Tirmizî, Zührî'nin bu hadisi Ebû Seleme'den işitmediğine işaretle, hadisin sahih
olmadığını söyler. Münzirî de; "Tirmizî'den başkaları, Zührî'nin bu hadisi Süleyman b.



Erkâm'dan işittiğini söylemişlerdir. Süleyman b. Erkâm ise metruktür" der.
Şevkânî'nin nakline göre; Ahmed b. Hanbel, "Bu hadisin hiçbir değeri yoktur. Bir kalp
para bile etmez" demiştir. Buharî de; "Alimler bu hadisi terk ettiler. İçlerinde Amr b.
Ali, Ebû Dâvûd, Ebû Zür'a, Nesâî, İbn Hib-bân ve Dârekutnî'nin de bulunduğu bir
grup da tenkid etmişlerdir" demektedir.
Bununla ilgili olarak, Hattâbî de şöyle der:

"Eğer bu hadis sahih olsaydı onunla hükmetmek vacib, onun hükmüne dönmek lâzım
olurdu. Ancak hadisi bilen âlimler onun maklûb bir hadis olduğunu söylemişlerdir."
Hattâbî bu hükmü verdikten sonra hadisin maklûb oluşu yönünü izah eder. Ancak bu
teknik bir konu olduğu için buraya almaya gerek görmedik. İlgi duyanlar aslından
bakabilirler.

Bu hadis Sahih-i Müslim'de, İmrân'dan rivayetle şu manaya gelecek şer kilde yer
almıştır: "Allah'a isyan konusundaki bir adağa vefa yoktur (edilmez)"; Müslim'deki
başka bir rivayet ise, "Allah'a isyan konusunda adak adanmaz" şeklindedir.
İmam Nevevî, hadisin şerhinde şöyle demektedir:

"Bu hadis, içki içmek gibi günah olan bir şeyi adayanın adağının bâtıl olduğuna
delildir. Bu, adak olmaz ve ne yemin keffareti ne de başka bir kef-faret gerekmez.

£1691

Mâlik, Şafiî, Ebû Hanîfe, Dâvûd ve cumhur bu görüştedirler. Ahmed b. Hanbel
ise İmrân b. el-Husayn. ve Hz.Aişe vasıtasıyla Ra-sûlullah'tan rivayet edilen; "Allah'a
isyan konusunda nezir olmaz. Onun kef-faretı, yemin keffaretidir" hadisi ile
hükmederek, bu adak ile yemin keffareti gerektiğini söylemiştir. Cumhur ise
Müslim'deki, İmrân b. Husayn hadisini delil almışlardır. "Onun keffareti yemin
keffaretidir" hadisi ise ha-disçilerin ittifakı ile zayıftır...".

Avnü'l-Ma'bûd sahibi; İbn Hacer'in, Nevevfnin bu sözüne karşılık, "Ta-havî ve Ebû
Ali b. es-Seken bu (Allah'a isyan konusundaki nezrin keffareti, yemin keffaretidir
mealindeki) hadisin sahih olduğunu söylemişlerdir. O halde bunun zayıflığına ittifak
nerede?" dediğini nakletmektedir.

Sindî de şöyle der: "Hadisteki; "Allah'a isyan konusunda nezir yoktur" sözünün
manası, o asla tahakkuk etmez demek değildir. Çünkü bu; "o nezrin keffareti yemin
keffaretidir" sözü ile uyuşmaz. Aksine mana; o nezre vefa gösterilmez, demektir.
Nitekim bu, bazı sahih rivayetlerde açıkça görülmektedir."
Bu sözleriyle Sindî de hadisin sahih olduğuna işaret etmektedir.

Üzerinde durduğumuz bu hadisi Aliyyü'l-Kârî, Mirkât'da, hiç bîr tenkide tabi
tutmadan izah etmiş, hatta bunun sıhhatine delâlet eden şu sözleri söylemiştir: "Bu
hadisi, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Nesâî rivayet etmişlerdir. Hadis (Misbâh'm) bazı
nüshalar(in) da mevcut değildir. Ama sahih olanı mevcut olmasıdır. Çünkü bu hadisi
Suyutî, Câmiu's-Sağîr'in de aynı lafızla zikretmiştir."

Yine Aliyyü'l-Kârî; "Masiyetle ilgili olan nezrin keffaretinin yemin keffareti olduğu"
hükmüne Ebû Hanîfe'nin iştirak ettiğini söyleyip, bunun Şâ-fiîler aleyhine delil
olduğunu belirttir^

Buraya kadar yazılanlardan Çıkan sonuca göre; âlimlerin bir kısmı, üzerinde
durduğumuz hadisin zayıf olduğunu söylerken, bir kısmı sahih olduğunu iddia
etmişlerdir. Hadisin sahih olduğu kabul edildiğinde, günah bir şeyi yapmak üzere
adakta bulunana yemin keffaretini gerekli görenler için delildir.

im

Bu konu bir önceki hadisin izahında açıklanmıştır.



3291... İbn Şerh, bize İbn Vehb'den, o; Yunus'dan Yunus da İbn Şihâb'dan önceki
hadisi aynı mana ve aynı isnadla rivayet etti.
Ebû Dâvûd dedi ki:

Ahmed b. Şebbûye'yi şöyle derken duydum: "İbnü'l-Mübârek; -bu hadis hakkmda-
Ebû Seleme haber verdi, dedi. Bu; Zührî'nin, hadisi Ebû Seleme'den duymadığına
delâlet eder."

Ahmed b. Muhammed de; "Eyyûb -yani EbîSüleyman-'un bize haber verdiği şey bu
sözün tasdikidir" demiştir.
Yine Ebû Dâvûd dedi ki:

Ahmed b. Hanbel'i şöyle derken işittim: "Bu hadisi bize ifsad ettiler. " Kendisine:
"Sence onun ifsadı doğru mu ve onu İbn Ebî Üveys'-den başkası rivayet etti mi?"
denildi. "Eyyûb -yani Eyyûb b. Süleyman b. Bilâl- ondan (İbn Ebî Üvey s) daha iyidir.

um

O hadisi Eyyûb da rivayet etmiştir," karşılığını verdi.
Açıklama

£172]

Ebu Dâvûd bu sözleri, geçen hadisin zayıflığına işaret için kitabına almıştır.

3292... Bize Ahmed b. Muhammedel-Mervezî haber verdi. Bize, Eyyûb b. Süleyman,
Ebû Bekir b. Üveys'den, o Süleyman b. Bilâl'-den, Süleyman, İbn Ebî Atık ve Musa b.
Ukbe'den, onlar İbn Şihâb'-dan, îbn Şihâb da Süleyman b. Erkâm'dan haber verdi.
Süleyman'a Yahya b. Ebî Kesîr, Ebû Seleme vasıtasıyla Hz. Aişe (r.anha)'dan Ra-
sûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğunu bildirmiş:

"(Allah'a) isyan konusunda adak olmaz. (Adanmişsa) onun keffareti, yemin
keffarelidir."

Ahmed b. Muhammed el-Mervezî şöyle dedi:

Gerçekte hadis; Ali b. el-Mübârek'in Yahya.b. Ebî Kesîr'den, onun Muhammed b.
Zübeyr'den, onun babasından, onun da İmrân b. Hu-sayn vasıtasıyla Hz. Peygamber
(s.a)'den rivayet ettiği hadistir.

Mervezîfbu sözüyle), Süleyman b. Erkâm'm bu hadiste vehme düştüğünü ve onu
kendisinden Zührî'nin alıp (Süleyman'ı anmadan) mürsel olarak Ebû Seleme'den, onun
da Hz. Aişe'den rivayet ettiğini kasdetmiştir.

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisin bir benzerini Bakiyye, EvzaVden; Evzaî, Yahya'dan;

[173]

Yahya, Muhammed' b. Zübeyr'den, Ali b. Mübarek'in isnadı ite rivayet etmiştir.
Açıklama

Bu rivayet, babın ilk hadisinin değişik bir isnadla gelen başka bir rivayetidir.
Rivayetin, Sünen'e alınmasından maksat, isnaddaki bir zaafa işaret olduğu için,
âdetimizin aksine senedi de terceme ettik.

Rivayeti Ebû Davud'a nakleden Ahmed b. Muhammed el-Mervezî, hadisin kendisine
kadar gelen senedini verdikten sonra, hadisi tenkid eder ve gerçek rivayetin Ali b. el-
Mübârek'in senedde işaret edilen rivayeti olduğunu söyler.



Ebû Davud'un izahına göre el-Mervezî'nin bu sözdeki maksadı, babın ilk hadisinin
senedindeki bir tedlise işarettir. Buna göre; Süleman b. Erkâm hadiste vehme düşmüş
ve kendisinden de Zührî rivayet etmiştir. Fakat Züh-rî, Süleyman b. Erkâm'm zayıf
olması sebebiyle, onu atlamış ve doğrudan doğruya Ebû Seleme'den duymuş gibi
nakletmiştir. Bu hareketi ile hadisi kuvvetli göstermek istemiştir.
Sindî, Nesâî haşiyesinde; el-Mervezî'nin bu iddiasına şu şekilde bir itirazda
bulunmaktadır: "Hz. Aişe'nin hadisi; bazı isnadlarda 'Zührî'den, Ebû Seleme'den'
bazılarında ise, "bize Ebû Seleme haber verdi' şeklinde varid olmaktadır. Bu, Zührî'nin
hadisi Ebû Seleme'den işittiğini gösterir. Bazı isnadlarda ise; 'Süleyman b. Erkâm'dan,
Yahya b. Ebî Kesir ona haber verdi ki o Ebû Seleme'den işitti' şeklindedir. Bu
çelişkinin; Zührî'nin bir defa Süleyman'dan, bir defa da Ebû Seleme'den dinlemiş
olabileceğini söyleyerek giderilmesi mümkündür. Bu takdirde hadisin zayıf olduğunu
kesin olarak söyleyemeyiz. Özellikle, Ukbe ve İmrân'm hadisleri bu hadisin sabit
olduğunu gösterir."

Sindî bu sözleri ile, Zührî'yi tedliste bulunma töhmetinden korumakta ve zayıf olduğu
iddia edilen bu hadisin sabit olduğunu belirtmektedir.

Hadisin ifade ettiği fıkhı hüküm ve bu hükümle ilgili görüşler babın ilk hadisinde
£1741

geçmiştir.

3293... Ukbe b. Amir (r.a) haber verdi ki:

O, Hz. Peygamber (s.a)'e, yalınayak yürüyerek başı örtüsüz (başı açık) hacca gitmeyi
adayan kız kardeşinin durumunu sordu.Hz. Peygamber (s. a) şöyle buyurdu:

[1751

"Ona emrediniz, başım örtsün, (bir şeye) binsin ve üç gün oruç tutsun."
Açıklama

Beyhakî, bu hadisin isnadında ihtilâf olduğunu ve Ebû Dâ-vûd'un İbn Abbas'tan gelen
rivayetinde, "(Bir şeye) binsin" sözünden sonra; "Kurban olarak bir deve götürsün"
sözünün bulunduğunu söyler.

Avnu'l-Ma'bûd sahibi; Sübülü's-Selâm'dan naklen, söyleyenlerin ismini belirtmeden,
bu hadisin, Buhârî ve Müslim'in şartlarına uygun olduğunun söylendiğini nakleder.
Yine orada belirıildiğine göre Buharı; "Ukbe b. Amir'in hadisinde, kurban olarak bir
deve götürme emri yoktur. Şayet bu sahihse sanki o, nedb için bir emirdir. Onun
vechinde de gizlilik vardır" demiştir.

Hattâbî; Hz. Peygamber (s.a)'in, başı açık olarak hacca gitmeyi adayan kadına başını
örtmesini emretmesini, günah olan bir şeyi yapmak için bulunulan adağın geçersiz
olduğuna delâlet sayar. Hattâbî'nin anlayışına göre; yalın ayak hacca gitme
konusundaki adak geçerlidir. Böyle bir adakta bulunan gücü yettiği nisbette o şekilde
yürür. Yürüyemez hale gelince, bir şeye biner ve Mekke'de bir kurban keser. Avnu'l-
Ma'bûd' da ise, yalınayak hacca gitmeyi adamanın muteber olmadığı belirtilmektedir.
Yine Hattâbî, 3303 numarada gelecek olan hadisin şerhinde Hz. Peygamber (s.a)'in
oruçla ilgili emrini şöyle açıklar:

"Hz. Peygamber (s.a)'in, "üç gün oruç tutsun" sözü, orucun hedy (kurban edilmek
üzere Mekke'ye götürülen hayvaniden bedel olmasından dola-' yıdır. Kadın oruçla
hedy arasında muhayyer bırakılmıştır. Bu, av öldüren ihramımın; bu avın varsa



benzeri veya kıymetini fakirlere vermek ya da her müd buğdaya mukabil bir gün oruç
tutmak arasında muhayyer olmasına benzer..."

Hattâbî bu sözleri ile, günah olan bir şeyi yapmayı adayan kişinin adağının
geçersizliği ve kendisine yemin keffareti gerekmediğini belirtiyor. Hadisi de bu
anlayış istikametinde izah ediyor.

Sübülü's- Selâm' da ise, üç gün orucun, günah olan başı açık hacca gitmekle ilgili nezre
riayet edilmeyeceği için keffaret olarak emredildiği kaydedilir. Sübülü's-Selâm'ın
ifadesi şu şekildedir: "Her halde üç gün oruç tutmakla ilgili emir, başı örtmemekle
ilgili adak sebebiyledir. Çünkü bu, günah işlemek konusunda bir adaktır. O halde bir
yemin keffareti gerekmiştir. Bu. hadis, Allah'a isyanı adayana yemin keffareti
gerektiğini söyleyenlerin delillerindendir."

Aliyyü'l-Kârî de, buradaki orucun keffaret için olduğuna işaret ediyor ve şöyle diyor:
"Önceden geçtiği gibi günah işleme konusundaki adak gerçekleşir fakat ona vefa
gerekmez. Aksine o adak yerine getirilmez ve bir yemin keffareti ödenir. Bizim
görüşümüz ve hadislerden anlaşılan budur..."

Demek ki, âlimler hadisi kendi görüşlerine göre yorumluyorlar. Masi-yetle ilgili
nezirden dolayı keffareti gerekli görmeyenler, Hattâbî'nin dediği gibi; karşı tarafta
olanlar da Aliyyü'l-Kârî'nin dediği gibi izahda bulunuyorlar. Sübülü's- Selâm sahibi,
her iki görüşü benimseyen mezheplerden birinden olmamakla beraber, Hanefîlerin
görüşü istikametinde fikir beyan etmektedir.

Hadiste mevzubahs edilen diğer bir konu da; Kabe'ye yaya olarak gitmeyi adama
meselesidir. Genel olarak âlimlerin bu konudaki fikirleri şöyledir: Yaya olarak hacca
gitmeyi adamak caizdir. îbn Kudâme; bu konuda ihtilâf bilmiyorum, der. Böyle bir
adakta bulunan kişinin gücünün yettiği . ölçüde yürümesi gerekir. Yürümekten aciz
duruma düşerse kendisine bir kurban gerekir. Şafiî'nin bir görüşüne göre bu kurban
müstehaptır. Ebû Hanî-fe'den gelen bir rivayette, böyle bir adakta bulunan kişi ihrama
girdiği yerden itibaren yürümeye başlar. İmam Şafiî'nin meşhur görüşü de bu istika-
mettedir. Hanbelîlere göre; yürüyemediği için bineğe binen kişiye bir yemin keffareti
lâzımdır.

Kadı İyaz'm şöyle dediği nakledilir: "Hacca yürüyerek gitmek bir tâat-tir. O halde
bunu adayan kişi, diğer tâatleri adadığında olduğu gibi bunda da adağına riayet
etmelidir. Ancak yürüyemez hale gelince bir bineğe biner ve bunun fidyesini verir."
Yürüyerek gitmeye gücü yettiği halde bineğe binerse, Şâfıîlerden meşhur olan görüşe
göre; günahkâr olmakla birlikte hacc veya umresi sahihtir. Kendisine bir kurban
gerekir. Bu konuda kurbandan maksat bir koyun kesmektir.

UM

3296 numarada gelecek olan hadis de bu görüşü te'yid etmektedir.
Bazı Hükümler

1. Günah olan bir şey yapmayı adayan kişi adağını yerine getirmez, uç gün oruç tutar.

2. Yalınayak hacca gitmeyi adayanın adağına riayet etmesine gerek yoktur.

3. Yaya olarak hacca gitmeyi adayan, gücü yeterse adağını yerine getirir. Gücü

um

yetmezse bir bineğe biner ve ceza olarak kurban keser.

3294... Bize Mıhled b. Halid haber verdi, bize Abdürrezzak haber verdi, bize İbn



Cüreyc haber verdi, İbn Cüreyc; "Bana Yahya b. Saîd yazdı" dedi. Bana, Benî
Damra'nm azadlısı Ubeydullah b. Zahr habern verdi, -o herhangi bir adamdı- ki
kendisine Ebû Saîd er-Ruaynî, o hadisi Yahya'nın isnadı ve manasıyla haber verdi.
£178]

Açıklama

Bu rivavet yukarıdaki hadisin değişik isnadla gelen başka bir rivayetine işaret

£1791

etmektedir. Ebû Davud'un bazı nüshalarında mevcut değildir.

3295... İbn Abbas (r.anhüma)'m şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Bir adam Hz. Peygamber (s.a)'e gelip:

Ya Rasûlallah! Kız kardeşim -yürüyerek hacca gitmeyi- adadı. Rasûlullah (s. a) şöyle
buyurdu:

"Şüphesiz Allah (c.c) kız kardeşinin meşakkat çekmesi ile bir şey yapacak değil,
(onun yorulmasına muhtaç değildir). (Bir bineğe) binerek hacca gitsin ve yemininden

LLM

dolayı keffaret ödesin."

3296... İbn Abbas (r.anhüma)'dan rivayet edildiğine göre;

Ukbe b. Amir'in kız kardeşi Kabe'ye yürüyerek gitmeyi adadı. Bunun üzerine Hz.

£181]

Peygamber (s. a) kendisine, bir bineğe binmesini ve bir hedy götürmesini emretti.

3297... îbn Abbas (r.anhüma)'dan rivayet edildiğine göre; Ukbe b. Amir'in kız
kardeşinin yaya olarak hacca gitmeyi adadığı haberi Rasûlullah (s.a)'a ulaşınca
Efendimiz:

"Şüphesiz Allah onun adağına muhtaç değildir. Ona emret, bir şeye binsin"
buyurdu.Ebû Dâvûd dedi ki:

Bu hadisin benzerini Saîd b. EbîArûbe rivayet etmiştir. Halid de İkrime vasıtasıyla Hz.

£182]

Peygamberden hadisin benzerini rivayet etmiştir.
3298... İkrime'den;

Ukbe b. Amir'in kız kardeşi... (Yukarıdaki Hişâm'm hadisinin manası rivayet edildi.
İkrime bu rivayetinde, hedy (kurban)'i anmadı. Bu rivayette Hz. Peygamber:
"Kız kardeşine emret, bir bineğe binsin" buyurdu (ğu belirtilir). Ebû Dâvûd dedi ki:

£183]

Hadisi, Halid de İkrime'den, Hişâm'm rivayetinin manası ile rivayet etti.

3299... Ukbe b. Amir el-Cühenî'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:

Kız kardeşim, Beytullah'a kadar yürümeyi adayıp, benden kendisi adına Hz.

Peygamber'e danışmamı istedi. Ben de Hz. Peygamber'e danıştım. Rasûlullah (s. a):

£1841

"Hem yürüsün, hem de (bir bineğe) binsin" buyurdu.



Açıklama



3293 numaradaki hadisten itibaren yedi. hadiste bahsedilen olay ve olayın
kahramanları aynıdır. Yalnız isnadiarda ve metinlerdeki bazı farklardan dolayı
musanif hadisi tekrarlamıştır. Rivayetlerin bir kısmının ilk ravisi Ukbe b. Amir, bir
kısmmmki de İbn Abbas'tır.

Metinler arasındaki en önemli farklar da; ilk (3293 numaralı) hadiste Ukbe b.Amir'in
kız kardeşinin yalınayak, başı açık haccetmeyi adadığı bildirilmektedir. Bu hadiste,
kadının başını açmasının da bulunması, adağı, günah olan bir şeyi adama bölümüne
sokmuştur. Onun için Hz. Peygamber kendisine yemin keffareti emretmiştir.
Diğerlerinde ise, anılan kadının sadece yürüyerek haca gitmeyi adadığı söz konusu
ediliyor. Ayrıca, ilk hadiste Hz. Peygamber'in kadına oruç tutmasını emrettiği ifade
edildiği halde, diğerlerinde bu mevcut değildir. Ancak sonraki bazı hadislerde bir hedy
emri yer almaktadır. Bu rivayetlerde, yemin keffareti değil de hedyin emredüme-si,
adağın sadece insanın gücünün yetmediği bir şey olmasından dolayıdır.
Hadislerde geçen, Ukbe b. Amir' in kız kardeşi; Âmir' in kızı Ümmü Hibbân'dır. Hz.
Peygamber'e biat etmiştir.

Bir rivayette; kadının şişman olduğu, bu yüzden yürümekte zorluk çektiği de
bildirilmektedir.

3293 numararl iki hadis izah edilirken, yaya olarak hacca gitmenin adanabileceği,
fakat bu adağın bir özre binaen yerine getirilmemesi halinde kef-faret olarak bir
hayvan kurban edileceği belirtilmişti.

Hac ve umre kasdı olmadan, yaya olarak Kabe'ye gitmeyi adamanın geçerli olup
olmadığında âlimler ihtilâf etmişlerdir. Ebû Hanîfe'den; umre veya hacc niyeti
olmadan yapılan adakların muteber olmadığı rivayet edilmiştir. Şafiî de aynı
görüştedir.

Mâlikîlerden bir rivayete ve İbn Ömer ile İbn Zübeyr'e göre; yaya olarak hacca
gitmeyi adayan kişi, bir müddet yürümekten aciz kalır ve binerse, ertesi sene o binekli
geçtiği mesafeyi yürüyerek yeniden haccetmesi gerekir. Aczi devamlı olduğu takdirde
bir hedy gerekir.

Bu son hadiste Hz. Peygamber'in, Ukbe'nin kız kardeşi için; "Hem yürüsün, hem
binsin." şeklinde emir buyurduklarını görmekteyiz. Bundan; gücü yettiği nisbette
yürüsün, takatsiz kaldığında da binsin manası anlaşılmaktadır, îbn Hacer ve
Nevevî'nin izahları da bu istikamettedir. Bu anlayış; yaya olarak hacca gitmeyi
adayana, aciz değilse adağına uyması gerekir tarzındaki görüşe uygundur. 3301
numarada gelecek olan Eneş hadisinde, yürüme sözkonusu edilmeden, adakta bulunan
zatın bir bineğe binmesinin emredil-diği belirtilmektedir. Çünkü o zat yaşlı idi. Aczi

£1851

belli idi. Onun için Hz. Peygamber (s. a), kendisinden yürümesini istememişti.
Bazı Hükümler

1. Yaya olarak Kabe'ye gitmek üzere yapılan nezirler sahihtir. Ancak Ebu Hanife ye
göre; gidiş maksadının hac veya umre olması gerekir.

2. Böyle bir adakta bulunan kişi, gücünün yettiği ölçüde, adağına riayet eder.
Yürümekten aciz kaldığı takdirde bir bineğe biner ve bir kurban keser. Bu vaciptir.



£1861

İmam Şafiî'nin bir görüşüne göre ise müstehaptır.



3300... İbn Abbas (r.anhüma) şöyle anlatmıştır:

Rasûlullah (s. a) (insanlara) hitab ederken, güneşin altında ayakta duran bir adam
görüp durumunu sordu.

Bu, Ebû İsrail'dir. Ayakta durmayı, oturmamayı, gölgelen-memeyi, konuşmamayı ve
oruç tutmayı adadı, dediler.
Peygamber (s.a):

[1871

"Ona söyleyin; konuşsun, gölgelensin, otursun ve orucunu tamamlasın" buyurdu.
Açıklama

Münzirî, bazı âlimlerin; hadiste anılan Ebû İsrail'in, Kayser el-Âmirî olduğunu çünkü
sahabeler arasında Ebû israil künyesinin sadece bu zâta ait bulunduğunu söylediklerini
nakleder. Münzirî'nin bildirdiğine göre, Ebû İsrail'in adı bu hadisten başka hiçbir
hadiste geçmemiştir. Ebû Kasım el-Beğavî; Ebû İsrail'in adının Kuşeyr olduğunu
söylemiştir.

Bezlü'l-Mechûd'da ise, Ebû Amr'm; "Onun adının Cuseyr olduğu söylenildi" dediği
kaydedilmektedir. Ebû İsrail'in, Ensar'dan mı yoksa Kureyş'ten mi olduğunda da
ihtilâf vardır.

Hz. Peygamber (s.a), cemaate karşı konuşma yaparken güneşte ayakta duran birisini
görünce adamı merak edip sormuş. Kadı Iyaz; "Hz. Peygamber'in sorusu, adamın
adını öğrenmeye yöneliktir. Kendisine cevap olarak isminin söylenmesi de bunu
gösterir" der. Ancak başkaları, sorunun hem adamın adını hem de durumunu
öğrenmeye yönelik olduğunu söylerler.

Hadis-i şerifte iki yönlü bir adak söz konusudur. Bunlardan birisi masiyet (günah)
yönü, diğeri de tâat yönüdür. Adağın güneşin altında hiç oturmadan ayakta durma ve
konuşmama şeklinde olan kısmı masiyet, oruç tutma kısmı da tâattır. Hz. Peygamber
(s.a); adağın masiyet olan kısmını reddetmiş, ibadete ait kısmının ise devamını
istemiştir.

Hadisten anlıyoruz ki, Kur'an'da ve sünnette meşru oldukları belirtilmeyen ve insana
eziyet veren şeyler ibadet değildir. Yalınayak yürümek, güneşin altında kalmak bu
kabildendir.

Avnü'l-Ma'bûd sahibi; Hz. Peygamber'in Ebu İsrail'i ayakta durmaktan ve güneşin
altında kalmaktan men etmesini gözönüne alarak, hadisin, günah işleme konusundaki
adakların geçerli olmayacağına hamledildiğini söyler. Bundan Önceki babın ilk
hadislerim izah ederken bu konuda âlimlerin farklı görüşte oldukları belirtilmiş ve bu
görüşlere işaret edilmişti.

Kurtubî de; Ebû İsrail kıssasının, günah olan veya gücünün yetmeyeceği bir şeyi
yapmayı adayana keffaretin gerekli olmadığını söyleyenler için büyük bir delil
olduğunu söyler. Bu meselenin de münakaşası daha önce geçti. Burada tekrarına gerek
duymuyoruz.

Hattâbî; hadisteki, adağa konu olan şeylerden orucun dışındakilerin bedene eziyet
verdikleri ve birer ibadet olmadıkları için, günaha dönüştüklerini; dolayısıyla bu
adaklara vefanın gerekmediği gibi, keffaretin de lâzım olmadığını savunur.



Bu konuda Aynî'nin söyledikleri de şöyledir: "Oruç bir ibadet olduğu için, Hz.
Peygamber (s.a)Ebû İsrail'e orucunu tamamlamasını emretmişti. Ama diğerleri böyle
değildir. Bu hadis, mubah olan şeyleri konuşmama ve Allah'ı anmayı terketmenin tâat
olmadığına delildir. İçerisinde tâat olmayan, kitap ve sünnetle ibadet oldukları
bildirilmeyen; güneşin altında durmak gibi bedene eziyet olan şeyler de böyledir. Tâat,
Allah ve Rasûlü'nün emrettikleridir."

Avnü'I-Ma'bûd sahibi; hadisi, bazı mutasavvıfların nefis tezkiyesi adı altında nefse
zulüm ederek kendilerine eza ve cefa etmelerinin caiz olmadığına da delil olduğunu
£1881

kaydeder.
Bazı Hükümler

1. İbadet cinsinden bir şeyi yapmayı adayan kişi adağına riayet etmelidir.

2. Günah olan bir şeyi yapmayı adayan kimse, adağının gereğini yerine getirmez. Bazı
âlimlere göre bunun yerine bir yemin keffareti öder. Bazılarına göre bir şey gerekmez.

3. Aynı anda içerisinde hem tâat hem de günah bulunan şeyi veya şeyleri adayan kişi,
tâat cinsinden olanları yapar, günah olanları yapmaz.

4. Kitap ve sünnette emredilmeyen ve bedene eziyet kabilinden olan şeyler tâat değil

UM

aksine isyandır.

3301... Enes b. Mâlik (r.a)'den rivayet edildiğine göre;

Rasûlullah (s. a), iki oğlunun arasında götürülen bir adam görüp durumunu sordu.
Yürümeyi adadı, dediler.
Bunun üzerine Hz. Peygamber:

"Şüphesiz Allah bunun nefsine azab etmesine muhtaç değildir/' rmyurdu ve (bir şeye)
binmesini emretti.

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisin benzerini Amr b. Ebî Amr, A'rac'dan, o da Ebû

£1901

Hureyre vasıtasıyla Hz. Peygamber' den rivayet etmiştir.
Açıklama

Buhar'î hadisi hem Kitabü's-Sayd'de hem de Kitabü'l-Eymân'da rivayet etmiştir.
Kitabü'l-Eymân'daki rivayet ek ;iktir. Tamamı Kitabü's-Sayd'dadır. Orada Hz.
Peygamber'in, oğulları aramda yürümeye çalışan ihtiyarı görünce durumunu sorması,
( İJU jıu )"Bu-ıun hali ne?! "şeklinde ifade edilmiştir.

Müslim'in Ebû Hureyre'den yaptığı bir rivayette de, Hz. Peygamber'in htiyara: "Ey
ihtiyar! Bin, şüphesiz Allah sana da, senin adağına da muhtaç leğildir." buyurduğu
belirtilmektedir.

Bazı kaynaklarda, oğulları arasında güçlükle yürüyebilen bu ihtiyarın ıbû İsrail olduğu
kaydedilir.

Bu hadis, yaya olarak hacca gitmeyi adayıp da yürümekten aciz olan .işinin bir bineğe
binebileceğine delâlet etmektedir. Gerçi burada bu durumda olan kişiye herhangi bir
keffaret söz konusu edilmemiştir; ancak, bu babın daha önce geçen hadislerinden bu
durumda olanların bir kurban keseceği anlaşılmaktadır. Konunun detaylı incelemesi,



imi

önceki hadislerde geçmiştir.



3302... İbn Abbas (r.anhüma)'dan rivayet edildiğine göre;

Rasûlullah (s. a) Kabe'yi tavaf ederken, kendisini, burnundaki halka ile bir başkasının
çektiği bir adama rastladı. Hz. Peygamber (s.a) halkayı eli ile kopardı ve adama, onu

£192]

eli ile yedmesini emretti.
Açıklama

Hadis, BuhaıTde üç defa tekrarlanmıştır. Bunlardan ikisi Kitabü'l-Hacc'da, birisi de
Kitabü'l-Eymân-dadır, Bu üç rivayetten, hacc bahsindekilerden birisi diğer ikisinden
farklıdır. Bu rivayet şu şekildedir: "Hz. Peygamber (s.a) Kabe'yi tavaf ederken bir
adama rastladı. Adamın eli, başka birine bir kayışla yahud bir iple ya da başka bir
şeyle bağlanmıştı. Hz. Peygamber eli ile bu bağı kopardı. Sonra da yanındaki
adama; "Bunu elinle yed" buyurdu."

Buharı'deki birbirinin aynı olan diğer iki rivayet de şu manadadır: "Hz. Peygamber
(s.a) Kabe'yi bir bağ (yular) ile veya başka bir şeyle tavaf eden bir adam gördü ve o
bağı kopardı."

Hadisin Nesâî'deki rivayetinde; anılan adamın bu şekilde tavaf etmeyi adadığı
kaydedilmektedir. Zaten hadisin, üzerinde durulan konu ile alâkası, bu rivayet
sayesinde daha iyi anlaşılmaktadır. Buharı ve Ebû Davud'un hadisi nezir konusunda
vermeleri de adamın bu şekilde tavafı adadığına delildir.

Aynî; cahiliye devri Araplarmm böyle davranışlarla Allah'a yaklaşacaklarını
zannettiklerini söyler. Demek oluyor ki adam, cahiliye devrinden kalma yanlış
bilgisinden dolayı burnuna bağladığı bir iple çekilerek tavaf etmeyi adamış, Hz.
Peygamber de bunu görerek mani olmuştur.

Tercemeye, "Burnundaki bir halka" diye geçtiğimiz kelimesi; devenin boynuna veya
burnuna bağlanan kıl veya yünden yapılmış halka şeklinde bir iptir. Demir halka
£193]

değildir.

Bazı Hükümler

1. Tavaf esnasında hayırlı şeyler konuşmak caizdir.

2. Tavaf halinde olan kışı, gayrı meşru bir şeyin yapıldığını görürse bunu eli ile
değiştirmelidir.

3. Bir kimse, Allah'a tâat olmayan bir şeyi adarsa bu adağına riayet gerekmez.

4. insanlar, insan şerefine yakışmayacak tutum ve davranışlardan kaçınmalıdırlar.

£194]

3303... Ibn Abbas (r.anhüma)'dan rivayet edildiğine göre: Ukbe b. Amir'in kız kardeşi
yürüyerek hacca gitmeyi adadı. Ama buna gücü yetmiyordu. Hz. Peygamber (s.a),
(Ukbe'ye):

"Şüphesiz Allah (c.c), kız kardeşinin yürümesine muhtaç değildir.(Bir şeye)binsin ve



£195]

bir deve veya sığır kurban etsin" buyurdu.

3304... İkrime, Ukbe b. Âmir'den rivayet etmiştir: Ukbe (r.a) Hz. Peygamber (s.a)'e;
Kız kardeşim Kabe'ye kadar yürümeyi adadı, dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a):

"Allah (c.c), kız kardeşinin Kabe'ye kadar yürümesi ile bir şey yapacak değildir."
£1961

buyurdu.
Açıklama

Bu iki hadis Lü'lüî'nin rivayetinde mevcud değildir. Onun için bazı matbu nüshalarda
yer almamıştır.

Mizzî; bu rivayetlerin Ebu'l-Hasen b. el-Abd'm rivayeti olduklarını, Ebu'I-Kasım'ın
bunları zikretmediğini söyler.

Bu rivayetler aşağı yukarı aynı lafızlarla daha evvel geçmiştir. Ancak burada dikkati
çeken önemli bir konu göze çarpmaktadır: Yukarıdaki hadiste Hz. Peygamber'in,
kadına binmesini emrettikten sonra bir "bedene" kurban etmesini de emrettiği
görülmektedir. Bedene; Hanefîlere göre, bir deve veya sığır; İmam Şafiî'ye göre, bir
devedir. Halbuki 3296 numaradaki hadiste Hz. Peygamber'in hayvan türü anmadan bir
hedy götürmesini emrettiği beyan edilmekteydi. Alimlerin, hedyin bir koyunla
karşılanacağı görüşünde oldukları kaynaklarda ifade edilmektedir. Buna göre ortaya
bir güçlük çıkmaktadır. Bu rivayette açıkça Hz. Peygamber, "bedene" kesilmesini
emrettiği halde âlimler bir koyun kurban edilmesini nasıl yeterli bulmuşlardır?
Bu rivayetin, Ebû Davud'un bazı nüshalarında bulunmaması, buna sebep olabilir mi?
£197]

Bilemiyoruz.

20. Beyt-i Makdis'de Namaz Kılmayı Adayan Kimsenin Durumu

3305... Câbir b. Abdillah (r.a)'dan rivayet edildiğine göre: Mekke fethi günü bir adam
ayağa kalkıp;

Ya Rasûlallah! Ben, Allah sana Mekke fethini nasib ederse Beytü'l-Makdis'de Allah
için iki rek'at namaz kılmayı adadım, dedi.Hz. Peygamber (s.a):
"Burada kıl" buyurdu.

Adam sözünü tekrarladı, Hz. Peygamber yine, "Burada kıl" buyurdu. Sonra adam
sözünü bir daha tekrarladı. Bu sefer Rasûlullah:

"Öyleyse sen bilirsin (burada kılmak istemiyorsan Beytü'l-Makdis'de kıl)"buyurdu.
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisin bir benzeri Abdurrahman b. Avf tarafından Rasûlullah

[İM

(s.a)'dan rivayet edilmiştir.
Açıklama

Beytü'l-Makdis, Kudüs şehrindeki Mescid-i Aksâ'dır.

Hadis-i Şerif; belirli bir yerde namaz kılmayı adayan kişinin başka bir yerde namaz



kılmasıyla adağının yerine gelmiş olacağını göstermektedir. Avnu'l-Ma'bûd sahibi; bu
cevazı, adayanın bulunduğu yerin namaz kılmayı adadığı yerden daha efdal olması
kaydı ile kayıtlamıştır. Ancak bu, âlimlerin üzerinde ittifak ettiği bir nokta değildir.
Hanefî mezhebinde, Züfer'in dışındaki âlimlere göre; bir yer tayin edilerek yapılan
nezirlerde, anılan yere itibar şart değildir. Kişi istediği yerde adağını yerine getirebilir.
Bedâiu's-Sanâi'de şöyle denilmektedir: "Eğer şart, falan yerde namaz kılmak veya
falan şehirdeki fakirlere şu kadar sadaka vermek borcum olsun şeklinde bir yer ile
kayıtlı ise, üç imamımıza göre bu adağın başka bir yerde eda edilmesi caizdir. Züfer'e
göre ise bu adak, sadece şart koşulan yerde eda edilebilir."

Merâkı'l-Felâh'm şu ifadeleri ise, daha müşahhas ve konumuzu izahda daha açıktır:
"Biz, zaman, yer, para ve fakir tayinini hükümsüz saydık. Meselâ, Şaban ayı için
adanan orucun yerine Receb orucu kâfidir. Mekke'de veya Mescid-i Nebevi' de, ya da
Mescid-i Aksa' da kılınmak üzere adanan bir namaz Mısır'da kılmsa yeterlidir. Çünkü
edanın sıhhati, yer itibariyle değil, ibadet itibariyledir."

Şâfıîlere göre; Mescid-i Haram'da namaz kılmayı adayan kimse bu adağını ancak
orada eda edebilir. Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa konusunda ihtilâf vardır. İmam
Nevevî,Minhâc adındaki eserinde; "Zahir olan Mescid-i Haram gibi, onların da adakta
tayin edilmesidir" der.

Şerbinî'nin Muğni'l-Muhtâc' daki ifadesine göre; bir kimse Mescid-i Ne-bevî veya
Mescid-i Aksa'da namaz kılmayı adaşa ve Mescid-i Haram'da bu namazı kılsa
yeterlidir. Adağı edada Mescid-i Nebevi Mescid-i Aksa'nm yerine kaimdir. Ama
Mescid-i Aksa, Mescid-i Nebevî'nin yerini tutmaz. Yani Mescid-i Aksa'da namaz
kılmayı adayan bu namazını Mescid-i Nebevî'de kılabilir; fakat Mescid-i Nebevî'de
namaz kılmayı adayan Mescid-i Aksa'da kılamaz.

Sahih-i Müslim ve Ahmed b. Hanbel'in MüsnecTindeki şu hadis yukarıdaki ifadeleri
takviye etmektedir:

İbn Abbas'dan rivayet edildiğine göre; bir kadın hastalanmış ve, "Allah bana şifa
verirse gidip Mescid-i Aksa'da namaz kılacağım." diye adakta bulunmuş. Neticede iyi
olmuş. Sonra, Kudüs'e gitmek üzere hazırlanıp Mey-mûne (r.anha)'ye gelmiş. Selâm
verip durumunu anlatmış. Bunun üzerine Meymûne (r.anha): "Otur ve Rasûlullah'm
mescidinde namazını kıl. Çünkü ben Hz. Peygamber' in; "Buradaki bir namaz Mescid-i
Haram'm dışındaki mescidlerde kılman bin namazdan daha üstündür" buyurduğunu
duy-dum" demiştir.

3309 numarada gelecek olan hadiste, "büvâne" denilen yerde kurban kesmeyi adayan
kişiye, Hz. Peygamber'in; "Adağını yerine getir" buyurduğu beyan edilmektedir. Bu,
üzerinde durduğumuz hadisle, işaret edilen bu hadis arasında bir çelişki olduğunu
göstermez. Çünkü Hz. Peygamber'in kendisine soru soran şahsa verdiği cevap şart
koşulan yerde de adağın ifa edilmesinin caiz olduğunu gösterir. Yani nezrin şart
koşulan yerde edası vacip değil, caizdir. Zaten üzerinde durduğumuz hadisin sonunda

£199]

da Hz. Peygamber: "Öyleyse sen bilirsin" buyurarak bu cevaza işaret etmiştir.

3306... Abdurrahman b. Avf bu (yukarıdaki) haberi Hz.Peygam-ber'in ashabından bazı
şahıslardan rivayet etmiştir. Ravi, Hz. Peygam-ber'in şöyle buyurduğunu eklemiştir:
"Muhammed'i hak ile gönderen (Allah)'a yemin ederim ki, eğer sen şurada namazını
kılsaydm Beyt-i Makdis'te namaz kılmanın yerine kâfi gelirdi." Ebû Dâvûd dedi ki:
Bu hadisi; el-Ensarî, İbn Cüreyc'den rivayet edip, Cafer b. Ömer demiştir. Cafer b.



Ömer de (Hafs b. Amr'm yerine) Amr b. Hayye der. Amr b. Hayye de bunu kendisine,
Abdurrahman b. Avf ve Hz. Peygamber'in ashabından bazı adamların haber
r2001

verdiklerini söyler.
Açıklama

Bu rivayet, yukarıdaki hadisin biraz farklı bir şeklidir. Şevkânî, bu rivayetin çeşitli
yollardan geldiğini ve bu yollardan bir kısmının sika olduğunu, sahabenin meçhul
olmasının hadise zarar vermediğini söyler.

I20O

Ebû Dâvûd, hadisin sonunda, öncekinden farklı bir isnada işaret etmektedir.
21. Kişinin Sahip Olmadığı Bir Şeyi Nezretmesi

3307... tmrân b. Husayn (r.a)'dan rivayet edildi. Dedi ki: Adbâ, Benî Akıl kabilesinden
bir adamındı ve hacıları (n develerini) geçenlerdendi. Adam (devesiyle birlikte) esir
edilip bağlı olarak Hz. Peygamber'e getirildi. Hz. Peygamber (s. a); üstünde kadife olan
bir eşeğin sırtında idi. Adam:

Ya Muhammedi Beni ve hacıları geçen (bu devey)i niçin tutuyorsun? dedi.
Hz. Peygamber:

"Seni, müttefiklerin olan Sakif in suçundan dolayı tutuyorum" buyurdu.
Sakîfliler, Hz. Peygamberdin ashabından iki kişiyi esir etmişlerdi.
Akıl kabilesinden olan adam, söylediği sözler içerisinde "Ben de müslümanım -veya

r2021

ben de müslüman oldum" dedi.

Hz. Peygamber (s. a) geçip gidince -Ebû Dâvûd, "Bu sözü Mu-hammed b. İsa'dan
öğrendim" dedi-; Adam:

Ya Muhammedi Ya Muhammedi diye bağırdı. Rasûlullâh (s. a), merhametli (nazik)
idi. Adama dönüp;
"Ne istiyorsun?" dedi.
Ben müslümanım.

"Eğer sen bunu kendi işine malikken (esir edilmeden önce) söyleseydin tam manasıyla
kurtulurdun."

Ebû Dâvûd; "Sonra Süleyman'ın hadisine döndüm." dedi-: Adam:
Ya Muhammedi Ben açım, beni doyur. Ben susuzum, beni sula. Rasûlullâh:

[2031

"Senin ihtiyacın bu -veya bu onun ihtiyacıdır- (isteğini yapın)" buyurdu.

Sonra adam (Sakîflilerdeki) iki kişiye mukabil fidye olarak verildi. Adbâ'yı ise, Hz.

Peygamber binmek için alıkoydu.

Müşrikler, Medinelilerin otlaktaki hayvanlarına baskın yaptılar ve Adbâ'yı da
götürdüler. Onu götürdüklerinde müslümanlardan bir kadını da esir etmişlerdi. Onlar
geceleyin develerini avlularında çök-türürlerdi. Bir gece hepsi uyudular, kattın kalktı.
Elini hangi deveye dokundursa, deve böğürüyordu. Nihayet Adbâ'mn yanma geldi. O
itaatkâr, binilmeye alışık bir devenin yanma gelmişti. Hemen ona bindi, sonra; eğer
Allah kendisini kurtarırsa onu mutlaka boğazlamayı adadı.

Kadın Medine'ye gelince, devenin Hz. Peygamber'in devesi olduğu anlaşıldı ve



Rasûlullâh bundan haberdar edildi. Bunun üzerine Rasûlullâh haber saldı, kadın

getirildi. Kendisine kadının adağı bildirildi.

Efendimiz:

"Ona ne de kötü ceza vermişsin -veya ona ne de kötü ceza vermiş-; eğer Allah onu
bunun üzerinde kurtarırsa onu mutlaka boğazlayacakmış! Allah'a isyan konusundaki
ve insanoğlunun sahibi olmadığı şeydeki nezre vefa olmaz" buyurdu.

f2041

Ebû Dâvûd: "Esir edilen bu kadın, Ebû Zerr'in karışıdır" dedi.
Açıklama

Adbâ; Hz. Peygamber'in devesinin adıdır. Son derece cins, süratli bir deve idi. Hadis
metnindeki; "hacıları (n develerini) geçen" sözünden maksat da budur.
Metinden anlaşıldığı gibi, bu deve önceleri Benî Akıl kabilesinden birisine aitti. Sonra
Hz. Peygamber ona ganimet olarak sahip oldu.

Oldukça uzun olan bu hadisin içerisinde, zihne takılan, açı klan il m ası gereken bazı
konular var. Önce bunları gözden geçirip bilâhere ihtiva ettiği ahkâma geçelim.

1- Hz. Peygamber (s. a) Benî Akıl kabilesine mensup olan adamı yakalayınca, adam
yakalanış sebebini sormuş; Efendimiz de, "Senin müttefiklerin olan Sakîfin suçu
sebebiyle" karşılığını vermiştir. Çünkü hadiste de belirtildiği gibi Sakîfliler,
müslümanlardan iki kişiyi esir etmişlerdi. Şerhlerde bu müslümanlarm isimlerine ait
bir kayda rastlanılmamaktadir.

Burada insanın aklına, birisinin suçu yüzünden Hz. Peygamber başka birisini niçin
yakalamıştır? şeklinde bir soru gelebilir. Bu mukadder soruya üç türlü cevap
verilmiştir:

a) Sakîfliler; Benî Akîl kabilesi ile, müslümanlara ve müttefiklerinden birine
saldırmayacaklarına dair anlaşma yapmışlardı. Fakat Benî AkîFin müttefiki olan
Sakîf, müslümanları esir etti ve Benî Akîl buna ses çıkarmadı. Sakîflilerin suçları
yüzünden muaheze edildiler.

b) Yakalanan adam kâfirdi ve kendisine emân da verilmiş değildi. Bu durumda olan
birisinin yakalanması, esir edilmesi, hatta öldürülmesi caizdir. Böyle birinin kendi
suçundan dolayı muahezesi caiz olunca, kendisi gibi olan başka birinin suçundan
dolayı muaheze edilmesi de caizdir.

Hattâbî, bu izahın îmam Şafii'den nakledildiğini söyler.

c) Hz. Peygamber'in sözünde gizli bir mana vardır. Rasûlullâh (s.a); "Seni müttefikiniz
olan Sakîflilerin esir ettikleri müslümanlara mukabil fidye olarak vermek üzere
yakaladık." demek istemiştir.

2- Esir edilen adamın, müslüman olduğunu söylemesinden sonra Hz. Peygamber;
"Eğer bunu yetki elinde iken söyleseydin şimdi tam manasıyla kurtulurdun" karşılığını
vermiştir.

Fethu'l-Vedûd'da söz, "Eğer o şahıs esir edilmeden önce müslümanlığmı haber
verseydi hür bir müslüman olurdu. Ama yakalandıktan sonra müslüman olduğunu
söyleyince köle bir müslüman oldu" şeklinde açıklanmıştır. Nevevî de bu konuyu
şöyle izah eder:

"Eğer sen müslüman olduğunu, esir edilmeden önce söyleseydin, tam olarak
kurtulurdun. Çünkü o zaman senin esir edilmen caiz olmazdı. Sen de İslâm ile
esaretten selâmetle ve malından faydalanmak suretiyle feyz bulurdun. Ama esir



edildikten sonra müslüman olunca öldürülmen konusundaki muhayyerlik düşer fakat
köleleştirilmen, fidye olarak verilmen ve karşılıksız salıverilmen konusundaki
muhayyerlik devam eder."

Hattâbî ise, adamın müslüman olduğunu söylemesine rağmen serbest bırakmayıp,
fidye olarak kâfirlerin arasına geri gönderilmesini şu şekilde açıklar:
"Mümkündür ki adam müslüman olduğunu samimiyetten uzak bir hile olarak
söylemiş, Cenab-ı Allah da Rasûlullah'ı adamın bu yalanma muttali kılmıştır. Adamın;
ben açım, doyur, susuzum sula, sözlerine karşılık Rasûlullah'm; "Senin ihtiyacın işte
bu" buyurması da bunu gösterir. Ancak Ra-sûlullah'm vefatından sonra, ben
müslüman oldum diyen hiç kimseye böyle muamele edilemez. Müslümanlığı kabul
edilir. İşi Allah'a havale edilir. Çünkü vahiy kesilmiştir."

Nevevî; adamın müslümanlığmm samimi olması ihtimali gözönüne alındığında Hz.
Peygamber'in onu kâfirlerin yanma göndermesini şöyle izah etmektedir:
"Bir defa hadiste, adam müslüman olduktan ve fidye ile salıverildikten sonra dâr-i
küfre döndüğüne dair bir açıklık yok. Döndüğü farzedilse o zaman, adamm gerek
kendi gücü gerek akrabaları sayesinde dinini açığa vura çak kudrette olduğunu

[2051

söyleriz. Bu durumda olanın küfür diyarına dönmesi de caizdir."
Bazı Hükümler

1. İslâmda fidye caizdir. Müslümanların esir aldığı bir kimse sonradan müslüman
olursa, bu, ganimet sahip lerinin ondaki hakkını düşürmez. Ama, esir alınmadan önce
müslüman olmuşsa malı ganimet olmaz.

2. Kâfirler müslümanlara hücum ederler ve mallarını alırlarsa, bu mala sahip
olamazlar. Dolayısıyla, müslümanlar sonra kâfirlere galip gelip o malları geri alsalar,
bu mallar ilk sahiplerine ait olur.

Bu görüş İmam Şafiî'ye aittir. Nevevî; hadisin, İmam Şafiî ve onun gibi düşünenler
için delil olduğunu söyler.

Hanefîlere göre ise; kâfirler müslümanlarm mallarım ganimet olarak alır ve
memleketlerine götürürlerse ona sahip olurlar. Dolayısıyla tekrar müslümanlarm eline
geçse eski sahipleri hak iddia edemezler. Almak isterlerse bedelini vererek alabilirler.
Hanefîler; Ebû Zerr'in hanımının Advâ'yı Medine'ye getirdikten sonra Rasûlullah
devenin kendisine ait olduğunu ihsas ettirerek, "Kişinin sahibi olmadığı şeydeki
nezrine vefa yoktur." buyurmasını şöyle izah ederler:

"Kâfirler müslümanlara hücum edip mallarını almış fakat henüz kendi memleketlerine
götürmemişlerse, onlara sahip olamazlar. Dolayısıyla müslümanlar kâfirlere galebe
çalıp malları geri alırlarsa bu mallar ilk sahipleri-nindir.

Bu hadiste de Medine'nin hayvanlarını yağma edip götürenlerin bu malları kendi
memleketlerine soktuklarına dair bir kayıt yoktur. Hatta onların develeri,
müslümanlardan korktukları için çadırlarının hemen önüne çökertmeleri, daha yolda
olduklarını gösterir."

3. Bir kadının, mahremi olmadan yolculuğa çıkmasının yasak oluşu, zorunlu olmayan
yolculuklar içindir. Dinî bir vecibeden dolayı olan yolculuklar için değildir.

Bu izah Hattâbî'ye aittir. Hanefîler bu görüşte değildirler.

4. Bir kimse, günah olan bir şeyi yapmak için adakta bulunursa adağının gereğini
yerine getirmez.



5. Sahibi olmadığı bir şeyi sadaka olarak vermeyi veya böyle bir hayvanı kurban

f2061

etmeyi adayan kişi bu adağını yerine getirmez.
22.Vefa Gösterilmesi Emredilen Adak

3308... Amr b. Şu'ayb'm, babası vasıtasıyla dedesinden rivayet ettiğine göre:

Bir kadın Hz. Peygamber (s.a)'e gelip;"Ya Rasûlallah, ben senin huzurunda def

çalmayı adadım" dedi. Hz. Peygamber(s.a): "- Nezrini yerine getir" buyurdu. Kadın:

Ben, -cahiliye ehlinin kurban kestikleri yeri işaret ederek- şöyle şöyle bir yerde kurban

kesmeyi adadım, dedi.

Rasûlullah:

"Resim şeklindeki bir put için mi?"
Hayır.

"Heykelden bir put için mi?"
Hayır.

r2071

"Nezrini yerine getir"
Açıklama

"Resim şeklindeki bir put" diye terceme ettiğimiz "Sanem", İbnü'l-Esîr'in en-Nihâye
adındaki eserinde belirtiği ne göre; cüssesi olmayan resimden puttur. "Heykelden bir
put" diye terceme ettiğimiz "Vesen" de; herhangi bir maden, taş veya tahtadan
yapılmış, cüssesi olan insan heykeli veya benzeri putlardır. Vesen ve sanem kelimeleri
arasında bir fark olmayıp, birinin diğeri yerinde kullanıldığını söyleyenler de vardır.
Adağın tâat cinsinden olması icabettiği ve bu tip adaklara riayetin gerekli olduğu, daha
önce geçen bahislerde belirtilmişti. Yine oralarda, günah olan bir şeyi yapmak üzere
edilen nezirlere itaat edilmeyeceği ve bazı mezheplere göre bunun yerine bir yemin
keffaretinin ödenmesi gerektiği söylenmişti.

Üzerinde durduğumuz hadiste anılan kadının iki ayrı adağının olduğu görülmektedir.
Şimdi bunları teker teker ele alıp inceleyelim:

1- Hz. Peygamber (s.a)'in huzurunda def çalma tarzında olan adak:

Tirmizî'nin Menâkıb'da rivayet ettiği bir hadisten anladığımıza göre,

bu adak Hz. Peygamber'in bir savaştan dönmesi ile alâkalıdır. Orada belirtildiğine

göre, Peygamber (s. a) bir savaştan döndüğünde siyah bir cariye karşısına çıkıp; "Ya

Rasûlallah, Allah seni sağ salim getirirse senin huzurunda def çalmayı adadım"

demiştir.

İbn Hibbân'm Sahih' indeki bir rivayetinde de Hz. Peygamber'in kadına, "Eğer
adadmsa yap, ama adamadmsa yapma*' buyurduğu; kadının da "adadım" dediği ilâve
edilmektedir. Yine bu rivayette belirtildiğine göre, Hz. Peygamber oturmuş, cariye de
kalkıp def çalmıştır.

Yukarıda da ifade edildiği üzere, bu def çalmayı adama konusu Hz. Peygamber'in bir
savaştan dönmesi ile alâkalıdır. Yani Rasûlullah'm dönmesine, buna karşılık kâfirlerin
rezil olmasına sevinmenin bir nişanesidir. Bu hal def çalmayı adamaya bir tâat havası
vermektedir. Hattâbî, buna işaretle şöyle der:

"Def çalmak, adakların bağlanabileceği tâatlerden değildir. En iyi hali olsa olsa mubah



olur. Ancak Hz. Peygamber'in bir savaşından Medine'ye dönmesi, kâfirlerin
perişanlığı ve münafıkların burnunun sürtülmesi bu sevinci doğurduğu için bir çeşit
nafile ibadet olmuştur. İşte bundan olayı def çalmak mubah olmuştur."
2- Kâfirlerin kurban kestikleri bir yerde kurban kesmek ile ilgili adak:

Hz. Peygamber, bu adağın bir put için olup olmadığını sormuş; "hayır" cevabını
alınca, nezrin yerine getirilmesini emretmiştir. Bu gösteriyor ki, eğer adak meşru ise
adandığı yerin gayri meşru olması adağa mani olmaz. Ancak, bizim Bezlü'l-
Mechûd'un izahına bakarak, "Bir put için mi adadın" diye terceme ettiğimiz cümle,
Avnü'l-Ma'bûd'da; "Cahiliye insanları orada bir put için mi kurban keserlerdi?"
şeklinde izah edilmiştir. Buna göre Hz. Peygamber (s.a)„ kadının kurban kesmek
üzere adakta bulunduğu yerin kâfirlerin putları için kurban kestikleri bir yer olup
olmadığını sormuş, "hayır" mcevabmı alınca, nezrine vefa göstermesini emretmiştir.
Avnü'I-Ma'bûd'un bu izahı kâfirlerin tapındıkları, bayram yaptıkları ve putları için
kurban kestikleri yerlerle kayıtlı olan adaklara itibar edilmemesi gerektiğini gösterir.
Daha önce belirtildiği üzere, herhangi bir yerde ifa edilmek üzere yapılan nezirlerin,
denilen yerlerde yapılması âlimlerin çoğuna göre lâzım değildir. Bir kimse kâfirlerle
hiçbir alâkası olmasa bile, falan yerde kurban kesmeyi adaşa, başka bir yerde adağını
ifa edebilir. Buna göre, hadiste bahsi geçen kadının adağı haddizatında bir tâattir. Yani
nezre konu olması caizdir. Bu adağını orada yerine getirmesi için de hadiste herhangi

r2081

bir kayıt mevcut değildir.
Bazı Hükümler

1. Bir ibadete vesile olan hareketler, birer nafile ibadet hükmündedir.

2. Allah'a isyan olmayan konulardaki adaklar yerine getirilmelidir.

3. Bir adağın, kâfirlere mahsus bir yerle kayıtlanması, o adağı meşru olmaktan
çıkarmaz. Ancak bu yer kâfirlerin putları için tapındıkları bir yerse durum farklıdır.
f2091

3309... Sabit b. Dahhâk (r.a)'den rivayet edilmiştir. Der ki: Rasûlullah (s. a) zamanında
bir adam, Büvâne'de bir deve kesmeyi adadı. Hz. Peygamber'e gelip:
Ben Büvâne'de bir deve kurban etmeyi adadım, dedi.Hz. Peygamber:
"Orada cahiliye putlarından tapınılan bir put var mı?" dedi.
Sahâbîler: Hayır, dediler. Hz. Peygamber:

"Orada onların bayramlarından bir bayram var mı?" Sahâbîler: Hayır, dediler. Hz.
Peygamber, adama:

"Adağını yerine getir. Şüphesiz Allah'a isyan konusundaki ve insanoğlunun malik

mm

olmadığı şeydeki adağa vefa yoktur, "buyurdu.
Açıklama

Hz. Peygamber'e soru soran zâtın, Kerûm b. Süfyân b. Ebân veya Kerûm b. Kays b.

mn

Ebî Sâib olduğu şeklinde görüşler vardır.



Büvâne, İbnü'l-Esir'in ifadesine göre; Arap denizi taraflarında bu güne kadar Nahle
diye meşhur olmuş olan Yenbu kasabasının arka tarafında bir tepedir
Telhîs'de, Ebû Ubeyde'ye atfen; Büvâne'nin, Şam ile Diyarbakır arasında bir yer adı
olduğu söylenir. Beğavî ise , Mekke'nin aşağısında Yelem-lem yakınlarında bir yer
olduğunu söyler.

Büvâne yerine Bevâne denildiği de vakidir.

Hz. Peygamber (s. a) bu hadiste Allah'a isyanı konu edinen ve insanın sahib olmadığı
şeylerden olan adakların meşru olmadığına işaret etmiştir. Bazı âlimler bu ifadelerden,
ibadet cinsinden olmamakla beraber yapılması yasak olmayan mubah şeyleri
adamanın caiz olduğu sonucuna varmaktadırlar. Ancak bu mefhumu muhalefetle
hüküm çıkarmadır. Mefhumu muhalefet de bazı âlinilerce delil sayılmaz.
Daha önce geçen ve; "Adak ancak, kendisi ile A Han'ın rızası istenilen şeyde olur"
manasına gelen hadis, nezre konu olan şeyin ibadet cinsinden olmasını gerekli kılar.
O zaman hadisler arasında bir çelişki sözkonusu olmaktadır. Zahirde görülen bu
çelişki iki yolla giderilebilir:

1- Üzerinde durduğumuz hadiste Hz. Peygamber'in yapılması mubah olan şeylerde
nezrin caiz olduğunu bildiren sarih bir ifadesi yoktur. Aksine, Allah'a isyan konusunda
ve kişinin sahip olmadığı şeyde nezrin olmayacağını söylemiştir. Öbür hadis ise,
ibadet cinsinden olmayan şeylerde nezrin olmadığında açıktır.

2- Bu hadisin mubah şeylerde nezrin cevazına işaret olduğu kabul edilirse, bu mubaha
mutlak manada bakılmaz. Bazı mubahlar niyetle ibadet haline gelir. Meselâ gece
ibadete kalkabilmek maksadıyla gündüz uyumak, sonucu tâat olan bir mubahtır. Yine
gündüz oruca dayanabilmek için sahur yemeği yemek, niyette tâat olan
mubahlardandır. O halde burada kastedilen mubah; ibadet kastı olan veya ibadete

12121

yardımcı olması maksadı güdülen mubahtır.

3310... Meymûne binti Kerdem'in şöyle dediği rivayet edil mistir: Hz. Peygamber'in
(veda) haccmda babamla birlikte çıktım. Ra-sûlullah (s.a)'ı gördüm. İnsanların
"Rasûlullah" dediklerini duydum. Gözümle onu takibe başladım. Babam kendisine
yaklaştı. Rasûlullah devesinin üzerinde idi. Elinde öğretmenlerin sopası gibi (ince) bir

um

sopa vardı. Bedevilerin ve insanların "Tab, tab" dediklerini duydum.

12141

Babam ona (iyice) yaklaştı, ayağını tuttu. Hz. Peygamber buna ses çıkarmadı,
durup babamı dinledi. Babam:

Ya Rasûlallah, ben bir erkek çocuğum dünyaya gelirse, Büvâne (dağı)'nin tepesinde
dik yokuşlu yollarda birkaç koyun kurban etmeyi adadım, dedi. -Abdullah b. Zeyd:
"Tam bilmiyorum ama, galiba elli koyun demişti" dedi.- Rasûlullah:
"Orada putlardan bir şey var mı?" diye sordu. Babam:
Hayır, dedi. Rasûlullah (s.a):

"Allah için adadığın şeyi yerine getir" buyurdu.Meymûne devamla şöyle dedi:
Babam koyunları toplayıp kesmeye başladı. Koyunlardan biri kurtulup kaçtı. Babam;

12151

"Ey Allah'ım, benim adağımı ödet" diyerek onu aradı. Buldu ve kesti.



Açıklama



Bu hadis, Kitabü'n-Nikah'da 2103 numarada geçmiştir. Ancakj Kerdem'in Hz.
Peygamber'in ayağını tuttuktan sonra Rasûlullah'la konuşması, buradakinden tamamen
farklı olarak takdim edilmiştir.

Bu hadisle, bir önceki hadisteki vakıanın aynı olup, rivayetlerinde bazı farklılıkların
bulunması mümkün olduğu gibi, ayrı ayrı hâdiselerle ilgili olmaları da mümkündür.
Adakta bulunan şahsın; dağ tepelerinde, sarp yokuşlarda kurban kesmeyi adaması,
adağına kuvvet kazandırmak içindir. Gerçi adaklar bir şeyin olup olmamasına tesir
etmez, Allah'ın takdirini değiştirmez. Fakat, anlaşılıyor ki adak sahibi Hz. Peygamber'i
ilk defa görmüş, onun sohbetinden istifade edememiştir. Onun için, adağın ve adağı
zorlaştırmanın takdire tesiri olmayacağını bilmiyordu. Eskiden kalma bilgisine
dayanarak, eğer yapılması zor bir şey adarsa arzusuna nail olacağını zannediyordu.
Hadis, bir yerle kayıtlı olan adakların eğer o yerlerde tevhide aykırı bir şey yoksa
oralarda eda edileceğine delil gösterilir. Hattâbî şöyle der:

"Hadis; Mekke'de veya başka bir yerde, yemek yedirmeyi ya da kurban kesmeyi
adayan kişinin, bu adağını başka yerlerin fakirlerine ifa etmesinin caiz olmadığına
delildir. Bu görüş Şafiî mezhebine göredir. Şafiî'den başkaları bu adağın başka
yerlerde de eda edilebileceğini söylerler."

Hadisin, Hattâbî'nin anladığı manaya delâlet etmesi mümkündür. Ama bu kesin
değildir. Çünkü Hz. Peygamber, bir defa kurbanların orada kesilmesinin şart olduğunu
söylememiştir. Ayrıca "Orada putlardan bir şey var mı?" diye sorarken, kurbanın
kesilip kesilemeyeceğini değil de adağın sahih olup olmadığını aramış olabilir. Çünkü
eğer orada put varsa adağın eski alışkanlıklara binaen, Allah rızasından başka bir şey
için olması tehlikesi mevzubahistir. Nitekim Ahmed b. Hanbel ve Beğavî'nin
rivayetlerinde İbni Kerdem'in; "Ben cahiliye devrinde iken Büvâne'nin tepesinde

[2161

birkaç koyun kesmeyi adadım..." dediği belirtilmektedir.

3311... Artır b. Şu'ayb, Meymûne binti Kerdem b. Süfyân kanalıyla babası
Kerdem'den, önceki hadisin benzerini rivayet etmiştir. Bu rivayet Öbüründen biraz
muhtasardır.

(Bu rivayete göre) Hz. Peygamber (s. a):

"Orada put veya cahiliye bayramlarından bir bayram var mı?" dedi.
Kerdem:

Hayır, dedi. (Kerdem der ki):

Benim şu annemin yürüme adağı borcu var, onu ödeyeyim mi? İbn Beşşâr bazan, "onu
ödeyelim mi?" derdi- dedim; (Rasûlullah:)

mu

"Evet" buyurdu.
Açıklama

12181

Hadis yukarıdaki hadisin tarkiı bir rivayetidir.
(İzahı)
gerektirecek bir şey yoktur.



23. (Tüm) Malını Sadaka Olarak Vermeyi Adayan Kimse Hakkındaki Hadisler



3312... Kâ'b b. Mâlik'den rivayet edilmiştir,, şöyle demiştir: Rasûlullah'a:
Yâ Rasûlallah! Şüphesiz Allah ve Rasûlü için sadaka olarak malımdan soyulmam
(malımın tümünü sadaka olarak vermem) benim tev-bem (in kemalin) dendir, dedim.
Rasûluliah (s. a):

"Malının bir kısmını kendine alakoy, bu senin için daha hayırlıdır." buyurdu.
Kâ'b demiştir ki:

[219]

Ben de; Hayber'deki sehmimi kendime alıkoyuyorum, dedim.
Açıklama

Hadisin zahirî manasının babın mevzuu ile pek bir münasebeti yok gibidir. Çünkü bab,
malının tamamını dağıtmayı adamakla ilgilidir. Hadiste ise, Kâ'b (r.a)'m malını
tasadduk etmeyi adadığına dair bir kayıt mevcut değildir. Hatta Hz. Kâ'b'm tevbenin
kemali için malını dağıtmak istediği ve bunu Rasûlullah'a danıştığı açıkça ifade
edilmektedir.

Sarihler, hadisin başlık ile münasebetini bir takdir yaparak izah ederler. Buna göre
babın manası; "Bir günahtan dolayı tevbe eden kişi malının hepsini sadaka olarak
verse veya malının tümünü tasadduk etmeyi adaşa bu adağı geçerli midir?" şeklinde
olmalıdır.

Kâ'b b. Mâlik, Tebük seferine iştirak etmeyip bundan dolayı Allah'a tevbe eden ve
tevbesi kabul edilen üç kişiden birisidir. Bu hadiste konu edilen tevbe işte bu tevbedir.
Yani Kâ'b; sefere iştirak etmemesinden dolayı ettiği tevbeye, malını fukaraya
dağıtmayı da eklemek istemiştir.

Hadiste Hz. Peygamber (s.a)'in, kendisine soru soran Kâ'b'a; malının bir kısmını
kendisi için alıkoymasını emrettiğini görüyoruz. Bu durumda olan bir kimsenin
alıkoyacağı malın oranı ve böyle bir adağın hükmü gibi konularda, âlimlerin farklı
görüşleri vardır. Bu babdaki hadislerin hepsi aşağı yukarı aynı manayı ifade ettikleri
ve bazılarında konuya açıklık getirecek kayıtlar bulunduğu için biz bu görüşleri babın
sonuna almayı uygun bulduk.

Bilindiği gibi, Hz. Peygamber (s. a); Hz. Ebü Bekir'in malının tamamını Allah yolunda
sarfetme yolundaki arzusuna karşı çıkmamıştır, Bezlü'l-Mechûd sahibi, Ebû Bekir ile
Kâ'b'a yapılan muamelelerin farklılığını, onların mertebelerindeki farklılığa
\220~]

hamletmiştir.

3313... Kâ'b b,. Mâlik'in oğlu Abdullah'ın babasından rivayetine göre;
Kâ'b, tevbesi kabul edilince, Rasûluliah (s.a)'a:
Ben malımdan soyulacağım... (malımın hepsini dağıtacağım), dedi.
Ravi Ahmed b. Salih (bundan sonra), "O senin için daha hayırlıdır" sözüne kadar,

[2211

önceki hadisin benzerini söyledi.

3314... Kâ'b b. Mâlik'den rivayet edildiğine göre;

O veya Ebû Lübâbe ya da Allah'ın dilediği birisi, Hz. Peygamber (s.a)'e:

İçerisinde günaha girdiğim, kavmimin bu yurdunu terketmek ve malımın tümünden

sadaka olarak soyulmak benim tevbemdendir, dedi.Hz. Peygamber (s. a):



T2221

"Üçte birini vermen yeter" buyurdu.



Açıklama

Bu rivayette Hz. Peygamber (s.a)'e gelip, malının tümünü tev-besinin kemali için
sadaka olarak dağıtmayı istediğini söyleyen zâtın kim olduğunda şüpheye
düşülmüştür. Anılan şahsın Kâ'b b. Mâlik olabileceği gibi Ebû Lübâbe veya bir
başkasının da olabileceğine de işaret edilmektedir.

Ebû Lübâbe de, Kâ'b b. Mâlik gibi, Tebük seferine iştirak etmeyip tevbe eden ve
tevbesi kabul edilenlerdendir. İbn Abdilberr'in el-İstîâb fi Ma'rifeti'I-Ashâb adındaki
eserinde naklettiğine göre; Ebû Lübâbe, Tebük seferine gitmemiş, sonra kendisini bir
direğe bağlayıp, Allah tevbesini kabul edinceye kadar çözmemeye, hiçbir şey yiyip
içmemeye yemin etmişti. Bir hafta bir şey yiyip içmeden kalıp bayılmış, sonunda
kendisine tevbesinin kabul edildiği haber verilmiş fakat o, "Bu sefer de Rasûlullah
gelip çözünceye kadar kendisini çözmemeye yemin etmiş", nihayet Hz. Peygamber
gelerek onu eli ile çözmüştür. Bunun üzerine Ebû Lübâbe: "Ya Rasûlallah! İçerisinde
günaha girdiğim kavmimin evini terketmek ve bütün malımdan, Allah ve Ra-sûlü için
soyulmak da benim tevbemdendir" demiş, cevap olarak Hz. Peygamber (s. a): "Üçte
biri yeter, ya Ebâ Lübâbe" karşılığını vermiştir.

Görüldüğü gibi, İbn Abdilberr, bahsetmekte olduğumuz hadisteki sa-ıâbînin Ebû
Lübâbe olduğunu belirtmektedir. İmam Mâlikin Muvatta'm-ia da Ebû Lübâbe'nin adı
geçmektedir.

Muvatta'm rivayeti şu şekildedir:

İbn Şihâb'a haber verildi ki Ebû Lübâbe b. Abdilmünzir, tevbesi kabul edildiğinde:
Ya Rasûlallah, içerisinde günaha girdiğim kavmimin yurdunu terke-lip sana komşu
olayım mı? Allah ve Rasûlü için sadaka olarak malımdan ;oyulayım mı? dedi.Hz.
Peygamber (s.a):

"Bunun yerine, üçte biri yeter" buyurdu.

İmam Mâlik, yukarıdaki hadisi naklettiği babın sonunda Ebû Lübâbe'-ıin hadisine
istinad ederek; malının tümünü Allah yolunda harcamayı ada-'inm, malının üçte birini

[2231

dağıtmasının yeterli olduğunu söyler.

3315... Ma'mer, Zührî'den; Kâ'b b. Mâlik'in oğlunun şöyle deliğini nakleder:
Ebû Lübâbe...

Ravi önceki rivayeti mana olarak zikretti. Hâdise Ebû Lübâbe'-e aittir.
Ebû Dâvûd dedi ki:

Bu hadisi, Yunus, İbn Şihâb'dan, o da Sâib b. EbîLübâbe oğul-ırmın birinden rivayet
etti.

Zebîdî de, Zührî vasıtasıyla Hüseyn b. Sâib b. Ebî Lübâbe'den ir benzerini rivayet
T2241

etmiştir.
Açıklama

Önceki rivayetlerde, malının tümünü sadaka olarak vermek hâdisesi, Kâ'b b. Mâlik'e



isnad edilmekte idi. Burada ise hadisenin kahramanı olarak Ebû Lübâbe anılmaktadır.

[225]

Musannif, işte buna işaret etmek için bu rivayeti nakletmiştir.
3316... Kâ'b b. Mâlik'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:

Ya Rasûlallah! Şüphesiz malımın tümünü Allah ve Rasûlü'ne sadaka olarak çıkarmam,

benim Allah'a tevbemdendir, dedim.. Hz. Peygamber:

"Hayır" buyurdu.

Yarısını, dedim. "Hayır" buyurdu.

Üçte birini, dedim.

"Evet" karşılığını verdi. Ben de;

r2261

Hayber'deki sehmimi alıkoyacağım, dedim.
Açıklama

Görüldüğü gibi, bu rivayet, öncekilerden biraz daha farklıdır. Bunda fazla olarak; Kâ'b
b. Mâlik'in, önce malının tümünü sadaka olarak vermek istediğini, Rasûlullah kabul
etmeyince yarısını; yine kabul etmeyince, üçte birini vermeyi istediğini ve
Efendimiz'in de bunu uygun bulduğunu görmekteyiz. Zaten hadisin değişik
rivayetlerinin tekrar tekrar verilmesi, rivayetler arasındaki bu farklara işaret içindir.
Bu babdaki rivayetlerin tümünden, malının tamamını Allah yolunda sadaka olarak
vermeyi adamanın caiz olduğu anlaşılmaktadır. İbn Rüşd, bu konuda âlimlerin ittifak
halinde olduklarım söyler ve bu hükmün; nezirlerin bir şarta hağholmadan mutlak
olması haline ait olduğunu kaydeder. Nezrin, "Şu işi yaparsam, şu adağım olsun" gibi
bir şarta bağlı olması halinde;

Şafiî'ye göre bu nezre riayetin gerekli olmadığını, ancak sahibine yemin kef-fareti
gerektiğini de belirtir.

Malının tümünü Allah yolunda sarfetmeyi adayan kişinin, bu adağım nasıl eda edeceği
konusunda âlimler oldukça farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Fethu'l-Bârî ve Neylü'l-
Evtâr'da bu konuda on ayrı görüş olduğu kaydedilir. Avnu'l-Ma'bûd, el-Muğnî ve
Bidâyetu'l-Müctehid'de de işaret edilen bu görüşlerden, günümüzde mensubu bulunan
mezhep imamlarına ait olanları şöyledir:

İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre; böyle bir adakta bulunan kişi malının üçte
birini sadaka olarak verir.

İmam Şafiî'ye göre; malının tamamını verir. İbrahim en-Nehaî de İmam Şafiî ile aynı
görüştedir. Bu hüküm, nezrin teberrur yemini olması ile ilgilidir. Lücâc ve öfke
halinde edilen nezirde, isterse yemin keffareti de verebilir.

Teberrur nezri; mutlak veya bir menfaatin temini ya da bir zararın defi şartına
bağlanan nezirdir. Lücâc ise, husumet ve öfke halinde yapılan nezirdir. İnat nezri
demektir. Meselâ, birisiyle konuşmak istemeyenin, "Falanla konuşursam bir hacc
nezrim olsun" demesi gibi.

İmam A'zam Ebû Hanîfe'ye göre; zekâta tabi olan mallarının tümünü verir. Nezreden;
nezrini, olmasını arzu etmediği bir şarta bağlarsa İmam A'-zam'dan bi: görüşe göre, bu
şartın tahakkuku dışında yemin keffareti gerekir. İmam Muhammed de aynı
görüştedir.

Neylü'l-Evtâr'da, sahibine işaret edilmeden şöyle bir söz nakledilir:



"Denildi ki, malın tümünü sadaka olarak vermek, duruma göre değişir: Güçlü olan,
buna sabredeceği bilinen kişiye mani olunmaz. Malını dağıtmasına izin verilir. Hz.

r2271

Ebû Bekir'in yaptığı bu şekilde mütalaa edilir..."
Bazı Hükümler

1. Bir kimsenin, malının tümünü sadaka vermek üzere adakta bulunması caizdir.

2. Bu durumda olan kişi kendisi için bir miktar mal bırakır.

r2281

3. Günahından tevbe eden kişinin, tevbesini sadaka ile güçlendirmesi meşrudur.
24. Ölünün Adağını Onun Namına İfa Etmek

3317... İbn Abbas (r.anhüma)'dan rivayet edildi ki: Sa'd b. Ubâde (r.a), Rasûlullah
(s.a)'tan fetva sorup;

Şüphesiz annem ödemediği bir nezir borcu olduğu halde öldü (ne yapayım?) dedi. Hz.
Peygamber (s.a):

r2291

Onun yerine sen öde" buyurdu.
Açıklama

Bezlü'l-Mechûd'un ta'likmda, Evcez ve Feth'den naklen, İbn Abbas'm mezkûr kıssaya
şahit olmadığı, dolayısıyla bu hadisin sahâbî mürsellerinden olduğu ifade
edilmektedir.

Hadisin tahricinde görülebileceği gibi, bu hadis Kütüb-i Sitte'nin tamamında

mevcuttur. Ebû Davud'un rivayeti, ifade olarak diğerlerinden biraz farklıdır.

Buharî'nin Kitabü'l-Eymân'daki rivayetinin sonunda ravilerden birisi; "Bundan sonra

da (ölenin nezrini ödeme) sünnet halini aldı" demektedir.

Kadılyaz; "Görünen, onun nezri ya maldı, ya da mutlaktı" demektedir.

Askalânî, bu ilâveyi; Şu'ayb'm Zührî'den yaptığı rivayetin dışında hiçbir rivayette

görmediğini söyler.

Hadiste anılan, Sa'd'ın annesinin adı, Amra'dır. Kadının babasının adının ise Mes'ud
mu yoksa Sa'd mı olduğunda iki farklı görüş vardır.

Sa'd b. Ubâde'nin annesinin adağının ne olduğu konusunda kesin bir görüş mevcud
değildir. Bu meseleye ışık tutan haberler birbirleri ile çelişki arzetmektedir. Bu
eserlerde kadının adağının; oruç, köle azad etmek ve sadaka olduğuna dair kayıtlar yer
almaktadır.

Askalânî, Fethu' 1 -Bârî'de konu ile ilgili farklı haberleri verdikten ve Kadı Iyaz'in
yukarıdaki sözüne işaret ettikten sonra; "Bence, o adak Sa'd'e göre muayyendi"
r2301

demektedir.

Hadis-İ şerif, ölünün borçlarının ödenmesinin gerekli olduğuna delildir. Ancak borcun
çeşidi ve cinsine göre âlimler arasında farklı görüşler vardır:

Eğer borç, kullara ait malî bir borçsa, ölünün terekesinden bu borç ödenir. Bu konuda
her hangi bir ihtilâf bilinmemektedir.



Borç adaktan dolayı ise,bu adak ya malîdir ya da bedenîdir. Adak da, ya öldüğü
zamanki hastalığı esnasında olmuştur, ya da önce olmuştur.

1- a) Eğer adak mâlî ise ve ölümü anındaki hastalığından önce olmuş ise;

Şâfıîlere göre; ölen vasiyyet etmemiş olsa bile bıraktığı terekeden ödenir. Miktarının

az veya çok olmasına bakılmaz.

Askalânî, bu görüşün cumhura ait olduğunu söyler.

Hanefî ve Mâlikîlere göre; ölen nezir borcunun ödenmesini vasiyet etmişse, o takdirde
vârisler bunu ödemek zorundadırlar. Aksi halde böyle bir mecburiyetleri yoktur.
Bunda vasiyet şart olduğuna göre terekenin üçte birini geçerse vârisler fazlasını
ödemek mecburiyetinde değildirler. Bu görüş sahipleri Hz. Peygamber'in Sa'd'e;
"Onun yerine sen öde" buyurmasmdaki emri, nedbe hamletmişlerdir.
b) Adak, ölenin ölüm hastalığında olmuş ise; Şâfiîlere göre de bu adak malın üçte
birinden olmalıdır. Ölen, malî olan adağının ödenebileceği kadar mal bırakmamışsa
vârislerin bunu ödeme mecburiyetleri yoktur. Ancak ödemeleri müstehaptır. Bu
konuda dört mezhep müttefiktir.

2- Adak bedenî ibadetlerle ilgili ise; genelde prensip olarak bu adak başkası tarafından
eda edilemez. Çünkü bedenî ibadetlerde niyabet caiz değildir. Hz. Peygamber (s. a),
Nesâî'nin rivayet ettiği bir hadiste; "Kimse kimsenin yerine namaz kılamaz ve kimse
kimsenin yerine oruç tutamaz." buyurmuştur.

İmam Ebû Hanîfe, İmam Mâlik ve İmam Şafiî'nin bir görüşü bu istikamettedir.
Ahmed b. Hanbel'e ve İmam Şafiî'nin diğer bir görüşüne göre ise, oruçta niyabet
caizdir. Yani bir kimse oruç tutmayı adaşa ve ödemeden ölse, onun yerine bir başkası
tutabilir. Hanefî ve Mâlikîlerle, Şafiî'nin bir görüşüne göre; oruçta niyabet olmaz.
Ancak orucun yerine fakir doyurulur.

1231]

Haccda ise ittifakla niyabet caizdir. Bir kimse başkasının yerine hacc edebilir.
Bazı Hükümler

Vârisler, murislerinin adayıp da ödemeden öldükleri mal ile ilgili nezir borçlarım;
terekesi varsa mecburen öderler. Ancak bunun için vasiyetin gerekli olup olmadığında
âlimlerin ihtilâfı vardır.

Ölen kimse, miras olarak bir şey bırakmamışsa; ister vasiyet etsin ister etmesin,
vârisler bunu kendi mallarından ödemek zorunda değildirler. Ödemeleri ise
f2321

müstehaptır.

3318... İbn Abbas (r.anhüma)'dan rivayet edildiğine göre;

Bir kadın gemiye bindi ve Allah kendisini kurtarırsa (sahile çıkarırsa) bir ay oruç
tutmayı adadı. Allah onu kurtardı, fakat kadın orucu tutmadan Öldü. Kızı -veya kız
f2331

kardeşi- Rasûlullah'a geldi, (meseleyi sordu). Hz. Peygamber de kendisine; onun

12341

(ölenin) yerine oruç tutmasını emretti.



Açıklama



Tercemeye "Gemiye bindi" diye geçtiğimiz cümlesinde mecazî bir ifade
kullanılmıştır. Bu, mahallin zikredilip hallin murad edilmesi kabilindendir. Çünkü,
"deniz" demektir; ama burada "deniz" değil, denizdeki gemi kastedilmiştir. Bu kabil
kullanışlara Arap edebiyatında çok rastlanır.

Hadiste sözkonusu edilen kadın ve kızının kimler olduklarına ait bir kayda
rastlayamadık.

Hadisin zahiri, bir başkasının yerine oruç tutmanın, dolayısıyla ölenin adadığı orucun
başkası tarafından tutulmasının caiz olduğuna delâlet etmektedir. Oysa yukarıdaki
hadisin izahında belirtildiği gibi; âlimlerin çoğuna göre bu caiz değildir. Çünkü oruç
bedenî bir ibadettir ve bedenî ibadetlerde niyabet cari değildir. Üstelik Hz.
Peygamber'in bunu sarahaten nehyettiğini bildiren hadis vardır.
Avnü'l-Ma'bûd sahibi; bu görüşte olanların, üzerinde durduğumuz hadiste emredilen
orucu fidye vermek şeklinde te'vil ettiklerini söyler. Yani Hz. Peygamber (s. a),
kendisine gelen kadına; "Onun yerine sen tut" buyurduğunda, o orucun fidyesini
vermesini kasdetmiştir.

Şevkânî, hadisin; ölenin borcu olan herhangi bir orucu onun velisinin tutabileceğine
delâlet ettiğini söyler. Şevkânî'nin bildirdiğine göre hadis âlimleri bu görüştedir.
Ahmed b. Hanbel'in ve Şafiî'nin bir görüşüne göre başkasının yerine oruç tutabileceği
yukarıda geçmiştir.

Birisinin borcu olan orucu, velisi ya da başka birinin tutup tutamayacağına dair daha
geniş malumat Kitabü's-Savm'm 41. babında 2400 ve 2401 numaralı hadislerde

12351

geçmiştir.

3319... Abdullah b. Büreyde'nin, babası Büreyde'den rivayet ettiğine göre;
Bir kadın, Rasûlullah (s.a)'a gelip:

Ben anneme bir genç cariye vermiştim. Annem öldü ve bu cariyeyi miras olarak

bıraktı, dedi.

Hz. Peygamber (s.a):

"Sen sevabını aldın ve o miras olarak sana geri döndü" buyurdu. Kadın:

Ama annem bir ay oruç borcu olduğu halde öldü, dedi. Ravi (Ahmed b. Yunus),

(bundan önceki) Amr b. Avn hadisinin

benzerini zikretti. (Hz. Peygamber'in, kadına annesinin orucunu ödemesini emrettiğini
12361

söyledi.)
Açıklama

Bu hadis, Kitabü'z-Zekât'da 1656 numarada ve Kitabü'l-Vesaya da 2877 numarada
T2371

geçmiştir.

Oruç Borcu Olduğu Halde Ölen Birinin Orûcunu Velisinin Tutacağına Dair
[2381

Gelen Hadisler



3320... îbn Abbas (r.anhuma)'dan rivayet edildi ki: Bir kadın Hz. Peygamber (s.a)'e



gelip, (ölü olan) annesinin bir ay oruç borcu olduğunu söyledi ve;
Onun yerine ben ödeyeyim mi? dedi. Hz. Peygamber (s. a):
"Annenin birisine borcu olsa öder miydin?" dedi.
Evet.

T2391

"Allah'ın borcu ödenmeye daha müstehaktır" buyurdu."

3321... Aişe (r.anha)'dan, Hz. Peygamber (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Oruç borcu olduğu halde ölen kimsenin orurcunu onun yerine velisi (en yakın
r2401

akrabası) tutar."
Açıklama

Bu hadislerin zahiri, oruç borcu olduğu halde ölen kimsenin bu borcunun yakın
akrabası tararımdan ödeneceğine delâlet etmektedir. Ayrıca hadis; bir kimsenin başka
birisinin yerine oruç tutabileceğine de delildir. Ancak konu âlimler arasında
ihtilaflıdır. Bundan önce geçen babda âlimlerin farklı görüşleri aktarılmıştır.
Hz. Aişe'den rivayet edilen ikinci hadis Kitabü's-Savm'da 2400 numarada da

1241]

geçmiştir. Orada da kojıu ile ilgili malumat verilmiştir.
25. Gücünün Yetmeyeceği Bir Adağı Adamak

3322... İbn Abbas (r.anhüma)'dan; Rasûlullah'm şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Bir kimse adım anmadan bir adakta bulunsa onun keffareti yemin keffaretidir. Günah
olan bir şeyi nezredenin nezrinin keffareti yemin keffaretidir. Gücünün yetmeyeceği
bir adağı adayanın keffareti de yemin keffaretidir. [Gücünün yettiği bir adağı adayan

f2421

kişi adağını yerine getirsin.]
Ebû Dâvûd dedi ki:

Bu hadisi, VekV ve başkaları Abdullah b. Satd'fb. Ebi'l-Hind]den, İbn Abbas'a

[243]

mevkuf olarak rivayet etmişlerdir.
Açıklama

İbn Mâce'nin rivayetinde, hadisin, günah işlemeyi adamakla ilgili bölümü yoktur.

Bu hadis, Avnu'l-Ma'bûd ve Bezlü'l-Mechûd'da, Kitabu'l-Eymân ve'n-Nüzûr'un en

sonunda yer almıştır.

Hadis-i şerifte, izahı gerektirecek kapalı bir durum yok. Hüküm olarak dört ayrı
konuya temas edilmektedir:

1- Adını anmadan bir adak adayana, yemin kekffareti gerekir. Yani, ibadetin cinsini
tayin etmeden sadece, "benim nezrim olsun veya adağım olsun" diyen kişiye yemin
keffareti gerekir. Bu mesele bir sonraki hadiste gelecektir.

2- Günah bir şeyi yapmak için yapılan adağın keffareti yemin keffaretidir. Bu konu
19. ve devamındaki bablardaki hadisler (3289-3304) izah edilirken enine boyuna



tartışılmıştır.

3- Yapabileceği bir şeyi adayan kişi adağını yerine getirmelidir. Tabii bu, adağın
günahı gerektiren bir şey olmaması şartı ile kayıtlıdır.

4- "Şu dağı yerinden kaldıracağım", "Dünyayı ters çevirmek nezrim olsun" gibi, İnsan
gücünün dışında olan bir şeyi adayan kişi, hemen bir yemin keffareti verecektir.
Çünkü bu adağını yerine getirmesi mümkün değildir.

Bidâyetü'l-Müctehid'in beyanına göre bu hüküm, âlimlerin cumhurunun mezhebidir.
Böyle bir adakta bulunana bir zıhar keffareti gerekir diyen âlimler olduğu gibi;
ibâdetin asgarisi olan bir gün oruç tutmak veya iki rek'-at namazla kayıtlayanlar da
vardır.

Ebû Davud'un ifadesine göre, bu hadisi, Vekî' ve diğer bazı raviler Hz. Peygamber'in

f2441

değil de, tbn Abbas'm sözü olarak nakletmişlerdir.

12451

Adını Tayin Etmeden Adak Adamak

3323... Ukbe b. Amir (r.a), Rasûlullah (s.a)'m.şöyle buyurduğu-iu söylemiştir:
"Nezrin keffareti yemin keffaretidir."
Ebû Dâvûd dedi ki:

Bu hadisi, Amr b. e-Hâris, Kö'b b. Alkame'den, Kâ'b daîbn Şemmâse vasıtasıyla

[2461

Ukbe'den rivayet etmiştir.
Açıklama

Bu hadisi; Müslim, Nezir Keffareti bahsinde, İbn Mâce ise aynen Ebû Davud'un
isimlendirdiği babda vermişlerdir.

İbn Mâce'nin rivayetinin başında Müslim ve Ebû Dâvûd'unkilerden fazla alarak
"Adlandırmadan (tayin etmeden),bir adak adayan kimse..." ibaresi /er almıştır. Hadisin
babın ismi ile alâkası, bu ibare ile daha açık olarak gömülmektedir. Tirmizî'nin
rivayeti de İbn Mâce'nin rivayetine yakındır. Bu -ivayet şöyledir: "Tayin etmediği
zaman nezir keffareti yemin keffaretidir."

Adadığı şeyin cinsini belirtmeden adamak, yukarıdaki hadiste de belir-ildiği gibi,
sadece "nezrim olsun" deyip bırakmaktır. Yani adağı oruç, sa-iaka, kurban veya hacc
gibi bir ibadet çeşidi ile kayıtlamamaktır. Hadis-i şerif, bu şekilde bir adakta bulunan
kişiye bir yemin keffaretinin gerekli olduğuna delâlet etmektedir.
Bu hadisin izahı âlimler tarafından değişik şekillerde yapılmıştır.
Bezlü'l-Mechûd sahibi; Şâfıîlerin, bu hadisi lücâc nezrine, Mâlikîlerîn;. nutlak nezre,
Hanbelîlerle bazı Şâfıîlerin ise, günah olan bir şeyi yapmayı ıdamaya hamlettiklerini
söyler.

Bezlü'l-Mechûd'un bu beyanı, Nevevî'nin şu sözlerinin bir özeti olsa >erek:
"Alimler, bu hadiste neyin murad edildiğini tayinde ihtilâf etmişlerdir. Bizim
arkadaşlarımızın cumhuru (Şâfıîlerin çoğunluğu), lücac nezrine hamletmişlerdir. Kişi
bu adağa riayetle, yemin keffareti arasında muhayyerdir. İmam Mâlik ile birçok
âlimler, "nezrim olsun" gibi mutlak nezirlere hamle-derler. Hadis fukahasmdan bir
grup ise, tüm nezirlerle ilgili olduğunu söylerler ve kişinin bütün adaklarda adağına



vefa ile yemin keffareti arasında muhayyer olduğunu kabul ederler."

Şevkânî de Nevevî'nin yukarıdaki sözlerini naklettikten sonra kendi görüşlerini şu

şekilde belirtir:

"Zahir olan; hadisin tayin edilmeyen adaklara mahsus oluşudur. Çünkü mutlakın
mukayyede hamli gerekir. Ama belirli bir ibadet anılarak edi-le"n nezirler, eğer insan
takatinin dışında ise, adayana bir yemin keffareti gerekir. Gücün yettiği cinsten ise,
ister bedene ister mala bağlı olsun eda edilir. Eğer adak, günah olan bir şeyi yapmak

r2471

için ise, bu gerçekleşmez ve keffaret de gerekmez. Eğer adağın konusu mubah ve
yapılması güç dahilinde olursa zahir olanı, adağın tahakkuku ve keffaretin
lüzumudur..."

Görüldüğü gibi Şevkânî bu hadisi Nevevî'nin aksine, doğrudan doğruya, konusu
anılmadan edilen nezirlerle alâkalı görmektedir. Zaten Şevkânî, yukarıdaki sözlerine
başlamadan önce; "Hadis, konusu anılmayan nezirlerde yemin keffareti olduğuna
delildir" diyerek görüşünü açık bir şekilde ortaya koymuştur.

Hanefî fıkıh kitaplarında konu ile ilgili olarak şu bilgiye rastlıyoruz: Bir kimse, sadece
"nezrim olsun" veya bunun yerine kaim bir söz söyler ve içinden bir şeye niyet ederse
niyeti muteberdir. Ancak niyetindeki tâatm mikdarmı tayin etmemişse, yemin
keffaretindeki ölçülere itibar edilir. Yani oruca niyet etmişse üç gün, sadakaya niyet
etmişse on fakir doyurmaya hükmedilir. Ama bir ibadete niyet edilmezse bu bir yemin
r2481

sayılır.

3324... Bize Muhammed b. Avf haber verdi. Onlara Saîd p.- el-Hakem söylemiş. (Saîd
der ki:) Bize Yahya b. Eyyûb, Kâ'b b. Alkame'den nakletti. Kâ'b, İbn Şemmâse'den
duymuş. .0, Ebu'l-Hayr kanahyla Ukbe b. Amir'den, o da Hz. Peygamber' den önceki

f2491

hadisin benzerini nakletti.
Açıklama

1250]

Bu rivayet, önceki hadisin başka bir isnadla gelen rivayetidir.

12511

Cahiliye Çağında Nezredip De Daha Sonra Müslüman Olan Kişi Ne Yapar?

3325... Hz. Ömer (r.a)'den rivayet edildi ki, o; Ya Rasûiallah, ben cahiliye çağında
Mescid-i Haram'da bir gece i'tikâfta kalmayı adadım, dedi. Hz. Peygamber (s. a)

[2521

kendisine: "- Adağını yerine getir" buyurdu.
Açıklama

Bu hadis, İ'tikâf bahsinde 2474 numarada geçmiştir.

Hadis-i şerif, müslüman olmayan bir kimse, bir adakta bulunur, sonrada müslüman
olursa, adağının gereğini yapmakta mükellef olduğuna delildir. Şâfıîlerin bazıları ile



Ebû Sevr, Buharî ve İbn Cerîr bu görüştedir.

Bazı Şâfiîler, İmam Mâlik ve Hanefîlere göre ise; bu tür nezirler hükümsüzdür. Bu
gruptaki âlimler, üzerinde durduğumuz hadisi istihbaba ham-letmişlerdir. Bu anlayışa
göre, Hz. Peygamber Hz. Ömer'e, "Müslüman olmadan önce ettiğin nezri şimdi
yapman müstehaptir" demek istemiştir.
Hattâbî, hadisin şerhinde şöyle der:

"Hz. Peygamber'in Hz. Ömer'e; cahiliye devrindeki adağını edayı emretmesi, nezrin
onun zimmetinde mevcut olduğunu gösterir. Bu, kişinin; başlangıcı küfür halinde olan
amelleri ile sorumlu olacağını gösterir. Bir kimse, kâfirken yemin etse ve müslüman
olduktan sonra yeminini bozsa, kendisine keffaret gerekir. Bu hüküm Şafiî'nin aslına
ve mezhebine göredir, Ebû Ha A nîfe'ye göre ise keffaret gerekmez.
Yine bu hadis, kâfirlerin farzlara muhatap ve tatları işlemekle me'mur olduklarına
delildir. Ayrıca bu, oruç olmadan da i'tikâfm caiz olduğunu gösterir. Çünkü i'tikâf
gece olacaktır, gece de oruç zamanı değildir."

1253]

Hadisle ilgili daha geniş malumat, i'tikâf bahsinin işaret edilen yerinde geçmiştir.



m

Buharı, eymân 16, el-mürteddîn I.

m

Mâide, (5) 89.

m

Mâide, (5) 89.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/167-169.
Iİ1

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/169-171.

[5]

Ahmed b. Hanbel, IV, 436, 441.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/171.

m

Asim Efendi, Kamus Tercemesi, II, 929.

LU

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/171-172.

im

Concordance bu bab'a numara vermemiştir.

121 _

Âl-i tmran, (3) 77. Buharî, eymân 18, ahkâm 30; Müslim, îman 220, 221; Tirmizî, büyü 42; îbn Mâce, ahkâm 7; Ahmed b. Hanbel, I, 379, 442, V,
211,212.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/172-173.

rıoı

Aynî, Umdetü'l-Karî, XIII, 196.

LLU

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/173-175.

ri2i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/175-176.

1131

Dârimî, fadâilu'l-Kur'an 3; Ahmed b. Hanbel, V, 212, 213, 284, 285.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/176.
ri41

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/177.

1151

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/178.

ri6i

Müslim, îmân 223;'Tirmizî, ahkâm 12.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/178-179.

rnı

İbn Mâce, ahkâm 9.

H81

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/179-180.

ri9i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/180-181.



Ravi; Hz. Peygamber'in bunlardan hangisini söylediğini kesin olarak hatırlayamadığı için, son cümlede şüphesini belirtmiştir.
İbn Mâce, ahkâm 9; Ahmed b. Hanbel, II, 329, 518, III, 375.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/181.
[21]

el-Mevsılî, el-thtiyâr li-Ta'Iîli'l-Muhtâr, II, 1 14.

im

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/181-183.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/183.

[211

Bu başlık bazı nüshalarda; "Allah'tan başkası adına yemin etmek" şeklindedir.

1251

Buharı, tefsiru sureti'n-Necm 2, edeb 74, eymân 5; Müslim, eymân 4, 5; Tirmizî, nü-zûr 18; İbn Mâce, keffârât 2; Nesâî, eymân II; Ahmed
b.Hanbel, II, 309.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/183.
[261

Aynî, XXIII, 178.

[221

Mirkâtu'l-Mefâtih Şerhu Mişkâtri-Mesâbih, III, 554.

[281

Nevevî, Sahih-i Müslim Şerhi,XI, 107.

[291

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/183-185.

[301

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/185.

[3JJ

Bazı nüshalarda bu bab bir sonraki hadisin başında yer almıştır. Bazı nüshalarda İse hiç mevcut değildir.

[321

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/186.

[331

Nevevî, Müslim Şerhi, XI, 105.

[341

Ebû Dâvûd, salât 1 .

[351

Şevkânî, Neylül-Evtâr, VIII, 358.

[36J

Mirkât, III, 554.

[371

ibn Dakîki'l-İyd, Umdetu'l-Ahkâm, IV, 144-145.

[381

Neylü'l-Evtâr, VIII,358; Avnu'l-Ma'bud, III, 312.

[391

Aliyyü'l-Kârî, Mirkat, III, 554.

[401

İbn-i Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, (Mısır 1966), III; 705.

[411

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/186-189.

[421

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/189.

[431

Buharı, eymân 4, tevhid 13, edeb 74; Müslim, eymân 1, 2, 3; Nesâî, eymân 4, 5, 6, 10; İbn Mâce, keffarât 2 (benzeri); Tirmizî, nüzûr 8, 9.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/189.
[441

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/189-190.

[451

Buharî, eymân 4, tevhid 13; Müslim, eymân 1, 2, 3; Nesâî, eymân 4, 5, 6, 10; ibn Mâ-ce, keffarât 2; Tirmizî, nüzûr 8,9; Ahmed b. Hanbel, II, 7, 8,
II, 17,20, 48, 76..

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/190.
[461

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/190-191.

[£71

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/191.

[481

Tirmizî, nüzûr 9.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/191.
[491

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/191-192.

[501

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/192-193.

[511

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/193.



[521

Ahmed b. Hanbel, V, 352.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/193.
[53J

Ahzâb, (33) 72.

[541

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/194-195.

[551

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/195.

[561

Buharî, eymân 15; Muvatta, nüzûr 9.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/195-196.
[571

Bakara, (2) 225; Mâide, (5) 89.

[581

Mecmau'z-Zevâîd, IV, 185.

[591

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/196-197.

[601

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/197.

[61]

Bu bab, bazı nüshalarda şeklindedir. "Yeminlerde ta'riz" demektir.

[621

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/198.

[631

Müslim, eymân 20; İbn Mâce, keffârât 4 1 .
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/198.

[641

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/199-200.

[651

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/200.

[661

Münzirî, Süveyd b. Hanzala'ya bundan başka hiçbir hadis isnad edilmediğini ve başka bir hadisinin bilinmediğini söyler, tsâbe'de de; Ezdî'nin,
"Ondan kızından başka kimse rivayette bulunmadı" dediği bildirilir.
[671

İbn Mâce, keffarât 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/200-201.
[681

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/201.

[69J

Concordance bu bab'a numara vermemiştir.

[701

Buharî, eymân 7, cenâiz 84, edeb 44, 73; Müslim, eymân 175, 177; Tirmizî, nüzür 16; Nesâî, eymân 7, 31; tbn Mâce, keffarât 3; Ahmed b.
Hanbel, IV, 33, 34.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/201-202.



Fetih, (48) 18.

[721

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/202-205.

[IH

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/205.

[741

Nesâî, îman 8; îbn Mâce, keffârât 3; Ahmed b. Hanbel, V, 355, 356.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/205.
[751

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/206.

[76J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/206.

[771

Buharı ve başkaları, bu zâtın sahâbî olduğunu söylemişlerdir. Bazı âlimler; onun sahâ-bî olmayıp, rivayetinin bulunduğunu söylerler. Bir grup da;
bu zâtın Hz. Peygamber (s. a) zamanında doğduğunu fakat Rasûlullah'ı görmediğini savunurlar.
|78|

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/207.

[791

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/207-208.

[M

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/208.

[81]

Tirmizî, nüzûr 7; Nesâî, eymân 18, 39, 43; İbn Mâce, keffârât 6; Dârimî, nüzûr 7; Ahmed b. Hanbel, II, 6, 10, 48.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/208.
[821

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/209-210.

[83]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/211.



im

Nesâî, eymân 18; Ahmed b. Hanbel, II, 6, 49.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/211.
[851

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/21 1-212.

[861

Concordance bu bab'a numara vermemiştir.

[871

Buharı, eymân 3, kader 14, tevhid II; Tirmizî, nüzûr 13; Nesâi eymân 1, 2; İbn Mâce, keffârât 1; Dârimî, nüzûr 12; Muvatta, nüzûr 15.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/212.
[881

En'âm, (6) 148.

[891

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/212-213.

[901

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/213.

[9J1

Ahmed b. Hanbel, III, 33, 48.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/213-214.
[921

İbn Mâce, keffârât 1 .

[931

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/214.

[941

İbn Mâce, keffârât 1 .
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/214-215.
[211

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/215-216.

[961

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/216-217.

[921

Hicr,(15)72.

[981

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/217-218.

[991

Bu bab bazı nüshalarda, "Eğer hayırlı işse yemini bozma" babından sonra yer almıştır.

nooı

Ahmed b. Hanbel, 1,219.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/218.

rıon

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/218.

[1021

Buharı, rü'yâ ta'bir 47, eymân 9; Müslim, rü'yâ 17; Tirmizî, rü'yâ 10; İbn Mâce, ta'biru'r-rü'yâ' 10; Dârimî, rü'yâ 13; Ahmed b. Hanbel, I, 236.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/219.
[1031

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/219-221.

[104]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/222.

[1051

Bu bab, Avnu'l-Ma'bûd nüshasında 1 7 bab sonra gelmektedir.

rıo6i

Buharı, mevakît 41, menâkıb 25, edeb 87; Müslim, eşribe 177.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/222-223.
[107]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/224-225.

[108]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/225.

no9i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/225.

rı ıoı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/225.

rı ı n

Nesâî, eymân 17; Mâce, keffârât 8; Ahmed b. Hanbel, II, 185, 202.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/225-226.
[1121

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/226-228.

rı i3i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/228.

[114]

Ahmed b. Hanbel, II, 185; Beyhakî, Taberânî.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/228.

n ısı

Fethu'r-Rabbânî, XIV, 191.



n 161

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/228-230.

mu

Nesâî, eymân 41.

[118]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/230-23 1.

rı 191

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/231-232.

[120]

Ahmed b. Hanbel, I, 253, 288, II, 68, 70, 118.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/233.
ri211

Sabîra veya masbûra yemini ile ilgili malumat 3242 no'lu hadisin şerhinde geçmiştir.

£122]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/233-235.

[1231

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/235.

ri241

Bu bab bazı nüshalarda, "Eğer daha hayırlıysa yemini bozmak" şeklindedir.

[1251

Buradaki şüphe ravilerden birisine aittir. Keffaretin, yemini bozmadan önce de sonra da caiz olduğuna işaret İçin, Hz. Peygamber tarafından iki
şekilde söylenmiş olması da mümkündür.

Buhan, eymân 1, 4, 9; Müslim, eymân 7, 9; 10, 13, 15, 17, 19; Nesâî, eymân 15, 16; İbn Mâce, keffârât 7, 8; Dârimî, nüzûr 9.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/235-236.

[1261

Mâide, (5) 89.

[127]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/236-238.

11281

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/238-239.

Ü291

Buharı, keffaretu'I-eymân 10; Müslim, eymâri 7, 9, 10, 13, 15, 17, 19; Nesâî, nüzûr 15, 16, 43; Tirmizî, nüzûr 5,6.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/239.
[130]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/239-240.

[1311

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/240.

[1321

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/240-241.

[133]

Bir nüshada; "ölçtüm" yerine, "tahmin ettim" denilmektedir.

[134]

Hişâm; Hişâm b. Abdilmelik b. Mervân'dır.

[135]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/241.

f!361

Bu ölçüler günümüzde ilan edilen fitre mikdarlarıdır.

U371

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/241-243.

[138]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/244.

um

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/244.

fl401

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/244-245.

ri411

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/245.

[142]

Müslim, mesâcid 33, 35; Nesâî, sehv 20; Muvatta, ıtk 8; Dârimî, nüzûr 10; Ahmed b. Hanbel, V, 447, 448, 449.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/245-246.
[1431

Bu konuda geniş malumat için bk. Ehnalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, III, 27 1 vd.

ri441

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/246-248.

[1451

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/248.

[1461

Nesâî, vesâya 8; Ahmed b. Hanbel, IV, 222, 388, 399.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/248-249.
[147]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/249.

f!481

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/249-250.



[149]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/250.

[150]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/250-251.

rışıı

Bu babın İsmi bazı nüshalarda "Yemin eden kişinin konuştuktan sonra istisna etmesi" şeklindedir.

[152]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/251.

[153]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/251-252.

[154]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/253.

[155]

Kehf, (15) 23.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/253.
[156]

Bu hadisin Ebû Davud'a gelişi iki üstaddan olmuştur. Bunlar Osman b. Ebî Şeybe ve Müsedded'tir. Bazı matbu nüshalarda; "Rasûlullah (s. a)
nezirden nehyetmeye başladı" cümlesi bu üstadlardan birine nisbet edilmiş, daha sonraki cümleyi ise her iki üstadın da ittifakla haber verdiklerine işaret
edilmiştir.
[1571

Bu bölüm de bazı nüshalarda mevcut değildir. Buharî, emân 26, kader 6; Müslim, nezr 3,7; Nesâî, eymân 24, 26; Tirmizî, nüzûr 11; İbn Mâce,
keffârât 15; Dârimî, nüzûr 5; Alımed b. Hanbel, II, 61, 235, 242, 301, 314, 373, 412, 463.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/254.
[158]

Kurtubî'nin sözünün bir bölümünü tafsilat görerek almadık.

£1591

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/254-256.

£160]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/256-257.

£1611

Bu hadis haddizatında, hadis-i kudsîdir. Yani Hz. Peygamber bunu Allah (c.c.)'dan haber vermiştir. Ancak metinde bu açıkça görülmemekte,
sanki Hz. Peygamber in sözü imiş gibi ifade edilmektedir.
£162]

Buharı, eymân 26, kader 6; Müslim, nezr 7; Nesâî, eyman 26; ibn Mace, keffarat n, Tirmizî, nüzûf 1 1; Ahmedb. Hanbel, II, 61, 301, 412.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/257.
11631

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/257-258.

£164]

Buharı, eymân 2, 8, 3 1; Tirmizî, nüzûr 2; Nesâî, eymân 27, 28; İbn Mâce, keffârât 16; Mâlik, nüzûr 8; Ahmed b. Hanbel, VI, 36, 41, 224.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/258-259.
£165]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/259-260.

£166]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/261.

£167]

Bu bab bazı nüshalarda mevcut değildir.

£168]

Tirmizî, nüzûr 2; İbn Mâce, keffârât 16.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/261.
£169]

Muğnî, Mirkât, Bidâyetu'l-Müctehid, Neylü'l-Evtâr ve Bezlü'l-Mechûd'da, Ebû Hanîfe'nin görüşü buna tam zıt olarak verilmektedir. Nitekim
önceki hadiste bu görülmüştür.
£170]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/261-263.

rnıı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/263.

£1721

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/264.

£173]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/264-265.

£174]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/265.

£1751

Müslim, nüzûr 11; Tirmizî, nezûr 17; Nesâî, eymân 33; İbn Mâce, keffârât 20; Ahmedb. Hanbel, IV, 145, 147, 149, 151.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/265-266.
£1761

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/266-267.

£1771

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/268.

£178]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/268.

£1791

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/268.



[180]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/268-269.

[181]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/269.

[182]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/269.

[183]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/270.

[184]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/270.

[185]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/270-271.

11861

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/271-272.

[187]

Buharı, eymân 31; îbn Mâce, keffârât 21; Muvatta 6; Ahmed b. Hanbel, IV, 168.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/272.
11881

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/272-273.

11891

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/273.

[190]

Buharı, eymân 31, sayd 27; Müslim, nüzûr 9, 10; Tirmizî, nüzûr 10; Nesâî, eymân 42.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/274.
11911

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/274-275.

[192]

Buharı, hacc 65, eymân 3 1 ; Nesâî, hacc 135, eymân 30; Ahmed b. Hanbel, I, 364.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/275.
11931

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/275.

[194]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/276.

[195]

Tirmizî, nüzûr 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/276.
[196]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/276-277.

[197]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/277.

11981

Dârimî, Hâkim, Beyhakî, Ahmed b. Hanbel, III, 363.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/277-278.
[199]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/278-279.

12001

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/279-280.

12011

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/280.

12021

Buradaki şüphe raviye aittir.

[203]

Ebû Dâvûd; esir edilen adamın müslüman olduğunu bildiren sözlerini ve Rasûlullah'ın cevabım, Muhammed b. İsa'nın rivayetinden; geri kalanını
da Süleyman b. Harb'in rivayetinden nakletmiş ve buna işaret etmiştir.
[2041

Müslim, nüzûr 8; İbn Mâce, keffârât 16 (bir bölümü); Ahmed b. Hanbel, IV, 430.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/280-283.
[2051

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/283-285.

[206]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/285.

12071

Tirmizî, menâkıb 17; Ahmed/b. Hanbel, V, 353, 356.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/286.
12081

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/286-288.

12091

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/288.

mm

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/288-289.

ram

Bundan sonra gelecek hadiste bu zatın adı Kerdem olarak geçmektedir. Ancak Bezl'in ifadesine göre bu isim Telhîs'de Kerûm diye tashih
edilmiştir.
[212]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/289-290.



[213]

Bu sözün iki manaya ihtimali vardır: 1) Hz. Peygamber'in elindeki değnekten kinâye-dİr. Çünkü insan onu bir yere vurursa "Tab, tab" diye ses
çıkarır. O zaman mana, "Sopadan sakının, sopadan sakının, sopadan sakının" olmuş olur. 2) Ayakların yere değdiğinde çıkardığı sestir.
[2141

Bu cümlenin manasının, "Babam onun Peygamberliğini tasdik etti" şeklinde de olması mümkündür. Avnü'l-Ma'bûd bu manayı; Menhel'in
tekmilesi, önceki manayı tercih etmiştir.
[215]

İbn Mâce, keffârât 1 8 (bir bölümü).
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/290-291.
12161

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/291-292.

[21H

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/292.

[218]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/292.

[2191

Buharı, eymân 24, vesâya 16, tefsiru sûre (9) 18; Müslim, tevbe 53; Nesâî, eymân 36, 37; Dârimî, zekât 25; Muvatta, nüzûr 16.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/293.
r2201

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/293-294.

[2211

Önceki rivayetin son ravisi Süleyman b. Dâvûd ve İbn Şerh, bununki ise Ahmed b. Salih'tir. Rivayetlerin diğer rayileri aynı şahıslardır.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/294.
f2221

Muvatta, nüzûr 9. Bu rivayetin isnadı, İbn Şihâb ez-Zührî'den sonra, diğer rivayetlerle farklılık arzetmektedir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/295.
[2231



[224]
[225]
[226]
[227]
[228]
12291



Sünen-i


Ebu Davud


Terceme


ve


Şerhi,


Şamil Yayınevi:


12/295-296.


Sünen-i


Ebu Davud


Terceme


ve


Şerhi,


Şamil Yayınevi:


12/296.


Sünen-i


Ebu Davud


Terceme


ve


Şerhi,


Şamil Yayınevi:


12/297.


Sünen-i


Ebu Davud


Terceme


ve


Şerhi,


Şamil Yayınevi:


12/297.


Sünen-i


Ebu Davud


Terceme


ve


Şerhi,


Şamil Yayınevi:


12/297-298.


Sünen-i


Ebu Davud


Terceme


ve


Şerhi,


Şamil Yayınevi:


12/298.



[231]
[232]
[233]
T2341



Buharı, vesâya 19, eymân 30; Müslim, nüzûr 1; Tilmizi, nüzûr 19; Nesâî, vesâya 8, 9, eymân 35; İbn Mâce, keffârât 19; Muvatta, nüzûr I, 2;
Ahmed b. Hanbel, I, 219, 329, 370.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/298-299.
[230]

Bk. Fethu'l-Bârî, XIV, 396.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/299-300.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/300-301.

Bu şek ravilerden birisine ait olsa gerektir.

Nesâî, eymân 34; Ahmed b. Hanbel, I, 216, 238.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/301.
12351

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/301-302.

[236]

Müslim, savm 157; Tirmizî, zekât, 31; Ahmed b. Hanbel, V, 459, 351, 354, 361.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/302.
[2371

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/302.

[238]

Bu bab ve buradaki hadisler bazı nüshalarda mevcud değildir.

[239]

Buharî, savm 42; Müslim, savm 154; Ahmed b. Hanbel, I, 224, 258, 326.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/302-303.
[240]

Buharı, savm 42; Müslim, savm 153; ibn Mâce, keffârât 19; Ahmed b. Hanbel, VI, 69.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/303.
[2411

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/304.

[242]

Bu ilâve bazı nüshalarda mevcut değildir.
£2431 _

İbn Mâce, keffârât 17.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/304-305.
[244]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/305.

[245]

Concordance bu bab'a numara vermemiştir.

[2461

Müslim, nüzûr 13; İbn Mâce, keffârât 17; Tirmizî, nüzûr 4; Nesâî, eymân 41; Ahmed b. Hanbel, IV, 144, 146, 147.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/305-306.
[2471

Hanelilere göre keffaret gerekir. Konu daha önce geniş bir şekilde geçmiştir.

[2481

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/306-307.

[2491

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/307-308.

[2501

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/308.

[2511

Concordance bu bab'a numara vermemiştir.

12521

Buharî, i'tikâf 5, 15, 16, eymân 29; Müslim, eymân 27, 28; Tirmizî, nüzûr 12; Nesâî, eymân 36; Ahmed b. Hanbel, I, 37, II, 20, 53.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/308.
[2531

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/308-309.



10. YİTİK MAL BÖLÜMÜ

1. Muhammed B. Kesîr'in Rivayeti

2. Müsedded'in Rivayeti

3. Mûsâ B. İsmail'in Rivayeti

4. Kuteybe B. Saîd'in Rivayeti

5. İbnu's-Serh'in Rivayeti

6. Muhammed B. Râfi'in Rivayeti

7. Ahmed B. Hafs'ın Rivayeti

8. Musa B. İsmail'in Rivayeti

9. Müsedded'in Rivayeti

10. Kuteybe B. Said'in Rivayeti

11. Muhammed B. El-Alâ'nın Rivayeti

12. Müsedded'in Rivayeti

13. Mûsâ B. İsmail'in Rivayeti

14. Muhammed B. El-Alâ'nın Rivayeti

15. Heysem B. Hâlid El-Cühenî'nin Rivayeti

17. Süleyman B. Abdirrahman Ed-Dimeşki'nin Rivayeti

18. Mahled B. Halidin Rivayeti

19. Yezid B. Halid B. Mevhib'in Rivayeti

20. Amr B. Avn'ın Rivayeti



10. YİTİK MAL BÖLÜMÜ



Lukata: (Lâm'm ötresi, kâfin üstünü veya sükûnuyla) yerden alınıp kaldırılan mala

[II

verilen isimdir.

Bu kelime şer'iat dilinde, kendi gücüyle kendini koruyamayan ve muhafaza altında
bulunamayan, başkasının hakkı olarak bulunan ve sahibi belli olmayan yitik maldır.
Bu malı almada emânet, velayet ve iktisab manaları vardır. Çünkü bu malı emânet
olarak almıştır. Şeriat veliyi çocuğunun malını korumaya görevlendirdiği gibi, bu malı
bulup alan kimseyi de onu korumakla görevlendirmiştir. Ayrıca belli bir süre onu ilan

m

ettikten sonra bu, malı alan kimseye ona sahip olma hakkını da vermiştir. Söz
konusu kelime şeriat lisanında para ve eşya gibi şeyler hakkında kullanılır. Sokakta
bulunan çocuğa, lakît, hayvana ise dâlle denir.

Bir malın Iûkata sayılması için mutlaka sahibinin bilinmemesi ve mubah olması lâzım
değildir. Bilinen bir kimsenin kaybettiği bir mal da lukata sayılır. Ancak bunun için
tarif ve ilâna lüzum yoktur. Bu bir emanettir. Bunu mümkünse hemen sahibine vermek
lâzım gelir. Kırlarda tarlalarda bahçelerde bırakılmış sâhibleri tarafından aranılmayan
meyvelere, çekirdeklere şeriat ve lügat cihetinden lukata denirse de bunlar mubah

IH

olduğu için ilân edilmeleri ve sahiplerine verilmeleri vâcib değildir.

Lukata Kitab ve Sünnet ile sabittir. Kitaptan delili, "iyilik etmek ve fenalıktan

141

sakınmak hususunda yardımlasın" âyetidir. Sünnetten delili ise, "kul din kardeşinin



yardımında oldukça Allah da kulun yardımm-dadır. " mealindeki hadistir.

M

Lukata'nm (bir süre) ilan edilmesi gereklidir.

121

1. Muhammed B. Kesîr'in Rivayeti

1701. ...Süveyd b. Gafele'den; demiştirki: Zeyd b. Sûhan ve Selmân İbn Rabia ile
birlikte savaşa çıkmıştım. (Yolda) bir kamçı buldum. Bana, "onu (aldığın yere) at
(çünkü başkasına aittir)" dediler. Ben de "Hayır (onu atmayacağım) fakat eğer sahibim
bulursam (ona teslim edeceğim) yoksa ondan kendim yararlanacağım" dedim. Sonra
hacc farizasını edâ edip Medine'ye uğradım. (Bulmuş olduğum yitik kamçının
hükmünü) Übeyy b. Kab'a sordum. Şöyle cevap verdi:

Ben de (bir gün) içinde yüz dinar bulunan bir kese bulmuş Peygamber (s.a.)'e
getirmiştim de (bana):

"Onu bir sene ilân et" demişti. Bunun üzerine ben onu bir sene ilân ettim. Sonra
(sahibi çıkmadığı için yine) Peygamber (s.a.)'e vardım. (Bana tekrar) -"Onu bir sene
ilân et" dedi. Ben onu bir sene daha ilan ettim. Sahibi çıkmayınca durumu haber
vermek üzere (tekrar) Peygamber (s.a.)'in huzuruna vardım. (Bana aynı şekilde); "Onu
bir sene (daha) ilân et" buyurdu. Bunun üzerine onu bir sene daha ilân ettim, sonra



(tekrar) yanma vardım ve; "Onu tanıyan bir kimse bulamadım" dedim. Bunun üzerine:
"Bu paranın sayısını, kesesini ve ağız bağını muhafaza et! Eğer sahibi gelirse
(kendisine teslim edersin); gelmezse, ondan kendin yararlanırsın" buyurdu. (Râvi
Seleme'b. Küheyl) dedi ki: (Süveyd İbn Gafele) "Onu (bir sene) ilân et." sözünü üç

[Sİ

(defa) mı yoksa bir (defa) mı naklettiğini (iyice) bilemiyorum.
Açıklama

Hadis sarihlerinin açıklamasına göre buluntu bir malı tarif etmek, "bulan kimsenin ya
da görevlendirdiği bir kimsenin, sokaklarda, halkın toplantı yerlerinde, cemaat
çıkarken mescid kapılarında veya benzeri yerlerde "kimin bir şeyi kaybolduysa gelsin,
benden sorsun, istesin" diye yüksek sesle bağırması" demektir. Bir başka ifâdeyle
tarif, bulunan yitik malın halkın toplu olduğu yerlerde herkese ifşa ve ilân edilmesidir.
Bu sebeple biz C$fo kelimesini "onu ilân et" diye tercüme ettik.
Hadisin râvilerinden Seleme b. Küheyl'in, "Süveyd İbn Gafele, "onu (bir sene) ilan et"
sözünü üç defa mı, yoksa bir defa mı tekrar etti iyice bilemiyorum." demesi, hadis
metinlerinin naklinde sahâbî ve tabiîlerin ne büyük ve şâyân-ı takdir bir himmet ve
gayret içinde olduklarının en açık delillerinden biridir.

İmam Buhârînin senedine göre bu hadisi şu'be, Seleme'den, o Süveyd b. Gafele'den,
Süveyd de Ubeyy b. Ka'b'den rivayet etmiştir. Bu rivayete göre, sözü geçen buluntu
kese ile ilgili olayı Süveyd, Übeyy b. Ka'b'dan işitiyor ve Seleme'ye bildiriyor, Seleme
de Şu'be'ye bu paranın, bulan kimse tarafından üç sene ilân edilmesinin emr
olunduğunu, görüldüğü şekilde rivayet ediyor. Aradan on sene bir zaman geçiyor
Seleme ile Şu'be Mekke'de birleşiyorlar. Bu karşılaşmalarında Seleme, Şu'be'ye,
"vaktiyle sana hikâye ettiğim bu kıssanın zamanla ilgili kısmını Süveyd'den üç sene
mi yoksa bir sene olarak mı, işittiğimi pek iyi bilemiyorum" diyerek tereddüdünü izhar

12]

etmeyi dinî bir vazife sayıyor.

Rivayetin bu şekli İslâmî hükümlerin İslâm uleması tarafından ne ince bir sorumluluk
idrâk ve şuuru içerisinde nakledildiğinin bariz bir Örneğidir.

Şu'be'nin Seleme ile Mekke'deki bu ikinci karşılaşması birinci karşılaşmalarından on

£101

sene sonra olmuştur. Nitekim Müslim'in bir rivayeti bunu açıkça ifade etmektedir.
Seleme'nin zamana ait bu şübhesi, bu konuyla ilgili fıkhı hüküm üzerinde müessir
olmuş, yitik bir malı bulan kimsenin ancak bir sene ilan etmesi gerektiği esasını
getirmiştir.

Nitekim Hidâye'de: "Eğer buluntu on dirhemden az olursa, onu birkaç gün ilan etmek
kâfidir. Eğer on dirhem veya on dirhemden fazla olursa bir yıl ilan etmek gerekir. Ben
derim ki, bu ayırım imam Ebû Hanife'-den gelen bir rivayettir ve birkaç gün deyimi de
kişinin uygun gördüğü süre manasmdadır. İmam Muhammed ise, az ile çok arasında
ayırım yapmadan "bir yıl ilan etmek gerekir" demiştir ki İmam Malik ile İmam Şafiî



de bu görüştedirler. denilmektedir. Delilleri ise, "Kim bir yitik malı bulup alırsa

£121

bir yıl ilan etsin" mealindeki hadis-i şeriftir. Hanefî mezhebinde zâhirür rivâyeye
göre bulunan mal, ister kıymetli olsun ister kıymetsiz olsun bir sene bekletilmesi



[131

gerekir.

İmam Malik ile Küfe fakîhleri ve imam Şâfîi de bu görüştedirler. İbnu'l-Cevzî'ye göre
bu bir sene, yitiğin bulunduğu günden itibaren değil ilan gününden itibaren başlar.
Hidâye sahibi bu konuda Hanefi mezhebine ait üçüncü bir görüş daha zikretmektedir.
"Buluntu malın ilânı ile ilgili olarak zikredilen sürelerin hiç biri de gerekli değildir.
Yitik malı bulan kimse ilan için ne kadar bir zamanı gerekli görürse o kadar ilân eder
ve ne zaman artık sahibinin gelmeyeceğine kesin kanaat getirirse, o zaman ilanı kesip

İMİ

onu sadaka olarak fakirlere verir." Serahsî de Mebsût'unda bu görüşü tercih

051

etmiştir. Çünkü hadis-i şerifte: "Buluntu mal helâl değildir. Kim bir mal bulacak
olursa, onu bir sene ilan etsin, sahibi çıkarsa, ona teslim etsin, aksi takdirde onu

£161

(sahibi adına) sadaka olarak versin" buyuruimuştur.
Nitekim Hanefî ulemasından İbn Abidîn de şöyle demiştir:

"Musannif İmam Serahsî'ye tâbi olarak tarif ve ilân için muayyen bir müddet tâyin
etmemiş ve mal sahibinin artık aramayacağına kanaat gelinceye kadar tarif ve üan
olunur demişti. Hidâye ve Muzmarat'ta bu kavil sahih görülmüştür. Cevhere de:
"Fetva bu kavil üzeredir" diye zikr edilmiştir. Bu görüş, Zahir-i rivayete
£111

muhaliftir."

Münzirî, "Mevzumuzu teşkil eden bu hadisin zahirine bakarak fetva imamlarının

hiçbirisi buluntu malın üç sene ilan keyfıyyetini kabul etmemiştir" diyor.

Bu müddet Hz. Ömer'den de rivayet edilmiş olmakla beraber aynı zamanda üç ay ilân

edilmesi gerektiğine dâir de bir rivayet vardır. Sevrî de; "dirhem dört gün ilân edilir"

demiştir.

Ulemadan bazıları bu hadisten bir sene geçtikten sonra malı bulan kimsenin ona sahip

£181

olacağı hükmünü çıkarmışlardır ki, şârih Aynî bunu çok garib karşılamıştır.
Bazı Hükümler

1. Bulunan bir paranın sahibini bulmak için yapuması gereken ilan müddetinin uç yıl
olup olmadığı şüpheli görüldüğünden bu süre umumiyetle fıkıh âlimleri tarafından bir
sene olarak kabul edilmiştir. Buhârî Sarihi İbn Battal: "Fetva imamlarından hiç birisi
hadisin zahirine bakarak buluntu malın üç sene ilan edileceğine dâir bir fetva
vermemişlerdir," demiştir.

2. Buluntu malın kendisine ait olduğunu iddia eden bir kimsenin ortaya çıkması
halinde, o kimsenin doğru söyleyip söylemediğini anlamaya yarayacak olan çıkının
(bohça, kese, cüzdan) ağız bağının ve buluntu malın adedinin belirlenip korunması
gerekir. Bulunan para kesesinin içindeki paralar alınarak kabının atılması her zaman
için yürürlükte bulunan bir âdet olduğundan, hadisimizde para kesesinin ve ağız
bağının korunması özellikle tavsiye edilmiştir.

3. Parayı bulan kimsenin, kendi malına karıştırmayarak kesesiyle ayrıca muhafaza
etmesi gerekir. Çünkü günün birinde sahibiyim diye birisinin çıkıp gelmesi ve doğru
zannedilerek verilmesi ihtimali bulunduğundan böyle bir yanlışlığa meydan vermemek



için bu, tavsiye edilmiştir. Bu tavsiye, bulunan bir paranın sahibini tayin ederken
doğacak zorlukları önlemek içindir. Bu nedenle İmam Ebu Hanife ile imam Şafiî "bu
para benimdir" demek bir iddiadır. İddiada bulunan kimsenin iddiasını bir bey-yine ile

£191

ispatlaması ise, hadîs gereğidir, diyerek beyyinesiz verilmesini caiz görmemişler
ve beyyine gösterilmesi halinde teslim edilmesini vâcib görmüşlerdir. Hattâ buluntu
malın üç vasfı takrir edilerek verildikten sonra birisi çıkar da kendisine ait olduğunu
isbat ederse, Hanelilerin ileri gelen imamlarına göre bu malın teslim edildiği kişiden
alınıp beyyine sahibine verilmesi gerekir, malın verildiği kimse şayet malı telef
ettiyse, malı bulunan kimse mal sahibinin isteğine göre malı ya aynen, ya da bedelen
ödemeğe mecbur edilir. Bunun için Hanefî ulemasına göre para verilirken kefaletle
verilmelidir. Parayı vasıflara dayanarak teslim eden kimse paranın teslim edildiği
kimsenin hakiki sahibi olmadığının anlaşılması üzerine geri isteme hakkı varsa da
beyyine karşılığında verdiği parayı hiç bir surette geri isteme hakkı yoktur. Eşyanın ya
da paranın, sahiplerini tesbit etmede işe yarayan üç vasfından, önem bakımından ilk
sırayı alanlar çıkın ile ağız bağıdır. Paranın mikdarı ikinci derecede gelir.

4. Yitik bir para bulan kimsenin onu alırken, sahibini bulduğu zaman vermek üzere
almış olması icab eder. Ona sahip olmak üzere alması ise, gasb hükmündedir.
Binaenaleyh bu şekilde almış olduğu yitik bir parayı telef veya kaybettiği takdirde,
herhangi bir kusuru olmasa bile ödemesi icab eder.

Yitik parayı bulan kimsenin, bu paraya karşı durumu bir emanetçilikten ibarettir. Bu
sebeple sahibi bulununcaya kadar onu muhafaza ve usûlüne göre ilan etmekle
mükelleftir. Şayet usûlüne göre ilan ettikten sonra harcamışsa yine de sahibine teslim
etmesi gerekir, cumhurun görüşü budur. Delilleri ise, mevzumuzu teşkil eden hadiste
geçen "Eğer sahibi gelirse ona teslim edersin" cümlesidir.

Gâsıb durumuna düşmemesi için onu sahibine vermek üzere aldığına dâir âdil bir
kimseyi şahit tutması gerekir. Nitekim 1709 numaralı hadisin şerhinde bu konu
gelecektir.

5. Bulunan bir mal, usûlüne göre bir sene ilân edildikten sonra sahibi çıkmazsa o
parayı kendisi için harcayabilir. Ancak bu parayı bulan kimsenin sözü geçen esaslar
dâiresinde ondan yararlanabilmesi için fakir olması şartının aranıp aranmaması hususu
fıkıh ulemâsı arasında ihtilaflıdır.

İmam Şafiî, "bulan kimse, o paraya sahip ve mâlik olarak istifâde eder" demiştir.
Hanefî imamlarına göre ise, fakir olursa, o mala sahip olarak ondan yararlanabilir.
Zengin olursa, esas sahibi adına onu sadaka olarak dağıtır. Ancak hükümetin izni ve
hâkimin hükmü ile bu mala zengin de sahip olabilir. Bu konuda imam Şafiî'nin delili,

[201

"Eğer sahibi gelirse öna ver, gelmezse ondan yararlan" mealindeki Ubeyy b. Ka'b
hadisidir. İmam Şafiî hazretlerine göre Hz. Übeyy zengin bir sahabî olduğu halde Hz.
Peygamber ona, bulduğu parayı bir sene ilan ettikten sonra sahibi çıkmadığı takdirde
bu parayı kendi hesabına harcayabileceğini ifâde buyurmuştur.

Bu meselede birisi, bulan kimsenin özel veliliği (velâyet-i hâssa), diğeri de devletin
umumî veliliği (Velâyet-i âmme) olmak üzere buluntu mal üzerinde iki velayet vardır.
Hanefîler zenginin tasarrufunu devletin iznine tâbi kılarak yitik bir mal bulan
kimsenin bir sene ilân sonunda sahibi çıkmaması halinde o mallardan yararlanmasının
devletin iznine bağlı olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bulunan para aslında bulanın
değildir.



İmam Şafiî'nin bu konudaki delili Hz. Ali'den rivayet edilen şu hadis-i şeriftir: "Bir
gün bir dinar bulmuştum. Bu para ile Resûl-i Ekrem'e gelip arz ettiğimde, "bunu ilân
et", buyurdu. Bir süre sonra gelip:

Ya Resûlullah! İlan ettim fakat bir bilene ve sahibine tesadüf edemedim, dedim.
Resûl-i Ekrem:

"Artık ondan yararlanabilirsin," buyurdu. Bu, bir dinarı üç dirheme rehin verip buğday
ve yağ aldım. Bu sırada paranın sahibi çıkageldi. Paranın evsafını tarif etti. Ben de
peygamber (s.a.)'e gelip haber verdim. Resûlullah (s.a.):



"Bu adam paranın sahibidir. Artık bunu ona ver," buyurdu. Ben de verdim.

Şafiî ulemasına göre Hz. Peygamber bu parayı Hz.Ali'ye bir sadaka olarak değil, mülk

olarak helâl kılmıştır. Çünkü Ehl-i Beyte sadaka almak haram olduğundan, Hz.

Peygamberin bu parayı Hz. Ali'ye sadaka olarak verdiği düşünülemez.

Her ne kadar adı geçen âlimler bu mevzuda bu hadise dayanmışlarsa da aslında bu

hadisin senedinde bulunan Şüreyk, Atâ b. Yesâr'dan hadis rivayet etmemiştir.

Dolayısıyla bu hadis munkati'dir ve delil olma niteliğinden mahrumdur. Adı geçen

alimlerin bu mevzuda dayandıkları ikinci delilleri de şu haberdir:

"Süfyan b. Abdullah bir gün bir heybe bulmuştu. Bunu Hz. Ömer'e getirip hükmünü

sordu. Hz. Ömer, bir sene ilân etmesini emretti. Ve sonra sana gelip evsafım tarif eden

olursa, ona verirsen; olmazsa, bu heybe senindir, demişti. Aradan bir sene geçtiği

halde sahip çıkmamıştı. Bu vaziyeti Hz. Ömer'e arz edince, Hz. Ömer:

Şimdi bu senindir. Çünkü Resûlullah (s.a.) bize bu suretle emretti, demiştir. Süfyân'm,

"benim buna ihtiyacım yoktur" demesi üzerine de Hz. Ömer, o heybeyi Beytü'l-mal

hesabına almıştır." Fakat bu hadis de Şâfıîler için delil olamaz. Çünkü Hz. Ömer "-Bu

heybe senindir" sözünü "artık bu senin malın olmuştur" anlamında söylememiştir.

Bu konuda Hanefîlerin delili de Hz. Ali'den rivayet edilen şu hadistir: "Hz. Ali'ye bir

gün birisi geldi, ben bir çıkın dirhem buldum. Evsafını tarif eden bir kimse zuhur

etmedi, ne buyurulur? diye sordu. Hz. Ali:

Tasadduk et, ileride sahibi zuhur eder de senin tasaddukuna razı olursa, ecri ona aittir.

[22]

Olmazsa, onu ödersin de, ecri senin olur, demiştir.

Yine Hanefi ulemasına göre açıklamakta olduğumuz hadiste Hz. Peygamber Hz.
Ubeyy'e hitaben, "Eğer sahibi gelmezse, o maldan kendin yararlanırsın"
buyurduğundan bahsedilmesi, yitik malı bulan kimse onu usûlüne göre yeterince ilân
ettikten sonra zengin de olsa onu kendi hesabına harcayıp ondan yararlanabileceğine
delâlet etmez. Çünkü Hz. Peygamber bu maldan yararlanabileceğini söylediği zaman
Hz. Übeyy, fakir idi. Nitekim şu hadis-i şerif de Hanefîlerin bu görüşünü
doğrulamaktadır:

"Siz sevdiğiniz mallardan infak etmedikçe asla cennete giremezsiniz" âyeti nâzîl
olunca, Ebû Talha "galiba Rabbimiz bizden mallarımızdan bir kısmını istiyor. Öyleyse
ey Allah'ın Resulü! Sen şâhid ol, ben Bârihâ denilen bahçemi Allah'a verdim", dedi
bunu nüzerine Resûlullah (s.a.):

"Sen onu akrabana ver" buyurdular. Ebu Talha' da onu Hassan b. Sabit ile Ubeyy b.
[231

Ka'b'a verdi.

Bu durum Hz. Peygamber'in, Hz. Übeyy'e bu yitik malı yeterince ilan ettikten sonra
sahibi çıkmazsa, ondan kendin yararlanabilirsin dediği zaman onun fakîr olduğunu



[24]

gösterir. Anlatılan olaylara bakılırsa Übeyy'in sonradan zenginleştiği anlaşılır.

6. Yitik malı bulan kimse o malı ilan etme velayetine sahiptir. Eğer ücretsiz olarak bu
malı ilân etme velayetini üzerine alacak birini bulabilir-se, bu velayet ona devredilir.
Eğer bu velayet hakkını bir ücret karşılığında başka birine devrederse, bu ücreti kendi
kesesinden öder. İmam Ah-med ile İmam Şafiî bu görüştedirler.

Ebu'l-Hattâb'a göre ise, eğer yitik malı bylan kimse, sırf onu sahibine ulaştırmcaya
kadar saklamak niyyetiyle almışsa ve usûlü dâiresinde ve yeterince ilân ettikten sonra
bile yine ona sahip olmak niyyeti yoksa, o malın sahibi çıkınca ücret karşılığında

£251

devrettiği bu ilân etme velayeti için ödediği ücreti mal sahibinden alabilir.

7. Yitik malı bulan kimsenin imkânı olduğu halde onu bulduğu sene içinde ilân
etmeyip bir sene geciktirmesi günahtır. Çünkü metinde geçen "...onu ilân et!.." emri
vucub ifâde ettiğinden, bu emrin gereğini yerine getirmek farzdır. Ayrıca 1709
numaralı hadis-i şerif de buna delâlet etmektedir. Çünkü malını kaybeden bir kimse
bir sene içerisinde malını bulamadığı takdirde artık ondan ümidini keser ve onu
aramaktan vazgeçer.

İmam Ahmed'e göre yitik mal bir sene ilân edildikten sonra artık onu ilân etme
sorumluluğu kalkar. Çünkü ilân etmenin hikmeti bir sene ilân etmekle gerçekleşmiştir.
Eğer yitik mal bulunduğu ilk sene içinde ilan edilmekle beraber, ilân edilmesi gereken
bazı günlerde ilânı ihmal edilmişse, ihmâle uğrayan bu ilân süresi ikinci yılda telâfi
edilir. Bu sayede kusurlu da olsa ilan etme yükümlülüğünden kurtulmuş olunur.
Çünkü "...ben size bir şey emrettim mi, ondan gücünüz yettiği kadarını yapınız. Bir

£261

şeyden sizi men'ettim mi onu derhâl bırakınız" buyrulmuştur.
Buraya kadar, bulunup alman bir yitik malın alındıktan sonraki hükümlerini kısaca
anlatmaya çalıştık. Yerden alınmadan önceki hükmü konusunda ise, İmam Kasânî
Bedâyi'ü's-sanâyî' isimli eserinde şu görüşlere yer vermektedir:

"Bulunan yitik bir malı bulunduğu yerden alıp kaldırmak bazı hallerde mendub, bazı
hallerde mubah, bazı hallerde de haramdır.

a. Eğer alınmadığı takdirde kaybolup gitmesinden korkuluyorsa, o takdirde onu
oradan alıp kurtarmak menduptur. Fakat böyle bir durumda yerinde bırakıldığı
takdirde sahibinin gelip alması ihtimali varsa, onu sahibine vermek üzere almak,
bırakmadan daha faziletlidir.

b. Eğer alınmadığı takdirde telef ya da kayb olması tehlikesi yoksa ve sahibinin gelip
onu orada bulması ihtimali varsa, Hanefîlere göre, onu almak mubahtır. Eğer
alınmadığı takdirde telef olmasından korkuîuyorsa almak vâcibtir.

1271

c. Kişinin bulduğu bir malı kendisi için alması ise, haramdır."
2. Müsedded'in Rivayeti

1702. ...Şu'be'den önceki hadisin mânâsı rivayet edilmiştir. (Şube'nin bu rivayetine
göre hocası Seleme b. Küheyl önceki hadisi, Resûlullah uç defa, "onu bir yıl
(boyunca) ilan et." buyurdu şeklinde rivayet etmiş, (sonra da) şöyle demiştir.
"Resûlullah (s.a.), Ubey b. Ka'b'a bu üç defa tekrarlama işini bir sene içerisinde mi,



1281

yoksa uç sene içinde mi, yerine getirmesini emretmiş, iyice bilemiyorum."



3. Mûsâ B. İsmail'in Rivayeti

1703. ...Mûsâ b. İsmail, Hammâd kanalıyla Seleme b. Küheyl'-den aynı sened ve
manada bir Önceki 1701 no'lu hadisi rivayet etmiştir. (Râvi Seleme buluntu malın)
ilânı hakkında (yaptığı bu rivayette) şöyle dedi:

(Süveyd b. Gaf ele bana buluntu bir malın) "İki yahutta üç yıl" (bekletilmesi
gerektiğini) söyledi. (Ve Hz. peygamber Hz. Ubeyy b. Kab'a; "Bulduğun kesenin
(içinde bulunan paraların) sayışım ve (kesenin) ağız bağım tesbit et" buyurdu" (Bu
hadisin râvilerinden Hammâd kendi rivayetinde hadise şunları da) ilâve etti: "Eğer
sahibi gelir de (buluntu kesenin içindeki paraların) miktarını ve (kesenin) ağız bağını
bilecek olursa, keseyi ona ver".

Ebû Dâvûd dedi ki: bu "miktarını bilecek olursa" sözünü bu hadîste Hammâd'dan

1291

başka rivayet eden olmadı.
Açıklama

Musannif Ebû Dâvûd, hadisin bu rivayetini de ayrıca zikretmekle Şu'be'nin, Seleme b.
Küheyl'den rivayet ettiği 1701 numaralı hadisle Hammâd İbn Seleme'nin rivayeti
arasındaki farka işaret etmek istemiştir.

Bilindiği gibi Şu'be, sözü geçen hadiste Hz. Peygamber'in, Übeyy b. Ka'b'a buluntu bir
parayı üç sene içerisinde üç defa ilan etmesini emrettiğini rivayet etmiştir.
Hammâd b. Seleme'nin rivayetine göre ise, Hz. Peygamber Hz. Ubeyy'e buluntu
parayı iki yahut da üç yıl ilân etmesini emretmiştir. Ayrıca Ham-mad'm rivayetinde
Hz. Peygamber'in Hz. Übeyy'e "Eğer kesenin gerçek sahibi gelirde onun ağız bağını
ve içindeki paraların miktarını bilecek olursa o zaman keseyi ona teslim et" dediğine
dair bir ilâve bulunmaktadır.

Gerçekten bu hadiste buluntu paranın ilan süresi ile ilgili "üç sene" kaydı, pekçok
râviler tarafından rivayet edilmiş olmakla beraber 'İki sene" kaydı Hammâd İbn
Seleme'nin dışında hiç bir raviden rivayet edilmemiştir.

Hammâd b. Seleme'nin rivayetinde geçen "Sahibi gelir de kesenin ağız bağını ve
içindeki paraların miktarını bilirse keseyi ona teslim et"

mealindeki ilâveye gelince, her ne kadar Musannif Ebû Dâvûd, "bu cümleyi
Hammâd'dan başka rivayet eden yoktur", demişse de, aslında bu söz doğru değildir.
Nitekim Müslim'in bu hadîsi rivayet ettikten sonra, "Süfyan, Zeyd İbn Ebî Uneys ve
Hammâd b. Seleme hadisinde, "şayet sana biri gelir, onun sayısını, çıkınım ve ağız

1301

bağını haber verirse onu kendine veriver" ifâdesi vardır" demesi de bu gerçeği
ortaya koymaktadır.

Hafız İbn Hacer el-Askalanî de musannif Ebû Davud'un bu tesbiti-nin isabetsiz

1311

olduğunu söylemiştir.

Hammâd b. Seleme'nin rivayetinde bulunan bu ziyâde cümleye dayanarak, İmam
Malik, İmam Ahmed, Dâvûd, Leys b. Sa'd ve Buhârî, para kesesi bulan kimsenin bu



paranın kendisine ait olduğunu iddia eden bir kimsenin gelip de paranın miktarını,
kesesini ve kesenin ağız bağım bilmesi halinde, başka bir delil istemeden bu paranın o
kimseye teslim edilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Hatta Buhârî, Sahih'inde "yitik
malın sahibi olduğunu iddia eden bir kimse ortaya çıkıp da malın alâmetlerini söyleye-

132]

bildiği zaman mal kendisine teslim edilir," başlıklı bir bab açarak bu manaya
geîen hadisleri orada toplamıştır.

Hanefîlerle Şâfıîlere göre ise, bu paranın kendisine ait olduğunu iddia edip de sözü
geçen üç vasfı bilen bir kimseye sırf bu vasıflan bilmesinden dolayı paranın teslimi
gerekmez. Fakat parayı bulan kimse paranın kendisine ait olduğunu iddia eden
kimsenin doğru söylediğine herhangi bir şekilde kanaat getirmesi hâlinde kendisine
paranın bu vasıflarını sormadan da teslim edebilir. Ancak teslim etmek zorunda
değildir. Paranın kendisine ait olduğunu isbatlayan bir delil ortaya koyması halinde ise
parayı ona teslim etmeye mecburdur. Birinci görüştekiler paranın teslim edilmesini
gerektirmesi hâlinde delil getirmeyi vasıfları bilmekten daha kuvvetli görmekle
beraber, parayı kaybedenin onu zaten gaflet anında düşürdüğü için paranın kendisine
ait olduğunu isbatlamasmm imkânsız derecede zor olduğundan burada vasıflarını
bilmenin delil yerine geçtiğini söylemişlerdir. Yine bu görüşü savunan ulemâya göre
yitik bir paranın kendisine ait olduğunu, vasıflarını saymakla isbat eden iki kişinin

£331

çıkması hâlinde de aynı yola başvurulur.

[341

Bu konuda Hanefîlerle Şâfiîlerin delili "delil iddia edene gerekir" hadisidir.

1351

Nitekim bir önceki hadisin şerhinde açıklandı.
4. Kuteybe B. Saîd'in Rivayeti

1704. ...Zeyd b. Hâlid el-Cühenî'den (rivayet edildiğine göre) bir adam Resûlullah
(s.a.)'a, buluntu malın hükmünü sormuş O (s.a.)'da;

"Onu bir sene ilan et! Sonra ağız bağıyla çıkınını iyice tespit et ve harca. Eğer sahibi
gelirse, ona verirsin" buyurmuş. Bunun üzerine (adam):

Ey Allah'ın Resulü, ya yitik davar (nasıl bir muameleye tabi tutulacak?) demiş, (Hz.
Peygamber de:)

"Onu da al, çünkü o ya senindir ya da (bir din) kardeşinindir. Yahut da kurdundur"

buyurmuştur.

(Bunun üzerine adam:)

Ey Allah'ın Resulü ya yitik develer (nasıl bir mualeye tabî tutulurlar) demiş.
Resûlullah (s.a.) de yanakları ya da yüzü kızaracak kadar öfkelenip:
"Sahibi gelinceye kadar onun ayakkabısı da su kırbası da beraberindedir. Onlardan

1361

sana ne?" buyurmuştur.
Açıklama

Hıza ayakkabı anlamına gelir. Burada mecazen deve ayağı anlamında kullanılmıştır.
Sika ise lügatte su tulumu anlamına gelir. Burada ise, deve karnı anlamında



kullanılmıştır. Deve bir defada bir kaç günlük su ihtiyacını içebildiğinden karnı su
tulumuna benzetilmiştir.

Bilindiği gibi kaybolan bir malın yitik bir mal hükmüne girebilmesi için onun kendi
kendini müdafaadan âciz olması ve telef olma tehlikesine mâruz kalmış olması
gerekir. İşte bu durumda olan bir mal bulunduğu zaman onu telef etmekten kurtararak
sahibine eriştirmek amacıyla yerden alıp saklamak meşru kılınmıştır. Deve için
herhangi bir şekilde telef olma söz konusu değilse de koyun ve keçi türünden olan
hayvanlar için bu tehlikeler söz konusu olduğundan bunlar yitik olarak bulunduğu
zaman sahiplerine teslim etmek amacıyla alınıp saklanmaları meşru kılınmıştır.
Resûl-i Zişân efendimiz yitik koyun ve develer hakkındaki sorulara farklı cevaplar
verirken bu incelikleri ifâde etmek istemiştir.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte geçen "Onu bir sene ilân et" cümlesini
açıklarken ilim adamları şu görüşlere yer vermişlerdir:

Bu emrin zahiri ilan etme işinin tekrar tekrar yapılması icabettiğini ifâde etmektedir.
Meselenin özü şudur: "Eğer ilan et" emrinin zarfı, sene ise, o zaman ilan işini senede
bir defa yapmak yeterli olur. Fakat bu emri alışılmış olan ilan etme şeklinde anlamak
icab eder ki, bu takdirde bu emrin yerine getirilmesi, ancak malın sahibinin kulağına
gitmesi ihtimalinin bulunduğu her yer ve zamanda usûlüne uygun olarak ilan etmekle
gerçekleşebilir.

Bu konuda Hanefî ulemasından îbn Melek de şöyle diyor: "Bu ilan emri ancak ilk
hafta, birisi her gün gündüzün başında diğeri sonunda olmak üzere günde iki defa
yapmakla, ikinci hafta her gün bir defa yapmakla, bundan sonra da haftada bir defa
yapmakla gerçekleşir. İmam Mâlik ile İmam Şafiî ve İmam Ahmed bu görüştedirler."
Bu mevzuda Hidâye'de şöyle denmektedir:

"On dirhemden daha az bir değere sahip olan bir mal günlerce ilan edilir. On dirhem
veya daha fazlası için ise, bir yıl ilan edilir. Üçüncü bir görüşe göre ilan müddetinin

£371

takdiri yitik malı bulan kimseye aittir."
Bazı Hükümler

1. Yitik deveyi sahibi bulununcaya kadar onu serbest bırakmak gerekir. Malık, Evzaı
ve Şanının kavli böyledir. Hanefîlere göre yitik deveyi almak mekruhtur. Yani sahi-
Ibini bulmaya çalışmak ve ilan etmek üzere bunu barındırmak mekruhtur.
el-Leys b. Sa'd ise, yitik deveyi köylerde ve meskûn sahalarda bulan iyi niyetli kimse
alır, fakat sahrada bulursa alamaz, demiştir. Mâlik ve Şafiî'den birer rivayet de
böyledir. Hanefi'lerden de bu kavi rivayet olunmuştur.

Şafiî âlimleri: Yitik deve köy ve şehirden uzak yerlerde görülürse muhafaza edilmek
üzere hakim veya başkası onu alabilir. Fakat mülkiyetine geçirmek niyetiyle alıp
götürmek haramdır. Şayet yitik deve köyde bulunur ise, usûlü dâiresinde ilân etmek ve
buna rağmen sahibi çıkmadığı takdirde mülkiyetine geçirmek niyetiyle bunu almak
caizdir. En sahih kavil budur, demişlerdir.
Yitik Sığırın Hükmü:

Tâvûs, Evzâî, Hanefîler ve İmam Mâlik'in bazı arkadaşları "yitik sığır, yitik deve
gibidir" demişlerdir. İmam Mâlik ve Şafiî ise, "yitik sığır tehlikeli bir yerde ise, yitik
koyun hükmündedir. Aksi halde yitik deve hükmündedir" demişlerdir. Başka görüşler
de vardır.



2. Yitik koyun ve keçiyi gereği yapılmak üzere almak caizdir. Cumhur ve Hanefiler bu
hadisi delil göstererek böyle hükmetmişlerdir.
Tekmile yazarı bu konu hakkında özetle şöyle der:

"el-Leys b. Sa'd'in kavline ve bir rivayetinde Ahmed'in kavline göre yitik koyun ve
keçiyi ancak devlet yetkilisi alabilir, kişiler alamaz." Bu hadis bu görüşü reddeder.
Bazı âlimler: Yitik koyun ve keçiyi meskûn sahada almak caiz değildir. Fakat çölde,
dağda ve benzeri yerde almak caizdir, demişler ise de bu hadis bu görüşü de reddeder.
Çünkü Resûl-i Ekrem (aleyhisselatü vesselam) böyle bir ayırım yapmaksızın
alınmasını emretmiştir. Eğer meskûn saha ile çöl ve dağ arasında bir fark bulmuş
olsaydı, Resul-i Ekrem (s. a.) bu durumu soru sahibine soracaktı veya olan farklılığı
belirtecekti. Kurt meskûn sahalarda bulunmaz ancak çölde, dağda ve benzeri yerlerde
bulunur denemez. Çünkü koyun ve keçinin bu gibi yerlerde kurta yem olması köy ve
şehirlerde kurttan başkasına yem olmamasını gerektirmez. Yani bu yerlerde çalınma
gibi tehlikeler de mevcuttur. Diğer taraftan sahibi meçhul yitik mal çölde olsun köy ve
şehirlerde olsun lukata hükmüne tâbidir.

Resûl-i Ekrem (s.a.)'in, "Çünkü o ya senindir ya senin kardeşinindir, ya da
kurdundur." buyruğunun zahirine göre, yitik koyun ve keçiyi bulan kimse ondan
yararlanabilir. îbn Kudâme bu konu hakkında özetle şöyle der:

Yitik koyun ve keçiyi bulup alan kimsenin, dilerse, (evsafını ve alametlerini tesbit
ettikten sonra) hemen yemesinin cevazı üzerinde âlimler icma etmişlerdir. Bu hükmün
dayanağı ise, Resûl-i Ekrem (s.a.)'in; "O ya senindir, ya kardeşinindir veya kurdundur"
mealindeki buyruğudur. Çünkü bu buyrukta hayvancağız bulana ait kılınmış ve bulan
kimse ile kurt eşit kılınmıştır. Sonra hayvan sahibi için en kârlı iş budur. Çünkü
hayvancağız hefrıen boğazlanıp yenmezse bakım ve beslenmesi sorunu doğar.
Hayvanın uzun süre elde tutulup bakım ve yem masrafı bazen değeri kadar bir meblağ
tutar. İleride sahibi çıktığı zaman, icabında hayvmm değeri kadar masraf ödeme
durumunda kalabilir. Fakat bunun alâmet ve evsâfı tesbit edilip kıymeti de takdir
edildikten sonra hemen yenilmesi ve pahasının teslim edilmek üzere muhafaza
edilmesi en kârlı yoldur, demiştir.

Yitik koyun ve keçiyi (evsafı belirlenip değeri takdir edildikten sonra) hemen yemenin
câizliği hususunda bu hayvancağızı çölde, dağda ve benzeri yerlerde bulmak ile
şehirde bulmak arasında bir fark yoktur. Fakat Ebû Ubeyd, Şâfuler ve İbnu'l-Münzir,
bunu şehirde bulan kimse satabileceği için yiyemez. Satıp da değerini muhafaza
etmesi gerekir. Fakat çölde bulan kimse satma imkânına sahip olmadığı için yiyebilir
demişlerdir. Cumhurun görüşü ilk görüştür. Cumhurun delili hadiste bir kayıtlanmanın
olmayışıdır. Ayrıca sahrada yenilmesi helâl olan bir şeyi şehirde yemek de helâldir.
İbn Kudâme sözlerine devamla şöyle der: "Yitik koyun ve keçiyi bulan kimse yukarda
anlatıldığı şekilde dilerse bunu kesip yiyebildiği gibi dilerse bunu kendi malından
besler, karşılıksız olarak bakar ve mülkiyetine geçirmez. Sahibi çıkınca ona teslim
eder. Bulan kişi şayet ilerde hayvan sahibinden tahsil etmek üzere hayvanın bakım ve
yem masrafını tesbit edip bu durumu şâhidlerle tevsik eder ve sonra hayvan sahibi
bulunursa, anılan masraflar hayvan sahibinden tahsil edilebilir mi? Bu hususta iki
rivayet vardır: Bir rivayete göre anılan masraf tahsil edilebilir. Diğer rivayete göre
tahsil edilemez. İkinci görüş Şâ'bî ve Şafiî'nin kavlidir. Bunun gerekçesi de şudur:
Hayvanın bakım ve yemi hergün tekrarlanır. Bazan hayvanın değeri kadar masraf
olabilir. Bu itibarla yitik hayvancağızı bulan kişinin bunu derhal satıp bedelini
muhafaza etmesi veya bedelini takdir ve tesbit ettikten sonra boğazlayıp yemesi ve



bedelini saklaması hayvan sahibi için daha kârlıdır.

Yitik koyun veya keçiyi bulan kimsenin üçüncü bir yolu, bunu satıp bedelini
muhafaza etmesidir. Satış işini bizzat yapabilir. Şafiî'nin bazı arkadaşlarına göre satış
işini ancak devlet yetkilisinin izni ile yapabilir. Cumhurun görüşüne göre devlet
yetkilisinden izin almaya gerek yoktur."

3. Lukata'yı (yani yerde bulunan sahibi meçhul para ve diğer eşyayı) iyi niyetle almak
caizdir. Alman mal az olsun çok olsun, bir yıl ilân edilir. Sahibi çıkmazsa, bulana helâl
olur. Bulan kişi bulduğu malın alâmetlerini ve evsafını iyice belirlemek zorundadır.
[38]

5. İbnu's-Serh'in Rivayeti

1705. ...Önceki hadisin mânâsı aynı senetle (bir de) Mâlik (b. Enes)'den rivayet
edilmiştir (ve bu rivayette onların) "su tulumu beraberindedir (bu sayede onlar) suya
gelirler, ağaçlan otlarlar" (sözünü) ekledi, (fakat önceki hadiste) yitik koyunlar
hakkında (geçen) "onu al (çünkü ya senindir, ya din kardeşinindir, yahut da
kurdundur" sözünü) rivayet etmedi.
Yitik mal hakkında da (şunları) rivayet etti:

"Onu bir sene ilan et, eğer sahibi gelirse (teslim edersin), gelmezse onu nasıl istersen
yap" (Fakat önceki hadiste geçen "onu kendin için sarfet" sözünü rivayet etmedi.)
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi es-Sevrî ile Süleyman b. Bilâl ve Hammâd b. Seleme de
Rabia 'dan aynen Mâlikin rivayeti gibi rivayet ettiler; "onu al (Çünkü o ya senindir...

£391

ya din kardeşinindir, ya da kurdundur)9* sözünü rivayet etmediler.
Açıklama

Bir önceki hadis-i şerifin tetkikinden de anlaşılacağı gibi bir önceki hadise nisbetle
Mâlik b. Enes'in bu rivayetinde bulunan ilâve "suya gelirler, ağaçlan otlarlar"
cümlesidir. Bu cümlenin başında bulunan "Sikauha: su tulumu" kelimesi, bu fazlalığa
dahil değildir. Bu hadiste bir önceki hadise nisbetle bazı eksiklikler de bulunmaktadır.
Bunlardan birisi bir önceki hadiste bulunan yitik koyunlar hakkındaki "onu al, çünkü
ya senindir ya din kardeşinindir, ya da kurdundur." cümlesidir.

Ayrıca Mâlik bu rivayetinde önceki hadisten farklı olarak yitik mal konusunda "onu
bir sene ilan et, eğer sahibi gelirse (verirsin) gelmezse nasıl istersen öyle yap,"
sözlerini rivayet etmiş, buna karşılık bir öncçki hadiste yer alan "onu kendin için
sarfet," anlamına gelen "istenfik" sözünü rivayet etmemiştir.

Gerçekten de Musannif Ebû Davud'un dediği gibi imam Mâlik'in rivayet ettiği bu

[401

hadisi muttasıl olarak Buhârî ile Müslim ve Beyhakî de rivayet etmişlerdir.
Süleyman b. Bilârin rivâyetindeki hadisi de yine Buhârî ile Müslim ve Beyhakî rivayet

m

etmişlerdir. Fakat Süleyman b. Bilârin rivayet ettiği bu hadisin Buhârî'deki

1421

metinlerinin birinde, "Onu al, Çünkü o ya senindir..." cümlesi de bulunmaktadır.
Musannifin ta'likde rivayet ettiği İmam Mâlik'in bu rivayetini destekleyenlerden biri



de Hammâd b. Seleme'nin rivayet etiği ve musannifin da Sünen'ine aldığı ileride
gelecek olan 1708 numaralı hadistir.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif yitik malı bulan bir kimsenin yeterince ve
usûlüne göre ilan ettikten sonra ona sahip olabileceğine delâlet etmektedir. Biz fıkıh
âlimlerinin bu konudaki görüşlerini 1701 numaralı hadisin şerhinde açıklamış
£431

bulunmaktayız.

6. Muhammed B. Râfî'in Rivayeti

1706. ...Zeyd b. Hâlid el-Cühenî'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.)'e buluntu
mal(m nasıl bir muameleye tabi tutulacağı) sorulmuş, o (s.a.)'da şöyle cevap vermiş:
"Onu bir sene ilân et. Eğer arayıcısı gelirse, ona ver. Eğer gelmezse, onun kabını ve
ağız bağını tesbit et, onu malına kat. Eğer (onu harcadıktan sonra bir gün onun)

1441

arayıcısı çıkıp gelecek olursa, onu(n değerini) kendisine veriver."
Açıklama

Hadis-i şerif, yitik mal bulan kimseye bir süre sonra bir kimsenin gelip de malın
vasıflarını sayarak onun kendisine ait olduğunu iddia etmesi hâlinde bu malı teslim
etmek gerektiğine delâlet etmektedir.

İmam Mâlik ile İmam Ahmed'e göre, malı arayan kimsenin malm vasıflarım sayıp
dökmesi hâlinde, gerçekten ona ait olduğuna dair malı bulanın kalbinde bir kanaat
hâsıl olursa, malı ona teslim etmesi farzdır.

Hanefî ulemâsı, îmam Şafiî ve cumhuru ulemâya göre ise, hadiste geçen "kendisine
ver" emri "nedb," ifade ettiğinden malı bulan kimsenin, malm kendisine ait olduğunu
söyleyerek vasıflarım sayıp döken kimseye teslim etmesi farz değil, mendubtur.
Ancak malm kendine ait olduğunu iddia eden kimse bu iddiasını delille isbatlayacak
olursa, o zaman, bu malı ona teslim etmek farz olur.

Bu durum malm harcanmasmdan sonra bile sâhabinin çıkması hâlinde, en azından
malm bedelinin ona ödenmesi gerektiğini yitik malm, onu bulanın elinde bir emânet
olduğuna/ ve sahibinin belirlenmesi halinde ona teslim edilmesi icabettiğini gösterir.
Bu mevzuda Hattâbî şöyle demiştir:

"Sonra ondan yararlan" ifadesi, yitik bir mal bulan kimsenin usûlüne göre ve yeterince
onu ilan ettikten sonra, sahibinin çıkmaması halinde, sahibi çıkınca kendisine bedelini
ödemek şartıyla, onu harcayabileceğine, bunda hiçbir kerahet olmadığına delâlet
etmektedir. Her ne kadar İmam Mâlik; "O, ya senindir, ya da kurdundur" mealindeki
1704 numaralı hadis-i şerife dayanarak "çölde bir koyun bulup da yiyen kimse
sonradan sahibinin çıkması halinde o koyunun bedelini ödemekle mükellef değildir"
demişse de bu hadiste geçen '*eğer arayıcısı çıkıp gelirse onu(n değerini) kendisine
veriver" cümlesi aleyhine bir delildir.

Bu cümleye dayanarak İmam Şafiî de "ister şehirde ister şehir dışında bulmuş olsun,
bulduğu bir koyunu yiyen kimse sahibinin çıkması halinde onu ödemekle
yükümlüdür," demiştir ki Hafız İbn Hacer'in dediği gibi, Hz. Peygamber'in ona yeme
izni vermeden önce sahibinin gelmesi halinde ona teslim etmeyi emretmesi İmam



[451

Şafiî'nin bu görüşünü kuvvetlendirmektedir.

7. Ahmed B. Hafs'ın Rivayeti

1707. ...Zeyd b. Hâlid el-Cühenî'den rivayet edilmiştir. Dedi ki:
Resûlullah (s.a.)'a lukata(mn nasıl bir muameleye tabi tutulacağı) soruldu da...
Bundan sonra (1704 no'lu) Rabia hadisinin bir benzerini rivayet etti.

(Abdullah b. Yezîd bu hadisi) şöyle rivayet etti: (Hz. Peygambere) buluntu mal(m
nasıl bir işleme tabi tutulacağı) soruldu da o (s. a.), şöyle cevap verdi:
"Onu bir sene Han edersin, eğer sahibi gelirse onu kendisine teslim edersin. Gelmezse,
ağız bağım ve çıkınını belirlersin sonra onu kendi malına katarsın. Eğer bir süre sonra

[461

sahibi gelecek olursa bunu ona veriverirsin."
Açıklama

Hadis-i şerif yitik malı bulan kimsenin bir sene ilan ettikten sonra sahibi çıkmasa bile
yine ona kayıtsız şartsız sahib olamayacağına, bir başka ifadeyle, sahibi ne zaman
ortaya çıkarsa çıksın, onu isteme hakkına sahip olduğuna delâlet etmektedir. Nitekim
bir önceki hadisin şerhinde açıkladık.

Yine bu hadisin zahiri, yitik malı bulan bir kimsenin, o malın kendisine ait olduğunu
iddia eden kimseye hiç bir delil istemeden teslim etmesi gerektiğini ifâde etmektedir.
Ancak 1 703 ve 1 706 numaralı hadisler, bu hadis-i şerifi kayıtladığından bu hadisi sözü
geçen hadislerle birlikte ele almak icabeder. Bu bakımdan bulunan bir malın sahibine
hangi şartlarla teslim edilebileceği hususu için anılan hadislerin şerhlerine müracaat

1421

edilmelidir.

8. Musa B. İsmail'in Rivayeti

1708. ...(Bir önceki hadisin) manası (bir de 1704 numaralı) Kuteybe (b. Abdurrahman)
hadisinin senediyle yani Rabia b. Ebî Abdurrahman yoluyla (rivayet edilmiştir. Şu
farkla ki Hammâd b. Seleme) bu rivayete şu cümleyi de eklemiştir:

"Eğer arayıcısı gelir de (malın) çıkınını ve miktarını bilirse, onu ona verîver". (Bu
hadisin) bir benzerini de yine Hammâd, Ubeydullah b. Ömer, Amr b. Şuayb, onun

148]

babası ve dedesi yoluyla Peygamber (s.a.)'den rivayet etmiştir.
Açıklama

Ebû Davud'un hadise ait üç taliki aşağıda ayrı ayrı ele alınarak değerlendirilecektir.
Bilindiği gibi bu hadisin benzeri daha önce 1704 numarada geçmiştir.
Ancak burada 1704 numaralı hadisten fazla olarak bir de Hammâd b. Seleme'nin ilâve
ettiği "eğer arayıcısı gelir de malın çıkınım ve miktadıfmı bilirse, malı ona veriver"
anlamına gelen bir cümle bulunmaktadır.

Bu hadisin zahirine bakarak İmam Mâlik (r.a.) buluntu bir malın vasıflarını sayarak



onun kendisine ait olduğunu iddia eden bir kimseye bu malın başka bir delil
aranmadan teslim edilmesi farz olduğunu söylemiştir.

Şâfıîlerle Hanefîler ise yine bu hadisten, malın sahibi olduğunu iddia eden kimsenin
malın vasıflarını sayıp dökmesi neticesinde malı bulan kimsenin kalbinde malın o
kimseye ait olduğuna dair bir kanaat uyanırsa malı o kimseye teslim etmesi caiz
olmakla beraber, farz değildir. Çünkü "buradaki emir farziyyet ifâde etmez,
mendupluk ifâde eder" demişlerdir.

Hammâd b. SeJeme'nin metinde geçen ilâvesini Müslim, Hammâd b. Seleme Yahya b.
Said, Rabiatü'r-Rey, İbn Ebi Abdirrahman, Yezid, Zeyd b. Halid el-Cüheni zinciriyle
ve şu mânâya gelen lâfızlarla rivayet etmiştir:

Bir adam Peygamber (s.a.)'e kaybolan develerin hükmünü sormuş..." Rabia şunu ilâve
etmiş: "Bunun üzerine kızdı. Hatta yanakları da kızardı" ve hadisi yukandakilerin
hadisi gibi rivayet etmiş şunu da ilave etmiş: "Şayet sahibi gelir de muhafazasını,

1421

sayısını ve bağını bilirse, onu kendisine veriver! Aksi takdirde o senindir."

(a) Ebû Dâvûd dedi ki: Hammâd b. Seleme'nin, Seleme b. Kü-heyl, Yahya b. Said,
ubteydullah b. Ömer ve Rabia'nm "Eğer sahibi gelir (yitik malın) çıkınını ve (çıkının)
ağız bağım bilecek olursa, o malı ona teslim ediver" (şeklindeki) hadisine yaptığı şu
"çıkını ve (çıkının) ağız bağını bilirse" (sözlerinden oluşan) ilâve (bu hadisin diğer

JM

yollardan gelen rivayetlerine) tercih edilebilecek nitelikte değildir.
Açıklama

Her ne kadar musannif, Hammâd b. Seleme'nin bu ilâvesinin diğer rivayetlerden daha
sağlam olmadığını söylemişse de aslında bu ilâveyi Müslim de Sahih'inde rivayet

£511

etmiş ve İbn Hacer de Musannif Ebû Davud'un bu tespitinin isabetsiz olduğunu
1521

söylemiştir. Nitekim 1703 numaralı hadisin şerhinde açıklamıştık. Ayrıca İbn

[531

Hazm da Musannifin bu kanaatinin doğru olmadığını ifade etmiştir.

(b) (Ebû Dâvûd dedi ki:) Ukbe b. Süveyd'in babası vasıtasıyla Peygamber (s.a.)'den
(rivayet ettiği) hadiste de (Zeyd b. Hâlid el-CühenVnin rivayet ettiği 1706 no'lu
hadiste) olduğu gibi (Hz. Peygamber'in kendisine yitik malın nasıl bir işleme tabi
tutulacağını soran bir kimseye):

[541

"Onu bir sene ilan et!" buyurdu(ğu ifade edilmektedir.)
Açıklama

Her ne kadar musannif, Hammâd ibn Seleme'nin bu ta'lîki buluntu bir malın bir sene
ilan edilmesi gerektiğini ifâde eden 1706 numaralı hadîsi takviye için getirmişse de
aslında Ebû Davud'un bu talikini Taberâni ile Beğavi, Elhumeydî ve ibn Seken şu
senedle zinciriyle Hz. Peygambere ulaştırmışlardır. "Muhammed ibn Ma'n-elğıfârî,
Rabia, Ukbe ibn Süveyd ve babası Süveyd. Söz konusu ta'lîk şu manaya gelen
lafızlardan ibarettir. "Resûlullah (s.a.)'e lükatayı sordum da:



1551

"Onu bir sene ilan et, sonra onun kabım muhafaza et", buyurdu.

(c) (Ebû Dâvûd dedi ki) Ömer b. ei-Hattâb'm Peygamber (s.a.)'den rivayet ettiği

hadiste de (Zeyd b. Halid el-CühenVnin rivayet ettiği 1706. hadiste) olduğu gibi (Hz.

Peygamber'in, kendisine yitik malın nasıl bir işleme tâbi tutulacağını soran bir

kimseye):

[561

"Onu bir sene ilân et." buyurdu(ğu ifâde edilmektedir.)
Açıklama

Bu ta'lîki de Tahâvi ile Beyhakî, Amr ibn Şuayb'dan O'da Süfyân ibn Abdillâh'm
oğullan Amr ile Asım'dan, O'nlar da babaları Süfyân ibn Abdillah'dan O'da Hz.

[571

Ömer'den O'da Hz. Peygamberden rivayet etmiştir.
9. Müsedded'in Rivayeti

1709. ...İyaz b. Hımâr'dan; demiştir ki: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur:

"Kim bir yitik mal bulursa bir veya iki adaletli kimseyi (bu malı emânetine aldığına
dâir) şâhid tutsun, gizlemesin ve kaybetmesin. Eğer sahibi çıkarsa ona versin, eğer

[58]

çıkmazsa, o zaman o aziz ve celîl olan Allah'ındır, onu istediğine verir.
Açıklama

Tutulacak âdil şâhid sayısının bir veya iki olduğuna dair tereddüt râviye aittir. Ahmed
ve Tahâvî'nin rivayetlerinde bu tereddüd durumu yoktur. Oralardaki rivayette iki âdil
şâhid'in tutulması emredilmiştir. Lukataya ait tutulacak şâhidlerin hangi hususlar için
tutulacağı hakkında birkaç görüş vardır:

a. Kişi sadece bir lukata bulduğuna dair şâhidler tutacak fakat bulduğu malın evsafını
açıklamayacaktır ki, herhangi bir yalancı kimse haksız yere bu mala sahip çıkmasın.

b. Kişi bulduğu malın evsafım tesbit etmek için şâhidler tutacak ve bütün vasıfları
şâhidlere anlatacak ki günün birinde ölürse vârisleri o malda tasarruf etmesinden
dolayı kendisinin malı olduğunu sanmasınlar. Şafılerin bir kısmına göre kişi bulduğu
malın bazı vasıflanıl şahidlendirecek ve bazı evsafım gizli tutacaktır. Nevevî "en

' Iİ91
sıhhatli görüş budur" der.

Bazı Hükümler

1. Lukata yani yitik mal bulan kimse bunu alınca durumu şahıdlerle tespit etmelidir.
Şahit tutmaya ait hadisteki emrin hükmü hakkında âlimler ihtilâf etmişlerdir. Şöyle ki:
a. Hanefîlere göre kişinin bulduğu malın onun yanında emânet sayılıp kusur ve ihmali
olmadıkça zayiinden ve helak olmasından sorumlu tutulmaması için şahid tutmuş
olması şarttır. Eğer şâhid tutmamış ise, mal onun yanında helak veya zayi olursa,



kusur ve ihmali olsun veya olmasın, mal sahibi ortaya çıktığında ödettirir. Kişi yitik
malı sahibine teslim etmek

üzere iyi niyetle aldığını, fakat şâhid tutmadığını söyler ve mal sahibi de onu
doğrularsa, bu takdirde kişi o maim helak veya zayiinden sorumlu değildir. Şu halde
bir adam yitik bir mal bulup yerden alıp da durumu şâhidlendirmez ve sonra henüz
sahibi bulunmamış iken adamın kusuru olmaksızın mal helak veya zayi olur, sonra
sahibi çıkar ve adam durumu anlatır mal sahibi de adamın iyi niyetle malı
götürdüğünü doğrularsa, adama malın değerini ödettiremez. Şayet mal sahibi adamı
yalanlarsa, Ebû Hanî-fe'ye göre malı tazmin ettirir. Ebû Yûsuf ile Muhammed'e göre
adam bulduğu malı sahibine iade etmek niyetiyle aldığına yemin ederse ödetme
durumu kalmaz.

b. Şafiî'ye göre kişinin yitik mal bulduğunu şahidlendirmesi vâcibtir. Şafiî, hadisin
zahirini esas almıştır. Bir de şu durum vardır: Adam şahid tutmayınca, görünüşte adam
malı kendi nefsi için almış gibi olur.

c. Mâlik, Ahmed ve meşhur kavlinde Şafiî, "ŞahuJ tutmak müstehabdır. Hadisteki
emir müstehablık içindir. Çünkü sahih hadislerde yitik mala şahid tutma emri yoktur.
Bu hadislere bakılınca burdaki emrin, müstehablık için olduğu kanaati hâsıl olur"
demişlerdir.

Hattâbi, bu hadisin şâhid tutma emri, eğitim ve irşâd anlamı taşır. Şahid tutma
hakkında ikilhikmetlvardır: Birisi şudur: Şahid tutulmadığı takdirde nefis ve şeytan,
yitik malı götüren adamın kalbine vesvese sokabilir. Adam malı götürürken iyi niyetle
götürmüş olmasına rağmen,sonra nefis ve şeytan yitik malı götüren adamı iğfal
edebilir ve hiyânete sürükleyebilir. Adam şahid tutmuş ise, böyle bir tehlike endişesi
kalmaz. İkinci hikmet de şudur: Adam aniden ölebilir. Mirasçıları da bunu onun öz
malından sayarak bölüşebilirler. Şâhid tutulmuş ise, böyle bir tehlikeye yer kalmamış
olur.

2. (Zeydîlerin bir kolu olan) Hâdeviler hadisin "mal sahibi gelmezse artık o, Allah'ın
malıdır" cümlesini delil göstererek bir yıl süre ile usûlüne uygun olarak ilân
edilmesine rağmen sahibi çıkmayan yitik mal bunu bulan kimsenin fakir olması kaydı
ile mülkiyetine geçer. Bulan kimse fakir değilse yitik mal onun mülkiyetine geçmez.

1601

Çünkü Allah'ın malım ancak sadakaya muhtaç kimseler alabilir, demişlerdir.

[611

Nitekim 1701 numaralı hadisin şerhinde açıklamıştık.
10. Kuteybe B. Said'in Rivayeti

1710. ...Abdullah b. Amr b. el-As'dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.)'a
ağaçta bulunan meyveden (alıp yemenin hükmü) sorulmuş da:

"Her kim onu ihtiyacından dolayı ağzıyla alıp yer de eteğini doldurmazsa, (bundan
dolayı) ona bir ceza lâzım gelmez. Ondan bir şey koparır (da başka yere taşır)sa, onun
değerinin iki mislini ödemek onun üzerine borç olmakla beraber (tazir) cezasına da
çarptırılır.

Kim de meyveyi meyve kurutulan yere konduktan sonra çalar da (çalman bu
meyvenin) değeri, bir kalkan değeri olursa, ona (el) kesme (cezası) lâzım gelir,"
buyurmuş ve (Abdullah b. Amr, rivayetine devam ederek) başkalarının rivayet ettiği
şekilde yitik deve ve koyun hakkında rivayette bulunmuş (bu rivayetinde) şöyle demiş.



(Hz. Peygambere) yitik maldan soruldu da şöyle cevap verdi:

"İşlek bir yolda ya da ma'mür olan bir köyde bulduğun bir malı bir sene ilan et. Eğer
(bu süre içerisinde) sahibi gelirse ona ver, eğer gelmezse senindir. Harab olan bir

[621

yerde bulunan bir malda ve rikâzda beşte bir (Vergi) vardır. (Gerisi bulana kalır)
Açıklama

Hadis-i şerif, fakr-u zaruret içerisinde bulunan bir kimsenin başkasına ait bir ağacın
meyvelerini ağacın başında eteğine doldurmaksızın alıp yiyecek olursa, sahibinin
rızası olmadığı takdirde ona sadece yediği meyvelerin kıymetini ödemek düşer.
İslâm'ın ilk yıllarında bu kimse yediği meyvelerin bedelini ödemekten de muaftı. Fa-
kat sonradan bu uygulama yürürlükten kaldırıldı. Meyvelerin bedelini ödemek
mecburiyeti getirildi. Eğer bir kimse ağacın meyvelerini koparıp da başka bir yere
götürecek olursa, zaruret icabı götürmüş bile olsa, ona tazir cezasıyla birlikte
götürdüğü o meyvelerin değerinin iki mislini ödeme cezası verilir. Fakat meyveler hırz
(muhafaza) altında olmadığı için hırsızlık cezası verilmez.

Eğer bu meyveler sahihleri tarafından ağaç üzerinden sergiliğe indirildikten sonra
alınmışsa ve alman bu meyvelerin değeri hırsızlık cezası için aranan dörtte bir dinar
veya on dirheme ulaşmışsa, o zaman alan kimse hırsızlık cezasına çarptırılır. Çünkü
sergilik âdeten mal için emniyetli bir yer sayılır. Bilindiği gibi böyle emniyetli bir
yerden alman mal çalınmış sayılır ve bu işi yapan kimse hırsızlık cezasına çarptırılır.
İşlek bir yol üzerinde ya da mamur ve meskûn bir yerleşim bölgesinde bulunan yitik
malların hükmü, diğer yitik malların hükmüne tabî olmakla beraber harabe bir
yerleşim bölgesinde bulunan yitik mallar ve rikâz, vergiye tabidirler. Beşte biri vergi
olarak devlete verilir, kalanı ise bulan kimsenin mülkü olur. Bilindiği gibi rikâz,
define (gömü) demektir.

Fıkıh kitaplarında açıklandığı üzere rikâz (kenz, define) üç türlüdür:

1. Kenz-i İslâmî: Üzerinde îslâmî işaretler bulunan para, kıymetli eşya vs.
gömüleridir. Bunlar Lukata hümündedir. Bunları bulanlar fakir iseler kendilerine,
değil iseler fakirlere sarf veya İslâm idaresine teslim ederler.

2. Kenz-i Câhili: Üzerinde kâfirlerin işaretleri bulunan para vs.'dir. Bunların beşte biri
İslâm idaresine zekât olarak verilir. Geri kalanı toprak sahibine aittir.

3. Kenz-i Müştebih: Kime ait olduğu anlaşılamayan para eşya vs. definedir. Bunlar
bir görüşe göre kenz-i câhili bir görüşe göre de lukata hükmündedirler.

İmam A'zam ve îmam Muhammed'e göre deniz mahsûllerinden zekât alınmaz. İmam

[63]

Ebû Yusuf a göre ise, denizden çıkarılan inci vs. 'den beşte bir zekât alınır.
Bazı Hükümler

1. Zaruret durumunda olan bir kimse yanma alıp başka bir yere goturmemek
şartıyla başkasının meyvesini ağacının başında ihtiyacını giderecek kadar yiyebilir.
Ancak bu cevaz meyve sahibinin o meyvenin yenmesine izin vermiş olduğuna dair bir

£641

karinenin bulunmasına bağlıdır. Aksi takdirde kendisine yediği meyvelerin bedeli
ödetilir.



2. Zaruret durumunda olmadığı halde bir başkasının meyvesini ağacının başında
yiyen kimseye o meyvenin bedelinin iki misli ödetilir ve bir de tâzir cezasına
çarptırılır. Ömer b. el-Hattâb (r.a.) ile İmam Ahmed mevzumuzu teşkil eden hadisin
zahirine sarılarak bu hükme varmışlardır. İmam Şafiî'nin eski görüşü de budur.
Cumhhûru ulemâya göre bu kimseden malî ceza olarak sadece meyvenin değeri alınır,
iki katı alınmaz. Hadiste geçen "iki kat" kelimesi halkı ihtiyaçsız olarak halkın
meyvelerini yemekten şiddetle sakındırmak için kullanılmıştır.

Hanefî ulemasından İbn Melek ise, metinde geçen tâzir cezasının sırf halkı
vazgeçirmek için kullanılmış olabileceğini ya da İslâm'ın ilk yıllarında olup sonradan
yürürlükten kaldırılan bir uygulama ile ilgili olabileceğini ve 3569 numaralı hadisin de
buna delâlet ettiğini binaenaleyh başkasının meyvesini yiyen bir kimseye yediği
meyvenin bedelini ödemekten başka bir ceza verilemeyeceğini söylemiştir. Hattâbî de

[651

bu görüştedir. Esasen İmâm Sindî'nin de ifâde ettiği gibi metinde geçen "değerinin
iki misli" sözü Ebû Davud'un bazı nüshalarında bir misli olarak geçmektedir ki bu
daha iyi ve îslâmm ruhuna daha uygundur.

3. Muhafaza (hırz) altına alınmış olan ve miktarı hırsızlık cezası için şart olan dörtte
bir dinara ya da on dirheme ulaşan bir malı çalıp giden bir kimse hırsızlık cezasına
çarptırılır (eli kesilir.)

4. Mamur ve meskûn yerleşim birimlerinde bulunan yitik mallar, diğer yitik mallar
gibi usûlüne göre bir sene ilân edilir. Meskûn olmadığı için harab olan yerleşim
birimlerinde bulunan yitik mallar ise, vergiye tâbidir. Beşte biri İslâm devletine verilir,
gerisi bulana kalır.

5. Ele geçen yitik koyunlar buluntu mal hükmündedir. Deve ise buluntu mal
hükmünde olmadığından sahipsiz bir deveyi bulan kimse onu almaya kalkmamalıdır.

1661

Nitekim 1704 numaralı hadisin şerhinde açıkladık.
11. Muhammed B. El-Alâ'nın Rivayeti

1711. ...Şu (önceki) hadisi (yine) Amr b. Şuayb (önceki) senediyle rivayet etti. (Bu
rivayete göre Abdullah b. (Amr ya da Velid b. Kesir) yitik koyun hakkında şöyle
demiştir: (Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem kendisine yitik koyun hakkında soru
soran kimseye):

1671

"Onu al (yanında) iyi muhafaza et" buyurmuştur.
Açıklama

Musannifin bu hadis-i şerifi burada nakletmekten maksadı, Velid b. Kesir'in rivayeti
olan bu hadisle, îbn Ac-lân'm rivayet ettiği önceki hadis arasındaki farka işarettir. Bu
iki hadis karşılaştırıldığı zaman görülür ki, bu hadis-i şerifte, Hz. Peygamber'in yitik
bir koyun bulan kimsenin sahibine vermek üzere onu yanma emaneten alıp muhafaza
etmesini emrettiği açıkça ifade edildiği halde, önceki hadis-i şerifte Hz. Peygamber'in
bu hususta ne buyurduğuna dâir açık bir ifâde yoktur. Hz. Peygamber'in bu hususta ne
buyurduğu başka rivayetlere havale edilmektedir.

Bu hadisle ilgili açıklama 1 704 numaralı hadisin şerhinde geçtiğinden burada tekrara



[68]

lüzum görmüyoruz.



12. Müsedded'in Rivayeti

1712. ...Şu (1710 numaralı) hadisi Artır b. Şuayb aynı senedle (üçüncü defa olmak
üzere bir defa daha) rivayet etti. (Bu rivayete göre Resülullah sallallahu aleyhi
vesellem) yitik koyun hakkında sadece:

"O ya senindir, ya (din) kardeşinindir, ya da kurdundur. Öyleyse onu al."
buyurmuştur.

Aynı şekilde Eyyûb (es-Sahtiyânî) ile Yakub b. Ata, Amr b. Şuayb kanalıyla
Peygamber (s.a.)'den (sözü geçen hadisi rivayet etmişler ve) bu rivayetlerinde (Hz.
Peygamberin sadece); "Onu (sahibine vermek üzere yanma) al." buyurduğunu
1691

nakletmişlerdir.
Açıklama

Bu hadisin sonuna musannifin ilâve ettiği Eyyûb es-Sahtiyânî ile Yakub b. Ata b. Ebû
Rebâh'a ait taliklerin senedini Hz. Peygamber'e kadar ulaştıran bir kimse bilinmiyor.
Esasen Eyyûb es-Sahtiyanı ile Yakub râvi olarak sağlam değil, zayıftırlar,

1711 no'lu hadisle 1712 no'lu hadisten çıkan netice şudur: Hz. Peygamberin yitik
koyun hakkında yaptığı açıklama "Onu (yanma) al" sözünden ibarettir. Fazla değildir.
Fakat 1704 numaralı muttasıl ve merfu hadis, Hz. Peygamber'in yitik koyun
hakkındaki açıklamasının sadece bu sözden ibaret olmadığını göstermektedir. Hz.
Peygamber'in bu konudaki açıklamaları için sözü geçen hadisin tercüme ve şerhine

£201

müracaat edilebilir.

13. Mûsâ B. İsmail'in Rivayeti

1713. ...Şu (1710 numaralı) hadisi Amr b. Şuayb, babası Şuayb ve dedesi Abdullah b.
Amr b. el-As yoluyla Peygamber (s.a.)'den bir de (Muhammed) îbn İshak rivayet
etmiştir: (Bu rivayete göre Hz. Peygamber) yitik koyun hakkında şöyle buyurmuştur:



"Onu al, arayıcısı gelinceye kadar (yanında muhafaza et)"
Açıklama

Musannif, Ebû Davud'un bu rivayeti kayd etmekten maksadı bununla 1710, 1711,

1712 numaralı rivayetler ara-
sındaki farkı göstermektir.

Sözü geçen rivayetlerin gözden geçirilmesiyle de anlaşılacağı gibi o rivayetlerde Hz.
Peygamberdin yitik koyun hakkında sadece "onu al" buyurduğu ifâde edilirken, bu
rivayette "Onu al arayıcısı gelinceye kadar (muhafaza et)" buyurduğu ifade
edilmektedir. Bu hadisle ilgili fıkhî hükümler 1710 numaralı hadisin şerhinde



[72]

geçmiştir.



14. Muhammed B. El-Alâ'nın Rivayeti

1714. ...Ebû Saîd (el-Hudrî)'den (rivayet edildiğine göre) Ali b. Ebî Tâlib bir dinar
bulup Hz. Fatıma'ya getirmiş, (Hz. Fatıma da) Onu (harcamanın haram olup
olmayacağını) Resûlullah (s.a.)'a sormuş (Peygamber (s.a.):

"Allah'ın rızkıdır" buyurmuş. Sonra ondan Resûlullah (s.a.) de yemiş, Hz. Ali ile
Fatıma da yemiş. Sonra Hz. Ali'ye, onu arayan bir kadın çıkmış gelmiş. Bunun üzerine
Peygamber (s.a.):

[73]

"Ey AH, dinarı (ona geri) ver" buyurmuş, (Hz. Ali de geri vermiştir).
Açıklama

Hafız Zeylâî'nin açıklamasına göre Hafız Münzirî mevzumıızu teşkil eden bu hadisi
açıklarken şöyle demiştir: "Bu hadis-i şerifte izahı müşkil olan taraf Hz. Ali'nin
bulmuş olduğu bir dinarı hiç ilan etmeden harcamış olmasıdır. Halbuki sıhhat
bakımından daha üstün ve sayı bakımından daha çok olan birçok hadis-i şerif, bulunan
bir yitik malı usûlüne göre ve yeterince açıklamadan harcamanın caiz olmadığını ifâde
etmektedir. Kanaatimce bu meselenin izah tarzı şudur:

Aslında bulunan yitik bir malın ilanı için kalıplaşmış belli bir ifâde yoktur. Bu nedenle
Hz. Ali'nin, bulmuş olduğu bu malı Hz. Peygamber'-in etrafında kalabalık bir cemaat
bulunduğu bir sırada Hz. Peygamber'e haber vermiş olması bir ilan sayılmış, orada
malın sahibi çıkmayınca artık o malı yemek ona helâl olmuştur. Bu durum buluntu
malın bir defa ilan edilmesinin yeterli olduğuna dair olan görüşleri
kuvvetlendirmektedir" .

Hafız Zeylâî sözlerine şöyle devam etmiştir: "Her ne kadar Hafız Münzirî böyle
demişse de bana göre mesele hiç te böyle değildir. Binaenaleyh Hafız Münzirî'nin
zannettiği gibi buluntu malı bir defa ilân etmek yeterli değildir. Nitekim
Abdurrezzak'm Musannef inde Hz. Ali'nin söz konusu dinarı üç gün ilan ettiği rivayet
[74]

edilmektedir.
Bazı Hükümler

Hadis-i şerif yitik bir malı bulan kimsenin onu yeterince ilân ettikten sonra
yiyebileceğine ve bu hususta malı bulan kimsenin zengin olmasıyla, fakir olması
arasında bir fark bulunmadığına delâlet etmektedir. Nitekim 1701 numaralı hadis-i şe-
rifin şerhinde de açıkladığımız gibi bu konuda İmam Şafiî ile İmam Ah-med ve daha
başkalarının görüşleri de böyledir.

Sözü geçen fıkıh imamlarına göre Hz. Peygamber'in Hz. Ali'ye söz konusu buluntu
malı sadaka olarak bağışladığı da düşünülemez. Çünkü Hz. Ali ile Hz. Fatıma Hâşim
oğullarından olduklarından onların sadaka almaları caiz değildir.
Hanefî ulemâsına göre ise, devletin izni olmadan zengin bir kimse bulduğu yitik malı



175]

harcayamaz. Onu yeteri kadar ilan ettikten sonra sadaka olarak fakirlere dağıtır.
Hanefî ulemâsı mevzumuzu teşkil eden hadisin zahiriyle amel etmeyi terk etmelerinin
sebebini şöyle açıklamışlardır:

1. Bu hadis'in bütün senedleri tenkid edilmiştir.

2. Hz. Peygamber bu dinarı Hz. Ali ve Fâtıma'ya zaruret içerisinde oldukları için

1761

vermiş olabilir. Nitekim Beyhakî buna delâlet eden bir de olay rivayet etmiştir.
Hennâd'm Hz. Atâ'dan bu konuda rivayet ettiği bir hadis de şu mealdedir:
"Ali dedi ki: Bir kaç gün ne bizde ne de Peygamber Efendimizin evinde bir yiyecek
yoktu. O sırada bir gün evden çıkarken yerde bir altın buldum. Alaymı mı almayayım
mı, diye biraz tereddüt ettikten sonra içinde bulunduğumuz halsizlik ve sıkıntıyı
düşünerek aldım. Sonra dükkancılara gidip onunla bir miktar un aldıktan sonra
Fâtıma'ya yoğurup bize ekmek yapmasını söyledim. Fâtıma unu yoğurmaya başladı
fakat o kadar halsizdi ki perçemi hamur teknesinin kenarlarına değiyordu. Sonra duru-
mu gidip Peygamber efendimize anlattım Peygamber efendimiz bana:

[771

"O cenab-ı Allah'ın size göndermiş olduğu bir nzıkür"

İmam Ahmed de Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den Hz. Ali'nin şöyle dediğini rivayet
ediyor:

"Peygamber Efendimizle birlikte o kadar açtık ki karnımın üstüne taş bağladığımı

£281

hatırlıyorum. Bugün ise malımın zekâtı kırkbin dinarı bulmaktadır."
15. Heysem B. Hâlid El-Cühenî'nin Rivayeti

1715. ...Ali (r.a.)'dan (rivayet edildiğine göre) kendisi (bir gün) bir dinar bulup onunla
bir miktar un satın almış (fakat) hemen o anda un sahibi onu tanıyıp (kendisine ikram
için) dinarı geri vermiş. Bunun üzerine Ali (r.a.) dinarı alıp ondan iki kıratını ayırmış

im

ve onunla et satın almıştır.
Açıklama

"Dinar" 4,8 gr. ağırlığında bir altındır. Ağırlığı 3/7 dirheme ve 22 6/7 kırata eşittir.
Bu hadis-i şerif bir numara sonra gelecek olan hadisin bir bölümüdür. Orada
açıklandığı üzere Hz. Ali'nin kendisinden un satın aldığı kimse bir yahudidir. Yahudi
Hz. Ali'nin Hz. Peygamber'in damadı olduğunu bildiği için kendisini tanıyınca aldığı
dinarı geri verip unu ona karşılıksız olarak vermiştir. Hz. Ali de o paranın iki kıratıyla
bir miktar et alıp onları Fâtıma'ya getirmiş, Hz. Fatıma da unu pişirip ekmek yapmış
eti de ayrıca pişirip çocuklarının önüne getirmiştir. Bu hadisle ilgili açıklama bir

mm

önceki hadisin şerhinde geçmiştir.

1716. ...Sehl b. Sa'd'dan rivayet edildiğine göre Ali b. Ebî Tâlib (bir gün)
Fâtıma' (r.anha)nm yanma girmiş. Hz. Hasan ile Hüseyin ağlıyorlarmış. "Bunları
ağlatan nedir?" diye sormuş. O da:



Açlıktır, demiş. Bunun üzerine Ali (r.a.) (dışarı) çıkmış çarşıda bir dinar bulmuş.
Hemen gidip onu Fâtıma'ya haber vermiş. Fâtıma da:

Falanca yahudiye git (ondan) bize bir miktar un al, demiş. Bunun üzerine Hz. Ali
gidip o dinarla bir miktar un satın almış. O anda Yahudi (onu tanıyarak):
Sen kendisinin Allanın elçisi olduğunu iddia eden kimsenin damadı değil misin demiş
(Ali); "Evet" cevabım vermiş. (Bunun üzerine Yahudi);

Sen dinarını al, un da senin olsun, demiş. Ali hemen (unu alıp dükkandan dışarı)
çıkmış ve unu Fâtıma'ya getirmiş olayı da kendisine haber vermiş.
Hz. Fâtıma da (O'na);

Falan kasaba git (bu paradan ayıracağın) bir dirhemle bize et satın al, gel demiş. Ali et
için harcayacağı dirhem karşılığında (elindeki) dinarı rehin vermiş ve (bu dirhemle
satın aldığı) eti Fâtıma'ya getirmiş, (Fâtıma da unu) yoğurmuş ve (içinde eti pişirmek
üzere ateş üzerine bir tencere) koymuş. (Hamuru da) ekmek yapmış ve (yanlarına
gelmesi için) babasına (haber) göndermiştir. Biraz sonra da (babası) yanlarına gelmiş.
Bunun üzerine (babasına hitaben):

Ey Allah'ın Resulü, (durumu) sana anlatacağım. Eğer onu (bizim için) helâl görürsen
onu yiyeceğiz ve bizimle beraber sen de yiyeceksin. Onun durumu şöyle şöyledir,
demiş. (Bunları dinleyen) Peygamber (s. a.):

"Allah'ın adıyla (onu) yeyiniz." buyurmuş ve (ve Peygamberle birlikte orada bulunan
Hz. Ali Fâtıma ve çocukları o ekmeği) yemişler. Onlar yerlerinde (oturup dururlar)
iken bir de ne görsünler, biri "Allah aşkına ve İslâm aşkına" diyerek dinarı arıyormuş.
Resûlullah (s. a.) derhal (orada bulunan birisine) o gencin çağırılıp getirilmesini
emretmiş. Bunun üzerine genç, Peygamber (s.a.)'in huzuruna çağırılmış. (Peygamber
huzuruna gelen)bu gence (aradığı dinarın vasıflanın ve miktarım) sormuş. (Genç de
dinarın vasıflarını ve miktarını söyledikten sonra): "Çarşıda benden düştü," demiş.
Peygamber (s.a.) de:

"Ey Ali, kasaba git, ona, Resûlullah sana "dinarı bana gönder, dirhemin de bendedir"
diyor de." buyurmuş. Bunun üzerine (kasab) dinarı göndermiş Resûlullah (s.a.)'de



dinarı o gence (geri) vermiş.
Açıklama

Her ne kadar bu hadis-i şerifte Hz. Ali'nin söz konusu dinarı bulduktan sonra onu
usûlüne göre ve yeterince ilân etmeden yediği anlaşılıyorsa da aslında bu konuda
gelen sahih rivayetlerden de anlaşıldığı üzere H. Ali bu dinarı usûlüne göre ve
yeterince ilan ettikten sonra harcamıştır. Nitekim 1714 numaralı hadisin şerhinde
[821

açıklamıştık.
Bazı Hükümler

1. Devlet başkanı tebaasının hâlini sürekli olarak gözetmeli onların dertleriyle
ilgilenmeli, şer ı ölçüler içerisinde onlara yaklaşarak müşkillerini çözmeye
çalışmalıdır.

2. Elden geldiğince ehl-i bey t' ten olan kimselere hürmet ve ikramda kusur etmemek
gerekir.



3. Gayr-ı müslimlerden hediye almak caizdir.

4. Bir şeyin helâl olup olmadığında şüphe eden kimse onun hükmünü kendinden daha
iyi bilen bir kimseye sormalıdır.

5. Bulunan bir yitik malın kendine ait olduğunu iddia eden bir kimsenin ortaya
çıkması halinde o malın gerçekten ona ait olup olmadığını anlamak için mutlaka o
kimseye bu malı nerede kaybettiğini sormak icâb eder.

6. borçlu bir kimsenin borcunu başka bir kimsenin üzerine alması caizdir.

7. Bir kimse yitik bir malı bulduktan sonra malın gerçek sahibinin çıkması hâlinde her
halükârda o malı sahibine teslim etmesi gerekir.

8. Dünya, insan için lüzumlu olmakla beraber bizatihi önemli değildir. Eğer dünya
bizatihi kıymetli ve aziz olsa idi, Allah Peygamberinin ehl-i beytini zaman-zaman
ondan mahrum etmediği gibi onu kendi düşmanlarına da nasib etmezdi. Dünya, onu
Allah yolunda ve meşru yollarda harcamakla ve mahrumiyetine gösterilen sabırla
değer kazanır. Nitekim Allah'ın daha nice ilim ve irfan sahibi hass kullan ve evliyası
da açlık ve mahrumiyete mübtelâ olmuşlardır. Yüce Allah bu sıkıntılarla o kullarını
günahlardan arındırmış, âhirette huzuruna tertemiz çıkmalarını sağlamıştır.

Bu mevzuda Hz. Ebu Ümâme'den rivayet edilen bir hadis-i şerif şu mealdedir:
"Rabbim bana Mekke vadisini benim için altına çevireceğini söyledi. Ben de:
Hayır ya Rabb! Ben bir gün doyup bir gün aç durmayı tercih ederim. Aç kaldığım
zaman, sana yalvarır seni zikr ederim. Doyduğum zaman da sana şükür ve hamd
[83]

ederim, dedim."

Bu mevzuda gelen bir hadis de şu mealdedir:

"Bir gün Allah İsrafil'i, bütün yeryüzünün hazinelerini vermek, Tihâme dağlarını
zümrüte, yakuta, altın ve gümüşe çevirmek üzere Hz. Peygamber'e göndermiş ve
"İstersen seni (dünyanın bütün imkânlarına sahip) hükümdar bir Peygamber ya da kul
bir Peygamber yapayım" demesini-emretmiş. Hz. Peygamber de kul bir Peygamber

İMİ

olarak kalmayı tercih etmiştir."

Bazı eserlerde açıklandığı üzere insanın başına gelen musibetler ve dünyevî sıkıntılar
üç çeşittir:

1. Sırf işlenen bir günâhın cezası olarak gelen musibet karşılığında herhangi bir sevap
yoktur.

2. Karşılığında bir sevab olmamakla beraber herhangi bir günahın cezası olarak da
gelmeyen fakat sadece kişiyi işlediği günahdan arındırmak için gelen musibet.

3. Sırf sevab ve dereceyi yükseltmek için gelen musibet.Bunlardan birincisinin
alameti, musibete uğrayan kişinin ona sabretmeyip halka şikâyet etmesidir.
İkincinin alâmeti bu belâya sabredip halka şikâyette bulunmamak ve kendini tâata
vermektir.

Üçüncüsünün alâmeti ise, gelen belâya sabredildiği gibi aynı zamanda onu rıza ve

[851

şükürle karşılamaktır.

17. Süleyman B. Abdirrahman Ed-Dimeşki'nin Rivayeti
1717. ...Câbir, b. Abdillah'dan; demiştir ki:

Resûlullah (s. a.) bize (fakir olan) kişinin bulduğu baston, ip, kamçı ve benzeri



£861

(kıymetsiz) şeylerden yararlanmasına izin verdi.

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi bir de en-Numan b. Abdisselâm, el-Mugîre Ebi
Seleme'den, senedi (olan ez-Zübeyr el-Mekkî yolu) ile rivayet etti.
(Ayrıca) Şebâbe de Muğîre b. Müslim, Ebû'z Zübeyr yoluyla Câbir'den "Ashâb böyle
idiler" dedi ve bu hadisi Şebâbe'ye rivayet eden Şeyhlerin hiçbirisi rivayetlerinde)

[871

Peygamber (s.a.)'i anmadılar. (Yani hadisi mevkuf olarak rivayet ettiler.)
Açıklama

Mevzumuzu teşkil eden bu hadisin zahiri ip, kamçı ve baston gibi kıymetsiz bir malı
bulan kimsenin, fakir olmasa bile ondan yararlanabileceğine delâlet etmektedir.
Gerçekten de bu gibi değersiz şeyleri sahipleri genellikle aramaz.
Fakat Ya'lâ b. Mürre'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamber (s.a.)'in şöyle
buyurduğu ifade edilmektedir: "Her kim ip, dirhem, gibi kıymetsiz bir yitik mal
bulacak olursa onu üç gün ilan etsin. Eğer bulduğu yitik mal bunlardan daha kıymetli

1881

ise, onu altı gün ilân etsin."

İbn Reslân'a göre "bu konuda amel edilmesi gereken hadis budur. Çünkü bu hadisin
senedi sağlamdır ve aslında kıymetsiz eşya bulan kimsenin onu üç yada altı gün ilân
etmesi gerektiğini ifade eden bu hadisle onu bir sene ilân etmesi gerektiğini ifâde eden
sahih hadisler arasında herhangi bir çelişki yoktur. Çünkü üç yada altı gün ilân
edilmesini emreden hadisler ruhsata, bir sene ilan edilmesini emreden hadisler de
azimete delâlet etmektedir. Usul kitaplarında ayrıntılı biçimde açıklandığı üzere ruhsat
ile azimet arasında çelişki söz konusu olmaz.

Binaenaleyh insan kıymetsiz eşyayı üçgün ilan etmekle sorumluluktan kurtulur.
Çünkü kıymetsiz bir malı bir sene boyunca ilan etmek gerçekten insana ağır gelir. Bu
durumda böyle kıymetsiz yitik eşyayı bulan kimselerin onları almamalarına ve
dolayısıyla birçok eşyanın telef olup gitmesine yol açar."

Hanefi ulemâsından es-Serahsı'ye göre bulunan yitik mallar aslında iki kısımdır:

1. Nar kabuğu ve çekirdek gibi sahibinin aramayacağı belli olan mallar.

2. Sahibinin arayacağı belli olan mallar.

Birinci kısımdan olan yitik mallan bulan bir kimsenin onu alıp ondan yararlanması
caiz olmakla beraber sahibi ortaya çıkınca malı ona teslim etmek icab eder. Çünkü bu
malın sahibi tarafından yere atılmış olması, ondan başka birinin yararlanmasının
mubah olduğuna delâlet etmekle beraber, başkasının ona sahiplenmesine izin
verildiğine delâlet etmez. Çünkü meçhul bir kişinin malının mülkiyetini bağışladığına
hükmetmek mümkün değildir. Fakat meçhul bir kişinin mülkiyeti kendinde kalmak
üzere malından yararlanmak caizdir. Bu maldan başkası yararlanırken sahibinin ortaya
çıkması hâlinde mal kendisine teslim edilir. Çünkü malın mülkiyeti kendi üzerindedir.
Nitekim, "kim kendi malım bulacak olursa onu almaya (herkesten) daha çok
[891

müstehaktır." mealindeki hadis-i şerif bunu açıkça ortaya koymaktadır.

Bu açıklamaya göre baston, ip ve kamçı, eğer sahibinin aramayacağı cinsten kıymetsiz

eşyadan ise, bulan kimsenin sahibi çıkıncaya kadar ondan yararlanmasında bir sakınca

yoktur.



Eğer ikinci cinsten olan kıymetli eşyadan sayılıyorlarsa, bulan kimsenin onlardan
yararlanması caiz değildir ve bulan kimse onları kıymetleri nisbetinde belli bir süre
ilân etmekle mükelleftir.

Bulunan eşya gerçekten değersiz ve yenilmeyen cinsten ise, bulan kimse onu üç gün
ilân etmekle mükelleftir. Fakat meyve gibi kıymetsiz ve yenen cinsten ise, onu ilân
etmekle mükellef olmaz.

Nitekim: Peygamber (s. a.) yolda bir hurma buldu da "Eğer sadaka hurmalardan
olduğundan korkma saydım onu yerdim" buyurdu, mealindeki 1652 no'lu hadis-i şerif

1901

de buna delâlet etmektedir.

18. Mahled B. Halidin Rivayeti

1718. ...Ebû Hüreyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Peygamber (s. a.) şöyle
buyurmuştur:

"(Bulunduğu halde ilân edilmeyip) saklanan yitik deve(nin saklanmasının) mâli cezası
kıymetinin ödenmesidir, ve onunla birlikte (kıymetinin) bir mislinin daha

(verilmesidir.)

Açıklama

Bu hadis-i şerifin zahirine göre bir deveyi bulduktan sonra ilân etmeyerek, vaktinde
sahibinin eline geçmesini geciktirip de telef olmasına sebep olmanın mâlî cezası o
devenin değerinin iki mislini sahibine ödemektir. Bu mevzuda imam Ahmed'in görüşü
de budur, İmam Şafiî'nin eski görüşü böyle olduğu gibi Ömer b. el-Hattâb (r.a.)'ın
görüşü de böyledir.

Hz. Ömer'in, halifeliği yıllarındaki uygulaması böyle idi. Ancak Hz. Ömer bu
uygulamanın halka getirdiği zorluk sebebiyle halkın bulduğu develeri almaktan
kaçınıp da telef olan yitik develerin adedinin arttığını görünceye kadar bu uygulamaya
devam etti. Neticede bir çok yitik devenin bu uygulamanın getirdiği külfet sebebiyle
telef olduğu görüldü. Bu nedenle söz konusu uygulama Hz. Osman devrinde
yürürlükten kaldırıldı.

Nitekim İmam Mâlik'in rivayet ettiği şu hadis-i şerif de bu gerçeği ifade etmektedir:
"Ömer b. Hattâb devrinde yitik develer yavrularlardı da yine onlara kimse
dokunmazdı, Osman b. Affân zamanında Hz. Osman (bu durumu ortadan kaldırmak
için) bu develerin (alınıp) ilân edilmelerini sonra (sahibi gelmediği takdirde)

192]

satılmalarını (bir gün) sahibi gelecek olursa, parasının ona verilmesini emretti."
"Fıkıh ulemâsının büyük çoğunluğuna göre ise, bir kimsenin bulduğu yitik deveyi ilân
etmeden elinde telef oluncaya kadar bekletmesinin malî cezası devenin sadece
kıymetini ödemektir. Kıymetinin iki mislini ödemek söz konusu değildir. Bu görüşte
olan ulemâya göre mevzumuzu teşkil eden hadiste ilan edilmeden telef oluncaya kadar
elde tutulan deveden dolayı ödenmesi gerek paranın devenin değerinin iki misli olarak
belirlenmesinden maksat, halkı bu hususta titiz davranmaya teşvik ve onların bu konu-
da gösterecekleri İhmâli önlemektir. Gerçekten onun değerinin iki mislini ödemelerini
istemek değildir. Yahutta bu, İslâm'ın ilk yıllarında geçerli olup da sonradan terk



edilen bir uygulamadır.

Bilindiği gibi bu hadis-i şerif 1710 numaralı hadisin bir parçasıdır. Biz fıkıh

193]

ulemasının bu konudaki görüşlerini sözü geçen hadisin şerhinde açıkladık.
19. Yezid B. Halid B. Mevhib'in Rivayeti

1719. ...Abdurrahman b. Osman et-Teymî'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.)

194]

hacının kaybettiği malı (almayı) yasaklamıştır.

Ebû Davud'a bu hadisi rivayet eden iki şeyhden biri olan Ah~ med (b. Salih) dedi ki:
İbn Vehb hacının kaybettiği mal hakkında (şöyle) dedi: "(Hacının malını bulan kimse
ona dokunmaz onu (olduğu yerde) bırakır. Nihayet sahibi (gelip) onu (orada) bulur.)"
Ebû Davud'un şeyhi Ahmed b. Salih bu hadisi, "bana Amir haber verdi" diyerek ihbar
bildiren kelimelerle rivayet ettiği halde, diğer şeyhi) İbn Mevhib (bana); "Amr'dan

[951

(rivayet edildi diyerek an'ane yoluyla) rivayet etti."
Açıklama

Hadis-i şerîf Haremde kaybedilmiş olan yitik bir malı bulunduğu yerden almanın caiz
olmadığını ifâde etmek için söylenmiş olabileceği gibi, ister Harem dahilinde olsun,
ister Harem sınırlan dışında kaybedilmiş olsun, hacı adaylarının yitik mallarını
almanın caiz olmadığını ifâde etmek için söylenmiş de olabilir.

Bazı ilim adamları bu hadis-i şerife dayanarak hacılara ait olduğu anlaşılan yitik
mallarla, her kime ait olursa olsun, Harem sınırları içerisinde bulunan yitik malları
almanın caiz olmadığım söylemişlerdir.

Bu görüşte olan ulemâya göre sözü geçen yitik mallara el sürülemez, bu mallar olduğu
yerde sahipleri gelip buluncaya kadar beklemeye terk edilirler.

Ulemânın büyük çoğunluğuna göre ise sözü geçen yitik mallar, usûlüne göre ve
yeterince ilân ettikten sonra sahibi çıkmadığı takdirde sahiplenmek gayesiyle
bulundukları yerden alınamazlar, sadece sahibine duyurmak üzere ilan etmek
gayesiyle alınabilirler. Bir başka ifadeyle sahibi çıkıncaya kadar ilâna devam etmek
gayesiyle alınabilirler. Nitekim İbn Ab-bâs (r.a.)'m rivayet ettiği şu hadis-i şerif de bu
görüşü desteklemektedir:

"Mekke'de bulunan yitik malı (sahibi çıkıncaya kadar) Han edecek kimseden başkası
[961

alamaz." Hz. Ebû Hüreyre'den rivayet edilen bir hadis-i şerif de şu mealdedir:

1971

"Mekke'nin buluntu malını, ilan edecek olan kimseden başkası alamaz."

Görülüyor ki bu hadis-i şeriflerde Mekke'de bulunan bir yitik malı bulan bir kimse onu

ancak ilan ederek sahibinin eline ulaştırmak maksadıyla alabilir. Başka bir maksatla

alamaz. Dolayısıyla orada bulunan bir mal, yeterince ilân edildikten sonra sahibi

çıkmayınca bulan kimsenin mülkü olamaz. Çünkü Mekke'de bulunan bir malın sahibi

eğer Mekkeli ise, ilan edildiği takdirde sahibinin eline ulaşması ihtimali çok

kuvvetlidir.

Eğer malın sahibi Mekkeli değilse ilan sayesinde bu malın sahibinin eline geçmesi



ihtimali yine de büyüktür. Çünkü onun memleketinden her yıl binlerce kimsenin
Mekke'ye akın edeceğinde şüphe yoktur. Söz konusu malın ilânına devam edildiği
takdirde bu hacılar aracılığıyla esas sahibinin eline geçmesi mümkündür.
Hanefî ulemasıyla Malikî'lere ve Şâfıîlerin bir kısmına göre ise Mekke'de bulunan bir
yitik malla başka ülkede bulunan yitik mal arasında bir fark yoktur. Binaenaleyh
Mekke'de bulunan bir yitik mal aynen başka ülkelerde bulunan yitik malların
hükmüne tabidir. Her hangi bir ayrıcalığa sahip değildir.

Ancak Mekke'de bir mal kaybeden kimse memleketine döndükten sonra bir daha
Mekke'ye gelemeyebilir. Bu bakımdan Mekke'de bulunan yitik malı diğer ülkeler de
bulunan mallara nisbetle biraz daha fazla bir şekilde ilan etmek gerekir. Diğer yitik
mallardan tek farkı budur.

Hanefi ulemâsının bu mevzudaki delili "Onun çıkınının, ağız bağım tesbit et, sonra bir
sene ilan et," mealindeki 1701 numaralı hadis-i şeriftir.

Çünkü bu hadiste ayırım yapılmamıştır. Haremin yitik malı da yitik malden başka bir
şey olmadığına göre ilân süresi geçtikten sonra sahibi çıkmadığı takdirde fakirlere
vermek gerekir. Çünkü onu fakirlere vermek bir bakıma onu sahibine vermek
demektir.

Cumhûr-u ulemâya göre ise, mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerif "Mekke'de bulunan
bir yitik malı, (sahibi çıkıncaya kadar) ilân edecek olan kimseden başka birinin alması
£981

helâl değildir," mealindeki hadisle kayıtlıdır. Binaenaleyh mevzumuzu teşkil eden
hadis-İ şerif mealini sunduğumuz hadisle birlikte mütalaa edilince Mekke'de bulunan
yitik malın diğer yitik mallardan farklı olarak sahibi çıkıncaya kadar devamıl surette
ilân edilmesi gerektiği ve sahibi çıkmayınca, bulan kimsenin ona sahip olamayacağı
rahatlıkla anlaşılır. Bu konuda Hanefî ulemâsından Kâsânî şöyle diyor:
"Biz Hanefi'lere göre, Harem-i Şerif dışında bulunan yitik malların tesbiti ve ilânı
nasıl yapılıyorsa Harem-i Şerif sınırları içerisinde bulunan malların tesbit ve ilânı da
aynı şekilde yapılır. İmam Şafiî (r.a.)'ye göre ise, Harem dahilinde bulunan bir mal,
sahibi çıkıncaya kadar ilân edilir. Sahibi çıkmadı diye sahiplenilemez ve kendisinden
yararlanılamaz. Çünkü Peygamber (s. a.) Mekke hakkında; "Onun yitik malını

1991

(sahibine duyurmak üzere) ilân edecek olan kimseden başkası alamaz." buyur-
muştur.

Bu mevzuda Hanefîlerin delili ise, Harem sınırları içerisinde bulunan yitik mallarla
Harem sınırları dışında bulunan yitik mallar arasında fark olmadığını ifâde eden
Hadis-i şeriflerdir. Aslında aksini iddia eden İmam Şafiî'nin delil olarak ileri sürdüğü
hadis-i şerifte kendisini destekleyen bir taraf yoktur.

Çünkü sözü geçen hadis-i şerif, Harem-i Şerif de bulunan yitik bir malın ancak
sahibine duyurmak için ilan etmek gayesiyle alınabileceğini ifade etmektir. Aslında
her yitik mal bu gayeyle alınır. Fakat durum böyleyken Hz. Peygamber'in, "Yitik mal
ancak sahibinin eline geçmesi için Han etmek gayesiyle alınabilir" demekten maksadı,
bu hususun sadece Mekke'de bulunan mallara ait olduğunu söylemek değil, "Mekke'de
kaybedilen bir mal artık sahibinin eline geçemez, çünkü Mekke'ye girip çıkan insan
sayısı haddinden fazladır. Öyleyse ilân etmeye gerek yoktur," gibi bir yanlış zannm

£100]

doğmasını önlemektir.



20. Amr B. Avn'ın Rivayeti



1720. ...el-Münzir b. Cerîr'den; demiştir ki: Ben (bir gün babam) Cerîr'le birlikte idim.
(Babamın sığırlarını güden) çoban sığır sürüsünü (yanımıza) getirdi. İçlerinde sürüden
olmayan bir sığır vardı, (babam) Cerîr çobana:
Bu da nedir? diye sordu. (Çoban:)

Sürüye karışmış kimin olduğunu bilmiyorum, dedi. Bunun üzerine Cerîr:
Onu (sürüden) çıkar. (Çünkü ben) Resûlullah (s.a.)'i "Sapık(olanlar)dan başkası yitik

[101]

bir hayvanı (kendi sürüsüne) katmaz" buyururken işittim, dedi.
Açıklama

Hadis-i şerif, sahiblenmek gayesiyle yitik bir malı kendi malına karıştıran kimsenin
bu konuda doğru yolu bırakıp sapık bir yol izlediğini ifade etmektedir.
Fakat böyle bir malı muhafaza edip sahibine vermek üzere kendi malının içerisine
karıştırmakta herhangi bir sakınca yoktur.

"Her kim yitik bir hayvanı (kendi malı içerisine) katarsa, o malı ilan etmediği sürece

11021

sapıktır" buyurmuştur.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şeriften anlaşılıyor ki, Cerîr b. Ab-dillah (r.a.) deve
ve sığır gibi büyük baş hayvanlardan olan yitik malların kendilerini yırtıcı hayvanlara
karşı koruyabilecekleri için yitik mallar içerisinde mütalea edilmemeleri lâzım geldiği
ve bunları bulan kimselerin onlara el sürmemesi gerektiği inancında olduğu için, kendi
sürüsünün içerisine karışan bir sığırın derhal sürüden çıkarılmasını emretmiştir.
Biz fıkıh ulemâsının bu konudaki görüşlerini 1704 numaralı hadisin şerhinde

[İM

açıklamış bulunmaktayız.



m

Davudoğlu, Ahmed, İbn Abidin Terceme ve şerhi, IX-120-121.

m

Şarkavî, Fethül-mübdt bi şerhi Muhtasarri'z-Zebîdî, II, 623.

LU

Davudoğlu, İbn Abidin Terceme ve Şerhi, IX, 121.

L41

Mâide: 2.

[5]

Müslim, zikr 38.

LQ

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/337.

lh

Concordance bu bölümdeki her hadise bir bâb numarası vermiştir.Biz de bab numaralarım atlamamak için merhum M. Fuâd Abdulbakî'nin
Teysiru'l-Menfaah'da yaptığı şekilde bab başlıklarını vermeyi uygun bulduk.

LSI

Buhârî, ilim 28; lukata 1-4, 9-11; edeb 75; rausakât 12; Müslim, lukata 1-2, 5, 7-9; Tirmizî, ahkâm 35, İbn Mâce, lukata 1-2; Muvatta, akdiye 46;
Ahmed b. Hanbel, II, 180, 203, 207, IV, 115-1 17; V, 126-127, 143, 193.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/338-339.

[21

Buharı, Lûkata 1,10.

noı

Müslim, lûkata 9.

Hil

bk. Aynî, Binâye, VI, 21-22.



[12]

Zeylâî, Nasbu'r-râye, III, 466.

[13]

Bezlûl-mechûd, VIII, 258.

[14]

Aynî, Binâye, VI, 23.

[15]

Mebsût, XI-3.

[16]

Zeylâlî, Nasbur-râye, III, 466.

[17]

Davudoğİu, İbn Abidin Terceme ve Şerhi, IX, 126.

ÜŞ]

Miras Tecrîd Tercemesi, VII, 464-467, {birinci baskı)
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/339-341.
[191

Suyûtî, el-Câmi'üs-sağir 1-107; Mecelle 76. madde.

[201

Buharı, lûkata, 10.

[21]

Miras, Tecrid-i Sarih tercemesi VII, 467-470, (I. Baskı); Ayrıca ileride gelecek olan 1714-1716 no'Iu hadislere de bakınız.

[22]

Miras, a.g.e.

[23]

Ebû Dâvûd 1689 no'lu hadis.

[24]

Zeylaî, Nasbu'r-râye, III, 469.

[25]

Ibn Kudâme, el-Muğnî, V, 696-697.

[26]

Müslim, hac 412, fedâil 131, Nesaî, menâsik 1, Ibn Mâce, mukaddime 1; Alımed b. Hanbel, II- 247, 257, 313, 428, 447, 457, 467, 482, 495, 508,
517. Ibn Kudâme el-Mugnî, V, 699.
[27]

Kâsânî, Bedâyius-sanayP, Vı- 200.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/341-346.
[28]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/346.

[291

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/346-347.

[30]

Müslim, lukata 10.

[31]

İbn Hacer el-Askalânî, Fethul-Bâri, VI, 4.

[321

Bk. Buharı, lukata I.

[331

ibn Kudâme, el-Muğni, V, 709-910.

[34]

Suyütî, el-CâmU'ü's-sağîr, I, 107.

[351

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/347-349.

[36]

Buhârî, lukata 2-4, 9, 11, Müslim, lukata 1, 2, 5; Tirmizî, ahkâm 35; Ibn Mâce, lukata 1; Muvatta, akdiye 46; Ahmed b. Hanbel, 1 1-180, 186, 203;
IV, 115-117.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/349-350.
[371

Aynî, Binâye, VI, 20.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/350-351.
[38]

Hatiboğlu, Sünen-i İbn Mâce Tercüme şerhi, VII, 68-71 .
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/351-353.
[391

Buhârî, ilim 28, şirb 12, lukata 28; Müslim,.lukata 1; Muvatta, akdıye, 46; Ibn Mâ-ce, lukata 1; Ahmed b. Hanbel, II, 180, 203; IV, 118.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/353-354.
[401

Buharı, lukata 2, Müslim, lukata 1; Beyhakî, Beyhakî, es-SünenüT-Kübra, VI, 185.

[411

Buhârî, ilim 28, Müslim, lukata 4, Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, VI, 185-186;

[42]

Buhârî, lukata 3.

[431

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/354-355.



[441

Müslim, lukata, 7; Ibn Mace, lukata 2, Ahmed b. Hanbel, II, 180, 203; V, 193.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/355.
[45J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/355-356.

[46J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/356-357.

[47J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/357.

[481

Buharı, lukata 2-4, 9, 11, Müslim, lukata 1-2, 5, Tirmizî, ahkâm 35; İbn Mâce, lukata I; Muvatta, akdiye 46; Ahmed b. Hanbel II, 180, 186, 203;
IV, 115-117.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/357-358.
[491

Müslim, lukata 6.

[501

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/358-359.

fiil

Müslim, lukata 10.

[521

İbn Hacer, Fethul-Bâri, VI.4

[531

ibn Hazm, el-Muhallâ, lukata, VIII, 265.

[541

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/359-360.

[551

İbn Hazm, el-Muhallâ, (lukata), VIII, 265.

[561

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/360.

[571

Tahavî, Şerhu Meâni'l-âsâr, lukata, IV, 138; Beyhakî, es-sünenü'l-Kübrâ, VI, 187.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/360.
[581

Ibn Mace, lukata 2; Ahmed b. Hanbel, IV, 126, 266.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/360-361.
[591

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/361.

[601

E Mahmud Hattab, Tekmiletu'l-Menhel, III, 143; H.Hatipoğlu, Sünen-i tbn Mâce Terceme ve Şerhi, VII, 72-73.

[611

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/361-362.

[621

Ebû Dâvûd, hudûd 13; Nesâî, sârik 1 1-12; İbn Mâce, hudûd 28.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/363-364.
[63J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/364-365.

[641

Alûsî, Ruhu'l-Meânî XVIII, 20.

[651

Sünen-ün'-Nesâî, ve Haşiyetü İmami's-Sîndî, VIII, 86.

[661

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/365-366.

[671

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/366.

[681

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/366.

[69J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/367.

[701

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/367.

LZÜ

Ahmed b. Hanbel, II, 180.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/368.
[721

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/368.

[IH

Kütüb-i sitte İçinde sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/368-369.

LZÜ

Zeylâî, Nasbür-râye III, 469.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/369-370.
[751

Aynî, Binâye,VI, 24-25



[761

es-Sünenül-Kiibrâ VI, 194.

el-Muttekî, Kenzü'l-ummâl, XV, 196, (hadis no: 40560).

[M

Heysemî, Mecme 'u-zevâid, IX- 123.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/370-371.
[791

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/371.

[M

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/371.

[811

Beyhaki, es-Sünenü'l-kübrâ, VI, 194.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/372-374.
[821

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/374.

[831

Tirmizî, zühd 35; Ahmed b. Hanbel, V, 254.

[841

Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, X, 315.

[851

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/374-375.

[M

Beyhaki, es-Siinncnü'J-kübrâ, VI, 195.

[871

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/375-376.

[881

Ahmedb Han bel, IV, 173; Heysemi, Mecmeu'z-zevâid IV, 1 69; Beyhakî es-SüneniH -Kübrâ, VI, 195.

[891

Ahmedb. Hanbel, V, 13; Serahsî, Mebsut, XI, 2.

[M

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/376-378.

[911

Beyhakî, es-Sunenu'l-kubrâ, VI, 191.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/378.
[921

Muvatta, akdiyye 5 1 .

[93J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/378-379.

[941

Müslim, lukata 11; Dârimî, buyu' 60; Ahmed b. Hanbel, III, 499; Beyhaki, es-Sünenü'l-kübrâ, VI, 199.

[951

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/379-380.

[961

Buhârî, lukata 7.

[971

Buhârî, lukata 7.

[981

Ebû Dâvûd, menasik 103; Buharî, lukata 7; Ahmed, b. Hanbel, I, 3 18, 348; II, 238.

[991

Ebû Dâvûd, menâsik 103.

nooı

Kasam, BedâyiüVsanayi, VI, 202; Fethu'l-Kadîr IV, 430; Tebyînu'l-Hakaik, III, 301.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/380-382.
[101]

Ahmed b. Hanbel, IV- 360, 362.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/382-383.
[102]

Müslim, lukata 1; Muvatta, akdiye 50; Ahmed b. Hanbel, IV, 117.

[1031

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/383.



26. YİYECEKLER BOLÜMÜ

1. Davete İcabet Konusundaki Hadisler

2. Evlenirken Yemek Ziyafeti Vermek İyidir

3. Düğün Yemeğinin Kaç Gün Verilmesi İyidir?

4. Bir Yolculuktan Gelince Yemek Vermenin Hükmü

5. Misafirlik Konusunda Gelen Hadisler

6. Misafirin (İzinsiz Olarak) Başka Birinin Malını Yemesi Neshedilmiştir

7. Üstünlüklerini Ortaya Koyabilmek İçin Birbiriyle Yarışan Kimselerin Yemeğini
Yemenin Hükmü

8. Beraberinde Dinen Çirkin Sayılan Fiillerin Bulunduğu Bir Davete İcabet
Etmenin Hükmü

9. Bir Kimseyi İki Kişi Birden Davet Edince Hangisi İcabete Daha Müstahaktır?

10. Namaz (Vakti) Gelip Sofra Hazır Olunca Nasıl Hareket Edilir?

11. Yemekten Önce Elleri Yıkamanın Hükmü
Yemekten Önce El Yıkamanın Hükmü

12. Beklenmedik Bir Anda Üzerine Varılıveren Bir Yemeği Yemenin Hükmü

13. Yemeği Kötülemenin Çirkinliği

14. Yemeği Toplu Halde Yemek

15. Yemeğe Başlarken Besmele Çekmek

16. (Bir Yere) Dayanarak Yemek Yeme Konusundaki Hadisler

17. Yemeği Tabağın Ortasından Yemekle İlgili Hadisler

18. Üzerinde Yenmesi Haram Olan Bir Takım Yiyecek Veya İçecek Bulunan Bir
Sofraya Oturmak

19. Yemeği Sağ Elle Yemek

20. Et Yeme Hakkındaki (Hadisler)

21. Kabak Yemek

22. Tirit Yemek

23. Bazı Yiyeceklerin Temiz Olup Olmadığı) Hususunda Şüpheye Düşmenin Doğru
Olmadığı

24. Pislik Yiyen Hayvanların Etlerini Yemek Ve Sütlerini İçmek Yasaklanmıştır

25. At Eti Yemenin Hükmü

26. Tavşan Eti Yemek

27. Keler (Etini) Yemek

28. Toy Kuşunun Etini Yemek

29. Yerde Yaşayan Küçük Hayvanları Yemek

30. (Kitap Ve Sünnette) Haram Olduğuna Dair Bir Açıklama Bulunmayan Şeylerin
Hükmü

31. Sırtlan Eti Yemek

32. Yırtıcı Hayvanlar(ın Etlerini Yemek) Yasaklanmıştır

33. Ehli Eşeklerin Etini Yemek

34. Çekirge Yemenin Hükmü

35. (Suda Kendi Kendine Zahiren Sebepsiz Olarak Ölüp) Suyun Yüzüne Çıkan
Balıkları Yemenin Hükmü

36. Leş Yemek Zorunda Kalan Kimse

37. Bir Sofraya İki Çeşit Yemeği Birden Koymanın Hükmü)

38. Peynir Yemek

39. Sirke Hakkında Gelen Hadisler

40. Sarmısak Yemek

41. Hurma Yemek

42. (İçerisinde) Kurtlu Hurma (Bulunan Hurmaları) Yerken (İçlerinde Kurt



Bulunup Bulunmadığını İyice) Araştırmak (Gerekir)

43. (Toplu Halde) Yemek Yerken İki Hurmayı Birden Yemek

44. Bir Sofrada İki Sebze Ve Meyveyi Birlikte Bulundurmak

45. Ehli Kitabın Kaplarında Yemek Yemek

46. Deniz Hayvanlarının Etlerini) Yemek

47. İçine Fare Düşen Yağı Yemenin Hükmü

48. İçine Kara Sinek Düşen Bir Yemeği Yemek

49. Yere Düşen Lokma(Yı Yemek)

50. Hizmetçinin Efendi(si) İle Birlikte Yemek Yemesi

51. (Yemekten Sonra Eli) Mendil(le Silmek)

52. Kişi Yemeğini Yiyince Nasıl Dua Eder?

53. Yemekten (Sonra) El Yıkama

54. Yemekten Sonra Yemek Sahibine Dua Etmek



26. YİYECEKLER BOLÜMÜ
1. Davete İcabet Konusundaki Hadisler

3736... Abdullah b. Ömer (r.a)'den rivayet olunduğuna göre, Rasûlullah (s.a):



"Biriniz bir davete çağrıldığı zaman, hemen ona gitsin" buyurmuştur.
3737... İbn Ömer (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki:

Rasûlullah (s.a), (bir önceki hadisin) manasını (ifade eden bir cümle) söyledi. (Hz.
Peygamber bu cümleye):

"Eğer oruçlu değilse (orada ikram edilen) yemeği yesin. Oruçlu ise (yemek veren

121

kimsenin ev halkı için) dua etsin." (sözlerini de) ilâve etti.

3738... İbn Ömer (r.a)'den Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:
"Biriniz (din) kardeşini (bir ziyafete) çağırdığı zaman (çağrılan kişi bu davete) hemen
icabet etsin. (Çağırılan şey ister) düğün (yemeği) olsun, ya da benzeri bir şey olsun
[3]

(farketmez)."

3739... İbn Ömer'den (yine Eyyub) vasıtasıyla (bir önceki hadisin) bir de manası

141

(rivayet olunmuştur).

3740... Câbir (r.a)'den Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:

"(Bir ziyafete) çağrılan kimse hemen icabet eylesin. Artık dilerse yer, dilerse

£51

yemez."

3741... Nâfı'den rivayet olunduğuna göre; Abdullah b. Ömer, Rasûlullah (s.a)'m şöyle
buyurduğunu söylemiştir:

"Bir (ziyafete) çağrılıp da icabet etmeyen kimse Allah'a ve Rasûlüne isyan etmiştir.
Çağrılmaksızm (bir ziyafet yerine) giren kimse de hırsız olarak girmiş ve çapulcu
olarak çıkmıştır."

[61

Ebû Dâvûd dedi ki: (Bu hadisin raviierinden) Ebân b. Tank'(in kimliği) belirsizdir.

3742... el-A'rac'dan rivayet olunduğuna göre; Ebû Hureyre (r.a) şöyle dermiş:
Yemeğin en kötüsü (kendisine) zenginlerin çağrılıp da, fakirlerin çağrılmadığı davet
yemeğidir. Davete gelmeyen kimse muhakkak ki Allah'a ve Rasûlüne karşı gelmiştir.

m



Açıklama

Velîme: Nikâh, sünnet gibi mutlu bir olaydan dolayı verilen ziyafettir.Fakat bu kelime



daha ziyade duğım yemeği anlamında kullanılmakta meşhur olmuştur.

Ayrıca davet kelimesi de "ziyafet vermek" anlamında kullanılır.

Mevzumuzu teşkil eden bu babdaki hadislerde ifade buyurulan meseleleri şu şekilde

sıralayabiliriz:

1- Bir müslüman bir ziyafete çağırıldığı zaman hemen davete icabet ederek o ziyafete
gitmeli, oruçlu değilse verilen yemekten yemeli, oruçlu ise yemekten yemeyip yemek
veren kişinin hane halkına dua etmekle yetinmelidir.

2- Çağrılan ziyafete icabet etme hususunda verilen yemeğin düğün yemeği olmasıyla
akîka yemeği, ya da benzeri bir yemek olması arasında bir

fark yoktur.

3- Davete uymayan kimse Allah'a ve Rasûlüne karşı gelmiş olur.

4- Davetsiz olarak bir ziyafete giden kimse çağrılanların arasına gizlenerek gelmesi
cihetiyle hırsızlara benzediği gibi, karnını doyurduktan sonra gizlenme ihtiyacı
duymaksızın çıkıp gitmesi cihetiyle de başkalarının malını gözler önünde zorbalıkla
gasb ve talan eden çapulculara benzetilmiştir.

5- Ziyafetlerde verilen yemeklerin en kötüsü sadece zenginlerin çağırılıp da fakirlerin
çağrılmadığı yemektir. Davete icabet esas itibariyle bütün davetlere şümûlu olan dinî

[8]

bir vecibe ve içtimaî bir vazifedir.

Davet edilen ziyafetlere gitmenin hükmü konusunda merhum Ahmed Davudoğlu
şöyle demektedir:

"Davete icabet Sâri'"hazretlerinin emridir. Ancak bu emrin vücub mu yoksa nedb mi
ifade ettiği ulema arasında ihtilaflıdır. Nevevî'nin beyanına göre Şâfiîler'den bu
hususta üç kavi rivayet olunmuştur. Bunların esah olanına göre, davete icabet etmek
farzdır. Yalnız bazı özürler dolayısıyla bu farz sakıt olur. İkinci kavle göre davete
icabet etmek farz-ı kifâye, üçüncü kavle göre ise menduptur. Bu hüküm düğün
davetine mahsustur. Sair davetler hususunda dahi Şâfiîler'den iki kavil rivayet
olunmuştur. Birinci kavle göre, bütün davetler düğün daveti hükmündedir. Yani
hepsine icabet va-cibtir. İkinci kavle göre sair davetlere icabet menduptur.
Kadı Iyaz, düğün davetine icabetin bütün ulemaya göre vacib olduğunu söylemiş, sair
davetler hakkında ihtilâf edildiğini; İmam Mâlik ile cumhuru ulemaya göre onlara
icabetin vacib olmadığını bildirmiştir.
Zahirîler her nevi davete icabetin vacib olduğuna kaildirler.

Hanefî imamları, "Bir kimsenin velîme davetine icabet etmesi gerekir. Gitmezse
günahkâr olur. Şayet oruçlu bulunursa davete gider ve dua eder, oruçsuz olursa yemek
de yer" demişlerdir. Mamafih onlara göre düğün davetine icabet vacib değil, sünnettir.
Nevevî'nin beyanına göre, davete icabeti ıskat eden Özürler; yemeğin şüpheli olması,
yalnız zenginlere tahsis edilmesi, davet yerinde huzurundan eziyet duyulacak bir
kimsenin bulunması, şerrinden korkulduğu veya makamına tamaan davet edilmesi,
içki, çalgı vesaire gibi münkerâtm bulunması gibi şeylerdir. Bu takdirde davet

[91

sahibinden özür dilemek caizdir."

Hanefî ulemasından Bedrüddin el- Aynî, bu hususta şöyle diyor:
"Hanefî mezhebine göre, davete İcabet sünnettir. Bu hususta verilen yemeğin düğün
yemeği olmasıyla bir başka yemek olması arasında fark yoktur. Bu görüş İmam
Ahmed (r.a) ile İmam Mâlik'den de rivayet olunmuştur. İmam Şafiî (r.a)'ye göre ise,
düğün yemeği davetine icabet etmek farz, onun dışındaki yemek davetlerine icabet



ım

etmekse müstehabtır.

Binaenaleyh, düğüne davet edilen bir kimsenin bu davete uyması gerekir. Eğer düğüne
gitmezse günahkâr olur. Düğün sahibinin izni olmadan düğün yemeklerinden bir şey
alınıp götürülemez ve isteyene de verilemez.

Bir düğüne davet edilen, orada oyun, eğlence olduğunu biliyorsa gitmez. Haberi
olmadan gidip orada bir oyun ile karşılaşmışsa gücü yettiğinde bu oyunlara mani olur.
Gücü yetmiyorsa ve oyun da sofraya karşı yapılıyorsa sofraya oturmaz. Davet edilen
bu kimse; kendisine uyulan, ilerde gelen bir kimse ise, oyun sofra yanında olmasa bile
o sofraya oturmaz. Böyle birisi değilse bu durumda oturmasında bir mahzur yoktur.

ım

Yemeğe davet edilen kimsenin oruçlu olması halinde, eğer tutmakta olduğu oruç farz
ve vacib oruçlardan biri ise orucunu bozmaz. 3737 numaralı hadis-i şerifte açıklandığı
gibi ev halkına dua etmekle yetinir.

Fakat tuttuğu oruç nafile oruçlardansa, onu bozarak yemekten yiyebilir. Bu hususta Ö.
Nasuhi Bilmen efendi şöyle diyor:

"Ziyafet vermek veya ziyafete davet olunmak nafile oruçları açmak hususunda bir
özür sayılabilir. Binaenaleyh bilâhare kaza edeceğinden emin olan kimse vereceği
veya çağırıldığı bir ziyafetten dolayı nafile olarak tutmuş olduğu orucunu bozabilir.
Çünkü orucuna devam ettiği takdirde bir müslüman kardeşini gücendirmesi
melhuzdur.

Bir kavle göre, nafile oruç ziyafet için zevalden evvel açılabilirse de zevalden sonra
açılamaz. Meğer ki bu orucun açılmaması ananın veya babanın hukukuna riayetsizliği

[İH

müstelzim olsun. O zaman açılabilir."

2. Evlenirken Yemek Ziyafeti Vermek İyidir

3743... Sâbit'den rivayet olunduğuna göre; Enes b. Mâlikin yanında Zeyneb binti

Cahş'ın (Hz. Peyamber'le) evlenmesinden söz edilince, şöyle demiştir:

Rasûlullah (s.a)'m onun için verdiği düğün yemeği kadar hanımlarından birine düğün

1131

yemeği verdiğini görmedim. (Onun düğününde) bir dişi koyun ziyafeti verdi.

3744... Enes b. Mâlik (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a) Safıyye için

041 ^ ^

bir kavut ve kuru hurma ziyafeti verdi.
Açıklama

Ulema, evlenme münasebetiyle verilen yemeğin vaktinde ihtilâf etmişlerdir. Bazıları
bu yemeğin nikâhtan önce verileceğini söylerken bazıları da nikâhtan sonra
verilebileceğini söylemişlerdir. Zifaftan önce ve zifaftan sonra verilebileceğine dair
Lİ5]

görüşler de vardır.

Nikâh öncesinden itibaren zifaf sonrasına kadar olan geniş süre içerisinde herhangi bir



zamanda verilebileceğini söyleyenler de olmuştur. Günümüzde genellikle bu
genişlikten yararlanılarak bu yemek, nikâh ile zifaf arasında verilmektedir,
Mişkât'ta rivayet edilen bir hadis-i şerifte, Fahr-i Kâinat Efendimiz'in Hz. Safiyye'nin
nikâhı münasebetiyle hays denilen bir yemek ziyafeti verdiği ifade edilmektedir.
Mişkât'ta rivayet edilen diğer bir hadis-i şerifte de Hz. Peygamberdin bu ziyafette kuru
hurma, yağ ve yoğurt kurusundan yapılan bir yemek verdiği rivayet edilmektedir.
Aliyyü'l-Kârî'ye göre, bu iki rivayette anlatılmak istenen yemeklerin ikisi de aynı
yemektir. Aralarında bir fark yoktur. Çünkü "hays" yemeği içinde de kuru hurma,
kuru peynir ve yağ bulunur.
Tıybî de netice itibariyle aynı şeyleri söylemiştir.

Hz. Peygamber, Hz. Zeyneb validemizin nikâhı münasebetiyle ise bir koyun ziyafeti
vermiştir. Bu durum Hz. Peygamber'in bazı ailelerinin düğünlerinde etli bazı
ailelerinin düğünlerinde ise etsiz ziyafet verdiğini ortaya koymaktadır. Hadis-i
şeriflerde ekmekten hiç bahsedilmediğine göre etsiz ve ekmeksiz düğün ziyafeti

vermek caizdir.

3. Düğün Yemeğinin Kaç Gün Verilmesi İyidir?

3745... Sakîf (kabilesin)den (devamlı) iyilikle anılan, yani hayırlı işlerinden dolayı
devamlı övülen tek gözlü bir adamdan rivayet olunduğuna göre; (ki, ravi Hasan Basrî
bu adam hakkında şöyle diyor): "Eğer onun ismi Züheyr b. Osman değilse, isminin ne
olduğunu bilmiyorum." Peygamber (s. a):

"Birinci gün düğün yemeği (vermek) bir görevdir. İkinci gün ise bir iyiliktir. Üçüncü
gün (vermek ise) bir siim'a ve riyadır" buyurmuştur.

Katâde dedi ki: Bir adam bana, Saîd b. el-Müseyyeb'in birinci günü (verilen bir düğün
yemeğine) çağırüıp gittiğini, ikinci gün yine çağrılıp gittiğini, üçüncü gün de
çağrıldığını (fakat) gitmediğini ve: (Bu yemeği üçüncü günde verenler) süm 'a ve riya

£171

sahibi kimselerdir, dediğini haber verdi.

3746... Şu (bir önceki hadisin sonunda anlatılan) olayda (yine) Katâde yoluyla Sâid b.
el-Müseyyeb'den (şu şekilde de rivayet olunmuştur: Katâde) dedi ki: (Saîd) üçüncü

Lİ81

gün de çağrıldı (fakat gitmedi) ve (gelen) davetçiyi taşladı.
Açıklama

Bu hadis-i Şerifler düğün yemeği vermenin vacib derecesinde olduğunu söyleyen Şafiî
ulemasının delilidir. Cumhur ulemaya göre ise düğün yemeği vermek sünnet-i

£191 ^ £201

müekkededir. Hanefi ulemasına göre de sünnet-i müekkededir.
Yine bu hadis-i şerifler, bir iyilik ve hayırseverlik olması cihetiyle ikinci gün düğün
yemeği vermenin müstehablığma, fakat üçüncü günü vermenin kerahetine delâlet
etmektedir.

Bu hususta İmam Nevevî şöyle diyor: "Üçüncü günü yemeğe çağırılan kimsenin
icabet etmesi mekruhtur. İkinci günün davetine icabet etmek güzelse de birinci günün



davetine icabet etmek kadar güzel değildir."

Ancak, 3743-3744 numaralı hadislerin şerhinde açıklandığı gibi, bu ziyafetin nikâhtan
önce mi yoksa sonra mı verileceği konusu ihtilaflıdır.

Bezlü'l-Meclıûd yazarının açıklamasına göre; üçüncü defa verilen düğün yemeğinin
mekruh oluşunun sebebi riya ve süm'a olduğundan, bu yemeğin riyasız ve süm'asız
olarak verilmesi halinde bir ay bile devam etmesinde bir sakınca olmaması gerekir.
Riyâ ve süm'a tehlikesinden korunmak için şehirlerde ve büyük köylerde her
mahallede ayrı ayrı birer gün verilmesi uygun bir yoldur. Bu şekilde verildiği takdirde
insan riyâ ve süm'a duygularından uzak kaldığı sürece istediği kadar düğün yemeği
verebilir. Nitekim Buharî'nin nikâh bölümünün 7 1 numaralı, Yedi gün veya daha fazla
düğün yemeği veren kimse anlamına gelen bab başlığı altında toplamış olduğu



hadisler de buna delâlet etmektedir.

4. Bir Yolculuktan Gelince Yemek Vermenin Hükmü

3747... Câbir (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Peygamber (s. a) Medine'ye gelince

1221

bir deve yahut da bir sığır kesti.
Açıklama

Ravi Muhârib b. Disâr, Hz. Câbir'in kesilen hayvan hakkındaki sözünü pek iyi
hatırlayamadığından bu hadisi "bir deve yahut da bir sığır kesti" şeklinde mütereddid
bir ifade ile rivayet etmiştir.

Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre, Hz. Peygamber'in Medine'de böyle bir
hayvanı kesip müslümanlara ziyafet çekmesi Tebük seferinden dönüşünde olmuştur.
Hafız İbn Hacer, selef-i sâlihînin, seferden dönünce bir hayvan keserek müslümanlara
yedirmenin müstehab olduğuna inandıklarını söylüyor, eş-Şâmî, bu yemeğe "en-
Nakîa" denildiğini söylemekte ise de, Hafız İbn Hacer, bazılarının bu yemeğin isminin

[23]

"et-Tuhfe" olduğunu söylediklerini ifade etmiştir.

5. Misafirlik Konusunda Gelen Hadisler

3748... Ebû Şurayh el-Kâ'bî'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s. a.) şöyle
buyurmuştur:

"Kim Allah'a inanıyorsa misafirine ikram etsin. (Misafirin, bu ziyaretine karşılık
dünyada hakettiği) hediyesi, (ev sahibinin hediyeleri ile geçen) günü ve gecesidir.
Misafirlik üç gündür. Bundan fazlası ise (misafire) bir sadakadır. Misafirin ev
sahibinin yanında onu bıktı-rmcaya kadar oturması caiz değildir."
Ebû Dâvûd dedi ki: (Bu hadis) Haris b. Miskin 'e okundu, ben de (orada) hazır
bulundum. (Hadis ona okunan şekliyle şöyle idi): Eş-heb dedi ki: (îmam) Mâlik'e,
Peygamber (s. a)'in "Onun hediyesi bir gün ve gecedir" sözünün manası soruldu da
şöyle cevap verdi:

(Yani) ona bir gün bir gece ikram eder, iyilikte bulunur ve onu barındırır: (Onun) üç



1241

gün misafir olma (hakkı) vardır.



Açıklama

Caize: Hediye, bahşiş, mükâfat manalarına gelir. Burada mi-safıre yapılan özel ikram
anlamında kullanılmıştır. Avnü'l-Mâbûd yazarına göre metinde geçen "câizetühü"
kelimesini müb-tedâ olarak merfû okumak caiz olduğu gibi "felyükrim" kelimesinden
"bedel-i istimal" olarak mansub okumak da caizdir. Bu ikinci tevcihe göre bu cümle,
"O kimse misafire özel olarak hazırlanan hediye (caize) mahiyetindeki yemeği ikram
etsin" anlamına gelir.

Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre, misafirin ağırlanma müd-detiyle ilgili bu
hadis üç şekilde tefsir edilmiştir:

1- Ona bir gün bir gece özel olarak hazırladığınız yemekler sunmakla ikram ediniz.
İşte caizeden maksat budur. Eğer bu caizeyi sunamazsamz misafirinize ikram etmiş
olmazsınız.

Fakat ona her günkü yediğiniz mutad yemekler yedirecekseniz, o zaman onu evinizde
üç gün misafir ediniz. Onu bu şekilde üç gün misafir etmekle misafire ikram etme
görevini yerine getirmiş olursunuz.

2- Onu üç gün üç gece misafir ettikten sonra ona yolculuğunda bir gün bir gece
yetecek şekilde özel bir yemek hazırlayıp azığına koyunuz. İşte onun caizesi budur.
Bunu yapmadığınız takdirde misafirinize ikram etmiş olmazsınız.

3- Ev sahibi olarak bir gün bir gece onunla çok yakından ilgileniniz. Ona özel
hazırlanmış yemekler sunmakla ve "sohbetinde bulunmakla onu ağırlamaya çalışınız.
İşte onun hediyesi budur.Bundan sonraki iki gün içinde ise onun için mükellef sofralar
sunmanıza lüzum yoktur. Mutad yemekler sunmakla yetinebilirsiniz. Misafire ikram

1251

görevinizi bu şekilde yerine getirmiş olursunuz. İmam Mâlik bu görüştedir.

3749... Ebû Hureyre (r,a)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a):

"Misafirlik üç gündür. Üç günden fazla olan misafirlik ise (ev sahibi için misafire) bir

1261

sadakadır" buyurmuştur.

3750... Ebû Kerime (r.a)'den Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:
"Misafirin (birinci) gecesinde (onu ağırlamak) her müslüman (ev sahibi) üzerine
(düşen) bir görevdir. Her kim (misafir olarak bir kimsenin) evinin önünde
sabahlayacak olursa, bu kimse (ye ikram etmek) o ev sahibi üzerine bir borçtur. İsterse
(borcunu) öder, (borcundan kurtulur), isterse (borcunu ödemeyi) terkeder (borçlu
1271

olarak kalır)."
Açıklama

Bu hadis-i şeriflerde bir kimsenin evine gelen bir misafire ikram etmekle mükellef
olduğu ifade edilmektedir. Ulemanın bu hadisler üzerinde yaptıkları açıklamalardan
anlaşıldığına göre, misafirler hakkındaki bu hüküm zengin, fakir, müslüman, kâfir,
salih, fâsık her misafir için geçerlidir. Bu hükmün, "Yemeğini müttakî kimselerden



128]

başkası yemesin" mealindeki hadise aykırı olduğu söylenemez. Çünkü bu hüküm
misafirler içindir. Sözü geçen hadis-i şerîfse misafirlerin dışındaki kimselere yedirilen
yemeklerle ilgilidir.

3749 numaralı hadis-i şerifteki, "Üç günden sonraki misafirlik ise (ev sahibi için
misafire) bir sadakadır" cümlesine bakarak Ahmed b. Hanbel; "Bir misafiri üç gün
ağırlamanın farz, üç günden sonra ağırlamanın da nafile olarak verilen bir sadaka
hükmünde olduğunu, binaenaleyh bir kimsenin misafirini üç gün ağırlamasının
üzerine farz olduğunu, bu görevi yerine getirmekten kaçınamayacağım; üç günden
sonra ise eğer ağırlarsa sevabını alacağını, ağırlamadığı takdirde ise sorumlu
olmayacağını" söylemiştir.

Nitekim bir sahâbînin, akşamleyin evine gelen misafire evinde bulunan yemeği ikram
edip, çocukların sofraya oturmamaları için yemekten önce onları uyutması bu görüşü
te'yid etmekte ise de, ulemanın çoğunluğu, üç gün üst üste misafir ağırlamanın farz
oluşunun îslâmm ilk yıllarındaki uygulamaya mahsus olduğunu, bu hükmün

1291

neshedildiğini söylemişlerdir.

Misafirperverliğin farz olmayıp sünnet-i müekkede olduğunu söyleyen cumhur
ulemaya göre ise, metinde geçen "üç günden fazla olan misafirlik bir sadakadır"
cümlesi, misafirperverliğin farziyyetini ifade etmek için değil, halkı bir evde üç
günden fazla misafir olmaktan nefret ettirmek için söylenmiştir.
Misafir ağırlamanın hükmünü şu şekilde hulasa edebiliriz:

"Misafirperverlik Peygamberin sünnetlerindendir. Yalnız sıfatında ihtilâf olunmuştur.
İmam Azam ile Mâlik, Şafiî ve cumhur ulemaya göre misafir kabul etmek farz değil
sünnettir. İmam Ahmed ile Ley s; bir gün bir gece misafir kabul etmeyen kimseden
misafirin hakkı zorla alınır, bu hususta köylü ile kasabalının farkı yoktur, demişlerdir.
İmam Ahmed, misafir kabul etmenin hassaten bedevilere vacib olduğunu belirtmiştir.
Ona göre şehirde yaşayanlara bu İş farz değildir. Mücâhid'den bir rivayete göre, bîr

[301

geceliğine misafir kabul etmek farzdır."

3751... el-Mikdâm Ebû Kerîme (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s. a)
şöyle buyurmuştur:

"Herhangi bir kimse bir kavme misafir olur da (orada ikramdan ve ağırlanmaktan)
mahrum olarak sabahlarsa, (bu misafirin en azından) bir gecelik yiyecek hakkını
alacak kadar ona tahılından ve (diğer) mal(lar)mdan yardım etmek (orada bulunan) her



müslüman üzerine (düşen) bir görevdir."

3752... mUkbe b. Amir (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki: (Biz Hz. Peygambere):
Ey Allah'ın Rasûlü, sen bizi (bazen bir yere) gönderiyorsun, biz de bir kavme misafir
oluyoruz. (Fakat) onlar bizi ağırlamıyorlar. (Bu hususta) ne buyurursun? diye sorduk.
Rasûlullah (s. a) bize şöyle buyurdu:

"Eğer bir kavme misafir olur da sizin için (yapılması gereken ikram ve ağırlama ile
ilgili) işleri(n yapılmasını hizmetçilerine) emrederlerse bunu kabul edin. (Bunu)
yapmazlarsa kendilerine yaraşan misafir hakkını onlardan alın."

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu (hadis, bîr kimsenin hakkı olan bir şeyi alabileceğine dair



[321

kuvvetli bir delildir.



Açıklama

Hafız Hattâbî (r.a)'nin açıklamasına göre; bir misafirin, misafir olduğu evde
ağırlanmaktan mahrum kalarak geceyi aç susuz olarak geçirmesi halinde o beldede
bulunan her müslümanm onun bir günlük misafirlik hakkını ödemekle mükellef
olduğunu ifade eden 3751 numaralı hadis, açlıktan telef olma durumuna gelen
misafirler hakkındadır. Bu duruma düşert bir misafire yedirip içirmek, o beldede
bulunan her müslüman üzerine düşen bir görev olduğundan o misafir, orada bulunan
herhangi bir müslümanm malından hayatını kurtaracak kadar yiyebilir. Böyle bir
misafirin hayatını kurtardıktan sonra yediği yemeğin değerini ödeyip ödemeyeceği
meselesi de ihtilaflıdır. İmam Şafiî'ye göre, yediği yemeğin bedelini ödemesi gerekir.
Diğer ulemaya göre ise, yediği yemeğin parasını ödemesi gerekmez. Hadis
ulemasından bazıları da bu görüşü savunmuşlar ve Hz. Ebû Bekir'in, Hz. Peygamber
ile Mekke'den Medine'ye giderken yolda karşılaştıkları bir sürünün içinden sahibi
orada bulunmayan bir koyunun sütünü sağıp Hz. Peygamber'e içirmesi hadisesinin
buna açıkça delâlet ettiğini söylemişlerdir.

Ayrıca, Abdullah b. Ömer'den rivayet edilen; "Kim bir bahçeye girerse oradan yesin

[33]

fakat yanında bir şey götürmesin." mealindeki hadis-i şerifi de delil getirmişlerdir.
Nitekim Hasan-ı Basrî'nin de; "Bir adam susamış halde iken sahipsiz bir deveye
rastlarsa devenin sahibine üç defa seslensin, devenin sahibi çıkıp gelirse ne âlâ,
gelmezse onu sağıp sütünü içsin" dediği rivayet edilmiştir.
Zeyd b. Eşlem de bu mevzuda şöyle demiştir:

Hz. Peygamber'e bir leşi ya da bir müslümanm malını yemek zorunda kalan bir
adamın durumu sorulduğunda: 'Müslümanm malını yiyebilir' buyurdu."
Abdullah b. Dînâr da, zaruret halinde kalan bir kimsenin bir müslümanm malını
yiyebileceğini söylemiştir. Ancak Hz. Saîd; "Bu durumda kalan bir kimse bir leşi
yiyebilirse de bir müslümanm malını yiyemez" demiştir. Hattâbî'nin sözleri burada
sona erdi.

Kendisine misafirlik görevi yerine getirilmeyen bir kimsenin hane sahibinden hak
alması meselesine gelince; bu mevzuda İmam Nevevî şöyle diyor:
"Ahmed b. Hanbel ile el-Leys, bu hadisi zahirine hamletmişlerse de cumhuru uleme
onu çeşitli şekillerde te'vil etmişlerdir. Bu te'villeri şu şekilde özetleyebiliriz:

1- Bu hadis, zaruret halinde bulunan misafirler hakkındadır. Çünkü onları ağırlamak
farzdır.

2- Misafirin hakkını almasından maksat ev sahibinin malını yemesi değil, onun yaptığı
bu mürüvvetsizliği başkalarına anlatma hakkını elde etmesidir. Fakat bu görüş çok
hatalıdır.

3- Bu hadis sonradan neshedilmiştir. Bu görüş de zayıftır. Çünkü bunu ortaya atan
kimsenin kimliği meçhuldür.

4- Bu hadisin hükmü müslüman misafirleri ağırlamaktan kaçman zimmîler için
geçerlidir. Çünkü onlar müslümanlarm zimmetinde barınabilmek için müslüman
misafirleri ağırlamayı taahhüd etmişlerdir. Bu görüş de zayıftır. Zira zimmîlerle
yapılan bu anlaşma Hz. Peygamber devrinde yoktur. Bu anlaşma Hz. Ömer devrinde



olmuştur.

Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre, ağırlanmayan bir misafirin hakkını
almasından maksat, kendisini ağırlamayan kavimden yiyecek ve içeceğin bedelini

[341

ödeyerek almasıdır." Nevevî'nin sözleri burada sona erdi.

Daha önceki açıklamalarımızdan da anlaşılacağı gibi, cumhur ulemanın bu hadisi bu
şekilde te'vil etmekten maksadı misafire ikram etmenin farz olduğu iddiasını çürütmek
ve sünnet-i müekkede olduğunu İsbata zemin hazırlamaktır.

Hanefî ulemasından Tahavî ise bu hadisin neshedildiğini söylemiş ve bu iddiasına Hz.
Mikdâd'm şu hadisini delil göstermiştir:

"Ben ve arkadaşım (bir yerden) geldik. Açlıktan nerede ise gözlerimiz, kulaklarımız
gidiyordu. Hemen halka maruzatta bulunmağa başladık. Fakat bizi kimse kabul
etmedi. Nihayet Peygamber (s.a)'e geldik. Bizi evine götürdü. Bir de baktık üç tane
keçi!.. Peygamber (s.a):

£351

Bu sütü aranızda paylaştırın, buyurdu."

6. Misafirin (İzinsiz Olarak) Başka Birinin Malını Yemesi Neshedilmiştir
3753... İbn Abbas (r.a)'dan rivayet olunmuştur; dedi ki:

Şu "Ey iman edenler, mallarınızı aranızda bâtılla (doğru olmayan yollarla haksız yere)

1361

yemeyin. Kendi rızanızla yaptığınız ticaret olursa başka..." âyet-i kerimesi
indikten sonra halka, bir kimsenin evinde yemek yemek zor gelmeye başlamıştı.
Derken bu âyeti Nûr süresindeki (61 numaralı) âyet neshetti. (Bu âyette yüce Allah
kullarına şöyle) buyurdu: "...Size de kendi evlerinizden başka evlerde yemenizde bir
1371

güçlük yoktur.." (Yüce Allah'ın bu meseleyle ilgili buyruğu); "toplu olarak ve)
ayrı ayrı... (yemenizde de üzerinize bir günah yoktur)" sözüne kadar (sürmektedir).
(Bu âyet inmeden önce) zengin bir adam yakınlarından birini yemeğe çağırıldığında
(çağırılan kimse), "Ben ondan yemeyi günah görüyorum" derdi; -et-Tecennuh, bir
şeyin günah olduğuna inanmak anlamına gelir- ve "fakir bu davete benden daha
müstehaktır" diye konuşurdu. Bu âyet(in inmesi) ile (müslümanlarm, bu âyette
zikredilen kimselerin birine ait olan ve) üzerine Besmele çekilen yemekleri yemeleri

[381

ve bir de kitap ehlinin yemekleri helâl kılınmış oldu.
Açıklama

İbn Abbas (r.a)'dan şöyle dediği rivayet olunmuştur: "Ey iman edenler, mallarınızı
aranızda batıl sebeblerlc yemeyin." âyet-i kerimesi nazil olunca müslümanlar
başkalarının ikram ettiği yemekleri yemekte tereddüde düştüler. Bu endişeyle
başkalarının evinde yemek yemekten kaçınmaya başladılar. Bunun üzerine Nûr
sûresinin 61. âyeti nazil oldu.

Bezlü'l-Mechûd yazarının dediği gibi, misafire ikram etme konusu şu safhalardan
geçmiştir: İsiamiri ilk yıllarında misafire yemek yedirmek ev sahibi üzerine farz idi.
Sonra misafirin ev sahibinin malından yemesi Nisa sûresinin 29. âyetiyle yasaklandı.



Daha sonra Nûr suresinin 61. âyetiyle bu yasak da kaldırıldı. Nitekim bir önceki
babdaki hadisler, İslâmm ilk yıllarında misafire yemek yedirmenin farz olduğuna,
Nisa sûresinin 29. âyeti daha sonra bir kimsenin başka birinin yemeğini parasını
ödemeden yemesinin yasaklandığına, mevzumuzu. teşkil eden bab hadisleri ise
zamanla bu yasağın da kaldırıldığına delâlet etmektedir. Nûr sûresinin 61. âyetinin
tamamının meali şöyledir:

"Âmâya göre bir harac(dariık ve günah) yok, topala göre bir haraç yok, hastaya göre
bir haraç yok. Size göre de (gerek) kendi evlerinizden, gerek babalarınızın evlerinden,
gerek annelerinizin evlerinden, gerek biraderlerinizin evlerinden, gerek kız
kardeşlerinizin evlerinden, gerek amcalarınızın evlerinden, gerek halalarınızın
evlerinden, gerek dayılarınızın evlerinden, gerek teyzelerinizin evlerinden, gerek
(başkasına ait olup da) anahtarlarına malik (ve hazinedarı) bulunduğunuz (evler)den,
yahutta sadık dostlarınızın (evlerinden) yemenizde de (bir haraç yoktur). Hep bir arada
toplu olarak da, dağınık dağınık da yemenizde dahi haraç yok. (Şu kadar ki) evlere
girdiniz vakit Allah tarafından mübarek ve pek güzel bir sağlık (dilemiş) olmak üzere
kendinize selam verin. İşte Allah âyetleri size böylece beyan eder. Ta ki anlayasmız."
Ayetin tefsirindeki inceliklerden bazıları şunlardır:

1- İnsanın evladının evi ve malı kendi evi ve malı gibi olduğundan bu âyet-i kerimede
evladın malının ve evinin zikredilmesine lüzum .görülmemiştir.

2- Ayette insanın bir dostunun malından izinsiz olarak yiyebileceğinden
bahsedilmiştir. Çünkü insana sadık dostu akrabasından bile daha yakındır.

İbn Abbas (r.a) bu hususta şöyle diyor: "Cehennem ehli ateşe atıldıkları zaman, "Artık

[391

bizim için ne şefaatçilerden bir kimse, ne de candan bir dost yok..." diyerek
dostlarının yokluğundan yakınacakları halde anne, baba ve diğer dostlarının
yokluğundan yakmmayacaklardır."

3- Âyet-i kerimede geçen "kendi evleriniz" tabirinden maksat, Ebû Bekir el-Cessâs'a
göre, kişinin ailesi, çocukları ve hizmetçileri gibi evinde duran kimselerin evleridir.
Bu hadis-i şerif, bir insanın üzerine Besmele çekilmiş olmak şartıyla başkasının
malından yemesinin caiz olduğunu ifade etmesi ve dolayısıyla bir insanın birisine
misafir olmasının caizliğine delâlet etmesi cihetiyle bir önceki babın tamamlayıcısı
durumundadır.

Aynı zamanda bu hadis, misafirperverliğin farz olmayıp sünnet-i meükkede olduğunu
söyleyen cumhurun görüşünü de te'ykl etmektedir. Çünkü hadiste geçen âyet-i kerime
de bir kimsenin başka birisinin yemeğini yemesinde bir günah olmadığını ifade
etmektedir. Oysa günah olmamak başka, farz olmak yine başkadır. Bir şeyin günah
olması vacib olmasını gerektirmez. Binaenaleyh eğer bir kimsenin misafir olduğu
kimsenin yemeğini yemesi onun kazanılmış bir hakkı, bu yemeği sunmak da ev sahibi
üzerine farz olsaydı o zaman "günah yoktur" kelimesi yerine bu farziyyeti ifade eden
daha açık ve kesin bir ifade kullanılırdı.

Bu durum misafire ikram etmenin farziyyetinin neshedildiğine de delâlet etmektedir.

1401

Bu bakımdan da bir önceki hadisin bir tamamlayıcısı durumundadır.
Bazı Hükümler

1. Bir kimse sahibinin izniyle başkasının yemeğini yiyebilir.



2. Bir kimse misafir olduğu ev sahibinin sunduğu yemeği yiyebilir.

3. Kitap ehlinin sunduğu yemeği yemek helâldir. Nitekim, "Kitap verilenlerin

lâll

yemekleri size helâldir." âyet-i kerimesi de bunu ifade etmektedir.
Ancak kitap ehlinin kestiklerinin yenebilmesi için hayvanı kesen kitap ehlinin Benî
Tağlıb kabilesinden olmaması, dininden dönmemiş olması, kestiği hayvanı kendileri
için kesmiş olması, keserken Allah'ın adını anarak kestiğinin bilinmesi, kestiği
hayvanın kendi dinlerince helâl olması gerekir. Bu hususlar bulununca onların kestiği

[421

hayvanın yenilebileceğinde ittifak vardır.

4. Bir kimsenin sunduğu yemeği yemenin caiz olabilmesi için onun Allah'dan başka
bir varlığın ismi çekilerek hazırlanmamış olması gerekir. Eğer Allah'dan başka bir
varlığın ismi çekilerek hazırlandığı bilinirse onu yemek haramdır. Bilinmediği
takdirde cumhura göre yenilmesi helâldir. Nitekim, "Üzerine Allah'ın ismi anılmayan

143]

şeyden yemeyin..." , "Eğer onun âyetlerine iman etmişseniz üzerine Allah'ın ismi

1441

anılan şeyden yiyiniz." âyetleri ile, "Kanı akıtılan ve üzerine Besmele çekileni

£451 1461
yeyiniz." mealindeki hadis-i şerif de bunu ifade etmektedir.

7. Üstünlüklerini Ortaya Koyabümek İçin Birbiriyle Yarışan Kimselerin
Yemeğini Yemenin Hükmü

3754... İbn Abbas (r.a)'m şöyle dediği rivayet edilmiştir:

Peygamber (s. a), üstünlüklerini ortaya koyabilmek için yarışan kimselerin
yemeklerinin yenmesini yasaklamıştır.

Ebû Dâvud dedi ki; Bu hadisi, Cerîr (b. Hazm) 'den rivayet edenlerin ekserisi
rivayetlerinin senedinde îbn Abbas (r.a)'m ismini zikretmediler. (Ancak îkrime'nin
rivayet ettiği) bu hadiste olduğu gibi Harun en-Nahvî de (bu hadisi rivayet ederken)

1421

îbn Abbasfm ismini zikretti. Hammâd b. Zeyd ise İbn Abbas'in ismini zikretmedi.
Açıklama

İnsanların, başkalarına olan üstünlüğünü ortaya koyabilmek ve bu şekilde nefsine bir
pay çıkarmak gayesiyle bir takım yarışlara girişmesi riyadan başka bir şey olmadığı
için İslâmiyette bu gayeyle yapılan işler çirkin sayıldığı gibi, bu gibi kimselerin
yemeğini yemek de yasaklanmıştır. Çünkü onların yemekleri, "Mallarınızı aranızda

1481 ' [491
haksız sebeplerle yemeyin!" âyetinin şümulüne girmektedir.

8. Beraberinde Dinen Çirkin Sayılan Fiillerin Bulunduğu Bir Davete İcabet
Etmenin Hükmü

3755... Sefine Ebû Abdurrahman'dan rivayet olunduğuna göre;

Bir adam Ali b. Ebî Tâlib'i misafir etmiş ve ona bir yemek hazırlamış. (Orada hazır



bulunan) Fatıma (r. anha) da: "Keşke, Rasûlul-lah (s.a)'ı çağırsaydık. (Gelir) bizimle
beraber (bu yemekten) o da yerdi" demiş. Bunun üzerine Hz. Peygamberi de (o
ziyafete) çağırmışlar. Hz. Peygamber de (oraya) gelmiş. Elini kapının (iki tarafındaki)
söveleri-ne koyunca, evin bir köşesine yerleştirilmiş olan yünden yapılmış renkli
nakışlarla süslü ve üzerinde rakamlar bulunan ince bir kumaş görüp hemen geri
dönerek gitmiş. Hz. Fâtıma da Hz. Ali'ye:

Git, ona yetiş bak (bakalım) onun geri dönmesine sebep neymiş? demiş, Hz. Ali de
onun peşinden gitmiş. (Hz. Ali Hz. Peygarn-ber'e kavuşunca aralarında geçen
konuşmayı şöyle anlatmış. Ben Hz. Peygamber'e):

Ey Allah'ın Rasûlü, seni geri çeviren sebep nedir? diye sordum. "Benim için yahut da

[501

herhangi bir peygamber için nakışlarla süslü bir eve girmek yoktur" buyurdu.
Açıklama

Hadisin baş kısmında bulunan cümlesinin zahirine göre, bir adam Hz. Ali'yi evine
davet ederek ona yemek ikram etmiş. Fakat Sünen-i Ebû Davud'un bazı nüshalarında
bu cümle, şeklinde rivayet edilmiştir. Bu rivayete göre Hz. Ali o adamın evine misafir
olmamış, o adam bir yemek hazırlayıp Hz. Ali'nin evine göndermiş. Tıybî bu rivayetin
daha doğru olduğunu görüşündedir. Nitekim o yemekte Hz. Fâtıma'nm da bulunması
bu görüşü te'ykl etmektedir.

el-Mirkât'ta belirtildiği gibi, bu hadis, bir münkerin yani gayrı meşru durumun
bulunduğu davete icabet edilmeyeceğine delâlet eder.

Hafız da Feth'de, "Bir evde bir münkerin yani gayrı meşru durumun bulunmasının o
eve girilmesine dinen bir engel teşkil ettiği bu hadisten anlaşılır" demiştir.
İbn Battal da bu konuda şöyle der: "Allah ve Rasûlünün yasakladığı bir davete icabet
etmek caiz değildir. Hadis bunu ifade eder. Çünkü böyle bir davete icabet etmek böyle
bir duruma rıza göstermek anlamım taşır." İbn Battal daha sonra mesele ile ilgili
mütekaddim, yani ilk âlimlerin mezheplerini açıklar ki, bunun özeti şudur: Davet
edilen kişi davet edildiği yerdeki haram durumu giderirse oraya gitmesinde bir sakınca
yoktur. Şayet gidermeye gücü yetmezse geri döner.
Hanefî mezhebine mensup, el-Hidâye sahibi de şöyle demektedir:
"Bir kimse davet edildiği yere gittikten sonra orada münker, yani Allah ve Rasûlünün
yasakladığı bir durum meydana gelirse davet edilen zat, örnek edinilecek bir önder ise
ve duruma müdahale edip gidermeye gücü yetmezse orayı derhal terketmelidir. Çünkü
öyle bir mecliste dine leke sürülmüş olur ve bir günah kapısı açılmış olur. Şayet davet
edilen kişi örnek ve önder durumda değilse, oturmuş iken artık yemeği yiyip öyle
çıkmalıdır. Fakat davet edilen bir kimse henüz davet edildiği yere girmemiş iken orada
münker bir durumun olduğunu sezerse, örnek olsun veya olmasın geri dönme-
[51]

lidir."



9. Bir Kimseyi İki Kişi Birden Davet Edince Hangisi İcabete Daha Müstahaktır?
3756... Peygamber (s.a)'in sahâbîlerinin birinden rivayet olunduğuna göre;



Peygamber (s. a) şöyle buyurmuştur:

"İki kişi birden (seni) davet edecek olursa sen kapısı en yakın olan(m daveti)ne icabet
et. Çünkü kapısı en yakın olan en yakın komşu olandır. Eğer (davet eden bu iki
kişiden birisi diğerinden) daha önce davet etmişse, önce davet edenin davetine icabet
[521

et."

Açıklama

Hadis-i şerifte, aynı zamanda iki kişiden davet alan bir kimsenin bunlardan kapısı
kendisine daha yakın olanın davetim tercih edip onun davetine icabet etmesi gerektiği,
çünkü kapısı daha yakın olan kimsenin daha yakın komşu olması cihetiyle bu gibi
içtimai muamelelerde öncelik hakkı bulunduğu ifade edilmektedir.
Alkamî'nin açıklamasına göre, aynı anda davet eden kişilerin komşuluk bakımından
her ikisinin de eşit olmaları halinde; ilimce, dindarlıkça ve ahlâkça daha üstün olanın
daveti tercih edilir. Bu hususlarda eşit olmaları halinde ise, davet alan kimse aralarında

[531

kura çeker, kura hangisine isabet ederse onun davetine icabet eder.

10. Namaz (Vakti) Gelip Sofra Hazır Olunca Nasıl Hareket Edilir?

3757... Ibn Ömer (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a) şöyle
buyurmuştur:

"Birinizin akşam yemeği (sofraya) konduğu sırada namaza da başlanmış olursa (o
kimse yemek yeme işini) bitirinceye kadar namaza kalkmaz."

(Bu hadisin ravilerinden Müsedded, rivayetine şunları da) ilâve etti: "Abdullah (b.
Ömer), akşam yemeği (sofraya) konunca -yahut ta akşam yemeği (sofraya) gelince-
ikameti de işitse, imamın okuyuşunu da işitse (yine de yemeğini) bitirinceye kadar

£541

(namaza) kalkmazdı.

3758... C âbir b. Abdillah (r.a)'dan Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğu rivayet
olunmuştur:

1551

"Yemekten veya başka bir şeyden dolayı o namaz geciktiril(e)mez."

3759... Abdullah b. Ubeyd b. Umeyr'den rivayet olunmuştur; dedi ki:
İbn Zübeyr zamanında babamla birlikte Abdullah b. Ömer'in yanında (bulunuyor)
idim. Abbâd b. Abdillah b. Zübeyr; "Biz, (kılınması için ezan okunup kamet getirilen
akşam) namaz(m)dan önce (ortaya konulmuş olan) akşam yemeğine başlanabileceğini
işittik" dedi. Abdullah b. Ömer de "Vah sana! Sen (Hz. Peygamber'in sahâbîleri olan)
o kimselerin akşam yemeklerinin nasıl olduğunu (biliyor musun)? (Onların akşam
yemeklerinin) babanın akşam yemeği gibi (zengin) olduğunu mu zannediyorsun?"
[56]

diye karşılık verdi.



Açıklama



3757 numaralı hadis-i şerifte, akşam yemeği hazırlanıp ortaya konmuşken akşam
namazı için ezanın okunması halinde cemaate gitmeyerek yemeği yemek ve namazı
yemekten sonra kılmak tavsiye edilirken; 3758 numaralı hadis-i şerifte namazın
yemekten dolayı geciktirilmesine asla izin olmadığı ifade edilmektedir.
Hattâbî, bu iki hadis-i şerifin arasını şöyle telif ediyor:

"Namazdan önce yemek yemeye izin veren hadis-i şerif, gönlü, ortaya konan yemeği
çok arzu eden ve o yemeği yemeye çok ihtiyaç hisseden kimseler içindir. Bu durumda
olan bir kimse ezanın okunması ve yemeğin de ortaya gelmesi halinde eğer namaz
vaktinin çıkma tehlikesi yoksa, yemeğe karşı olan bu iştahını teskin etmek için
yemekten biraz yer, namazını yemekten sonra kılar. Bu suretle namazı yemeğe gönlü
takılı bir şekilde kılmaktan kurtulup hakkıyla ifa etme imkânını bulmuş olur.
Ancak bu şekilde hareket etmek durumunda kalan bir kişi sofranın başına oturmaz ve
iyice karnını doyurmaz. Sadece ortaya gelen yemeklerden birer parça alıp açlığını ve
yemeklere olan arzusunu teskin edip namazını te'hir etmeden kılar. 3758 numaralı
hadis-i şerif ise, yemeğe karşı aşın şekilde arzu ve ihtiyaç duymayan ve namaz kılmak
için fazla vakti kalmayan kimseler içindir. Bu durumda olan bir kimsenin namazı
yemeğe takdim etmesi farzdır. Binaenaleyh bu iki hadis arasında bir çelişki yoktur."
Nitekim, 3759 numaralı hadis-i şerif de Hattâbî'nin bu görüşünü doğrulamaktadır.
Bazı hallerde akşam yemeğinin akşam namazına takdim edilebileceğini ifade eden bu
hadis-i şerifin hükmünü sadece akşam namazıyla akşam yemeğine tahsis etmek doğru
değildir.

Burada sadece akşam namazıyla akşam yemeğinden bahsedilmesinin sebebi, insanın
bu durumla genellikle akşam yemeği vaktinde karşılaşması olsa gerektir. Çünkü sabah
namazı vaktinde insanın böyle bir durumda kalması pek enderdir. Öğle vaktine
gelince, öğleyin yemek yeme âdeti Hz. Peygamber devrinde yoktu. Bu âdet sonradan
çıkmıştır.

Akşam yemeğinin ortaya gelmesiyle akşam ezanı vaktinin aynı zamana rastlaması
halinde yemeğin öne alınmasıyla ilgili bu emrin hükmü üzerinde ulema ihtilâf
halindeler.

Cumhuru ulemaya göre; bu emrin hükmü menduptur. Binaenaleyh bu emre göre
hareket etmek menduptur. Şâfıîlere göre bu emir yemek yemeye çok ihtiyacı olan
kimseler içindir. Bu durumda olmayan kimseler için geçerli değildir.
İmam Gazali, yemeğin bozulmasından korkan kimselerin de bu emrin şümulüne
girdiklerini söylemiştir. Süfyân-ı Sevrî ile İmam Ahmed ve İshak hazretleri de bu
görüştedirler. Zahiriye mezhebi imamlarından İbn Hazm'e göre ise, bu emre uymadan
namaza duran kimsenin namazı bâtıldır.

Bazılarına göre ise, hafif olarak yemek namaza takdim edilebilirse de hafif olmayan
bir yemek takdim edilemez.

Hafız Münzirî, İmam Mâlik'in bu görüşte olduğunu söylemiştir. Mâli-kî mezhebinden

olan diğer ulemaya göre kesinlikle namaz yemeğe takdim edilir. Fakat namaza

durunca bir an önce yemeğe başlama arzusunun namazda aceleciliğe sebep

olacağından korkulursa yemek öne alınır. Yemeğe bir an önce başlamak için alelacele

kılman bir namazı iade etmek de müstehabtır.

Bu mevzuda merhum Ö.N. Bilmen şöyle diyor:

"Mubah bir yemek hazır olduğu halde namaza başlamak mekruhtur.

Meğer ki vaktin çıkmasından korkulsun. Bu yemeğe iştahı olsun veya olmasın,



1571

müsavidir."



11. Yemekten Önce Elleri Yıkamanın Hükmü
3760... Abdullah b. Abbâs'dan şöyle rivayet olunmuştur:

Bir gün Rasûlullah (s. a) heladan çıkmış. (Orada bulunan sahâbîler) kendisine yemek
getirmişler ve:

Ey Allah'ın Rasûlü, (yemekten önce abdest alman için) sana abdest suyu da getirelim
mi? demişler. (Hz. Peygamber de):

£581

"Ben ancak namaza kalktığım zaman abdest almakla emrolundum" buyurmuştur.
Açıklama

Fahri Kâinat Efendimiz; "Ben ancak namaza kalktığım zaman abdest aımakja
emrolundum" sözüyle, "Ey inananlar, namaza dur(mak iste)diğîniz zaman yüzlerinizi,

[591

dirseklere kadar ellerinizi yıkayın..." âyet-i kerimesine işaret etmiş ve namaza
kalkmanın dışında hiçbir iş için abdest almakla emrolunmadığmı ifade buyurmuştur.
Hz. Peygamber'in, namaz için abdest almakla emrolunduğunu söylemekle beraber
Kur'an-ı Kerim okumak, Kabe'yi tavaf etmek gibi abâest almayı gerektiren fiillerden
bahsetmemesi; o günlerde bu fiiller için abdest alınmasıyla, igili emirlerin henüz
gelmemiş olmasıyla açıklanabileceği gibi, Hz. Peygamber'in maksadı yemekten önce
abdest almak gerekmediğini açıklamak olduğu için bu fiillerin hepsini zikre lüzum
görmemiş olmasıyla da açıklanabilir.

Şurasını unutmamak gerekir ki abdest almak ayrı bir şeydir, el yıkamak ayrı bir şeydir.
Hz. Peygamber burada yemekten önce abdest almakla emrolunmadığmı açıklamıştır.
El yıkamakla emrolunmadığmı söylemek istememiştir. 3761 numaralı hadis-i şerifte
de açıklanacağı üzere, aslında yemekten önce el yıkamak onun sünnet-i
seniyyesîndendir. Orada hazır bulu-nanlar.Hz. Peygamber'in devamlı olarak abdestli
gezdiğini bildiklerinden onur abdestsiz yemek yemeyeceğini zannedip kendisine
abdest alması için abdest suyu getirmek istemişlerdir. Hz. Peygamber de onlara
yemekten önce ab dest almak icab etmediğini açıklamıştır.

Belki de onların Hz. Peygamber'e, "abdest suyu getirelim mi?" diye sormalarından
maksatları, yemekten önce elini yıkamasını kendilerine hatırlatmaktı. Fakat Hz.
Peygamber abdestten söz açılmışken, yemekten önet abdest almanın hükmünü

[601

açıklamayı uygun bulmuş ve bu açıklamayı yapmıştır.

1611

Yemekten Önce El Yıkamanın Hükmü

3761... Selman (r.a)'den şöyle rivayet olunmuştur; dedi ki:

Ben Tevrat'ta, "Yemeğin bereketi, yemekten önce elleri ve ağ; yıkamaktır" (sözünü)
okumuştum. Bunu Peygamber (s.a)'e anlattırr Bunun üzerine (Hz. Peyamber);
"Yemeğin bereketi yemekten önce elleri, yemekten sonra da elleri ve ağzı yıkamaktır"



buyurdu. Süfyân (es-Sevrî), yemekten öne elleri yıkamayı mekruh görürdü.

[621

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadis zayıftır.
Açıklama

Bu hadis-i şerif yemekten Önce ve sonra elleri yıkamanın sünnet olduğunu söyleyen
Hanelilerin delilidir. İmam Mâlik ile Süfyân-i Sevrî bir önceki hadis-i şerifin zahirine
sarılarak yemekten önce elleri yıkamanın mekruh olduğuna, İmam Şafiî de yemekten
önce elleri yıkamayı terketmenin müstehab olduğuna hükmetmiştir.
Aslında bir önceki hadis-i şerifte Hz. Peygamber'in yemekten önce gereksiz gördüğü
şey abdest almaktır, elleri yıkamak değildir. Bununla birlikte yemekten önce abdest

' MI

almakta da bir sakınca yoktur.

Avnü'l-Ma'bûd yazarının açıklamasına göre, Ahmed b. Hanbel de yemekten önce el
yıkamanın müstehab olmadığı görüşünde idi.

Oysa Aliyyü'l-Kârî'nin açıkladığı gibi Hz. Peygamber, "Yemekten önce elleri yıkamak
fakirliği, yemekten sonra yıkamak da cinneti önler" buyurmuştur. Bu bütün
peygamberlerin sünnetidir. Bununla birlikte Süfyân-ı Sevrî'nin bunu mekruh görmesi
şaşılacak bir şeydir. Her halde Süfyan-ı Sevr'i bu sözü, elini daha önce iyice yıkadığı
için temiz olduğunu kesinlikle bilen kimseler için söylemiştir. Maksadı da su israfını
[641

önlemektir.

Bu bakımdan Hanefî uleması yemekten önce ve sonra elleri yıkamanın sünnet
olduğunu söylemişlerdir.

Bu mevzuda Dürrü'l-Muhtâr isimli eserde, "Yemeğin sünneti yemekten önce Besmele
çekmek, yemekten sonra Elhamdüllillah demektir" diye kaydedilmiştir. Mülteka isimli
eserde de bunlara, yemekten önce ve sonra ellerin yıkanması da ilâve edilmektedir.
Avnü'l-Ma'bûd yazarının dediği gibi, her zaman kirlenmeye ve mikrop kapmaya
müsait olduğundan, yemekten önce ellerin yıkanması yemeğin vücuda yaraması
yönünden çok lüzumludur.

Yemek esnasında yağlanmaları ve yemeğin bulaşması kaçınılmaz olduğu için de
yemekten sonra ellerle birlikte ağzı yıkamakta da çok büyük faydalar vardır.
Binaenaleyh bu sünnete uyularak yenen yemekte bereket olur. Bu şekilde yenen
yemek nefsin sükunet bulmasına yardımcı olduğu gibi ibadete koşmasına da sebep ve
yardımcı olur. Ayrıca bu şekilde yenen bir yemeğin, yiyenlerin doymasına yetecek

[65]

kadar maddeten artması da söz konusudur.

12. Beklenmedik Bir Anda Üzerine Varılıveren Bir Yemeği Yemenin Hükmü

3762... Câbir b. Abdillah (r.a)'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a) (bir
gün) abdest bozmuş olarak bir dağ geçidinden (bize doğru) eldi. Bizim önümüzde
(bulunan) "tirs" yahut da "hacefe" (denilen bir kalkan) üzerinde hurma vardı.
Kendisini davet ettik. (Gelip) bizimle birlikte (hurmadan) yedi ve elini suyla
[661

yıkamadı.



Açıklama



Hattâbî' bu hadis-i şerif hakkında yaptığı açıklamada şöyle diyor: "Bu hadis-i şerif,
yemeğinin yenmesinden memnun olacağı yenmediği takdirde de üzüleceği bilinen bir
kimsenin, beklenmedik bir anda takdim ettiği yemeği yemekte sakınca olmadığına
delâlet etmektedir. Fakat yemek sahibinin davetinde samimi olmadığının anlaşılması

1671

halinde durum bunun aksinedir. Böylesi bir yemeği yemek mekruh olur."

13. Yemeği Kötülemenin Çirkinliği

3763... Ebû Hureyre (r.a)'den şöyle dediği rivayet olunmuştur:

Rasûlullah (s. a) hiçbir zaman bir yemeği kötülememiştir. (Önüne gelen bir) yemekten

£681

hoşlanırsa onu yerdi, hoşlanmazsa yemezdi.
Açıklama

Bu hadis-i şerifte Rasûl-i Zîşan Efendimiz'in, önüne gelen bir yemeği kötülemediği
ifade edilmektedir.

Hadis-i şerif sarihlerinin açıklamasına göre, Hz. Peygamber'in bu tutumu mubah
yemekler içindi. Fakat haram yemekler karşısındaki tutumu böyle değildi. Onları
yemenin kötülüğünü anlatır ve ümmetini onları yemekten menederdi. Bu bakımdan

[691

âlimler mubah bir yemeği kötülemenin mekruh olduğunu söylemişlerdir.
Alimlerden bazıları, Allah'ın yarattığı bir nimet olarak herhangi bir yemeği
kötülemenin caiz olmadığını; fakat bir yemeğin, insanların pişirmesi ya da
hazırlamasından doğan kusurunu söylemekte bir sakınca olmadığını söylemişlerdir.
Ancak Hafız İbn Hacer'in açıkladığı gibi, yemeğin pişirilmesi veya hazırlanması ile
ilgili olarak yemeğe yöneltilen bir tenkid eğer onu hazırlayanın kalbini kıracaksa o
zaman bu neviden olan tenkidler de caiz olmaz.

Bu mevzuda İmam Nevevî şöyle diyor: "İnsanın önüne gelen bir yemeği; bu tuzludur,
ekşidir, tuzu kıttır, iyi pişmemiştir gibi sözlerle tenkit etmekten kaçınması yemek
âdabmdandır." İbn Battal da: "Dinen yenmesi meşru kılman hiçbir yemekte ayıp ve
kusur yoktur. Binaenaleyh helâl bir yemeği tenkidden kaçınmak İslâm âdabmdandır"
demektedir.

Ancak insanın tabiatı bazı helâl yemekleri yemekten hoşlanmayabilir. Böyle bir
durumda o yemeği yememesi gayet tabiidir. Kişi hoşlanmadığı bir yemekle
karşılaşınca Hz. Peygamber'in yaptığı gibi hareket eder, yani tenkit yöneltmeden

£7Q1

yemeği yemekten kaçınabilir.

14. Yemeği Toplu Halde Yemek

3764... Vahşî b. Harb (b. Vahşî b. Harb)'in dedesinden rivayet olunmuştur: Peygamber
(s.a)'in sahâbîleri (Hz. Peygambere):



Ey Allah'ın Rasûlü, biz (yemek) yiyoruz, fakat doymuyoruz, demişler.
(Hz. Peygamber de onlara):

"Her halde siz (yemeği) ayrı ayrı (kaplarda) yiyorsunuzdur (değil mi)?" demiş. (Onlar
da):

Evet, cevabını vermişler. (Bunun üzerine Hz. Peygamber):

"Yemeği toplu halde yeyiniz ve üzerine Besmele çekiniz. (O zaman) Allah o yemekte
sizin için bereket halk eder (de karnınız doyar)" buyurmuş.

Ebû Dâvûd dedi ki: Bir düğün yemeğine gider de (önüne) akşam yemeği konacak

I2İI

olursa, ev sahibi izin verinceye kadar (o yemekten) yeme.
Açıklama

Bu hadis-i şerifi rivayet eden Vahşî (r.a), Uhut'daHz. Hamza (r.a)'yı şehid eden ve
sonra Mekke'nin fethinde müslüman olan meşhur Vahşî' dir.

Kendisi müslüman olduktan sonra küfür döneminde işlediği cinayetten duyduğu
vicdan azabını peygamberlik iddiasında bulunan Müseylemetü'l -Kezzâb'ı katlederek
hafifletti. Tâif heyetiyle birlikte Hz. Peygamber'in huzuruna geldiği zaman Hz.
Hamza'yı nasıl şehid ettiğini anlattı. Hz. Peyamber onu affetti. Fakat onu görmek
kendisine çok sevdiği amcasının acı hatırasını hatırlattığı için ona: "Bir daha bana
görünme" diye emretti.

Bu hadis-i şerifte, bir sofra üzerine konan bir kaptan topluca yemek yemekte bereket
olduğu bildirilmekte, bir ailenin ayrı ayrı kaplarda yemek yemeleri yerine bir kaptan
yemek yemeleri tavsiye edilmektedir. Nitekim Ebû Ya'lâ'nm Müsned'inde, İbn
Hibbân'm Sahih'inde, Beyhakî'nin de Sünen'inde Hz. Câbir'den rivayet edilen merfu
bir hadiste:

[72]

"Yemeklerin Allah'a en sevimli olanı üzerinde ellerin en çok olanıdır"
buyurmuştur.

Taberânî'nin İbn Ömer'den naklen rivayet ettiği mevkuf bir hadis-i şerifte de şöyle
buyurulmuştur:

"İki kişinin yemeği dört kişiye dört kişinin yemeği de sekiz kişiye yeter. Binaenaleyh

' \m

yemeği toplu halde yeyiniz, dağılmaymız." Cenab-ı Hak her-şeyi bir sebebe
bağladığı gibi yemeklerin maddî manevî bereketini de o yemeğe uzanan ellerin
çokluğuna bağlamıştır.

Bir yemeğe uzanan ellerin adedi nisbetinde Allah o yemeğe bereketini ve yiyenlere de
feyz ve rahmetini indirir. Ehl-i basiret inen bu rahmeti açıkça müşahede ettiği halde
gafiller gerçeği göremediklerinden bu hadisteki tavsiyeye uymazlar.
Binaenaleyh, "Hep bir arada toplu olarak da dağınık olarak da yemek yemenizde bir

sakınca yoktur." âyet-i kerimesinde de açıklandığı üzere ayrı ayrı kaplarda ve
sofralarda yemek yemek caiz olmakla beraber, bir sofra üzerinde ve bir kaptan topluca
yemek yemek menduptur. Musannif Ebû Dâvûd (r.a), hadis-i şerifin sonuna eklediği
açıklama ile bir düğün yemeğine giden insanın akşam yemeği vaktinde getirilen
yemek hususunda çok dikkatli olması gerektiğini ifade etmek istemiştir. Çünkü akşam
öğünü belli bir öğün olduğundan bu vakitte getirilen yemeğin düğün yemeği olmayıp



ev halkı için hazırlanması mutad olan her günkü yemeklerden olması mümkündür. Bu
bakımdan ev sahibi izin vermedikçe o yemeğe yanaşmamak gerekir. Çünkü bu

£251

yemeğe ortak olunduğu takdirde ev halkı aç kalabilir.
15. Yemeğe Başlarken Besmele Çekmek

3765... Ebu'z-Zübeyr'den rivayet olunduğuna göre, Câbir b. Abdullah (r.a) Peygamber
(s.a)'i şöyle derken işitmiştir:

"Bir adam evine girerken Besmele çekerek girerse ve yemek yerken de (Besmele
çekerek yerse), şeytan (arkadaşlarına): (Burada) sizin için gecelemek (imkânı da) yok,
akşam yemeği de yok, der. Eğer (adam evine) girerken Allah'ı anmadan girerse şeytan
(arkadaşlarına: Burada) gecelemek (imkânm)a kavuştunuz, der. Eğer yemeği yerken
de Allah'ın adını anmamışsa (şeytan arkadaşlarına: Burada) geceleme ve akşam

£761

yemeği (yeme imkânı)na kavuştunuz, der."
Açıklama

Bu hadis-i şerifte şeytanların Besmelesiz girilen eve girmeye muvaffak oldukları,
Besmeleyle girilen eve ise girmeye muvaffak olamadıkları, aynı şekilde Besmelesiz
yenen yemeğe onların da ortak oldukları, Besmeleyle yenen yemeğe ise asla ortak
olamadıkları ifade edilmektedir.

Her ne kadar burada sadece evlere Besmeleyle girmek ve yemeğe Besmeleyle
başlamaktan bahsedilmekle yetinilmişse de aslında Besmele çekmek sadece bu iki fiile
mahsus değildir. Bütün fiillerin başında Besmele çekmek sünnet-i müekkededir.
Yemeğin başında Besmele çekmenin vacib, sonunda Elhamdülillah demenin müstehab
olduğunu söyleyenler de vardır.

İhyâu Ulûmiddîn'de açıklandığı üzere, her lokmanın başında Besmele sonunda
Elhamdülillah demek daha iyi olur. Şöyle ki birinci lokmanın başında Bismillah
somunda Elhamdülillah der ikinci lokmanın başında Bismil-lahirrahman, sonunda
Elhamdülillâhi Rabbilâlemin, üçüncü lokmanın başında Bismillâhirrahımânirrahim,
sonunda Elhamdülillâhi Rabbil âlemin er-rahmânirrahîm denir. Lokmalar bu şekilde
üçer üçer hesab edilir. Eğer

lokmaların Besmelesiz yendiği yemeğin sonunda hatırlanacak olursa, "Bis-millahi alâ

im

evvelihi ye âhirini" demekle yetinilir.

Hanefî ulemasına göre, yemeğin başında Bismillah sonunda da Elhamdülillah demek
sünnettir. Eğer Besmele yemeğin başında unutulmuş da yemek bitmeden hatırlanmışsa
hatırlandığı anda "Bismillahi alâ evvelihi ve âhirini" der. Nitekim Peygamber
Efendimiz: "Kendisine yemek getirilince yemeğin başında Besmele çekip sonunda

[781 '

Elhamdülillah diyen bir mü'min-den Allah razı olur" buyurmuştur.
3766... Huzeyfe (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki:

Biz Rasûlullah (s. a) ile birlikte bir yemekte bulunmuştuk. Rasûlullah (s. a) ile birlikte
sofrada hazır bulunduğunuz halde içimizden hiçbir kimse ondan önce elini sofraya



uzatmadı. Derken bir bedevi sanki (arkasından yemeğe doğru) itilmiş gibi (hızla) gelip
el. ini daldırmak üzere yemeğe götürdü. Rasûlullah (s. a) da hemen onun elini tuttu.
Sonra bir cariye sanki (arkasından) itiliyormuş gibi (hızla) gelip yemeğe sokmak üzere
elini uzattı. Rasûlullah (s. a) onun elini de tuttu ve şöyle buyurdu:
"Gerçekten şeytan, üzerine Allah'ın ismi anılmayan (Besmele çekilmeyen) yemeği
yemeye imkân bulur. (O bu yemeği kendisine) helâl kılmak için önce kendisine âlet
edebileceği şu bedeviyi getirdi. Ben de onun elini tuttum, (şeytana imkân vermedim).
Sonra (bu yemeği kendisine) helâl kılmaya âlet etmek üzere bu cariyeyi getirdi. Ben
(onun da) elini tuttum. Varlığım elinde olan zâta yemin olsun ki, şeytanın eli bedevi ve

[791

cariyenin eli ile birlikte benim elimdedir."
Açıklama

Bu hadis-i şerif, yemeğe başlarken Besmele çekmenin sünnet olduğuna delâlet
etmektedir.

Merhum A. Davudoğlu bu hadisle ilgili olarak yaptığı açıklamada şöyle diyor:
"Şeytanın yemeği helâl saymasından murad bazılarına göre hakikaten helâl olacağına
itikad etmesidir. Bir takımları, bundan murad, yemeğin bereketini kaldırmaktır; böyle
bir yemeği diyen doymaz, demişlerdir. Nevevî de şunları söylemiştir: "Helâl sayar
cümlesinin manası, yemeğe imkân bulur, demektir. Yani bir insanın Besmelesiz
başladığı yemeği şeytan yer. Fakat Besmeleyle başlarsa veya sofradakilerden bazıları
Besmele çekerse o yemekten yiyemediği gibi henüz kimsenin yemediği yemekten de
yiyemez. 1"' Sonra kelâm ve fıkıh uleması ile muhaddislerin gelmiş geçmiş cumhuruna
göre, bu hadis ile şeytanın yemek yediğine dair varid olan diğer hadisler zahirî ma-
nalarına hamledilmiştir. Yani şeytan hakikaten yemek yer. Çünkü bunu akıl imkânsız
görmediği gibi şeriat da inkâr etmemiş, bilâkis ispat eylemiştir.

mm

Binaenaleyh kabulü ve itikad olunması vâcibtir."

3767... Aişe (r. anha)'dan rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s. a) şöyle
buyurmuştur:

"Biriniz ye(mek yemek iste)diği zaman (yemeğe başlarken) yüce Allah'ın ismini
ansın. Eğer (yemeğin) başında yüce Allah'ın ismini anmayı unutursa 'Bismillâhi

181]

evvelehü ve âhirehü: Başında da sonunda Allah'ın ismiyle başlarım' desin."

3768... Rasûlullah (s.a)'ın sahâbîlerinden Ümeyye b. Mahşî (r.a)'den şöyle rivayet
olunmuştur:

Rasûlullah (s. a) oturuyordu. Bir adam da (orada) yemek yiyordu. (Adam yemek

yerken) Besmele çekmedi. Yemekten sadece bir lokma kalmıştı. (Adam) o lokmayı

ağzına kaldırdığı sırada, 'Bismillâhi evvelehü ve âhirehu: Başına da sonuna da

Bismillah' dedi. Bunun üzerine Peygamber (s. a) gülmeye başladı. Sonra:

"Şeytan bu adamla beraber yemeye devam ediyordu. (Adam) Aziz ve Celîl olan

Allah'ın ismini anınca (şeytan yediği yemekten) karnında ne varsa (hepsini) kustul'

buyurdu.

Ebû Dâvûd dedi ki: (Bu hadisin râvilerinden olan) Câbir b. Subh, Süleyman b. Harb'in



1821

anne cihetinden dedesidir.



Açıklama

Bu hadis-i şerifler; bir kimsenin yemeğe başlarken Besmele çekmesi gerektiğini
belirtmektedir. Eğer yemeğe başlarken unutmuş da biraz sonra bunun farkına varmışsa
o anda, "Bismillâhi evvelehü ve âhirehü: (Bu yemeğin) başına da sonuna da bismillah"
demesi gerektiği, eğer başında Besmele çekmediği gibi ortasında veya sonunda da
Besmele çekmeyecek olursa o yemeği onunla birlikte şeytanın da yiyeceği ifade edil-
mektedir.

Haleften ve seleften hadis ulemasının cumhuruna göre; şeytanın da insanlar gibi iki eli
ve iki ayağı vardır. Onların da erkekleri ve dişileri vardır. İnsanlar gibi yer ve içerler.
Ancak şeytan yemeği sol eliyle yer. Binaenaleyh hadis-i şerifte söz konusu edilen,
şeytanın yemek yemesinden maksat hakiki manada yemek yemesidir. Yediği yemeği
kusmasından maksat da hakiki kusmasıdır.

Bazıları, "Şeytanın yemek yemesinden maksat yemeğin bereketini alması,
kusmasından maksatsa aldığı bereketi geri bırakmasıdır" demişlerse de, Şevkânî'nin
Neylü'l-Evtâr'da açıkladığı gibi, bu kelimeleri hakiki manasından çıkarıp mecazî
manaya hamletmeyi gerektiren hiçbir sebeb ve karine mevcut değildir.
Biz yemeğe başlarken Besmele çekmenin hükmünü 3765 numaralı hadisin şerhinde

[831

açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.

16. (Bir Yere) Dayanarak Yemek Yeme Konusundaki Hadisler

3769... Ali b. el-Akmer'den rivayet olunduğuna göre; Ebû Cuhayfe, Rasûlullah (s.a)'m

[841

şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Ben (yemeğimi) dayanarak yemem!"

3770... (Şuayb b. Muhammed b. Abdi İlah b. Amr'ın) babasın-. dan şöyle dediği
rivayet olunmuştur:

Rasûlullah (s.a)'m hiçbir zaman (bir yere) dayanarak (yemek) yediği görülmemiştir.

L85J

Arkasında iki adamın yürüdüğü de görülmemiştir.

3771... Mus'ab b. Süleym'den şöyle dediği rivayet olunmuştur; Ben Enes'i (şöyle)
derken işittim:

Peygamber (s. a) beni (bir yere) göndermişti. Döndüğüm zaman kendisini geriye

£861 '

yaslanmış halde hurma yerken buldum.
Açıklama

Hattabı nın açıklamasına göre; pek çok kimseler metinde geçen kelimesinin sağa ya da
sola yaslanmak anlamına

geldiğini zannetmişlerdir. Bu sebeple bazı kimseler hadîs-i şerifi bu yönden ele alarak,
sağa veya sola yaslanarak yemek yemenin yemek borusu üzerine yapacağı basınç



sebebiyle insanı doyurmayacağı ve bu şekilde yenen yemeğin mideye inmesinin
zorlaşacağı gibi birtakım tıbbî yorumlara girmişlerdir. Halbuki bu kelime bir tulum
veya kesenin ağzını bağlamaya yarayan bağ anlamına gelen kökünden gelmiştir. Bu
bakımdan metinde geçen kelimesi "bağlayarak" anlamına gelir. Burada bu kelimeyle
anlatılmak istenen, minder gibi kaba bir şey üzerine oturmak suretiyle midenin ka-
panmasına sebeb olma halidir.

Gerçekten bu şekilde kaba ve yumuşak bir şey üzerine oturan kimse midesinin ağzını
bağlamış ve yemeğe kapatmış olur. İşte Hz. Peygamber'in bu hadis-i şerifte ümmetini
sakındırmak istediği şey, yemeği bu şekilde oturarak yemektir. Sağa ya da sola
yaslanarak yemek yemek değildir.

İbnü'I-Kayyım el-Cevzî ise, Zâdü'l-Meâd isimli eserinde "ittikâ" kelimesinin:

1) Bağdaş kurarak oturmak,

2) Bir şeye dayanarak oturmak,

3) Sağa veya sola dayanarak oturmak manalarına geldiğini; bu oturuşlardan üçüncüsü
mideye zararlı olduğu için, diğer ikisi de zalimlerin oturuşu olduğu için bu oturuşların
üçünün de yasaklanmış olduğunu söylemiştir.

Bezlü'l-Mechûd yazarına göre; "Hanefî ulemasından İbn Abidin, yemek yerken bir
yere yaslanarak ya da bir yere dayanarak oturmanın hiçbir sakıncası olmadığı
görüşündedir. Fetâvâ-yı Hindiyye'de de böyle denilmektedir."

Ancak yemek yerken bir şeye dayanmakta bir sakınca olmaması bu dayanmada bir

£871

büyüklenme hissinin bulunmamasına bağlıdır.

3771 numaralı hadiste geçen kelimesine gelince, bu kelime arkaya yaslanmak
manasına gelir. Bu bakımdan musannif Ebû Dâvûd bu hadisi bu babta zikretmeyi
[881

uygun görmüştür.

17. Yemeği Tabağın Ortasından Yemekle İlgili Hadisler

3772... İbn Abbas (r.a)'dan rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a):
"Biriniz yemek yerken tabağın ortasından yemesin, fakat kenarından yesin. Çünkü

[891

bereket tabağın ortasına iner" buyurmuştur.
3773... Abdullah b. Büsr dedi ki:

Peygamber (s.a)'in "el-Garrâ" isimli bir yemek kabı vardı ki onu (ancak) dört kişi
taşıyabilirdi. (Müslümanlar) kurban bayramı gününe girip de kurban bayramı
namazını kıldıkları vakit, bu kab içine tirit konmuş olduğu halde getirildi. (Halk)
hemen onun etrafında toplandı. (Yemeğin etrafında toplanan halk) çoğalınca
Rasûlullah (s. a) da diz çöküp oturdu. Bunun üzerine (orada bulunan) bir bedevi (Hz.
Peygambere):

Bu şekilde oturuş(un manası) nedir? diye sordu. (Hz. Peygamber de):

"Şüphesiz ki Allah beni mütevazi bir kul olarak yetiştirdi. Zalim ve inatçı (bir insan)

olarak yetiştirmedi." cevabını verdi. Sonra;

"(Haydi, yemeğin) kenarlarından yeyiniz. Bereketin üzerine indiği tepesin(den yemey)

mm

i bırakınız" buyurdu.



Açıklama



el-Garrâ kelimesi, aslında beyaz anlamına gelir. Hz. Peygamber'in bu isimle anılan ve
dört kişi tarafından taşınabilen bu kabının beyaz renkli, kazan büyüklüğünde hacimli
bir tencere olduğu anlaşılıyor.

3773 numaralı hadis-i şerifte geçen kelimesini cimin kesri ile okumak gerekir. Çünkü
bu kelime masdar-ı nevidir ve dolayısıyla "bir oturuş çeşidi" anlamına gelir ki, diz
çökerek oturmak kastedilmektedir.

Avnü'l-Ma'bûd yazarı bu hadis-i şerifler hakkındaki açıklamasında şöyle diyor: "Bu
hadis yemeği ortasından değil de kenarından yemenin meşruluğuna delâlet etmektedir.
Râfıî ve başkalarının açıklamasına göre, yemeği tabağın ortasından ve başkalarının
Önüne gelen yerden yemek mekruhtur. Fakat meyvelerde başkasının önünden alıp
yemekte bir sakınca yoktur. Esnevî ise bu görüşe itiraz ederek, yemeği tabağın
ortasından veya başkalarının önünden yemenin mekruh değil haram olduğunu
söylemiştir. Bu mevzuda İmam Gazali şunları da ilâve ediyor: Aynı şekilde bir
ekmeğin kenarını bırakıp da ortasından yemek de meşru değildir. Fakat ekmek
küçükse onu ortasından kırıp yemek caizdir. Yemeği ortasından yemeyerek
kenarından yemenin hikmeti ise bereketin yemeğin ortasına inmesidir. Bereket oraya
indiği için yemeğin ortasından alınmaz, bu sayede bereket sofranın ortasından her
tarafına dağılır."

Hattâbî'nin açıklamasına göre, yemeği ortasından yemenin yasaklanmasmdaki hikmet
üzerine bir başka görüş daha vardır. Bu ikinci görüşe göre bu yasak yalnız başına
yemek yiyenler için geçerli değildir. Toplu halde yemek yiyenler için geçerlidir.
Genellikle yemeğin en güzel yeri orta kısmıdır. Toplu halde yemek yiyenlerden birisi
kabın ortasından yemeye başlayacak olursa yemeğin en iyisini almış ve kendisini
yemek arkadaşlarına tercih etmiş durumuna düşer. Bu tutumunsa âdabı muaşeret
kaidelerine aykırı olduğunda şüphe yoktur.

İşte bu, âdaba aykırı olduğu için yemeği ortasından yemek yasaklanmıştır. Fakat
yalnız başına yemek yiyen kimse için böyle bir âdaba riayet sözkonusu olmadığından

bu yasak yalnız başına yemek yiyenler için geçerli değildir.

18. Üzerinde Yenmesi Haram Olan Bir Takım Yiyecek Veya İçecek Bulunan Bir
Sofraya Oturmak

3774... Saliru'in babası (Abdullah b. Ömer)'in şöyle dediği rivayet olunmuştur:
Rasûlullah (s. a) (ümmetine) iki yemeği yasaklamıştır:

1- Üzerinde şarap içilen bir sofrada otur(arak yemek ye)meyi,

2- Kişinin karnı üzerine (yüzü koyun) yatarak (yemek) yemesini. Ebû Dâvûd dedi ki:
Bu hadisi Cafer b. Burkan, ZührVden işitmemiştir. Dolayısıyla bu hadis münkerdir.
[92]



3775... Harun b. Zeyd b. Ebi'z-Zerkâ'mn, babasından naklettiği rivayete göre; Cafer

[93]

(b. Bürkân), bu hadisi ez-Zührî'den aldığını söylemiştir.



Açıklama



Bu hadis-i şerifler, üzerinde yenmesi ve içilmesi helâl olmayan yiyecek ve içecekler
bulunan bir sofraya oturarak veya yüzükoyun yatarak yemek yemenin caiz olmadığını
ifade etmektedir.

Ancak Musannif Ebû Davud'un da belirttiği gibi, ravi Cafer b. Bürkân, her ne kadar bu
hadisi Zührî'den duyduğunu ifade etmişse de, aslında Cafer bu sözünde yanılmıştır.
Çünkü Cafer'in bu hadisi Zührî'den aldığı sabit değildir. Aslında Cafer güvenilir bir
ravidir fakat bu hadisi Zührî'den rivayet ettiğini söylerken yanılmıştır. Nitekim Ahmed
b. Hanbel (r.a) ile Yahya b. Mâin de onun bu rivayetinde yanıldığım söylemişlerdir.

[94]

Bütün bu gerçekler gösteriyor ki, Cafer bu hadisi aslında Zührî'den de başka bir

[95]

raviden almıştır. Fakat onu Zührî'den aldığını zannetmiştir.
19. Yemeği Sağ Elle Yemek

3776... Abdullah b. Ömer (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a):
"Biriniz (yemek) yediği zaman sağıyla yesin, (bir şey) içtiği zaman da (yine) sağıyla

[961

içsin. Çünkü şeytan soluyla yer ve soluyla içer" buyurmuştur.
Açıklama

Bu hadis-i şerif yemeği sağ elle yemenin vacib olduğunu söyleyenlerin delilidir.

Çünkü hadisin zahiri burada emrin vücûb ifade ettiğine delâlet etmektedir.

Nitekim Müslim'in rivayet ettiği şu hadis-i şerîf de bu görüşü te'yid etmektedir:

"Bir adam Rasûlullah (s.a)'m yanında sol eliyle yemek yemeye başlayınca (Hz.

Peygamber) ona:

"Sağ elinle ye!" buyurdu. Adam:

Beceremiyorum, deyince Efendimiz:

"Beceremiyesin! İşte bu adamı (benim emrime uymaktan) ancak kibri menetti"

197]

buyurdu. O adam bir daha elini ağzına kaldıramadı."

İmam Gazali, sağ elle yemenin yemek yeme âdabından olduğunu söylemiştir. Yemeği
sol elle yemenin sakıncası, yemeği sol elle yiyen şeytana benzemektir. İnsanın,
Allah'ın rahmetinden kovulmuş olan şeytana benzemesini Önlemek için sol elle
yemek yasaklanmıştır.

Hadis-i şerif aynı zamanda şeytanın hakiki manada eli olduğunu ve yemeği sol eliyle
yediğini de ifade etmektedir. Nitekim bu mevzuya 3766 numaralı hadisin şerhinde de
temas etmiştik.

Hanefi ulemasından Aynî'nin açıklamasına göre, şeytanların hepsi değil de ancak bir
kısmı yerler ve içerler. Bazıları şeytanların hepsinin yeyip içtiğini söylemişlerse de bu
doğru değildir.

Bezlü'l-Mcchûd yazarının da ifade ettiği gibi, bu mevzuda çözülmesi gereken bir



müşkil vardır; o da Hz. Peygamber'in yaş hurmayı sağ eliyle, karpuzu ise sol eliyle
yediğine dair Tirmizî'nin Şemâil'de rivayet ettiği hadistir. Tirmizî'nin bu hadisi
mevzumuzu teşkil eden hadise aykırıdır.

Ancak aadis âlimleri, Şemâil'deki hadisin senedi zayıf olduğundan mevzumuzu tekşil

198]

eden hadisi ona tercih etmişlerdir.
Bazı Hükümler

1. Sağ elle yiyip içmek müstehab, sol elle yeyip içmek -bir özrü bulunmadıkça-
mekruhtur.

2. Şeytan fiillerine benzeyen işlerden kaçınmak gerekir.

[991

3. Şeytanın iki eli vardır, onlar da insanlar gibi yerler ve içerler.

3777... Ömer b. Ebî Seleme'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a):

Liffl

"Ey oğulcuğum; yaklaş, Besmele çek, sağ elinle ve önünden ye" buyurmuştur.
Açıklama

İmam Nevevî'nin dediği gibi, bu hadis-i şerifte yemek yemenm uç sünnetine birden
temas edilmektedir:

1) Yemeğe başlarken Besmele çekmek,

2) Sağ elle yemek,

3) Önünden yemek. Çünkü başkasının önünden yemek, terbiyesizlik ve
mürüvvetsizliğe delâlet eder. Ayrıca çorba ve tirit gibi sulu yemeklerde önünden
yemek alman kişiyi nefret ettirir. Yenilen şeyin hurma gibi, aynı cinsten olan
yiyeceklerden olması halinde insanın başkalarının önünden yemesinde bir sakınca
olmadığını söyleyenler varsa da, doğrusu mevzumuzu teşkil eden bu hadisteki nehyin
bütün yemek çeşitlerine şâmil olmasıdır. Çünkü bir nehy-deki umumun tahsis
edildiğine hükmedebilmek için onu tahsis eden bir delile dayanmak icab eder. Burada

ımı

ise böyle bir delil yoktur.
Bazı Hükümler

1. Sağ elle yiyip içmek müstehab, sol elle yiyip içmek mekruhtur. Meğer ki özür
buluna.

2. İyiliği emir, kötülükten nehy müslümanlarm bütün hallerde hatta yemeklerde bile
vazifesidir.

£102]

3. Anne ve babaların çocuklarına yemek yeme âdabını öğretmeleri gerekir.
20. Et Yeme Hakkındaki (Hadisler)

3778... Aişe (r.anhâ)'dan rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s.a):



"Eti bıçakla kesmeyiniz. Çünkü bu ecnebilerin işidir. Onu siz dişlerinizle kopararak
yeyiniz. Çünkü böylesi daha lezzetli ve hazmı daha kolaydır" buyurmuştur.

Lİ03J

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadis sahih değildir.
Açıklama

İbnü'l-Cevzî bu hadisi Mevzuat isimli eserinde uydurma hadisler arasında zikretmiştir.
Ahmed b. Hanbel; bu hadisin sahih olmadığını, bu hadisi Ebû Ma'şer el-Medinî'den
başka rivayet eden bir ravi daha bulunmadığını söylemiş ve kendisinin, Ümeyye ed-
Dâmrî'den Rasûlullah (s.a)'m boğazlanmış bir koyunun omuz kısmından bıçakla kesti-

£1041

ğine dair bir hadis rivayet ettiğini ifade ettikten sonra şöyle demiştir: "Eğer Ebû
Ma'şer'in rivayet ettiği hadisin sahih olduğu kabul edilirse o hadisin pişmiş et
hakkında söylenmiş olması gerekir. Hz. Peygamber'in bir koyunun omuz kısmından
bir bıçakla.kesip aldığım ifade eden Ümeyye hadisinin de pişmemiş etler hakkında

£1051

söylenmiş olması ihtimali vardır."

3779... Safvân b. Ümeyye'den, şöyle dediği rivayet olunmuştur:

Peygamber (s. a) ile birlikte (et) yiyiyordum. Eti kemikten elimle (sıyırıp) alıyordum.
Bunun üzerine;

"Kemiği ağzına yaklaştır, (etini dişlerinle) kopararak ye. Çünkü böylesi daha tatlı ve
daha yarayışlıdır" buyurdu.

Ebû Dâvûd dedi ki: (Bu hadisin ravilerinden) Osman (b. Ebî Süleyman) Safvân 'dan

[1061

(hadis) işitmemiştir; (binaenaleyh) bu hadis mürseldir.

3780... Abdullah b. Me'sûd (r.a)'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a)'m en

£1071

sevdiği kemik koyun kemiğiydi.
Açıklama

Metinde geçen kelimesi hakkında lügat âlimleri şöyle diyorlar: Ibnü'1-Esîr, en-Nihâye
isimli eserinde der ki: "el-Urk kelimesi, etinin çoğu sıymlmış da birazı kalmış etli
kemik anlamına gelir. Bu kelimenin çoğulu "urâk" gelir. Ancak bir kelimenin
çoğulunun bu kalıpta gelmesi çok nâdirdir."

Kamus mütercimi Asim Efendi de bu kelime hakkında şöyle diyor: "Eti üzerinde olan
kemiğe urk, eti soyulup yenen kemiğe de "el-urâk" denir. Ala-kavlin ikisi de

£108]

zikrolunan iki manaya ıtlak olunur.

Bu hadisin bab başlığıyla ilgisi Hz. Peygamber'in etli kemikleri çok sevdiğine ve bu
kemikleri dişleriyle sıyırıp yediğine delâlet etmesidir.

Çünkü Hz. Peygamber'in bu kemikleri sevmesi demek, onlardaki etleri dişleriyle
sıyırıp yemesini severdi demektir. Bu cümlenin bu etleri bıçakla yemesini severdi
anlamına geldiği söylenemez. Çünkü kemiklerin etleri sıyrılınca kemiklerden söz



etmeye lüzum kalmaz. Kemikten sıyrılan etlere "kemik" denmez, "et" denir.
Hz, Peygamber'in kemikleri yarı etli atmayıp da onları dişleriyle sıyırmasında nimete
karşı olan ihtiyacının ve nimete karşı saygısının ifadesi vardır. Zamanımızda nimet
israfının yol açtığı maddî zararlar düşünüldüğü zaman Hz. Peygamber'in, Allah'ın
verdiği nimetlere karşı gösterdiği bu saygılı ve mütevazi tutumundaki hikmet daha
[1091 ' ^

kolay anlaşılır.

3781... (Abdullah b. Mes'ûd) dedi ki:

(Hayvanın) kol kısımları Peygamber (s.a)'in hoşuna giderdi. Yahudilerin kendisini bir

hm

ön butla zehirlediklerine inanırdı.
Açıklama

Bilindiği gibi Hz. Peygamber Hayber'i fethedip dinlenmekte bulunduğu bir sırada
Sellâm b. Mişkem'in karısı ve Hâris'in kızı Zeyneb tarafından sunulan zehirli bir kol

[HU

kemiği ile zehirlenmek istenmişti.

21. Kabak Yemek

3782... İshak b. Abdillah b. Ebî Talha'dan (rivayet olunduğuna göre; Enes b. Mâlik'i
şöyle derken işitmiştir: Bir terzi Rasûlullah (s.a)'ı hazırlamış olduğu bir yemeğe
çağırmıştı. Bu yemeğe Rasûlullah (s. a) ile birlikte ben de gittim. Rasûlullah (s. a) bir
arpa ekmeğiyle içinde kabak ve pastırma bulunan bir çorbayı benim önüme
yaklaştırdı. Ben (yemek esnasında) Rasûlullah (s.a)'m, (yemek içerisinde bulunan) ka-
bakları araştırmakta olduğunu gördüm. O günden itibaren kabağa olan sevgim devam

DJL21

etmektedir.
Bazı Hükümler

1. Davete icabet gerekir.

£113]

2. Peygamberimiz kabağı çok severdi.

22. Tirit Yemek

3783... İbn Abbas'dan şöyle dediği rivayet olunmuştur: Rasûlullah (s.a)'m ekmekten
(yapılan) yemekler içerisinde en sevdiği tirit idi. Tirit; hurma ve keş, yağ, un karışımı

£114]

yemeklerdendir. Ebû Dâvûd der ki: Bu hadis zayıftır.
Açıklama



Avnü'l-Ma'bûd yazarının açıklamasına göre; metinde geçen "ekmekten yapılan



yemekler içerisindeki tirit" sözüyle kastedilen yemek, çekirdeği çıkarılan hurmanın
yağ ve un gibi maddelerle karıştırılıp yoğurulması neticesinde meydana gelen bir
hamurdur.

İbn Esîr, Nihâye'de; tiritin hurma, keş, yağ ve undan meydana gelen bir yemek
olduğunu söylemiştir. Aslında tirit, ekmeğin küçük parçalar halinde doğranıp çorba
suyuyla ıslatılması neticesinde meydana gelen yemektir.

Hadis-i şerifte Hz. Peygamber'in hamur aşları içerisinde en çok sevdiği yemeğin tirit
olduğu ifade edilmektedir. Ancak Musannif Ebû Davud'un da ifade ettiği gibi bu hadis

ÜJL51

zayıftır. Çünkü senedinde kimliği bilinmeyen Bas-ralı bir adam vardır.

23. Bazı Yiyeceklerin Temiz Olup Olmadığı) Hususunda Şüpheye Düşmenin
Doğru Olmadığı

3784... (Kabîsa b. Hülb'ün) babasından rivayet olunmuştur; dedi ki:
Rasûlullah (s.a)'ı, "Yemeklerin bazılarım (yemek)ten (kalbimde) bir endişe
hissediyorum" diyen bir adama (şöyle) cevap verirken işittim: "Gönlünde hiçbir
endişe doğmasın. (Eğer helâlliği şer'î delillerle sabit olan bir yemeğin yenip
yenmeyeceği hususunda gönlünde doğan bir şüphe üzerine o yemeği yemeyi

£1161

terkedecek olursan) bu konuda hiristiyanlara benzemiş olursun."
Açıklama

Metinde geçen cümlesi mahzûf bir şart cümlesinin cevabı olabileceği gibi,
kendisinden önceki "şey'ün" kelimesinin sıfatı da olabilir. Biz tercümemizde birinci
ihtimali nazar-ı itibara aldık.

İkinci ihtimale göre cümle, "Bazı yemekleri yemekten dolayı hiristiyanlığa
benzeyeceğine dair içinde bir korku belirmesin" anlamına gelir ki, netice itibariyle her
iki mana da meşruluğu kesin delillerle sabit olan bir yemek hakkında kalbde doğan
şüphelere itibar edilmemesi noktasında toplanmaktadır. Çünkü kesin deliller

imi

karşısında şüphenin bir kıymeti yoktur. Nitekim "Şekk ile yakın zail olmaz."
kaidesi vardır.

Ancak bu meseleyi şüpheli şeylerden kaçınma meselesiyle karıştırmamak lâzımdır.

£1181

Çünkü bu iki mesele asıl itibariyle birbirlerinden tamamen farklıdırlar.

24. Pislik Yiyen Hayvanların Etlerini Yemek Ve Sütlerini İçmek Yasaklanmıştır
3785... İbn Ömer (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki:

Rasûlullah (s. a), pislik yemeyi alışkanlık haline getirmiş olan hayvanin etini) yemeyi

£1191

ve sütlerini (içmeyi) yasakladı.

3786... İbn Abbas (r.a)'dan rivayet olunduğuna göre;

Peygamber (s. a), pislik yemeyi alışkanlık haline getirmiş olan hayvanın sütünü



im

(içmeyi) yasaklamıştır.



3787... İbn Ömer (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a) pislik yemeyi
alışkanlık haline getirmiş olan develere binmeyi ve sütlerinden içmeyi yasaklamıştır.

[İH]
Açıklama

Bu mevzuda Hattâbî şöyle diyor:

"Celiâle, pislik yiyen deve demektir. Böyle bir alışkanlığı olan devenin etini yemek ya
da sütünü içmek tenzihen mekruhtur.

Çünkü bu gibi hayvanlarm'yemiş oldukları pisliklerin kokuları bu hayvanların etlerine
siner.

Ancak bu durum yedikleri yemlerin ekserisini pislik teşkil eden hayvanlar için söz
konusudur.

Gıdalarının ekserisini temiz yemlerin teşkil ettiği hayvanların etleri ya da sütleri bu
hükme dahil değildir. Böyle ekseriyetle temiz yemlerle beslenen veya temiz otlarda
yayılan hayvanların ara sıra pislik yemeleri onları celiâle sınıfına sokmaz. Bahçelerde
otlarken ara sıra pislik yiyen tavuk, kaz, ördek, koyun, keçi vs. hayvanlar gibi, bunlar
da cellâleden sayılmazlar.

Celiâle sınıfına giren hayvanların etlerinin ve sütlerinin yenilip yenilemeyeceği
konusunda âlimler ihtilâf etmişlerdir.

İmam Ebû Hanife (r.a) ile taraftarlarına, İmam Şafiî ve Ahmed b. Han-bel'in
görüşlerine göre; bu gibi hayvanlar hapsedilip günlerce temiz gıda ile beslenmedikçe
etleri yenilemez ve sütleri içilemez. Ancak günlerce hapsedilip temiz yemlerle
besledikten sonra üzerlerine sinen pisliklerden temizlenmeleri neticesinde etlerini
yemede ve sütlerini içmede bir sakınca kalmaz. Nitekim bir hadis-i şerifte; "Sığır kırk
gün yemle beslendikten sonra eti yenebilir" buyurulmuştur. Abdullah b, Ömer, pislik
yemeye alışmış bir tavuğun etinin yenebilmesi için üç gün hapsedilip temiz yemlerle
beslenmesi gerektiğini söylerdi.

İshak b. Râhûyeh ise, cellâlenin etinin yıkandıktan sonra yenebileceğini söylerdi.
Hasan-İ Basrî ise cellâlenin etini yemekte hiçbir sakınca görmezdi. İmam Mâlik de bu
görüşte idi."

İbn Reslân, Şerhü's-Sünen isimli eserinde şöyle diyor:

"Aslında celiâle sayılan hayvanların etlerinin ve sütlerinin temiz sayıla-bilmesi için
kesilmelerinden önce ne kadar hapsedilmeleri gerektiğine dair belirli bir süre yoktur.
Bazıları deve ve sığır cinsinden olan cellâlelerin kırk gün, tavuk cinsinden olan
cellâlelerin de üç gün hapsedilmeleri gerektiğini söylemişlerdir."
Bu mevzuda merhum Ömer Nasuhi Bilmen şöyle diyor:

"Temiz olmayan şeyleri yemiş olan tavuk, koyun, sığır, deve gibi hayvanların etleri bir
müddet hapis edilmeksizin hemen kesildikleri takdirde mekruhtur. Çünkü bu halde
etleri fena bir kokudan hali olmaz. Hapis müddeti tavuklar için üç, sığırlar ile develer
için de on gündür.

Hayvanların terleri ile salyaları hüküm itibariyle artıkları gibi olduğundan, pislik
yemekten çekinmeyen koyun, keçi, deve gibi temiz hayvanların artıklarını kullanmak



mekruh olduğu gibi; böylesi hayvanların üzerine binmek de mekruhtur. İmam Azam'a

£1221

göre atlar ile eşek ve katırların terleri de temizdir."
25. At Eti Yemenin Hükmü

3788... Câbir b. Abdillah'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s. a), Hayber

£123]

günü bize (ehlî) eşek etini (yemeyi) yasakladı, at etini yememize izin verdi.

3789... Câbir b. Abdillah'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Biz Hayber (savaşı) günü
bir takım atları, katırları ve (ehlî) eşekleri kesmiştik. Rasûlullah (s. a), bize katırlarla

£1241

eşekleri(n etlerini yemeyi) yasakladı, (fakat) atlan(n etini yemeyi) yasaklamadı.
3790... Halid b. Velîd'den rivayet olunduğuna göre;

Rasûlullah (s. a), atların, katırların ve eşeklerin etlerim yemeyi yasaklamıştır.

(Bu hadisi rivayet edenlerden) Hayve, (rivayetine şu sözleri de) ilâve etti: "Köpek dişi

olan yırtıcı hayvanların tümünü(n etlerini) de (yasakladı)."

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu (hadisin ifade ettiği hüküm imam) Mâlik'in görüşüdür.
(Aslında) at etîeri(nin yenmesinde bir sakınca yoktur; ve amel bu hadis üzerinde
değildir. (Çünkü) bu (hadis) neshedil-miştir ve Peygamber (s.a)'in sahâbîlerinden bir
cemaat at etlerini yemiştir, îbn Zübeyr, Fedâle b. Ubeyd, Enes b. Mâlik, Esma binti
Ebi Bekr, Süveyd b. Gafele ve Alkame bunlardandır. Rasûlullah (s. a) zamanında

£125]

Kureyşliler atları keserlerdi.
Açıklama

Bu konuda Hattâbî şöyle diyor:

"Hz Peygamber'in at etini helâl kıldığını ifade eden (3788 nolu) Câbir b. Abdillah
hadisi hasen bir sened ile rivayet olunmuştur. At etinin haram kılmdığnı ifade eden
(3790 numaralı) Halid b. Velid hadisi ise, çeşitli yönlerden tenkide müsaid olan zayıf
bir senetle rivayet olunmuştur. Ayrıca bu hadisin senedinde bulunan Salih b. Yahya b.
el-Mikdâm b. Ma'dî kerb, onun babası Yahya b. el-Mikdâm ve dedesi el-Mikdâm b.
Ma'dîkerb gibi râvilerin birbirinden hadis işittikleri kesin olarak tesbit edilmiş değildir.
Bu bakımdan ulema at etini yemenin helâl olup olmadığı konusunda ihtilâfa
düşmüşlerdir. İbn Abbas (r.a)'m at etini yemenin mekruh olduğunu söylediği rivayet
edilmiştir. İmam Ebû Hanîfe ile ashabı ve İmam Malik de bu görüştedir.
el-Hakem ise, "Binmeniz ve süs için alları, katırları ve merkepleri (yarattı) ve daha

£1261

sizin bilmediğiniz nice şeyler yaratmaktadır." âyeti kerimesini delil getirerek at
eti yemenin Kur'an-ı Kerim' de haram kılınmış olduğunu söylemiştir.
Bazıları ise at eti yemenin helâl olduğunu söylemişlerdir ki, Şüreyh, Hasan-ı Basrî,
Atâ b. Ebi Rebâh, Saîd b. Cübeyr, Hammâd b. Ebî Süleyman bunlardandır. İmam Şafiî
ile İmam Ahmed ve İshak hazretleri de bu görüştedirler.

Bazılarının iddia ettiği gibi Nahl sûresinin 8. âyetinin at etini haram kılması



meselesine gelince; aslında bu âyette at etinin haram olduğuna delâlet eden bir ifade
yoktur. Bu âyette atların binilmek ve süs için yaratıldıklarından bahsedilmesi, onların
etlerinden yararlanmanın caiz olmadığı anlamına gelmez. Onların binilmek ve süs için
yaratıldıklarından bahsedilmesi onların en çok binmeye ve süs olarak kullanmaya
yaramalanndandır. Onların daha ziyade bu maksatlarla kullanılmaları ise etlerinin
yenmesine engel değildir.

£1271

Nitekim, "Leş, kan, domuz eti... size haram kılındı." âyeti kerimesinde domuzun
sadece etinin haram kılındığından bahsedilmiş, diğer taraflarının haram olduğundan
bahsedilmemiştir. Nasıl ki, domuzun sadece etinin haramlığmdan bahsedilip de diğer
taraflarının haramlığmdan bahsedilmemesi onun diğer taraflarının helâl olduğu
anlamına gelmezse, atların da binilmek ve süs olarak kullanılmak için yaratılmış
olmalarından bahsedilmesi onların etlerini yemenin, üzerlerinde yük taşımanın haram
olması anlamına gelmez. Nitekim şu âyet-i kerimeler atın üzerinde yük taşımak gibi
daha birçok faydaları olduğuna delâlet etmektedir:

1. "Onlarda sizin için isinma(nızı sağlayan şeyler) ve daha birçok yararlar

£1281

vardır."

[1291

2. "O hayvanların üzerinde ve gemiler üzerinde taşınırsınız."

3. "Ağırlıklarınızı öyle uzak yerlere taşırlar kî (onlar olmasa) siz (canlarınızın) yarısı

LİM

tükenmeden oraya varamazdınız."

Nasıl ki Nahl sûresinin 8. ayetinin atlar üzerinde yük taşımanın helâl olduğundan
bahsetmemesi, atlar üzerinde yük taşımanın haram olmasını gerektirmemişse, yine
aynı âyette atların etinin helâl olduğundan bahsedilmemesi de at etinin haram olmasını
gerektirmez.

el-Hasen'den gelen bir rivayette İmam Ebû Hanîfe'nin at etini yemenin haram
olduğunu söylediği ifade ediliyorsa ;da, Zâhirü'r-Rivâye'de imamın, at eti yemenin
mekruh olduğunu söylediği belirtilmiştir. Bu mevzuda gelen hadisler oldukça farklı
olduğundan Ebû Hanife at eti yemenin haram olduğunu söylememiştir. İmam Ebû
Hanîfe'nin bu mevzudaki delili yukarıda me-, alini sunduğumuz Nahl sûresinin 8.
âyetidir. Sünnetten delili de bu babda gelen Hz. Peygamber'in at etini yasakladığını
ifade eden hadis-i şeriftir.

Bu mevzuda merhum Ö. Nasuhi Bilmen şöyle diyor:

"Beygirler cihada yarayan kıymetli hayvanlardır. Bu cihetle bunların etlerini yemek
İmam A'zam'a göre tahrimen veya tenzihen mekruhtur. İmameyn'e göre de tenzihen
mekruhtur.

Ehlî merkeplerin ve anaları merkep olan katırların etleri haramdır veya tahrimen
mekruhtur. Vahşi merkeplerin ve anaları sığır olan katırların etleri ise haram değildir.
Hayvanlar analarına tabidirler.

İmam Mâlik'den bir rivayete göre, ehlî merkeplerin etleri mekruh; bir rivayete göre de
haramdır. Meşhur olan kavle göre, beygirlerin etleri de haramdır. İmam Şafiî ile İmam

£131]

Ahmed'e göre beygirlerin etleri mekruh değildir."

Hanefi mezhebine göre, "Azı dişleriyle kapıp avlayan, parçalayan ve kendisini



£1321

müdafaa eden hayvanların etleri haramdır, yenilmez."

Bezlü'l-Mechûd yazarının da dediği gibi, bazı sahâbîlerin at eti yediklerinden
bahsedilen hadisler, onların zaruret halleriyle ilgili olması gerektir. Esasen Hz. Hâlid,
Hayber savaşından sonra müslüman olduğuna göre, at etinin haram olduğunu bildiren
3790 numaralı hadisin, helâl olduğunu bildiren 3789 numaralı hadisi neshetmiş olması
gerekir. At eti yemenin helâl olduğunu kabul edenler de at etini yemeyi yasaklayan
hadislerin neshedildi-ğini söylerler.

Musannif Ebû Davud'un, hadisin sonunda yaptığı açıklamadan kendisinin de bu
görüşte olduğu anlaşılmaktadır. Fakat Hz. Halid'in Hayber'den sonra müslümanlığı
kabul ettiği düşünülürse, at etini yasaklayan hadislerin mubah olduğunu ifade eden

[133]

hadisleri neshettiği anlaşılır.
26. Tavşan Eti Yemek

3791... Enes b. Mâlik'den rivayet olunduğuna göre; dedi ki: Ben ergenlik çağma
yaklaşmış becerikli bir çocuktum. (Bir gün) bir tavşan avlayıp onu kızarttım. Ebû
Talha, (bu tavşanın) arka tarafını benimle Peygamber (s.a)'e gönderdi. Ben onu

£1341

Peyamber (s.a)'e getirdim, (Hz. Peygamber de) onu kabul etti.

3792... Muhammed b. Halid dedi ki: Ben babam Halid b. el-Huveyris'i (şöyle) derken
işittim:

Abdullah b Amr, Sıfah (denilen yer) de bulunuyordu. -Muhammed (b. Halid, Sıfah

denilen bu yerin) Mekke'de (bulunan) bir yer olduğunu söyler.- Bir adam bir tavşan

avlamıştı. (Bu adam Abdullah b. Amr' a):

Ey Abdullah b. Amr, (sen tavşan hakkında) ne dersin? dedi.

(Abdullah da şöyle) cevap verdi:

(Bir gün) Rasûlullah (s.a)'a bir tavşan getirilmişti. Ben de (orada) oturuyordum. (Hz.
Peygamber) onu yemedi, (fakat) yenmesini de yasaklamadı ve onun (o anda) hayız

[135]

görmekte olduğunu söyledi.
Açıklama

Alimlerin büyük çoğunluğu tavşan eti yemenin caiz olduğuna hükmetmişlerdir. Ancak
sahâbîlerden Abdullah b. Amr b. As (r.a) ile tâbiûndan İkrime, fıkıh âlimlerinden
Muhammed b. Ebî Leylâ, tavşan etinin yenmesini kerih görmüşlerdir. Şârih Aynî,
"Hanefîlerden bazı mekruh addedenler varsa da sahih olan görüş ammenin içtihadıdır

£1361

ve tavşan etinin mubah olduğuna delâlet eden birçok hadisler vardır" diyor.
Tavşan etinin mekruh olduğunu söyleyenler 3792 numaralı hadise da-yanmışlarsa da
Avnü'l-Ma'bûd yazarının da belirttiği bu hadis zayıftır. Sahih olduğu kabul edilse bile

£1371

bu hadiste tavşan etinin kerahetine delâlet eden bir ifade yoktur.



27. Keler (Etini) Yemek



3793... İbn Abbas'dan rivayet olunduğuna göre; dedi ki: (İbn Abbas'm) teyzesi,
Rasûlullah (s.a)'a yağ, birkaç keler ve kurumuş peynir hediye etmiş. (Hz. Peygamber
de) yağ ile peyniri yemiş, (fakat) tiksindiğinden dolayı kelerleri bırakmış. (İbn Abbas'a
göre), eğer (keler eti yemek) haram olsaydı Rasûlullah (s.a)'ın sofrasında (keler)
£1381

yenmezdi.

3794... Hâlid b. Velid'den rivayet olunduğuna göre: Kendisi (bir gün) Rasûlullah (s. a)
ile birlikte Meymûne'nin evine girmiş. (O sırada Rasûlullah (s.a)'a kızartılmış bir keler
getirilmiş. Rasûlullah (s. a) da (alıp yemek üzere) ona elini uzatmış. Bunun üzerine (o
sırada) Meymûne'nin evinde bulunan bazı kadınlar; "Peygamber (s.a)'e yemek istediği
şeyin ne olduğunu haber yerin" demişler. Orada bulunanlar da: "Bu kelerdir" demişler.
Rasûlullah (s. a) da hemen elini çekmiş.

(Halid b. Velid sözlerine devamla şöyle) dedi: Ben (kendisine): Ey Allah'ın Rasûlü, bu
(kelerin etini yemek) haram mıdır? diye sordum./

"Hayır (haram değildir), fakat o benim kavmimin toprağında bulunmaz ve ben ondan
tiksinti hissediyorum" buyurdu.

Bunun üzerine ben kızarmış keleri (önüme) çektim ve Rasûlullah (s.a)'m gözünün
£1391

önünde yedim.

3795... Sabit b. Vedîa'dan şöyle dediği rivayet olunmuştur: Rasûlullah (s. a) ile beraber
bir askeri birlik içerisinde bulunuyordum. Derken birkaç keler yakaladık. Ben
onlardan birini kızartıp Rasûlullah (s.a)'a getirdim ve önüne koydum. (Hz. Peygamber)
bir çöp alıp onunla (kelerin) parmaklarını saymaya başladı; sonra:
"İsrail oğullarından bir topluluk yerde yürüyen hayvanlar şekline çevrilmiştir. Ancak
ben (onların çevrildiği) bu hayvanın hangi hayvan olduğunu bilmiyorum" buyurdu ve

£1401

(bu keleri) yemedi, (yenmesini de) yasaklamadı.

3796... Abdurrahman b. Şibl'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s. a) keler etini

yemeyi yasaklamıştır.

Açıklama

ed-Dabbü: Sürüngenlerden, dört ayaklı ve kuyruğunda boğumlar bulunan,
kertenkeleye benzer fakat ondan biraz daha büyük olan bir hayvandır.
Avnü'l-Ma'bûd yazarının açıklamasına göre, bu hayvan asla su içmez, yedi yüz sene
yaşar, kırk günde bir damla idrar akıtır. Dişlerinin tümü tek bir bütün halinde
olduğundan dişleri dökülmez;

BezIü'I-Machûd yazarının DümeyrîninHayâtü'İ-Hayevân isimli eserinden naklettiğine
göre, bu hayvanın dişisinin de erkeğinin de cinsel organları çift olur. Bazen erkek
kelerler, yavruları yumurtadan çıktığı zaman yumurtaları bozduklarını zannederek
onları yerler.



Görüldüğü gibi bu babda gelen hadislerden 3793 numaralı hadis-i şerifte Hz.
Peygamber'in keler yemediği fakat sofrasında keler yendiği halde neh-yetmediği ve
sükutla karşıladığı; 3794 numaralı hadiste Hz. Peygamber'in keler etinin haram
olmadığını söylediği, fakat şer'îbir sakıncadan dolayı değil de kendi tabiatından gelen
bir tiksintiden dolayı onu yemediği ifade ediliyor.

3795 numaralı hadis-i şerifte ise Hz. Peygamber'in keler yemeyişinin bir başka sebebi
daha açıklanıyor ki, o da İsrailoğullarmdan hayvan suretine çevrildiği bilinen
kimselerin keler suretine çevrilmiş olması ve dünya yüzünde yaşayan kelerlerin o
insanların neslinden gelmiş olması ihtimalidir. Gerçekten keler cinsinin o insanların
neslinden geldikleri kesin olarak bilinecek olursa bu hayvanların asılları insan olması
cihetİyle etlerinin haram olması gerekir.

3796 numaralı hadis-i şerifte ise Hz. Peygamber'in keler etinin yenmesini kesinlikle
yasakladığı ifade ediliyor.

Bu babda gelen hadisler farklı olduklarından ulema bu meselede ihtilâfa
düşmüşlerdir.

Bu mevzuda Şafiî ulemasından İmam Nevevî şöyle diyor:

"Müslümanlar keler eti yemenin mekruh olmadığında İcma etmişlerdir. Ancak Ebû
Hanîfe ile ashabının keler etinin mekruh olduğunu söyledikleri rivayet edilmiştir.
Kâdî de ulemadan bir kısmının onun haram olduğunu söylediklerini rivayet etmiştir.
Fakat ben sözü geçen ulemanın bu görüşte olacaklarına ihtimal vermiyorum. Eğer
onlar bu mevzuda böyle diyorlarsa, ilgili nasslara ve aktedilen icmâa ters düşüyorlar
demektir."

Her ne kadar İmam Nevevî böyle diyorsa da Hafız İbn Hacer, Nevevî'-nin bu sözlerine
itiraz ederek; "Hz. Ali'nin keler etinin mubah olduğunu söylediği Münzirî tarafından
rivayet edilmekte iken, keler etinin mekruh olmadığına dair bir icmâ olduğundan
bahsedilemez" diyor.

Nitekim Ebû Cafer et-Tahavî de, Şerhu Meâni'l-Asâr isimli eserinde şöyle diyor:
"Ulemadan bir topluluk, keler eti yemenin mekruh olduğuna hükmetmişlerdir. Ebû
Hanîfe ile Ebû Yusuf ve Muhammed b. el-Hasen de bu görüştedirler. Ebû Dâvûd da
bu mevzuda Abdurrahman b. Şibî yoluyla bir hadis rivayet etmiştir.
Hafız İbn Hacer de ravilerinİn hepsinin güvenilir kimseler olması dolayısıyla bu
hadisin hasen olduğunu söylemiş ve hadisin senedini tenkid eden Hattâbî ile İbn
Hazm'ı, Beyhakî'yi ve İbn Cevzî'yi tenkid etmiştir.
İbn Hacer, bu mevzuda gelen hadislerin arasını şöyle te'lif etmiştir:'
"Hz. Peygamber, önceleri yeryüzünde mevcut olan kelerlerin İsrâilo-ğullarmdan
hayvan suretine çevrilen kişilerin neslinden türemiş olabileceklerinden korkuyordu.
Çünkü o kimselerin hangi hayvanın suretine çevrildiklerini bilmediği gibi, onların üç
günden fazla yaşamadıklarını da bilmiyordu. İşte bu sıralarda keler yemeyi
yasaklamıştı. Hatta pişirilen keler etlerini yere döktürmüştü. Sonra bunun aslını iyi
öğrenmek için beklemeye başladı. Bu sırada da keler yiyenlere ses çıkarmıyordu.
Sonra İsrâiloğullarmdan suretleri değişen kişilerin üç günden fazla yaşamadıklarını
öğrenince, kendisi tiksindiği için onu yemedi, ama başkasına onu haram kılmadı ve
yemelerine izin verdi. Bu durum keler yemenin helâl olduğuna, yani tiksinenler için
bunu yemenin tenzihen mekruh, tiksinmeyenler için de helâl olduğuna delâlet
£142]

eder."

Hanefi ulemasından Ebü Cafer et-Tahavî'nin bu ifadesinden kendisinin de Hafız İbn



Hacer'in bu görüşünü paylaştığı anlaşılmaktadır.
Bezlü'I-Mechûd yazan ise bu mevzuda şöyle diyor:

"Bence Hafız İbn Hacer'in hadislerin arasım telif sadedinde söylemiş olduğu bu
sözler, hakikatten son derece uzak sözlerdir. Doğrusu şu ki, Rasûlullah önceleri keler
etinin yenmesini mubah kılmıştı fakat kendisi tiksindiği için onu yiyemiyordu.
Sonra onun suretleri değişen İsrailoğullarımn neslinden gelmiş olabileceği ihtimali
üzerinde durarak kendisi yemedi fakat başkalarının yemesine de engel olmadı. Çünkü
eşyada asıl olan mübahlıktır. Fakat daha sonra onun haram olduğunu anladığı için onu
yasakladı. Bunun üzerine keler eti haram oldu. Bilindiği gibi bir meselede haram ile
helâl hükümleri karşılaştığı zaman haram hükmü galib gelir."

Hanefi ulemasından Burhaneddin el-Merginânî el-Hidâye isimli eserinde Hanefîlerin

[143]

göüşünü açıklarken, keler yemenin mekrub olduğunu söylemektedir.
Bu hadisleri açıklarken merhum Ahmed Davudoğlu, suret değiştiren İs-râiloğulları
hakkında şu görüşlere yer veriyor: "DümeyrîHayâtü'l-Hayevan adlı eserinde şunları
söylüyor: Ulema, şekil değiştiren insanların yaşayıp yaşamadığında ihtilâf etmişlerdir.
Bir kavle göre yaşarlar. Zeccâc ile Kadı Ebû Bekir İbn Arabi bu kavli tercih
etmişlerdir. Cumhur ulemaya göre böyle bir şey yoktur. İbn Abbas; şekli değişmiş
insan üç günden fazla asla yaşayama-mış ve yeyip içmiştir, demiştir ki bu söz merfu

Lİ441 ^

hadis hükmündedir."

3793 numaralı hadis-i şerifte Hz. Peygamber'e keler hediye ettiğinden bahsedilen İbn
Abbas'm teyzesinin, Ümmü Hafîd binti el-Hâris b. Harb el-Hilâliyye olması ihtimali

£1451

kuvvetlidir. Çünkü kocası çöl araplarmdandı, kendisi de çölde yaşardı.

28. Toy Kuşunun Etini Yemek

3797... (Büreyh b. Ömer b. Sefîne'nin) dedesinden şöyle dediği rivayet olunmuştur:

£1461

Ben Rasûlullah (s.a) ile beraber toy kuşu eti yedim.
Açıklama

Toy: Kül renginde, tavuktan büyük kazdan küçük, uzunca boyunlu, süratli uçan bir
kuştur.

Ulema bu hadis-i şerife dayanarak toy etinin helâl olduğunu söylemişlerdir. [Bk.

£1471

Abdurrahman efendi tercüme-i hayatü'l-hayvan 1/299]

29. Yerde Yaşayan Küçük Hayvanları Yemek

3798... (Milkâm b. Telibb'in) babasından rivayet olunmuştur; dedi ki:
Ben Peygamber (s.a) ile (uzun süre) birlikte bulundum. (Ondan) küçük canlıların

[1481

haram olduğuna dair (hiçbir söz) duymadım.



3799... (İsa b. Nümeyle'nin) babasından rivayet olunmuştur; dedi ki:

Bir gün ben İbn Ömer'in yanında iken, kendisine kirpi (eti) yeme(nin hükmü) soruldu

da (bu soruya cevap olmak üzere);

"De ki: Bana vahyolunanda (bu haram dediklerinizi) yiyen kimse için haram edilmiş

[1491

bir şey bulamıyorum.." (mealindeki) âyeti okudu. (Orada İbn Ömer'in) yanında
(bulunan) yaşlı bir zat şöyle dedi:
(Ama) ben Ebû Hureyre'yi:

Peygamber (s.a)'in yanında kirpiden söz edildi de (Hz. Peygamber): "O pis
hayvanlardan biridir" buyurdu, derken işittim.

Bunun üzerine İbn Ömer; "Eğer Rasûlullah (s. a) bunu söylemişse o (kirpi) onun dediği

Lİ501

gibidir; demek ben bilmiyormuşum" dedi.
Açıklama

Haşere: Tarla faresi, keler, kirpi gibi yerde yaşayan, küçük hayvanlardır.

Hattâbî'nin dediği gibi; 3798 numaralı hadis, haşereleri yemenin helâl olduğuna

delâlet etmez. Çünkü Telibb'in Hz. Peygamber'den haşerelerin haram olduğuna dair

bir söz duymamış olması başkasının da duymamış olmasını gerektirmez.

Bir başka ifadeyle, haşerelerin haram olduğunu Hz. Peygamber'den Telib duymamış

olabilir ama bunu başkaları duymuştur. Nitekim 3799 numaralı hadis-i şerifte ifade

edildiği üzere, Ebû Hureyre Hz. Peygamber'i haşereden olan kirpinin pis olduğunu

söylerken işittiğini haber vermiştir. Pis olan hayvanları ise İslâmiyet haram kılmıştır.

Ü5U

Bu bakımdan 3799 numaralı hadis-i şerif, kirpinin haram olduğunu söyleyen
İmam Ebû Hanîfe ile İmam Mâlikin delilidir. Şâfiîlere göre ise kirpi eti helâldir.
İlim adamları, eşyada asi olanın helâl mı yoksa haram mı olduğunda ihtilâfa
düşmüşlerdir. Bazılarına göre eşyada ası! olan helâldir, bazılarına göre de haramdır.
Bazılarına göre de, "Eşyada asıl olanın helâl ya da haram olduğunu söylemek doğru
değildir. Çünkü eşyanın bir kısmı helâl, bir kısmı da haramdır. Ancak biz hangisinin
haram hangisinin helâl olduğunu bilemeyiz. Ancak delille bilebiliriz."
Ulema helâlin sınırlarını tesbit konusunda ihtilâfa düşmüşlerdir. İmam Mâlik ile İmam
Şafiî'ye göre, haram olduğuna dair bir delil bulunmayan her şey helâldir. İmam Ebû
Hanîfe'ye göre ise, helâl olduğuna dair delil bulunan herşey helâldir. Hakkında haram
veya helâl olduğuna dair şer'î bir açıklama bulunmayan şeyler ise İmam Malik ile
Şafiî'ye göre affedilmişlerdir ve dolayısıyle helâl kılınmışlardır. Delilleri yukarıda
mealini sunduğumuz En'-âm sûresinin 145. âyet-i kerimesidir. İmam Ebû Hanîfe'ye

£1521

göre hakkında nass bulunmayan şeylerin hepsi helâl değildir.

Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre, haram sadece Kur'an-ı Kerim'de
açıklanan haramlardan ibaret değildir. Bunlara yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerim'in dışında
Rasûlüne bildirdiği yani vahiy mahsulü olan hadislerde açıklanan haramları da ilâve
etmek icab eder. "Bana vahy olundu..." âyet-i kerimesinde kastedilen de budur.
Bu mevzuda İbn Nüceym şöyle diyor:

"İmam Şafiî'ye göre eşyada asi olan mübahlıktır. Binaenaleyh bir şeyin haram
olduğuna dair şer'î bir delil bulunmadıkça o şeyin helâl olduğuna hükmedilir. İmam



Şafiî'nin açıklamasına göre, İmam Ebû Hanîfe'ye göre eşyada asi olan haramlıktır.
Binaenaleyh bir şeyin helâl olduğuna dair şer'î bir delil bulunmadıkça o şeyin haram

£1531

olduğuna hükmedilir."

el-Bedâyiu'l-Muhtâr isimli eserde de şöyle deniyor: "Şeriî hükümler gelmeden önce
insanların fiilleri hakkında bir hüküm verilemez, verilse de geçersizdir ve bâtıldır. Her
ne kadar Allah'ın insanların fiilleriyle ilgili hükmü ezelî ise de Allah peygamberlerini
göndermedikçe bu hükmünü insanların fiillerine taalluk ettirmemiş. Çünkü insanlar
kendilerine bir peygamber gönderilmedikçe fiillerinden sorumlu sayamadıklarından,
Allah'ın bu ezelî hükmünün insanların fiillerine taalluk etmesinde bir mana yoktur."
îbn.Nüceym, Menâr üzerine yazmış olduğu şerhte de şöyle diyor: "Hanefılerden
bazılarına göre de eşyada asi olan mübahlıktır. Ebu'l-Hasen el-Kerhî bunlardandır.
Hadis ehlinden bir kısmına göre ise eşyada asi olan ha-ramlıktır. Bizim mezhebimize
göre eşyada asi olan, hakkında şer'î bir hüküm gelinceye kadar beklemek, yani haram

£1541

veya helâl olduğuna dair kesin bir hüküm vermemektir."

Hanefî fakihlerinden el-Merginânî de el-Hidâye isimli eserinde talâk bölümünün "el-

£155]

hidad" babında, eşyada asi olanın mübahlık olduğunu söylemiştir.
Şevkânî bu mevzudaki görüşleri özetlerken şöyle diyor:

"Hulasa, bir delil olmadıkça eşya hakkında hüküm verilemez. Binaenaleyh bir şeyin
helâl olduğuna dair şer'î bir delil bulunmadıkça onun haram olduğuna hükmedilir.
Cumhur ulemanın görüşü budur.

Şâfıîlerden bir cemaate ve bazı fıkıh âlimlerine göre ise, eşyada asıl olan ibâhedir.
Muhammed b. Abdillah b. Abdilhakem de bu görüştedir. Müte-ahhirîn ulemasından

£1561

bazıları cumhur ulemanın da bu görüşte olduğunu söylemişlerdir."
Hanefî mezhebine giren hayvanlar üç kısma ayrılır:

1- Kanı olmayan haşereler: Çekirge, arı, sinek, örümcek, akrep gibi böceklerdir.
Çekirgenin dışında bunların hepsi haramdır. Çünkü bu böceklerin hepsi de pistir.
İnsan tabiatı onlardan tiksinir. Ancak bunlardan çekirge, "Bize iki ölü helâl

£157]

kılındı" hadisiyle bu hükmün dışında bırakılmıştır.

2- Akan kanı olmayan hayvanlar: Yılan, zehirli keler, fare, kene, kirpi, keler, tarla
faresi gibi haşerelerdir. Bunların haramlığmda ihtilâf yoktur. Ancak keler hakkında
ihtilâf vardır. Nitekim 3793-3796 numaralı hadislerin şerhinde açıklandı.

3- Akan kanı olan hayvanlar. Bunlar da ikiye ayrılırlar:

a) Yırtıcı olmayan ehlî hayvanlar: Katır, eşek, at, deve, sığır ve koyun gibi. Bunlardan
katır ile eşek etinin haram olduğu ulemanın tamamına yakın bir kısmı tarafından kabul
edilmekle beraber, sadece Beşîr el-Medisi bunların etini yemekte bir sakınca
olmadığım söylemiştir. At eti ise Ebû Hanîfe ile Ebû Yusuf a göre mekruh, İmam
Muhammed ile İmam Şafiî'ye göre helâldir. Bu konuyu 3788-3790 numaralı hadislerin
şerhinde açıklamıştık.

b) Yırtıcı olmayan vahşi hayvanlar: Geyik, ceylan, yaban öküzü, yaban eşeği, yaban
devesi gibi hayvanlardır ki bunların etinin helâl olduğunda bütün müslümanlar ittifak
etmişlerdir.

Bu üçüncü gruba giren hayvanların bir de yırtıcı olanları ile kuş cinsinden olanları



vardır. Yırtıcı hayvanlar da ehli ve vahşi olmak üzere ikiye ayrılırlar:

1- Ehli hayvanlardan olanlar: Köpek, kedi gibi yırtıcı olanlardır.

2- Vahşi olanlar: Kurt, aslan, kaplan, sırtlan, pars, yaban kedisi, sincap, samur, ayı, fil,
maymun gibi, avlarını köpek dişleriyle parçalayan ve kendilerini savunan
hayvanlardır. Tilki ile sırtlanın dışında bu hayvanların tümünün etlerinin haram
olduğunda ittifak vardır.

Tilki ile sırtlan ise İmam Şafiî'ye göre helâldir.

Kuşlara gelince; bunlardan avını pençesi ile yakalayan doğan, atmaca, şahin, çaylak,
karga, gibileri haramdır. Tırnaklı olduğu halde bunlarla hayvanları avlamayan ise
helaldir; güvercin gibi.

Tavuk, kaz, ördek, hindi gibi kuş cinsinden olan kümes hayvanlarının etlerinin helâl

olduğunda ise ittifak vardır.

Bu mevzuda Ömer Nasuhi Bilmen şöyle diyor:

"Tabiatında vahşet ise denâet olmayan ve tab'an iğrenç görülmeyen hayvanların etleri
-şeraiti dairesinde- helâldir, yiyilebilir. Tavuk, kaz, ördek, zu-rafa, deve kuşu,
bağırtlan kuşu, güvercin, bıldırcın, koyun, keçi, deve, sığırcık kuşlarını yemekte beis
görülmemiştir.

Yarasanın yiyilip yiyilmediğinde haram veya mekruh olup olmamasında ihtilâf vardır.
Hüdhüdü yemek mekruh görülmüştür. Saksağan, kumru, bülbül, keklik kuşlarının
etleri esasen helâldir. Ancak bunların etlerini yiyenlere bir âfet isabet edeceğine dair
insanlar arasında bir kanaat mevcut olduğundan bunları yemek müstahsen
görülmemiştir.

Şâfıîlerce kırlangıç, tavus, hüdhüd, papağan kuşlarının etleri haramdır. Martı ve

Lİ581

balıkçıl kuşları ise helâldir."

30. (Kitap Ve Sünnette) Haram Olduğuna Dair Bir Açıklama Bulunmayan
Şeylerin Hükmü

3800... Ibn Abbas'dan şöyle dediği rivayet olunmuştur: Cahiliyye (dönemi) halkı bazı
şeyleri yerlerdi, bazı şeyleri de tiksindiklerinden dolayı yemezlerdi. Derken yüce
Allah, Peygamberini (s. a) gönderdi ve Kitab'ım indirdi. Helâlini ve haramını açıkladı.
Artık onun haram kıldığı haramdır, helâl kıldığı da helâldir. Hakkında açıklama
yapmadığı ise affedilmiştir. Sonra, "De ki: Bana vahyolunanda (bu haram

£1591

dediklerinizi) yiyen kimse için haram edilmiş bir şey bulamıyorum" âyetini

£1601

sonuna kadar okudu.
Açıklama

Bu hadis-i şerif, eşyada asi olan şeyin ibâhe olduğunu söyleyenlerin delilidir. Bu
neticeye göre her hangi bir şey veya menfaati yasaklayan sahih nass bulunmaz veya
bulunur da delâleti kat'î olmazsa o şey hakkında haram hükmü de sözkonusu olmaz.
Şu âyet-i kerimelerden de bu gerçeği Öğreniyoruz: "Yerde olanların hepsini sizin için

E1611

yaratan odur." "Göklerde olanları, yerde olanları hepsini sizin buyruğunuz altına



£162]

vermiş."

Bazı Hükümler

1. Eşyada asi olan mübahlıktır.

2. Hakkmda haram ya da helâl olduğuna dair sahih nass bulunmayan şeyler
affedilmiştir. Allah, haklarında sükût ettiği bu eş-yaym hükümlerini unuttuğu için
değil, insanlara merhametten dolayı açıklamamış ve onlardan sorumlu tutmamıştır.
[163]

31. Sırtlan Eti Yemek

3801... Câbir b. Abdullah(r.a)'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a)'a
sırtlan (etin)i sordum.

"O bir av (hayvam)dır ve onu avlayan ihramlıya (keffaret olarak) bir koç (kurban etme

£1641

cezası) konmuştur" buyurdu.
Açıklama

Bu hadis-i şerif, sırtlan etini yemenin helâl olduğunu söyleyen Şâfıîlerin delilidir.
Hattâbî, bu hadisle ilgili açıklamasında şöyle diyor:

"Hz. Peygamber'in, sırtlanı av hayvanlarından sayması ve ihramlı iken bir sırtlan
öldüren kimsenin keffaret olarak bir koç kurban etmesi gerektiğini bildirmesi, sırtlanın
da zebra ve geyik gibi eti yenen hayvanlardan olduğuna delâlet eder. Çünkü,
"Yeryüzünde yürüyen hayvanlardan beş çeşit hayvan vardır ki, ihramda iken onları
öldürmek helâldir. Yılan, akrep, çaylak, fare, ısırıcı köpek" mealindeki (1846-1848)
numaralı hadisler, Haremde veya ihramlı iken eti yenmeyen bir hayvanı öldürmenin
cezası olmadığını ifade etmektedir.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte ihramlı iken sırtlanı öldüren bir kimseye bir
oç kurban etmek gerektiği ifade edildiğine göre sırtlanın eti yenen hayvanlardan
olması icabeder.

Metinde geçen, "o av hayvanlarmdandır" mealindeki cümle, yırtıcı ve vahşi
hayvanlardan olup da, av hayvanı olmayan ve "İhramda olduğunuz sürece size kara
065]

avı yasaklandı" âyetinin kapsamına girmeyen hayvanların bulunduğuna delâlet
etmektedir. Sırtlan etinin helâl olup olmaması meselesinde fıkıh âlimleri ihtilâfa
düşmüştür. Sa'd b. Ebî Vakkâs (r.a)'a göre sırtlan etini yemek helaldir.İbn Abbas ile
Ata, İmam Şafii, Ahmed b. Hanbel, İshak b. Rahuyeh ve Ebu Sevr hazretleri de bu
görüştedirler. Süfyan-ı Servi ile İmam Ebu Hanife ve taraftarlarıyla İmam malik ise
sırtlan eti yemenin mekruh olduğunu söylemişlerdir. Bu görüş Said b. Müseyyeb'den
de rivayet olunmuştur. Delilleri ise bu hayvanın yırtıcı hayvanlardan olmasıdır.
Çünkü 3802 numaralı hadis-i şerifte açıklandığı üzere Rasûlullah (s. a.), köpek dişi

' £1661

olan yırtıcı hayvanların etini yasaklamıştır.



Bazı Hükümler



1. Sırtlan etini yemek helaldir.

2. Vahşi ve yırtıcı hayvanlardan av hayvanı olanlar bulunduğu gibi, av hayvanı
olmayanlar da vardır.

3. Yırtıcı bir havyanı öldüren kimseye bu hareketinden dolayı bir ceza gerekmez.

4. Av hayvanlarının öldüren kimseye verilen ceza hayvanın cinsine göre belirlenir,
hayvanın özel durumuna göre belirlenmez.Bir başka ifadeyle her hayvan cinsi için
ödenecek ceza bellidir.Binaenaleyh hayvan hangi cinsten ise mensup olduğu cins için
dince belirlenmiş olan ceza, öldüren öldüren kimse üzerine terettüb eder.Hayvanın
vücutça iri veya ufak olması bunu değiştirmez.

5. Haremde bir sırtlan öldürmenin cezası bir koç kurban etmektir.

6. Mevzumuzu teşkil eden Cabir hadisi, 3802 numaralı hadisin hükmünü tahsis

£1671

etmiştir. Şafiiler bu görüştedir.

32. Yırtıcı Hayvanlar(ın Etlerini Yemek) Yasaklanmıştır
3802... Ebu Sa'labe el- Huşeni 'denrivayet olduğuna göre;

Rasulullah (s. a.) köpek dişi olan yırtıcı hayvanlar(m etlerini) yemeyi yasaklamıştır.
[1681

3803... İbn Abbas'dan rivayet olunmuştur;

Rasulullah (s. a.), yırtıcı hayvanlardan köpek dişli olanları(n etini yemeyi) ve

£1691

kuşlardanda pençeli olanları(n etini yemeyi) yasaklamıştır.

3804... Mikdam b. Ma'dekeirb'den rivayet olduğuna göre; Rasulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:

"Dikkatli olunuz! Yırtıcı hayvanlardan köpek dişli olanları(n etini yemek) helal
değildir. Ehli eşek (eti ile) anlaşmalı ecnebilerin kendilerine ihtiyaç duyulan buluntu
malları da helal değildir.

Herhangi bir adam bir kavme ,misafir olur da (o kavim) onu ağırlamazsa bu misafir

im

için yarın ahirete olanlardan bu misafirlik hakkının alma hakkı vardır.

3805... İbn Abbas'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a), Hayber (savaşı)
günü yırtıcı hayvanlardan köpek dişli olan her hayvanın, kuşlardan da pençeli olan her

imi

kuşun (etinin) yenmesini yasakladı.

3806... Halid b. Velid (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a) ile birlikte
Hayber savaşma katılmıştım. (Orada) yahudiler gelip, (müslüman) halkın (yahudilerin
koyunlarını yağma etmek üzere yahudilerin) ağıllarına koşuştuklarını (Hz.
Peygamber'e) şikâyet ettiler. Rasûlullah (s.a) da (müslümanlara hitaben):



"Dikkatli olun! Anlaşmalı olarak müslüman topraklarında yaşayan gayri müslimlerin
malları(nı) haksız yere (ellerinden almak) helâl olmaz. Ehli eşek (eti) size haram
olduğu gibi at ve katır da haramdır. Yırtıcı hayvanlardan her köpek dişli (hayvan) ile

tmı

kuşlardan her pençeli (kuş) da (haramdır)" buyurdu.

3807... Câbir b. Abdullah' dan rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a) kedi parasını
yasaklamıştır. (Muhammed) İbn Abdilmelik (ise bu cümleyi): "Kedi (etini) ve (kedi)

£173]

parasını yemeyi yasakladı" (şeklinde) rivayet etti.
Açıklama

Bu babda geçen hadis-i şeriflerde şu mevzular ele alınmaktadır:

1- Köpek dişli olan yırtıcı hayvanların etlerini yemek yasaklanmıştır.

2- Pençeli kuşların etlerini yemek yasaklanmıştır.

3- Anlaşmalı olarak müslüman topraklarına giren ya da orada yaşayan gayri
müslimlerin mallarını haksızlıkla ele geçirmek yasaklanmıştır.

4- Bir topluma misafir olan kimseyi ağırlamak o toplumun görevi, ağırlanmak da o
kişinin hakkıdır. O toplum bu görevini yerine getirmediği takdirde, misafir onlardan
hak talep edebilir.

5- Ehli eşek, at ve katır eti yemek yasaklanmıştır.

6- Kedi eti yemek yasaklanmıştır.

7- Kedi satıp parasını yemek caiz değildir.

Birinci maddede sözü geçen köpek dişli yırtıcı hayvanlardan maksat, köpek dişleriyle
saldıran aslan, kurt ve köpek gibi hayvanlardır.

Bezlü'l-Mechûd yazarının dediği gibi, metinde geçen "yırtıcı" kelimesiyle deve bu
sınıfın dışında bırakılmıştır. Çünkü her ne kadar.deve köpek dişli ise de yırtıcı
değildir.

Avnü'l-Ma'bûd yazan şunları kaydediyor:

"Nihâye müellifi İbnü'l-Esîr'e göre; köpek dişli yırtıcı hayvanlardan maksat, avını
yakalayıp zorla parçalayıp yiyen aslan, kaplan, kurt gibi hayvanlardır. Kamus yazarına
göre ise, parçalayıcı hayvanlardır. Haram olan bu yırtıcı hayvanların cinsi mevzuunda
fıkıh imamları ihtilâfa düşmüşlerdir.

fmam Ebû Hanîfe'ye göre; sırtlan, fil, tarla faresi ve kedi gibi et yiyen her hayvan bu
sınıfa girer ve etlerini yemek haram olur.

İmam Şafiî'ye göre ise, aslan, kaplan ve kurt gibi insanlara saldıran hayvanlardır.
Sırtlan ve tilki gibi insanlara saldırmayan yırtıcı hayvanlar ise bu sınıfa
girmediklerinden onların etlerini yemek helaldir."

İkinci maddede etlerinin yenmesi yasaklanan pençeli kuşlardan maksat ise, uçarken
avını havada yakalayıp pençesiyle parçalayan kartal, doğan, şahin gibi kuşlardır.
Pençesi olduğu halde başka hayvanları avlamayan kuşlar bu sınıfa girmediklerinden
helâldir. Bu sınıfa giren kuşların etleri İmam Şafiî, Ahmed ve Ebû Hanîfe'ye göre

1174i'

haramdır. İmam Mâlik'e göre ise helâldir.

Üçüncü maddede yer alan, anlaşmalı olarak müslüman topraklarında bulunan gayri
müslimlerin mallarını haksızlıkla almanın yasaklanması meselesine gelince; esasen



anlaşmalı olarak müslüman topraklarında yaşayan gayri müslimler ya zimmî olurlar ya
da pasaportlu olarak bulunurlar. Bilindiği gibi zimmîler, anlaşma şartlarını ihlâl
etmedikleri sürece, pasaportlular da pasaport süresi devam ettiği müddetçe İslâm
ülkesinde kalabilirler. Zimmîler, İslâm ülkesinde güvence ile yaşamalarına karşılık
müslümanlara cizye ödemek zorunda oldukları gibi, pasaportlu olanlar da yanlarında
bulunan ticaret mallarının onda birini müslümanlara vergi olarak vermek zorun-
dadırlar. İşte müslümanlarm kendi ülkelerinde yaşayan anlaşmalı gayri müslimlerden
bu vergileri almaları haklarıdır. Bunun dışında gayri müslimlerin mallarından bir şey
almaları haramdır. Onların bu mallan kaybolup da müslümanlarm eline geçmesi
halinde hüküm yine böyledir. Ancak onların ihtiyaç duymadıkları için terkettikleri
mallar bu hükmün dışındadır.

Beşinci maddede yer alan ehli eşek ve katıra gelince, bu hayvanların etleri Hanefî ve
Hanbelî mezheplerinde haranı olmakla beraber Mâliki mezhebinde bu hususta iki
görüş vardır. Birinci ve meşhur olan görüşe göre haramdır. İkinci görüşe göre ise
mekruhtur. Ancak Hanefî, Şafiî ve Hanbelî mezheblerine göre annesi inek yahut

£175]

babası vahşi eşek annesi kısrak olan katırların etleri helâldir.

Fakat eşek etiyle ilgili bu 3806 numaralı hadis zayıftır. Çünkü bu hadisi rivayet ettiği
söylenen Halid b. Velid, Hayber savaşında henüz müslüman olmamıştır. Ancak 3808-
3811 numaralı hadisler eşek etinin haramlığmı açıkça ifade etmektedir.
Yedinci maddede yer alan kedi eti yemek de haramdır. Çünkü kedi aslında birinci
madedde yer alan yırtıcı hayvanlar sınıfına girmektedir. Bu bakımdan kedi eti yemek

[176]

Hanefî, Şafiî ve Hanbelî mezheplerine göre haram, Mâlikîlere göre mekruhtur.
33. Ehli Eşeklerin Etini Yemek

3808... Câbir b. Abdillah'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s. a) bize (ehli)
eşek eti yemeyi yasakladı ve at eti yememizi tavsiye etti.

(Bu hadisin ravilerinden) Amr (b. Dînâr, bu hadis hakkında şöyle) dedi: Ben bu hadisi
Ebû Şa'sâ'ya anlattım, (bana) şu cevabı verdi: "Bizim içimizde (bulunan) el-Hakem el-
Gıfârî de bu hadisten bahsederdi. (Ancak) Bahr bunu kabul etmezdi", (Ebû Şa'sâ,

£177]

deniz manasına gelen Bahr sözüyle) İbn Abbas'ı kastediyordu.
3809... Gâlib b. Ebcer'den rivayet olunmuştur; dedi ki:

Bize bir kıtlık (yılı) gelmişti. (Elimde bulunan) malın içerisinde (ehli) eşeklerden
başka âiieme yedirebiîeceğim bir şey yoktu. Rasûlul-lah (s. a) da ehli eşek etlerini
yasakladı. Peygamber (s.a)'e varıp;

Ey Allah'ın Rasûlü, bize bir kıtlık (yılı) gelip çattı. Benim mal(lar)ım içerisinde semiz
eşeklerden başka aile halkına yedirebiîeceğim bir şey yok; sen ise ehli eşek etini
yasaklamış bulunuyorsun, diye şikâyette bulundum.

"Sen aile halkına semiz eşek!er(in etin)den yedir. Çünkü ben on-ları(n etlerini) sadece

pislik yiyen hayvanlar oldukları için yasaklamıştım." buyurdu. Yani (bu hayvanları

etlerini) cellâle (oldukları için yasaklandığını anlatmak istiyordu).

Ebû Dâvûd dedi ki: (Hadisin senedinde bulunan) Abdurrahman, (Abdurrahman) b.

Ma'kil'dir.



Yine Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi ayrıca Şu 'be de Ubeyd Ebu 7-Hasen'den,
Abdurrahman b. Ma'kil'den, o da Abdurrahman b. Bişr'den Müzeyne (kabilesin)den
bazı kimselerden rivayet edilmiştir. (Bu rivayete göre) Müzeyne'nin efendisi olan
Ebcer yahutta Ebcer'in oğlu, Peygamber (s.a)'e (ehli eşek eti yemenin hükmünü)

Lİ281

sormuştur.

3810... (Şu'be'den rivayet olunduğuna göre; bu hadisi bir de) Müzeyne kabilesine
mensup iki adamdan biri diğerinden (rivayet etmiştir. Yani) Müzeyneü Abdullah b.
Amr b. Avim, Müzeyncli Gâlib b. el-Ebcer'den rivayet etmiştir. (Bu hadisin senedinde
bulunan) Mis'ar (şöyle) demiştir: "Peygamber (s.a)'e gelen kimsenin Gâîib (b. Ebcer)

Lİ791

olduğunu zannediyorum." (Ravi) şu (bir numara önce geçen) hadisi (şevketti).

3811... Amr b. Şuayb (b. Muhannned b. Abdullah b. Amr b. As)'m dedesinden rivayet
olmuştur; dedi ki:

Rasûlullah (s. a) Hayber (Savaşı) günü, ehli eşek ile pislik yiyen hayvanların

£1801

yenilmesini ve (üzerine) binilmesini yasakladı.
Açıklama

Bu babda yer alan hadisi şerifte ehli eşek eti ile cellâle denilen pislik yemeye alışkın
hayvanların etlerini yemenin ve üzerlerine binmenin yasaklandığı ifade edilmektedir.
Pislik yemeye alışmış olan hayvanların ellerini yemenin ve üzerlerine binilmesinin
hükmünü 3785-3787 numaralı hadislerin şerhinde, ehli eşek eti yemenin hükmünü de
bir önceki hadisin şerhinde açıkladık.

Hattâbî'nin dediği gibi; "İbn Abbas'm dışında tüm İslâm âlimleri ehli eşek eti yemenin
helâl olmadığını söylemişlerdir. Ancak büyük bir ihtimalle, ehli eşek elinin
yasaklanması haberi kendisine ulaşmayan İbn Abbas onların etini yemenin helâl
olduğunu söylemiştir."

Hz. Peygamber'in ehli eşek eli yemeye izin verdiğini ifade eden 3809 numaralı ibn
Ebcer hadîsine gelince, Musannif Ebû Davud'un süz konusu hadisin sonunda bizzat
açıkladığı gibi bu hadis çok karışık yollarla rivayet edilmiştir. Bu bakımdan hadisin
senedinde ihtilâf vardır. Dolayısıyla itimada şayan değildir.

Nevevî; bu hadisin senedinde ihtilâf bulunduğunu, hadisin sahihliği kabul edilse bile
Hz. Peygamber'in eşek etinin yenilmesine dair verdiği bu iznin zaruret halinde
olduğunu kabul etmek icab ettiğim söylüyor.

Nitekim Beyhakî de bu hadisin senedinde izdırab bulunduğunu söylemiştir.

İbn Abdilberr'in de ifade ettiği gibi, aslında Hz. Ali, Abdullah b. Ömer, Abdullah b.

Amr, Câbir, Berâ, Abdullah b. Ebî Evfâ, Enes, Zahir el-Eslemî gibi pek çok sahâbîler

Hz. Peygamber'den ehli eşek etinin haram kılındığına dair sahih ve hasen hadisler

rivayet etmişlerdir. Bu bakımdan 3809 numaralı muzdarib bir hadisin böylesine

sağlam hadisler karşısında bir hüccet teşkil etmesi düşünülemez.

Bu hadisin sahih olduğu kabul edilse bile Hz. Peygamber bu izni kıtlık yılı sebebiyle

arız olan umumi açlık dolayisıyle vermiş olabilir.

Hâzimî ise, Hz. Peygamber'in ehli eşek etinin yenmesine bir süre izin verdikten sonra



onu tekrar yasaklamasını bir nesih olayı olarak değerlendirir. İbn Şahin de sadece biri
müsbet, biri nehiy ihtiva eden iki haberi vermekle iktifa eder. Nesihten söz etmez.

um



34. Çekirge Yemenin Hükmü

3812... Ebû Ya'fûr'dan şöyle dediği rivayet olunmuştur: İbn Ebî Evfâ'ya çekirge
(yeme)yi sordum da;

Ben Rasûlullah (s. a) ile birlikte altı ya da yedi savaşa katıldım. Biz (bu savaşlarda)

£1821

kendisiyle birlikte çekirge yerdik, cevabını verdi.

3813... Selmân (r.a)'dan rivayet olunmuştur; dedi ki:
Peygamber (s.a)'e çekirge(nin yenilip yenilmeyeceği) soruldu.

"(Çekirge) Allah'ın ordularının en çoğu(nu teşkil etmekte)dir. Ben onu yemem ve
haram da kılmam" buyurdu.

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi (bir de) Mu 'temir, babası ve Ebû Osman kanadıyla

LİMİ

Peygamber (s. a)'den rivayet etti (fakat) Selman'ı anmadı.
3814... Selmân (r.a)'dan rivayet olunduğuna göre;

Rasûlulîah (s.a)'a (çekirgenin yenilip yenilmeyeceği) sorulmuş, (bir önceki hadiste
geçen) cevabının aynısını vermiş:

"(Çekirge) Allah ordularının en çoğu (nu oluşturmaktadır" demiş.

(Musannif Ebû Davud'un şeyhi) Ali (b. Abdillah) dedi ki: Ebû Avvâm'm (ismi)

Fâid'dir.

Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi (bir de) Hammâd b. Seleme, Ebû'l-Avvâm'dan, o Ebû
Osman'an, o da Peygamber (s.a)'den rivayet etti. (Hammâd bu rivayetinde) Selmân'ı

£1841

anmadı.
Açıklama

Cerâd: Çekirge cinsidir. Tekili cerâde gelir. Cerâde kelimesi hem erkek, hem de
dişi çekirge için kullanılır.

Bu böcekler vardıkları yerde ekin ve ot adına ne varsa yiyip bitirdikleri ve orayı ekin
ve ottan soyup çırılçıplak bıraktıkları için bu ismi aldıkları söylenmektedir.

£1851

Kur'an-ı Kerim' de, "...Etrafa yayılan çekirgeler gibi" âyet-i kerimesinde onların

bu özelliğine işaret buyurulmaktadır.

Bir şeyden soyulan şeye de "el-cürâde" ismi verilir.

3812 numaralı hadis-i şerifte, "Hz. Peygamber ile altı ya da yedi savaşa katıldım"
cümlesindeki tereddüt ifadesi ravilerden Şu'be'ye aittir. Yani ravi Şu'be, bu hadisi
kendisine rivayet eden Ebû Ya'fûr'un, "altı" kelimesini mi yoksa "yedi" kelimesini mi
söylediğini iyice hatırlayamadığını belirtmek için böyle tereddüt ifade eden bir kelime
kullanmıştır. Söz konusu hadisi bizzat Hz. Peygamberden rivayet eden Ebû Evfâ'nm,



"Biz (bu savaşlarda) kendisiyle birlikte çekirge yerdik" anlamındaki sözünden, Hz.
Peygamber'in bu savaşlarda ashabıyla birlikte çekirge yediğini anlamak mümkün
olduğu gibi Hz. Peygamber'in bizzat çekirge yemeyip sahâbileri çekirge yerken
kendisinin bizzat onların yanında bulunduğunu anlamak da mümkündür. Hafız İbn
Hacer'in de ifade ettiği gibi, Ebû Nuaym'm Tıb kitabında rivayet ettiği bir hadis-i
şerifte Hz. Peygamber'in de ashabıyla birlikte çekirge yediğinden bahsedilmesi birinci
ihtimali kuvvetlendirmekte ise de, rivayetlerin ekserisinde "kendisiyle birlikte" sözü
geçmediği dikkati çeken bir husustur.

Çekirge yemenin hükmü konusunda îmam Nevevî şöyle diyor:

"Müslümanlar çekirge yemenin helâl olduğunda ihtilâf etmişlerdir. İmam Şafiî île
İmam Ebû Hanîfe ve ulemanın büyük çoğunluğu, çekirge yemenin helâl olduğunu, bu
hususta çekirgenin kesilerek başının koparılıp koparıl-maması arasında bir fark
olmadığı gibi kendi kendine ölmüş olması veya bir müslüman ya da bir mecûsi
tarafından avlanmış olmasının önemli olmadığını söylemişlerdir. Kendi kendine veya
bir sebepten dolayı ölmüş olması da bu hükmü değiştirmez.

İmam Mâlikin meşhur olan kavline ve Ahmed b. Hanbel'den gelen bir kavle göre; bir
tarafı koparılıp haşlanmış veya diri iken ateşe atılmak gibi bir sebeple ölen çekirgeyi
yemek caizdir. Kendi kendine ölen bir çekirgeyi yemekse helâl değildir.
Hanefî ulemasından el-Aynî'nin açıklamasına göre; Mâlikî uleması çekirgenin helâl
olabilmesi için kesilmiş olmasını şart koşmuşlardır. Ayrıca çekirgenin nasıl kesileceği
de Mâlikîler arasında ihtilaflıdır. Bazılarına göre onun kesilmesi başının
koparılmasından ibarettir. İbn Vehb, "Onun kesilmesi yakalanmasıdır" demiştir. İmam
Mâlike göre ise yakalanıp başının koparılması ya da haşlanması veya kızartılması

Lİ861

onun kesilmesi demektir.

Mâliki ulemasından İbnü'I-Arabî, Endülüs çekirgelerinin zararlı oldukları için
yenilmelerinin caiz olmadığını söylemiştir.

Hz. Peygamber'in, "Ben onu yemem" buyurması şer'î bir sakınca olduğu için
yemediğini ifade etmez. Çünkü eğer çekirge yemede şer'î bir sakınca bulunsaydı
ümmetini de bundan nehyetmesi gerekirdi.

Bu bakımdan Hz. Peygamber'in çekirge etini yemekten çekinmesinin şer'î bir
sakıncadan dolayı değil de şahsî yaratılışından ileri gelen çekirgeye karşı duyduğu
isteksizlik ve tiksintiden doğduğunu kabul etmek gerekir.

Her ne kadar bu hadis bazen Selmân atlanarak mürsel olarak rivayet edilmişse de
tabiînin mürselleri makbul olduğundan bunun önemi yoktur.

Hz. Peygamber'in, "Çekirgeler Allah'ın ordularının sayıca en çok olanlarıdır"

£1871

mealindeki sözüne gelince; gerçekten "Rabbinin ordularını ancak kendi bilir."
âyet-i kerimesinde de açıklandığı gibi Allah'ın orduları sayılamayacak kadar çoktur.
Gazap ettiği milletler üzerine bu ordularım göndererek onlardan intikamını alır.
Çekirgeler de Allah'ın ordularmdandır. Allah gazap ettiği kavimler üzerine çekirgeleri
göndermek suretiyle onları açlık ve kıtlığa mahkum eder. Ancak sahih hadislerde
açıklandığına göre Allah'ın yaratıkları arasında sayıca en çok olanı melekler
olduğundan mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte geçen "Çekirgeler Allah'ın sayıca
en çok olan ordularıdır" sözünü, "Allah'ın ordularından olan çekirgeler yine Allah'ın

£1881

ordularından olan kuşlardan daha çokturlar" şeklinde anlamak gerekir.



35. (Suda Kendi Kendine Zahiren Sebepsiz Olarak Ölüp) Suyun Yüzüne Çıkan
Balıkları Yemenin Hükmü

3815... Câbir b. Abdullah' dan, Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğu rivayet
olunmuştur:

"Denizin (sahile) attığı veya (deniz sularını) kendisinden geri çektiği (için açıkta
kalan) şeyleri yeyiniz. (Fakat) denizde (kendiliğinden zahiri bir sebep olmaksızın ölüp
de) su yüzüne çıkan şeyleri yemeyiniz."

Ebû Dâvûd dedi ki: Süfyan es-Sevrî, Eyyub ve Hammâd da hadisi Ebu'z-Ziibeyr'den
rivayet etti fler ve bunların üçü de rivayet zincirini) Câbir üzerinde durdurdular, (Hz.
Peygambere kadar uzandıramadılar). Bazen bu hadis (in rivayet zinciri) zayıf bir
şekilde îbn Ebî Zi'b, Ebu'z-Zübeyr ve Câbir yoluyla Hz. Peygamber (s.a)'e dayandı-

£189]

rılarak rivayet edilmiştir.
Açıklama

Bu hadis-i şerif, "Suda kendi kendine, zahiren sebepsiz olarak olup de suyun yuzune

LİM

çıkan balıklar yenmez diyen Hanefîlerin delilidir.

Bu görüş Câbir (r.a) ile İbn Abbas (r.a) dan da mevkuf olarak rivayet olunmuştur.
Mîrkât yazarının da ifade ettiği gibi, haram ve helâl konularında sahabeden gelen
mevkuf rivayetler merfu hadis hükmündedir.

Hidâye müellifinin dediği gibi, zahiren sebepsiz olarak kendi kendine ölen bir balığı
yemek Hanefîlere göre mekruh; İmam Mâlik ile İmam Şafiî ve İmam Ahmed ve
Zahirîlere göre böyle bir balığı yemek helâl olmakla beraber yememek evlâdır.
Bu görüşte olan fıkıh imamlarının ve taraftarlarının Kitap'tan delilleri;"Hem kendinize
hem de yolculara bir geçimlik olmak üzere deniz avı ve onu yemek, size helâl

imi

kılındı" âyet-i kerimesidir. Çünkü bu âyet-i kerime deniz hayvanlarının insanlar
tarafından avlanarak yakalananlarını İçerisine aldığı gibi kendiliğinden ölerek
insanların eline geçeni de kapsamına almaktadır.

Sünnetten delilleri ise, "Bize iki ölü (hayvan) helâl kalındı: Birisi balık, diğeri
£192]

çekirge" mealindeki hadis-i şerifle, "Denizin suyu temiz, ölüsü helâldir"

mealindeki 83 numaralı hadis-i şeriftir. Çünkü bu hadis-i şeriflerde, zahiren sebepsiz
olarak ölüp de su yüzüne çıkan balıkla, insanlar tarafından avlanarak veya zahirî bir
sebeple öldükten sonra ele geçen balıklar arasında bir ayırım yapılmamaktadır.
Hanefî ulemasının delili ise mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifle Hz. Ali'nin,
"Bizim çarşımızda kendiliğinden ölüp de su yüzüne çıkan balık alışverişi yapmayın"
sözü ve İbn Abbas'm, rivayet ettiği, "Deniz öldürdükten sonra su yüzünde sürüklenip
dururken bulduğunuz deniz hayvanlarını yemeyiniz" mealindeki hadislerdir.
Aynî'nin de açıkladığı gibi, mevzumuzu teşkil eden Câbir hadisi çeşitli rivayetlerle
te'yid edilmiştir.

Bu görüşte olan Hanefi âlimlerine göre, aksi görüşe sahip olan fıkıh âlimlerinin delil
olarak sarıldıkları Mâide sûresi 96. âyetinde onların görüşlerini isbatlayan bir ifade



mevcut değildir.

Hidâye yazan Merginânî'nin açıkladığı üzere sahâbilerden bir topluluk da bu
£1931

görüştedirler.

36. Leş Yemek Zorunda Kalan Kimse

3816... Câbir b. Semüre'den rivayet olunmuştur; dedi ki:

Bir adara (Medine'de, siyah taşlarıyla meşhur olan) Hârre isimli yere ailesi ve çocuğu
ile birlikte konakladı. (Orada bulanan) başka bir adam (ona), "Benim (burada) devem
kayboldu, eğer bulursan onu yakala" dedi. Kısa bir süre sonra (o kimse bu) deveyi
buldu. (Fakat devenin) sahibi bulunamadı. Derken (elinde kalan) deve
hastalandı.. Karısı ona "Bunu kes" dediyse de adam kabul etmedi. Deve öldü. (Bu sefer
kadın kocasına), "Bunu kes, yağını ve etini pastırma yapar yeriz. (Çünkü biz çok açız,
zaruret halindeyiz)"- dedi. (Adam): "(Hayır), Rasûlullah (s.a)'a danışmcaya kadar
(bunu kabul edemem)" dedi. Sonra Rasûlullah (s.a)'a gelip bunu sordu. (Hz.
Peygamber de):

"Senin yanında seni buna muhtaç olmaktan kurtaracak (bir şey) var mı?" diye sordu.
(Adam) "Hayır" cevabını verdi, (Bunun üzerine);
"(Öyleyse) onu yeyiniz" buyurdu.

(Tam o sırada devenin) sahibi çıkageldi. (Adam da başından geçen) olayı anlattı.
(Devenin sahibi olayı öğrenince adama), "Onu kes-şeydin ya!" dedi. (Adam

[1941

da),' "Senden utandım (da kesemedim)" karşılığını verdi.

3817... el-Fücey' el-Amirî'den rivayet olunduğuna göre;
Kendisi Rasûlullah (s.a)'a gelip;

(Ey Allah'ın Rasûlu), bize ölü (hayvan eti) helâl kılınmadı mı? demiş. (Hz. Peygamber
de ona):

"t Sizin yemeğiniz nedir." diye sormuş, (el-Fücey 'de): "Akşamleyin bir bardak,
sabahleyin de bir bardak süt içeriz" cevabını vermiş.

(Musannifin hadis rivayet ettiği kimselerden olan) Ebû Nuaym (künyesiyle tanınan el-
Fazl b. Dükeyn) dedi ki: Ukbe (b. Vehb) bana (metinde geçen) "İğtibâk" kelimesini,
sabahleyin bir bardak (süt içmek); "el-ıstıbah" kelimesini de akşamleyin bir bardak
(süt içmek) diye açıkladı. -
(Hz. Peygamber de):

"Yemin olsun ki (bu hal) açlıktır. (İçilen bu kadarcık süt açlığı gidermeye yetmez)"
buyurmuş ve (bu halleri devam ettiği sürece, ölmeyecek kadar) o leşi (yemelerini)
onlara helâl kılmış.

Ebû Dâvûd dedi ki: (Metinde geçen kelimesinin kökü olan) "el-ğabûk", gündüzün son

£1951

vakit(ler)idir. kelimesinin kökü olan) "sabûh" ise, gündüzün ilk anlarıdır.
Açıklama

Bu babda bulunan hadis-i şerifler de insanların, açlık gibi bir zaruret halinde
başkalarına ait haram ligayrihi bir yiyeceği ve leş gibi haram liaynihi olan bir yiyeceği



yemelerinin caiz olduğunu ifade etmektedir.

Fıkıh âlimleri, zaruret halinin çeşitli tariflerini yapmışlarsa da bu tarifler içersinde en
özlü olanı Mecelle şârihi Ali Haydar Efendi'nin yapmış olduğu şu tariftir: "Bir kimse
memnu'u tenâvül etmediği (almadığı) takdirde helaki müstelzim olan (gerektiren)
haldir."

Hattâbî bu hadisle ilgili açıklamasında şöyle diyor:

"Sabahleyin ve akşamleyin içilen bir bardak süt aslında insanın yaşamasını sağlamaya
yettiğinden burada zaruret hali söz konusu değildir. Ve dolayısıyla bu hadis-i şerif
insanın açlığını giderinceye kadar leş yemesinin helâl olduğuna delâlet eder. Nitekim
Mâlik b. Eıies bu görüştedir. İmam Şafiî'den gelen iki rivayetten birine göre İmam
Şafiî de bu görüştedir.

Gerçekten böyle yemeye İhtiyacı olan bir kişiyi bundan menetmek, onu mubah olan
bir fiilden menetmek olacağı için asla caiz değildir. Bu görüştekilere göre; böyle bir
kimsenin durumu, nikahlamak için hür bir kadın bulamadığından zina etme
tehlikesiyle karşı karşıya kalan ve bu durumdan kurtulmak için bir cariye ile evlenmek
isteyen hür bir adamın haline benzer. Bu adamın, iffetini en aşağı seviyede bile olsa
korumuş olmak için cariyeyi nikahlaması nasıl menedilemezse, bütün gıdası sabah ve
akşam içtiği bir bardak sütten ibaret olan bir kimse de leş yemekten menedilemez.
İmam Ebû Hanîfe'ye göre ise, bir kişinin leşten yemesi ancak zaruret halinde caiz olur.
Yani leşten yemediği takdirde hayatını devam ettiremeyecek duruma düştüğü zaman
bu leşten yiyebilir ve sadece ölmeyecek kadar viyebilir. Zaruret haline düşmeyen bir
kimsenin leş yemesi caiz olmadığı gikendisini ölümden kurtaracak miktardan fazla
yemesi de caiz değildir. Şafiî imamlarından el-Müzenî de bu görüştedir. Aynı görüş
Hasan-i Ba-sî'den de rivayet edilmiştir."

Bezlü'l-Mechûd yazarının, hocası Muhammed Yahya'dan naklettiği gibi, Musannif
Ebû Dâvûd herhalde bu hadis-i şerifleri burada mensub olduğu Şafiî mezhebinin bu
mevzudaki görüşünü te'kid etmek için zikretmiştir.

Bu hadislerde başkasına ait bir hayvanı kesip yemenin helâl olabilmesi ve bir leşin
yenebilmesi için zaruret halinin bulunmasından bahsedilmemiş olmasını bu
mevzudaki görüşlerine bir delil saymak istemiştir. Bu hadis-i şeriflerden böyle bir
hüküm çıkarmak isteyenlere verilecek cevap şudur:

1- Her ne kadar birinci hadiste, kişinin başkasına ait bir hayvanı kesip yemesi için
yemediği takdirde ölecek duruma düşmüş olması kaydı yoksa da bu hadisin umumi
ifadesi âyet ile kayıtlanmış ve ölümden kurtulacak kadar leş yiyen bir kimsenin leşten

£196]

daha fazla yemesinin haram olduğu âyet-i kerimede hükme bağlanmıştır.
Binaenaleyh usûlde mukarrer olduğu veçhile sözü geçen âyet-i kerimedeki kayıt
mutlak olan bu hadisin hükmünü de kayıtlar.

2- Sabah akşam birer bardak süt içen bir aileye leş yemeleri için ruhsat verildiğini
ifade eden ikinci hadisle ilgili cevap şudur:

Şurasını iyi kavramak gerekir ki, hadis-i şerifte anlatılmak istenen sabah akşam içilen
birer bardak süt ailenin tümünün içtiği süttür. Yani ailenin tüm fertlerinin sabah akşam
aldıkları gıdanın tümü iki bardak sütten ibarettir, her birisi sabah akşam birer bardak
süt içiyor değildir. Bu durumda olan bir ailenin açlıktan ölme tehlikesiyle karşı karşıya
bulunduğunda ise şüphe yoktur.

Hadis sarihleri, insana haram yemeyi mubah kılan açlık meselesiyle ilgili olarak şu
yedi mesele üzerinde durmuşlardır:



1) Haramı muvakkaten helâl kılan açlığın ölçüsü nedir?

Cumhur ulemaya göre, açlıktan dolayı haram yemenin muvakkaten de olsa caiz
olabilmesi için, bu açlığın devam etmesi halinde sahibini ölüme götürecek dereceye
ulaşması lâzımdır.

2) Bu duruma düşen bir kimsenin haramdan yiyebileceği miktar nedir?

Hanefîlere göre bu miktar zaruret haline düşen kimseyi ölümden kurtaracak kadar olan
miktardır. Bu mevzuda imam Ahmed ve Şafiî'den gelen rivayetlerden meşhuru budur.
İmam Mâlik'ten gelen güvenilir rivayete ve İmam Şafiî ile îmam Ahmed'ten gelen
meşhur olmayan rivayete göre, bu-duruma düşen bir kimsenin haramdan karnını
doyuruncaya kadar yemesi caizdir.

3) Bu duruma düşen kimsenin eline geçen bir haramdan yemesinin hükmü nedir? Farz
mıdır, mubah mıdır?

İmam Şafiî ve İmam Ahmed'den gelen iki rivayetten daha sağlam görülenine göre
farzdır. İmam Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik de bu görüştedirler. Ancak Ebû Yusuf a
göre mubahtır. Bu görüş Şâfü ile İmam Ahmed'den de rivayet olunmuştur.

4) Bu hüküm hem sefer hem de hazarda geçerli midir? Yoksa sefer haline mi
münhasırdır?

Cumhuru ulemaya göre bu hüküm hem sefer, hem de hazar hali için geçerlidir. İmam
Ahmed'den bir rivayete göre ise bu hüküm sadece sefer halinde geçerlidir.

5) İslâm devletine isyan ederek sefere çıkıp da bu yolculuklarında zaruret derecesine
ulaşan bir açlığa düşen kimseler için de bu ruhsattan yararlanma hakkı var mıdır, yok
mudur?

Hanefî ulemasına göre bu durumda olan kimselerin bu ruhsattan yararlanma hakları
yoktur. Ancak İmam Şafiî ile İmam Ahmed ve İmam Mâlik'e göre bu kimseler için de
bu ruhsat geçerlidir.

6) Bu duruma düşen kimselerin leş yemeleri ile şarap içmeleri arasında bir fark var
mıdır?

Hanefîlere göre bir fark yoktur. Usûlüne göre her ikisinden de faydalanılabilir. İmam
Mâlik ve İmam Şafiî'ye göre ise şaraptan faydalanılamaz.

7) Bir kimse, ileride düşeceği şiddeti açlık halini düşünerek eline geçen bir leşi yanma
azık olarak alabilir mi?

İmam Ahmed'den gelen iki rivayetten en sahih olanına göre, bu durumda olan
kimsenin eline geçirdiği bu leşi yanma azık olarak alması caizdir. İmam Şafiî ile îmam
Mâlik de bu görüştedirler. İmam Ahmed'den gelen diğer bir görüşe göre ise caiz

değildir.

37. Bir Sofraya İki Çeşit Yemeği Birden Koymanın Hükmü)
3818... İbn Ömer'den rivayet olduğuna göre; Rasûlullah (s.a):

"(Şu anda) Önümde esmer buğday (unun)dan (yapılmış); yağ ve sütle karışık beyaz bir
ekmek olmasını ne kadar arzu ederdim" demiş.

Bunun üzerine (orada bulunan) cemaaten biri kalkıp bu ekmeği hazırlayıp (Hz.

Peygamber' in önüne) getirmiş. (Hz. Peygamber ekmeği görünce onu getiren zata):

"Bu (yağ) neyin içerisinde (bulunuyor) idi?" diye sorunca;

Keler (derisin)den (yapılmış) bir kap içerisindeydi, diye cevap vermiş.

(Bunu işiten Hz. Peygamber):



"Onu (derhal önümden) kaldır" buyurmuş.
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadis münkerdir.

Yine Ebû Davûd dedi ki: (Senedinde bulunan) Eyyub, (Eyyub) es-Sahtiyânî değildir.
£1981

Açıklama

Bu hadis-i şerif, bir öğünde birden fazla katık yemenin caiz olduğuna delâlet
etmektedir.

Çünkü her ne kadar Hz. Peygamber yağ ve sütle karıştırılmış olan bir ekmeği,
sofradan kaldırtmışsa da bunun sebebi, iki katığın bir arada bulunması değil, ekmekte
bulunan yağın keler derisinden yapılmış bir tulum içerisinde olmasıdır.
Hz. Peygamber yemeğin önüne getirilmesiyle, onda çirkin bir koku duymuş olmalı ki
hemen bu yemeğin yağının nerede muhafaza edilmekte olduğunu sormuş ve gerçeği
öğrenince yemeği yememiştir.

Bu durum Hz. Peygamber'in bir öğünde birden fazla yemek yemeyi caiz gördüğünü
ifade eder.

"Ancak iki yemeği birden yemenin caizliğinde ulema arasında ihtilâf vardır.
Gerçekten de seleften bazılarının bunu caiz görmediklerine dair bir rivayet vardır ama
onların bu görüşü kerahet-i tenzihiyyeye hamledilmiştir. Her ne kadar selef-i sâlihîn,
dinî bir maslahat bulunmaksızın çeşitli yemekler yemeyi alışkanlığa ve gevşekliğe yok
açabileceği endişesiyle pek iyi karşılamamışlarsa da, bir sofrada birden fazla katık
yemekte bu sakıncaların dışında bir sakınca görmemişlerdir. Çünkü çeşitli yemekler
yiyen kimselerin tüm organları bu yemeklerden bir haz aldıkları ve şükrünü dile
getirdikleri için çeşitli yemekler yemekte bir sakınca olduğu söylenemez.
Hatta selef-i sâlihînin de bir sofrada birden fazla yemek bulundurdukları
bilinmektedir.

Burada önemli olan, iki yemeği bir anda ağza koymamaktır. Yemeğin birinden alman
lokmayı yutmadıkça diğerinden ağza almamaktır. Meselâ, etle ekmeği bir anda yiyen
kimse ağzındaki eti yutmadan ekmeği, ekmeği yutmadan da eti ağzına koymamalıdır.
Nitekim Türkler buna riayet etmektedirler. Çünkü bu Hz. Peygamber'in sünneti
[199]

idi."

Esasen, "De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim haranı
r2001

etti?" âyet-i kerimesiyle, Hz. Peygamber'in yaş hurma ile birlikte hıyar yediğini
ifade eden 3835 numaralı hadis ve tereyağı ile kuru hurmayı birlikte yemeyi sevdiğini



ifade eden 3837 numaralı hadis de bunu ifade etmektedir. Hadis-i şerifte söz
konusu edilen keler yemenin hükmü ise 3793 numaralı hadisin şerihinde geçtiğinden
burada tekrara lüzum görmüyoruz.

Musannif Ebû Davud'un bu hadisin münker olduğunu söylediği halde onu Sünen'ine
almasının sebebine gelince; Bezi yazarının da dediği gibi, Taberanî'nin zayıf bir
senetle rivayet ettiği, "Hz. Peygamberce, içinde bal ve süt bulanan bir kap
getirildiğinde; Ben iki katığı bir arada yemem ama başkalarının yemesini de
yasaklamam" dediğine dair zayıf bir hadisin zayıflığını isbatlamak için olsa gerektir.



Çünkü buradaki hadis iki yemeğin bir sofrada yenebileceğini ifade ettiği için

r2021

Taberanî'nin rivayet ettiği hadisin zayıflığını bir ölçüde isbatlamaktadır.



38. Peynir Yemek

3819... İbn Ömer'den rivayet olunmuştur; dedi ki:

Peygamber (s.a)'e Tebük (seferin)de bir (parça) peynir getirildi. (Hz. Peygamber de)

r2031

bir bıçak istedi, sonra Besmele çekip (bıçakla peyniri) kesti.
Açıklama

Peynir yemenin helâl olduğunu ifade eden bu hadis-i şerif aynı zamanda) bir işe
başlarken Besmele çekmenin sünnet olduğuna, peyniri bıçakla kesmenin caiz
olduğuna ve sütün peynir olması için kullanılan mayanın temiz olduğuna da delâlet
etmektedir. Çünkü mayasız peynir olmayacağına göre, peynirin temiz olması mayanın

[204]

da temiz olmasını gerektirir.

39. Sirke Hakkında Gelen Hadisler

3820... Câbir (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a):

[2051

"Sirke ne güzel katıktır" buyurmuştur.

3821... Câbir (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a): "Sirke ne güzel

r2061

katıktır" buyurmuştur.
Açıklama

Sirke de Hz.Peygamber'in beğendiği ve övdüğü katıklardandır. Çünkü temini kolay ve

ekonomiktir. Kanaatkar insanların yediği bir katıktır.

Hattâbî, mevzumuzu teşkil eden bu hadisi açıklarken şöyle demiştir:

"Hz. Peygamber bir katık olarak sirkeyi överken aslında yemeklerde tutumlu olmayı,

israftan ve oburluktan kaçınmayı, nefsin var gücüyle yemeye sarılıp ona güvenmekten

uzak kalmasını övmüştür.

Fahr-i Kâinat Efendimiz bu sözüyle sanki şöyle demiştir: "Sirkeyi ve sirke gibi ucuz
ve kolaylıkla temin edilen katıkları, diğer katıklara tercih ediniz. Fazla pahalı
yemekler yemeye kendinizi alıştırmayınız. Çünkü ağır yemekler şehveti artırır, şehvet
ise hem dine hem de vücuda zararlıdır." Hz. Peygamber'in sirkeyi güzel bir katık
olarak nitelendirmesi sebebiyle fıkıh âlimleri; hiç katık yememek üzere yemin eden
bir kimsenin ekmekle sirke yemesiyle yemininin bozulacağını söylemişlerdir."
Bu mevzuda Bezlü'l-Mechûd yazarı da şöyle diyor:

"Hattâbî'nin; "bu hadiste övülmek istenen aslında yemeklerde iktisatlı olmaktır" sözü;
aslında burada övülmek istenen bizzat iktisattır, sirke ise dolaylı olarak övülmektedir



anlamına gelir. Nevevî ise; hadis-i şerifte övülmek istenen bizzat sirkedir. İktisat,
şehvetleri terk gibi dinî esaslar ise bu hadisle değil başka hadislerle açıklanmıştır,
diyor ki doğrusu da budur."

Mevzumuzu teşkil eden bu hadisler mana bakımından aynı oldukları halde Musannifin

r2071

onları ayrı ayrı rivayet etmesinin sebebi senetlerin farklı olmasıdır.
Bazı Hükümler

1. Sirkeye katık denebilir.

2. Sofraya oturanları iştahlandırabilmek için yiyeceklerden söz edilebilir.

3. Bir şeyin aslı değişince hükmü de değişir. Şıra şarap olunca pis ve haram olur, sonra

r2081

sirkeye çevrilince temiz ve helâl olur.
40. Sarmısak Yemek

3822... Câbir b. Abdillah (r.a) Rasûlullah (s.a)'m;

"Sarımsak veya soğan yiyen kimse bizden uzak dursun. -Yahutta mescidimizden uzak
dursun- ve evinde otursun" buyurduğunu söyledi. (Yine Câbir şöyle dedi):
Hz. Peygamber (s.a)'e (bir gün) içinde taze sebze bulunan bir tabak getirildi de onda
(çirkin) bir koku duydu, (bu kokunun ne olduğunu) sordu. (Bunun üzerine) tabakta
bulunan sebzelerin neler olduğu kendisine haber verildi. (Tabaktaki sebzelerin neler
olduğunu anlayınca) yanında bulunan sahâbîlerden birine (işarette bulunarak); "Bu
sebzeleri şuna görürünüz" buyurdu. (O sahâbî de, Peygamber (s.a)'in bu hareketini)
görünce (bu sebzeleri) yemek istemedi.
(Hz. Peygamber):

"Sen ye,(benim yemediğime bakma). Çünkü ben senin konuşmadığın kimselerle
konuşuyorum" buyurdu.

(Ravi Ahrnedb. Salih) dedi ki: İbn Vehb, (metindegeçen) "bedr" kelimesini "tabak"
r2091

diye tefsir etti.

3823... Ebû Saîd el-Hudrî şöyle dedi:

Rasûlullah (s.a)'m yanında sarmısak ve soğandan bahsedildi ve;
Ey Allah'ın Rasûlü, bunların hepsinin (içinde kokusu) en fazla olanı sarımsaktır.
(Artık) sen onu bize haram kılıyor musun? diye soruldu. Peygamber (s. a) de;
"Onu yiyiniz, (fakat) onu yiyen kimse kokusu kendisinden gidinceye kadar şu mescide

12101

yaklaşmasın" buyurdu.

3824... Huzeyfe'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s. a) üç defa şöyle
buyurmuştur:

"Kıbleye tüküren kimse kıyamet gününde (Allah'ın huzuruna) tükürüğü iki gözünün
arasında olarak gelir. Kim de şu pis (kokulu) sebzeyi yerse (bizim) mescidimize
1211]

yaklaşmasın."



3825... İbn Ömer (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a):

1212]

"Şu bitkiden yiyen kimse mescidlere yaklaşmasın" buyurmuştur.
3826... Muğîre b. Şu'be'den rivayet olunmuştur:

Bir gün sarımsak yiyip (namaz kılmak üzere) Peygamber (s.a)'in mescidine varmıştım,
(Ben) mescide girince Peygamber (s.a) (herhalde benden) bir koku hissetti(ki),
namazım bitirince;

"Her kim şu (sarmısak ismi verilen) bitkiyi yerse kokusu (kendisinden iyice) gidinceye
kadar (mescidimize) yaklaşmasın" buyurdu.
Namazı tamamlayınca yanma varıp;

Ey Allah'ın Rasûlü, Allah için elini bana vereceksin, dedim. (Elini lütfedip bana verdi,
ben de) elini (tutup) yenimin arasından göğsüme götürdüm. O sırada ben göğsü sarılı
idim. (Göğsümün sarılı olduğunu anlayınca);

mu

"Senin özrün var" buyurdu.

3827... (Muaviye b. Kurre'nin) babasından rivayet olunduğuna göre;

Peygamber (s.a) (sarmısak ve soğan diye bildiğimiz) şu iki bitkiyi yasaklamış ve şöyle

buyurmuştur:

"Bunları yiyen mescidlerime yaklaşmasın. Eğer mutlaka yemeniz gerekiyorsa
pişirmek suretiyle onlar (da bulunan ağır kokular) i gideriniz (de ondan sonra
yiyiniz)."

(Bu hadisin ravisi Muaviye) dedi ki: (Hz. Peygamber, "iki bitki" kelimesiyle) soğan ve

£2141

sarmısağı kasdetmiştir.

3828... Şüreyk (b. Hanbel)'den rivayet olunduğuna göre; Ali (a.s):

"Pişirilmiş olması dışında sarımsağın yenmesi yasaklanmıştır" buyurmuştur.

Ebû Dâvûd dedi ki: (Senette ismi geçen) Şüreyk '(ten maksat, Şüreyk) b. Hanbel'dir.

£2151

3829... Ebû Ziyâd Hıyar b. Seleme'den rivayet olunduğuna göre; Kendisi Aişe
(r.anha)'ye soğanı sormuş da (Hz. Aişe): "Rasûlullah (s.a)'in yediği son yemek, içinde

'12161

soğan olan bir yemekti" cevabını vermiş.
Açıklama

Her ne kadar Arapçada, "Şecer" kelimesinin gövdesi ve dalı olan ağaçlar için
kullanıldığı bilinmekte ise de efsahu'l-fusahâ olan Fahr-i Kâinat Efendimiz'in bu
kelimeyi soğan ve sarmısak için de kullanması; bu kelimenin gövdesi, dalı budağı
olmayan sarmısak ve soğan gibi bitkilere de şamil olduğunu gösterir.
"Bedr" kelimesi ise, aslında dolunay anlamına geldiği halde burada ay gibi yuvarlak
olması sebebiyle mecazen "tabak" anlamında kullanılmıştır.



kelimesi, "göğsü isâbe, yani sargı ile sarılı" demektir.

İbnü'l -Esîr'in en-Nihâye isimli eserinde açıkladığı gibi, araplar acıkıp da açlıklarını
giderecek bir çare bulamadıkları zaman karınlarına bir sargı bağlayıp sargının altına
birtaş koyarlardı. Aşağıda da açıklayacağımız gibi burada karnı sanlı denmeyip göğsü
sanlı dendiğine göre bu sargıyı sarmanın sebebinin karın açlığı olmayıp tansiyon
yükselmesi gibi kalp atışlarının düzensizliği ile ilgili bir rahatsızlık olması gerekir.
Nitekim Fahr-i Kâinat Efendimizin, "Senin mazeretin var" buyurması da bunu
gösterir.

Hafız İbn Hacer'in açıklamasına göre, 3822 numaralı hadis iki ayrı hadisi ihtiva
etmektedir. Ancak her iki hadis de birbiri ile ilgili oldukları ve ravileri de aynı olduğu
için bir arada ve bir senet altında rivayet edilmişlerdir.

Aslında hadisin başından kelimesine kadar olan kısımda zikredilen olay Hayber'de;
daha aşağı kısımda zikredilen olay da hicretin ilk zamanlarında olmuştur ki iki olay
arasında en az altı yıl vardır.

Bu, hicretin ilk zamanlarında Hz. Peygamber'e sarımsak yemenin hükmü ile ilgili

olarak soru yöneltilmesi hadisesi Hafız İbn Hacer'e göre Hz. Peygamberdin Ebû

Eyyub el-Ensârî'nin evinde kaldığı sırada ve onun evinde olmuştur.

Görüldüğü gibi bu gelen hadisler sarmısak yemenin yasaklandığını İfade

etmektedirler.

Ancak hadisler bazı Zâhirîlerce farklı anlaşıldıklarından onlar sarmısak yemenin
hükmü konusunda farklı bir neticeye vararak çiğ sarmısak yemenin haram olduğunu
söylemişlerdir. Bunların dışında kalan fıkıh ulemasına göre, çiğ sarmısak yemek
haram değil mekruhtur. Bu kerahatin illeti insanlan rahatsız eden kokusudur. Hatta

[2171

Câbir'den gelen, "İnsanların rahatsız olduğu şeyden melekler de rahatsız olur"
meâlindeki hadis-i şerifte de ifade edildiği üzere bu koku sadece insanlara ulaşmakla
kalmaz meleklere kadar ulaşır.

Nitekim 3822 numaralı hadis-i şerifte geçen, "Çünkü ben senin konuşmadığın
kimselerle konuşurum" mealindeki cümlede meleklerin sarmısak kokusundan rahatsız
oldukları ifade edilmektedir.

'Sarımsağın haram olmadığının delili ise, "Ey cemaat, Allah'ın bana helâl kıldığı bir
şeyi haram etmek benim elimde değildir. Şu var ki ben bu bitkinin kokusundan
[2181

hoşlanmıyorum meâlindeki hadistir.

Çiğ sarımsağın hükmü böyle olmakla beraber pişmişi mekruh değildir. Nitekim 3827-
3 829 numaralı hadislerin üçü de bunu açıkça ifade etmektedir. Merhum Ahmed Naim
Efendi'nin açıklamasına göre, "soğan, pırasa, turp gibi fena kokulu sebzeler de
12191

sarmısak gibidir." Nil.ekim 3822 numaralı hadis ile, "Rasûlullah (s.a) soğan ve

r2201

pırasa yemeyi yasakladı" mealindeki hadis-i şerif ve Tabaranî'nin Câbir'den

* 12211
rivayet ettiği bir hadis-i şerif de bunu ifade etmektedir.

İmam Mâlik'den rivayet olunduğuna göre, turp kokusu duyulursa sarmısak gibidir.
Mâliki fukahasmdan Kadı Iyâz, "geğirme ile kokusu çıkarsa" kaydını koymuştur.
Binaenaleyh sarmısak gibi çirkin kokulu sebzeleri çiğ olarak yemek mekruhtur.
Bunları yiyenler kokuları kayboluncaya kadar, mescide giremezler. Zâhirİyye



ulemasına göre, bu gibi sebzeleri yemek cemaati terke sebebiyet vereceğinden
haramdır.

Sarmısak gibi fena kokulan yiyen kimselerin, bu koku kendilerinden gidinceye kadar
mescide gitmeleri caiz olmadığı gibi, ilim ve zikir meclisi gibi toplantılara gitmeleri
de caiz değildir. Mescidin çevresi de bu mevzuda mescid gibidir. Ancak bu nehiy
sokağa, çarşı ve pazara şamil değildir.

Kadı Iyaz, "Cemaatte hazır olanların hepsi de bu gibi sebzeleri yemiş iseler bu kerahat
kalkar" demiş ise de aslında mescid boş olsa bile melâike-ye hürmet etmek gerekir.
Bu gibi sebzeleri yiyenlerin mescide girmelerinin yasaklanması sebebi, oradaki
insanları ve melekleri rahatsız etmek olduğundan, kıyas yoluyla; ağzı ve yarası ağır
kokanların, kasap, balıkçı, cüzzâmlı, alaca hastalığına yakalanmış kimselerin cemaata

f2221

devam etmemelerine fetva verilmiştir.

3824 ve 3825 numaralı hadislerde sarmısak yiyenin mescidlerden uzak durması
emredildiğinden mescidlerle ilgili bu emrin sadece Hz. Peygamber'in mescidine

f2231

mahsus olmayıp bütün mescidlere şamil olduğu anlaşılır.
Bazı Hükümler

1. Çığ sarmısak yiyerek mescide gelmek mekruhtur.

2. Sarmısak gibi kerih kokan soğan, pırasa, turp gibi şeyler de sarmısak hükmündedir.

3. Sarmısak ve benzeri sebzeleri yiyenler mescide gelmemelidirler.

4. Hadislerde sarmısakla soğanın zikredilmesi çok yenildikleri içindir.

5. Ulemadan bazıları bu hadisi delil göstererek cemaata devamın farz olmadığını
söylemişlerdir.

f2241

6. Sarmısak soğan gibi şeyleri yemek cemaati terk hususunda özür sayılabilir.
41. Hurma Yemek

3830... Yusuf b. Abdullah b. Selâm'dan şöyle dediği rivayet olunmuştur;

Ben Peygamber (s.a)'i, bir ekmek parçası alıp üzerine de bir hurma koymuş (olduğu)

halde:

[2251

"Bu bunun katığıdır" derken gördüm.

3831... Aişe (r.anha)'dan rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a):

f2261

"İçinde hurma bulunmayan bir evin halkı açtır" buyurmuştur.
Açıklama

Tıybî'nin açıklamasına göre, kuru hurmanın başlı başına bir yemek olduğu bilindiği
fakat onun bir katık olarak yendiği halk arasında bilinmediği halde burada ondan katık
diye bahsedilmesi, onun müstakil bir yiyecek olmakla beraber katık olarak da
yenmeye müsait bir yiyecek olduğunu gösterir.



Bir başka ifadeyle Bezi yazarının da dediği gibi, hurma aslında yalnız başına yenen
müstakil bir yiyecek olmakla beraber ondan katık diye bahsedilmesi mecaizdir.
3831 numaralı hadîs-İ şerifte, içerisinde hurma bulunmayan bir ev halkının aç
olduğundan bahsedilmesi; bütün geçim kaynağını hurma teşkil eden Medineliler
içindir. Çünkü Hz. Peygamber devrinde Medinelilerin yegâne geçim kaynağı hurma
idi, hurması olmayan bir aile açtı. Hz. Peygamber bu sözüyle o günkü Medine halkının
ekonomik yapısını dile getirmiş olabilir.

Tıybî'nin açıklamasına göre ise, Hz. Peygamber bu sözü ile ülkelerinde bol hurma
yetişen milletleri hurmanın kıymetini bilmeye ve kanaatkar olmaya davet etmek
istemiş de olabilir.

Bazıları da, "Hz. Peygamber bu sözüyle hurmanın diğer meyveler arasındaki

r2271

üstünlüğünü ifade etmek istemiştir" dediler.

42. (İçerisinde) Kurtlu Hurma (Bulunan Hurmaları) Yerken (İçlerinde Kurt
Bulunup Bulunmadığını İyice) Araştırmak (Gerekir)

3832... Enes b. Mâlik (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Peygamber (s.a)'e (geçen
seneden kalma) ekşimiş bir hurma getirildi de (içinde bulunan kurtlan) çıkar(ip at)mak

r2281

üzere bu hurmayı iyice bir gözden geçirmeye başladı.

3833... İshak b. Abdillah b. Ebî Talha'dan rivayet olunduğuna göre;
Peygamber (s.a)'e (bazen) içinde kurt bulunan hurmalar getiriirdi de... (Ravi İshak

f2291

sözlerine devam ederek bir önceki hadisin manasını (ifade eden sözler) söyledi.
Açıklama

Bu hadis-i şerifler içindeki kurtları çıkarmadan kurtlu hurma yemenin caiz olmadığını
ifade etmektedir. Çünkü kurtar pistir. Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'inde, "...Onlara güzel

[2301

şeyleri helâl, çirkin şeyleri haram kılar" âyetiyle pis şeyleri haram kılmıştır. Bu
mevzuda Aliyyü'I-Kârî şöyle diyor:

"Taberanî, hasen bir senetle İbn Ömer'den Hz. Peygamber'in hurmaların içinde kurt

[231]

araştırmayı yasakladığına dair merfu bir hadis rivayet etmişse de bu hadis yeni
hurmalar hakkındadır ve vesveseyi önlemek içindir. Hurmayı gözden geçirmeden
yemenin caiz olduğunu bildirmek için de öylemiş olabilir."
Bezlü'l-Mechûd yazan ise şöyle diyor:

"Her ne kadar Aliyyü'I-Kârî böyle demişse de, hadis-i şerifte kurtlu hurmaları
yemenin mekruh olduğu bildirildiğine göre; içinde kurt bulunması ihtimali kuvvetli
olan bir hurmayı iyice kontrol etmeden yemenin mekruh olması fakat içinde kurt
bulunması ihtimali zayıf olan bir hurmayı kontrol etmeden yemenin ise caiz olması,
içinde kurt bulunduğu kesin olarak bilinen bir hurmayı ayıklamadan yemenin de

r2321

haram olması gerekir. Bunun caiz ve tenzihen mekruh olduğu söylenemez."



43. (Toplu Halde) Yemek Yerken İki Hurmayı Birden Yemek

3834... İbn Ömer'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s. a), (iki hurmayı)
birleştirerek yeme) yi yasakladı ve: "Ancak (sofrada bulunan yemek) arkadaşlarının

[2331

izin vermeleri müstesnadır" buyurdu.
Açıklama

İmam Nevevî bu hadisi açıklarken şu görüşlere yer veriyor: "Bu hadisteki iki hurmayı
birden yemekle ilgili yasağın hükmü üzerine ulema ihtilâfa düşmüştür. Bazıları bu
yasağın haram ifade ettiğini ileri sürerken, bazıları kerahat ifade ettiğini, bazıları da bu
yasağa uymanın âdabtan olduğunu ileri sürmüşlerdir. Doğrusu ise bu yasakla ilgili
hüküm, duruma göre değişir.

Eğer hurma sofrada bulunan kimselerin ortak malı ise sofrada bulunan cemaatin
tümünün rızası olmadıkça iki hurmayı birleştirerek yemek haramdır. Cemaatin
rızaları, açıkça söylemek yahut sarahat yerini tutacak bir karine veya nazı geçme gibi
bir şeyle olabilir. Hepsinin razı olup olmadığında şüphe varsa çifter çifter yemek
haramdır.

Yiyecek içlerinden birine ait olursa yalnız onun rızası şarttır. Onun rızasını almadan
ikişer yemek haramdır. Fakat yiyecek sahibinin ikişer ikişer yemesi caizdir. Bununla
beraber sofrada bulunan kimselerden izin alması müstehabtır. Eğer yiyecek azsa ev
sahibinin misafirlerle beraber, eşit olarak yemiş olmak için, ikişer ikişer yemekten
kaçınması iyi olur. Yemek artacak kadar çok ve acele yemeyi gerektiren bir işi varsa o
zaman ikişer ikişer yemekte bir sakınca yoktur. Ancak edeb, açgözlülük ifade eden bu
tür davranışlardan kaçınmayı gerektirir."

Hattâbî, "Hurmayı veya başka bir yiyeceği ikişer ikişer kaldırarak yemenin
yasaklanması, müslümanhğm ilk devirlerinde yiyecek sıkıntısı çekildiği dönemlere
aittir. Bugün bu sıkıntı geçtiğinden söz konusu yasak da yürürlükten kalkmıştır"
demişse de İmam Nevevî, Hattâbî'nin bu görünüşünü reddederek kendi görüşünün

12341

doğru olduğunu beyan etmiştir.

44. Bir Sofrada İki Sebze Ve Meyveyi Birlikte Bulundurmak

3835... Abdullah b. Ca'fer'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a), hıyar ile yaş

12351

hurmayı birlikte yermiş.

3836... Aişe (r.anha)'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s. a) karpuzla yaş
hurmayı birlikte yerdi ve;

"Şunun sıcağını şunun soğuğuyla, şunun soğuğunu da şunun sıcağıyla kırıyoruz"
[2361 '

buyururdu.



3837... Büsr'ün Sülem kabilesine mensub (Abdullah ve Atiyye isimlerindeki) iki



oğlundan rivayet olunmuştur; dediler ki:

Rasûlullah (s. a) (bir gün) yanımıza geldi. (Kendisine) tereyağı ve kuru hurma ikram

r2371

ettik. Tereyağı ile kuru hurmayı (birlikte yemeyi çok) severdi.
Açıklama

Kıssa: Acur ve hıyar manalarına geldiği için burada bu iki manadan biri kastedilmiş
olması gerekir.

el-Bittüı: Kavun ve karpuz anlamına geldiği gibi kendisinden sonra ah-dar (yeşil)
sıfatı getirilirse karpuz, asfarr (sarı) sıfatı getirilirse kavun anlamına gelir.

r2381

Ancak Hafız Ibn Hacer, bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber'in kavunla hurmayı
birleştirerek yediğinden bahsedilmesine bakarak, burada bu kelimeyle karpuz değil
kavun kastedilmiş olması gerektiğini söylemektedir.

Fakat kavundaki soğukluk özelliği karpuzda da bulunduğundan burada bu kelimeyle

karpuz ve kavun kastedilmiş olması neticeyi değiştirmiş olmaz.

Bu hadis-i şerifler bir yemekte iki çeşit meyve veya sebze yemenin caiz-liğine delâlet

etmektedir.

İmam Kastalânî'nin açıklamasına göre, ulema bir yemek vaktinde iki çeşit sebze veya
meyve yemenin caizliğinde ittifak etmişlerdir.

Şurasını da ifade etmek isteriz ki bu bab ile 37. babı karıştırmamak gerekir. Çünkü bu
babda işlenen, bir yemek vaktinde iki çeşit sebze veya meyve yemek konusudur. 37.

r2391

babda işlenen ise bir yemek vaktinde iki çeşit yemek yeme konusudur.
45. Ehli Kitabın Kaplarında Yemek Yemek

3838... Câbir (r.a)'den şöyle dediği rivayet olunmuştur: Rasûlullah (s. a) ile birlikte
savaşa çıkar (ve savaşta) müşriklerin (yemek) kaplarından ve su kaplarından bazılarını
ele geçirirdik. (Yemek pişirirken ve su içerken) onlardan yararlandık. Bu hareketimiz-

[240]

den dolayı (Hz. Peygamber) bizleri hiç ayıplamadı.

3839... Ebû Salebe el-Huşenî'den rivayet olunduğuna göre;
Kendisi Rasûlullah (s.a)'a:

Biz (bazen) ehl-i kitapla karşılaşıyoruz, tencerelerinde domuz (eti) pişiriyorlar,
bardaklarında şarap içiyorlar. (Bu durumda bizim onların kaplarım kullanmamız caiz
olur mu)? diye sormuş. Rasûlullah (s. a) da:

"Eğer onlardan başka kaplar bulursanız bulduğunuz kaplarda yiyiniz içiniz. Fakat
başka kaplar bulamazsanız onların kaplarını suyla yıkayınız ve (onlarda) yiyiniz,
I24TI

içiniz" buyurmuş.
Açıklama



Hattâbî'nin açıklamasına göre, 3838 numaralı hadis-i şerif müşriklerin yemek ve su



kaplarından yemek yemenin ve su içmenin caizliğini ifade etmekle beraber, aslında bu
cevaz mutlak değildir. Bu bakımdan söz konusu cevazın 3839 numaralı hadiste
yeralan "başka bir kap bulamama" ve bir de "yıkama" şartlarıyla kayıtlı olduğunu
unutmamak gerekir. Binaenaleyh müşriklerin kaplarını kullanmanın caiz olabilmesi
için onlardan başka bir kap bulamamış olmak, ikinci olarak da onları temiz su ile iyice
yıkamak şarttır.

Onların suları ile elbiselerine gelince; eğer onlar pislikten sakınmayan, elbise
temizlemede idrar kullanan kavimlerden değillerse suları ve elbiseleri temiz sayılır.
Aksi takdirde pislik değmediği kesin olarak bilinmedikçe pis sayılır.
Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre, Şerhu'l-İkna' isimli eserde şöyle
deniyor:

"Eğer bu müşrikler ibadetlerini bir takım necasetler kullanarak yapmıyorlarsa onların
kaplarını kullanmak caizdir. Nitekim Fahr-i Kâinat Efendimiz, müşrik bir kadının
yolculukta kullandığı bir su kabından abdest almıştır."

Hz. Peygamber'in hicret yolculuğu esnasında Hz. Ebû Bekir'in müşrik bir çobana
sağdırdığı sütü o çobanın kabından içmesi de bunu gösterir.

Muğnî yazarı İbn Kudâme, mecûsilerle puta tapanların ehl-i kitap olmadıklarını
söylemiş; Mâliki ulemasından Kâdî de onların yemeklerinin ve yedikleri etlerin ölü
hayvan etinden hâli olmayacağı cihetle onların kullandıkları kapları kullanmanın caiz
olmayacağını bildirmiştir.

Ebu'l-Hattâb ise bu mevzuda ehl-i kitapla ehl-i kitap olmayan müşrikler arasında bir
fark görmemiştir ki İmam Yâfıî'nin görüşü de budur. Delili ise Hz. Peygamber'in ve
sahâbîlerinin müşrik bir kadının yolculukta kullandığı su kabından abdest almalarıdır.
Ahmed b. Hanbel'in bu mevzudaki görüşü de Kâdî'nin görüşü gibidir.
Hanefî ulemasından el-Aynî de bu mevzuda şöyle diyor: "Aslında ehl-i kitap ile
mecusilerin kapları temizdir. Bununla beraber yıkanması müstehaptır. Pis olduklarının
kesin olarak bilinmesi halinde bu kapları yıkamak icab eder."

Nitekim 3839 numaralı hadiste, "Onlar tencerelerinde domuz pişiriyorlar... (onların
kaplarını kullanalım mı)?" sorusuna karşılık Hz. Peygamber'in,"Başka bir kap
bulamazsanız onları yıkayınız ve onlardan yiyiniz, içiniz"
karşılığını vermesi de bu görüşü teyid eder.

Bu hususta Ahmed Davudoğlu ise şöyle demektedir: "Bu tafsilat, başka kap
bulunduğu zaman ehl-i kitabın kaplarım kullanmanın mekruh olmasını iktiza eder.
Halbuki fukaha ehl-i kitabın kaplarından başkası bulunsun bulunmasın, yıkamak
şartıyle bu kaplardan yiyip içmenin kerahatsiz caiz olduğunu söylemişlerdir.
Bu meselenin cevabı şudur: Yasaklanmadan murad içerisinde domuz eti pişirilen
kaplarla şarap kaplarıdır. Bunlar yıkandığı halde kullanılmasının yasak edilmesi,
iğrençliğinden ve pislik konmak için hazırlanmış olduklanndandir. Fukahamn muradı

\242]

ise, küffârm ekseriyetle necasette kullanmadıkları kaplardır."
46. Deniz Hayvanlarının Etlerini) Yemek
3840... Câbir (r.a)'den rivayet olmuştur; dedi ki:

Rasûlullah (s. a) bizi (Habat gazasına) göndermişti. Ebû Ubeyde b. el-Cerrah'i da
başımıza komutan tayin etmişti. Kureyş'in bir kervanı ile karşılacaktık. Bir dağarcık
hurmayı bize azık olarak vermiş, verecek başka bir şey de bulamamıştı.



Ebû Ubeyde b. el-Cerrah, her birimize bu hurmalardan (sadece) birer tane veriyordu.
Biz de onu çocuğun meme emdiği gibi emiyorduk, sonra da üzerine bir su içiyorduk.
Bu bize o gün geceye kadar yetiyordu. Bir de sopalarımızla (selem) ağac(mm)
yaprağına vuruyorduk; (düşen) yaprağı su ile ıslatıp yiyorduk. (Nihayet) denizin
kenarına vardık. (Denizin kıyısında) kum yığını gibi büyük bir cisim yükselmeye
başladı. Yanma vardığımız zaman bir de ne görelim, anber denilen balıkmış. Ebû
Ubeyde (onu görünce); "Bu bir leştir ve bize helâl değildir" dedi. Sonra, "Hayır, biz
Rasûlullah (s.a)'m elçileriyiz ve Allah yolunda (sefere çıkmış durumda)yız; ve siz
buna şiddetle muhtaçsınız. Binaenaleyh (bunu) yiyiniz" dedi. Biz orada bir ay kadar
kaldık. Üç yüz kişi idik. Hatta bu balıktan yiye yiye semizleşmiştik. (Rasûlullah)
(s.a)'a dönünce bu durumu ona anlattık.

"O Allah'ın sizin için çıkardığı bir rızıktır. Yanınızda onun etinden biraz var mı ki
ondan bize de yediresiniz" buyurdu.

[243]

Bunun üzerine biz (ondan bir kısmım) gönderdik, (Hz. Peygamber de onu) yedi.
Açıklama

Hadis-i şerifte anlatılan hâdise, hicretin 8. senesinde yapılan Sîfu'l-Bahr (deniz
kenarı) gazvesi diye anılan sefer sırasında vuku bulmuştur. Sefer sırasında sahâbiler
açlıktan ağaç yaprakları yedikleri için bu askerlere Ceyşü'l-Habat (yaprak askerleri) ve
bu sefere Habat Gazvesi de denir.

Bu sefer müslümanlarla savaş halinde bulunan Cüheynelilerle çarpışmak ve
müslümanlarla barış halinde bulunan Kureyşlilere ait bir kervanı Cü-heynelilere karşı
korumak için yapılmıştır.

Gerçi Hudeybiye Muahedesi, Kureyş kervanını korumak vazifesini müs-lümanlara
yüklemiyordu ama Kureyş kervanının Cüheynelilerin eline geçmesi bunları
güçlendireceği için müslümanlar bu kervanın onların eline geçmesini önlemek

f2441

mecburiyetinde idiler.

Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre, ihtimal ki Ebû Ubeyde ve etrafındaki
sahâbiler, ölü hayvan eti yemenin haram olduğunu biliyorlar, fakat deniz
hayvanlarının ölüsünü yemenin helâl olduğunu bilmiyorlardı. Sonradan, kendilerinin
zaruret halinde bulunduklarını göz önünde bulundurarak bu yolculukta onu
yiyebileceklerine hükmettiler ve yediler. Hz. Peygamber, o balıktan yemek suretiyle
ölü balık etinin zaruret hali olmadan da yenilebileceğini göstermiş oldu.
Eğer zaruret haline binaen böyle bir ictihadda bulunmuş olsalardı, "zaruretler kendi

12451

miktarlarmca takdir olunurlar" kaidesince ondan doyasıya yememeleri gerekirdi
diye itiraz edilirse; "Onlar Allah yolunda ve Allah ve Rasûlünün hizmetinde
bulundukları sürece bundan doyasıya yiyebileceklerine dair ictihadda bulunarak böyle
hareket etmiş olabilirler" şeklinde cevap verilebilir.

Esasen 3817 numaralı hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi, zaruret halinde bulunan
bir kimsenin açlığını giderinceye kadar leşten yiyebileceğini söyleyen fıkıh âlimleri de
vardır. Bu yönüyle bu hadis-i şerif bu görüşte olan ulemanın görüşünü teyid
etmektedir.

Bu mevzuda gelen hadislerde, söz konusu sefere katılan sahâbilerin yanlarına aldıkları



yiyecekler konusundaki rivayetler çeşitlidir. Kimisinde "yiyeceklerimizi boynumuzda
[2461

taşıyorduk" derlerken, kimisinde "Ebû Ubeyde yiyeceklerini bir kaba

f2471

topladı" kimisinde de, "bize birer tutam verdi, sonra birer hurma vermeye
[2481

başladı" denilmektedir.

Kadı Iyaz bu ifadelerin arasını şöyle uzlaştirmıştır: "Peygamber (s. a) bu zevatın
yanlarında olan yiyeceklerinden başka kendilerine bir kap kuru hurma vermişti.
İhtimal ki onların yiyecekleri arasında bu dağarcıktan başka hurma yoktu. Ebû
Ubeyde'nin onlara birer hurma vermesi yanlarındaki yiyecekler bittikten
T2491

sonradır."
Bazı Hükümler

1. Orduya mutlaka bir komutan lâzımdır.

2. Asnab-ı kiram son derece kanaatkar ve sabırlı idi.

3. Peygamber zamanından sonra da olduğu gibi onun zamanında da ictihad yapmak
caizdir.

4. Denizde yaşayan hayvanların ölüsü mubahtır. Balık hususunda söz yoksa da
denizde yaşayan diğer hayvanlar hakkında ihtilâf vardır.

İmam A'zam'a göre balıktan başka deniz hayvanı yenmez; balığın da sebepsiz öleni
yenmez. Şâfiîlere göre kurbağa yenmez. Çünkü öldürülmemesi hakkında hadis vardır.
Kurbağadan maada hayvanların yenilip yenilmeyeceği hususunda üç vecih vardır.
Essah olan veçhe göre hepsi yenir.

Kurbağadan gayri deniz hayvanlarının etlerini yemenin mubah olduğu Hz. Ebû Bekir,
Ömer, Osman ve İbn Abbas (r.a)'dan rivayet olunmuştur. İmam Mâlike göre kurbağa

12501

da dahil olmak üzere bütün deniz hayvanları yenir.

47. İçine Fare Düşen Yağı Yemenin Hükmü

3841... Meymûne (r.anha)'den rivayet olunduğuna göre;

Bir fare yağ içine düşmüş ve (hâdise) Peygamber (s.a)'e haber verilmiş. Bunun üzerine
(Rasûlullah);

[251]

"(Fareyi ve) etrafını atınız ve (kalan kısmı) yiyiniz" buyurmuştur.

3842... Ebû Hureyre(r.a)'denRasûlulllah (s.a)'m şöyle dediği rivayet olunmuştur:
"Yağ içine bir fare düştüğü zaman (bakınız) eğer (yağ) sıvı ise ona
yaklaşmayınız."

(Bu hadisin ravisi) Hasen (b. Ali) dedi ki: Abdürrezzak (şöyle) dedi: "Bu hadisi
genellikle Ma'mer ZührVden o da Übey b. Abdullah' dan o da Meymûne (r.anha)'dan o

I252J

da Peygamber (s.a)'den rivayet etmiştir."



3843... İbnü'I-Müseyyeb'den rivayet edilen bir önceki Zührî hadisinin bir benzerini de
Ahmed b. Salih ile Abdürrezzak (şu senetle) rivayet ettiler: Abdurrahman b.
Bûzeveyh, Ma'mer, ez-Zührî, Ubeydullah b. Abdullah, İbn Abbas, Meymûne,
1253]

Peygamber (s. a).
Açıklama

Hattâbî, bu hadis-i şerifleri açıklarken şöyle diyor:

"Metinde geçen "ona yaklaşmayınız" sözü iki manaya gelebilir:

1) İçine fare düşen erimiş bir yağa asla yaklaşmayınız. Binaenaleyh onu yiyip içmek
caiz olmadığı gibi aydınlanmak için lamba gazı olarak ya da gemileri yağlamakta yağ
veya boya olarak kullanmak veya satmak da caiz değildir.

2) Böyle bir yağı sakın yeme ve içmede kullanmayınız, ama yeme ve içmenin dışında
ondan faydalanabilirsiniz."

Tuhfe yazarı da bu mevzuda şu görüşlere yer veriyor: "Bu hadis-i şerif, suyun
dışındaki sıvıların, az olsun veya çok olsun, içlerine bir fare düşmekle pisleneceklerine
delâlet etmektedir.

Ancak su böyle değildir. Çünkü az sular içlerine fare düşmekle pislenirlerse de çok
sular farenin düşmesiyle renklen, kokulan ve tatlarında bir değişme olmadıkça
pislenmezler.

Zeytinyağına gelince, içine fare veya başka bir pislik düşerse onun da pisleneceğine ve
bu haliyle yenmeyeceğine ulema-ittifak etmişlerdir. Fakat böyle bir zeytinyağını
satmanın caiz olup olmadığı ulema arasında ihtilaflıdır. Ulemanın ekserisine göre onu
satmak da caiz değildir. Ancak İmam Ebû Hanîfe, onun satışını caiz görmüşlerdir.
Ondan yeme içme dışında faydalanmanın caiz olup olmadığı meselesi de ulema
arasında ihtilaflıdır. Ulemadan bir topluluk, "ona yaklaşmayınız" sözüne bakarak,
ondan başka türlü faydalanmanın da yasak olduğunu söylemiştir. İmam Şafiî'nin bu
mevzuda ileri sürdüğü iki farklı görüşten biri böyledir.

Ulemadan diğer bir topluluğa göre ise ondan aydınlanmada lamba gazı, boyacılıkta
yağ olarak faydalanmak caizdir.

İmam Ebû Hanîfe'nin görüşü böyle olduğu gibi, İmam Şafiî'den gelen rivayetlerin en

12541

sağlamı da böyledir."

Hanefî mezhebinde içerisine pislik düşen sıvıların temizlenmesi için bir de kaynatma
ve oyma yolları vardır ki bunu merhum Mehmed Zihni Efendi şöyle anlatır:
"Yüzeyi yüz arşından küçük olan sıvı maddelere necaset isabet etmesinde; meselâ
pekmez, bal ve süt gibiler üç defa kendi misli kadar su ile kendi miktarları kalıncaya
kadar kaynatmakla temizlenir.

Oyarak temizleme: Bu türlü temizlik donmuş yağ gibilerde yapılır. Donmuş olan yağ
ve ağda gibilere necaset isabet ettiğinde yalnız orası pislendiğinden çevresiyle birlikte
oyularak alınıp atılır. Gerisi temiz kalır.

Yağın sıvısı katısından çok oldukça necasetin dokunması hepsini pislendirmiş
olacağından ancak su ile yıkanarak temizlenir. Pekmez gibi olanlar ise kaynatılarak
temizlenir. Meğer ki A ağ ve pekmez havz-ı kebir büyüklüğünde ola. O takdirde havz-ı

[2551

kebir hükmüne göre amel edilir."



Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre; "Eğer farenin düştüğü anda yağın erimiş
halde mi katı halde mi yoksa yarısı katı yarısı sıvı halde mi olduğu kesin olarak
bilinmiyorsa farenin yağa, katı iken düştüğü kabul edilir. Çünkü Hz.Peygamber böyle
yapmıştır.

Bir pisliğin bir yağın içine ne zaman düştüğü bilinmediği zaman ise, "Bir emr-i

[256]

hadisin akreb-i evkatma izafeti asıldır" kaidesine uyularak o anda düşmüş

12571

olduğuna hükmedilir."

48. İçine Kara Sinek Düşen Bir Yemeği Yemek

3844... Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet olunduğuna göre, Rasûlullah (s. a) şöyle
buyurmuştur:

"Birinizin (içinde sulu yemek bulunan) kabına kara sinek düştüğü vakit onu (tamamen
yemeğin içine) batmniz. Çünkü onun bir kanadında hastalık (yapan mikrop), diğerinde
de şifa vardır ve o (tehlikelerden) içinde hastalık bulunan kanadıyla korunur. (Bu
nedenle yemeğe bu kanadıyla düşer, diğer kanadı ise dışarda kalır). Binaenaleyh (şifalı
kanadındaki şifayı yemeğe bırakarak öbür anadıyla bıraktığı hastalığı tesirsiz hale

12581

getirmek için) onun her tarafını (yemeğe) hatırınız."
Açıklama

Bu hadis-i şerifi açıklarken Hattâbî şöyle diyor:

"Hadis-i şerif, köpek gibi hakkında pis olduğuna dair şer'î bir delil bulunmayan tüm
hayvanların vücutlarının temiz olduğuna ve sinek gibi akar kanı olmayan canlıların,
içine düştükleri sıvıları pisletmeyeceklerine delâlet etmektedir.

Ulemanın pek çoğunun görüşü budur. Ancak İmam Şafiî'nin bu mev-zudaki iki
görüşünden birine göre, bu canlılar içine düştükleri az miktarda sulan pisletirler.
Yahya b. Ebû Kesîr'in de akrebin içine düştüğü az suyu pislediğini söylediği rivayet
edilmiştir. Ulemanın büyük çoğunluğu ise aksi görüştedir.

Bazı kimseler, sineğin bir kanadında zehir bir kanadında da şifa bulunmasını akıllarına
siğd ıramı yarak bu hadisi tenkid etmeye yeltenmişlerdir.

Oysa bunun sayılamıyacak kadar örnekleri vardır. Her hayvanın vücudunda soğuk ve
sıcak, kuruluk ve yaşlılık gibi birbirine zıt unsurların bulunduğu herkesin malumudur.
Yüce Allah bu zıt unsurların arasını uzlaştırarak sahipleri için faydalı bir kuvvet haline
getirmiştir. Akıllı insana düşen; karnında bal iğnesinde zehir taşıyan arıya bal ve petek
yapmasını öğreten yüce Allah'ın, sineğe kendisini zehirli kanadıyla savunmasını
öğretebileceğim kabul ederek hak ve hakikati inkâra yeltenmemek, hâdiselere ibret

£2591

nazariyle bakmaktır. Kulluğun ve imtihanın gereği de budur."

49. Yere Düşen Lokma(Yı Yemek)

3845... Enes b. Mâlik (r.a)'den rivayet edildiğine göre;

Rasûlullah (s. a) yemek yediği zaman parmaklarını üç defa yalar ve şöyle buyururdu:



"Biriniz lokması (yere) düştüğü zaman (bulaşan toz, toprağı) ondan gidersin ve onu
yesin. Şeytana bırakmasın." Sonra bize yemek kabını silmeyi emrederek şöyle
buyurdu:

"Şurası bir gerçek ki, hiç biriniz yemeğinin neresinin kendisi için bereketli olduğunu
r2601

bilemez."
Açıklama

Hadis-i şerifte, yemek yerken şu üç şeye riayet edilmesi gerektiği ifade buyuruluyor:

1- Kişi yemekten sonra parmaklarına bulaşan yemek artıklarını yalaman, bu artıkları
kendi hallerine bırakmamalıdır.

2- Yere düşen lokmayı yerden alıp üzerine bulaşan tozları giderdikten sonra onu
yemeli, şeytana bırakmamalıdır.

3- Yemek kabının dibinde kalan artıkları iyice silip yemelidir. Hadis-i şerifte bu
şekilde hareket etmemizi gerektiren hikmet ise, "Hiç

biriniz yemeğinin neresinin kendisi için bereketli olduğunu bilemez" cümlesiyle
açıklanmaktadır.

Bu durumda yemek yiyen kimsenin, yediği yemeğin parçalarından kalan kısımları,
kırıntıları toplayıp yemesi gerekir. Bu hem yemekteki manevi bereketi elde etmemizi
sağlar, hem de nimete şükür borcunun ödenmesine ve dolayısıyla nimetin

[26i]

ziyadeleşmesine vesile olur.
Bazı Hükümler

1. Zararlı hayvanın zararından sakınmak için onları öldürmek caizdir.

2. Yemeğin bereketini elde etmek için yemekten sonra kendileriyle yemek yenen
parmaklan yalamak müstehaptır. Zahirîlere göre farzdır.

3. Yemekten sonra yemek kabında kalan artıkları orada bırakmayıp yemek ve yere
düşen lokmayı alıp tozunu silkerek yemek müstehaptır.

4. İnsanlar gibi yiyip içen şeytanlar vardır.

f2621

5. Şeytanlar insanlara daima musallat olmaya çalışırlar.
50. Hizmetçinin Efendi(si) İle Birlikte Yemek Yemesi

3846... Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet olunduğuna göre, Rasûlul-lah (s. a) şöyle
buyurmuştur:

"Birinizin hizmetçisi, dumanına ve sıcağına katlanarak kendi- sine'bir yemek hazırlayıp
getirecek olursa (yemeği kendisi ile birlikte) yemesi için onu yanma .oturtsun. Şayet

I263I

yemek az olursa eline bir yada iki lokma koyuversin.
Açıklama



Bu hadis-ı şerifte, bir insanın, kendisine bir takım güçlüklere katlanarak yemek



hazırlayıp gelen hizmetçisini yanma oturtup yemeği onunla beraber yemesi, yemeğin
az olması halinde ise hiç olmazsa yemekten birkaç lokmayı onun eline
tutuşturuvermesinin müstehab olduğu anlatılmaktadır.

Hadis-i şerifte, yemeğin az olması halinde efendinin hizmetçisinin eline bir iki lokma
tutuşturuvermekle sorumluluktan kurtulacağı ifade edildiğinden, Hattâbî bu hadisin;
efendinin kendi yediğini aynen hizmetçisine yedirmesinin farz olmadığına, fakat
müstehab olduğuna delâlet ettiğini söylemiştir. Hattâbî'ye göre, efendiye farz olan
hizmetçinin karnını doyurmak ve avret mahallerini örttürüp soğuk ve sıcaktan
koruyacak şekilde giydirmektir. Kaliteli yemek yedirmek ve kaliteli giydirmekle
mükellef değildir.

İbn Münzir'in açıklamasına göre, tüm İslâm uleması hizmetçiye bulunduğu çevrede

[264] '

herkesin yediği yiyeceklerden yedirmenin farz olduğunu söylemişlerdir.
51. (Yemekten Sonra Eli) Mendil(le Sümek)

3847... İbn Abbas (r.a)'dan rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s. a) şöyle
buyurmuştur:

"Biriniz (yemeğini) yediği zaman elini yalamadıkça yahutta yalatmadıkça mendille
[2651

silmesin."

3848... (Abdurrahman b. Kâ'b b. Mâlik'in) babasından rivayet olunduğuna göre;

f2661

Rasûlullah (s. a), (yemeğini) üç parmakla yermiş ve yalamadıkça elini silmezmiş.
Açıklama

Bu babda geçen hadis-i şerifler yemeği üç parmakla yemenin ve yemekten sonra elleri
yıkamadan veya mendile silmeden önce ele bulaşmış olan yemek kırıntılarını
yalamanın Hz. Peygamber'in âdet-i seniyyelerinden olduğu ifade buyurulmaktadır.
Hanefî ulemasından Aliyyü'l-Kârî'nin açıklamasına göre;

"Bir veya iki parmakla yemek kibir alâmetidir. Dört parmakla yemek ise yemeğe
düşkünlük ve hırs alametidir. Şeytan yemeğini iki parmağı ile yer. Bu bakımdan
Rasûl-i Zişan Efendimiz yemeklerini sürekli üç parmağıyla yermiş. Ancak mazeret
hallerinde veya üç parmağın yeterli olmadığı bazı yemekleri dört parmakla yemenin
caiz olduğunu göstermek için dört parmakla yediği de olmuştur.
Bu sebeple ulema yemeği üç parmakla yemenin müstehab olduğunu, zaruret
olmadıkça dördüncü ve beşinci parmaklan kullanmaktan kaçınılması gerektiğini
[2671

söylemişlerdir.

Yemekten sonra parmaklan yalamak ise 3845 numaralı hadisin şerhinde de
açıkladığımız gibi, yemeğe saygı ile ilgili olduğu kadar yemeğin bereketinin neresinde
olduğu yani yenen kısımda mı, yoksa parmaklara bulaşan kısımlarda mı olduğunun
bilinememesiyle ilgilidir. Binaenaleyh yemeğin bereketi şayet parmağa bulaşan
kısımda ise onu yalamadan silen kimse bu yemeğin feyzinden mahrum kalacaktır.
Meselenin ehemmiyetine binaen müslümanlar yemekten sonra parmaklarını yalamaya



teşvik edilmiş ve bir hadiste; "Yemekten sonra yemek kabını ve parmaklarını yalayan

r2681

kimseyi Allah dünyada da âhiretle de doyurur" buyurulmuştur.

Ulema bu emre uymanın müstehap olduğunu söylemiştir. Hadis-i şerifte geçen,
"yahutta yalatmadıkça" anlamındaki söz, insanın yemekten sonra elindeki bulaşığı

um

koyun keçi gibi bir hayvana yalattırmasmm da caiz olacağına delâlet etmektedir.
52. Kişi Yemeğini Yiyince Nasıl Dua Eder?

3849... Ebû Ümame (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Sofra (üzerinde bulunan
yemekler yenip kaplar) kaldırılınca, Rasûlullah (s.a);

"Çok samimi, bereketli, (bizim kusurumuzdan dolayı da) yetersiz (olan),
bırakılamayan ve kendisine ihtiyaçtan kurtulmak mümkün olmayan hamd Allah'adır,

T2701

(ey) Allah(im)" diye dua edermiş.

3850... Ebû Saîd el-Hudrî'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a) yemeğini
bitirince şöyle dua edermiş:

"Bizi doyuran, bize içiren ve bizim müslümantardan olmamızı sağlayan Allah'a
£2711

hamdolsun."

3851... Ebû Eyyub eî-Ensârî'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a) (bir şey)
yediği veya içtiği zaman;

"Yediren, içiren ve yedirip içirdiği şeyi kolaylıkla boğazdan geçirip hazmettiren ve

r2721

artıkları için bir çıkış yolu yaratmış olan Allah'a hamdolsım" diye dua ederdi.
Açıklama

Hattâbî, metinde geçen kelimesinin "Allah" kelimesinin sıfatı olduğunu kabul ederek:

r2731

"...yediren (fakat kendisi) yedırilmeyen" âyetinin ışığı altında bu kelimeye, "O
Allah ki, herşeye yeter, yedirir, içirir, fakat kimse ona yedirip içiremez ve yetemez"

r2741

manasını vermiştir, kelimesine ise, "Rabbin seni bırakmadı ve danlmadı"
âyetinin ışığında, "O Allah ki, kendisinden istemek, elinde bulunan nimetlere rağbet
etmek asla terkedilemez." manası vermiştir.

Yine Hattâbî'ye göre metinde geçen kelimesi "Her zaman kendisine müracaat edilen"
anlamına gelmektedir ki kastedilen yüce Allah'dır.

Ancak bazı sarihler bu kelimelerin "el-hamdu" kelimesinin mefulu mut-lakı

12751

durumunda olan mahzuf bir mastarın sıfatı olduğunu kabul etmişlerdir.
Tercümemizde biz de bu görüşü esas aldık.

Bütün bu hadis-i şerifler yemekten sonra Allah'ın vermiş olduğu dünyevî nimetlere ve
uhrevî nimetlerden olan iman nimetine şükretmenin ve bu nimetleri dile getirmenin



müstehap olduğuna delâlet etmektedir. Bu ise "El-hamdülillahillezi et'amane ve
sekâna ve caalenâ minel müslimîn" demekle
yerine gelmiş olur.

Bu konuda İsmail Lütfı Çakan şöyle demektedir:

"Fesahat, muktezây-i hale göre ifade-i meramda bulunmak, belagat ise kavuşulan
nimete göre teşekkürde bulunmak, dua etmek de Allah katında makbuliyet demektir.
Yemek bir nimettir. Doymuş olmanın değerini açlık çekene sormak gerekir. Yemeğin
boğazdan rahatlıkla geçmesi ve hazmedil-mesi en az yemek bulabilmek kadar hatta
ondan da büyük bir nimettir. Lokması boğazında kalmış bir insanın ızdırabmı tasavvur
etmek veya yediği yemeği hazmedemiyen bir sindirim sisteminin vereceği elemi hayal
etmek yapılacak en güzel duanın Hz. Peygamber'in yaptığı bu dualar olduğunu
anlamak için yeterlidir.

Bütün bunların ötesinde boşaltım aygıtının bulunması ve normal olarak görev yapması
başlıbaşma fevkalâde bir nimettir. Yiyen, hazmeden ve fakat artıkları dışarı atamayan
bir vücudun elem ve ızdırabmı ifade edebilmek mümkün değildir.
Seçili ve kafiyeli, uzun uzun ve müretteb sofra dualarında böylesine kısa ve fakat

12761

ihatalı, gerçekten şükür ifade eden bir dua bulmak mümkün müdür?"

53. Yemekten (Sonra) El Yıkama

3852... Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s. a) şöyle
buyurmuştur:

"Elinde yemek artığı ve kokusu varken onu yıkamadan uyuyup da (uykusu esnasında)
kendisine zararlı bir böcek ilişen kimse, (başına gelenden dolayı) kendisinden başka

f2771

kimseyi suçlamasın."
Açıklama

Gamar; yağ, kir ve et kokusu anlamlarına gelen bir kelimedir. Türkçede yemek artığı
ve yağları olarak ifade edilir.

Yemek bulaşıklarından hoşlanan bazı haşereler, yemek yeyip ellerini yıkamadan
uyuyan bir kimsenin uykuda bulunmasını fırsat bilerek üzerine çullanırlar ve elinde
bulunan yemek bulaşıklarını yemek isterler. Bu sırada onun vücudunu da ısırarak
kendisini zehirleyebilirler.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif; özellikle uykuya varacak kişilerin yemekten
sonra ellerindeki yemek artıklarını yıkamalarının diğer yemeklerden sonra el

r2781

yıkamaya nisbetle daha da büyük bir önem kazandığına dikkati çekmektedir.

54. Yemekten Sonra Yemek Sahibine Dua Etmek
3853... Câbir b. Abdullah' dan rivayet olunmuştur; dedi ki:

Ebu'i-Heysem b. et-Teyyihân, Peygamber (s. a) için bir yemek hazırlamıştı. Peygamber
(s. a) ile sahâbîlerini (bu yemeğe) çağırdı. (Yemeği) bitirdikleri zaman (Hz. Peygamber
sahâbîlerine):



"Kardeşinizi (bu ziyafetten dolayı) mükâfatlandırınız" buyurdu. (Sahâbîler):
Ey Allah'ın Rasûlü, onu mükâfatlandırmak nasıl olur? dediler. (Hz. Peygamber de):
"Bir adamın evine gidilir, yemeği yenir, içeceği içilir; sonra (yiyip içen kimseler) ona

f2791

dua ederlerse, işte bu onu mükâfatlandırmaktır" buyurdu.
3854... Enes (r.a)'den rivayet olduğuna göre;

Peygamber (s. a), Sa'd b. Ubâde'ye (misafir olarak) gelmiş. (Sa'd da) kendisine ekmek
ve zeytinyağı ikram etmiş. Peygamber (s. a) (bunları) yedi(kten) sonra:
"Sizin yanınızda oruçlular iftar ettiler. Yemeğinizi salih kimseler yedi ve melekler de

r2801

sizin için dua ettiler" buyurmuş.
Açıklama

Bu hadis-i şerifler, bir yemeğe davet edilen kimsenin yemekten sonra ev sahibine dua
etmesinin müstehab olduğunu, bu duanın ev sahibine büyük manevî mükâfat
kazandıracağını; müslümanlara ziyafet veren kimselere meleklerin de duacı olduğunu
[281]

ifade etmektedir.



m

Buharı, nikâh 71; Müslim, nikâh 96, 97,98; İbn Mâce, nikâh 25; Dârimî, nikâh 23; Mu-vatta, nikâh 49; Ahmed b. Hanbel, II, 20, 22, 37.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/363.

m

Müslim, nikâh 98; İbn Mâce, nikâh 25.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/363-364.

LU

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/364.

İÜ

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/364.

[51

Müslim, nikâh 105, 106; İbn Mâce, sıyâm 47.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/364.
[61

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/365.

LU

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/365.

[8]

Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih, XI, 348.

[21

Davudoğlu, A. Sahih-i Müslim Tercemesi ve Şerhi, VII, 308-309.
[10]

Aynî, el-Binâye, IX, 202.

LLU

Yeniçeri, C, el-İhtiyâr Tercümesi, 308.

[121

ÖN. Bilmen, Büyük tslâm İlmihali, 302.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/365-367.
1131

Buharî, nikâh, 68, 69; Müslim, nikâh 90, 91 ; İbn Mâce, nikâh 24; Ahmed b. Hanbel, III, 172, 227.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/367-368.
UH

Tirmizî, nikâh II; İbn Mâce, nikâh 24.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/368.
[151

el-İhtiyar li talilil Muhtar, IV- 176.

[161

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/368-369.



[17]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/369-370.

um

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/370.

ri9i

Dr. Ahmed eş-Şerbasî, Yes'ehmeke, V, 101.

[201

Celâl Yeniçeri, el-İhtiyâr Tercümesi, 308.

[21]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/370-371.

[22]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/371.

[23]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/371.

[211

Buharı, edeb 31, 85, rikâk 23; Müslim, lükata 14, 15, iman 74, 75, 77; Tirmizî, birr 43, kıyâme 50; İbn Mâce, edeb 5; Dârimî, et'ime 11; Muvatta,
sıfâtü'n-nebî 22; Ahmed b. Hanbel, Fi, 174, 267, 269, 433, 463, III, 76, IV, 3 1, V, 412, VI, 69, 384, 385.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/371-372.
[25J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/372-373.

[26J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/373.

[271

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/373-374.

[281

Ebû Dâvûd, edeb 1 6.

£221

el-Münavî Abdurrauf, Feyzü'l-Kadîr, IV, 260-261.

[30]

Davudoğlu, A., Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, VIII, 445.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/374-375.
[31]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/375.

[32]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/375-376.

1331

Ebû Dâvûd, lukâta, 1, hudûd 40; Tirmizî, buyu 54; Nesâî, kat'üssârik 12, ticârât 67.

[341

Avnü'l-Ma'bûd, X, 217.

[35]

Davudoğlu, A., Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, VIII, 446.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/376-377.
[36J

Nisa, (5) 29.

[371

Nûr, (24)61.

[381

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/378-379.

[3£1

Şu'ara, (26) 100-101.

[40]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/379-380.

[411

Mâide, (5) 5.

[42]

Meylani Ahmed, Bidâyetü'l-Müctehid Tercümesi, 1,670.

[431

En'am, (6) 121.

[44]

En'am, (6) 118

[451

Buharı, şerîket 3, 6, zebâih 15; Müslim, edâhi 20.

[46]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/380-381.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/381.

[481

Bakara, (2) 188.

[491

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/382.

[501

İbn Mâce, et'ime 56.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/382-383.



[511

Hatipoğlu, H, Sünen-i İbn Mâce terceme ve Şerhi, IX, 112-113.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/383.
[52]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/384.

[531

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/384.

[541

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/385.

[551

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/385-386.

[561

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/386.

[571

Ö. N. Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, 226.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/386-388.
[581

Tirmizî, et'ime 40; Nesâî, tahâre 100; İbn Mâce, et'ime 5; Ahmed b. Hanbel, I, 283, 359.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/388.
[591

Mâide, (5) 6.

[601

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/388-389.

[611

Concordance'da bu bâb'a numara verilmemiştir.

[621

Tirmizî, et'ime 39; Ahmed b. Hanbel, I, 441.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/389.
[63J

Aliyyü'l-Kârî, Şerhu' Ayni'l-İlm ve Zeyni' 1 -Hilm, I, 273.

[641

A.g.e., 272.

[651

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/390.

[661

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/391.

[621

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/391.

[681

Buharı, et'ime 21, menâkıb 23; Müslim, eşribe 187, 188; Tirmizî, birr 84; Ahmed b. Hanbel, II, 467, 474, 479, 481, 495.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/391-392.
[6?J

AliyyüT-Kârî, AynüT-İIim, I, 272.

[701

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/392.



İbn Mâce, et'ime 17.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/392-393.
[721

el-Münavî, Feyzu'l-Kadîr, I, 172; Ziyâüddin el-Gümüşhanevî, Levâmiü'l-Ukûl, I, 122.

[731

Süyûtî, Câmiü's-Sağîr, II, 56.

[741

Nûr, (24)61.

[751

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/393-394.

[761

Müslim, eşribe 103; İbn Mâce, dua 19; Ahmed b. Hanbel, III, 346, 383.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/394-395.
[771

Aliyyü'l-Kârî, a.g.e., 277.

[IH

Mevsılî, el-İhtiyâr, IV, 174.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/395-396.
[791

Müslim, eşribe 102; Ahmed b. Hanbel, V, 383, 398.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/396-397.
[M

Davudoğlu, A. Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 317.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/397.
[811

Tirmizî, et'ime47; İbn Mâce, et'ime 7; Dârimî, et'ime 1 ; Ahmed b. Hanbel, VI, 143 208, 246, 265.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/397-398.



İM

Nesâî, Amelü'I- Yevmi ve'l-Leyleti, s, 262, hadis no; 282.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/398-399.
[83J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/399.

[841

Buharı, et'ime 13; Tirmizî, et'ime 28; İbn Mâce, et'ime 6; Dârimî, et'ime 31; Ahmed b. Hanbel, IV, 508, 309.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/399.
İM

Buharı, ahkâm 43; tbn Mâce, mukaddime 21; Ahmed b. Hanbel, II, 125, 127.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/400.
[86J

Müslim, eşribe 148; Ahmed b. Hanbel, III, 180.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/400.
[871

Allyyü'l-Kârî, Aynü'l-İlm ve Zeynü' 1 -Hilm, I, 275.

İM

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/400-401.

[891

Tirmizî, et'ime 12; Ibn Mâce, et'ime 12; Dârimî, et'ime 16; Ahmed b. Hanbel, I, 270, 343, 345, 364, III, 490.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/401-402.
[901

İbn Mâce, et'ime 6.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/402.
[911

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/403.

[921

İbn Mâce, et'ime 62.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/403-404.
[931

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/404.

[941

ez-Zehebî, Mîzanü'l-İ'tidâl, I, 403.

[951

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/404-405.

[96J

Müslim, eşribe 105-107; İbn Mâce, et'ime 8; Tirmizî, et'ime 9; Muvatta, sıfârü'n-nebî 5, 6;Dârimî, et'ime 9; Ahmed b. Hanbel, II, 8, 33, 80, 106,
128, 135, 325, 349, III, 202, 254, 293, 297, 322, 327, 334, 344, 357, 362, 387, IV, 45, 46, 50, 383, V, 311, VI, 77.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/405.
[971

Müslim, eşribe 107.

[981

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/405-406.

[921

Davudoğlu, A. Salih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 324.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/406.

rıooı

Buhan, nikâh 64, et'ime 2, 3; Müslim, eşribe 108, 109; Tirmizî, el'ime 47; Nesâî, nikâh 84; İbn Mâce, et'ime 11; Dâritnî, et'ime 1, 15; Muvatta,
sıfâtün'n-nebî 32; Ahmed b. Hanbel, IV. 26, 27.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/406.

[îoıı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/407.

[102]

A. Davudoğlu, A.g.e., IX, 324.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/407.
[103]

Tirmizî, et'ime 32; Nesâî, sıyâm 43; Dârimî, et'ime 30; Ahmed b. Hanbel, III, 400, VI, 465.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/407-408.
11041

Buharı, vudû 50, ezan 43, cihâd 92, et'ime 20, 26, 58; Müslim, hayz 92, 93; Tirmizî, et'ime 33; Dârimî, vudû 52; Ahmed b. Hanbel, I, 365, IV,
139, 179, V, 288.
[105]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/408.

no6i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/408.

[1071

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/409.

[108]

Asım Efendi, Kamus Tercümesi, II, 21.

rıo9i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/409.

LU0i

Buharı, enbiyâ 3, tefsir sûre (17) 5; Müslim, iman 327, 328; Tirmizî, et'ime 34, kıyâme 10; İbn Mâce, et'ime 28; Ahmed b. Hanbel, I, 397, II, 331,

345.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/409-410.

rnn

Asım Koksal, İslâm Tarihi, VII, 200.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/410.

rıi2i

Buharı, et'ime 36, 38, büyü 30; Müslim, eşribe 144, 145; Dârimî, et'ime 19; Tinnizî, et'ime 40.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/410.

n i3i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/410.

rıi4i

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/411.

n ısı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/411.

UM

Tirmizî, siyer 16; İbn Mâce, cihâd 26, Ahmed b. Hanbel, V, 226.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/411-412.

anı

Mecelle, madde: 4.

rı ısı

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/412.

n i9i

Ebû Dâvûd, cihad 47, et'ime 33, eşribe 14; Tirmizî, et'ime 24; Nesâî, dahâyâ 43, 44; İbn Mâce, zebâih 1 1; Muvatta, edâhi 28; Ahmed b. Hanbel,
1,219,226, 241,253,321, 339.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/412-413.
[120]

Ebû Dâvûd, cihad 47, et'ime 33, eşribe 14; Tirmizî, el'ime 24; Nesâî, dahâyâ 43, 44; İbn Mâce, zebâih 1 1; Muvatta, edâhi 28; Ahmed b. Hanbel,
1,219,226,241,253,321,339.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/413.

ri2iı

Ebû Dâvûd, cihad 47, et'ime 33, eşribe 14; Tirmizî, et'ime 24; Nesâî, dahâyâ 43, 44; İbn Mâce, zebâih 1 1; Muvatta, edâhi 28; Ahmed b. Hanbel,
1,219,226,241,253,321,339.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/413.
[122]

Ö. Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, 416.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/414-415.
11231

Buharı, zebâih 28, hums 20, megâzi 38, nikâh 31; Müslim, nikâh 30-32, sayd 23-25, 27, 30, 31, 37; Tirmizî, nikâh 29, sayd 9, 1 1, et'ime 6; Nesâî,
nikâh 71, sayd 69-71, 81; İbn Mâce, zebâih 13, 14; Dârimî, edâhi 21, 22, nikâh 16; Ahmed b. Hanbel, II, 21, 102, 143, 144, 219, IV, 48, 89, 90, 127,
193-195, 301,355,383.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/415.
[124]

Müslim, sayd 36-38.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/415.
[125]

İbn Mâce, zebâih 14; Tirmizî, sayd 11; Ebu Dâvûd, et'ime 32; Nesâî, sayd 69-71; Ah-med b. Hanbel, III, 323, 356, 362, IV, 89, 90.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/415-416.
[126]

Nahl, (16) 8.

11271

Mâide, (5) 3.

H281

Nahl, (16)5.

[129]

Mü'minûn, (23) 22.

[130]

Nahl, (16)7.

H311

Ö. Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihâli, 418.

[132]

Bilmen, A.g.e., 417.

[1331

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/416-418.

[1341

Buharı, hibe 5, zebâih 10, 32; Müslim, sayd 53; Tirmizî, et'ime 2; Nesâî, sayd 25; İbn Mâce, sayd 17; Dârimî, sayd 7; Ahmed b. Hanbel, III, 118,
171,232, 291.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/419.
11351

Buharî, zebâih 36; Ebû Dâvûd, edâhi 14; Tirmizî, eî'ime 2; Nesâî, siyam 84, sayd 25, dahâyâ 18; İbn Mâce, zebâih 5; sayd 7; Ahmed b. Hanbel, I,
31,11,336,346,111,471.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/419-420.
H361

Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih Tercemesi, VIII, 13. (Birinci baskı)

T1371

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/420.



[138]

Buharı, hibe 7, et'ime 8, 16, megâzî 38, i'tisam 24; Müslim, sayd 46; Nesâî, sayd 26, nikâh 79; Ahmed b. Hanbel, I, 225, 259, 366, II, 329, 340,
347, IV, 4.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/420-421.
£1391

Buharî, zebâih 32; Müslim, sayd 43; Nesâi, sayd 62; İbn Mâce, sayd 16; Muvatta, Istil zân 10; Ahmed b. Hanbel, IV, 89.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/421.
11401

Nesâî, sayd 62; İbn Mâce, sayd 16.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/422.
£1411

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/422.

£1421

İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, XII,

£1431

el- Aynî, el-Binâye, IX, 73.

£144]

Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 193.

£145]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/422-425.

11461

Tirmizî, et'ime 62.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/425.
£1471

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/425.

11481

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/425-426.

11491

En'am, (6) 145.

11501

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/426.

11511

A'râf, (7) 158.

11521

el-Erbaîne Hadisen en-Nevevîyye, bişerhi Abdilmecid eş-Şernubî el-Ezherî, 26.

11531

Elhamevî Gamzü Uyâni'l-besair 1/223.

11541

İbn Nüceym, el-Eşbâh ve'n-Nezâir, 66.

11551

el-Aynî, el-Binâye fi Şerhi T-Hidâye, IV, 708.

11561

Şevkânî, İrşâdü'l-Fuhûl, 284.

11571

İbn Mâce, sayd 9, et 'ime 31; Ahmed b. Hanbel, II, 97.

11581

Ö. N. Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, 416-417.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/426-429.
11591

En'am, (6) 145.

11601

Buharı, tefsir 99; Müslim, zekât 24; Tirmizî, libas 6; İbn Mâce, et'ime 60.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/429-430.
11611

Bakara, (2) 29.

11621

Câsiye, (45) 13.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/430.
11631

Aüyyü'l-Kârî, Mirkâtü'l-Mefâtih, IV, 385.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/430.
11641

Tirmizî, hacc 28, et'ime 4; Nesâî, menâsik 89, sayd 27; İbn Mâce, sayd 15; Ahmed b. Hanbel, III, 297, 318, 322, V, 195.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/431.
11651

Mâide, (5) 96.

11661

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/43 1-432.

11671

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/432.

11681

Buhari, zebaih 28, 29, tıbb 57; Müslim, sayd 1 1-15; Tirmizi, sayd 9, 1 1, et'ime 7, siyer 11; Ebu Davud, et'ime 25; Nesai, büyu 79, sayd 28, 30,
31, 33; İbn Mace, sayd 13; Darimi, edahi 18, Muvatta, sayd 13, 14; Ahmed b. Hanbel, I, 244, 289, 302, 326, 327, 333, 339, 373, II, 236, 366, 418, III,
323, IV, 89, 90, 131, 132, VI, 445.



Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/432.
[169]

Müslim, sayd 15, 16; Tirmizi, sayd 9, 11; Nesai, sayd 86; İbn Mace, sayd 13; Darimi, edahi 18; Ahmed b. Hanbel, I, 147, 244, 289, 302, 327,
332, 339, 373, III, 323, IV, 89, 90, 127.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/433.
ÜM

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/433.

[171]

Müslim, sayd 15, 16; Tirmizi, sayd 9, II; Nesâî, sayd 86; İbn Mâce, sayd 13; Dârimî, edâhi 18; Ahmed b. Hanbel, I, 137, 244, 289, 302, 327, 332,
339, 373, III, 323, IV, 89, 90, 127.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/433-434.
[172]

Nesâi, sayd 86; İbn Mâce, zebâih 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/434.
11731

Ebû Dâvûd, büyü 62; Tirmizi, büyü 49; İbn Mâce, ticârât 9, sayd 20; Ahmed b. Hanbel, III, 297, 317, 339, 349, 353, 386.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/435.
ri741

el-Cezerî, Kitabü'l-Fıklı ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa, II, 1 .

[1751

Cezerî, A.g.e, II, 2.

[1761

Cezerî, A.g.e, II, 1.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/435-436.
[1771

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/437.

[1781

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/437-438.

[1791

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/438-439.

[180]

Nesai, dahâya 43, 44.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/439.

rı sn

Koçkuzu A. Osman, Hadiste Nâsih ve Mensûh, 327.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/439-440.
[1821

Buharı, zebâih 13; Müslim, sayd 52; Tirmizi, et'ime 22; Nesâî, sayd 37; Dârimî, s 5; Ahmed b. Hanbel, IV, 353, 357, 380.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/440.
[183]

İbn Mâce, sayd 9.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/441.
[184]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/441-442.

H851

Kamer, (54) 7.

11861

Aynî, Umdefü'l-Kârî, XXI, 109.

[187]

Müddessir, (74) 31.

[188]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/442-443.

H891

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/443-444.

ri9oı

Bilmen ö. Nasuhi, Büyük İslâm İlmihali, 418.

[1911

Mâide, (5) 96.

[1921

İbn Mâce, sayd 9, el'ime 31; Muvatta, sıfatü'n-nebî 30; Ahmed b. Hanbel, II, 97.

ri93i

el-Aynî, el-Binâye, IX, 98-99.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/444-445.
[194]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/445-446.

£1951

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/446-447.

£1961

Bakara, (2) 173.

£1971

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/447-449.

£1981

İbn Mâce, et'ime 47.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/450.



[199]

Alâuddin Abidin, el-Hediyyetü' 1 -Alâiyye, 216.

r2001

A'raf, (7) 32.

T2011

Aliyyü'I-Kârî, Şerhu Ayni'l-İlim ve Zeyni'l-Hilim, I, 281.

T2021

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/450-452.

[203]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/452.

[204]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/452.

[205]

Müslim, eşribe 164-169; Ebû Dâvûd, eşribe 10; Tirmizî, et'ime 35; Nesâî, eymân 21, eşribe 33; İbn Mâce, et'ime 33; Dârimî, et'ime 18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/452-453.
r2061

Müslim, eşribe 164-169; Ebû Dâvûd, eşribe 10; Tirmizî, et'ime 35; Nesâf, eymân 21, eşribe 33; İbn Mâce, et'ime 33; Dârimî, et'ime 18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/453.
12071

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/453.

12081

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/453-454.

12091

Buharı, ezan 160, et'ime 49, i'tisam 64; Müslim, mesâcid 73; Tirmizî, et'ime 13; Nesâî, mesâcid 16, 17; Ahmed b. Hanbel, III, 65, 85, 374, 387,
400, IV, 194.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/454-455.
[210]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/455.

[2111

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/455.

[2121

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/456.

[2131

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/456.

[214]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/457.

[2151

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/457.

[216]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/457-458.

[2171

Müslim, mesâcid 74.

12181

Müslim, mesâcid 76.

[219]

Ahmed Naim, Tecridi Sarih, II, 751.

12201

Müslim, mesâcid 72.

12211

el-Müttakî, Kenzu'l-Ummâl, XV, 270. Hadis No: 40928.

12221

Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih, II, 751-752 (Hadis no: 472).

12231

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/458-460.

[2241

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/460.

12251

Ebû Dâvûd, eymân 8.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/460.
12261

Müslim, eşribe 153; Tirmizî, et'ime 17; îbn Mâce, et'ime 38; Dârimî, et'ime 26; Ahmed b. Hanbel, VI, 179.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/460-461.
12271

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/461.

12281

İbn Mâce, et'ime 42.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/461-462.
12291

İbn Mâce, et'ime 42.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/462.
12301

A'raf, (7) 157.

[23İ1

Heysemî, Mecmau'Zevâid, V, 4.



T2321

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/462-463.

[233]

Buharı, et'ime 44, mezâlim 14; Müsüm, eşribe 15; Ahmedb. Hanbel, II, 7,44, 46, 81.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/463.
[2341

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/463-464.

[235]

Buharı, et'ime 39, 45, 47; Müslim, eşribe 148; Tinnizî, et'ime 37; İbn Mâce, et'imt 37; Dârimî, et'ime 24; Ahmed b. Hanbel, I, 203.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/464.
[236]

Tirmizî, et'ime 36; İbn Mâce, et'ime 37.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/464-465.
[2371.

İbn Mâce, et'ime 43; Ahmed b. Hanbel, I, 374.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/465.
f2381

Ahmed b. Hanbel, III, 142, 143.

T2391

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/465.

[2401

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/466.

[2411

Buharî, zebâih 4, 10, 14; Müslim, sayd 8; Ebû Dâvûd, edâhi 23; Tirmizî, sayd 1, et'ime 7, siyer 11; İbn Mâce, sayd 3; Dârimî, siyer 55; Ahmed b.
Hanbel, II, 184, 193, 194, 195.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/466-467.
[2421

Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 157.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/467-468.
[2431

Buharı, zebâih 12, meğazî 65; Müslim, sayd 17; Nesâî, sayd 35; Ahmed b. Hanbel, II, 309, 311.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/468-469.
[2441

Koksal M.A., İslâm Tarihi, VIII, 121-123.

[2451

Mecelle, md: 22.

[2461

Müslim, sayd 20.

[2471

Müslim, sayd 2 1 .

[2481

Müslim, sayd 18.

[2491

Davudoğlu, A, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 168.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/469-470.
[2501

Davudoğlu, A, A.g.e., IX, 170.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/470-471.
[2511

Buharî, zebâih 34, vudu 67; Tinnizî, et'ime 8; Nesâî, fer' 10; Dârimî, vudû 60; Muvatta, isti'zan 60; Ahmed b. Hanbel, II, 233, 265, 490, VI, 329,
330, 335.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/471.
12521

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/471-472.

[253J

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/472.

[2541

el-Mübarekfürî, Tuhfetü'l-Ahvezî, V, 516.

[2551

Nimet-i İslâm, 132-133.

[2561

Mecelle, mad. 11.

[2571

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/472-473.

[2581

Buharı, bedü'l-halk 17, tıbb 58; Nesâî, fer' II; İbn Mâce, tıbb 31; Dârimî, et'ime 12; Ahmedb. Hanbel, II, 229, 246, 263, 340, 355, 388, 398, 443,
III, 24.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/474.
[2591

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/474-475.

[2601

Müslim, esribe 136, 137; Tinnizî, et'ime II; Ahmed b. Hanbel, III, 177, 290.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/475.
[2611

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/475-476.



12621

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/476.

[263]

Buharı et'ime55; Müslim, eymân42; Tirmizî, et'ime 19, 44;1 Dârimî, et'ime 33; Ahmed b. Hanbel, I, 288, 442, II, 277, 283, 299, 316.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/476-477.
[264]

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/477.

[265]

Buharı, et'ime 52; Müslim, eşribe 134, 137; Tirmizî, et'ime 10; İbn Mâce, et'ime 9; Dârimî, et'ime 5, 6, 10; Ahmed b. Hanbel, I, 221, 293, 346,
370, II, 341, 415, III, 301, 331, 337, 366, 394, VI, 386.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/477.
[2661

Müslim, eşribe 131; Ahmed b. Hanbel, II, 7, 1 1 1, 177.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/477-478.
12671

AIiyyül-Kârî, Şerhu Ayni'l-İlm ve Zeyni'l-Hilm, I, 278.

[2681

AIiyyüT-Kârî, A.g.c, 279.

[2691

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/478.

[2701

Buharî, et'ime 54; Tirmizî, da'vât 55; İbn Mâce, et'ime 16; Dârimî, et'ime 3; Ahmed b. Hanbel, V, 252, 256, 261, 267.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/479.
12711

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/479.

12721

Tirmizî, da'avât 55.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/480.
12731

En'am, (6) 14.

12741

Duha, (93) 3.

[2751

Muhammet b. Allan, el-Fatûhâtu'r-Rabbâniyye, V, 223.

[276J

Çakan, İsmail Lütfü, Eyüb Sultan Hazretlerinden Kırk Hadis, 173.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/480-481.
12771

Tirmizî, et'ime 48; İbn Mâce, et'ime 22; Dârimî, et'ime 27; Ahmed b. Hanbel, II, 263, 344, 527.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/481.
12781

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/481-482.

12791

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/482.

12801

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/483.

[2811

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/483.



33- YÜZÜK KONULARININ BAŞI

1. Mühür (Yüzük) Edinme Konusundaki Hadisler

2. Yüzüğü Terketmek Konusu

3. Altın Yüzük Konusundaki Hadisler

4. Demir Yüzük Konusunda Varid Olan Hadisler

5. Yüzüğün Sağ Veya Sol Ele Takılması Konusu

6. Zil Konusunda Varid Olan Hadîsler

7. Dişleri Altınla Bağlamak

8. Kadınların Altın Kullanması



33- YÜZÜK KONULARININ BAŞI



1. Mühür (Yüzük) Edinme Konusundaki Hadisler